SAYI
10
TEMMUZ 2008
Yıldızlardaki Kurukafalar Yalnız Yürüyen Adam Star Wars: George Lucas’ı Zengin Etmek ! Fantastik Kurgu Yazmak
GÖLGE | Temmuz ‘08
KAPAK İÇİ YAZISI Gölge’de oturup da göbeğini kaşıyan adam var mı, bilmiyorum. Gölge’nin “ağır abisi” (ya da editörü) olarak bir şey fark ettim. “Sabık” editör bir “manifesto” yazmadan gitmiş. Sağ olsun arkadaşlarımız sürekli yazarken-çizerken “Abi bu Gölge’ye uyar mı?” diye soruyorlar. Bari oturup bir manifesto yazayım, dedim... Gölge e-Dergi internette tüketim değil “üretim” için kuruldu ve yazarlarından-çizerlerinden sadece “sevdikleri” şeyleri yazmalarını-çizmelerini istiyoruz. Yayımlanan bütün yazı, resim, çizgi roman ve bilumum malzeme “yayın kurulunun denetiminden geçer”. Aradığımız ortak payda “Gölge’ye uyar mı?” sorusuna cevaptır. Hiçbir yazı-çizgi sansürlenmez. Ya yayımlarız, ya da yayımlamayız. Yayın kurulu dediğimiz şeyden yazmaya-çizmeye niyetli arkadaşlar korkmasın... Arada gaz verirler ama ısırmazlar. Dergiyi aylık ve 50 sayfalık sayılar olarak düşünüyoruz. O kadar yaratıcı ekibimiz var ki nedense hâlâ “50
sayfalık dergi” olamadık. Gölge e-Dergi çizgi roman, edebiyat veya sinema dergisi değildir. Peki “NE”dir? Dediğimiz gibi öncelik “Gölge’ye uyar mı?” sorusunun cevabında saklı. Biz sadece uygun olanları yayımlıyoruz. Öncelikle aradığımız şey “daha önce yayımlanmamış olmak” koşulu... Gölge’ye ne uyar? İşte bunun cevabını aslında sadece okuru biliyor. Gölge’yi okumadan “yazacağım-çizeceğim” diyen arkadaşlara buradan saygılarımı iletiyorum ama zaten Gölge e-Dergi’yi okumadıysanız yolladığınız bize uymaz. Gölge ücretsiz bir dergidir. Okumak için para verdiyseniz kazıklandınız. Biz Gölge’den sadece sizi kazanıyoruz. Bütün zenginliğimiz okuyucumuz. Yine de bu gönül zenginliği ile üreten arkadaşlarımıza telif verememekteyiz. Bir gün reklâm alırsak en azından Boğaz’da ekipçe çay-kahve içeriz. Gölge e-Dergi’de şimdilik karikatür ve şiir yayımlamıyoruz. Gün gelir, onlar da yayımlanır elbette. Ama her Türk şair doğar. Sayfa sıkıntımız var. Karikatürist arkadaşlarımız da öykülerimize illüstrasyon çizerek destek verebilir. “Okura Özel Sayfa” ayırarak sizin de Gölge içeriğinde yer almanızı istiyoruz. Gölge’yi üreten, Gölge’yi tüketen herkese Gölge’den bir merhaba...
A.Hamdi YÜKSEL Gölge e-Dergi Editörü
Hellboy ile Batman’in illüstrasyonu Emrah ÇILDIR Bu dergide yayınlanan tüm yazı ve çizimler yazarlarına-çizerlerine aittir. İzinsiz alıntı yapılamaz, yayınlanamaz. Yazıların içeriğinden yazarları-çizerleri sorumludur Editör: A. Hamdi Yüksel Gölge Yayın Kurulu; Oğuz Özteker, Utku Tönel, Şükrü Bağcı, Emre Özgen http://golgedergi.blogspot.com Gölge e-dergi de yazar ve çizere her zaman ihtiyaç duyulur. Yazmak-çizmek gibi bir yeteneğiniz varsa golge.editor@gmail.com dan bize ulaşabilirsiniz. Aylık süreli yayın (Sayenizde) “Bekliyorum, öyle bir havada gel ki, vazgeçmek mümkün olmasın...” O. Veli KANIK
2
İÇİNDEKİLER
Kapak
Emrah ÇILDIR
Kapak İçi Yazısı Sayfa 2 Fantastik Kurgu Yazmak Sayfa 4 Beyaz Atlı Prens Sayfa 6 Hacer İle Haluk Sayfa 10 Dünya Göğüs Kılı Şampiyonu: CHUCK NORRIS Sayfa 12 Gölge Sayfa 15 Gerçek Orada Bir Yerde Sayfa 20 Uwe Boll Sayfa 22 Şampiyon Sayfa 24 Mike Mignola ile Söyleşi Sayfa 27 Büyücü Sayfa 34 Diary Of The Dead Sayfa 41 Sadece Çizgi Sayfa 43 2007-2008 Sezonu Değerlendirmesi (1) Sayfa 45 “Digital Age Bir Çizgi Roman Dergisi Değil” Sayfa 49 Ben Çeteden Değilim Sayfa 52 Star Wars: George Lucas’ı Zengin Etmek Sayfa 56 Zahiri Sayfa 59 Çizgili Çocukluğum Sayfa 68 Cesaret Dağı Sayfa 70 Okura Özel Sayfa Sayfa 75 Batman: Bir Ortaçağ, Bir Şövalyelik Serüveni Sayfa 76 Yalnız Yürüyen Adam Sayfa 82 Yıldızlardaki Kurukafalar Sayfa 85
A.Hamdi YÜKSEL Gizem ÖLGEN Cengiz BOSTAN Oğuz ÖZTEKER Masis ÜŞENMEZ Yazan: A. Hamdi YÜKSEL Çizen: Cemal KELEŞOĞLU Aylin KONAY Fikret KARAKURT Utku TÖNEL Spencer CARNEY Çeviri : Oğuz ÖZTEKER Volkan KURUT Barış SAYDAM sadece Kaan Hasan Nadir DERİN Gölge ÖZEL Röportajı Aşkın BAYSAL Cansu KORKMAZ Emrah ÇILDIR Murat Tolga ŞEN Filiz GÜR
