Golge e-dergi Sayi 55

Page 1

Nisan 2012

Sayı 55

e-Dergi

Güle Güle

Goran PARLOV

MOEBIUS


İÇİNDEKİLER

55.

Sayı ile tekrar birlikteyiz. Gölge e-Dergi'ye ulaşmak için http://GolgeDergi.Blogspot.com Editör: Mehmet Kaan SEVİNÇ golgeedit@gmail.com Yayın Kurulu: Oğuz ÖZTEKER, Hasan Nadir DERİN, Sadık YEMNİ, Ahmet YÜKSEL, Melahat YILMAZ, Gülhan D SEVİNÇ. Grafik Tasarım: Gülhan D SEVİNÇ Kapak: Goran PARLOV Pinup: Fatih YÜRÜR Gölge e-Dergi internetten yayın yapan özgür ve özgün içerikli tam bağımsız bir dergidir. http://twitter.com/GolgeDergi http://issuu.com/GolgeDergi http://golgedergi/deviantart.com

04-29 Moebius Dosyası 30-32 Haberler- Gölge e-Dergi'ye onur plaketi -3.Türk Çizgi roman okurları oylaması başlıyor.-Gücümüz Bağımsızlığımızdır. 33-36 Öykü- Unutmamatik-1 Manderala 37-40 Çizgi Roman İnceleme -Fazla Tanınmayan Çizerler -Kyle BAKER 41-45 Çizgi Roman -Buzdağı 46-50 Röportaj-Mahmud ASRAR 51-54 Çizgi Roman İnceleme -Yoksa TENTEN Irkçı mı? 55-56 Edebiyat İnceleme-Fantastik Edebiyat'ın Kraliçesi Le Guin Mi, Anne Rice Mi? 57-61 Edebiyat'tan Sinemaya Uyarlamalar-6- Carl Sagan'ın Anısına... 62-63 Çizgi Roman -Deli Rüzgar 64-65 Yazarın Kaleminden- Silahşor Nasıl Yazıldı? 66-68 Oyun İnceleme-En iyi RPG oyunlarından biri Planescae: TORMENT 69-71 Öykü- Sorgulama 72 Yazarın Kaleminden-Garuda 73-76 Röportaj- Serhan VURAL 77-81 Öykü- Şerruh Paşa'nın Sırrı 82-83 Sinema- Devil's Advocate (1997) 84-88 Tarihte Bu Ay-Charlie Chaplin 89-91 Tarihte Bu Ay-Daniel Defoe ve Robinson 92-96 Kitaplık- Steve Jobs ve ZEN 97-109 AFF Ankara- Mart Ay'ı, Ankara'da Festival Ay'ı 110 Pinup

Gölge e-Dergi Nisan Sayı 55 ile bir kez daha sizlerle birlikteyiz Yeni konular, yeni çizgi romanlar, yeni öyküler ve yeni bir sayı. Son birkaç sayıdır hazırladığımız özel dosyalar ile yine alanımızda en çok takip edilen dergi özelliğimizi koruduk ve popüleritemizi arttırdık. Özel dosyaların hazırlanmasında bir çok arkadaşımız destek verdi ve yoruldu hem bu nedenle hem de okurlarımızı sıkmamak adına bu sayı için özel bir dosyamız yoktu gündemimizde; Fakat geçtiğimiz ay aramızdan ayrılan ve bütün dünyanın ‘çizgi roman dehası’ olarak kabul ettiği Jean Giraud namı diğer Moebius’un bu dünyadan ayrılması nedeni ile spontan bir dosya oluştu bu sayıda da. Moebius’u nasıl bilirdiniz diye sorduk hem ustalarımıza, hem de genç arkadaşlarımıza, sağolsunlar bizi kırmadılar, Moebisu’u anlattılar bizlere. Gölge e-Dergi yine ilklerin dergisi olma konusundaki iddasını sürdürüyor… Kapak illüstrasyonumuzda yine ülkemizde de çizgi roman okurlarının yakından tanıdığı ‘Magico Vento, Tex, Punisher Maxi’ gibi iddalı çizgi romanlara imzasını atmış Goran Parlov’dan geldi… Gölge e-Dergi’nin onur plaketlerine bir yenisi daha eklendi. 23.Ankara Uluslararası Film Festivali’nin basın sponsorları arasında yer alan dergimiz İff tarafından, sinemaya verdiği destek nedeni ile teşekkür plaketi ile onurlandırıldı… İyi okumalar… Mehmet Kaan SEVİNÇ

3


Moebius Dosyası

Moebius Dosyası

Moebius Dosyası

FransızMOEBIUS çizer Güle Güle

Jean Giraud

Fransız çizer

Jean Giraud Fransız çizer Jean Giraud, dün 73 yaşında, Paris'te hayatını kaybetti. Moebius adıyla da tanınan çizer, uzun süredir tedavi görüyordu. 1938 yılında Paris'te doğan Giraud, Jean-Michel Charlier ile birlikte çizdiği Fort Navajo çizgi-romanıyla ün kazanmıştı. Popülerliğini ise Blueberry çizgi-romanıyla elde etti. Giraud, 1988 yılında da Marvel tarafından yayımlanan Silver Surfer: Parable çizgi-romanında Stan Lee ile birlikte çalışmıştı.

İllüstrasyon: Mehmet Kaan SEVİNÇ

4

5

Gülhan D SEVİNÇ


Moebius

Moebius

Dosyası

Dosyası

Çizgi Roman Sanatı,

Deha Çizerini Kaybetti Resim sanatının popüler sanatlarından ÇİZGİ ROMAN, insanlık tarihine paralel gelişim sürecinde yaklaşık ve yakın örnekler dönemleri içinde çok sayıda sanatçı yetişmiştir. Ancak bu sanatçılar içinde yıldızlaşıp efsane olanların sayısı azdır.Belli başlıları ALEX RAYMOND, HAROLD FOSTER, BRUNE HOGART, FRANK FRAZETTA, JOSE LUIS SALİNAS, JOE KUBERT, HUGO PRATT olarak aklımıza gelen ilk isimlerdir. MOEBIUS, GIR imzalarını kullanan Fransız çizer JEAN GIRAUD ise bu isimlere ustalaştığı kendine özgü desen anlayışı ve dehalık ögeleri taşıyan buluşları ile yıldızlığa ulaşmış olarak katılır. JEAN GIRAUD, 8 Mayıs 1938 tarihinde Fransa'nın yoksul banliyölerinden Nogent-Sur-Marne, Val de-Marne'de doğdu. 3 yaşındayken anne-babasının ayrılmasıyla, babaannesinin yanında büyüdü. Travmatik çocukluk hayatı, çizgi eserlerindeki kurgu dünyada daha da devleşmesine yol açtı. Çizgi romanlar okuyarak geçen çocukluk yaşamı onu çizerliğe itti. Sinema ise onun gelişim temelinde olgunlaşmasını sağladı. 16 yaşındayken yazıldığı sanat okulunda, çizgi teknikleri konusunda aldığı derslerle yeteneğini birleştirdi. Okulu; mobilya ve dekorasyon zanaatlarıyla ilgili eğitim veren bir Uygulamalı Sanatlar Teknik Okulu'ydu. 1954 yılında okuluna devam ederken, editör Marijac'a, ilk çizgi romanı olarak western temalı "Les Aventures de Franck et Jeremie / Frank ve Jeremi'nin Maceraları"nı çizdi. Aynı yıl tanıştığı ve kendisi gibi bir çizgi romancı olan Jean-Claude Mezieres onu Katoliklere yönelik yayınlar çıkartan bir yayıncıyla tanıştırdı. Burada realisik ve didaktik metinlere illüstrasyon resimler çizdi. Giraud, bir yıl sonra Meksika'da yaşayan annesini ziyaret ederek orada 8 ay kaldı. Bir Amerikan dergisinde yayımlanan röportajında: "Amerika sizi nasıl etkiledi?" diye sorulduğunda (*1). "Tabii muazzam diyebilirim. Amerikan Sineması'ndan ve çizgi romanlarından çok etkilenmiştim. Bizi orada sinemanın kalbi olan Hollywood etkiledi. Flash Gordon da öyle. Bebop gibi Jazz ve Charlie Parker temel oluşturdu.17 yaşıma geldiğimde Amerika Birleşik Devletleri'ne gittim ve ülkeyi bir baştan diğerine tazı köpeği armalı otobüslerle geçtim. İşin otobüs kısmı berbattı ama deneyimim müthişti. Ayrıca annemin yaşamını sürdürdüğü Meksika'ya gittim. Oradaki insanlardan, ressam ve müzisyenlerden çok etkilendim. O zamanlar herkes Amerikan sanatından etkileniyordu ki bu aslında Amerikan olan ancak olağan Amerikan Kültürüyle çatışan bir sanattı. Beni bu karşıt Amerikan Kültürü cezbetti. ABD Dünyaya hem en iyi tatlar, hem de en berbat tatlar tattırıyor. Amerika hem en büyük bilince, hem de en büyük bilinçsizliğe sahip (Amerikan Kültürü'ndeki seks, şiddet ve saldırganlık) fakat aynı zamanda bir de yeni ve çağdaş bir Amerikan ruhu var." 1959 - 1960 yılları arasında Cezayir'e giderek Fransız Ordusu'nda askerlik yaptı.1960 yılında Belçika merkezli, Fransa ve Fransızca konuşulan ülkelerde yayınlanan ünlü dergi SPİROU'da, JIJE imzasını

6

7


Moebius

Moebius

Dosyası

Dosyası

kullanan Belçikalı usta çizer JOSEPH GILLAIN (1914 - 1980) asistanı oldu. Onun 1954 yılından itibaren yayınlanmakta olan ünlü western dizisi JERRY SPRING'de gölge çizerliğini (*3) yaptı. Saatçi bu döneminde, desen anlayışı olarak, ustası Jije'nin birebir aynı çizim anlayışını benimsedi. Jerry Spring'in senaristi, en iyilerin başında yer alan Jean Michel Charlier'di. Jean Giraud ile senarist J. M. Charlier arasındaki birlikte çalışma,1963 yılında, Pilote dergisinde yayını başlayan, ortak kahramanları Lieutenant BLUEBERRY'nin ilk macerası "Fort Navajo/ Navajo Kalesi"ni ortaya çıkarttı. Bunu ardından gelen birbirinden güzel maceralar takip etti. Giraud'un, bu diziyi çizdiği dönem, onun desen ustalığında, ustası Joseph Gillain deseninden kopup, kendi kişiliğini bulmaya başladığı yıllar oldu. Blueberry tiplemesinde, başlangıç maceralarında, ünlü Fransız aktör Jean Paul Belmondo portresini kullandı. Deseninde kişiliğini bulunca, özgün Blueberry tiplemesini ortaya çıkarttı. Sonraki yıllarda Blueberry'nin çizim işini genç çizerlere devretti. Bu serinin başlangıç çizimlerinde ustası Jije de ona yardımcı oldu. İlk albüm kapağını da Jije ona hediye olarak çizdi.1976 yılında Jean GiraudJ.M. Charlier ikilisi Pilote dergisine ikinci western dizileri JIM CUTLAS serisini hazırlamaya başladılar. Genç yaşında Amerika'yı gidip görmüş olmanın avantajıyla Giraud, western/kovboy temalı çizgi roman serilerini çizmekte büyük başarı kazandı. 1970'li yıllarda çizerlik yaşamını Fransa'da sürdüren, ünlü Türk çizgi roman sanatçısı Suat Yalaz; anlattığı anılarında, Paris’teyken Blueberry'i filme almak üzere senarist J.M. Charlier ve Jean Giraud ile bir araya geldiğini; onlarla tanışıp konuştuktan sonra Blueberry'nin filme çekme hakkını aldığını, ancak sponsor bulamadığından bu filmi gerçekleştiremediğini söylemişti. Yalaz ayrıca bu buluşmalarında ünlü senarist ve çizere, o yıllarda Fransa'da yayınlanan western serisi SONY RINGO'yu göstermiş ve onlardan övgüler almakla birlikte, o güne kadar Blueberry'i büyük bir titizlikle, disiplinli çizgilerle çizen Giraud'a kendi serbest, artisitik desenini aşılamıştı. Çünkü bu tanışıklıktan sonra çizilen Blueberry maceralarında Giraud,Yalaz benzeri desende western maceraları çizmiştir. Bu durum Blueberry albümlerinin ilerleyen sayılarında açıkça görülmektedir. Bu eser ülkemizde 1971'de Hey Amigo adlı dergide, Günaydın Gazetesi’nde, Kara Murat, Milliyet Çocuk, Hürriyet Çocuk Magazin dergilerinde ve İnkılap Yayınları albüm serisi olarak yayımlandı. Belçikalı filmciler tarafından, adı Blueberry olan fakat kendisinin Blueberry'le ismi dışında hiç bir şeyi benzemeyen bir film olarak çekildi. Film seyredenlerden çok kötü notlar aldı. J.M. Charlier ve Jean Giraud ikilisinin diğer western dizisi Jim Cutlas'ın da bir miktar albümü, ülkemizde İnkılap Kitabevi tarafından basıldı. Jean Giraud, science-fiction / bilim kurgu, rock in roll, felsefi ve satirik içeriklere sahip çizgi romanlarını Hara Kiri (1963), Charlie, L'Echo des Savanes, Super As, Metal Hurlant (1979) dergilerine çizdi. Buralara çizdiklerinde "Gir" ve "Moebius" imzalarını kullandı. "Arzach" (1975), çizgi roman okurları tarafından çok beğenildi.

8

Çift İmzalı Çizer

Jean GIRAUD

Jean Giraud, çizerliğinde soyadının baş kısmının kısaltması olan GİR hecesini kendisine çizer imzası olarak seçmiş ve bu imza ile Pilote dergisine J. M. Charlier'in senaristliğini yaptığı western dizisi Teğmen MİKE BLUEBERRY’i çizerek büyük bir ün yaptı. Ünlü Alman matematikçisinin iç içe geçmiş iki daireye ismini verdiği MOEBİUS imzasını ise Amerika dönüşünden sonra kullandı. Onun bu adı alışının öyküsü, bir efsane olarak şöyledir: Meksika'da Aztek Kızılderilileri arasında bir dönem yaşayan Jean Giraud, onların arasında yaşarken Kızılderilileri şaşırtan resimler çizmiş; 3 gün boyunca Evrenin Merkezinde olduğunu söylemiş; sonra ilk çizdiği hikaye "Evrenin Merkezine Oturan Adam" olmuştur. Kızılderililer bu güzel resimler çizen sanatçıdan etkilenerek ona "MOEBİUS" adını takmışlardır. Sanatçı Moebius imzasını HARA KİRİ (Fransa'nın ünlü mizah dergisi) dergisine çizdiği kısa çizgi öykülerde kullanmaya başladı. Pilote dergisine çizdiği Blueberry'de GİR imzasını kullanmaya devam etti. Böylelikle sanat yaşamına çift imzalı çizer olarak devam etti. GİR imzası ile BLUEBERRY ve JIM CUTLAS adlı western çizgi romanlarını; MOEBİUS imzasıyla fantastik, bilim kurgu ve post apolitik, erotik eserler çizdi. Çizer olarak dehasını Moebius imzası ile çizdiği eserlerle ortaya çıkarttı.

9


Moebius

Moebius

Dosyası

Dosyası

Jean GIRAUD ve Sinema Giraud da birçok başarılı çizgi roman sanatçısı gibi sinemaya karşı ilgisi yoğundu. Yapımcı Jodorowsky'nin isteği üzerine DUNE filmine dekorları hazırladı. Bunu 6 bölümlük INCAL adlı TV dizisi izledi. Böylelikle Amerika'da isim yapan ilk Fransız çizgi romancılardan biri olup çıktı. ABD'li yönetmenlerden büyük ilgi görüyordu. Ünlü yönetmen Ridley Scott, bilim kurgu türü filmi ALLIEN'in (1979) story board çalışmaları için onu seçti. Ardından Walt Disney Prodüksiyon'un dualistik filmlerinden TRON (1982) için çalıştı. Jodorowsky'nin "PLANET " adaptasyonu "STAR WARS 5", yönetmen Luc Besson'ın "THE FIFTH ELEMENT / 5. ELEMENT" (1997), Frank Herbert'in "DUNE" (1984), yönetmen Rene Laloux'un animasyon filmi "LES MAITRES DU TEMES / TIME MASTERS" (1982), animasyon film "SPACE JAM" (1996), Japon çizer Yutaka Fujioka'nın, ünlü ABD'li çizer Winsor Mc Cay'ın eseri "LITTLE NEMO ADVENTURES IN SLUMBERLAND / KÜÇÜK NEMO'NUN RÜYALARI" (1989). Sinema çalışmaları sürerken baş yapıtları olan ARZACH ve AIRTIGHT GARAGE'ı Amerika'da hazırladı. Heavy Metal dergisi okurları artık: "More Moebius / Daha fazla Moebius" diyorlardı. 1996 yılında yönetmen Gustavo Mosquera R. "MOEBIUS" adlı belgesel filmi çekti. 2004 yılında Fransız yönetmen Vincent Cassel, 124 dakikalık "BLUEBERRY" filmini çekti. Sinemalara J.M. Charlier ve Gir'in (Jean Giraud) ortak çizgi romanı olan filmi izlemeye gidenler, büyük bir hayal kırıklığına uğradılar. Çünkü filmin adından başka hiç bir şey çizgi romandan izler taşımıyordu. Birçok kişi filmi seyretmeye tahammül edemeyerek, bitmeden sinemayı terk etti.

Amerika... Amerika... Jean Giraud, uzun gezileri sonucu Amerika'da, Santa Monica'da yaşamaya karar verdi. Kendisin teknolojinin bütün nimetlerinden uzak tutan bir ev aldı. Böyle bir yaşamı (elektrikli ev aletleri, televizyon, buzdolabı, fırın vs. olmadan) Uzak Doğu felsefesine - Tanrı'ya - dine olan yaklaşımı yüzünden seçmişti. Dünya'nın birçok ülkesinden gelen telif haklarını, kazandığı paraları umursamıyordu. İnsanlardan, kalabalıklardan her türlü doğallığı öldüren ayrıntılardan kaçıyordu. Aynı yıllarda "Epic Comics" ve son ürünlerinden "The Gardens of Aedena"yı yaptı. 1987'de televizyonda INCAL dizisi bittiğinde, Amerika'nın en büyük çizgi roman yayıncılarından biri olan Marvel Comics'in senaristi ve yöneticisi STAN LEE'den birlikte çalışma teklifi aldı. Bu teklif Moebius'u, Stan Lee'nin katkılarıyla kendisine çizgi romanı sevdiren, çizgi romancı olma isteği uyandıran ABD çizgi romanına borcunu ödemeye karar verdi. Amerika'nın SILVER SURFER, SPIDER-MAN, IRON MAN, SUPERMAN vs. adlı süper kahramanları kendi yorumu ile çizdi. Sonraki yıllarında, ülkesi Fransa'ya dönüp yaşamını Paris'te sürdürdü. 74 yıllık yaşamında çok sayıda çizgi roman ödülleri kazandı. Amerika'da ACBA tarafından "Best artist" seçildi. Son yıllarında, adına yakışır bir çizgi roman sergisi açtı. Müthiş bir hayal gücüne ve çizim yeteneğine sahip usta çizer JEAN GIRAUD - GİR - MOEBİUS, 10 Mart 2012 tarihinde Paris'te vefat etti. Yener ÇAKMAK

Not : (* 1 - 2) JEAN GİRAUD - GİR - MOEBİUS yazısında internet yazılarından ve KOLONİ ÇİZGİ ROMAN / MOEBIUS ÖZEL SAYI yazılarından yararlanılmıştır.

10

11


Moebius Dosyası

Çizgi roman dünyasının Da Vinci’siydi! Jean Giraud, yani nam-ı diğer Moebius geçtiğimiz ay, 71 yaşında hayata gözlerini yumdu. Asla unutulmayacağı kesin ünlü çizerin. Ardında bu kadar güzel çizgi romanlar bırakan biri nasıl unutulabilir ki? 1950’li yılların ortasında cebinde üç otuz parayla Amerika’ya gelen 17 yaşındaki Avrupalı genç, başta Flash Gordon olmak üzere Hollywood filmleriyle, Charlie Parker’ın kafası dumanlı caz melodileriyle tanıyıp aşık olduğu ülkeyi otobüsle bir uçtan öbür uca dolaşıyordu. Ancak ferah ve serin veranda ona yetmeyince, arka bahçeye geçecek ve Meksika’da zorlu şartlarında sanat yapmaya çalışan ressamlar ve müzisyenlerle tanışacaktı. Olağanın ve gerçeğin çok üstünde bir deneyimdi onun için. Olağanüstülük, bırakın 17 yaşındaki bir yeniyetmeyi, herhangi bir Avrupalı’yı çarpacak coğrafyanın doğasından ve kültüründen kaynaklanıyordu. Gerçeküstülüğün kaynağı ise yeni sanatçı dostlarının kendisiyle paylaştığı halüsinatif maddelerdi. Jean Giraud, ya da daha bilindik mahlasıyla Moebius her yetenekli insan gibi bu deneyimlerini yıllar sonra sanatına yansıtacak, 17 yaşında şahit olduklarının ve sınır tanımaz hayalgücünün birleşmesinden türeyen olağanüstülükler, gerçeküstülükler bu kez onun eserlerinden çıkıp milyonları büyülüyecekti. Fransız-Belçika çizgi roman ekolünün Hagi benzeri 10 numarası olarak nitelendirilebilecek ismi Jean Giraud, Amerika’dan memleketine döner dönmez Far West dergisi için Frank ve Jeremie adlı çizgi romanı çizmeye başladı. Daha 18 yaşındaydı. Beş sene kadar sonra (1961) ünlü western çizgi romanı Jerry Spring’de çırak çizer olmayı başarmıştı. Rüştünü daha da ispat edince de bu kez efsane çizgi roman dergisi Pilote için yazar Jean-Michel Charlier ile birlikte Fort Navajo adlı yeni bir western çizmeye başladı. Okurun beğenisini kazanıp uzun soluklu bir seriye dönüşen bu maceranın karakterlerinden biri gelecekte Giraud’nun en ünlü eseri haline gelecek çizgi roman serisine de adını verecekti: Blueberry. Western çizgi romanların şahikası kabul edilen bu eser Giraud’nun bir yarısını yansıtıyordu. Moebius adını terçih eden diğer yarısı daha çılgın, daha kışkırtıcı ve çok daha fantastik şeyler yaratmak istiyordu. Bu fırsatı üç arkadaşı birlikte kurduğu yayınevinde (Les Humanoïdes Associés) buldu ve Metal Hurlant (Heavy Metal) dergisini çıkarmaya başladı. Alışılmışın dışında işlere ev sahipliği yapan dergi dünya çapında başarı elde etti. 1981’de Incal’ı dünyaya getiren, Marvel için Gümüş Kayakçı’yı çizen Moebius sinemaya da transfer olup Alien, Tron. Beşinci Element gibi filmler için storyboardlar çizip, set ve kostüm tasarımları yarattı. Moebius (8 Mayıs 1938 – 10 Mart 2012) Artık aramızda değil. Ancak western’lerden fantazyalara uzanan bir çeşitlilik sergileyen çizgi romanları dünya döndükçe 20. yüzyılın sanat harikaları olarak anılacaklar. Ege GÖRGÜN

12

13


Moebius Dosyası

Blueberry'nin Babasını Kaybettik Dünyaca bilinen ve çalışmalarıyla adından sıkça söz ettirmiş, Fransız yazar Jean Giraud 10 Mart 2012 tarihinde, 73 yaşında kansere yenik düştü. Blueberry çalışmasıyla tanılan ve ülkemizde de yayımlanan seriyle ünlenen çizerin ölümü hayranları ve sevenleri tarafından büyük üzüntüyle karşılandı. Jean Giraud, daha çok Moebius adını kullanmaktaydı. 1938 doğumlu olan çizer, 60’lı yıllarda birçok çalışmasını bu isim altında çıkarmış, Blueberry'i çizerken Gir adı altında bu eserlerini bizlere sunmuştu. Ona asıl ününü kazandıran Blueberry 1963 yılından beri halen piyasaya sürülmekte. Jean Giraud'ın çizgisini attığı, Belçikalı Jean Michel Charlier'in konusunu yazdığı Blueberry, Eski Amerikan Vahşi Batı yaşamı üzerine kurulu bir "Kovboy Azılısı" hikâyesiydi. Asıl adı Michael Steven Donovan olan ana karakter üzerine kurulu hikâyede, Amerikan iç savaşında yer almış karakterimizin adalet sisteminden kaçışını okuduğumuz biraz macera, biraz aksiyon dolu eğlenceli bir çizgi romandır. Birçok ödüle aday gösterilen ve bu ödüllerden birkaçını alan Blueberry tabii ki bu kadar ünlü olan çizerin tek çalışması değildi. Çalışma stili olarak Belçikalı çizerler tarafından da kabul gören ve gittikçe ün kazanmaya başlayan sulu boya çizim tekniğini kullanmaktaydı. Bu özelliği belki de çizgi roman dünyasında onu ön plana çıkaracak ve çalışmalarını duyuracak bir konuma yükseltecekti. Arzach ve The Incal adlı çalışmalarında bilimkurgu ögelerini başarılı bir şekilde çizgi romana yansıtmasıyla bu konuda da ne kadar başarılı olduğunu göstermiştir. Bu özgün çalışmaları beğeni toplayacak ve 1988 yılında Marvel Comics için Stan Lee ile beraber Silver Surfer'ın Parable adlı maceralarını çizecekti. Aynı dönemlerde aktardığı Iron Man ve The Thing çizimleri de Amerikan çizgi-roman kültürünü takip edenleri çekecek, insanları Avrupa tabanlı çizgi romanları araştırmaya itecekti. Mehmet Kaan SEVİNÇ

14

15


Moebius

Moebius

Dosyası

Dosyası

Jean Giraud'un Fransa tabanlı Métal Hurlant adlı çalışması, Metal müzik, bilimkurgu ve yer altı edebiyatını bir araya toplayan zengin bir dergiydi. Silver Surfer çalışması, Amerikan tabanlı çizerleri harekete geçirecek, Métal Hurlant dergisi bugün çok bilinen Heavy Metal dergisinin çıkmasına ilham kaynağı olacaktır. Sadece çizgi roman ve edebiyatla sınırlı kalamayan Fransız çizer, Alien filmindeki kostümleri dizayn etmiş, yakın arkadaşı Luc Besson'un unutulmaz bilimkurgu filmi The Fifth Element için arka dekor çalışmalarında bulunmuştur. Uzun dönem beraber çalışmalara imza attığı yakın dostu ünlü manga ve anime yönetmeni Hayao Miyazaki onun hakkında: "1975 yılında yayımlanan Arzach çalışması ilk olarak 1980 yılında elime geçti. Benim ve çevremdeki birçok manga yazar-çizeri için şok ediciydi. Bugün bile, o zamana ait yaptığı çalışmalarına baktığımda yarattığı dünyaların mükemmel birer bilimkurgu yansıması olduğunun farkına varıyorum. Nausicaa'yı ilk başta yazarken Moeibus'un etkisi altında kalmadım desem yalan olur," açıklamasıyla çizerin ne kadar geniş bir kitleye hitap ettiği ve etkilediği ortaya çıkıyor. Lucas'ın epik Star Wars serisinde bile Coruscant gezegeninde etkisi görülen Jean "Moebius" Giraud yaptığı her çalışmayla, her fırça darbesi ve yazdığı her kelime ile başarısını kanıtlamış, çizgi roman dünyası için çok büyük bir çizerdir. Özay ŞEN

Moebius'un Ardından... Bizim jenerasyon için Fransız ekolünü keşfedebilmek; DC, Marvel, Darkhorse ya da Image gibi iyi makyajlanmış çizimlerden kafamızı kaldırıp, Avrupa çizgisinin o girift ve çetrefilli dokusuna ulaşabilmek oldukça zordu kuşkusuz. Çünkü önümüze sunulan Amerikan süper kahramanlarının grafik tasarım harikası olması, her kişilik kalıbına karşılık gelecek kahramanlar ve anti kahramanlar sunması, uzun vadeli bir hipnozun gönüllü müritleri olmamıza kapı açtı. İşte bu noktada Enki Bilal’i, Druillet’i, Caza’yı, Manara’yı ve Moebius’u keşfedebilmek için efor sarf etmemiz gerekti. Çünkü kendi ekolü içerisinde her biri efsane olarak kabul edilen bu isimler, sadece sıkı takipçilerin ödülü olabilirdi. Nitekim öyle de oldu. Fransız ekolünün bu efsane isimleri farklı jenerasyonları, bambaşka işleri ile etkilemeye devam ettiler. Moebius, hitap ettiği skalanın çapı düşünüldüğünde, kanatlarını en fazla gerebilen çizerdi. Lise sıralarında dirsek çürüttüğü yıllarda western hikâyeleri çizerek giriş yaptığı camiada, doğru adımları atarak çok kısa sürede yükselmeyi bildi. Les Aventures de Franck et Jéremie ile Marijac mecmuasında profesyonelliğe adım attı. Ülkesi tarafından tanınması ise Jijé’nin asistanlığını yaptığı döneme tekabül etmekteydi. Navajo Kalesi ile birlikte, en keyifli western spin off larından biri olan Blueberry’nin de önünü açmış oldu. Kuvvetle muhtemel, bizim jenerasyon da kendisini Blueberry ile keşfetmiştir. Erken dönemlerinde Tex’e şans tanımış olan ülkemiz çizgi roman takipçileri, Blueberry’i kabullenmekte hiç de zorlanmamışlardır. Diğer taraftan Milliyet Çocuk, Hürriyet Çocuk ya da Kara Murat gibi dergileri takip etme şerefine erişmiş olan çizgi severler de Moebius ile tanışma ayrıcalığını yakalayanlar arasında yerlerini aldılar. Her ne kadar Heavy Metal’deki işlerine uzak kalsak, Charlie Hedbo ya da Hara-Kiri ile pek samimi olamasak da,

16

17


Moebius Dosyası

şanslı sayıdaki azınlığımız Moebius’un bir sonraki devasa hamlesi olan Arzach’a kayıtsız kalamamıştı. Arzach, hem devrim niteliğinde çizimleri hem de Moebius’un diğer önemli becerisi olan hikâye anlatım ustalığını, kusursuz bir bilimkurgu-fantezi evliliği ile taçlandırarak, bu gün pek çok yazarın-çizerin ve yönetmenin etkilendiği devasa bir kaynak yaratmayı başarmıştı. Yabancı çizgi romanlara ulaşabilme serbestliğine eriştiğimizde ise Incal’ı keşfetmiştik. Jodorovski ile işbirliği yaptığı bu seri, üstadın doruklarından biri olmasının yanı sıra Fransız ekolü ile Amerikan ekolünü yaklaştırmayı başarmıştı. Öyle ki Alien, Abbyss, Tron ve daha pek çok bilimkurgu filminin de esin noktalarından biriydi The Incal… Moebius, Arzach ile birlikte en büyük hayranlarından biri olan Stan Lee’yi etkilemeyi başarmış ve Lee’nin teklifi üzerine Silver Surfer’ın en ayrıksı maceralarından biri olan Parable hikâyesini de çizerek, Marvel’ın o pek şık, pek renkli ve pek hareketli evrenine de el atmayı ihmal etmemiştir. Parable ile birlikte, Amerikan ekolünün takipçilerinden, kendisi gözden kaçıran genç okuyucuların da görüş mesafesine girerek, hayran yelpazesini birkaç derece daha açmıştır. Her ne kadar Moebius’un erken dönem eserlerine ulaşım sıkıntısı çektiğimiz günler geride kalsa da, kendisi ardında halihazırda keşfedilmek için bekleyen tonlarca hikaye ve gözlerimizi köküne açacak bir dolu illüstrasyon bırakmıştır. Cümleyi biraz daha klişe bir şekilde kurmak gerekirse, Moebius’a hoşça kal diyoruz belki ama ardında hâlâ aynı heyecanla okuyacağımız bu kadar kalabalık bir eserler silsilesi bıraktığı için bir kere daha kendisine teşekkür ediyor ve selama duruyoruz… Hoşça kal Moebius… Fatih YÜRÜR

18

19


Moebius

Moebius

Dosyası

Dosyası

Moebius 1. Bölüm

Üstad, karikatürden renkli illüstrasyona, westernden bilim kurguya dek açılan geniş mi geniş bir yelpazede öylesine dolu dolu döktürmüştür ki cümle aleme parmak ısırtmıştır. Altın Menhir ödülü alan Hopdediks, teşekkür konuşması yapıyor.