Ümit KİREÇÇİ Korkut ÖZTEKİN Robert E. HOWARD Çeviri : Oğuz ÖZTEKER
GÖLGE | Temmuz ‘08
FANTASTİK KURGU YAZMAK
Yazmak, hemen her fantastik kurgu okurunun kafasının bir köşesinde yer alan, ulaşılması gereken bir hedef, uyanmayı bekleyen bir dev, ya da bir an önce uyanılması gereken bir kâbustur. Bu seçeneklerden hangisinin gerçekleşeceği kişinin okuma alışkanlığı ve becerisiyle ilgili olmasın karşın, istisnasız her fantastik kurgu okurunun denediği bir yansımadır yazmak. Kafasındakileri kâğıda dökme isteği, hayal gücüne ayna tutma arzusu, elfler, orklar, cinler, devler ve ejderhalarla dolu o kitapları okudukça büyür, okudukça genişler ve sonunda kafanın içine sığmaz olur. Bu ruh hali garip ve genellikle ergenlikle ilgili olmakla birlikte özünde hayal gücünü ve yaratıcılığı barındırır. Bu da iyi yazar olmaya giden yolda fena bir başlangıç sayılmaz. Ancak bu dönemde fantastik kurgu okurunun ilk yazma girişimlerini tanımlamaya kalkarsak, seçebileceğimiz en uygun sözcük naif olacaktır. Ancak Orson Scott Card daha acımasız olacak ki şöyle diyor: [Fantastik kurgu] yazma arzusu genellikle büyük eserlerin ince bir örtü altına gizlenmiş yeniden yazımları şeklinde ortaya konur: örneğin; Tolkien’in yolundan gidenler pek sıklıkla Tolkien’i yeniden yazarlar. Acı olduğu kadar doğru bir söz. Ne yazık ki yazmaya heveslenen çoğu fantastik okuru, - bunun Tolkien’in büyük ve usta bir yazar ve hayalperest olmasıyla da ilgisi var kuşkusuz Tolkien’in haritasını çizdiği yoldan fazla uzaklaşmadan ve genellikle Tolkien’in bastığı yerlere basmaya özen göstererek yazmaya koyulur. Haritalar çizilir, ırklar belirlenir, diller uydurulur ve sonuçta ortaya çıkan manzara genellikle Orta-Dünya’nın ters yüz edilmişi ya da silip, yeniden yazılmış halidir. Çünkü fantastik kurgu için Tolkien’in formülü o kadar sağlamdır ki
4
hata payı bırakmaz. Sağlaması ise elflerle yapılır, süvari birliğiyle de pekiştirilir. Ortaya çıkan metin fantastik kurgu okuyucusuna okumaktan zevk aldığı, tanıdık bir evreni farklı bir elbiseyle sunar. Bunun bir kötü yanı vardır ki, yaratıcılığın ve yeniliğin önünü keser. Oysaki söz konusu fantastik kurgu olduğunda, yaratıcılık işin en büyük kısmını oluşturur. Bu durum aklıma şu soruyu getiriyor: fantastik kurgunun dilimizde çoklukla yeraltından, internet üzerinden devam ettiğini de düşünürsek, neden herkes Tolkien temalı “fanfic” (hayran/okur edebiyatı) yazmaktansa, Tolkien’in aynısını bir kere daha yazıyor? Açık açık Tolkien’i ya da bir başka yazarı sevdiğimizi söylesek ve onun evreninde öyküler kurgulasak ne olur? Amatör yazar için bundan daha iyi bir alıştırma yöntemi ve fantastik kurgu için bundan daha büyük bir tanıtım göremiyorum. Okur edebiyatı ve okur-yazar ilişkisi söz konusu bilim kurgu olduğundaysa apayrı bir yerdedir. Bülent Somay bu durumu şöyle özetliyor: İnsan önce bilim kurgu “fan”ı oluyor, sonra bilim kurgu yazmayı düşünmeye başlıyor. Ama geçmiş olsun: Asimov, Heinlein, LeGuin, Dick, Silverberg, Lem, Bester, Ellison, Vonnegut Jr, Bradbury, bunların hepsi okunmuş, standartlar oluşmuştur. Kolay mı şimdi yazmak? Bilim kurgu meraklısı değilseniz, zaten bilim kurgu yazmayı düşlemezsiniz. Bilim kurgu meraklısı iseniz, en basit öykü taslağınızı bile “ustaların” başyapıtlarıyla kıyaslar, doğmadan öldürürsünüz, çöpe atarsınız. Fantastik kurgu yazarı, bu anlamda bilim kurgu yazarından daha geridedir. Yapılan reklâmların etkisiyle zamanının çoğunu Ejderha Mızrağı gibi ucuz romanlarla harcar ve asıl fantastiği ıskalar. Standardını belirleyebileceği tek yazar Tolkien ya da diğer tek bir isim olduğundan, yazısı okur edebiyatından öte gidemez. Fantastik kurgu yazarının – ki burada okumaktan yazma evresine geçen amatör yazar kast ediliyor – atladığı bir diğer nokta ise, türün içinde bulunduğu kültürden beslendiği derece özgün ve etkileyici olacağıdır. Kendisine kaynaklık edecek destanlar, efsaneler bulmadan, tarihten bihaber bir biçimde yazılacak fantastik kurgu karbon kopya kıvamında kalacaktır. * * * Aşağıda Amerikalı bilim kurgu yazarı Robert Heinlein’ın genç yazarlara verdiği tavsiyelerden oluşan bir liste göreceksiniz. Bu kurallar, sadece fantastik kurgu/bilim kurguyla ilgili olmayıp hemen her türe uygulanabilir. Basit ve kesin olmaları, istenilen sonuca ulaşmanızı sağlayan en büyük etken. * * * * *