Çizgilerin Efendisi Jean Henri Gaston Giraud 2012 yılının 10 mart cuma günü ölümlü bedeniyle aramızdan ayrıldı. Ancak, giderken arkasında öyle büyük bir miras bıraktı ki yedi sülalemize yeter. Sanki Karun Hazinesidir... İster siyah beyaz isterse renkli olsun, O'nun o inanılmaz güzellikteki desenleri bizi Vahşi Batı'da dolaştırırken birden alıp uzaya fırlatır, oradan da tutar, kapıları sadece onun fısıldadığı büyülerle açılan bambaşka alemlere sürükler.

Moebius'un kapısını kapısını araladığı dünyalardan biri. Kimi esinlediği sizce de çok açık değil mi? Hermesin Seyahatleri'nden

20

21


Moebius

Moebius

Dosyası

Dosyası

Jim Lee

Hellboy çizeri Mike Mignola, şaşkınlıkla karışik hayranlığını şöyle dile getirmiştir: " Nasıl olur da tek bir sanatçı, aynı adam, birbirinden bu kadar farklı stillerde, sanki başka başka kişiler tarafından çizilmiş gibi görünen ürünler verebilir? Bu ne mene yetenektir, ben anlayamadım."

Mike Mignola Bir başka çizgiromancı, Wolverine çizeri Jim Lee'nin - ki kendisi Marvel Comics'in ağır toplarındandır - şunları söylediği duyulmuştur: " Benim bildiğim, bir sanatçının uslubu zamanla olgunlaşır ve bir gün gelir, ' İşte bu benim ' der... Oysa Moebius'a bakıyorum, evet o da ' Bu benim ' diyor... Ertesi gün bakıyorum, başka bir şey, başka bir ' Bu benim'... Ertesi gün bambaşka bir ' Bu benim '... Kimdir bu Moebius?..."

Jim Lee

İşte, Üstad adamı böyle eşekten düşmüş karpuza döndürür. Nitekim, Jean Giroud'nun ölüm haberini alan anlı şanlı Fransa Rebuplikası Kültür Bakanı'nın da feleği şaşmış ve şu sözcükleri yumurtlamıştır: " Yahu, biz bir değil iki sanatçı birden kaybettik!" Bazı ülkelerdeki kültür bakanlarının çizgiromancıları sanatçıdan saymaları da bizi şaşırtmaktadır ya, gelin muhterem bakanı kendi kar/zarar hesabıyla - ki politikacılar buna bayılırlar - başbaşa bırakıp Eski Roma'ya doğru uzanalım. Onların da vaktiyle metal paralarının üzerine dahi hakkettikleri adına da Janus dedikleri iki başlı bir tanrıları vardır. Latin takvimindeki ocak ayının ( january ) adını bu tanrıdan aldığı söylenir. Ocak, yılın ilk ayı olduğundan Janus bir yüzüyle geçen yıla bakarken bir yüzüyle de yeni yılı dikizler, derler.

Janus ve Moebius

Mike Mignola

22

23


Moebius

Moebius

Dosyası

Dosyası

Üstad da biraz Janus'a benzer. Ama O, Gir yüzüyle Blueberry olup Meksika çöllerini kollarken Moebius yüzüyle de fantastik dünyalara göz kırpar.

Long Tomorrow'dan bir kare.

Moebius/Gir bir çok büyük sanatçının hayranlığını kazanmıştır. İtalyan Sinemasının Ağababası Fellini onu Picasso ve Matisse'le aynı kefeye koyar. Hatta ona yazdığı bir mektupta - kendisi o sırada Kadınlar Kenti filmini çekmektedir- sanatçının çizgilerine olan hayranlığını uzun uzun dile getirdikten sonra, " Seninle birlikte bir film yapmayı ne kadar çok isterdim " demiş ve sözlerini şöyle sürdürmüştür: " Ama, asla böyle bir şey yapmazdım... Çünkü sen o kadar mükemmelsin ki bana kendimi gösterecek boşluk bırakmazdın."

Bak şu işe, ustamızı bazen ikiye bölünmek de kesmez, yerine ve işine göre Gir, Giraud, Moebius, Moeb imzalarını kullanır durur. Ne var ki bölünüp parçalandıkça eksilip dağılacağına, tam tersi, çoğalıp büyür. Söz temsili, bizim bir tekliğimiz bölündüğünde dört yirmibeşlik yaparsa onunki beş, yedi, on liraya çıkar. O'nun bir özelliği de saniyelerle ölçülen zaman aralıklarında bir evrenden ötekine geçebilmesidir. Alien ve Moebiusun çizdiği Long Tomorrow'un yazarı Dan O'Bannon, " Şunca zamandır senaryo yazarım, hiç bu kadar süratli çizen ve hızlı çizdiği halde kalitesini düşürmeyen birini görmedim " demiştir. Sonra da gülerek Long Tomorrow'un bir karesini gösterir, " Adamın biraz önce seviştiği fıstık gibi hatun birden iğrenç bir uzaylı yaratığa dönüşüyor. Adamın ruh halini anlatabilmek için ben olsam bir düşünce balonu koyardım. Ama Moebius'un yaptığına bakın... Adamın ayak parmaklarına bakın... Benim yazdığım metinde böyle bir şey yoktu, ama bu durumu çok daha iyi anlatıyor. İşte Moebius farkı bu" der.

Moebius öyle sahneler kurar ki, bize, "Satirikon da neymiş, aga?" dedirtir.

Bambaşka Alemler

24

Moebius öyle sahneler kurar ki, bize, "Satirikon da neymiş, aga?" dedirtir. Moebius'un Don Kişot'u sigara molası vermiş. Miyazaki - ki o da Manga'nın ağababasıdır - " 1975 yılında yayınlanan Arzach'ı ben ancak, neden sonra taa 1980 yılında okuyabildim. Benim için büyük bir şoktu bu, bütün manga çizerleri için de aynı şeydi, resmen çarpıldık kaldık " dedikten sonra sözlerine şöyle devam eder: " Ne yazık ki onu keşfettiğimde benim için çok geçti . Artık belli bir tarz oturtmuştum ve bu arada ondan esinlenme fırsatını elimden kaçırmıştım. Yine de Naussicaa filmimi yaparken tamamen onun etkisindeydim."

25


Moebius

Moebius

Dosyası

Dosyası

Bu film bir dostluğun başlangıcı olmuş, hatta Moebius yeni doğankızının adını Naussicaa koymuştur.

Moebius'un Don Kişot'u sigara molası vermiş.

Ridley Scott'un kült filmi Alien için Moebius'un bir çalışması.

Bu film bir dostluğun başlangıcı olmuş, hatta Moebius yeni doğankızının adını Naussicaa koymuştur. Bir sanatçı için bundan daha büyük bir iltifat olur mu?.. Şimdi biz O'na " Çizgilerin Efendisi" demişsek çok mu demişiz, az mı demişiz? Ridley Scott'un kült filmi Alien için Moebius'un bir çalışması. Bir şey biliyoruz ki konuşuyoruz; Gir/Moebius birçok çizere esin kaynağı olmuştur... Hem de bunu çizgiroman anlayışları birbiriyle taban tabana zıt olan Avrupa, Amerika ve Japonya'da gerçekleştirmiştir ki işte inanılır gibi değildir. Cyberpunk akımının öncüsü William Gibson, " Benim Neuromancer romanımın esin kaynağı büyük ölçüde ustanın Heavy Metal dergisinde yayınlanan eserleridir. Bence, bu esinlenme John Carpenter'in Escape From New York'u ve Ridley scott'un Blade Runner'ı için de aynen geçerlidir" der.

Görünen odur ki Gir/Moebius etkisi yalnızca çizgiroman okurunu, yazarını sarıp sarmalamaz, yalnız o çevreyle sınırlı kalmaz... Hayatında eline ilaç için olsun diye bile çizgiroman almamış pekçok kişi, başka bir düzlemde, bazen bir kitapta ya da filmde O'nun dünyasıyla tanışmış, O'nun havasıyla ciğerlerini doldurmuştur. Kendisiyle yapılan bir ropörtajda, yüzünde bir hayret ifadesiyle, " Bana gelip hayatlarını değiştirdiğimi söylüyorlar..." der Giraud. " Hayatımı değiştirdin!.. Çizer olmamın sebebi sensin!" Sonra gevrek gevrek gülerek devam eder, " Bir ara da bana Çizgiromanın Papası sıfatını yakıştırmşlardı... Bütün bunlar tümüyle hoşuma gitmiyor değil elbette... Hem, hangi sanatçı hiç tanınmayan, başarısız biri olmak için bu mesleğe başlar ki?.. Ama, bir yerde çizgiyi çekmek gerekiyor ve benim içimde bir yerlerde bunları dışarı atmak için hazır bekleyen bir süpürge vardır... Böyle şeylere inanmak bir sanatçı için tehlikeli olabilir." Sonra da mevzuyu şöyle bağlamıştır: " Ben bir çizgiroman sanatçısıyım... Benim asıl işim çizmektir... Budur..." Moebius, son sergisinde. Hiç mi hırsı olmamıştır? Şu sözler de kendisinindir: " Bu işe ilk başladığımda kokunç hırslıydım... İçimden geçen de şuydu: Öyle şeyler çizecektim ki şu çizgiroman dünyasında kim varsa bunları görünce cin çarpmış gibi olacaklardı... Ve artık ne olursa olsun, ben, her zaman çizgiroman tarihinin ayrılmaz bir parçası olarak kalacaktım..." Öyle de olmuştur. Gelecek sayıda: 2. Bölüm Blood & Guts - Kan ve Metanet Sinan GÜRDAĞCIK

26

27


BAŞLANGIÇ

28

29


Haberler

Haberler

Gölge e-Dergi’nin onur plaketlerine bir yenisi daha eklendi. 23.Ankara Uluslararası Film Festivali’nin basın sponsorları arasında yer alan Gölge e-Dergi’ye bir teşekkür plaketi verildi. Gölge e-Dergi olarak hayatımıza renk katan bu tür etkinlikler ve sinema, çizgi roman, öykü vb sanat alanlarının daha geniş kitlelere ulaştırılmasında her türlü desteği vermeye devam edeceğiz.

3.Türk Çizgi Roman Okurları Ödülleri Oylaması Başlıyor! 2011 yılını daha fazla geçmeden ve okuduklarımızı unutmadan "ADAY GÖSTERME" çalışmalarını başlatmak istiyoruz bu sene. Sadece Türkiye içinde basılan ve yayımlanmış eserleri kapsayan bu oylama için aşağıdaki kategorilere uygun bulduğunuz en az bir, en çok üç adayınızı croplatform@gmail.com adresine göndermeniz yeterli olacaktır. Aday gönderme süresi 23 Nisan 2012 tarihinde sona erecek, her sene olduğu üzere verme işlemleri başlayacaktır. Bu sene, 3. Türk Çizgi Roman Okurları Ödülleri bir ilki gerçekleştirerek Uluslararası bir çizgi roman festivalinde ödülleri sahiplerine törenle, elden teslim edecektir! Her sene daha iyisiyle ve daha güzeliyle çizgi romana hizmet eden ve çıtasını yükseltmek için uğraşan tüm Çizgi Roman Okurlarına sonsuz teşekkürler ediyoruz! Adaylarınızı tez elden bekliyoruz... Kısmetse geniş katılımla da törene. KATEGORİLER: http://cropcizgiromanodulleri.blogspot.com/ Türk Çizgi Roman Okurları Ödülleri cropcizgiromanodulleri.blogspot.com Çizgi Roman Okurları Platformu (ÇROP) adına, Ümit KİREÇÇİ

30

31


Haberler

Öykü

Gücümüz bağımsızlığımızdır!

UNUTMAMATİK - 1

Manderala

Biz aşağıda imzası bulunan blog ve blog yazarları, sinema bloglarının ve sinema üstüne yazılarını sanal alemde blogları aracılığıyla paylaşan blog yazarlarının etkinliğini, bilinirliliğini ve prestijini artırmak adına Sinema Blogları Birliği ismi altında güç birliği yapmaya karar verdik. Amacımız farklı bloglardan internete akan yaratıcı üretim enerjisinin ve sinema birikiminin adaletli ve verimli biçimde emek sahiplerine geri dönüşümünü sağlamaktır. Arzumuz bağımsızlığımızdan ve karakterimizden ödün vermeden daha çok okura ulaşabilmek, başta film festivalleri olmak üzere ülkedeki sinema etkinliklerinde daha fazla rol alabilmektir. Sinema Blogları Birliği adlı birliğimiz özgün/düzgün içerikleri ve periyodik güncellemeleriyle işini ciddi yaptığını göstermiş, asgari miktarda yayıncılık prensiplerine sahip bloglardan ve bu blogların yazarlarından oluşmaktadır. Ancak daha yolun başında olan, eksikleri bulunan blogları “küçük kardeş” olarak ayrı bir kategoride değerlendirip onları da bu oluşumun yakınında tutacağız ve desteklerimizi esirgemeyeceğiz. Birliğimiz, üyelerinin kendi görüşlerini sonuna kadar savunmasını desteklemekle birlikte, herhangi bir siyasi görüşün sözcüsü olmamaya kararlıdır. Birliğimiz yolunu her daim önünde tuttuğu sinema sevgisini, insani ve etik değerleri takip ederek çizmeye çalışacaktır. “Emeğe saygı” ve “fikri mülkiyet” konuları birliğin doğal, öncelikli ve daimi gündem maddeleridir. Dolayısıyla birliğin içinde yer alan bloglardan izinsiz ve kaynak göstermeden yapılan alıntılarda, isim tecavüzlerinde birlik olarak hareket edilerek, gerekirse hukuki yollardan hak aranacaktır. Biz aşağıda imzası bulunan blog ve blogcular Sinema Blogları Birliği’ne kendi arzumuzla katıldığımızı ve birlikte yer aldığımız sürece çoğunlukla alınacak kararlara riayet edeceğimizi beyan ederiz. AvrupaSinemasi.blogspot.com Bodakedi.com Filmmakarasi.com Golgedergi.blogspot.com/ Hayaliicraat.com İyikotufilm.com Kahramanlarsinemada.com KayipRihtim.org Korkusitesi.com

Kulturmafyasi.com Mümkünmertebe Ötekisinema.com Sinefesto.com Sinemamanyaklari.com Sinematik.blogspot.com/ Sinemazingo.com Tersninja.com Yesilcamhatirasi.blogspot.com

32

“Gördün mü yaptığını. Gördün mü? Sana söylüyorum. Sana.. Geçirdiğim kriz nedeniyle kadını biraz bulanık görüyordum, ama sahne yine de yeterince korkunçtu. Karımın sol kolu omuzundan kopmuştu. Beyaz kollu tişörtünün sol kolu havada sallanıyordu. Tek sorun bu olsa idare edilirdi. Daha önce de bazı arızalar vuku bulmuştu, ama bu defa kadının güzel yüzü de deforme olmuştu. Üç yıllık karım Manderala’nın çenesi beş santim uzatmış ve kara tahtaya tebeşirle çizilmiş bir şekil gibi yüz ifadesinin tamamına yakınını silinmişti. Sadece sol kaşı ve sol yanağındaki ben durmaktaydı.

33


Öykü

Öykü

“Ben buna layık mıyım Serkan. Söyle… Ha…” Bu genç ve güzel kadına yaptığım şey için çok üzgündüm, ama çaresizdim. İstemim dışında gelişmiş bir durumdu. Daha önce de ufak tefek silinmeler yaşamıştık. Divanda oturmuş sohbet ederlerken yok olan bir tebessüm, kadının anlattığı bir fıkranın yarıda kalması, bir gözün renginin değişmesi, açık çikolata teninin belli belirsiz soluklaşması cinsinden basit arızalardı. Gülüp geçerlerdik. Bu defaki tek kelimeyle bir felaketti. “Seni sevdiğimi biliyorsun Manderala,” dedim yere yığılırken. Bu sözcük ansızın beliren bir sivilce gibi kadının sol gözünün ve dudaklarının belirmesine yol açmıştı. Tek göz bana katışıksız bir sevgiyle bakıyordu. Sağlam eliyle telefonu tutmaktaydı. “Ambulansı aradım. Yedi dakikada burada olacaklar Bu defaki kriz belki de sonuncuydu. Kendimi çok halsiz ve çaresiz hissetmekteydim. Başımı sallamakla yetindim. “Sakın ölme Serkan ve yine sakın beni unutma Üzerime baygınlık abanırken olabildiğince sakindim. Bu ölüm değilse, her şey burada sonlanmayacaksa, bir şekilde Manderalacığıma yeniden kavuşabileceğimi düşünmekteydim. “Beni unutma. Tamam mı?” “Söz sevgilim. Söz Bu sözleri içimden mi, yoksa yüksek sesle mi söylediğimin ayırdında değildim. Böyle koptum o sahneden. * “Buzlu çay ister misin sevgilim?” “Zahmet olmazsa Manderala ile havuz başında yan yana şezlonglarda oturmaktaydık. Elinde okuduğu kitabı yere bırakıp doğruldu. Beyaz bikinisi açık çikolata tenine çok yakışmıştı. Bana bakıp gerinirken çapkınca gülümsedi ve çevik adımlarla içeriye gitti. Gözlerimle onu takip ettim. Bunu yapmayı seviyordum. Manderala, Unutmamatik’in bana sunduğu en üst düzey bir üründü. Daha önce bu yetkinlikte olan bir ürünü hiç deneyimlememiştim. Tek kelimeyle muhteşemdi. Yeni Bodrum’daki yazlık evimizdeydik. Her yaz iki ayı burada baş başa geçirmekteyiz. Evimiz İstanbul’da. Ben bir yüksek enerji uzmanıyım. Haftada 12 saat çalışıyor ve alanımda tanınmış olduğum için çok iyi kazanıyorum. Eve iş getirmiyorum eskisi gibi. Evde bütün enerjimi karıma vakfetmekteyim. Geçirdiğim son kriz bayağı ağırdı, ama özenli bir kürle neredeyse tamamen iyileştim. Doktorum önümdeki on yılda bu tür bir sorun beklemediğini defalarca yineledi. Bunu ben de hissediyorum. Belleğim berrak. Özellikle Manderala’yla ilgili bütün ayrıntılar zihnimde her saniye fırıl fırıl dolanmakta. Kadının sol yanağındaki beniyle, sağ ayak baş parmağındaki kesik arasında tek bir sorun yaşamıyoruz artık. Manderala tamamıyla benim zihnimin ürünü olan biri değil. O başlangıçta elli iki kiloluk bir kütleye sahip amorf ve bilinç dışı bir yapıydı. Nötron ağırlıklı bir yapı. Benim zihnim ona şekil verdi. Bir kadın yaptım onu. 1,68 boyda, elli iki kilo ağırlığında sırım gibi güzel bir kadın. Çok zeki. Benim kadar zeki yani. Benim bildiğim bir çok şeyi biliyor. Ona bir de geçmiş yaşam uydurdum. Manderala ismini çikolata teni nedeniyle uygun gördüm. Yıllar önce iş için Kenya’nın Mandera şehrinde bulunmuştum. Eskiden beri çikolata tenli

34

kadınları çok severim. Bu nedenle Unutmamatik’e bir ürün ısmarladığımda ona bu adı uygun gördüm. Manderala yirmi üç yaşında doğmuş genç ve tahsilli bir kadın. Aradan üç yıl geçti hâlâ yirmi üç yaşında. Hep öyle kalması şart değil. Ben ne kadar istersem o kadar yaşlanacak. Kadınım benle çok mutlu. Çünkü neyi, ne zaman, nasıl istediğini bilen biri var sürekli olarak yanında. Onun için uydurduğum geçmiş yaşam sorun yaratmayacak türden. Anne ve babasını küçükken kaybetmiş. Başka kardeşi yok. Geçmişinde aile özlemi hariç travma yok. Şiddetli bir fobiye sahip değil. Ben böceklerden biraz korkarım. Kadınım da öyle. Fizikçiyim. Yüksek enerji kullanımı ihtisas alanım. O da bu alanda doktora yapıyor. Birlikte ne kadar mutluyuz anlatamam. Manderala çok içten şarkılar söyler. Rahmetli annem gibi. Çocukken annemin şarkılarını dinlemeye doyamazdım. Manderala’nın aşkı gerçektir. En yetenekli bir aktris bile kadınımın bana aşkından bahsettiği andaki ruh hali geçişlerini yüzünde böylesine ayrıntılı yansıtamaz. Katışıksız aşk denen şey bu olmalı. Eskiden organik dokulara sahip androidlerle de birlikte oldum. Bunların en üst modelleri de harikadır, ama bir şekilde başkaları tarafından şekillendirilmiş yapıdır. Aynı modelden en az birkaç bin adet imal edilmiştir. Zihin kapasiteleri içlerine depoladığı bilgi miktarı muhteşem de olsa sınırlıdır. Hissiyat belli etme yetenekleri de öyle. Unutmamatik kendi zihnimizle serbestçe şekil verebileceğimiz bu ürünleri piyasaya sürünce androidlerin pabucu dama atıldı. Sürüm arttıkça fiyatlar da ucuzladı. Manderala’ya model olan ham ürünü Kadıköy’deki yüz elli metre karelik bir daire fiyatına aldım. İlk çıktığında bunun on katıydı. Herkes kendi kadınının, erkeğinin, çocuğunun ya da tanışının yegane dizayncısı olmak istiyor. Promete’nin insanın zihninde yaktığı en eski ateşten kalma is. Her insanın beyni bilgisayarların IP numaraları gibi kendine has bir yapıya sahip. Unutmamatik bu ürünleri piyasaya sürerken ki, en büyük korkusu rakip firmaların beyinlerin bu yapısını taklit ederek ürünlerin stabilitesini yapıbozuma uğratmalarıydı. Bunun için çabalandı, ama başarısız oldular. Zihinsel özerk alan direndi. Rakip firmaların ve hekırların çabaları çok sınırlı zararlara imza atabildi. Unutmamatik dünya çapında haklı olarak tek ve eşsiz bir firma şu anda. İnsanların zeka kaplarının tavanındaki o yaratıcı ise karşılık verdi. Hem de inanılmaz basitlikte bir kullanım kılavuzuyla. Bu ürünleri kullanan herkes hayalinde canlandırdığı en ideal partnırı adım adım yaratma aşamasını tattı. Böylece A’dan Z’ye istediğimiz gibi olan yakınlar peydahladık. Bu tür ürün kullanımının çıkarması muhtemel hukuki sorunlar, toplumun ahengine etkisi gibi konular yıllarca tartışıldı. Özellikle ilk şekil verme sırasında arızalı ve sakat tipler yaratılması, bu tür ürünlerin kanunlarca yasak edilmiş olan çocuk pornocusu, seri katil, sapık, ya da insan dışı şekilde dizayn edilmiş bir yaratık şeklinde kullanılması gibi hem ahlaki, hem de ceza hukukunu ilgilendiren alanlar söz konusu. Bu nedenle ürün alımı sırasında ne için kullanılacağını bildirdiyseniz buna uymak zorunluluğu var. Unutmamamatik işi sıkı tutuyor. Kurallara uymayanların ürünleri ellerinden alınıyor. Bazı hallerde sonsuza kadar bu tür ürün kullanmalarını engelleniyor. Bu alanda açılmış sayısız dava var. Bunların çok aykırı olanları haberleri süslemeye devam ediyor. Bu tür ürün kullanmak isteyenler belleklerinin ortalama bir kapasiteye sahip olduklarını tıbbi olarak kanıtlamak zorunda. Çünkü ürünü yaşatan jeneratör bellek destekli beyin dalgaları. Bu ürünler gülüyorlar, seviniyorlar, üzülüp ağlıyorlar, en zor matematik sorularını çözebiliyorlar, yetişkinlerse çok aktif bir seks yaşamları oluyor. Ama ruhları yok. İnsan gibi değiller. İnsana endeksli bir yaşamları var. Bu nedenle bizim onları her saniye azami yetkinlikle hatırlamamız şart. Birisi öldüğünde sahip olduğu ürün deforme oluyor

35


Çizgi Roman

Öykü

İnceleme

ve en geç birkaç saat içinde kullanılmaz hale geliyor, yani ölüyor. Bunun yanı sıra aşırı alkol almak, ağır uyuşturucu kullanmak da ürünü uzun vadede olumsuz etkiliyor. Bu tür maddelere bağımlı olanlara asla ürün satılmıyor. Ürün alımı için başvururken bazı mecburi testler yapılıyor. Yine ahlaki olarak hiçbir ürün on yıldan az ömrü kalmış birine satılmıyor. Şu anda bu ürünlerden dünya çapında birkaç yüz bin adet satılmış durumda. Bu sayının milyonlara ve ardından milyarlara varması uzun sürmeyecek. Gelecek bu makamdan, zihinden türemişsilerin varlığının artmasıyla şekillenecek. Ben hafif bir beyin kanaması geçirdiğimde Manderala yapıbozuma uğradı, ama tanrıya şükürler olsun ciddi bir hasar görmedi. Doktorum zihin kapasitemin şu anda çok iyi durumda olduğumu söyledi. Önümüzdeki on on beş yılda bir sorun çıkmasını beklemiyor. Henüz 121 yaşındayım. Her şey yolunda giderse Manderala ile önümüzde upuzun otuz, kırk belki de elli mutlu yılımız var. “Çaylar geldi Kadınımın siyah gözleri beni sevgiyle süzerek bardağımı uzattı. Bardağı aldım ve bana yakın duran fırlak göbeğine bir öpücük kondurdum. Bardağın soğuttuğu parmakları saçlarımı okşadı. “Seni her şeyden çok seviyorum Serkan “Ben de seni Manderala Dudaklarımız birleşti ve ayrıldı. Sözlerimde samimiydim. Hiçbir kadını, ilk sevgilim Öznur da dahil Manderala kadar sevmedim. Ayrıca… Ayrıca çok özel bir durumun arifesindeyiz. Birazdan bütün dünya bizi konuşacak. Nasıl söylesem… Manderala hamile. Üç aylık. Bir oğlan. Bütün tetkikler yapıldı. Bir ruha sahip olması hariç her şeyiyle dört dörtlük bir insan yavrusu. Eğer her şey yolunda giderse bu tür bir ilişkiden doğan 26. bebek olacak. Bir ara… Yıllar önce tereddütlerim vardı. Ama Manderala’yı tanıyınca hepsi uçtu gitti. Mutluluğu buldum. Yakında gerçek bir aile olacağız. Sorumluluğum artacak. Zihnimde iki canı birden taşıyor olacağım. Manderala elimi tutunca buzlu çayımdan bir yudum alıp sehpaya bıraktım. Yerimden doğruldum. Kadınımın beni yatak odasına adeta sürüklemesine izin verdim. Çok mutluyum. Yetmiş bir yaşındayken trafik kazasında ölen babam annemle çok mutlu olduğunu söylerdi hep. Eğer Manderala’yı tanısaydı esas mutluluğu keşfedecekti belki de. “Beni hep sevecek misin Serkan?” Yatağa uzanmış kadına bakarak başımı salladım. Bundan yüz küsur yıl önce canlı olarak izlediğim hard rock grubu Meat Loaf’ın Paradise by Dashboard Light parçasından bir bölümü hatırlamıştım. Kadın adama ‘Benimle evlenecek ve ömür boyu sadece beni sevecek misin? Bunu şimdi benle yatmadan önce söyle. Evet ya da hayır’ diyordu. Bunu düşünüp gülümsedim. Manderala bana aynı şekilde tebessüm etti. Dudaklarımız tekrar birleştiğinde ikimizin de kulaklarında o bahsini ettiğim parça çalmaktaydı. “Ömür boyu sadece seni sevecek ve sadece seni düşüneceğim bebeğim,” dedim bir ara soluk soluğa ve ekledim. “I’ll do anything for love Kadınım sözlerimin katışıksız gerçeği barındırdığını bilmenin hazzıyla gülümsedi ve bana eskisinden daha sıkı sarıldı. Mutluluğun böylesini tarif edecek bir sözcük bulmak mümkün değil biliyorum, ama şu anda dev bir pastanın en üst katında yanan mumların dibinde duran bir fındık faresi gibi çılgın hissediyordum kendimi. Öykü: Sadık YEMNİ

36

İllustrasyon: Devrim KUNTER

Fazla Tanınmayan Çizerler

Kyle BAKER Türkiye’de fazla tanınmayan ustalar kuşağının ikinci bölümünde, karşımıza Kyle Baker çıkıyor.

Kimdir Kyle Baker ? Kyle Baker 1965 yılında, New York şehrinde Queens’da doğmuş zenci bir çizerdir. Kyle Baker küçük yaşta çizgi dünyasıyla tanışır. Annesi de babası da sanat okulu mezunlarıdır. Babası sanat direktörü olan John Baker’dir ve çocuklarını eğlendirmek için sürekli onlara çizimler yapar. Kyle Baker küçükken o zamanın gazetelerini sıkı takip eden babası sayesinde, o gazetelerde yayınlanan çizgi romanlara ve bant karikatürleri okumaya başlar. Daha çok küçük yaşta çizgi roman kültürü hızla gelişir, belli favori çizerleri oluşur ve onların stillerini taklit ederek çizim yapmaya başlar. En fazla “komik hayvan” çizgi romanlarını ve o zamanların efsane dergisi olan EC’nin korku hikâyelerini beğenir. Çizimleri yavaş yavaş gelişir ve kendi fanzin çizgi romanlarını yapıp satmaya başlar. Genç olmasına rağmen Kyle’ın kafası çalışmaktadır. Ailesinin hali vakti yerindedir ama zenci olduklarından ellerine çok daha az para geçtiğini bilmektedir. Kendisi de bir zenci olduğu için ve 70’li yıllarda çizgi roman dünyasındaki çizerlerin haklarını alamadıklarını bildiği için geleceğini dikkatlice planlama yolunda gider. Mesela Walt Disney’in tam bir sendika patlatıcı olduğunu öğrenince oraya iş başvurusunda bulunmaz. 15 yaşlarında Marvel’da stajyer olarak işe başlar. Bulduğu her çizere çizimlerini gösterip onların tavsiyelerini alır. Çinilemeye götürülmesi gereken çizimlerin fotokopilerini çekerken, kendisine de fazladan bir kopya alarak, onları

37


Çizgi Roman

Çizgi Roman

İnceleme

İnceleme

evde çinileyerek bol bol egzersiz yapar. Çinilerini sürekli ustalara götürmesi ve onlardan tavsiyeler alması bazı editörlerin ilgisini çeker ve Baker daha liseden mezun olmadan Marvel’da resmi olarak çinileme işlerini almaya başlar. Sanat okuluna giderken bu çinileme işine devam eder. Bu esnada reklam işine de girer ve bir firma için bazı tasarımlarda bulunur. 1984 yılında Marvel dergisinde ilk çizimleri yayınlanır. 1986 yılında ise artık hem Marvel hem de DC’de çizimleri yayınlanıyordur. Bu yıllarda Marvel’in alternatif evreninde Wolfpack, Howard the Duck ve DC’de ise Shadow’u çizer. Ve ilk Graphic Novel’ı “Cowboy Wally Show”‘u da 1988 yılında yayınlar. Kitap valiye şantaj yaparak kendi televizyon show’unu kuran “Cowboy Wally”’nin başından geçen komik maceraları, çektiği filmleri ve bir talk-show’u anlatır. Bu mizahi-kitap süper kahraman janrasının egemen olduğu o yıllarda çok fazla ilgi görmeyince Kyle Baker büyük bir moral çöküntüsüne girer. 1990 yıllarında Baker, hem Marvel hem de DC’deki editörlerle, işleri daha underground ve daha alternatif bulunduğu ve ana pazara çok hitap etmediği için, sürekli takışmaktadır. Mutsuzluğunun doruklarında “Why I hate Saturn” adlı ikinci Graphic Novel’ini çizer. Bu da ilk graphic novel tarzında yazılmış takıntılı bir kadın yazarla onun kızkardeşinin başından geçen tuhaf maceraları anlatan bir kitaptır. Bunu çok fazla bir hayal kurmadan editörüne gösterdiğinde, editörü bu graphic Novel’i heyecanla havada kapar. Baker’in şansı yaver gitmiştir çünkü o sene hem “Dark Night” hem de “Maus” graphic novel piyasasında büyük ses getirmiş ve bu tarz kitaplar artık “underground” olmaktan çıkıp ana pazar elemanları olarakta görülmeye başlamıştır. “Why I hate Saturn” okuyucular tarafından fazla ilgi görmez ama 1991 yılında Harvey ödülünü alır. Baker 2000 yılına kadar Marvel ve DC’de çizmeye devam eder ve bu arada “The Residents”, “You are here” ve “I die at midnight” adlı üç tane daha Graphic Novel çıkartır. Tüm graphic novel’ları gibi bunlar da kendisi tarafından yazılmış ve çizilmiştir. Hepsi mizahi özellikler taşır ve hiçbiri süper kahramanlar içermez. Bu yüzden hepsi de ana pazar alıcılarının hedeflerinin altında kalırlar ve çok fazla satmazlar. Bu graphic Novel’ların çoğu alternatif ödüller dallarında Harvey ve Eisner ödülleri alır. Bu graphic novel’ların hepsinde

38

de aynı özellik bulunur. Hiç birinde konuşma balonu bulmamaktadır, konuşmalar ses efektleri vs... hepsi karelerin altında yer almaktadırlar. Kyle Baker yazar Robert Morales ile birlikte “Siyah Kaptan Amerika” konseptini ortaya atar ve konseptleri kabul edilince “Truth : red- white-black” serisiyle insanlar ilk Siyah Kaptan Amerika olan Isiah Bradley ile tanışırlar. Bu çizgi dizi medyada oldukça ses getirir. Kyle Baker’in hafif karikatürist çizgisi ve değişik mizah anlayışı 2004 yıllarında bir DC editörünün dikkatini çeker ve eski bir DC kahramanı olan ama artık maceraları yayınlanmayan “Plastic Man” yani Plastik Adam’ı tekrardan yaratması için Kyle Baker’a tam yetki verir. 2004-2006 yıllarında Kyle Baker’in yazıp çizdiği

39


Çizgi Roman İnceleme

Plastic Man büyük bir sükse yaratır ve Kyle Baker 5 Harvey ödülü, 1 Eisner ödülü ve sayısız alternatif ödül kazanır. Plastic Man’ın başarısı üzerine Kyle Baker artık tanınan bir kişi olma yolundadır. DC Baker’in tüm eski graphic Novel’larını tekrar basar ve okuyucular bu sefer bu albümlere büyük ilgi gösterirler. Kyle Baker bir gün evinde oturup beyaz bir kadın olan eşine ve ondan olan üç melez çocuğuna bakarken, ailesiyle aslında oldukça mizahi bir hayat yaşadığını fark eder. Bu yüzden başrolde kendisinin ve ailesinin oynadığı “The Bakers” adlı diyalog içermeyen, sit-com tarzında bir çizgi roman çıkartmaya karar verir. Şu anda “The Bakers” serisine ait üç kitabı bulunmaktadır. Bu saydıklarım dışında Kyle Baker’ın sayısız çizgi filmde, haftalık bant karikatürlerde, storyboard’larda ve reklamlarda imzası da bulunmaktadır. Tunç PEKMEN www.uzunjohn.com

40

41


42

43


44

45


Söyleşi

Söyleşi

Röportaj

Mahmud ASRAR Mahmud Asrar’la uzun zamandır röportaj yapmak istiyordum ama takip etmek o kadar zor ki. Star Wars çizerken fırsatı kaçırdım, bir de baktım Super Girl çiziyor. Sonra Super Girl’de sıralama değişti algılamaya çalıştım, anlamadım. Ama şu Eagle adayları açıklandı ya, “fırsat bu fırsattır” deyip hemen bir röportaj teklifi yaptım. Mahmud her zamanki mütevazılığı ile kabul edince de uzun zamandır çalışmadığım dersime çalışıp, sıraladım soruları. Türkiye’nin en iyi çizerlerinden Mahmud Asrar’ı ve çalışmalarını hâlâ bilmeyen ya da çizimlerinden uzun zamandır uzak kalanlar varsa buyrun röportaja:

Merhaba Mahmud, Eagle adayları arasındasın, en iyi yeni çizer olmak için yarışıyorsun. Çok ciddi bir durum bu. Geleceğini elbette etkileyecek ama şunu sorayım, mesela iyi bir çizersen ve sosyal medya ile aran yoksa aday olmak bir işe yarar mı? Bundan birkaç yıl önce yine aynı başlıkta adaylığım olmuştu. Supergirl dergisini çiziyor olmam çok daha geniş bir okur kitlesine erişmemi sağladı. Bu sayede ismimi duymayanlar beni yeni bir çizer olarak düşündüler sanırım. Eagle Awards halk oylaması ile aday ve kazanan belirleyen bir sisteme sahip. Bu anlamda benim aday gösterilmiş olmam çalışmalarımın insanlara ulaştığını ve beğenilerine hitap ettiğini gösteren bir durum diye düşünüyorum. Bu beni oldukça sevindiren bir durum. “Sosyal medya ile aran yoksa” konusunu yorumlamak zor. Çok fazla değişken var bu mevzuda. Bu soruyu olaya doğrudan dalmak için sordum. Sosyal medyanın kuvveti çizgi roman eleştirmenlerinin kuvvetini geçti. Ben seni internetten takip ederken Supergirl 62-64-65 diye gidiyordu, bir de baktım yeni bir seri başlamış 1-2-3 diye gidiyor, sanırım 7. sayıya geldi (21 Mart 2012) sen

46

çiziyorsun bu yeni seriyi. Supergirl’in epeyce etkisi var galiba bu adaylıkta. Nasıl başladın Supergirl’i çizmeye? DC Comics evreni geçen sene Eylül ayında sıfırlandı. Eylül’den beri çıkan tüm dergiler sanki DC evreni daha öncesinde yokmuş gibi baştan başladı. Örneğin Superman bildiğimiz Superman ama geçmişte okuduğumuz tüm kitapları bir nevi yok sayılıyor. Superman’ın günümüzde yeniden düşünülmüş olduğunu düşün. O yüzden eski numaralandırma geçmişte kaldı ve bütün kitaplar daha öncesi yokmuş gibi birinci sayılarla başladı. DC Comics bu girişimde Supergirl dergisinin çizimlerini bana emanet etti. Supergirl’i bir nevi baştan yarattık. Bu girişimdeki ana fikir yeni okurlar edinip, kitap satışlarını arttırmaktı. Bunu da başarmış oldular. Projenin bana gelmesi ise şöyle oldu; öncelikle bana yukarıda belirttiğin sayıların kapakları çizmemi teklif ettiler. Bunun üzerine yeni başlatacakları seriden bahsedip çizeri olmamı teklif ettiler. Böylece bu maceraya atılmış oldum. Bu seride konu ne? Yukarıda dediğim gibi Supergirl karakterini bir nevi baştan yarattık. Temel fikir orijinal karakter ile tabii ki aynı ama her şeye baştan başladık. Öncelikle görünümü tekrar tasarlandı. Öyküsünde ise kendisini ilk defa dünyada bulur ve oraya nasıl geldiğini bilmemektedir. Üstüne üstlük birdenbire nasıl kontrol edeceğini bilmediği bir grup süper güce sahiptir artık. Doğal olarak kafasında birçok soru vardır ve bunlara cevap bulmanın peşine düşer. Tabii ki karşısına birçok engel çıkar.

47


Söyleşi

Söyleşi Ankara’da oturup ABD’ye çizmek nasıl bir şey? Profesyonel bir çizgi roman sektöründe işlerin nasıl döndüğü konusunda bize biraz bilgi verir misin? İşler nasıl yürüyor? Yayıncı, yazar, editör üçgeniyle aran nasıl? Hayatım boyunca yapmak istediğim işi yapıyor olmak son derece güzel bir şey. Dışarıdan kolay gözükse de aslında son derece zor bir iş. Ayrıca tüm zamanımı alıyor. Tabii keyif alarak yaptığım için iş gibi de gelmiyor. Evimden bu işi yapıyor olmak ise internet sayesinde. Çalışma biçimi projeye göre değişse de temelde olan biten pek farklı olmuyor. Supergirl projesinde mesela bütün kararları grup olarak veriyoruz. Ben editör ve yazarlarım ile sürekli iletişim halindeyim. Uzun süredir çalıştığım en samimi ve profesyonel ekip diyebilirim. Editör yazarlar, yayıncı ve benim aramdaki bütün işlerin düzgün yürümesini sağlıyor. Benim görevim olayın görsel kısmında. En büyük kararlar tabii ki tepeden onay almak durumunda kalıyor ama yapmak istediklerimiz konusunda gayet rahatız. Hep onlar mı projeyi getirip “Çiz” diyor yoksa sen de “Bunu çizebilir miyim?” diye soruyor musun? Benim şahsen “Şunu çizebilir miyim” dediğim bir durum olmadı açıkçası. Bugüne kadar gelen teklifleri değerlendirdim. Bu konuda ise kişisel tercihlerim, zaman ve tabii ki ekonomik koşullar belirleyici faktörler oluyor. Üzerinde çalışmak istediğim dergiler ve projeler tabii ki var ama bunlar için doğru zaman ve fırsat henüz söz konusu olmadı.

Kaç sayı sürecek? Supergirl sürekli bir yayın. Şimdiden internette 9. sayı kapağını gördük, basılmadan kaç sayı önden gidiyorsun? 7. sayı 21 Mart’ta raflardaki yerini bulacak. 8. Sayıyı bana biraz nefes aldırmak için George Perez çizdi. Bu röportaj itibarıyla 11. sayının kapağını çizmeye başladım. Aynı zamanda 9. sayının sayfalarını çiziyorum. Satış rakamları hakkında bir bilgin var mı? Supergirl’in birinci sayısı iki baskı ile 58.000 civarı sattı. 6. Sayısına kadar satışlar 36.000’de sabitlendi diyebiliriz. Bir de yakın zamanda Star Wars maceran var. Star Wars: Jedi – The Dark Side maceranı da anlatır mısın? Nasıl başladı, hikâye sonsuz Star Wars evreninin ne zamanında geçiyor, bir gün devam eder misin? Supergirl teklifi geldiğinde Star Wars üzerinde çalışıyordum. Dark Horse Comics’ten teklif bundan yaklaşık iki yıl önce gelmişti ama ancak fırsat bulabildik birlikte çalışabilmek için. Star Wars Jedi: The Dark Side serisi Qui-Gon Jinn’in maceralarını anlatıyor. Ben beş sayı süren ilk seriyi resimledim. Bu macera Qui-Gon’un ilk öğrencisi Xanatos’u nasıl karanlık tarafa yitirdiğini anlatıyor. Çalıştığım en zor işlerden birisiydi ama çok da keyif aldım. Dergi şu an bensiz devam ediyor ama ileride geri dönmem mümkün.

Mesela yakın zamanda sana gelip de “Kusura bakma vaktim yok,” dediğin güzel bir proje var mı? Yarama bastın! Şöyle söyleyeyim; Brian Wood ile birlikte yapacağımız birkaç projeyi maalesef geri çevirmek zorunda kaldım. Yakın bir zamanda başlayacak yeni bir çizgi roman var mı? Supergirl dediğim gibi sürekli bir yayın. Yani ben de o dergiyi sürekli olarak çiziyorum. En son Yıldıray 8 sayfa Gorajun çizdi, sen de buna bir karşılık verecek misin? Evet, Gorajun için vakit buldukça bir şeyler yapacağım. Son zamanlarda bir internet sitesine verdiğin röportajda “Artık ben de kendi çizgi romanımı yazmak istiyorum, araştırma yapıyorum,” demiştin. Haydi, bize işin ismini söyleme de ne durumda olduğunu söyle, hâlâ var mı böyle bir proje yoksa yoğunluktan uykuya mı yattı? Evet, o bahsettiğim proje halen var. Şu sıralar zamansızlıktan dolayı olduğu yerde sayıyor ama ileride bir gün mutlaka hayata geçirmeyi planlıyorum. Peki, bu ödülü alırsan (ki almasan da biz çizgi roman okurları sana gönlümüzde verdik o ödülü)

48

49


Söyleşi

ÇizgiRoman İnceleme

çizerlik hayatında ne değişecek? Mesela ödülü aldıktan sonra sadece Batman çizeceğin şeklinde bir algılama var bu doğru mu? Haha! Doğrusu hayatımda çok büyük bir değişiklik olacağını sanmıyorum. Bu işte çalıştığım süre boyunca öğrendiğim bir şey varsa o da ancak kaliteli işler yaparak ve üreterek hayatta kalabilirsin. Benim de hedefim bu; ne olursa olsun üretmek ve her zaman daha iyi olmaya gayret etmek. Çizer bir eşin, bir de dünya tatlısı bebeğin var. Gölge ekibi olarak onlara da bir selam yollayalım. Hiç canlı model kullanıp eşine “Şöyle uçar gibi dur da bir süper girl kapağı çizeyim,” dediğin oldu mu, yoksa tüm çizimler hayal gücüne mi dayanıyor? Eşim Yeşim’in bana yardımı inkâr edilemez. Kendisi de çizer olduğu için benim hatalarımı göstererek gelişmemde yardımcı oluyor. Aynı zamanda kendisi en sert eleştirmenimdir. Model olarak ise sayısız kere kullandım kendisini. Hatta Atom doğduktan sonra bebek çizmem gereken birkaç durum oldu. O zaman da imdadıma oğlum yetişti. Dynamo 5 i ne yaptın? Yakında tüm sayıları bir araya getiren kocaman bir cilt yapmayı hedefliyoruz. Bunun dışında yeni bir şey yok şimdilik. Yıldıray da, Melike de Gölge kız için birer kapak çizdiler. Senin kapağını ne zaman göreceğiz Gölge’de? deyip hem röportajı bitireyim, hem de kaçayım… Vakit bulunca neden olmasın? Gölge e-Dergi olarak bize zaman ayırdığın için teşekkür ederiz. Teşekkür ederim! Söyleşi: Ahmet YÜKSEL

50

Yoksa TENTEN Irkçı Mı? Çizgi romanla ancak Milliyet Gazetesi 1989’da hafta sonlarında Tenten çizgi romanlarını dağıtmaya başlayınca tanıştım ve her macerasında dünyanın farklı bölgelerine giden Tenten’i daha ilk macerasını okur okumaz çok sevdim, ondan çok şey öğrendim. Gazap Üzümleri’nin, Suç ve Ceza’nın, Vahşetin Çağrısı’nın karanlık havası yerine, pozitif, aydınlık, mutlu bir dünya vardı Tenten’de. Bu yüzden benim için bu Belçikalı çizgi roman kahramanı, kitap sayfaları bağlamında ruhun derin karanlıklarından, yeryüzünün görünen ve aydınlık yerlerine bir geçiş oldu. Çocuk dimağım için edebiyatı bir çöküş, bir hayal kırıklıkları trajedisi olmaktan çıkaran Tenten’in, elbette edebi yönü kuvvetli değildi. Fakat o zamana değin okuduğum kitapların aksine yaşama ilişkin bir merak, bir var olma isteği uyandırmıştı bende. Ve en önemlisi, Tenten, dünyanın farklı yerlerinde, farklı insanların bulunduğunu gösteriyordu. Coğrafya değiştikçe, “öteki”ler ortaya çıkıyordu. Ve Tenten’in benim o çocuk bilinçaltımda uyandırdığı şey, Tenten’in ve onun yaşadığı ülkenin insanlarının üstün, dolaştığı Bolivya, Çin, Arabistan, Kongo ve Tibet gibi ülkelerin insanlarının aşağı olduğuydu. Irkçılık, fiziksel görünüş farklılıklarının, insanlar arasında üstünlük ve aşağılık belirten bir hiyerarşi yarattığına dair geliştirilmiş bir inancın adıdır. Üstünler ve aşağılar arasındaki hiyerarşiyi fiziksel görünüşün belirlemesi teorisi, kaderci ve durağan bir bakış açısına işaret eder. Zira eğer fiziksel görünüş her şeyi belirliyorsa ve bu görünüş de, genetik aracılığıyla üretiliyorsa, insanlar arasındaki hiyerarşinin hiçbir kültürel enstrümanla ya da çalışmayla değiştirilemez ve alt edilemez. Böyle bir toplumsal düzende, değişmeyen efendiler ve köleler vardır ve kölelerin de asla bir isyan aracılığıyla kendi alt konumlarından kurtulmaları mümkün değildir, zira her şey genetikte saklıdır ve genler de değiştirilememektedir. Bize bu teori bugün hiç anlamlı gelmese de, neredeyse bütün bir 19. yüzyılın bu düşünce ile dolu olduğunu ve bu görüşün en çok da bilim adamları tarafından savunulduğunu hatırlamamız gerekir. Daha acı olanı ise, II. Dünya Savaşı sırasında, yani günümüzden yalnızca 65 yıl önce bu düşünce yüzünden tam 55 milyon insanın can vermesi ve tüm Avrupa’nın yerle bir olmasıdır. Bütün Avrupa o yıllarda ırkçılık teorisi ile sarsılırken ve arı ırk oluşturabilmek için, bazı ırkların, bazı ırkları dev fırınlarda yakıldığına şahit olurken, bu durumun edebiyat ve çizgi roman dünyasında da pek çok izdüşümü gerçekleşti. Belçikalı bir çizgi romancı olan Georges Rémi’nin yarattığı ve Herge ismiyle imzaladığı Tenten (Tintin) karakterinin de özellikle ilk defa 1930-1931 arasında Belçika’nın Le Vingtième Siècle gazetesinde yayınlanan Tenten Kongo’da adlı çalışmada ırkçı düşünceyi lanse ettiği çeşitli kereler dile getirildi ve bu kitap sonunda birkaç yıl önce mahkemelik oldu. Kongo 1930’larda Belçika’nın bir sömürgesiydi ve Belçikalılar Kongolulara karşı ciddi bir ırkçı tutum sergiliyorlardı. Kongo’da yaşayan Belçikalılar, ülkenin neredeyse hiçbir

51


ÇizgiRoman

ÇizgiRoman

İnceleme

İnceleme

kaynağını yerli halkla paylaşmadıkları gibi, sosyal yaşamda da, onlara pek çok yasaklar getirmişlerdi. Beyazlarla siyahlar arasında fiziksel görünüşe dayalı olarak kurulmuş hiyerarşide, beyazlar kesin bir şekilde “efendi”, siyahlar ise “ikinci sınıflar”dı. Tenten Kongo’da çalışması da, aslında mevcut bu durumu belirli şekillerde kâğıda geçirmekten başka bir şey yapmıyordu. Herge’nin sistemli bir ırkçı tutumu söz konusu değildi fakat bugünden bakıldığında Tenten Kongo’da çizgi romanını ırkçı temayüller içeren bir kitap olarak değerlendirmek yanlış olmaz. Bugün okuduğumuz Tenten Kongo’da çizgi romanı ile 1930’da çizilen kitap aynı kitap değildir. 1930’da çizilen kitap siyah beyazdı ve çizim tekniği oldukça gerideydi. Öykünün anlatılış biçiminde de bugünkü versiyona göre çeşitli farklar vardı. 1946’da yeniden çizilen ve 1975’te bu yeniden çizime de çeşitli düzeltmeler yapılan kitap, böylece son halini aldı. 1930’un kitabında siyah Kongolular, Belçikalı beyaz Tenten’e “Master” yani “Efendim” diye seslenirlerken, modern versiyonda bu sözcük “Mister” yani “Bayım” halini almıştır. “Efendim” sözcüğü hiyerarşik bir duruma gönderme yaparken, “Bayım” sözcüğü bir nezaket kelimesidir. Dolayısıyla ilk hitabet ırkçı bir pozisyona denk gelirken, ikinci hitabette böyle bir durum yoktur. Yine kitabın ilk versiyonunda, küçük Afrikalı çocuk Tenten’le ilk tanıştığında ona “Efendim” diye seslenirken, Tenten’in köpeği, Afrikalı çocuk için “He doesn’t look very bright!” (“Pek de akıllı görünmüyor!” diyerek Afrikalılara karşı mevcut olan Avrupalı düşüncesini açığa vurmuştur. Bu konuşma balonu da Tenten Kongo’da’nın modern versiyonunda kaldırılmıştır. Bir başka sayfada ise, Tenten hatalı araba kullandığı için tren yolunda kalır ve tren de Tenten’e çarpmamak için ani bir fren yaparak devrilir. Tenten, devrilen trenden dışarı çıkan Kongolulardan özür dileyeceği yerde onlara “Be quiet!… We’ll mend your rotten little engine for you!” (Sessiz olun! Berbat küçük motorunuzu sizin için onaracağız!” der ve köpeği de onu “Yes, rotten little thing” (Evet, berbat küçük şey) diyerek onaylar. Hemen altındaki karede Tenten kazazede Kongolulara “Come on, to work!” (Hadi bakalım, çalışın!” diye emir vererek, beyaz adamın, siyah adam karşısındaki emir veren konumunu ortaya koyar. Kongoluların buna verdiği karşılık ise “Me tired!” (Ben yorgunum) dur. Yani Kongolu başına ne gelirse gelsin çalışmayacak bir tembel olarak resmedilmektedir. “Aren’t you ashamed to let a dog do all the work?” (Tüm işi bir köpeğe yaptırmaya utanmıyor musunuz?) diyerek emir yağdırmayı sürdüren Tenten’e kendi köpeği “Come on you lazy bunch, get working…” (Hadi bakalım sizi tembel güruhu, işe koyulun) diyerek destek verir. Tenten eliyle devrilen lokomotifi göstermekte fakat kendisi işin ucundan tutmamakta ve yalnızca emir vermektedir. Tutumu “efendi” beyaz adam ile “köle” siyah adam anlayışına denk gelmektedir. Ardından da Kongolular lokomotifi zorlanarak kaldırmaya çalışırlarken Tenten iki elini beline koyarak “Are you going to work, eh?” (İşe koyulacak mısınız, ha?) diyerek ırkçı söylemi neticelendirir. Tenten’in çizdiği beyaz adam portresinde, beyaz adamın suçu olmasına karşın, yaralanmış Kongolular hiçbir özür duymadıkları gibi aşağılanmışlar, çalıştırılmışlar ve yardım görmemişlerdir. Burada deri renginden doğan bir ırkçı anlayışın izleri bulunmaktadır.

52

53


Edebiyat

ÇizgiRoman

İnceleme

İnceleme

Fantastik Edebiyat'ın Kraliçesi, Bir başka karede ise, Kongolu büyücü kendi halkından “stupid people” (aptal halk) olarak söz etmektedir. Başka karelerde ise yerli halk Tenten’in kendisine ve daha sonra da Tenten’in ve köpeğinin heykellerini yaparak onlara tapmaktadırlar. Burada Afrikalıların Avrupalılara tapması gerektiği fikri kendisini göstermekte ve yine iki ırk arasında ciddi bir hiyerarşi ortaya konulmaktadır. Bu tapınma karelerinden birisinde, Tenten kendisine tapanlara yine yukardan bakan bir şekilde “Enough, enough” (Yeter, yeter) derken, köpeği de aynı Kongolulara “What about me?…” (Ya bana?…) diyerek, Afrikalıların kendisine de tapması gerektiğini dile getirmektedir. Bu düşünüşe göre bir beyazın köpeği, siyah bir insandan üstündür ve siyah insanın, beyaz insanın köpeğine bile tapması gerekmektedir. Nitekim aynı çizgi romanın daha sonraki sayfalarından birinde Tenten’in köpeğinin bu isteği de gerçekleşir ve siyah Kongolular, beyaz bir Belçikalının köpeğine taç takarak onu kralları ilan ederler ve ona her konuda boyun eğerler. Tenten’in köpeği ise tacı başına takar ve siyah Kongolulara “Approach, my loyal subject!” (Yaklaş benim sadık kulum!) deme hakkını kendisinde görür. Buradaki örtülü düşünce, bir Kongolu’nun, bir beyazın köpeğinin bile ancak kulu olabileceğidir. Tenten Kongo’da adlı çizgi romanın içeriğindeki bu söylemler nedeniyle, Belçika’da yaşayan Kongolu Bienvenu Mbutu, TentenKongo’da” macerasında siyahlara hakaret eden bölümlerin çıkarılmadan yayımlanmasına yasak getirilmesini isteyerek mahkemeye başvurdu. Çizgi romanda Tenten’in yanında çalıştırdığı siyahın “aptal ve niteliksiz” biri olarak gösterildiğini belirten Mbutu, beyazları yücelten kitabın siyahları “evrim geçirmemiş” insanlar olarak tasvir ettiğini söyledi. Bunun üzerine Belçika mahkemesi uzman görüşü istedi. Hukuk danışmanı, kitabın ırkçı olmadığını söyleyerek mahkemenin bu yönde karar almasını önerdi. Ve Herge’nin çizgi romanı ırkçılık suçlamasından aklandı. İsveç’te de aynı tarihlerde Kongo kökenli bir İsveç vatandaşı olan Jean Dadou Monya’nın Tenten Kongo’da adlı kitabı hakkında İsveç’te suç duyurusunda bulunmuş ancak İsveçli savcı şikâyete olumsuz yanıt vermiş ve mahkeme açılmasına gerek olmadığına hükmetmişti. Çizgi romanın İngilizce baskısında ise, mahkeme kararıyla içeriğinde hakaret unsurları bulunduğu uyarısı yer alıyor. Çizgi romanın yasaklanması için daha önce Fransa’da başlatılan girişim de başarısız olmuştu. Bununla birlikte hatırlatmak gerekir ki, Tenten Kongo’da çizgi romanında dönemin önyargılarını yansıtan Herge, yıllar sonra “gençlik günahım” dediği eseri için özür dilemişti. Gerçekten de Herge, bu çizgi romanın ilk versiyonundaki pek çok ırkçı görüngüyü daha sonra kaldırmış veya revize etmiştir. Bununla birlikte çizgi romandaki ırkçı hava, son halinde bile hâlâ kitabın içine sinmiş durumdadır. Yalın ALPAY

54

Le Guin Mi Anne Rice Mi?