Yazın. Yazdığınızı tamamlayın. Düzenleme aşamasına gelene dek, yeniden yazmaktan kaçının. Yazdığınızı pazara çıkarın. (yayınevleri, dergiler vb.) Satılana (-ya da yayınlanana) dek denemeye devam edin.
Son olarak benim de size bir önerim olacak; yukarıdaki listeye bir bakın ve bunlardan kaçını gerçekten yaptığınızı düşünün. İkinci aşamayı geçenlerin bile çok az olduğunu fark edeceksiniz.
Gizem ÖLGEN
GÖLGE | Temmuz ‘08
HACER ile HALUK “Ben seninle evlenemem Hacer…” “Nedenmiş o Haluk?” “Çünkü… Sen kedileri seversin, ben de köpekleri…” “Aman Haluuuk, üzüldüğün şeye bak! Ne olmuş yani ben kedileri seviyorsam… Kediler de, tıpkı köpekler gibi, bizim dünyamıza ait iki evcil hayvan değil mi? Onların da sevilmeye hakkı yok mu? Hem ne güzel işte… Evlenince, bahçemizde köpek, sobamızın yanındaysa bir kedimiz olur…” “İyi ama Hacer, ben uzun boyluyum, sen kısa boylusun… Düğünümüzde nasıl dans ederiz?” “Hiç sorun değil Haluk’çuğum… Ben, o gece uzun topuklu ayakkabı giyerim, sen de benimle dans ederken, hafifçe eğilirsin. Üstelik senin uzun, benim de kısa boylu olmam daha güzel değil mi? Çocuklarımızın her biri orta boylu olur!” “Zaten bu da sorun… Ben oğlan çocuklarını severim, sense kızımız olsun istersin…” “Niye sorunmuş canımın içi… Ben sana bir oğlan, bir kız evlat veririm… Üstelik her ikisi de bizim çocuğumuz olacaklar. Elbet bizlere benzeyecekler… Ve onlar sayesinde birbirini seven iki insan olmaktan çıkıp, gerçek bir aile konumuna yükseleceğiz. Her şey daha güzel olacak…” “Peki ama Hacer, biz farklı renkleri seviyoruz. Ben her zaman maviyi tercih etmişimdir. Sense daima kırmızı beğenmişsindir…” “Bunun da kolayı var Haluk… Yatak takımımızı mavi, perdelerimizi kırmızı seçeriz… Veya evlenince oturacağımız evin odalarını farklı renklere boyatırız… Hem zaten, bu bir zevk meselesi değil mi? Kırmızıyı ve maviyi sevenler olduğu gibi, turuncuyu, pembeyi, moru, beyazı ve siyahı da beğenenler yok mu bu dünyada? Böyle basit şeylerin ilişkimizi bozmasına izin verme sevgilim…” “Ama Hacer sen beni anlamıyorsun… Baksana ben kara kaşlı, kara gözlü, esmer bir gencim, sense yeşil gözlü, sarı saçlı birisin… Aramızda renk uyumu yok!” “Çünkü senin ailen güneyli… Hatta sen söylemiştin, yarı Arap sayılırmışsınız. Dedenin ailesi oradan göç etmiş… Bizimkilerse Balkanlardan gelmişler bu ülkeye… Ama önemli olan her ikimizin de burada yaşıyor ve burayı seviyor olması. Ayrıca, sen nasıl benim sarı saçlarımı beğeniyorsan, senin esmer tenin ve kahverengi gözlerin de benim çok hoşuma gidiyor. Üstelik biz evlenince doğacak olan kızımızın da benim kadar güzel, oğlumuzun da senin gibi yakışıklı olacağını düşünsene… Ne kadar heyecan verici öyle değil mi?” “Tamam da Hacer, biraz hızlı gitmiyor musun? Daha henüz evlenmedik ama sen çocuklarımız doğurdun bile… Üstelik biz evlenemeyiz… Çünkü benim babam fabrikatör! Hem de çok zengin…” “Ne güzel işte… Biz evlenirken nereden para bulacağız, kimden borç alacağız diye düşünmeyiz. Bankadan kredi alabilmek için bir sürü evrak imzalamak zorunda kalmayız… Hem senin baban fabrikatörse, benim babam da onun fabrikasında çalışan bir ustabaşı… Yani mesai arkadaşı sayılırlar. Böylece biz evlendikten sonra bir araya geldiklerinde, kolayca işlerden ve fabrikadaki üretimi nasıl daha verimli hale getirebileceklerinden konuşabilirler…” “İyi de güzelim, bizim tahsillerimiz de farklı… Şu son sınavı da geçince ben uzman doktor, sen de bir yıl sonra stajını bitirince avukat olacaksın. Yani benim hayatım hastanelerde, seninki ise duruşma salonlarında geçecek…” “Ama elbet mesaimiz bitecek ve birbirimize kavuşmak üzere akşam evimize döneceğiz.