İlk yazımda, fantastik edebiyat konusunda bana dünya yazınından ilham veren ustaya yer vermeyi uygun buldum. Tabii ki bahsettiğim deha, Ursula Le Guin. Bu isim hakkında yazarken bile heyecanlanıyorum. Çünkü eğer bugün fantastik edebiyat diye bir türe sahipsek bunu, dünya edebiyatında Ursula Le Guin ve Tolkien’e borçluyuz. Tolkien’e bir dahaki yazımda değinmek istiyorum; zira hangi eseri hakkında yazacağıma bir türlü karar veremiyorum. Başlıktaki soru, kişiden kişiye değişecek bir yanıta sahip sanırım. Vampirle Görüşme’nin bu alanda bir çığır açtığını kimse yadsıyamaz ama Ursula Le Guin’in hayal dünyasının genişliği, yalnızca vampirlerle sınırlı değildir. Onu cazip kılan da, bence bu… Özellikle, Anne Rice’ın ülkemizde son çıkan kitabı, Şeytanla Dans’ı okuyanlar ne demek istediğimi daha net anlarlar. Ursula Kroeber Le Guin, 1950’li yıllarda fantastik öyküler yazmaya başladı. Onların daha o yıllarda fantastik kurguyu keşfetmiş olmalarına karşın, bizim 2012 yılında hâlâ bu kadar az yazara ait eserlere sahip olmamız ne üzücü değil mi? Aslında ülkemizdeki asıl sorun, fantastik alanda yazılan eserlerin kendine yayıncı bulamaması. Yıllar önce Kerime Nadir’in vampirlerle ilgili bir kitabı olduğunu kaç kişi biliyor, örneğin? Neyse, bu konuya girersek çıkamayız. Belki bu konuyu sizlerin de katkılarıyla, başka bir yazıda ele almak daha doğru olur, ne dersiniz?

55


Edebiyat'tan

Edebiyat

Sinemaya

İnceleme

Bu yazımda, Ursula’nın Yerdeniz dizisini ele almak istiyorum. Onu okumaya başlamak için iyi bir başlangıçtır, o seri. Seri, Yerdeniz Büyücüsü, Atuan Mezarları, En Uzak Sahil, Tehanu ve Öteki Rüzgâr’la bir beşlemeden oluşuyor. Aslında yazarı birçok kişi “Mülksüzler” eseri ile tanıyor ama ben onun en çok Yerdeniz Büyücüsü öyküsünü seviyorum. Belki de yazarın deyimiyle bu kitabın en çocuksu yanı, konusu olan büyüme süreci benim için de ancak tamamlandığından. Yazarımız birçok fantastik romanda olduğu gibi, önce öyküsünün geçtiği yerin haritasını sunuyor bizlere. Onakçaağaç köyünde dünyaya gelen keçi çobanı Çevik Atmaca, Duny’nin hikâyesi, Yerdeniz Büyücüsü. Daha çocuk yaşlarda keşfettiği büyücülük yeteneği Duny’i önce ölümden kurtarıyor sonrasında da tüm hayatının akışını değiştiriyor. Önce onu Re Albi Büyücüsü Sessiz Ogion keşfediyor ve ona gerçek ismi olan Ged’i takıyor. Sessiz Ogion’un liderliğinde umduğunu bulamayan Ged, kendini daha çok ve hızlı geliştirebileceği, büyücülükte ustalaşabileceği Roke Adasındaki büyücülük okuluna gitmeye karar veriyor. Bu kısmı okurken aklıma Harry Potter geldi. Sizce de Rowling biraz Le Guin’den esinlenmemiş mi? Emin olamadıysanız biraz daha anlatayım öyküyü. Büyücülük okulunda, Okuyucu usta, yelanahtarı (iklimci) usta, şifacı usta, el usta gibi değişik dallarda uzmanlaşmış büyücü-öğretmenler var. Ged, okula geldiği ilk gün onun yörenin en usta büyücüsü olacağı kehaneti ortaya atılıyor tıpkı bizim küçük Harry gibi. Ged, Pendor Ejderhası’nı gerçek ismini tahmin ederek alt ettiği zaman bu kehanetin boşa olmadığını görmüş oluyoruz zaten. Hikâye, bize bir varlığın varoluşunu tanımlayan ismini bilmediğimiz takdirde onu yenemeyeceğinizi söylüyor. Ged, kendini ispatlamaya çok fazla önem veriyor ve bu sebeple kötü kalpli bir genç kıza yaranmak için yapmaması gereken bir büyüye başvuruyor. Böylece de kendine Gölge adında ezeli bir düşman edinmiş oluyor. Tüm öykü boyunca Ged’in adını bir türlü bulamadığı Gölge’den kaçışını, kaçmanın fayda etmeyeceğini anlayarak Gölge’nin peşine düşüşünü ve en sonunda gerçeği fark ederek Gölge’yi yenişini zevkle okuyoruz. Le Guin’in her kahramanı bir süreç ve değişimi anlatmak için yaratılmış belki de. Yazar, bilgeliği ve büyümeyi değişmekten korkmamaya bağlıyor ve Ged’in on üç yaşında bir çocuktan her haliyle bir yetişkine dönüşmesinin serüvenini aktarıyor bize. Aslında daha en başından hikâyenin sonunu tahmin ediyoruz ama Le Guin bize o sonu öyle sihirli bir dil ve büyülü bir dünyayla anlatıyor ki sayfalar su gibi akıp gidiyor. Son sayfada tadı damağınızda kalan öykünün devamının olması ise yüreğinize su serpiyor. Çünkü hem Ged’e hem de yazarın muhteşem hayal gücüyle harmanlanan fantastik dünyasına âşık oluyorsunuz. Tolkien ve Le Guin dünya edebiyatında, şahsen tanımayı en çok arzu ettiğim yazarların başında geliyor. Ne yazık ki Tolkien, artık aramızda değil. Onlardan sonra en sevdiğim isim, her ne kadar fantastik edebiyat ile uzaktan yakından bir ilgisi olmasa da, Jane Austen. Bu üç yazar da, yarattıkları karakterleri sanki yanı başınızda rastlayıverecekmişsiniz gibi gerçek kılmayı biliyorlar. Neyse ki yazarlar aramızdan ayrılsalar da, hikâyeleri yüreğimizi ısıtmaya devam ediyor. Sanırım sanatın da en tatmin edici yanı bu. Sizden sonra isminizin ve öykünüzün insanlığa miras kalması! Bir gün, yaşlandığımda, gençlerin elinde hâlâ Siyah Nefes’i görebilirsem, dünyanın en mutlu kadını ben olacağım. Gülşah ELİKBANK

gulsahelikbank@yahoo.com www.gulsahelikbank.com

56

Edebiyat'tan Sinemaya Uyarlamalar-6

Carl Sagan’ın Anısına… Bu ay çok satan başarılı bir bilimkurgu romanı ile yine bunun başarılı olarak kabul edilen bilimkurgu film uyarlamasından bahsedeceğiz. Dünya dışı varlıkları araştırmak ve onlarla iletişimde bulunmakla ilgili Carl Sagan’ın “The Contact”, bizde bilinen ismiyle “Mesaj” romanını ve Robert Zemeckis’in yönettiği aynı isimli filmini incelemeye başlayalım. BİR BİLİMKURGU ROMAN ŞAHESERİ: THE CONTACT (MESAJ) “The Contact” romanı, 1985 yılında Carl Sagan tarafından yazılarak yayınlanmış bir bilimkurgu romanıdır. Romanın taslağı, bir ön senaryo olarak 1979 yılında oluşturulmuştur. Roman için, daha yazım aşamasında iken 1981 yılında yayıncı şirket tarafından Carl Sagan’a 2 milyon dolar gibi oldukça yüksek miktarda avans verilmiş ve romana önemli bir mali destek sağlanmıştır. Yayınlandıktan sonra da ABD’de çok satan kitaplar listesinde 1985 yılının en çok satan 7. kitabı olmuştur. Romanın ilk iki yıllık baskı adedi 1 milyon 700 bini bulmuştur. 1986 yılında da En İyi İlk Roman Locus Ödülü’nü kazanmıştır. Roman, Türkiye’de İnkılâp Kitabevi tarafından 1987 yılında “Mesaj” ismiyle yayınlanmıştır. Romanın ismini ve konusunu oluşturan “Contact” kelimesinin karşılığı olarak “bağlantı, temas, irtibat” kelimeleri anlam açısından çok daha uygun karşılıklar olmasına rağmen, yayınevi muhtemelen roman konusunun daha iyi anlaşılması açısından “Mesaj” ismini, roman ismi olarak tercih etmiştir. Romanda Eleanor (Ellie) Arroway isminde, hayatını dünya dışı yaşama dair kanıt bulmaya adamış bir bilim kadını ile onun etrafında yaşanan büyük bir keşif konu edilir. Bu keşif, tarihte ilk defa dünya dışı bir uygarlıktan radyo sinyalleri yoluyla gelen bir kanıt sonrasında dünyadaki şaşırtıcı ve hazırlıklı olunmayan bu duruma karşı oluşan tepkiler, yaşanan olaylar konu edilir. Bilimkurgu romanının bilim tarafı oldukça sağlamdır. Matematik, astrofizik gibi bilimsel konular, roman içerisine anlaşılır şekilde yerleştirilmiştir. Bilim çevreleri başta olmak üzere çok sayıda uzmanın görüşleri alınmış ve yazar kendi uzmanlık alanını, deneyimlerini de katarak bu bilimkurgu romanını adeta “olağanüstü gerçek” bir boyuta taşımıştır.

57


Edebiyat'tan

Edebiyat'tan

Sinemaya

Sinemaya

KİTAPTAN BAZI BÖLÜMLER: “Gökyüzünün kuzey kısmının üçte birinden azını tarayabildik henüz. Neden bunu kesmek istiyorsun?” dedi Ellie. “Bu işin sonu yok Ellie, Aradan on yıl geçse bile hiçbir şey bulamayacaksın,” dedi Dave. “Dave, belki yüz kere konuştuk bunu seninle. Başarısız olsak bile zeki canlıların çok az olduğu konusunda bir şeyler öğreniyoruz – en azından bizim gibi olan ve bizim gibi düşünen ve bizim gibi geri kalmış bir uygarlıkla iletişim kurmak istemediklerini öğreniyoruz. Başarırsak kozmik büyük ikramiyesini kazanacağız. Bundan daha büyük keşif olamaz.”…(İnkılap Kitabevi-1987) Geçen zamanla birlikte Argus Projesi’nde radyo dalgaları ile bir mesaj yakalanır. Bu mesajda asal sayılar vardır. Sadece 1 sayısına ve kendisine bölünebilen bu sayıları, ancak akıllı bir uygarlık gönderebilir. Daha sonra ise bu mesajın altında gizlenmiş sesli bir görüntü keşfedilir ki bu çözüldüğünde hemen herkesi şok eder… Hâlbuki dünyada olaylar daha yeni duyulmakta, daha keşfedilecek şeylerin de olduğu ortaya çıkmaktadır… CARL SAGAN KİMDİR? Carl Sagan, yazar kimliğinin öncesinde bir bilim adamıdır. 9 Kasım 1934’de doğmuş olan Edward Carl Sagan, ABD’li gökbilimci, astrobiyolog, astrofizik uzmanı ve yazardır. Bilim dünyasına çok önemli katkıları olmuş olan Carl Sagan, bilimin geniş halk kitlelerine sevdirilmesinde ve bilimin popüler hale gelmesinde önemli pay sahibidir. Esas uzmanlık alanı astrobiyolojidir. Fakat onu dünyaya tanıtan SETI (Dünya Dışı Akıllı Varlık Araştırması) Projesi ile 1980 yapımı 13 bölümlük ödüllü belgesel Kozmos (Cosmos) olmuştur. Bu belgeselin yazılmasında görev alıp sunumunu da kendisi yapmıştır. Bu belgesel serisi ile uzay ve astronomi, geniş kesimler tarafından daha çok ilgi çekmeye başlamıştır. Çalışmalarında her zaman bilimsel yöntemleri ve araştırmaları savunmakla birlikte olaylara dar, kesin ve yenilikçi olmayan çerçeveden bakan bilim çevrelerine karşı da tavır almıştır. Bir dönem öğretim görevlisi olarak çalışmış, profesörlük unvanına hak kazanmış; önce Güneş Sisteminin araştırılmasına, daha sonra da Güneş Sistemi dışında Dünya dışı akıllı yaşama ilişkin kanıt aranması çalışmalarına önemli destek vermiş ve bu yönde yapılacak çalışmalara önemli destekler de bulmuştur. Örneğin, Pioneer 10 projesi ile başlayıp Voyager serisi ile devam eden projelerde, dünya dışındaki akıllı varlıklara iletilmek üzere uzaya gönderilen sondalarda dünyayı tanıtan ve bizden mesajların hazırlanmasına öncü olmuştur. Ayrıca, aynı Contact roman ve filminde yer aldığı gibi büyük radyo teleskopların dünya dışı yaşama ilişkin olarak dinleme yapmasını savunmuş ve bunu kabul ettirmiştir. 600’den fazla makale, bilimsel yayın, 20’den fazla kitabın yazarlığı, editörlüğü ve yardımcı editörlüğünü yapmıştır. Eşi Ann Druyan’ın da, başta Cosmos belgeseli ve Contact filmi olmak üzere yazar ve yapımcı kimliği ile kendisine önemli desteği olmuştur. Sagan’ın Türkçe’ye de çevrilmiş birçok eseri mevcuttur. “The Contact” yazarın tek romanıdır. Ne yazık ki, Carl Sagan, büyük emek verdiği bu romanının filme uyarlanmış halini göremeden 20 Aralık 1996’da 62 yaşında, kemik iliği kanserinden vefat etmiştir. Filmin sonunda bu filmin Carl Sagan’a ithaf edildiği “For Carl” ifadesiyle belirtilmiştir.

58

BAŞARILI BİR UYARLAMA: THE CONTACT FİLMİ 1997 yılı yapımı Robert Zemeckis yönetmiş, başrollerinde Jodie Foster, Matthew McConaughey, James Woods, Tom Skeritt, John Hurt oynamışlardır. Filmin romana büyük oranda sadık kaldığını söyleyebiliriz. Zaten bir uyarlamada filmin tamamen romana uydurulması düşünülemez. Yapılan değişiklikler özüne çok dokunmayan değişikliklerdir. Örneğin romanda tüm dünya devletlerinin gelen mesajı alabilmek için ortak hareket etmek zorunda olmaları ve bundan sonraki süreçte de birlikte hareket etmeleri bulunurken, filmde ABD’nin gelen mesajı tek başına aldığına, gelişen olaylarda inisiyatif sahibi ülke olduğuna tanık oluruz. Filmin görselliğinin ve dijital efektlerinin üst boyutta olduğu ve yeni dijital tekniklerle anlatımı kuvvetlendirdiği bir gerçektir. Bunun yanı sıra gerçeklik duygusunu artırmak için ABD medyasında bulunan birçok kuruluş, sunucu, showman gibi gerçek kişiler filmde rol almışlardır. Buna, o dönemde ABD Başkanı olan Bill Clinton da – kendisi değil, dijital bir canlandırması da olsa – dâhildir. Film, evrenin büyüklüğünü ve güzelliğini gösteren yaklaşık 3 dakikalık bir girişle başlar. Daha sonra Ellie’nin babası ile olan yakınlığı ve uzaya olan merakını ve küçük yaşta yaşadığı bir acıya tanıklık ederiz. Ellie Arroway karakteri bilimi savunan tarafı temsil ederken, Başkanın din danışmanı Palmer Joss karakteri dini tarafı temsil eden ve bilim ile dinin zaman zaman çatışan konumundadırlar. 150 dakikalık filmin soundtrack albüm müziklerini Alan Silvestri yapmıştır. JODIE FOSTER KİMDİR? Filmin başrol oyuncusu Jodie Foster, asıl ismiyle Alicia Christian Jodie Foster, 19 Kasım 1962’de Los Angeles-California’da (ABD) doğmuştur. Babası daha Jodie doğmadan aileyi terk etmiş, iki kardeşi ve annesi ile birlikte büyümüştür. 3 yaşında okuma yazmayı öğrenmiş, yüzünün güzelliğinden dolayı küçük yaşlarından itibaren reklâm filmlerinde oynayarak ailenin en çok kazanan üyesi olmuştur. Çocukluğunda TV dizileri ve filmlerinde rol almaya devam etmiş, en önemli çıkışını Iris isimli bir sokak kızını canlandırdığı ve Robert de Niro ile birlikte oynadığı Taxi Driver (1976) filmiyle yapmıştır. Bu filmden ve özellikle Jodie Foster’dan çok etkilenen onun fanatik bir hayranı olan John Hinkley Jr., o dönem ABD Başkanı olan Ronald Reagan’ı, sadece Jodie Foster’ı etkilemek amacıyla 1981’de silahla yaralamıştır. Bir dönem bu konuda sıkıntı çeken Foster, en seçkin üniversitelerden olan Yale Üniversitesi de dâhil olmak üzere tüm okullarını üstün derece ile bitirmiş, bir yandan da dizi ve film çalışmalarına devam etmiştir. 1988’de Sanık (The Accused) filmindeki rolüyle ve 1991’de Kuzuların Sessizliği (Silence Of The Lambs) filmindeki Clarice Starling isimli FBI ajanı rolüyle Oscar ödüllerini almıştır. Yamyam seri katili (Hannibal Lecter) canlandıran Anthony Hopkins ile oynayacağı bu filmin devamı olan serinin

59


Edebiyat'tan

Edebiyat'tan

Sinemaya

Sinemaya

ikinci filminde oynamayı, alacağı astronomik ücrete karşın reddetmiştir. Neden olarak da, katille birlikte bir insanın beynini yeme sahnesine karşı olmasını göstermiştir. Çocuk starlık dönemini yetişkinliğinde de devam ettirebilen başarılı aktristin, Hollywood’un IQ’su en yüksek sanatçılarından biri olduğu zaman zaman medyada dile getirilmiştir. Contact filmindeki Ellie Arroway karakteri ile, canlandırdığı diğer birçok filmde olduğu gibi çetin cevizgüçlü kadın rollerinden birini daha büyük başarı ile seyirciye yansıtır. Öyle ki, romanda anlatılandan daha güçlü bir karakter olarak Ellie Arroway filmde boy gösterir. Elbette film senaryosunda böylesi bir tercihte bulunulmuş olmasına rağmen, Jodie Foster’ın bu rol ile uyumu ve karakteri adeta yaşarcasına seyirciye yansıtması çarpıcıdır. Yaşam partneri Cydney Bernard ve evlatlıkları ile 2011 yılında tatil için Türkiye’ye de gelen aktris, halen 49 yaşında film oyunculuğuna ve bazen de film yönetmenliğine veya yapımcılığına devam etmektedir. En son olarak Carnage isimli 2011 yılı yapımı bir aile drama filminde, güçlü kadın rolünden farklı bir rolle izleyicilerin karşısına çıkmıştır. Halen 2013 yılı Mart ayında gösterime girecek olan ve Matt Damon ile birlikte rol alacağı Elysium isimli bilimkurgu filminin yapım aşamalarında çalışmaktadır. DÜNYA DIŞI YAŞAM KANITI BULMA VE DÜNYA DIŞI VARLIKLARI ARAŞTIRMAK SETI Projesi (Search For ExtraTerrestrial Intelligence), Türkçe açılımı ile “Dünya Dışı Akıllı Yaşam Araştırması” 1960’lı yıllardan beri devam eden ve teknolojik imkânları kullanarak dünya dışında var olabilecek akıllı bir yaşam kanıtını bulma projesidir. Evrenin büyüklüğü akıl almaz boyutlardadır ve günümüzün bilimsel ve teknolojik gelişmeleri ile dahi, evrenle ilgili her geçen gün yeni buluşlar, görüşler, teoriler geliştirilmektedir. Astronomların ortak görüşü, bırakalım diğer galaksileri; sadece Samanyolu Galaksisi’nde bizim Güneşimiz benzeri 200 milyar yıldız bulunuyor ve bunların yüzde 10’unda yaşam olma olasılığı oldukça yüksek. SETI Projesi ile büyük çanak antenlerin yönlendiği alandaki tüm veriler bilgisayarlara aktarılmakta ve daha sonra da özel programlarla bu veriler içerisinde anlamlı olabilecek dalgalar analiz edilmekteydi. Zamanla tüm gelen olağanüstü büyüklükteki bu verilere mevcut bilgisayarlar yetişemez oldu ve geçtiğimiz yıllarda tüm dünyadaki internet kullanıcılarına açılarak seti@home projesi ile destek istendi. Bilgisayarlara yüklenen “boinc” isimli küçük bir program ile dünyada milyonlarca ve ülkemizden de binlerce kişi bu projeye destek verdi. Fakat NASA, yeterli ödeneği olmadığını gerekçe göstererek projeye desteğini çekti. Yakın bir zaman öncesinde ise Berkeley Üniversitesi ve Planetary Society projeyi destekleme kararı aldılar. Uzayı, radyo dalgalarını tarama arayışı devam ediyor. Carl Sagan’ın dediğine inananlar çoğalmaktalar: “Eğer tüm evrende yaşam sadece Dünya'da varsa, bu çok büyük bir yer israfı olurdu.”

yine Oscar ödülü aldığı çok başarılı bir polisiye gerilim uyarlaması olan Kuzuların Sessizliği (Silence Of The Lambs-1991), çıkış yaptığı erken dönem filmi Taxi Driver (1976), yakın dönem filmlerinden olan Panik Odası (Panic Room- 2002) Ayrıca uzayı ve dünya dışı yaşamı inceleyen belgesellerden veya programlardan birini veya bazılarını izleyebilirsiniz. Çoğunlukla Digiturk yayın platformunda History Channel, Discovery Channel veya D-Smart yayın platformundaki Discovery Science, SciTech gibi kanallarda yayınlanan belgesellere diğer ulusal yayın yapan kanallarda da ara sıra rastlanabilir. Caner KELER

BAZI SEÇENEKLER VE SON SÖZ Sonuç olarak, bilimkurgu okumayı seviyorsanız, The Contact (Mesaj) romanını okumanızı tavsiye ederim. Yaklaşık 500 sayfalık romanda “bilim dozu” oldukça yeterli ve günümüzün bilimini yansıttığı için de gerçeklik hissini hissedebiliyorsunuz. Romanı okumaya zamanı olamayacaklar için en azından The Contact filmi, gayet iyi bir seçim olacaktır. Bu roman ve film paralelinde iyi vakit geçirebileceğiniz bazı seçenekler şunlar olabilir: Bilim adamı ve yazar Carl Sagan’ın popüler bilim kitaplarından birini okuyabilirsiniz. Bunlar, Kozmik Bağlantı, Karanlık Bir Dünyada Bilimin Mum Işığı, Tanrı’nın Kapısını Çalan Bilim, Broca’nın Beyni ve Milyarlarca ve Milyarlarca isimli kitaplar olabilir. Jodie Foster’ın en iyi filmlerini izleyebilirsiniz. Bunlar Oscar ödülü aldığı Sanık (The Accused-1988),

60

61


DELİ RÜZGAR

Murat SEVİNÇ

62

63


Yazarın

Yazarın

Kaleminden

Kaleminden

Yazarın Kaleminden

Silahşor Nasıl Yazıldı?

Herkese merhaba; Daha önce yayımlanan Gökyüzüne Şarkılar isimli öykü kitabını büyük zahmetlerle ve kendi imkânlarımla yayınladıktan sonra öykü yazmaya devam etmiştim. On beş yirmi tane daha yazdıktan sonra ne zamandır aklımda olan (ne zamandır dediğim de çocukluğum ya da ilk gençliğimden beri), bir çoğuna ütopik gelebilecek (her kahraman gibi) ama bence teorik olarak mümkün bir karakteri, bir roman projesiyle hayata geçirmeye karar verdim. (Çünkü Hollywood’dan film çekme teklifi gelmemişti!) Roman, daha önce denemediğim tarzda bir çalışmaydı ve aslında tamamen saldım çayıra, Mevla’m kayıra şeklinde başladım. Dolayısıyla hiçbir stres ya da baskı olmadan giriş yapmış oldum. Karakter mevzuuna tekrar dönecek olursak – ki her roman kahramanı, yazarın alter-egosunu temsil eder, derler – ben de olmak istediğim (tabii kılıçla doğrama sahneleri hariç) özelliklere sahip bir karakter yaratmış olabilirim. Dünyayı dolaşmış, çok görmüş, çok insan tanımış, Doğu’nun ve Batı’nın felsefesini bilen, dövüşmekten, eczacılığa kadar geniş bir bilgi yelpazesine sahip, serbest ve hür bir insan… (Belki de tembelliğimdendir!!!) Yine dini ve mistik inançlarımdan dolayı, bu karakterin bir mistik bir Bâtıni ilim meraklısı ve dahası bilgiye sahip biri olmalıydı. Geriye kitabı sürükleyecek bir “lokomotif” yani konu, ardından karakterler ve kurgu oluşturmak kalıyordu. Lokomotifi çok klişe olmasına rağmen Toma İncili olarak seçtim. Diğer benzer mevzulardan bir farkı vardı elbette. Toma İncili, 1956’da Mısır’da tesadüf eseri bulunan, çok değerli birçok parşömenden bir parçaydı. Ontolojik özelliği ise yapılan karbon testinin kitabın Hz. İsa’nın, Hıristiyanlarca kabul edilen ölüm yılının sonrasına denk gelmesiydi. Kitap klasik İncillerin hiç birine benzemiyordu ve hiçbirinde olmayan çok farklı bir öğretiden bahsetmekteydi. Rahmetli Prof. Dr. Ahmed Yüksel Özemre’nin yıllar önce bu konu ile ilgili yazmış olduğu kitabı okuduğumu hatırladım; kitap, ilmi ledun denilen öğretinin Hz. İsa tarafından dile getirildiğini anlatmaktaydı. Dolayısıyla günümüz dünyasında da kilise tarafından uydurma yani Apokrif olarak kabul edilen, yani kabul edilmeyen, incilin iyi bir malzeme olduğuna kanaat getirdim.