10
Çalışma hayatımızdan arta kalan süreyi birlikte geçireceğiz… Ne yani bu sana yetmez mi? Ayrıca hayatımız boyunca avukata akıl danışmak veya sıradan ve basit ağrılar için doktora tedavi olmak zorunda kalmayacağız. Çünkü ömrümüz yettiği sürece evimizde bir avukat, bir de doktor bulunacak! Bundan iyisi olur mu canımın içi?” “Güzel söylüyorsun da, bizim mezheplerimiz de farklı Hacer…” “Olsun ne fark eder? Sonuçta her ikimiz de Allah’a inanmıyor muyuz? Farklı şekillerde ibadet etmemiz neyi değiştirir?” “Doğru değişen bir şey olmaz ama…” “Evet Haluk’çuğum ama?” “Ama yaptığın tüm çözüm önerilerine rağmen ben seninle evlenemem Hacer… Çünkü ben evlenmekten korkuyorum!” “Ben korkmuyor muyum sanki… Hiç şüphen olmasın, ben de korkuyorum Haluk! Nasıl korkmam, daha önce hiç evlenmedim ki… Bu konuda neler yapılması gerektiğini bile tam olarak bilmiyorum… Fakat hiç merak etme, ailelerimiz, bizi seven dostlarımız, evlenmek üzere olduğumuzu öğrenen esnaf bize destek olacak, kol kanat gerecek, bilmediklerimizi öğreteceklerdir. Yeter ki bazı farklı yönlerimiz var diye biz birbirimizden korkmayalım. Eşimizi de kendimiz gibi düşünmeye ve davranmaya zorlamayalım. Sen beni sev, ben de seni seveyim. Ben sana saygı duyayım, sen de bana… Sen benim hayatımı kolaylaştır, ben de sana yaşamında destek olayım. Ayrılıkları, farklarımızı unut, ikimizi bir araya getiren güzel şeyleri düşün. Beni mutlu etmeye çalış, benim de seni mutlu etmeme izin ver.” “Ben daha ne söyleyeyim Hacer… Benimle evlenir misin?”
Oğuz ÖZTEKER oguzozteker@yahoo.com
Vinyetler Turgut DEMİR www.kledergi.com kle.deviantart.com
GÖLGE | Temmuz ‘08
Dünya Göğüs Kılı Şampiyonu: CHUCK NORRIS Seksenler kendine has yıllardır. Modasıyla, müziğiyle, filmleriyle, gençleri ile her açıdan farklı yıllardır. O zaman başarı kazanmış herhangi bir şeyi şu an anlamaya çalışmak imkânsızdır. Seksenlerin özelliğinden midir, soğuk savaşın etkisinden midir bilinmez aksiyon filmleri açısından da sayısız başarı ve başarısızlık öyküsü vardır. Zamanın aksiyon yıldızlarına bakacak olursak Arnold, Slyvester hem fizikleri ile hem de oyunculukları ile tepe yapmışsa da Van Damme gibi Chuck Norris gibi uzak doğu sporlarındaki başarıları ile Hollywood’a gelmiş aktörler de vardır. Van Damme’ı bu listeye sonradan katılan biri olarak şimdilik eleyelim ve Dünya karate şampiyonu Chuck Norris’i biraz yakından tanıyalım. Çocukluğumuzun yıldızlarından olan Chuck Norris döner tekme kavramını sinemaya sokmuş, kendisinden etkilenen birçok genç dimağın “döner tekme geliyor hoca bak şimdi” derken gözlerini hastanenin acilinde açmasına neden olmuştur. Söylence odur ki Chuck’ın seri döner tekmeleri o kadar hızlıdır ki uzay zamanda bükülme yapmaktadır (yersen). Bir tarafı İrlanda kökenli diğer tarafı Cherooke yerlisi olan Chuck Norris bu karışıma rağmen nasıl böyle çirkin kalabildiği halen bilinmemektedir. Aslında kariyerine başlarken bir Brad Pitt güzelliğinde olan Chuck’ın yıllarca Bruce Lee’den yediği darbeler sonucu şeklinin değiştiği söylenmektedir (tamam ben uydurdum ama neden olmasın?). Kendisi Bruce Lee’nin en başarılı öğrencilerindendir. Altı defa Dünya Orta Sıklet Karate Şampiyonluğunu hiç yenilgisiz kazanmış bir ustadır. Buraya kadar tamam, ama tabii ki bu durum onun iyi bir aktör olması için yeterli olamayacaktır. Chuck Norris’in oyunculuğu ne kadar hor görülse de Dövüş Sporları konusunda ne kadar uzman olduğunu belirtmek gereksizdir. 