64

Kitabı yakmak için ele geçirmek isteyen kilise, Müslüman olduğu için ele geçirmek isteyen Akrep ve Hıristiyan dünyasının düşmanı ezoterik tarikatlar… Ne cici değil mi? Ama yanılıyorsunuz, çünkü asıl zor olanı bundan sonra başladı. Kurgu uzun bir süreci takip eden karmaşık bir zincirleme reaksiyon yapmak gibi bir şeydi. İlk yüz sayfada karakterleri ve olay konusunu verdiğimi düşündüm sonra gelişme bölümü yani romanın roman olmasını sağlayan uzunluktaki bölüm ve final… İlk yüz sayfayı özellikle belirtiyorum, çünkü asıl maceranın ondan sonra başladığını ve o zamana kadar yazılmamış karakterlerin (belki de acemilikten) o sayfalardan sonra kitaba dâhil olduğunu göreceksiniz. Karakter denilince, romanın bahsetmem gereken özelliklerinden birini arz edeyim. Roman karakterlerinin birer birey olarak psikolojik portrelerini oluşturmak, onlarla oynamak, her zaman ilgimi çekmiştir. (Belki de psikolojiktir.) Silahşor romanında da dikkatli okuyucuların anlayacağı gibi şöyle bir yol izledim: Romanda her kahramanın bir ekürisi var ve bu eküri, diğerinin zıttı olup karşısındakinin gizlediği yüzünü ortaya çıkartıyor. Örneğin Tapınakçı Fransız Renauard ve arkadaşı Galas gibi… İki adamın birbirleriyle ilişkilerinden Renauard’ın korkutucu görünümünün yanında aslında espritüel, nüktedan ve o kadar da acımasız olmadığını, hüzünlü Peder Barthelemo’nun yoldaşı Don Ruiz sayesinde gülmesini tutamadığı ama içinde de derin acılar barındırdığı (hatta yasak bir aşk), ‘Kötü kalpli’ Marki Cortez’in ortağı korsan Pepe kadar kötü olmadığını, hırsızların babası cüce Zaldonado’nun da kendisinin tam tersi yani güzeller güzeli Lufaleyna için bütün çaldıklarını geri verebileceğini anlıyoruz. Ve tabii kahramanımız Akrep’in zıttı Morgan La Roche’nin alaycı ifadesinin içine gizli kederli ruh hali… Akrep’in de yufka yürekli olduğunu bu müdanasız, korkusuz, her türlü beceriye sahip nüktedan adamın artık ölmek bile umurunda olmayacak kadar hayata karşı yorgun duruşunu izliyoruz. Yani başka bir değişle Andalucia’yı izliyoruz, Akrep’in kırılgan ruhunun görüntüsü gibi duran Andalucia’yı… Ve kızın savaşçıymış gibi duran ruhunun yansıması olan Akrep’i… Kafanızın karışıp, gözünüzün korktuğunun farkındayım; herkes böyle kafa kırıcı bir şey yazmaz tabii… (Belki de benim kafa kırıktır!) Müjdem şu, giriş bölümünden sonra romanın organik bir yapı aldığını gördüm. İskelet oturduktan sonra konu adeta canlı bir şeymiş gibi kendi mantık silsilesi içinde ilerliyor. Suyun oluklara dolması gibi ve bu da yazan için olayı kolaylaştırıyor, hatta sonlara doğru artık kitabı yazanın siz olmadığınızı, sadece rötuş yaptığınızı düşünüyorsunuz. Örneğin romanın başında, Akrep’in karşısına geçecek onun yeteneklerine sahip biri olarak, yani kötü adam olarak, Morgan’ı seçmiştim. Ama olaylar Morgan’ın aslında o kadar kötü biri olmadığını gösterdi ve neredeyse kitabın ortasında karizmatik Renauard’ı ortaya çıkarttım; artık kötü adamım oydu. Ama ne yazık ki Renauard’ın da günahını aldığımı fark ettim. Böylece kitapta kötü olarak piskopos Cartagena, kendini olayların bu hale getirdiğini söyleyen Marki ve ortağı Pepe kaldı… Yani kitap kendini yazıyor, böyle uzun metrajlı bir çalışmaya girmek isteyen arkadaşlara önerim sadece şudur; her işte olduğu gibi, sonuna kadar gayret gösterip ruhsal ve fiziksel mücadeleyi vermeleridir. Ben, herkesin isterse bir şey yazacağını düşünenlerdenim. Giriş, yani iskeleti oluşturma… Gelişme, iskelete vücudu giydirme… Sonuç, vücudun kanatlanıp uçması… Herkese sevgi ve saygılarımı sunar, emeklerin asla boşa gitmeyeceğini bilmenizi isterim… Emre DEMİROK

65


Oyun

Oyun

İnceleme

İnceleme

En iyi RPG oyunlarından biri Planescape: TORMENT Bahar gelsin dedik, havalar ısınsın dedik. Mart kapıdan baktırdı resmen. Donduk soğuktan yahu. Ama olsun, bu sırada da hem Diablo 3 betasını oynadım, hem yeni güzel oyunları kurcaladım. Bu sırada yeni Baldur's Gate oyunu haberi, Diablo 3'ün çıkış tarihi derken RPG oyunlarında büyük bir hareketlilik oldu. Yeni oyunlar yeni heyecanlar derken yine de eskilerden vazgeçemedim vallahi. Yine bilgisayarımda duran Planescape: Torment oyununun simgesini gördüm, direndim, farenin imleci üzerine gitti... Ve tık tık! İşte o an hayat durdu ve astral bir yolculuk ile kendimi Sigil topraklarında buluverdim... Oyun resmen bana bir doğum günü hediyesi gibi olmuştu. Doğum günümden 1 gün önce, 12 Aralık 1999 yılında çıkan oyun halen etkilerini sürdürüyor. Bana sorarsanız şimdiye kadar çıkmış en başarılı RPG türü oyunlardan biri. Bunun sebebi ise tamamen özgür bir evren olması, diyalogların ve davranışların önemli olması ve yapacaklarınızın tüm oyunu değiştirebiliyor olması. Oyunun mekaniğinden kısaca bahsedelim. Oyun, yakın zamanda açık-kaynak kodlu ve ücretsiz olarak sunulan Infinity oyun motoru ile hazırlanmış oyunlardan biri. Diğerleri de size aşina gelecektir, Baldur's Gate ve Icewind Dale. İzometrik bakış açısı ile oynanan oyundaki kurallar Advanced Dungeons & Dragons 2nd Edition kurallarına göre yapılmış. Adından da anlaşılacağı gibi oyun tamamen Planescape (daha önceki sayılarda bahsetmiştik) evreninde geçiyor. Oyunun tasarımcılığını Chris Avellone yapmıştı. Tanımayanlar için kısaca şöyle bahsedebiliriz. Kendisi Icewind Dale serisi, Fallout 2, Star Wars: Knights of the Old Republic 2, Neverwinter Nights 2 (hep ikinci oyunlar mı? :) ) ve Fallout: New Vegas oyunlarında da tasarımcı olarak çalıştı. Chris'in, Planescape oyununun tasarım ekibi lideri olması da size oyunun kalitesi hakkında belki ipucu vermiştir. Şimdi size oyundan bahsedelim... Oyunda adınızı bile bilmez bir şekilde Sigil'in orta yerindeki bir morgda uyanıyorsunuz. Uyanır uyanmaz karşınızda havada uçan bir kurukafa ile karşılaşıyorsunuz. İsminizi bilmediğiniz için adınız "Nameless One" olarak geçiyor. Karşılaştığınız uçan kurukafanın ismi de Morte! Morte, sizin morgdan kurtulmanız için yardım ediyor. Morgdan ayrılmadan önce ise geçmişinizle ilgili bazı şeyleri hatırlamanıza

yardımcı olacak bilgileri bulabilirsiniz. Ne adınızı, ne geçmişinizi biliyorsunuz ve bomboş bir hafıza ile etrafta dolaşıyorsunuz. Hal ve durum böyle olunca herhangi bir sınıf da seçmiyorsunuz oyuna başlarken. Oyunun en keyifli yanlarından biri hangi sınıf ile oynayacağınıza oyun içerisindeki hareketlerinizle karar veriyorsunuz. Eğer zekânız yüksekse ve büyüye meraklı iseniz büyü çalışarak büyücü olabilirsiniz, çevikliğiniz yüksek ise hırsızlık ile bazı temel şeyleri öğrenip hırsız olabilir veya kaslarınıza güveniyorsanız oyunda dövüşerek savaşçı olabilirsiniz. Bu sınıf seçimi tamamen sizin elinizde. Bu nedenle karakterinizi yaratırken verdiğiniz sayısal değerlere dikkat etmeniz önemli. Bunun dışında karakter yaratma ekranındaki yetenek değerlerini dağıtırken dikkat etmeniz gereken bir nokta daha var. Oyun rol yapma felsefesine o kadar sadık ki, eğer zekânız düşükse konuşmalarınız da ona göre etkileniyor. Mesela düşük zekâlı bir karakter oynuyorsanız karakterinizin bir diyalog esnasında verebileceği cevap seçeneği 2-3 ile sınırlı kalırken yüksek zekâlı bir karakter ile oynarken bu sayı 6-8'e kadar çıkabiliyor. Hatta öyle ki pek çok görevi sadece konuşarak halletmekle kalmıyor konuşarak veya zekânızı kullanarak oyundaki canavarları bile öldürebiliyorsunuz. İşte bu da oyunu harika kılan yönlerdin biri. Senaryo sizi hiçbir şekilde zorlamıyor ve tamam her şeyi sizin özgür davranışınıza bırakıyor. Oyunda, diğer oyunlarda olduğu gibi ölme kavramı yok. Karakterimiz zaten morgda uyandığı ve teknik olarak ölü olduğu için savaşlarda ölse bile oyun bitmiyor. Karakterimiz yeniden morgda uyanıyor ve kaldığı yerden devam ediyor. Sokaklarda dolaşırken pek çok iblis ve pek çok ırktan yaratık görmek mümkün. Tieflingler, Modronlar, Baatezular, Abishailer, Githzerailer ve daha pek çok planar ırk sokaklarda takılıyorlar. Pek çok RPG oyununda bize düşman olarak karşımıza çıkan iblisler bu oyunda bize görev verebiliyor, yolda karşımızdan gelirken selam verebiliyorlar. Bunun dışında Ejderha Mızrağı dünyasından Solamniya Şövalyeleri veya Unutulmuş Diyarlar'dan bir büyücü ile karşılaşmak da mümkün oyunda.

66

67


Oyun

Öykü

İnceleme

Sorgulama

Yaşananlar tabii ki bununla kalmıyor, pek çok fantastik karakter ile karşılaşıp akıllara sığmayacak kadar fantastik olay yaşayabiliyoruz. Ayrıca Sigil dışında başka planeleri de görmek mümkün oluyor. Oyundaki yönelim (alignment) olayı da dikkat çekici. Pek çok oyunda karakter yaratırken kendi yöneliminizi seçersiniz ancak bu oyunda yaptığınız hareketler sizin yöneliminizi belirliyor. Yani iyi veya kötü olmak seçim değil hareketlerinize ve davranışlarınıza bağlı. Oyunda karşılaşacağınız ve muhatap olacağınız karakterler de birbirinden ilginç hikâyelere sahipler. Bazıları gerçekten çok eğlenceli. Ayrıca herhangi bir vücuda sahip olmayan, sadece uçan bir kurukafa olan Morte'ye parasıyla sizinle birlikte olabilen fahişelerden birini ayarlamak da çok eğlenceli diyalogların geçmesine sebep olabiliyor. Oyunu oynamak için Planescape'i biliyor olmanıza gerek yok ancak Planescape hakkında bilgi sahibi olmak oyundan daha fazla keyif almanızı sağlayacaktır. FRPNET'teki Planescape bölümünü okuyarak bilgi sahibi olabilirsiniz konu hakkında. Ayrıca oyun eski bir oyun olmasına rağmen eğer GOG.com sitesinden satın alırsanız Windows 7 sistemlerde bile oynamanız mümkün - ki ben halen oynuyorum. Eğer gerçek bir RPG oyunu oynamak ve – bana göre – şimdiye kadar yapılmış en iyi RPG oyununu oynamak istiyorsanız bu oyuna hemen başlayın. Sonuna kadar FRP'ye doyacak ve nerede olduğunuzu unutacaksınız. Şimdiden iyi oyunlar! Kayra “Keri” KÜPÇÜ

68

I am saaailing, I am saaaailing… Hooome agaiinn, acroooss the seaa… Seviyordu bu parçada kendini alıp götüren duyguyu Yağmur. Bir an denizlerin dalgalarında savruluyordu, ya da bazen gökyüzünde bir buluttan diğerine, rüzgârın içinde uçuyordu. Belki babasının kendisine verdiği ismin de ilgisi vardı, böylesi coşkulu hissetmesinde. Oysa sevdiği tınılar kayboluyordu uğultuların arasında. Bir tutam hava almak için balkona yöneldi. Sürekli sayısı artan, oldukça yüksek gökdelenlerden birindeydi parti ve şehrin ışıklar altındaki büyüsünü hissedebiliyordu, ürperten esinti içinde. Elindeki kadehi, bu içkiyi hiç sevmediğini düşünerek, bir yudum daha almak üzere dudaklarına doğru uzattı. Alışmıştı… Nereye giderse gitsin, uzun zamandır tüm ortamların en dikkat çekici kadınıydı. Giderek bu sıfatı kaybetmemek için mi tarzına uygun olmayan şekilde giyinmeye başlamıştı? Bilmiyordu… Herkese güzel görünmek için giydiği, kırmızı ve aşağı doğru daralan eteği ile elbisesinin birden kendisini boğduğunu fark etti. Yaşadığı yüzeyselliği sorgulamaktan bıktığını kendine itiraf etmek istemediğinden, hafifçe omuzlarını silkti ve tekrar içkisini yudumladı. O anda birden gözlerinde parıldayan ışıkla birlikte, ilk gençlik yıllarının hayal dünyasındaki kadını gördü. Ergenliklerini yitirmiş, fiziki güzelliğini ruhunun dışa vuran canlılığından alan, kendine güvenliliği adımlarında beliren, giyimi her anlamıyla isteklerini yansıttığı belli olan, yaşama daima umutla bakmış genç kadını. “Sen kimsin?” diye sordu genç kadın Yağmur’a. Cevabını kendisi de mi duymak istemediğinden, yoksa ani harekete bir tepki mi olduğunu bilmeksizin, kadehinin parmakları arasından kayarak, zarif bir çınlama ile karoların üzerinde yuvarlanıp, darmadağın oluşunu hissetti. Yüreği de aynı hisle dağılıvermişti sanki. Gözlerini, saatler gibi gelen bir anlık kapatmasının, genç kadını sır edeceğinden korkarak, acele ile kırpıştırdı. Genç kadın sorusuna cevap bekleyen yüz ifadesi ile kendisine bakıyordu. Ürpermesine rağmen, bir yandan da yıllardır bu anı beklediğini iç dünyasına itiraf ederek dudaklarını araladı. “Sanırım, şu ana kadar bunu kendime hiç sormamıştım. Korktum mu sormaktan, bilemiyorum.” Yaşamının son on yılını gözlerinin önünden geçirerek, tüm duygularını, öfkelerini, aşklarını, sevgilerini, üzüntülerini, coşkularını, bıkmışlığını yüz ifadelerine taşıdı. Sonra yavaşça huzurlu bir bakış ile genç kadına yaklaştı. “Kendini, yaratılmışlığına rağmen ortada bırakılmış hissediyorsun sanırım.” Genç kadın birden silkindi. Sanki tüm özgüvenini yitirmişti. Yıkılmışlığını saklamak ister gibi kaşlarını öfkeyle kaldırdı ve… “Bana bunu söylemeye hakkın yok. Her şey senin suçun!... Varlığımı sana borçlu olabilirim, ama yokluğumun da nedeni sensin aslında.” Yağmur duraladı ve geçmişten bir ana döndü. Resim yapmak istemişti Van Gogh gibi ve almıştı malzemelerini, oturmuştu masaya. 16 yaşında mıydı? Gülümsedi. Fırçalarla oynayışını, sabırsızlığını, tuvaldeki dokunuşlarını anımsadı ve gülümsedi. Sonra hatırladı. Elinde bir fırça ile mavileri yeşile dönüştürürken, arkasında birinin varlığını hissettiğini hatırladı. Kontrol edemiyordu ellerini. Fırçanın

69


Öykü

ucundaki boyalar, kontrolünün dışındaki korkutucu bir güçten geliyordu sanki. O an anladı, içinde başka biri vardı. Deliriyor muydu yoksa? Masanın üzerindeki her şeyi fırlattı. Saatler sonra toplayabilmişti odasını. Bir daha da kaldırdığı kutudan dışarı çıkamadı, ne boyaları, ne boş tuvalleri, ne de çok severek edindiği ahşap renk paleti. Hâlâ o kutuda mı duruyorlardı hayalleri ile birlikte diye düşünerek, genç kadına çevirdi gözlerini. “Bu kadar öfkeli olmanı beklemezdim. Beni korkuttuğunun farkında olamadın hiçbir zaman. Buna rağmen seni kaybetmek üzere olduğumu anladığımda, ruhumdaki yaraları asla kapatamayacağımı biliyordum. İkimizin de yarım olduğunu hissetmedin mi varlığın boyunca?” Genç kadın sert bir hareketle, güçlü olduğunu kanıtlamak istercesine ayaklarını yere vurdu. “Seninle bir bütünken, uç noktaları düşünerek hayaller kurmak, beni en ideal olarak ortaya koymak ve tüm bunları bir anlık bunalımın esnasında dışarı itekleyerek, yeni, anlamsız, tatminsiz bir dünya duvarı oluşturmak tamamen sana ait bir fikirdi unutma! “Ve seni yıldıran her şeyi, gerçek kendin olarak kaldıramadığını anladığında, kabuğunu değiştirerek daha çabuk sönüşe geçtiğini fark edemedin bile. Kimliğinin sahte olduğunu anlamasınlar diye, her türlü şarta uyum sağladın ve artık ben de genç kızlığının düşlerindeki kadın olmama rağmen, giderek yok olduğumu hissediyorum. Dünyanın yaşanmaya değer hiçbir şeyi kalmamış gibi görünse de, yok olmayı istemediğimi fark ediyorum. Sanırım artık senin de güçlü olma vaktin. Geçmiş yıllarda benim yardımımla ayakta durmayı başardın. Artık beni hayata bağlama sırası sana geldi.” Anlattıkça sakinleşmişti sesinin tonu… Yağmur’a istekli bir ifadeyle yaklaştı ve gözyaşları yanaklarından süzülerek bütünleşirken, kendisinin de artık tek olduğunu hissetti yüreğinde. Bu arada geniş salonun bir köşesinde, sıcaktan ve buraya ait olmadığını hissettiren, anlamsız konuşmalardan bıkmış olan Suat’ın bakışları, bir camın kırılması ile balkonun aralık kapısından dışarı kaydı. Oysa partiden sıkılmasına rağmen, uzun zamandır gözlerini ayıramıyordu bir kareden. Erkek ağırlıklı kalabalık ile kuşatılmış ve kahkahaları hep bir tını yüksekte çınlayan kırmızılar içindeki, gecenin rengi Yağmur. Camda onun yansıması mıydı görünen, yoksa kendisinin de bir zamanlar yaşadığı anları mı yakalıyordu o da… Sımsıcak gülümsedi ve kendisini aralıktan aşağıya bırakırken, üzerindeki giysileri çıkarmaya çalışan genç kadın kulağına fısıldadı. “Kontrolümü kaybettir bana…”

Öykü: Esin İPEK

esinipek@gmail.com

70

71

İllustrasyon: Hazal YAYALAR


Yazarın

Söyleşi

Kaleminden

Yazarın Kaleminden

Röportaj

Garuda

Serhan Vural

Aslında ilk olarak aklımda Garuda yoktu. Cinayetler daha çok benim ilgimi çeken bir alan aslında. Anneme korku özelliklede cinayet romanı yazacağımı söylediğimde psikolojimin bozuk olduğunu düşünerek korkmuştu. Korktuğu içinde yazmama izin vermemişti. Yazmak benim için mutluluğun anahtarı. Kendi dünyamın içine giriyorum ve orada istediğim her şeyi yapabiliyorum. Kurt adam ve vampir üzerine yoğunlaşmaya karar verdim. Sonrasında herkes farklı hikâye ama hep aynı karakter yapıyorlardı. Bir kızın sevdiği adam ya vampir ya da kurt adam çıkıyordu. Ben de daha farklı bir şey yazmak istiyordum. Ses getirecek bir ürün derken okulun kütüphanesinde bir mitoloji kitabı dikkatimi çekti ve alıp okumaya başladım. İlgimi çeken mitoloji varlıkları not ettim. Sonra internette hangi mitoloji kültürüne ait ona baktım. Kendi kendime “Neden bir Türk mitolojisi olmasın,” diyerek Türk mitolojisini araştırdım. Garuda’yı buldum diğer adı Al Karısı ve Yaşlı Cadı anlamına geliyormuş. Kadın ve çocuk kalbi yiyormuş. Garuda’dan yani Al Karısı’ndan korunmanın tek yolu, kapının dış tarafına yapılan kırmızı kumaştan büyülermiş. Garudayı öldürmenin tek yolu ise atın kuyruk kılını büyü yoluyla oka veya kılıca tütsülemek ve kalbine saplamakmış. Bunu duyduğumda iki mitoloji varlıkla birleştirerek kendi hayalimde uydurduğum Garuda’yı yaptım. Amacım kendimi kanıtlamak ve başarılı bir yazar ya da senarist olmak. Araştırma, iki yılımı aldı ve kitabı dört kere sil baştan yeniden yazdım. Çıkartmaksa onun bende ayrı ayrı hikâyeleri var. Sekiz ay uğraştım. Kitabımın içeriğine gelecek olursak. İlk başlarında dram ve aşk hakim, sonralarında gerilim, korku ve macera başlıyor. Yani ilk okuduğunuzda düşünceniz bunun neresi korku diyorsunuz ama orta sayfalara geldiğinizde gerçekten çoğu insan korkuyor. Yani benim çevremde okuyanlardan duyduklarım bu. Size arka sözü yazıyım; “Karanlık geçmişinden sonra güzel ve aydınlık bir başlangıç yaparak geleceğini biçimlendirmeye çalışıyordu. Her şey yolunda ve çok güzel giderken unuttuğu bir şey vardı. Geçmişinden asla kurtulamazdı. Geçmişi her daim ondan bir adım öndeydi. Kulaklarında yardım çığlıkları eksik olmuyordu. Gördükleri hayal miydi yoksa gerçek mi? Kısacası aradığınız ne varsa hepsi bu kitapta. Aşk, dram, korku, macera, alegori, gerilim, geçmiş, gelecek, efsane…” Eğer istediğim gibi bir tepki alırsam, bu kitap seri bir şekilde gelecek. Suden DÜNDAR

72

Anatolya Efsaneleri: Gümüş Roya ve Yazgı Tacı Serhan Vural’ın basılan ilk romanı. Kitap Türk destanlarını bilenler için fazla tanıdık, yazarın kurgusu ile yeni baştan kurgulanmış fantastik bir evren. Biz de fırsat bu fırsat deyip Serhan Vural ile kitabını ve fantastik serüvenini konuştuk.

Serhan Bey öncelikle bize yazarlık öykünüzü anlatır mısınız? Anatolya Efsaneleri’ne gelene kadar neler yazdınız? İlk olarak yazmaya başladığım kısa hikâyeler oldu. Sonra romanlar yazdım ancak sadece internette paylaştım bunları. Kıyamet Kristalleri, Sınav 19 adlı iki roman yazdım. Kıyamet Kristalleri Bilimkurgu-Fantastik türünde bir romandı. Xasiork yayınevinin yarışmasında mansiyon ödülü aldı. Sınav 19 ise korku-polisiye-gerilim türünde bir romandı. Ancak bu ikisi benim yazma denemelerim oldular sadece. Bir HP hayranı olarak altıncı kitap çıkmadan önce iki adet hayran kurgusu yazdım. Düşler Kuyusu ve Cadı Avcısı. Açıkçası bu ikisini yazarken oldukça eğlendiğimi söyleyebilirim. Hayranlar çok ilgi gösterdiler, lakin devamını getirmeye fırsatım olmadı. Anatolya Efsaneleri nasıl ortaya çıktı? Anatolya Efsaneleri kendi fantastik dünyamı oluşturma hayalimle ortaya çıktı. Okuduğum birçok yazarın oluşturduğu dünyalara baktığımda büyük keyif alıyordum. Zaten daha evvelden roman yazdığım için ben de böyle bir dünyayı baştan kurgulamanın nasıl bir şey olacağını merak ettim.

73


Söyleşi

Söyleşi

Benim aklıma kitabın adını görünce hemen Cevat Şakir’in Anadolu Efsaneleri kitabı geldi. Anadolu Efsaneleri ve Anatolya Efsaneleri sadece bir isim benzerliği mi? Sadece isim benzerliği. Anatolya ismi elbette Anadolu’dan geliyor. Neden Anatolya ismini kullandın derseniz, bu da basit. Ben oluşturduğum dünyanın başka bir evrendeki bir Türk-Doğu dünyası olmasını istemiştim, yani bizim dünyamıza benzese de bizimle pek alakası olmayan bir yer olmasını istedim. Bildiğiniz gibi Anadolu, Batı ile Doğu’yu ayıran bir coğrafyada yer alıyor. Fantastik kurguların birçoğu batıdan esinlenilmiştir, bense doğudan ve Türk efsanelerinden esinlendiğimi vurgulamak adına buna, “Anatolya Efsaneleri,” dedim. Batı’yı Doğu’dan ayıran kara parçasının ismini, fantastik kurguda da batıyı doğudan ayıran bir isim olarak kullanmak çok abes olmasa gerek.

Kitabınızdaki isimler Türk destanlarından alınmış isimler. Ak Ana, Erlik Han, Bilge Hatun, Oğuz Han hep destanlarımızdan bildiğimiz isimler. Bu isimleri kullanmanızın bir sebebi var mı? Yukarıda bahsettiğim nedenle aynı aslında. Fantastik romanlarda kullanılan tanrıların, kahramanların ve yaratıkların isimleri hep batı efsanelerinden alınıyor. Bu doğuya özgü bir kurgu, tabii ki isimlerimiz de bizim destanlarımızdan alınacak. Peki ya haritanıza koyduğunuz yer isimlerinden Unutulmuş Diyar ve Alacakaranlık; çok başarılı fantastik serilerin isimleri. Bu isimlerin olmasının sizce özel bir anlamı var mı? Romanı yazarken bunu pek düşünmedim. Ben Unutulmuş Diyar serisini ve Alacakaranlık’ı okumadım. Açıkçası isimleri seçmemin nedeni zaten kitapta anlatılan ara öykülerde yer alıyor. Mesela Alacakaranlık Kardeşliği isim olarak, bu grubun yapmak istediklerini, kurmak istedikleri oluşumu da iyi tanımlıyordu. Bu kitabı nasıl okumalıyız, bildiğimiz efsanelerdeki isimleri ve bildiğimiz yer adı olmuş seri isimlerini unutmamız mı lazım yoksa kitapta oralara da bir gönderme var mı? Romanda, efsanelerden alınan isimlerin birçoğu benim hayal gücümle yeniden oluşturuldu. Yani birçoğunda sadece ismi aldım, efsanesini yeniden yazdım. Bu sebeple herhangi bir gönderme söz konusu değil. Bildiğiniz isimleri vs. unutsanız iyi olur. Ben bazen sizin hayal gücünüzü yakalamak için bir sözlük de aradım, azabi, azapkurdu, ecel görüşü, haris, yetme, seferdar ve daha niceleri. Bu ve benzeri kelimeleri seçerken, kurgularken nasıl bir yol izlediniz. Hepsinde farklı bir yol izledim aslında. Bazıları sadece doğaçlama, bazıları iyice düşünüp tasarlandı. Mesela azabi ve azapkurtları isimlerini cehennem azabını düşünerek verdim, gerçi Anatolya’da cehennem yok ama olsun. Haris, Osmanlıca muhafız demekti, buradan. Merzegan da yine Osmanlıca sözlükten. Seferdar, açıkçası bu en sevdiğim isimlerden ikincisiydi, yolculuk eden bir yaratık olduğu için çok mantıklı geldi isim de. En sevdiğim Hünkârkatili unvanını ise Batı versiyonunu alıp, Doğu’ya çevirdim. Batı’da Kralkatili: Kingslayer veya Kingkiller var, burada da Hünkârkatili oldu. Sizin kitabınızda cadı kavramını kendinize göre yeniden kurgulamışsınız. Büyücülük, fantastiğin tanrı kavramı, Araf kavramı hep yeniden yorumlanmış. Bunları kendinize göre değiştirirken de belki de ardınızdan geleceklere bir yol açar gibi yazmışsınız. Bu kavramları yeniden yorumlamaya, değişiklik yapmaya sizi iten sebep neydi? Bunlar serinin kurgusuna katkıda bulunması için yazıldı. Bundan ayrı olarak kendi hayal gücümle Cadı, Araf, Tanrı, kehanet gibi birçok kavramı klişeleşmiş diyebileceğimiz basmakalıplardan çıkarmak istedim. Okuduğum birçok kitapta karşılaştığım şeyleri başka bir kitapta da görmek açıkçası o kitabın yazarına karşı beni soğutuyor, hayal gücünden yoksun olarak düşünmeme sebep oluyor. Arkamdan geleceklere belirli kalıpların dışına çıkabilmeyi aşılarsam ne mutlu bana. Peki, yeni bir dünya kurgulamak, yeni bir harita yapmak, insanları sizin kafanızdaki haritaya, kavramlara göre yönlendirmek nasıl bir şey? Bu sorunun cevabını henüz verebilecek durumda değilim zira böyle bir yönlendirme olması için seride birden fazla kitap yazmış olmam gerek. Henüz sadece bir kitap var.

74

75


Söyleşi

Öykü

Bu fantastik romanı yazmadan önce sizi etkilediğini, size yol açtığını düşündüğünüz kitaplar ve yazarlar var mı? Elbette. Biri Harry Potter’dır. Ancak en çok etkileyen Terry Goodkind Doğruluk Kılıcı serisidir. On üç kitaptan oluşan fantastik bir dünya. Bu seride de bazı basmakalıpların dışına çıkılmıştır. Türkçe’ye çevrilmediği için birçok kişi nasıl bir seridir bilmiyor. Ben seriyi baştan sona iki defa bitirdim. Anatolya’yı yazarken beni çok etkilemişti.

Şerruh Paşa'nın Sırrı

Fantastik kurguda yeni dönemde adından söz edilen pek çok genç yazar var. Türk fantastik edebiyatını takip edebiliyor musunuz? Çok yakından olmasa da takip etmeye çalışıyorum. İşim dolayısıyla pek fırsatım olmuyor. Ayfar Kafkas’ın Esrarname’sini okudum. İhsan Tatari’nin kitabına yeni başlıyorum, Yitik Öyküler’e. Aytunç Üşümezoğlu’nun Valud’unu bitirdim. Bir de fırsat bulabilirsem Perg Efsaneleri’ne başlamayı düşünüyorum.

Edirne eşrafından biri olan Saffet Bey’in günleri korku ve endişeyle geçmekteydi. Şehrin dışında sayılabilecek konağının arka bahçesine bakan camın kırılmasıyla başlamıştı korku dolu günleri. Camı kıran şey kâğıt sarılı bir taştı ve kâğıtta bozuk bir yazıyla Serafim Kaptan isimli namlı bir eşkıya çete başı kendisinden yüklü miktarda para istemekteydi. “Bir hafta sonra konağına geleceğim, altını hazır etmezsen konağı içindekilerle birlikte cayır cayır yakarım!” sözleriyle bitiyordu eşkıyanın mektubu. Bir tek Faruk Nafiz isminde tıknaz, şişmanca bir oğlu ve Ferahnaz isminde bir kızı dışında kimi kimsesi olmayan, yegâne malı elindeki konakla istenilen miktarı karşılayamayacak denli berbat bir halde bulunan çiftlik olan eski zenginlerdendi. Bu belayı başından nasıl defedebilecekti? Çiftliğini elden çıkarmasına rağmen elinde yine de bu yüklü parayı denkleştirememiş sağdan soldan borç ister olmuştu. O zorlu yıllarda kimsede kendisine yardım edecek para çıkışmamış, birkaç kişi adet olduğu üzere para vermeyip akıl vererek başka bir eşkıya yahut kabadayı tutmasını öğütlemişti. Kurdu basmaya kurt gibi köpek gerek deseler de bu kez yeni bir eşkıyanın ocağına düşmemek için bu fikre de yanaşmamıştı Saffet Bey. Edirne bitince bu kez uzak yerlerdeki ahbaplarına, aile dostlarına, tanıdıklara haber göndermiş kendisini eşkıya elinden kurtarabileceğine inandığı beli silahlı kabadayılardan bile medet ummuştu. Çoğu mektubuna cevap gelmemiş, gelenlerden de bir netice çıkmamıştı. Eşkıyanın gelişine dört gün kala gelen bir mektup ise Saffet Bey’i biraz olsun umutlandırmıştı. Cevap gelmesini hiç ummadığı birinden geliyordu mektup. Ta çocukluk yıllarında bir kez ismini duyduğu, büyük büyük dedesinin ailesinden kız aldığı hasebiyle irtibatı olduğunu bildiği ama hiç görüşmediği bir uzak akrabaydı. Istranca dağlarının göbeğinde oturan eski bir ayan-derebeyi ailesinden gelmekte olan Abdülharis Şerruh Paşa’dan gelmekteydi. Istrancalızade’lere gönderilmiş mektuba verilen cevap o ailenin kalan son üyesi Abdülharis Şerruh Paşa’dan gelmişti. İsmini hiç duymadığı bu kişi, kendisine yardım edeceğini ama oldukça kalabalık bir maiyeti olduğu için önceden hazırlık yapılması istediğini söylemiş “Eşkıyaya para vermenize, zaptiyeye haber salmanıza lüzum yoktur. Ben kendi hizmetkârlarımla bu işi halledeceğim. Size önden uşağımı ve bir miktar parayı onunla birlikte gönderip gereken hazırlıkları bildireceğim. Bazı şahsi eşyalarımı da o getirecek, ben ve adamlarım ise en kısa zamanda Edirne’ye intikal edecektir. Istrancalızade Abdülharis Şerruh Paşa.” diyerek mektubunu sonlandırmıştı. Mektubun gelişinden bir gün sonra konağa iki atın çektiği büyük bir talika yanaşmış, içinden inen çirkin suratlı kambur bir adam inerek Şerruh Paşa’nın şahsi eşyalarını getirdiğini belirtmişti. Beraberinde gelen birkaç amele ile tuhaf görünüşlü süslü ve büyük bir sandığı konağın mahzenine indirdikten sonra kendi yataklarını adamların kendi getireceklerini, her birinin Paşa dâhil bu mahzende kalacağını söylemişti. Saffet Bey her ne kadar koca paşa mahzende yatar mı dese de paşanın kâhyası olan kambur Fatin Efendi, herhangi bir oda hazırlamamasını paşanın mahzende kendi alıştığı biçimde daha çok rahat edeceğini söyledi. Saffet bey kaç kişinin gelip kalacağını ve paşanın ne zaman geleceğini sorduğunda şöyle demişti: “Dokuz silahlı adam, Paşa’nın bahçıvanı ve yanaşması Sadrettin, bir ben bir de Şerruh Paşa hazretleri. Bir de paşanın köpeği. Ben burada kalarak paşayı bekleyeceğim, onun gelmesi yakındır, eşkıyanın gelişinden önce muhakkak gelecektir. Eşkıya olup Istranca dağlarında paşadan korkmayan kimse yoktur, merak etmeyin.”

Fantazya ve bilimkurgu sanatları derneği kuruldu geçtiğimiz ay. Bu dernek sizce fantastik edebiyat için bir yol açıcı yol gösterici olabilir mi? Fantastik edebiyatın yol göstericiye ihtiyacı var mı bilemiyorum. Sonuçta ülkemizde yabancı birçok fantastik kitap okuyucu buluyor. Derseniz Türk fantastik yazarlarına yol gösterici olabilir mi, asıl görevi bu olursa okuyucuya da yazarlara da çok büyük yararı olur. Kıyıda köşede kalmış cevherleri açığa çıkarsalar hepimiz bundan faydalanırız. Edebiyatta böyle bir fantastik, realist, polisiye diye ayrışmaya gerek var mı? Fantastik edebiyat diğer edebiyat türlerinden farklı bir adla anılacak kadar farklı mı? Tabii ki farklı. Zaten ayrım olmalı. İnsanlar ne okuduğunu bilmeli. Sonuçta bu, dünyada kendisine yer edinmiş bir edebiyat türüdür. Belki en başlarda hak ettiği saygıyı görememişti lakin sonradan onu da kazandı. Ülkemiz için bahsediyorsanız, o apayrı bir konu. 2. Kitap ne durumda, 2012 de Anatolya Efsaneleri’nden bir kitap daha okuyabilecek miyiz? 2012’nin sonlarına doğru ikinci kitap çıkacak. İkinci kitap henüz yazılma aşamasında. Taslak halinde bile değil yani. Birinci kitaptan çok daha heyecanlı, ayrıca bu fantastik dünyanın bilinmeyen birçok yönü de ortaya çıkacak. Birisi size “İyi hoş da ben anlamadım, bu kitapta ana fikir ne” diye sorsa; tek bir kelime ile ana fikri nasıl tanımlarsınız? Maalesef ana fikir tek kelime ile tanımlanamayacak kadar karmaşık. Tek bir cümle ile anlat derseniz şöyle olabilir: Hayat, inançlarla değil, akıl ve mantıkla yönetilmesi gerekir çünkü hayat her şeyden daha değerlidir. İnanç için bir hayatı bile köreltmemek gerekir. Kitabın ana fikri bu. Röportaj: Ahmet YÜKSEL

76

Edirne – 1920’ler

77


Öykü

Eşkıyanın geleceği güne değin kimse gelip gitmemiş, Fatin efendi yemeklere bile gelmeyerek bazen dışarı çıkarak dışarıda yediğini söyleyerek günlerini konağın mahzeninde geçirmeye devam etmişti. Gün geceye dönüp güneş battığında eli kanlı gözü kara eşkıyalar konağın kapılarına elde meşale dayanmışlardı. Her biri hapishane kaçkını, ırza ve cana kastetmekten çekinmez, parmak, kol keserek ziynet eşyası almaktan çekinmez harami ruhlu haydut kere haydut adamlardı. Başlarında Rodop dağlarının sayılı fırtınalarından koca vücutlu, dağlar ejderhası Serafim Kaptan konağı temellerinden itibaren sarsarak gürlemekteydi: “Vre Saffet efendi! Sana verdiğimiz müddet bitmiştir! Paran canından kıymetli olduğuna göre seni konağınla birlikte yakacağız? Daksi vre?” O korkulu saatte birden bire Saffet Bey’in tam ümidini kestiği anda bir şeyler olmuştu. Karanlıktan vızır vızır seslerle fırlayan fişekler ve top ateşlerini andıran tüfek namlularının çelik parıltılarını görmüştü. Eşkıyalardan kimisi yıkılmış, kimisi sağa sola kaçmaya başlamıştı. Gecenin karanlığında ay ışı altında kara donlu atlara binmiş kara suretli, dev yapılı süvariler elde tüfek eşkıyaların tepesine yıldırım gibi düşmüştü. Atlılardan birisini kılıç çekmiş bir halde Serafim Kaptan’ın üzerine hücum ederek tek vuruşta koca eşkıyanın kafasını koparmıştı. Kalan eşkıyanın aman dilemelerine aldırış etmeyen atlılar yağlı kurşunlarla vücutlarını kalbura çevirdikleri eşkıyaları ölen yoldaşlarının ve reislerinin yanına göndermişlerdi. Evin içinde silah seslerini dinleyerek ölmeyi bekleyen Saffet Bey ve ahalisi, mahzenden çıkıp gelen Fatin’in sözleriyle birlikte rahata ermişti: “Sakın endişe buyurmayın! Gelen paşa hazretleridir. Eşkıyaların kaffesini birden tepelemeye muvaffak olmuştur.” Saffet bey ve ev ahalisi Fatin’in ardından konağın bahçesine indiklerinde kara suretli, yüzü sarılı süvarilerin atlarından inerek toprağı kazdıklarını gördüler. İri yarı, deyim yerindeyse dev gibi bir âdem olan korkunç görünüşlü bir adamın yanında bir aslan kadar iri kara suretli korkunç bir köpekle birlikte cesetleri bir araya topladığını gördüler. Atlarını bahçenin demir parmaklıklarına bağlamışlardı. Bunların başında uzun boylu kara suretli birini gördüler. Aile ahalisinin yanına yaklaştığında ellerinde tuttukları gaz lambalarının ışığında yüzünü görmüşlerdi. Fatin bu adamın önüne gidip el etek öptüğünde onun Şerruh Paşa olduğunu anlamışlardı. İnce uzun boylu, kendinden emin gibi mağrur duruşlu, esmer suretli, sert bakışlı ve kartal misali kemer burunlu, gayrimüslim balkan çetecileri gibi saçları omuzlarına dek inmekte olan pala bıyıklı bir garip kişiydi. Sırtında paltosu, belindeki kabzası işlemeli tabancası, Çerkez kaması ve sol belinden sarkan ucu eğik sipahi kılıcı, elindeki altın savatlı kaması ve başındaki kenarı sarıklı kırmızı fesiyle birlikte, giydiği siyah çizmeler bu adam hakkında tıpkı eski zamanların dağlarında saltanat süren isyancı Osmanlı ayanlarına derebeylerine benzediği intibaını uyandırmaktaydı. Sert duruşlu, kavi bir Balkan ayanıydı. Fatin’e bir şeyler emrettikten sonra adamlarının başına dönmüştü. Fatin ailenin yanına giderek paşanın kendisini konakta beklemelerini söyleyince konağa geçip girişteki büyük sofada beklemeye başlamışlardı. Konağın kapısından içeriye önce silahlı külahlı korkunç görünüşlü dokuz adam geçerek ev sahibini selamladıktan sonra mahzene inmişlerdi. Onlarından içeriye dev yapılı adam girmişti Fatin’le birlikte. Dev yapılı adamın paşanın hususi bahçevanı olmalıydı. Bir süre sonrada içeriye paşa girmişti. Tek kelime konuşmayan bu adam içeriye girer girmez sanki o sert havasından sıyrılmış gibiydi. Çizmelerini çıkartmış, paltosunu ve silahlarını sofadaki somyanın üstüne bıraktıktan sonra herkese selam verdikten sonra önce Ferahnaz hanımın elini öperek sonrada Saffet Bey ve Faruk Nafiz ile tokalaşarak selamlaştıktan sonra salona geçtiler. Ceketinin üzerinde duran Şecaat ve Sadakat madalyaları, sedef düğmeli yeleğinden parlayan altın kösteği, elindeki Oltu taşı tespih ile tam bir salon efendisini andırmaktaydı. Kahve veya çay hiçbir şey istememişti. Sert konuşmasına rağmen İstanbul aksanıyla konuşmaktaydı. Ama buna rağmen tavırlarında eski Osmanlı ayanlarının davranışları ve adetleri belli ediyordu kendini. “Her ne kadar alafranga-i nevi’ye aşina olsak da kökümüz Osmanlı. Erkekler arasına hanımın oturduğu görülmemiştir.

78

79


Öykü

Öykü

Affınıza sığınarak Ferahnaz hanımın bir süreliğine odasına gitmesini temenni ederim. Görüşeceğim bazı hususlar ailenizin erkeklerini ilgilendirmektedir.” Ferahnaz hanım bu hali yadırgasa dahi eski adetleri bildiğinden odasına çıktığında Şerruh Paşa, Faruk Nafiz’e dönerek sordu: “Evli misiniz?” Faruk Nafiz: “Henüz kısmet olmadı paşa hazretleri.” Şerruh Paşa acayip bir sırıtışla: “Evlenmeye bakınız Faruk bey oğlum. Belki suretinizden dolayı kadın kısmı beni nasıl görür diye dertlenmektesinizdir. Hiç düşünmeyin. Kadın kısmı adamda güç ve mevkii arar. Haliniz vaktiniz yerinde. Bunları kullanmaktan çekinmeyin. Şan kazanmaya bak, adamın altına yatmak için can atarlar! Ben dağlarda da bulundum. Nice altmışlık eşkıya gördüm, içlerindeki hırsla nice taze kızlarla güreş tutarlardı! O hırs olmadı mı adama adam denmez!” Adamın kaba saba konuşmasından dolayı Faruk Nafiz’de, Saffet bey de feci halde rahatsız olmuşlardı. Kendi ağzıyla bir dönemler eşkıyalık yaptığını söylemiş, dağ kalelerinde yaşaya yaşa dağ adamı haline gelmiş kadimin kanlı derebeylerinden birisiydi. Paşa Saffet Bey’e dönerek: “Sizi eşkıyadan kurtardım. Paranız size kalsın. Sizden bunun karşılığı tek isteğim bu konağı sizden almaktır. Konağı bana bırakacaksınız.” Saffet Bey: “Burası aile yadigârımızdır paşam. Nasıl size verelim?” Şerruh Paşa’nın yüz hatları çirkin bir hal alırken: “-Bak Saffet efendi. Ben Şerruh Paşa’yım. Eşkıyadan, kabadayıdan, paşadan, ağadan, zaptiyeden korkmam. Ben bu konağı alacağım dedimse alacağım. Siz doğmadan yıllar evvel ben bu dünyada yürüyordum. Ben sizin büyük büyük dedenizin evlenerek içgüveysi geldiğiniz İsmihan hanımın abisi Abdülharis Şerruh Paşa’dan başkası değilim! Derhal kâğıt kalem getirip konağı bana devrediniz.” Faruk Nafiz hem adamın kabalığından hem bu isteğinden tiksinerek olduğu yerden kalkarak salondan çıkmaya hamle etti. O anda salonun kapısının büyük bir gürültüyle kendiliğinden kapandığını görerek olduğu yerde kaldı. Odanın havasının daha ziyade karardığını gördüler. Şerruh Paşa’nın tırnaklarının simsiyah bir şekilde uzadığını, ağzından korkunç derecede sivri iki dişinin fırladığını, gözlerinin kızıla çaldığını gördüler. O paşanın sadece bir derebeyi değil aynı zamanda eski Balkan masallarından fırlamış gelen ürkünç bir gulyabani, kanlı bir hortlak olduğunu o anda idrak ettiler. Şerruh Paşa gürledi: “Hâlâ duruyor musun Saffet!” Saffet bey o an nasıl cesaret edebildiyse salondaki yazı masasının çekmecesinde duran silahını bir koşuda çekip alarak Şerruh Paşa’ya doğrulttuysa da bir anda kapının açılarak o dev köpek kendisini yere yıktı. Köpek hırlayarak ve mezar kokusunu Saffet Bey’in burnuna üfleyerek karabasan gibi üzerine çökmüşken içeriye Fatin ve Sadrettin ile birlikte dokuz adamın içeriye girdiğini gördü. Şerruh Paşa’nın emriyle Fatin bir kâğıt kalem alarak pis bir sırıtışla Saffet Bey’in başına eğildi. Şerruh Paşa, Saffet Bey’in hareket etmediğini görünce bir bakışta adamı Sadrettin’i öne çıkarttı. Sadrettin belinden koca bir satır çıkararak koca eliyle boynunu kavradığı Faruk Nafiz’in boynuna dayadı. Saffet Bey hırsından sesini çıkaramayarak istemeye istemeye kâğıdı imzalayarak konağı paşaya devretti. Fatin kâğıdı paşaya gösterdikten sonra Paşa suratında pis bir sırıtmayla arkasındaki dokuz adama dönerek: “Afiyet olsun. Bunları size bıraktım, yukarıdaki bana yeter!” diyerek Fatin ve Sadrettin ile birlikte odadan çıktı. Odadan korkunç çığlıklar yükselirken adamlarına döndü: “Fatin sen kâğıdı al şimdiden şehre git, sabaha tez elden tasdik ettir. Sadrettin sende bahçeye bir çukur kaz arta kalanları gömersin.” Şerruh Paşa yukarıya çıkan merdivenlere yöneldiğinde kendisine korkuyla bakmakta olan Ferahnaz hanımı gördü. Pis bir sırıtışla merdivenlerden yukarıya doğru kendinden emin bir şekilde yürüyerek kızın üzerine üzerine gitmeye başladı. Ferahnaz korkunç bir kâbusun içinde olmadığından adı gibi emindi. Can havliyle çığlık çığlığa merdivenlerden yukarıya çıkarak odasına doğru koşmaya başladı. Odasının kapısını örterek kilitledikten sonra önüne büyükçe bir sandığı sürükleyerek kapattı. Korkuyla yatağına doğru gerilerken gri bir dumanın kapının ve sandığın altından geçerek odaya dolduğunu gördü. Sisler odanın bir köşesinde toplanarak insan suretini andıran bir görüntü oluşturmaya başladılar. Bir anda

Şerruh Paşa’nın kanlı canlı odanın içerisinde peyda olduğunu gören Ferahnaz gözlerinden akan yaşlarla boğazından gelen hıçkırıkları bastırarak geriledi. Şerruh kızın bileklerini yakaladıktan sonra yatağa fırlatıp kızın kafasını öte tarafa çevirip boynunu açığa çıkardıktan sonra üzerine çöktü. Ferahnaz, mezar kokusunu andıran çürümüş nefesi suratında hissederken Şerruh Paşa sivri dişlerini ortaya çıkararak: “Bugüne kadar hep köylü kısmının eşkıyaların kanları besledi beni. Asil bir boyundan hayat suyu içmeyeli çok zaman olmuştu!” Ferahnaz’ın son hissettiği şey oldukça garipti. Karabasan çökme haliyle, âşık olma arasında, ölüm ile yaşam arasında gidip geliyordu. İçinde hem öte âlemlere dair bir korku hem de tarifsiz bir istek duyuyordu. Şerruh Paşa kızın üzerinden kalktığında pencereden dışarı baktı. Doğmakta olan güneşi görerek mahzene indi. Kendi özel yapımı olan büyük tahta sandukasına girdi. Konağın yeni efendisi asırlık hortlak Istrancalızade Abdülharis Şerruh Paşa, ölüm ile yaşam arasında tuhaf bir uyku haline dalmıştı. Yeni yerleştiği bu yeni yerde yeni kurbanlarını arayacağı kanlı bir geceyi bekleyerek elleri göğsünde kabrinde ölü gibi soluksuz uzanmıştı.

80

81

Öykü: Mehmet Berk YALTIRIK esinipek@gmail.com

İllustrasyon: Mustafa YAŞAR


Sinema

Sinema

DEVIL’S ADVOCATE (1997)

“Sana Tanrı hakkında bir iki sır vereyim! Tanrı, seyretmeyi sever. O bir oyunbozandır! Bir düşünsene. İnsana içgüdüler verir. Sana bu olağanüstü yeteneği verir, sonra ne yapar dersin? Yemin ederim, sırf kendi eğlencesi için, kendi özel kozmik komedi filmi için tam zıttı kurallar koyar.” 82

Kevin Lomax başarılı bir avukattır. Haklı ya da haksız gözetmeksizin girdiği bütün davaları kazanmaktadır. Bu başarılar onu zengin iş adamı John Milton ile karşılaştırır. John Milton ona hayatının kariyer fırsatını ve aklının bile alamayacağı miktarları kazanma imkânını sunar. Fakat ortada bir gariplik vardır. O da Jonh Milton’un dünyanın en eski baştan çıkarıcısı yani şeytanın ta kendisi olmasıdır. Şeytanın Avukatı, 1997 çıkışlı 145 dakikalık bir serüven. İnsanın en bilindik zayıflıkları ve kendine hümanist diyen bir şeytanla ilgili. Andrew Neiderman’ın aynı isimli romanından yönetmeni olan Taylor Hackford’un gözlerinden yansıyan yapım başarılı bir tempoya sahip. İnsanın zayıflıklarını başarılı bir akıcılıkla, hızı azalmayan bir macera eşliğinde ve akılda kalıcı replikleriyle seyirciye aktaran yapım Hollywood sinemasının kültleri arasında bulunuyor. Yapım başarısını aynı zamanda yıldız kadrosuna da borçlu… Kevin Lomax rolüyle izlediğimiz Keanu Reeves ve onun eşini canlandıran Charlize Theron başarılı performanslarıyla göz dolduruyorlar. Lakin asıl yıldız belli. Hollywood’un yetiştirdiği en büyük aktörlerden biri olan Al Pacino… Usta oyuncu yapımda insanüstü bir performans sergiliyor ve izleyeni kendine hayran bırakmayı bir kez daha başarıyor. Abartısız, rahat ve kendinden emin tarzı her daim büyüleyen yıldız oyuncu bu filmiyle de kendinden söz ettirmeyi başarmış gösterime girdiği zaman ve hâlâ keyifle izlenmesinde de büyük bir katkısı var. İnsan zayıflıklarıyla ve kibirle yüklü bir sandık. Açılmak için fırsat kollayan ve şeytan der ki “Kibir benim en sevdiğim günahımdır.” Hepimiz bir yerlerde bir şeyler olmak adına çabalıyoruz. Ama bazen amacımıza ulaşmak için ayaklarımızın altında ezmediğimiz kalmıyor ve oraya ulaştığımızda da daha fazlasını istiyoruz. Bu bizim en büyük günahımız. Ve kullanılıyoruz kendi nefislerimize gizlenen bir şeytan tarafından. Ama ne yazık ki bizim şeytanlarımız Al Pacino kadar karizmatik ve esprili olmayabiliyor. “Asla! Cennette hizmet etmektense cehennemde hüküm sürmek daha iyidir. Neden olmasın? Her şey başladığından beri burada, yeryüzünde her işe burnumu sokuyorum! İnsanoğluna bahşedilen her duyguyu onda yeşerttim! İstediklerini ona sağladım ve onu asla yargılamadım! Neden? Çünkü onu asla reddetmedim. Bütün kusurlarına karşın ben insanoğlunun tarafındayım. Ben hümanistim! Belki de son hümanist…” Hâlâ seyretmediyseniz iyi seyirler… Melahat YILMAZ www.otekisinema.com

83


Tarihte

Tarihte

Bu Ay

Bu Ay

Tarihte Mart Ay'ı Merhabalar, Sayın Gölge-e Dergi okuyucuları geldik insan ayına. Yani Nisan 1 dediğimiz anda şakalarla başlayan keyifli geçmesini umduğumuz bahar ayına. Nasıl mı ortaya çıktı Nisan 1 belki de önce bu konuyla başlamalıyız.

Charlie Chaplin Nisan 1 şakaları ilk kez Fransa’da yapılmaya başlandı. Tarih 01.04.1564… Bu yıl değiştirilen takvime göre, eski yılbaşı sayılan Nisan 1 yerini, yeni yılbaşı sayılan 1 Ocak’a bırakmaktaydı. Nisan’ın birinde yeni yıl kutlamaya alışan halk ve yeni takvim uygulamasını beğenmeyenler çeşitli şakalar yapmaya başladılar. Fransızlar bu şakalara ‘’Poisson D’avril’’ (Nisan Balığı) adını verdiler. Nisan 1 şakaları ilk kez Fransa’da yapılmaya başlandı. Tarih 01.04.1564… Bu yıl değiştirilen takvime göre, eski yılbaşı sayılan Nisan 1 yerini, yeni yılbaşı sayılan 1 Ocak’a bırakmaktaydı. Nisan’ın birinde yeni yıl kutlamaya alışan halk ve yeni takvim uygulamasını beğenmeyenler çeşitli şakalar yapmaya başladılar. Fransızlar bu şakalara ‘’Poisson D’avril’’ (Nisan Balığı) adını verdiler. Namı değer Şarlo beyaz perdenin agu dediği ve insanların bu camda kendi hayatlarına dair kareler bulma döneminin başlarında insanlığa merhaba diyen sevimli, minik adam. Kimileri onu fiziksel olarak Hitler’e benzetse de o insanları en fazla gülmekten öldürmüş olabilirdi. Onun doğum gününde Gölge-e Dergi iftiharla sunar; Charlie Chaplin… Charlie Chaplin (d. 16 Nisan 1889 - 25 Aralık 1977), İngiliz sinema yönetmeni, oyuncu ve yazar. Asıl adı Charles Spencer Chaplin olmakla beraber, yarattığı "Şarlo" (Charlot) karakteri ile özdeşleşti ve öyle anıldı. Londra'nın fakir bölgelerinden birinde doğup büyüyen Chaplin, 1913'de gittiği ABD'de sinemaya başlamıştı. 1914'teki ilk filmi Making A Living'in ardından çekilen Kid Auto Races in Venice filminde bol pantolonlu, melon şapkalı, büyük ayakkabılı, sürekli bastonunu çeviren ve sakar hareketleri ile gülünç mizansenler oluşturan "Şarlo"

84

tiplemesini yarattı. Takip eden yıllar içinde aralarında, The Immigrant, The Adventurer (1917) gibi ünlü filmlerinin de bulunduğu altmıştan fazla kısa filmde oynayarak yeni gelişmekte olan sinemanın da etkisiyle dünya çapında görülmemiş bir üne kavuştu. 1918 yılında çektiği A Dog’s Life ile uzun metrajlı filmlere de başlayan Chaplin, Mary Pickford, Douglas Fairbanks ve D. W. Griffith ile birlikte kurdukları United Artists film şirketinin ortağı olduktan sonra Altına Hücum, Şehir Işıkları, Büyük Diktatör, Asri Zamanlar, Sirk ve Sahne Işıkları gibi başyapıtlara imza attı. Filmlerinde dönem koşulları için imkânsız görülebilen mizansenlere, koreografilere ve akrobatik hareketlere yer veren Chaplin, komedi sinemasının bütün örneklerini sonuna kadar korumakla birlikte, heyecanın ve hareketin asgari düzeye çekildiği sahnelerinde ise dramatik yapısını sergileyebilmiştir. Popülist yaklaşımlara, hiçbir zaman benimsemediği bazı yönetim biçimlerine ve teknolojiye yönelik ağır eleştirilerini ise yine bu komedi tarzının içinde eritmiş ve sessizce seyirciye ulaştırmayı bilmiştir. “Ben insanı inceledim, çünkü onu tanımadan mesleğimde hiç bir şey yapamazdım. İnsanı tanımak bütün başarıların temelidir.” Kendinin de söylediği gibi o insanları incelemeyi ve onları analiz etmeyi iyi biliyordu. Güldürü adı altında yarattığı sanat hem kinayenin en üst düzeyi hem de eleştirinin en öldürücü kılıcıydı. Esprileri zekâ kokuyordu. İnsanlığı ve insan olmayı anlatmaya dair metinler içeriyordu. Chaplin’in ruhuna dua eden bir papaza verdiği cevap bile bu oku da çok şey anlatır. Anekdot şöyledir;

85


Tarihte

Tarihte

Bu Ay

Bu Ay

Papaz, “Tanrı ruhunu affetsin!” Chaplin, “Neden olmasın? Ne de olsa kendi malı…” Yarattığı 'modern palyaço' Şarlo ile dünya üzerinde filmlerinin gösterildiği her ülkede insanların hayranlığını topladı. Fakat Amerika Birleşik Devletleri vatandaşlığını reddetmesi sebebiyle bu ülkede kendisine yönelik olarak bir karalama kampanyası başlatılmasına sebep oldu. Kendisinden bir hayli genç olan kadınlarla yaptığı dört ayrı evlilik, bir dönem kendisine açılan babalık davası, The Immigrant filminde bir ABD memurunu tekmelediği sahne ve son olarak Altına Hücum filmindeki bazı sahnelerin komünizm propagandası olarak yorumlanması gibi olayların etkisiyle sözde bir başarıya ulaştı. Böylece Chaplin’in ABD'ye girmesi yasaklandı. Bunun üzerine karısı ve çocuklarıyla birlikte hayatının sonuna kadar yaşayacağı İsviçre’ye yerleşen Chaplin, ancak 1972 yılında Oscar Özel Ödülü'nü almak için yıllar sonra ABD'ye geri döndü. Takip eden yılda City Lights adlı filme bir kez daha Oscar ödülünü kazanmıştır. 1975 yılında 86 yaşında iken İngiltere Kraliçesi II. Elizabeth tarafından şövalye unvanına layık görülmüştür. Chaplin’in öteki sinema için seçtiğimiz bazı filmleri; Making A Living (1914); oyuncunun beyaz perdeye merhaba dediği film olması açısından önem taşır. Chaplin bu filmde Şarlo karakterinden uzaktır. Rakibinden önce davranıp esas kızı kapan bir düzenbazı canlandırır. Film taşıdığı komedi unsurlarını mükemmel bir şekilde seyirciye aktarmış ve oyuncunun ilk basamağı rahatlıkla çıkmasını sağlamıştır. Kid Auto Races In Venice (1914); Chaplin ilk kez bu filmde karşımıza bol pantolonu, melon şapkası, eski ama iş görür iç yeleği ve kocaman ayakkabılarıyla karşımıza çıkar ve onu hep hatırlayacağımız Şarlo karakterinin temellerini atar. Filmde, çocuklar için düzenlenen bir oto yarışında ışığa koşan kelebek misali kameranın büyüsüne kapılıp sürekli orada çekim yapan ekibin kadrajına girerek işlerine engel olan bir adamı canlandırır. Kendine hâkim olamayıp kameraya her merhaba demeye çalıştığında kovalanan Chaplin seyirciyi yeni tiplemesiyle komedinin doruklarına çıkarır. The Fireman (1916); İşte karşınızda sakar itfaiyeci Şarlo. Hem de en itilip kakılanından. Filmde oyuncu tüm bu güzel özelliklerine rağmen itfaiye binasında karşılaştığı kızın gönlünü kazanmak için elinden geleni ardına koymayan bir çapkını canlandırır. Öyle ki kızın evinde çıkan yangına malzemelerini unutarak gittiğinde yapabileceği tek şey kalmıştır binayı bırakıp kızı kurtarmak. Yine de kızı kapmayı başarır esas oğlan. The Immigrant (1917); Chaplin 1916 – 1917 yılları arasında Mutual Film Corporation’la ileride onun en tanınmış komedi filmleri olma unvanını taşıyacak bir dizi film çekmişti. Bu film onların 11.’sidir. Oyuncu daha sonra yapacağı bir konuşmada bu film şirketiyle geçirdiği zamanın onun kariyerinin en mutlu yılları olduğunu da itiraf edecektir. Film Avrupa’dan ABD’ye gemiyle yolculuk eden bir göçmenin maceraları üzerine kurulmuş, usta

bu filminde komedinin arasına yer yer insanlık hallerini de katarak toplumsal eleştirilerine de yer vermeyi ihmal etmemiştir. 1993 yılında Amerika Birleşik Devletleri Kongre Kütüphanesi tarafından "kültürel, tarihi ve estetik olarak önemli" filmler arasına seçilerek ABD Ulusal Film Arşivi'nde muhafaza edilmesine karar verilmiştir. A Dog’s Life (1918); Film de sevimli köpeğiyle sokaklarda yaşayan ve karnını çalarak doyurmak zorunda olan bir evsizi canlandırır. Bu film aynı zamanda polis tekmeleyerek düzene olan kızgınlığını komedi dilinde haykırdığı, soysaekonomik dengesizliğe de değinmekten çekinmediği filmlerinden olma özelliğini taşır. The Kid (1921); Chaplin’in en çok bilinen orta metrajlı filmlerinden biridir. Filmde sokakta bulduğu bir çocuğu sahiplenmek zorunda kalan bir evsizi canlandırır. Chaplin tek suçu anne olmak olan bir kadının sokaklara terk ettiği bebeği büyütmeye çalışır. Ufaklık seçtikleri mahallede ki camları kırarken Şarlo da o camları değiştirmektedir. Karınlarını bu ufak düzenbazlıklarla doyuran ikilinin düzeni bir doktorun yetimhaneye bu durumu bildirmesiyle bozulur. Chaplin bu filmde de düzene ve dengesizliğe kendi dilinde eleştiriler getirmeyi başarmıştır. The Gold Rush (1925); Altına hücum Chaplin ustanın yönetmenlik, senaristlik, oyunculuk ve yapımcılığını üstlendiği ikinci uzun metrajlı filmidir. Bu filmde yine karşımıza sevimli serserimiz Şarlo olarak çıkar. Yapım o tarihte astronomik sayılabilecek bir maliyetle tamamlanır ve 14 ayda biter. Chaplin daha sonra 1942’de filmi tekrar elden geçirip, kendi bestelediği müziklerle ve kendi kaydettiği diyaloglarla yeniden görücüye çıkarmıştır. Filme oyuncu birçok maceracının yaptığı gibi Alaska’ya altın aramaya gider. Burada buldukları sadece altın olmayacaktır. Paranın ve hırsın insan zihnini nasıl da canavara çevirdiğine şahit olacaktır. Paranın her şey demek olduğunu düşünen bedenlerin birbirlerini nasıl düşünmeden harcadığına şahit olacaktır. Ve dünyanın en az bulunan mucizesine tutulacaktır. Aşka… Filmin en can alıcı kısmı diğer arayıcılarla beraber kaybolduğu ve açlıktan ayakkabısını afiyetle yediği sahnedir. Bu sahne ile film tarihine adını kazıyan bu film ustanın her daim güldürerek düşündürdüğü klişesine de sonuna kadar uyar. Modern Times (1936); Bu film, Chaplin’in Şarlo karakterini son kez canlandırdığı, yapımcılığını, yönetmenliğini, müziklerini derken her bir dokusunda sonuna kadar emeğini eksik etmediği yapımlarındandır. Bu yapımın bir özelliği ise 10 yıldır sinema da ses kullanılmasına rağmen ustanın bu filminin de bazı ses ve müzik efektleri kullanılsa da sessiz film olmasıdır. Charlie, sessiz filmlerin duyguları daha iyi yansıttığını düşünüyordu. Buna rağmen gelişen teknolojiye yenik düşen oyuncunun rekor bütçe ve zamanla çektiği son sessiz filmidir. Charlie, filmde Büyük Ekonomik Buhran sırasında makineleşmenin, bozulan ekonomik ve sosyal