1997’de ulaştığı 8. den siyah kuşak büyük usta onuru 4500 yıldır ilk defa kendisi ile bir batılıya verilmiştir. Chuck’ın ilk yıllarındaki başarıları Bruce Lee’nin ününe ün katmıştır. O da bu duruma daha fazla dayanamaz ve Chuck’ı Way of Dragon filminde düşmanı olarak oynatır. Zamanın renklendirme sistemi Chuck’ın sapsarı göğüs kıllarını gözümüze gözümüze soktuğu o son sahnelerde etkisiz kalmışsa da, ufacık bünyelerimizde “acaba maymunlar cehennemi’ni mi seyrediyoruz?” sorusunu akla getirmiştir. Bruce Lee’nin film boyunca sanki “ulan ben yetiştirdim, götün kalktı deyyus” dercesine ağzını burnunu kırdığı bu zebani yıkılmaz, sürekli ayağa kalkar ve yine Bruce hocasından dayak yer. Böylece dövüş filmlerinin unutulmaz momentlerden (böyle insanlar var işte, arada cümlelerine İngilizce kelime serpiştiriyorlar, ben de özeniyorum ama olmuyor sevgili okur, moment ne lan moment ne?!!) biri yaşanır ve altın kıllarla (aklıma geldikçe midem bir hoş oluyor) sinema tarihindeki yerini alır. Ne yazık ki dövüş sporları tutkunu seyircinin çilesi burada bitmeyecek, karate ringlerinden edindiği şöhreti Chuck, Amerikan Yeşilçam’ında rol bulmak için kullanacaktır. Şöhreti sayesinde Steve McQueen’in de içinde bulunduğu
12
birçok aktörün karate öğretmeni olur ve Allah da yürü ya kulum der. Norris’in ilk baş rolü 1977 yılında Breaker! Breaker!’ la gelir, daha sonra The Octagon (1980), An Eye for an Eye (1981) ve Lone Wolf McQuade (otekisinema sitemizden Murat’ın bu filmle ilgili yazısını okuyun, indirin, ofsette bastırın) ile bir box office şampiyonu olur. Sarı sakallı, inek bakışlı bu Amerikalı, belki de sırf Amerikalı olduğu için Yeni Dünya’da çokça sevilir. Seksenler Canon Films’le yaptığı savaş filmleri ile geçer. Abisini Vietnam’da kaybetmiş olan Chuck Missing in Action filmini abisine adar. Artık tanınan bir aksiyon yıldızı olan Chuck, eskisi gibi kendini ter içinde bırakmadan bazuka, roket atar olmadı, shotgun, Kırıkkale gibi silahlarla düşmanların, özellikle de pis “goministlerin” hakkından gelecektir. Artık Bruce Lee’den dayak yediği yıllar geride kalmıştır. Seksenlerin sonlarında Canon Films topu dikince Chuck Norris’in de yıldızı sönmeye başlar. Önce Delta Force serisinden şutlanır, sonra da vurdulu kırdılı filmlerin gişede iş yapmamasından kapılar yüzüne kapanır. Karate ringlerinde yenilmemiş Chuck, pes etmeyecek ve bu mali krizi atlatma yolu da televizyon olacaktır. 1993 yılında başladığı, ülkemizde de yayımlanan Walker, Texas Ranger dizisi büyük başarı sağlar ve Chuck’a kaybettiği şöhreti tekrar getirir, ama hiçbir zaman beyaz perdeye büyük bir rolle geri dönemeyecektir. Bir Cumhuriyetçi olan Chuck Norris dışının çirkinliği gibi içi de bir garip oğlandır. O kadar karate eğitimine rağmen kişisel silahlanmayı destekler, homoseksüelliğe, evrim teorisine karşıdır. Sanırım, Türkiye’ye uğrarsa AKP mitinglerine gidip türbanın serbest bırakılmasına da destek verecektir. Bence ilginç bir durum da Chuck Norris ile Cüneyt Arkın’ın hem kişilik hem kariyer olarak benzerlikleridir. Tabii ki Cüneyt Arkın’ın karizmasına ve yakışıklılığına ve hatta rol kabiliyetine yanaşamayacaksa da, onun karate bilgisi Cüneyt ağabeyimizden üstündür. Ancak Amerikan gençliğinin Chuck Norris’e bakışı ile Türklerin Cüneyt Arkın’a bakışı aynıdır. Hem ilginç bir saygıyla, hem de dalga geçmeye hazır bir şekilde yaklaşmaktayız ikisine de. Yalnız ikisi arasındaki bu ilginç benzerlik uzun yıllar sonra medeniyetler çöktüğünde, bence yeni uygarlıklar bizi araştırırken ışık tutacak, Mısır ve İnka piramitlerinin benzerliği gibi bir etki yapacaktır torunlarda. Yıllar yılı üstlendiği ülkesini kurtaran kahraman rolü, internet gençliğinin cinliği sonucu Chuck Norris’in başını da ağrıtacaktır. Bir süper kahraman mertebesine getirilen Chuck böylece www.chuck-
GÖLGE | Temmuz ‘08 norrisfacts.com sitesi ile tekrar ortaya çıkar. Önce site ile uğraşıp, dava etse de sonunda yola gelip kendisi de bu eğlencenin parçası olacaktır. Böylece internet mahir gibi bir üne kavuşur. Ünlü ABD’li şovmen Canon O’Brien da uzun yıllar şovunda Texas Ranger’dan sahneler gösterip dalga geçmiştir. Bu bölüm o kadar ünlenmiş ki, bir süre sonra şovun önüne geçmiş ve sonunda bir mizansenle Chuck’ın stüdyoya girip, döner tekmesini O’Brien’a indirmesiyle son verilmiştir.
Siteden Bazı Chuck Norris Gerçekleri:
* Evrim teorisi diye bir şey yoktur. Sadece Chuck Norris’in yaşamasına izin verdiği bir yaratıklar listesi vardır. * Irak’ta kitle imha silahı bulunmamaktadır. Çünkü Chuck Norris Oklahoma’da yaşamaktadır. * Genel kanının aksine, ABD demokrasiyle yönetilmemektedir. Ülkenin rejimi Chucktatörlüktür. * Apple, Chuck Norris’in dinlediği her şarkı başına 0,99 cent ödemektedir. * Chuck Norris kitap okumaz. İstediği bilgiyi alana kadar onlara bakar. * Chuck Norris’in gözyaşları kanseri iyileştirebilir. Ancak ne yazık ki kendisi bugüne kadar hiç ağlamadı. * Lezbiyen diye bir şey yoktur, sadece Chuck Norris’le henüz karşılaşmamış kadın vardır.
Masis ÜŞENMEZ masisus@gmail.com www.otekisinema.com
14
GÖLGE | Temmuz ‘08
GERÇEK ORADA BİR YERDE
Birileri bizi izliyor…
Bir zamanların modası hâlâ devam ediyor mu bilemiyorum ama bu “paranoyak” tutkumuz hâlâ devam ediyor. Her zamanki gibi bir pazar sabahında, laptop başında forum forum gezerken rastladığım bir başlık aslında bu: Birileri (uzaylılar) bizi izliyor. O siyah beyaz resimden yansıyan ise küçücük, sevimli bir uzaylı. Bir pencere camından içeri bakıyor. İçim ısınıyor bir anda. Nedenini biliyorum. Çünkü ben de dünya dışı yaşama takılı kalmış, hayal etmeyi seven ama bu hayallerin gerçek olacağına inancını yitirmeyen o ruhlardan biriyim. Ekrana uzun süre bakakalıyorum. Yaklaşık 10 dakikalık videonun yakında basına gösterileceği de yazıyor, heyecanımsa artıyor. Sonra düşünüyorum, bu pazar sabahında. Başlığa takılıyorum, dikkatin nereye çekildiğine: İzleniliyor olmak. Önemli olanın bu olduğuna şaşırarak dikkatimi veriyorum. Dünya dışı yaşamın varlığı bizim izleniliyor olmamız mıdır, diye soruyorum kendime. Küçüklüğünden beri gökyüzünü kendine arkadaş bellemiş, yıldızlara isim takmış, orada bir yerde birilerinin de aynı anda kendisini düşünebildiğini hayal etmiş tüm hayalperestler sizce bunu mu önemsiyorlar? Hayır. Buna inanmak istemiyorum, istemediğimi belki de yeni fark ediyorum. İzleniliyor olmanın önemini, o yaşamların varlığından fazla göremiyorum. Bu magazin tavırlarından yorulan herkes gibi, ben de artık bir şeylerin açıklığa kavuşmasını ve kanıtları istiyorum.