86

87


Tarihte

Tarihte

Bu Ay

Bu Ay

düzenin insanlığa olan yansımalarını sert bir dille eleştirmiş. Duyguların, saygının ve bazı insani ihtiyaçların nasıl sömürüldüğünü cesur bir dille belirtmiştir. Tabii bu tutumu onun kominizim yanlısı olduğuna dair bir takım dedikoduların yayılmasına ve filmin ABD hâsılatının düşmesinden tutunda bazı ülkelerde de aynı sebepten dolayı yasaklanmasına neden olmuştu. Buna rağmen film Avrupa’da çok büyük bir başarı kazanmıştır. Chaplin’in her daim sosyalist olarak nitelediği düşünce yapısının bu şekilde algılanması da onun adına ayrı bir üzüntü kaynağı olmuştu o sıralar. Film tüm zamanların en iyi yapımları arasında 78. sıradadır. The Great Dictator (1940); Film Chaplin’in çektiği ilk sesli filmdir. Filmde Nazi Almanya’sının tıpkısının aynısı başka bir diktatörlükte, kararları ve yönetimi ile ülkesinin kırıp geçiren manyak tanımlamasının tam karşılığı olan Adenoid Hynkel, ülkede kendisine ikizi kadar benzeyen azıcık safça bir Yahudi berberin varlığından habersizdir. Fakat toplama kamplarına götürülenler arasında onu gören askerler onu büyük diktatör zannedince ortaya tadından yenmez bir komedi ve karışıklık çıkar. Chaplin filmde Hitler’i canlandırmakla kalmamış, Nazi Almanya’sını hem de ABD’nin hâlâ barış içerisinde yaşadığı ve henüz savaşa girmediği bir dönemde yerden yere vurmuştur. Film en başarılı hiciv örneklerinden biri olarak gösterilir ve tarihe adını altın harflerle kazır. Oyuncu filmde Nazileri kalpleri ve beyinleri makineden yapılma insanlar olarak tanımlamıştır. Ne yazık ki ruh olmadan bu makine doğru çalışamamaktadır. O dönemde büyük yankılar bulan yapım çok da başarılıdır. King İn The New York (1957); Kral Shahdov talihsiz bir durum sonucu ülkesinde rejim yıkılınca bana da bir ekmek düşer deyip kendini New York’un renkli hayatına atar. Komedinin tüm unsurlarının başarıyla kullanıldığı filmde 50’lerin ABD’sinin siyasi ortamını ve kültürünü biraz da birikimleri sonucunda fırsat bu fırsat sonuna kadar eleştirir. Oyuncu bu sondan 2. filmi ile en iyi müzik Oscar’ının da sahibi oldu. Chaplin Londra’nın fakir semtlerinden birinde doğdu. Fakirliğin pençesindeki yaşamı annesi ve babasının ayrılması ve annesinin bunu takip eden psikolojik problemleri ile iyice zorlaştı. Şarlo zorluğu, ayakta kalmayı ve mücadelenin ağızda metalik bir tat bırakan tınısını çocukluğundan itibaren bildi, öğrendi. Yaşamına ve filmlerine her daim kahkahalar eşliğinde de olsa bu sokak manzaralarını eklemeyi bildi. Katmanların varlığını hiçbir zaman yadsımadı ve nereden geldiğini unutmadı. Yaptığı sayısız filmle düzene, yapılanlara, fakirliğe ve adaletsizliğe karşı çıktı. Birçok ilki kendi dilinde sessizce haykırdı. Bu gün, film endüstrisi denen bir dünya varsa, bu Şarlo’nun eseri desek yalan olmaz sanırım. Beyaz perde demek birçok bakımdan Charlie Chaplin demektir günün sonunda. İlham verdi, fikir verdi ve seyircilerine her daim mutlu bir yüz hediye etti. Onun sessizliğini hatırlamak istiyorsanız mutlaka filmlerinden birini seyredin. Bugün konuşularak ya da milyar dolarlar harcanıp, dünyaları ayağınıza serme vaadiyle sizi beyaz perdeye bağlamaya çalışarak yapılamayanı onun nasıl da karanlık ve titrek bir perdeyle yaptığına bir kez daha şahit olun. Günün sonunda benim yaptığım gibi, belki sizde bizim aracılığımızla bu küçük dâhiye bir kez daha şapka çıkarırsınız. Gülümseyin her daim. “Günün sonunda yapmadıklarınla değil, yaptıklarınla yargılanırsın!” diyen Chaplin’e iyi doğdun diyelim onun için iyi bir dilekte bulunarak… Melahat YILMAZ www.otekisinema.com

88

Daniel Defoe ve Robinson “Böylesine macera dolu bir yaşamı düşünebilir miydim acaba? Hatta başımdan geçen olayları bir başkası anlatsa ona inanabilir miydim? Kuşkusuz hayır! Ama ben tüm bunları yaşadım. Bu serüven dolu hayatı her anıyla, her saatiyle, uzun çok uzun yıllar boyu yaşadım ben… Şimdi düşünüyorum da her şey bir düş bir karabasan gibi geliyor. Kaderimin beni sürüklediği serüvenleri, o ıssız adada geçirdiğim uzun yılları anlatmadan önce, yaşam öykümü kısaca anlatmak istiyorum. Ben Robinson. 1632 yılında York kentinde doğdum. Ağabeylerimden biri İspanyollarla savaşırlarken ölmüş. Öbür ağabeyime neler oldu bilmiyorum. Babam iyi bir eğitim görmemi hukukçu olmamı istiyordu. Babamın bu sözlerini duyunca tüylerim adeta diken diken oluyordu. Çünkü okumaktan, hukuktan falan öylesine nefret ediyordum.” Robinson Crusoe Roman’ından… Daniel Defoe, İngiliz yazar ve gazeteci… 1660 yılında Londra’da doğdu. Çeşitli güçlüklerle ve tehlikelerle dolu bir yaşam geçirdi. Serüven hayatının ayrılmaz bir parçası oldu Defoe’nun. Getirdiği acılarda onun ödediği bedeldi yaşam çeşnisinde. 1685’de İngiltere kralı II. James’e karşı başlatılan ayaklanmaya katıldı. Yaşamının çeşitli dönemlerinde tüccarlık, devlet memurluğu, fabrikatörlük hatta casusluk yaptı. Hatta Osmanlı İmparatorluğu için casusluk yaptığı iddiaları kulaktan kulağa yayılmış bu savı da Defoe’nun aile kökenlerinin Romanya’ya dayandığı bilgisiyle destekleyenler vardır. Defoe her ne kadar İngiliz kültürüyle yetişmişse de ailesi ona Osmanlı geleneklerini de öğretmiştir. Daniel’in İngiliz kültürünü yeren bazı mektupları Osmanlı yetkililerine bilgi ve öneri amaçlı gönderdiği bilinmektedir.

89


Tarihte

Tarihte

Bu Ay

Bu Ay

Robinson Crusoe denizcilik aşkıyla dolu, maceraya düşkün orta halli bir İngiliz ailenin çocuğudur. Babası onun iyi bir eğitim alıp avukat olmasını istemektedir lakin Robinson’un bu tarz hayalleri yoktur. O masa başı bir işi kendi bünyesinde düşünememektedir. Macera onun ruhunu saran bir büyü gibidir ve sonunda bu büyünün çağrısına kulak verir. Babasına karşı gelir ve 19 yaşında kasabasından Londra’ya gitmekte olan bir gemiye atlayarak kaçar. Yolda çok büyük bir fırtına kopar. Robinson tüm bu kâbusun içinde dua eder. Eğer kurtulacak olursa evine dönecek ve bir daha babasına karşı çıkmayacaktır. Gemi fırtınadan kurtulur ama Robinson sözünde durmaz. Gemiciliğe atılır. Afrika’da ticari eşyalar satan bir gemi de çalışırken gemi korsanlar tarafından kaçırılır. Portekizliler sayesinde kurtulur. Brezilya’da şekercilik işine atılır ve zengin olur. Ortağı ona Afrika’ya giderek köle getirme işini teklif eder. Yolda gemi Güney Afrika sahillerine yakın bir yerde batar ve tek kurtulan Robinson olur. Macera ise işte tam burada başlar… Nisan ayı bahara merhaba dediğimiz, yüzümüzün güneşle beraber gülmeye başladığı bir ay. Aşk gelir baharla, güneş gelir ve içimiz ısınır. Bizde sıcaklığın yayılmaya başladığı bu ayda size Charlie Chaplin ve Robinson Crusoe ile kısa bir selam edelim dedik. Ve son olarak baharın romantizmine uygun bir Shakespeare sonesiyle veda edelim. Sevgiler, saygılar bizden size olsun. ‘’Zamanla savaşırım senin sevgin uğruna O seni kemirse de ben can veririm sana…’’ Melahat YILMAZ www.otekisinema.com

40 yaşına geldiğinde gazetecilikte karar kılan Defoe bundan birkaç yıl sonra roman yazmaya başladı. Yayımladığı siyasi yergilerle dolu kitapçıkları yüzünden defalarca hapse girip çıktı. 1731 yılında doğdu yerde Londra’da öldü. Çalkantılı bir yaşamı ve serüven dolu bir kalbi vardı. 1695’e kadar Daniel Defoe ismini kullanan yazar ‘’Büyük Londra Yangını’na ve vebasına da’’ tanıklık etmişti. İflah olmaz bir gezgindi. Tam bir denizcilik tutkunuydu. Altmış yaşına geldiğinde dünya onu Robinson Crusoe’nun yani İngiliz Edebiyatının ilk romanının yazarı olarak tanıyacak ve kuşaklar boyu böyle hatırlanacaktı. Robinson Crusoe, güçlü bir hayal gücünün ürünüydü. Onu kuşaklar boyu taze tutanda buydu aslında. Meşhur İngiliz nesir yazarı, Charles Lamb onun için ‘’Defoe’nun anlatım tavrında, diğer roman ve romans yazarlarının ötesinde bir doğallık vardır,” der. Defoe Robinson Crusoe’yu yazarken İngiliz sömürgeciliğine dolaylı yoldan göndermeler yapar. Adada tanıdığı ve Cuma ismini verdiği siyahî adamı arkadaş, yoldaş olarak tanımlamaz onu kölesi ilan eder. Hatta ona kendi donanımını, dilini ve inanç sistemini öğretmeye çalışır. Cuma onun eğitebileceği kendisinden seviye olarak daha aşağıda olduğuna inanır. Romanda Robinson kendini bir süre sonra düştüğü adanın hâkimi, tek yöneticisi olarak görür. Ada onun kraliyetidir ve orada olan her şey ona aittir. Aynı zamanda Defoe romanda Türkleri korsan, barbar, elde ettiği şeyler için çaba harcamayan, kültürsüz barbarlar olarak tanımlar. Roman bu içeriği ve sömürgeciliğe, köleliğe yaptığı göndermeler dolayısıyla çokça tartışılmış ve sert eleştirilere maruz kalmıştır. Robinson Crusoe, Batı edebiyatının ve Dünya edebiyatının en önemli eserlerinden biridir. Her ne kadar yazım tarzı ve içeriği açısından sert eleştirilere hedef olsa da roman ününü her daim korumuş ve edebiyat tarihine adını altın harflerle yazdırmıştır. Romanın konusuna gelince;

90

91


Kitaplık

Kitaplık

STEVE JOBS ve ZEN The Zen of Steve Jobs Caleb Melby Çeviren: Levent Göktem

TEKNİK ÖZELLLİKLER 1. BASKI: Şubat 2012 İst. ISBN: 978-605-4538-23-2 BARKOD: 9786054538232 BOYUT: 17,8 cm x 25,4 cm İÇ BASKI: Enso Creamy 70 gr KAPAK: Renkli, Kuşe Karton, Amerikan Cilt. SAYFA SAYISI: 80 FİYATI:15,00 TL Çizgi Roman

Jobs’ın tasarım estetiğinin, bilgeliğinin ve ideolojisinin kaynağını anlamak için koleksiyon değerinde bir çalışma. Teknolojiye ve Steve Jobs’ın Budist rahip Kobun’la olan dostluğuna dair bir öykü. Öykümüzün kalbinde Steve Jobs’ın tasarım estetiğini Zen’den esinlenerek şekillendirmesi yatıyor. Kitapta, Jobs ile Japonya’dan Amerika’ya göç eden Kobun arasında 1970-2011 yılları arasında geçenler, Jobs’ın yoğun Budist eğitimi ve bu eğitimin Apple ürünlerine yansıması ele alınıyor. • Steve Jobs’un bir Budist rahip olan Kobun’dan aldığı eğitim bugün tüm dünyaya damgasını vuran Apple ürünlerine nasıl yansıdı? • Jobs’ın o dönemde aldığı “kinhin” adlı yürüme meditasyonunun iş hayatını şekillendirmesinde nasıl etkisi oldu? • Apple ürünlerinde yuvarlak hatların kullanılmasının, Zen öğretisiyle nasıl bir bağlantısı var? • Bir Budist rahip, uzam ve tasarım konusunda Steve Jobs’a nasıl akıl hocalığı yaptı?

Alemdağ Cad. Yanyol Sk.No.5, SBK İş Merkezi B Blok Kat 3, Kısıklı – Üsküdar 34692 Istanbul Tel: 0216 481 29 17, 481 29 18; Faks: 0216 521 10 64 www.optimistkitap.com

92

93


Kitapl覺k

Kitapl覺k

94

95


AFF Ankara

Kitaplık

Mart Ayı, Ankara’da Festival Ayı Bu yıl ülkemizin pek çok bölgesi gibi Ankara da çok sert bir kış geçirdi. Mart ayı geldiğinde 2 aydan uzun bir süredir yerlerin karla kaplı olmadığı bir gün bile geçirme fırsatımız olmamıştı, çevreden hemen her gün bir arkadaşımızın kayıp düştüğüne dair haberler alıyorduk. İçimiz karamışken iki film festivali biz sinemaseverler için ilaç oldu, içimizi açtı, baharı getirdi. Önce !f Ankara, sonra Ankara Film Festivali toplam 11 gün boyunca bizi sinemaya doyurdu. Elbette bir festival takipçisi olarak ben de her iki festivali de yakinen takip ettim, üstelik bu yıl Gölge e-Dergi olarak Ankara Film Festivali’nin basın destekçilerinden biri de olduk, bu nedenle ayrı bir keyif aldık. Siz Gölge okuyucularını festival güncelerine alıştırdık ama bu kez günce fazlasıyla uzun olacak ve nedenle festivallere bölümleri özelinde genel bir bakış atalım istedik. !f Ankara ile 4 Gün Bu yıl !f İstanbul’un Ankara ziyareti 1-4 Mart 2012 tarihleri arasında 4 gün sürdü. Afm Cepa sinemasında düzenlenen festivalin özellikle akşam seansları epeyce izleyici çekti. Festivalde ben de bu 4 gün boyunca toplam 21 seansta 20 uzun, 5 kısa metraj film izleme fırsatı buldum.

Ankara için yapılan seçkide Keş!f bölümünde yer alan filmler açısından epey zengin bir liste vardı. Bu bölümdeki filmlerden Denizde İki Yıl (Two Years At Sea), ormanda tek başına münzevi bir hayat yaşayan bir adamın hayatına götürüyordu bizi. Yönetmen Ben Rivers bu filmi ile minimalizmin doruklarında dolaşıyordu adeta. Siyah/beyaz grenli görüntülerle hiç diyalog içermeyen bu filmde adamın hayatını uzun çekimlerle izliyorduk. Filmin en uç noktası hareket etmeyen bir kamera ile yavaş bir akıntı ile kadrajın ortasından

96

97


AFF Ankara

AFF Ankara

sağına doğru hareket eden botu yaklaşık 10 dakika boyunca izlememizdi. Ama Ankara seyircisinin epey dayanıklı olduğunu da gördüm filmde. Kulağıma “kafama sıkmak istiyorum” gibi cümleler gelse de salonu çok az kişi terketti. Böyle filmlere de ihtiyacımız var dediğim bir filmdi Denizde İki Yıl. Bu bölümdeki Hislerimi İncittin (You Hurt My Feelings) de diğeri kadar olmasa da epey minimalist bir filmdi. Bu filmde 2 erkek-1 kadın hikâyesi anlatılıyordu. Her iki adam da kıza âşık olmasına rağmen birbirleri ile de hem kavga edip hem arkadaş olabiliyorlardı. Filmin esas yıldızları ise adamlarından birinin bakıcılık yapmakta olduğu biri yeni yeni yürüyen, biri daha konuşmayı bile beceremeyen iki ufaklıktı. Çernobil patlamasını konu alan Masum Cumartesi (V Subbotu) ise sinemanın bir başka uç noktasındaydı. Bu filmde aşırı bir hareketli kamera kullanımı vardı ama bu tarz filme gayet uymuştu. Filmin en dikkat çekici kısımları filmin yaklaşık olarak yarısını oluşturan düğün sahnesinde o eğlencenin ortasında birkaç kişinin patlamadan ve sızıntıdan haberi olması ama orayı terk edemiyor olmalarının çelişkisi idi. Üstelik sızıntıyı bilen kişiler herkesi eğlendiren müzisyenlerdi. Hit Filmler bölümünde yer alan filmlerden pek azı Ankara’ya geldi ama gelen filmler de gerçekten başarılı yapımlardı. Arıza Aşk (Bellflower), bardan kız kaldırmaya çalışan bir grup arkadaşın hikâyesi ile başlayıp uçuk kaçık bir romantik komedi olarak devam ediyordu. Filmin bağlandığı nokta ise tam bir trajediydi. Ana karakterlerin temel amacının bir alev makinası yapmak olması da ilginçti. Hikâyenin kuruluşu ve özellikle görsel yapısı ile tam bir bağımsız film örneği vardı karşımızda. Arada flulaşan, sanki kirli bir camın arkasından çekilmiş hissi veren görüntüleri ilk bakışta özensiz çekilmiş sanılabilirdi ama belli ki tam tersi, bu hissi verdirmek için ekstra çaba harcanmış. Çoğunlukla oyuncu olarak tanıdığımız Sarah Polley’nin yeni yönetmenlik denemesi Bu Dans Senin (Take This Waltz) da bir aşk üçgenini anlatıyordu ama bir kadının elinden çıktığı çok belli bir filmdi. Zaman zaman yaşadıkları ilişkide hiçbir sorun olmadığını düşünen erkeklerin aslında kadının içinde ne fırtınalar koptuğunu algılayamayacak kadar duyarsız olabileceklerini çok iyi veriyordu film. Başroldeki Michelle Williams ise bir kez daha ne kadar iyi bir oyuncu olduğunu kanıtlıyordu. Film finaliyle de neden bağımsız filmlerin Hollywood filmlerinden farkını bir kez daha gösteriyordu. Bu bölümdeki Şansa Bak (50/50) filmi ise biraz daha ana akıma yakın bir sinema anlayışı sunuyordu. Kanser gibi bir konuyu duygu sömürüsü yapmadan, komedi kalıpları içinde anlatması başarılıydı ancak sonuçta kanser olan adamın ailesi ile ilişkisini düzeltmesi, gerçek aşkı ve hayatın anlamını bulması gibi klişe sayılabilecek bir hikâye anlatıyordu. Kötü bir film değildi ama bir festival filmi de sayılmazdı. !f Müzik bölümündeki filmlerden üçü Ankara’ya geldi, bunların sadece birini izleme fırsatı bulabildim. Çok Sert Vurdu (Hit So Hard) adlı bu belgesel Hole grubunun eski bateristi Patty Schemel’in hayatını grunge’ın en popüler olduğu günlerden bugüne biraz dağınık bir bakış açısıyla anlatıyordu. Belgeselin bir

kısmı kaçınılmaz olarak Kurt Cobain’den bahsediyordu. O günleri sevenler için iyi bir belgeseldi ama son mesaj olarak uyuşturucu kötüdür, aman kullanmayıp noktasına gelmese daha iyi olacakmış. !f’in Fantastik Filmler bölümünde her yıl gerçekten dikkat çekici filmler izliyoruz. Bu yıl da öyle oldu. İki hayaletin yol filmi olarak özetlenebilecek olan Finisterrae yönetmenin hayal gücünün sınır tanımadığı bir filmdi. Daha hayaletlerin kafalarına beyaz çarşaf geçirmiş iki adam olmasından itibaren filmde pek çok zekice buluş ve espri yer alıyordu. Yine de seyircilerin bir kısmını sıkan bir film olduğunu da söylemek lazım. Filmin son jeneriğini ise çok orijinal bir fikirle akıyordu. Sırf onun için bile izlenebilirdi. Fantastik Filmler bölümünde izlediğim diğer yapım ise Kara Gökkuşağının Ötesi (Beyond the Black Rainbow) idi. Tuhaf bir doktor ve onun hapis tuttuğu hastası çevresinde gelişen film tam bir tribal bilimkurgu örneği idi. Filmin farklı sahnelerde farklı renkleri ön plana çıkaran renk paleti ve ses tasarımı son derece başarılıydı. Ses tasarımının özel önemi son jenerikte yönetmen sonrası ses tasarımcısının adını görmemizden de anlaşılıyordu. 2010 yapımı bu filmi yaparken yönetmen belli ki 70’lere koskoca bir selam çakmış. Birisi 1973 yapımı bir film izleteceğim sana diyerek gösterse hiç şaşırmazdım doğrusu. Festivalin izlenmesi gereken filmlerinden biriydi. Arka Bahçe bölümünde dünyanın hallerine dair belgeseller vardı. Bu belgeseller içinden Evcilik ve Çocuk Gelin (Little Bride) isimli yapımları izleme fırsatı buldum. Her ikisi de ülkemizde 12-13 yaşlarında evlendirilmiş çocukları konu alan belgesellerdi. Çocuk Gelin tek bir hikâyeyi anlatan bir kısa filmken, Evcilik bu olayı farklı şekillerde yaşamış farklı kişilerin tanıklıklarıyla anlatarak daha önemli bir yapım olarak dikkat çekiyordu. Festivalin eşcinsel hikâyelere odaklanan Gökkuşağı Filmler bölümünden de iki film izledim. Bunlardan Haftasonu (Weekend) festivalin de en iyilerindendi. İki erkeğin cinsellikle başlayan ama sadece bir haftasonunda gerçek aşka dönüştüğünü gördüğümüz hikâyelerini anlatan film, başarılı senaryosu ve oyunculukları ile öne çıkıyordu. İran’dan gelen lezbiyen aşk hikâyesi Koşul (Circumstance) ise aynı etkiyi yaratmıyordu. İran’ın dışında çekildiği çok belli olan film, bu özgürlüğünü fazlasıyla kullanmıştı, mesajlarını da biraz fazla doğrudan, seyircinin gözünün içine soka soka vermişlerdi. Hâlbuki İran filmlerinin biraz daha sessiz ve derinden içimize işlemesine alışkınız. Filmdeki aşka da bizi çok fazla inandırmayınca olmamış, olamamış. Yine de İran’ın pek görmediğimiz yüzünü göstermesi açısından önemliydi, sanırım dünya genelinde belli bir ses getirmesinin nedeni de bu. Ev başlıklı bölümde dünyanın farklı köşelerinde yaşayan Kürt sinemacılardan gelen 4 kısa filmin yer aldığı bir seçki izledim. Bu seçkideki tüm filmler iyiydi. En dikkat çeken filmin adı da bölümün adı ile aynıydı, yani Ev (Mal) idi. Bu filmde kırık dökük bir mekânı kendi yaşama alanı haline getiren bir genci ve o gencin

98

99


AFF Ankara

AFF Ankara

çabaları sayesinde o mekânın değişimini izliyorduk. Gencin oradan ayrılmak zorunda kalmasından sonra mekânın hikâyesi devam ediyordu ve mekân önce evsizlerin yerleşim alanı oluyor, sonra da elden geçirilip modern bir eve dönüşüyordu. Film kendi başına da zamanın mekân üzerindeki etkisini anlatması açısından başarılı bir yapımdı ama Kürtlerin yaşadığı mekânların değişimi üzerinden okuduğumuzda farklı açılımlar da yapılabilir. Bu bölümdeki diğer kısa filmlere kısaca değinmek gerekirse, Gitmek (Çûyîn), aynı sınırdan farklı taraflara geçmeye çalışan iki aileyi karşı karşıya getirdiği anla değer kazanıyordu, Kahramanların Toprağı (Welatê Lehengan), İran-Irak savaşının bittiği günlerde savaşın çocuklara etkisini anlatıyordu, Yağmurun Sesi (Dengê Baranê) ise kuşları kafese kapatan bir adamın kulübesinde kilitli kalmasını anlatan, meselesi özgürlük olan başarılı bir kısa filmdi. Yol bölümünde yer alan Bir Gecelik (Nuit #1) sadece bir gecelik bir ilişkiyi anlatıyordu. Haftasonu filmi gibi cinsellikle başlayan bu hikâye daha sonra iki karakterin birbirlerini tanıması ile devam ediyordu. Filme tam anlamıyla bir aşk hikâyesi demek doğru olmaz, daha ziyade iki yabancının birbirlerine kendilerini anlatarak kendi hesaplaşmalarını yaşamalarını izliyorduk. Çoğunlukla monologlarla ilerleyen hikâye zaman zaman fazlaca edebi kalıyordu. Bu bölümde izlediğim diğer film olan Anahtar Deliği (Keyhole) ise ilk bakışta çok seveceğim bir film gibiydi. Gangster döneminde geçen bir Odysseia uyarlaması, stilize bir anlatım, yönetmen Guy Maddin filme dikkatimi çekmişti ama film fazlasıyla karmaşık ve simgesel geldi bana, içine giremedim. Açıkçası festival koşturması dışında ilerde bir şans daha vermek istediğim bir film olarak kaldı. !f Kült bölümünde yer alan Kaspar Hauser Efsanesi (La Leggenda di Kaspar Hauser) gerçekten de ilerde kült bir film olabilir. Kaspar Hauser hikâyesini çok serbest bir biçimde uyarlayan film gerçekten tuhaf bir yapım. Daha filmin başında tekno müzik eşliğinde düello yapan iki Vincent Gallo’nun karşı karşıya olduğu sahne nasıl bir filmle karşılaşacağımızın sinyalini veriyordu. Gallo’nun biri İngilizce, biri İtalyanca konuşan iki karakteri oynadığı filmi herkese tavsiye edemem ama herkes girişine bir baksın derim. Herkes kararını ona göre versin. Nöbetçi Sinema bölümünde izlediğim Aşk Suçları (Koi no Tsumi) ilk anda akla Buñuel’in unutulmaz filmi Gündüz Güzeli’ni (Belle de Jour) getiriyordu. Bunda da başrolde rutin yaşamından kurtulmanın yolunu dışarıdaki cinsellikte bulan bir kadın karakter vardı. Ancak her iki filmin sonradan ilerlediği yol oldukça farklıydı. Burada iki kadın karakter, aralarındaki ilişki ve bir suç meselesi giriyordu işin içine. Her bulduğu fırsatta kızına laf sokan anne karakteri de kısa bir süre görünmesine karşın filmin akılda kalan karakterlerinden biriydi.

ACID 20. Yılını Kutluyor bölümünden de iki film vardı izlediğim. Curling, Kanada’dan gelen yine bir minimalist sinema örneğiydi. Filmde yönetmen Denis Cote çevrelerinden kopuk yaşayan baba-kızı başarılı bir şekilde anlatmış. Cote daha çok genel atmosfere odaklanmış, hatta başka bir filmde ana hikâye olabilecek kimi unsurları kurcalamadan bırakmış. Yönetmeni izlenecek isimler arasına yazdık. Bu bölümdeki diğer film Unutmadan Önce (Avant que J’oublie) ise fazlasıyla kişisel bulduğum bir film oldu. AIDS olmuş eski bir jigolonun şimdi sex için para vermek zorunda olması ilginç olabilir ama fazla tekrarlarla dolu bir film olarak gördüm, doğrusu anlattıkları da çok ilgimi çekmedi. İşte 4 günlük !f Ankara böyle geçti. Doğruya doğru, bir alışveriş merkezinde festival takip etmek o sinema dolu atmosferi tam olarak yaşatmıyor ama olumlu tarafları da yok değildi. Bir defa neredeyse hiç teknik sorunla karşılaşmadık festival boyunca, filmlerin başlama saatleri de hemen hemen hiç sarkmadı. !f, İstanbul kökenli, bol sponsorlu bir festival olunca bol reklam izledik, reklamların sırasını ezberledik ama artık o kadarı da olsun dedik. Festival boyunca canla başla çalışan !f Ankara ekibine başta Hande Erdil ve Bilge Taş olmak üzere tekrar teşekkürler.