Çok mu şey istiyorum? Aslında The X Files adlı 9 sezonluk maceradan haberdar olanlar için söylediklerim pek de yabancı gelmeyecektir. Mulder adlı kahramanımız oradan oraya uzaylıların sadece varlıklarından haberdar olabilmek için koşturur durur. Ortağı Scully ise Mulder’ın peşinde gerçeğin farkına neredeyse zorla inanmış bulur kendini. İşin içinden hükümet komploları fışkırsa da “paranoya” yıllarca devam eder ve sizi de vurur. Dünya dışı yaşamın önemi o ana kadar ilgilendirmediyse sizi, bundan sonra en azından bir google araştırması yaptırır. Eğer zaten ilgiliyseniz, internetin nimetlerini sömürürcesine kendinizi bu işe adarsınız. Ama bir de bu hayali sürdürmeyi yıllar önce bırakmış olanlarınız vardır, onlar için etki farklı olacaktır. Bir süre sonra hayatınıza ne kadar da tıkılı kaldığınızı fark edersiniz. İşiniz, okulunuz, aşkınız aslında o kadar yer kaplamaktadır ki şu kısacık yaşamınızda,
20
gökyüzüne bakmayı ve hayaller kurmayı unuttuğunuzu fark edersiniz, acı bir şekilde. Önemli olanın hangisi olduğuna şaşırabilirsiniz. Sırayı şaşırabilirsiniz, evet. Birkaç gün devam edersiniz belki, kendinize kızarak ah çekerek, çocukluk düşlerinizi nasıl da boşladığınıza yanarsınız. O birkaç gün, kahve, ağızda kurşun kalem, günlük sohbet araçları kapalı, gece lambası açık, araştırma ruhu tavan yapmış halde, gözler kanlanmış ve bilgi yumağı olmaktan gururlu bir ifadeyle sabahlara varırsınız... Sonra yavaş yavaş bilgiye doyduğunuzdan, geri çekilişiniz başlar. Kabul etmek istemezsiniz ama bıkmaya başlamışsınızdır. O doyum, sizi günlük yaşamdan çekmiş ve rahatlatmıştır, lakin sürdürme hevesiniz gitmektedir. Bir şey yapamayacağınızı bilirsiniz, çünkü on sekizinizde de yenik düşmüştünüz aynı duruma. Sınav girmişti araya, sınava lanet etmiştiniz. Aslında sorsalar astronot olmak isterdiniz ama hiç o kadar çalışmamıştınız ki! Bazen, tüm bu bilme aşkının ve hevesin bir kaçış yolu olduğunu düşünebilirsiniz. Sıradan yaşamımıza belki de böyle renk katmayı seviyoruzdur. Sabahlara kadar açık kalan ve dünya dışından bir sinyal arayanlarımız, aslında olmayan amaçlarını böylelikle var ediyorlar belki de. Bazılarımız kaçıştan, bazılarımız amaç arayışından… Ama sonuçta arayan, arayışı sürdüren herkes, o hazzı yaşıyordur işte. Aramayı durdurduğunuz anlarda bile, bilirsiniz birilerinin orada bir yerde var olduğunu. Otobüs camından dışarıya bakarken ve o harika vokal sizi o camın dışına çıkarmışken, hissedersiniz… The truth is out there!* *Gerçek, orada bir yerde
Aylin KONAY theredandtheblack@windowslive.com
Yazarın notu: Bu gazetelerde yer almış ve gerçekliğine inandığım bir fotoğraftır.
GÖLGE | Temmuz ‘08
UWE BOLL
Bu yazının maksadı bir tavsiye niteliği taşımak değil, başlangıçta bunu belirtmek en mantıklısı. Bilakis aşağıdaki yakınmaların esas sebebi, ola ki haberdar olmayan insanlara bir felaket tellalı edasıyla, bu dönemin en yeteneksiz yönetmenlerinden birinin yavaş yavaş bir kült statüsüne ulaşmaya başladığını bildirmek. Varın “lathspell” koyun ismimi. Elçiye zeval olmaz.
Bahsi geçecek olan film Postal, mimarı ise Uwe Boll. Mimar dediğime bakılmasın, aslında kendisi akademik kariyeri olan bir Alman kişi. Mekanik düşünceyi yerleştirerek bu konuda muzaffer olmak elbet mümkün ama ne olursa olsun insan, zorlu bir akademik kariyerin bu zat-ı muhteremde az da olsa bir entelektüel birikim emaresi bırakmasını bekliyor ister istemez. Film yorumları esnasında sarf ettiği vecizelerinden birini buraya aynen yazmak bir fikir edinilmesi için olasıdır; “Bush kendisi Irak’a asla gidemezdi çünkü korkudan altına ederdi.” Birileri Uwe’ye, Bush’a çatmanın siyasi bilinç sahibi bir profil kazanmak için ilk adım olduğunu söylemiş olacak ki dinlediğim tüm yorumlar boyunca bu manasız filmden, zengin bir alt metin çıkartma, kendisine kompleksten uzak siyasi bir kimlik kazandırma çabası içinde. Postal, bilgisayar oyunları geçmişi on yılın üzerinde olan insanların hatırlayacağı üzere, akli dengesini yitirmiş bir adamın, her şeyden habersiz kasaba sakinleri üzerine pervasızca vahşet saçması konseptine dayalı, deşarj olmak için birebir, eğlenceli, kendi halinde bir oyundu. Postal 2’de aynı fikri bu sefer daha derinlemesine ele alıp, bazı dokunulamaz olgulara dil uzattığı için bir nebze tepki gördü ama olay büyümedi. Zaten büyümesine de zerre gerek yoktu çünkü bilgisayar oyunları veya sanal dünya o zamanlar, günümüz medyasının şimdi düşündüğü gibi, haçlı seferleriyle savuşturulması gereken tehlikeler değildi. Güzel zamanlardı o yıllar… Bilgisayar oyunları vahşete sevk eder mi diye