100

101

23. Ankara Uluslararası Film Festivali

Yaklaşık 10 günlük bir aradan sonra 15 Mart’daki açılış töreni ile Ankara Film Festivali, 23. kez başkentli sinemaseverlerle buluştu. Senelerdir festivali takip ederim, bu yıl ilk defa zamanımı uydurup açılışa gitme fırsatı bulabildim. Bunun nedenlerinden biri de sanırım senelerdir bir şekilde izleme fırsatını bulamadığım Vesikalı Yarim’i, başrol oyuncusu Türkan Şoray ve senaryo yazarı Safa Önal ile birlikte izleme fırsatıydı. Sinemamızın klasikleri arasına girmiş, hakkında kitaplar yazılmış bir film için evet hakikaten güzel


AFF Ankara

AFF Ankara

filmmiş demek anlamlı olmayacak ama hakikaten güzel filmmiş… O imkânsız aşk ne kadar incelikli anlatılmış, ne kadar güzel oynanmış. Güzel bir açılış töreni sonrası sinema dolu 7 gün geçirdik. Geçtiğimiz yıllarda 10 gün olan festival 3 gün kısalınca ve programda önceden izlediğim film sayısı çok az olunca çok yoğun bir program yaparak 7 günde 35.5 seansta (geceyarısı sinemasında sadece kısa filmleri izleyip çıktım, yarım seans odur), 30 uzun, 28 kısa, 2 de orta metraj film izledim. Bakalım neler izlemişim: Önce yarışmalı bölümlerden başlayalım. Ulusal Uzun Film Yarışmasındaki filmlerin büyük bir kısmını festival öncesinde izlemiştim. Festival sırasında izlediğim Canavarlar Sofrası, Altın Portakal’dan beri gösterime girmesini beklediğim bir filmdi. Filmi izleyince gördük ki herkesin sevmesinin mümkün olmadığı bir filmmiş. İki çiftin akşam yemeğini anlatan film, bilinmeyen bir mekân ve zamanda geçiyor. Mekânın belirsiz kalması için oyuncular İngilizce konuşuyorlar. Günlük hayata anlamsız yasaklar gelmiş, mesela sanat yasaklanmış, sınıfsal ayrımlar daha da çoğalmış, ırkçılık iyice artmış. Bunun yanında cinsellik alabildiğine serbest yaşanabiliyor. Yemeğe hediye olarak bir çocuk getirilip yemek sonrası ona tokat atma seansı düzenleniyor, çocuk ağlamaya başlayınca boğuluyor. Yemek sonrası kusmak bir ritüel olmuş, karının bacaklarından çok tahrik oldum gidip mastürbasyon yapacağım denebiliyor. Bu örneklerden anlaşılabileceği gibi rahatsız edici bir film. Sinemamızda gördüğümüzü hatırlamadığım bir tür. Tam da bu nedenden beğendim ve yoğun bir Buñuel etkisi sezdim. Kusursuz bir film değil ama jüride olsam cesaretinden dolayı bir özel ödül verirdim. Zaten jüri de filmi boş göndermedi. Festivalde izlediğim diğer yarışma filmi ise İz’di. İz (Reç), son dönem çokça örneğini izlediğimiz Kürt sineması diyebileceğimiz türün iyi bir örneği idi. Köyünden göçmüş yaşlı bir kadının son isteğini yerine getirmeye çalışan oğlu ve torununun hikayesi özellikle ikinci yarısıyla etkili. Dağlardaki çekimlere belli ki çok özenilmiş. Finalde olayı Kürt sorunundan öteye taşıması da güzel ve çarpıcı bir dokunuştu. Filmle ilgili en büyük eleştirim bazı oyuncuların donuk oyunları ve filmin girişinde açılan hikâyelerin orada kalması. Bu iki filmi izleyince festival sonunda izlemediğim tek yarışma filmi Mar olarak kaldı. Festival sonrası ödül listesi şu şekilde: En İyi Film: Entelköy Efeköy’e Karşı Mahmut Tali Öngören Özel Ödülü: Aşk ve Devrim En İyi Yönetmen: Yüksel Aksu (Entelköy Efeköy’e Karşı) En İyi Kadın Oyuncu: Nesrin Cavadzade (Güzel Günler Göreceğiz ve Yangın Var) En İyi Erkek Oyuncu: Osman Sonant (Yangın Var) En İyi Yardımcı Kadın Oyuncu: Gizem Erdem (Canavarlar Sofrası) En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu: Ayberk Pekcan (Aşk ve Devrim)

102

Onat Kutlar En İyi Senaryo Ödülü: Yüksel Aksu (Entelköy Efeköy’e Karşı) En İyi Görüntü Yönetmeni: Deniz Eyüboğlu Aydın (Canavarlar Sofrası) En İyi Sanat Yönetmeni: Elif Z. Taşçıoğlu (Nar) En İyi Özgün Müzik: Barış Diri (Canavarlar Sofrası) En İyi Kurgu: Erkan Erdem (Yangın Var) Umut Veren Yeni Yönetmen: Ramin Matin (Canavarlar Sofrası) Umut Veren Yeni Kadın Oyuncu: Ayşe Bosse (Entelköy Efeköy’e Karşı) Umut Veren Yeni Erkek Oyuncu: Gün Koper (Aşk ve Devrim) SİYAD Jürisi Ulusal Uzun Film Ödülü: Canavarlar Sofrası Doğrusunu söylemek gerekirse Entelköy Efeköy’e Karşı sevdiğim bir film olsa da en baba üç ödül olan film, yönetmen ve senaryo ödüllerini almasını fazla bulduğumu söylemeliyim. Yangın Var’a da üç ödül verildiğini düşünürsek jürinin popüler filmlerin iyi örneklerine ödül vermek gibi bir fikir benimsediği düşünülebilir. Yine de Nar’ın sadece en iyi sanat yönetmeni ödülünü alması ve en azından senaryo dalında yine umduğunu bulamaması ilginç. Bir özel ödül almasından memnun olacağımı söylediğim Canavarlar Sofrası’nın SİYAD ödülünü de dâhil ettiğimizde toplam 5 ödülle yarışmanın en çok ödül kazanan filmi olması da biraz fazlaydı sanki. Aldığı ödüller içinde en yerli yerinde olan umut veren yönetmen ödülü idi bence. Diğer ödülleri için jürinin seçimi demeli ama sadece en iyi görüntü yönetmeni ödülü ile ilgili birkaç şey demek lazım. Filmi izlediğimiz seansta görüntü oldukça karanlıktı. Hatta filmin sonundaki söyleşide filmin aslında bu kadar karanlık olmadığı, sinemadaki teknik sorunlardan dolayı elden gelenin en iyisinin bu olduğu söylendi ve yönetmenden özür dilendi. Eğer yanılmıyorsam jüri de aynı gösterimdeydi. Bu durumda filme en iyi görüntü yönetmeni ödülü verilmesi çok doğru gelmedi bana. Ne yazık ki Ulusal Kısa Film Yarışmasındaki gösterimleri programıma uyduramadığım için hiçbir filmi izleyemedim. Bu daldaki ödül listesini vermekle yetinelim: En İyi Kurmaca: Ali Ata Bak En İyi Deneysel: İnfantil Amnezi En İyi Canlandırma: Magnus Nottingham Seçiciler Kurulu Özel Ödülü: Kız Çocuğu Ulusal Belgesel Film Yarışmasında, profesyonel filmler ve öğrenci filmleri ayrı ayrı değerlendirildi. Profesyonel filmler kategorisindeki filmleri de izleme fırsatım olmadı (Evcilik ve Sudaki Suretler filmlerini başka festivallerde izlemiştim ama diğer filmleri izlemediğim için ödüller hakkında bir yorum yapmam doğru olmaz). Öğrenci filmlerinin ise hepsini izledim (süreleri 20-30 dakika civarında olan 7 film vardı bu bölümde). Doğrusu benim için bu bölümdeki en iyi yapım, odun kömürü yapan işçilerin aylar boyu ailecek bu işle uğraşmalarını anlatan Toruk idi. Ayrıca Yalnızlığın İki Yüzü de bir adada

103


AFF Ankara

AFF Ankara

Gelelim festivalin diğer bölümlerine. Bu yıl festivalin ama teması Tektipleşme olarak belirlenmişti. Aynı adı taşıyan bölümdeki filmlerden dördünü izleme fırsatı buldum. Bu bölümde beni en çok etkileyen film Bir Sabah Erkenden (De bon Matin) oldu. Acımasız iş yaşamı ve ekonomik durumun insan üzerindeki baskısı üzerine çarpıcı bir yapım olan Bir Sabah Erkenden, artık yaşlandığı, performansının düştüğü söylenen bir adamın patronlarını vurmasıyla açılıyor ve onu bu noktaya getiren olayları sıralıyordu. Başrolde Jean-Pierre Darroussin çok iyiydi. Zaten genel olarak sevdiğim bir oyuncudur ve ortalama olabilecek bir filmi çekip bir üst seviyeye taşıyabilir. Burada da öyleydi. Bu bölümde yer alan Simurg ise 1996'daki ölüm oruçlarından kalıcı hastalıklarla çıkan bir grubun, 2000'deki ölüm oruçlarına ve hayata dönüş operasyonuna bakışını anlatan bir belgeseldi. Ele aldığı konu dolayısıyla insanın içine oturan, zor izlenen bir filmdi ama 10 yıla yayılmış bütünlüklü bir işti. Unutmamamız gereken şeyleri bize bir daha hatırlattığı için yönetmen Ruhi Karadağ’a teşekkürler. Kişisel olarak bu eylem biçimi ile ilgili kafamda soru işaretleri olduğunu söylemeliyim yine de. Ama o burayı aşacak bir tartışma konusu. Tektipleşme bölümündeki bir diğer film olan Belvedere, Bosna-Hersek katliamından 15 yıl sonra geride kalanların yaşamlarına bakan bir filmdi. Doğrusu aynı konuda daha iyi filmleri izlemiştik, yine de gerçek hayat ve “reality show” karşıtlığı başarılı verilmiş. Tam filmin siyah-beyaz çekilmesinin bir anlamı yokmuş derken, renk kullanımının devreye girmesi ile siyah-beyaz kullanımının nedeni anlaşılıyordu. Filmin artılarından biri de bu kullanımdı zaten. Güzellik (Schönheit) adlı belgesel ise sanırım festival için kendi adıma yaptığım en yanlış seçim oldu. Genel olarak güzellik kavramı, özel olarak de estetik ameliyatlar üzerine sorgulayıcı bir film olduğunu düşünerek girdiğim Güzellik, estetik ameliyat olanların ne kadar mutlu olduklarını gösteriyordu çoğunlukla. Hani neredeyse filmden çıktıktan sonra gidip burnumu yaptırayım diyecektim. Üstelik bu filmi izlemek için Özgür Adamlar (Les Hommes Libres) filmini feda ettim. Özgür Adamlar, 20 Temmuz’da gösterime girecek gibi gözüküyor. Umarım bir terslik olmaz, gösterim kararı iptal edilmez.

Dünyanın Her Köşesinden bölümünde 10 film yer alıyordu, bunlardan 9 tanesini izleme fırsatım oldu. Genellikle iyi filmlerin yer aldığı bir bölümdü. Önce daha vasat bulduklarımdan başlayayım. İran’dan kaçmaya çalışan üç kadını anlatan Üç Buçuk (Seh o Nim) hikayesini toparlayamamış bir filmdi. Çifter Adım (Los Pasos Dobles) da François Augéras adlı sanatçının yaşamından, yarattığı gizemlerden yola çıkan enteresan bir filmdi. İşi Afrika’daki gündelik yaşama getiren, konuyu reenkarnasyona bağlayan filmin çok içine giremediğimi söyleyebilirim. İyi olsa da beklentilerim yüksek olduğundan olsa gerek hafif çaplı hayal kırıklığı yaratan iki film vardı. Öğrenci (El Estudiante), okumak için Buenos Aires’e gelen bir gencin kızlarla ilgilenerek başladığı yıla, sıkı bir politik mücadeleyle devam etmesini anlatıyordu. Erkekler için en sıkı politik mücadeleye girişin bile başlangıcında kız tavlama isteğinin yattığını gösteren başlangıcı güzeldi. Bir üniversitedeki seçimlere odaklanarak hem günümüz hem de tarihsel politik çekişmeler/çelişkiler üzerinden ilerleyen hikâyesi de başarılıydı. Ancak çok fazla diyalog içeren senaryosu bir yerden sonra takibi oldukça zorlaştırdı. Kayıp Gençlik (Wasted Youth) de Yunanistan’dan gelen ve zevkine güvendiğim arkadaşlardan çok iyi şeyler duyduğum bir filmdi. Yunanistan gençliği ile ilgili neredeyse belgesele yakın sahneleri gayet başarılıydı aslında, depresyondaki polis karakteri de öyle. Ancak iki koldan ilerleyen hikâyelerin kesişmesi ve olayın bağlanışı biraz zorlama geldi. Hanımefendi ve Kum Adam (Der Sandmann) eğlenceli bir fantastik komediydi. Her yere vücudundan kum sızdıran, bu kumu koklayanların uyuduğu bir adam, yetenek yarışması için gece yarılarına kadar prova yapan bir kadın ve bunların ortak rüyaları, son derece orijinal falcı karakteri de cabası. Çok önemli bir film olmasa da pek keyifliydi. Çok keyifli olan bir başka film ise Hahamın Kedisi (Le Chat Du Rabbin) idi. Çok eğlenceli, cıvıl cıvıl bir Fransız animasyonu olan bu filmde papağan yuttuktan sonra konuşmaya başlayan bir kedi ve onun Yahudi olma çabası, bir yandan da dini sorgulayışı gayet akıcı verilmişti. Çizimler, animasyon ve müzikler de dört dörtlüktü. Cezayir’e biraz fazlaca batılı bir bakışla baktığı yönünden eleştirilebilir. Biz Değilsek Kim (Wer Wenn Nicht Wir), 60'ların Almanya’sında gerçek kişileri anlatması ve bizi RAF’ın kuruluş dönemlerine götürmesi ile değer kazanan bir filmdi. Ancak örgütün içindeki meselelerden çok iki kişinin çalkantılı aşk hikâyesine odaklanmış, o konuyu da iyi irdelemiş. Aslında Baader de bu aşk hikâyesinin 3. ayağı olarak karşımıza çıkıyor. Ancak işin politik tarafına çok girmemek o taraftaki motivasyonu muğlak bırakmış. Açıkçası gerçek kişileri anlatmasa çok ilgimi çekecek bir film olmazdı. Ölüm Benden Sorulur (Marg Kasb Va Kare Man Ast), İran’da para kazanabilmek için hayatlarını ortaya koyan insanların hikâyesiydi. Bu insanların çıkışsızlığı iyi verilmişti ama bir yerden sonra hikâyenin gittiği nokta çok belliydi ve biraz da duygu sömürüsüne kayıyordu. Yine de finalde ölümlerin bile insanların para kazanmak için aynı riskleri almaktan caydırmayacağını göstermesi başarılıydı. Bu bölümün son filmi ise Yarın (Morgen) idi. Göçmen sorunu üzerine Romanya’dan gelen bu başarılı film, sınırı geçmeye çalışan bir karakteri anlatıyordu. Bu karakterin Türk olması bizim için ayrı bir katman katmış filme. Film sınırlar ve göçmenlik üzerine bir şeyler söylerken bir yandan birbirlerinin ne söylediklerini anlamayan 2 adamın dostluğunu anlatıyordu.

104

105

yalnız başlarına yaşayan bir anne-kızı ele alan konusuyla ilginçti. Ancak jüri bu iki filme herhangi bir ödül vermedi. Ama belgesellerin kaliteleri hemen hemen birbirine yakın olduğu için bu ödüller konusunda da bir yorum yapmayarak listeyi veriyorum: En İyi Belgesel Film - Öğrenci: Cneydo En İyi Belgesel Film - Profesyonel: Geçmiş Mazi Olmadı Seçiciler Kurulu Özel Ödülü: Canbaz


AFF Ankara

AFF Ankara

Usta İşi bölümünde iki film vardı. Chantal Akerman’ın Joseph Conrad’ın romanından uyarladığı Budala Almayer (La Folie Almayer), Akerman’ın iyi ama zor filmler yaptığını hatırlattı. Malezyalı genç bir kadın, onun Fransız babası, onunla ilişkileri, aynı zamanda adamın servet arayışı, doğanın içinde uzun uzun ve yavaş yavaş salınan kamerası ile rüya gibi bir filme dönüşmüştü. Açılış ve final sahneleri ile de dikkat çekiciydi. Yine de iki saatlik süresinde zaman zaman sıkıldığımı da itiraf etmeliyim. Festivalin en çok merak ettiğim filmi, yaklaşık bir yıldır beklediğim Torino Atı (A Torinói Ló) idi. 2,5 saatlik bu filmin çok zor olduğu, geçen yıl İstanbul Film Festivali’nde salonun yarısının çıktığı söyleniyordu. Filmi festivalin son filmi olarak izleyecektim ve o güne kadar fazlaca yorulmuş olabileceğimi, filme odaklanamayacağımı düşünüyordum. Korkum tamamen yersizmiş. Karşıma gözlerimi perdeden ayıramadığım, nefes bile almadan izlediğim bir film çıktı. 146 dakika, sadece 30 plan ve hipnotize edici bir film. Bir baba-kız ve atın 6 gün boyunca tekrar eden rutinleri ancak bu kadar etkileyici olabilir. Zor bir yaşamdan zifiri karanlık bir dünyaya giden hikâyesiyle insanoğlunun kendini tüketmesi anlatılmış adeta. Béla Tarr, bu son filmim demiş, saygımız sonsuz ama keşke fikrini değiştirse. Bu yılki festivalin Torino Atı dışında benim için en büyük kazancı izlemediğim Toplu Gösterim bölümünde Robert Altman filmlerini keşfetmek oldu. Ustanın programda yer alan yedi filminden altısını izledim. Çoğunlukla bilinen ya da hakkında daha rahat bilgi bulunabilecek filmler olduğu için bu filmler hakkında fazla detaya girmeyeceğim. Altman, Bizim Gibi Hırsızlar (Thieves Like Us) ile suç filmlerinde, McCabe ve Bayan Miller (McCabe & Mrs. Miller) filmiyle ise western filmlerinde yenilikçi işlere imza atmış. Adeta bir Bergman filmi gibi duran Üç Kadın (3 Women), farklı özellikle sahip kadınların kişiliklerinin benzerlikleri ve zıtlıklarına odaklanıyor ve finalde adeta bu kadınları birbirinin yerine geçiriyor hatta aynı kişi oldukları izlenimi veriyordu. Hayal ve Görüntü (Images) ise olayı bir adım ileri taşıyor, hayal ve gerçek arasındaki sınırı iyice belirsizleştiriyordu. Brewster McCloud ve MASH ise Altman’ın aynı zamanda ne kadar iyi bir komedi zekâsı olduğunu hatırlatıyordu. İlki tam bir absürd komedi iken, artık sinema tarihinin klasiklerinden biri olan MASH için zaten fazla bir şey söylemeye gerek yok. Tek bir çatışma sahnesi olmayan antimilitarist bir savaş filmi, hem de fazlasıyla komik. Bu filmler sayesinde Altman’ın hemen her filminin gözü kapalı izlenebileceğini görmüş olduk. Festivalin Mısır’a ayrılmış olan Ekmek, Değişim ve Sosyal Adalet başlıklı bölümünde çok fazla film izlemedim. Kahire’den Kaçış (El Khoroug), Mısır’da Müslüman bir erkekle Hristiyan bir kızın aşkını anlatırken arka planda kişisel ilişkiler açısından Mısır’a bakıyordu. Çıkış noktası fena sayılmazdı ama bir yerden sonra klişelere teslim oluyordu. Sinemasal açıdan da çok fazla bir şey vaat ettiği söylenemeyecek bir film. Aynı yapım şirketi tarafından yapılan Kahire 678 (Cairo 678) ve Esma (Asma’a) filmleri ise benzer özellikler taşıyordu. İlki Mısır’da kadınların karşılaştığı cinsel taciz olaylarını, ikincisi ise Mısır’da AIDS

hastalarına bakışı konu eden, gerçek olaylardan uyarlanmış filmlerdi. Her ikisi de oyunculuk ve yönetim açısından sınıfı geçen ama bazı noktalarda fazla mesaj kaygılı, fazlaca öğreten adam moduna giren yapımlardı. Belli ki zaten amaçlanan da filmi izleyenlerin bu konularda bilinç kazanması imiş. Bu filmlerden en çok aklımda kalan, adının Maged El Kedwany olduğunu öğrendiğim oyuncu oldu. Özellikle Kahire 678 filmindeki polis dedektifi rolünde şahaneydi. Festivalin Altman dışındaki ustası Michelangelo Antonioni idi. Görüntünün Mimarı başlığı altında, çok sevdiğim bir yönetmen olan Antonioni’nin ilk dönem 3 kısa belgeseli ve bir uzun filmi yer alıyordu. Belgeselleri o dönem İtalya’da çok popüler olan fotoromanlar, Po nehrinde yaşayan insanlar ve Roma sokaklarını temizleyen işçiler üzerineydi. Özellikle Çöpçüler (Nettezza Urbana) filmi modern belgesel mantığına çok daha yakın bir filmdi. Uzun film olarak izlediğimiz Kadınlar Arasında (La Amiche) ise bir grup kadının hayatını anlatan bir filmdi. Sinema gramerini yenileyen bir isim olarak bildiğimiz Antonioni’nin sonraki filmleri için ufak ipuçları barındırsa da geleneksel sinemaya çok daha yakın duran bir yapımdı. Bu büyük yönetmenin ilk dönemini görmek güzeldi yine de. Özel Gösterim başlığı altında gösterilen Andrej Wajda filmi Korczak, Yahudi soykırımı döneminde yaşayan gerçek bir kişilik olan Dr. Janusz Korczak’ın hayatını anlatıyordu. Kötü bir film diyemem ama o dönemi anlatan o kadar çok film izledik ki bu filmin onlar yanında ayrıt edici, ön plana çıkartıcı çok fazla bir yönü yoktu doğrusu. Üstelik Andrej Wajda’nın da çok daha iyi filmlerini izledik. Gece Yarısı Sineması bölümünde yer alan 3 kısa film de başarılı yapımlardı ama en iyisi gibi gözüken zombilerin ucuz işgücü olarak kullanıldığı bir geleceği anlatan Yaşayan Ölüler (Återfödelsen) ne yazık ki teknik sorunlara kurban gitti. Geçen sene de bu bölüm pek sorunlu geçmişti. Kötücül güçlerle fazla uğraşmaya gelmiyor galiba… Türkiye Panoraması bölümünde 9 kısa ve 2 uzun film izledim. Kısa filmler arasında dikkatimi çekenleri kısaca sıralayayım. Geçmişle bugünü, hayalle gerçeği birleştiren Uçurumun Eşiğindeki Adam zekice bir filmdi. Dört Duvar Saraybosna, nereye gideceği fena halde belli olsa da savaşın yarattığı tahribat üzerine fena sayılmayacak bir filmdi. Baydara absürd bir komedi olarak güzel şeyler vaad ederek başladı ama onun da finali çok belliydi. O Kadın Fatma Girik Değil ise keyif veren, uyarlandığı öyküyü okuma isteği uyandıran bir film oldu. Tüket filmi 1 dakika 17 saniyelik süresi ile ne olduğunu anlamadan tükendi. Belki de bu yönüyle tüketim çılgınlığını anlatıyordu. Bu bölümdeki uzun belgeseller arasında yer alan Dünden Bugüne AST ve Kutluğ Ataman filmleri, ele aldıkları konuları detaylı olarak inceleyen başarılı yapımlar olarak akılda kaldı. Özellikle ilki, Ankara’da yaşadığımız halde AST’ın tarihini yeterince bilmediğimizi hissettirdi. Kısa Sınır Tanımaz bölümdeki filmler üç ayrı seansta gösterildi. Bunlardan sadece birini izleyebildim. O seçkide de 6 film yer alıyordu. Özellikle dikkatimi çekenler Silgi (Sudd) ve Cansız (Desanimado) oldu. Silgi,

106

107


AFF Ankara

AFF Ankara

şehre yayılan ve ancak silgiyle temizlenerek kurtulmanın mümkün olduğu bir salgını, Cansız ise gerçek bir şehirde yaşayan animasyon karakteri anlatmış. Ayrıca Birleşmiş Milletler toplantısında her şey güzel giderken bir anda işin savaşa dönmesini anlatan İran animasyonunun yönetmeni festivale konuk olarak katılmıştı. Ne yazık ki Adem’in Çocukları (Bani Adam) adlı filmin gösteriminde ses seviyesi çok düşük kaldı. Yönetmen filmin tekrar gösterilmesini istedi ama olmadı. Söyleşi sırasında da 9 dakikalık filmin en ince detayları irdelendi, genelde söyleşilerde soru sormayan seyircinin burada coşmasına şaştım doğrusu. Festivalde takip ettiğim son bölüm ise Dünya Hali oldu. Bu bölümde izlediğim belgesellerden Fidel Varken Ne Olursa Olsun (Con Fidel Pase lo Que Pase), Küba’da sıradan bir günde sıradan insanların yaşadıkları ile devrim kutlamalarını karşı karşıya getiriyordu. Durağan yapısı ile zaman zaman sıkıcı bir hal aldığını söyleyebilirim. Kuyu (The Well) ise Etiyopya’da kuraklık dönemlerinde halkın birlikte su çıkarıp birlikte paylaşmaları anlatan güzel bir belgeseldi. Yönetmenler yaşananların arasına girip yorum yapmak istememiş, yaşananların ve görüntülerin gücüne inanmış. Doğru seçim. İşte bir festival de böyle geçti. Festivale yıllardır emek veren Ezgi Yalınalp, Gürkan Büyükturan, Kıvanç Yalçıner ve Emrah Kalan’a tekrar teşekkürler. Ayrıca bu yıl Gölge e-Dergi olarak festivalin basın destekçisi olduğumuzu belirtmiştik. Bu konuda sürekli iletişim halinde olduğumuz ama yüzyüze görüşmenin kısmet olmadığı Müge Çetinkaya’ya ayrıca selamlarımızı iletelim. Elbette geri kalan tüm festival ekibine de. Kendileri de Gölge e-Dergi olarak bize bir plaket vererek teşekkür etmişler. Her ne kadar plaketin verildiği yemek sırasında MASH filmini tekrar seyretmekle meşgul olduğum için katılamasam da sonradan aldığım ve bizi çok sevdiren bu plaketi de buradan sizlerle paylaşalım. Son olarak Ankara’nın bu en köklü festivalinin daha iyiye gitmesi için naçizane birkaç önerim olacak. Sorunlardan festival ekibinin de haberi var ve eminim onlar da seneye daha iyisinin olması için uğraşacaklar. Ama eğer kusurumuza bakmazlarsa bunları da belirtmeden geçmeyelim dedim. • Batı Sineması birkaç yıldır bu festival için açılıyor. Ancak yılda bir açılınca teknik açıdan pek çok sorun çıkması da kaçınılmaz oluyor. Özellikle ses konusunda yaşanan sorunlar (sesin bir artması, bir azalması, senkronun tutmaması) bir yana sinemanın oturma düzeni altyazının okunmasını çok zorlaştırıyor. Ayrıca festivalin ilk günleri fazlasıyla soğuk olan sinema pek çok festival tutkununu hasta etti. Sırf donmamak için bu sinemaya gelmemeyi seçen tanıdıklarım var hatta. Batı Sineması’na festivale verdiği destek için minnettarız ama bu şekilde olmuyor ne yazık ki. İlk kez tek başıma, annem-babam olmadan gittiğim sinema olarak bu sinemanın ayrı bir yeri vardır bende. Keşke iyi bir tadilat sonrası burası tüm yıl hizmet veren bir sinema salonu haline gelse tekrar. Aksi takdirde festivalin başka salonlar bulmasını isterim.

• Her ne kadar sürekli olarak çalışan bir sinema olsa da Kızılırmak Sineması’nda da çeşitli teknik sorunlar vardı. Bunlardan en önemli karanlık sahneleri olan filmlerde görüntünün olması gerekenden çok daha karanlık olması idi. Önümüzdeki yıllarda yine Kızılırmak Sineması ile çalışılacaksa, festival öncesi buna bir çözüm üretilmeli. • Türkçe elektronik altyazı ekibinin bu yıl tümüyle değişmiş olduğunu gördük. Önceki yılların ekibi senelerin deneyimi ile çok daha iyi bir iş çıkartıyorlardı. Bu yıl özellikle ilk günlerde altyazının zamanında yansıtılmasında önemli sorunlar çıktı (özellikle Kızılırmak sinemasında). İlerleyen günlerde deneyimin artması ile bu sorunlar azaldı ama önümüzdeki yıllarda en azından festival öncesi biraz daha çalışma yapılması gerekiyor sanırım. Çevirilerin ise çok iyi olduğunu söyleyemeyeceğim ne yazık ki. • Gösterim sırasında yaşanan kimi sorunları makiniste bildirmek için salonlarda altyazı görevlisi dışında birisinin durması faydalı olur ya da bir şekilde altyazı görevlisinin bu durumlarda içeriye ne şekilde bilgi vereceği planlanabilir. Ne yazık ki iki filmde filmin kayması problemini çıkıp ben bildirmek zorunda kaldım ve filmdeki önemli ayrıntıları kaçırdım. • Festival filmlerinde ara verilmiyor, ancak gösterimlerin yapıldığı makinelerin özelliği gereği 100 dakikayı geçen filmlerde bobin değişikliği için 2-3 dakikalık bobin değiştirme arası olması gerekiyor. Eskiden bu durumun yaşanacağı filmlerde önceden bu bilgi verilirdi. Sanırım festival müdavimlerinin artık bu durumu bildiği düşünülerek söylenmiyor ama birçok kişi bu 2-3 dakikalık arayı film arası olarak düşünüp çıkıyorlar, girmeleri de film başladıktan sonra oluyor. Bu giriş-çıkışlar sırasında hem salonda kalanları rahatsız ediyor, hem de çıkanlar filmin bir kısmını kaçırmış oluyor. Bu yüzden bıkıp usanmadan film öncesinde bu durum duyurulmalı. Önümüzdeki yıllarda teknik sorunların daha az olduğu ve yine 10 güne çıkacak bir festival dileğiyle.

108

109

Hasan Nadir DERİN http://sinemamanyaklari.com/


Fatih YÜRÜR

Pin-up

110


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.