sorulursa, “Hayır,” derim. “Neden?” diye sorulursa, “Üsteleme,” derim. Ama konu bu film olduğu zaman büyük harflerle EVET. Şiddetin hedefini söylemeye lüzum yok takdir edersiniz ki. Filmin konusuna değinmek istiyorum, çok içten bir şekilde. Gel gör ki yapamıyorum çünkü ortada, hakkında konuşulacak bir konu yok. Basitçe 11 Eylül saldırılarını düzenleyen El Kaide’nin, doğa tutkunu veganların (Bu ne demek?) ve ipsiz sapsız baş karakterimizin etrafında vuku bulan birbirinden manasız onlarca olayı bir kolaj halinde sunmaktan öteye gitmiyor Postal. Böyle konulara el atan bir filmin eleştiri seviyesi ve derinliği “Abuzer Kadayıf”tan aşağı seviyede kaldığı zaman insan ister istemez endişeleniyor. Aslında telaşa lüzum yok, zira Postal’ın tek isteği trash film statüsüne hak kazanmak ve bunun için de baştan aşağı kuşanmış. Esas mesele, Uwe Boll’un
22
filmine biçtiği değerle filmi izlemeye başladıktan sonra başlıyor. Bu anlamsız sahneleri yönetmenin yorumuyla dinlemeye başlayıp aslında bu filmin “alt metnindeki” gizli mesajları dikkate alınca, Hollywood’un son on yılda çıkarttığı tüm filmlerden daha fazla şey söylediğini ve değerli bir film olduğunu söylüyor Uwe bey. “Tamam Uwe Boll,” diyerek, filmi bir de daha ciddi bir gözle izlemeye çalışıyoruz. 11 Eylül saldırılarındaki uçaklardan birinin kokpitinde iki orta doğulu terörist şehit olduktan sonra kaç tane huriyle beraber olacaklarını tartışıyorlar, bir zenci polis arabasını yavaş kullanan uzak doğulu yaşlı bir bayanı yolun ortasında pompalı tüfekle vuruyor. Bakın tekrar belirtiyorum, bu sahnelerin yaratıcısı insan, az önce dinlediğim yönetmen yorumlarında Ang Lee için “İki tane gay kovboydan bir film senaryosu çıkartabilecek kadar saçma sapan bir yönetmen,” benzetmesini kullandı. Bu filmin patavatsızlığı sadece burada kalsa iyi. Din veya fanatizmin doğurduğu sonuçlar konusunda saatlerce konuşulabilir. Mantıklı, desteksiz, anlamlı veya çocukça onlarca yorum yapılabilir. Uwe Boll ve mevzu bahis filmi Postal ise bu raddede tüm bunlara set çekip Jackass ve Borat muadili, tuvalet mizahıyla beslenen (tuvalet ve beslenme kelimelerini aynı cümlede kullanmamalı!) ve umursamaz tavrıyla kendini tüm bu tartışmaların üstünde gören bir yapıda karşımıza çıkıyor. İşin ilginç yanıysa, şimdiye kadar başında bulunduğu hiçbir projeyi eline yüzüne bulaştırmadan rahat etmeyen bu insanın, en manasız filmiyle (ki “Uwe Boll’un en manasız filmi” olmak öyle az buz bir şey değil) kendisine azımsanamayacak bir hayran kitlesi edinmiş olması. Tekrar belirtmek gerekirse Postal, ciddiye alınmadığı zaman başında manasız da olsa eğlenceli vakit geçirtebilecek kendi halinde bir film olarak kalabilir. Terbiyesizlik olarak görebileceğiniz birçok sahneyi biraz daha ciddiyetsiz bir halde gülerek izleyebilirsiniz. Ama eğer Uwe Boll’un lafını dinleyip, bu filmin bütün tabuları yıkarak taze, yepyeni bir soluk getirdiğini düşünerek izlerseniz filmin sonunda nefessiz kalabilirsiniz. Uwe Boll’un, izlerken eğlenme ihtimali olan bir film yapmış olması bile bence başlı başına büyük bir hadise, ben işin bu tabusal kısmını es geçmeyi yeğlerim. Bir sonraki sayıda görüşmek üzere. Fikret KARAKURT mannsporte.onpunto.com
GÖLGE | Temmuz ‘08
ŞAMPİYON
Bir savaş çocuğuydum. İnsanların hâlâ birbirilerini boğazlayacak kadar çok olduğu yıllarda dünyaya geldim. Etrafımda olup bitenleri anlamak için fazla küçüktüm ve etrafta olup bitenler benim için -ve diğer herkes için- fazla büyüktü. Bir gecede kocaman şehirler yerle bir oluyor, saatler, hatta dakikalar içinde milyonlarca insan ölüyor ve kıtalar bir gecede nükleer bir ölüm sessizliğine bürünüyordu. Babam herhangi bir cephede ölmekle, annem de yeni doğan çocuğuyla hayatta kalmakla meşguldü, bu yüzden o sıralarda neler yaşandığını kimse tam olarak anlayamamıştı. Tüm patırtı sona erdiğinde hâlâ hayatta olduğum için şanslıydım. Toz bulutu dağılıp, yıkımın manzarası netleştiğinde, annemle benim kalacak -ya da gidecek- hiçbir yerimizin olmadığı ortaya çıktı. Büyük şehirler tam bir hurda yığınıydı ve alabildiğine insan kaynıyordu. Yapacak hiçbir şey yoktu ve doymayı bekleyen sayısız mide vardı. Bir gün annem ‘gidiyoruz’ dediğinde elinden tutup adımlarımı onunkilere uydurmaya çalıştım. Büyük bir olasılıkla ortalıkta dolaşan sayısız ‘hayal ülkesi’ söylentilerinden birini duymuş ve kendi aklınca tartıp, mantıklı bulmuştu. Kuzeye doğru giden bir yolda günlerce aç susuz yürüdüğümüzü hatırlıyorum. Sonunda varacağız, diyordu. Ben de dediklerine kanaat edip bir an önce yolun sona ermesini diliyordum. Yol üzerinde birçok insanla karşılaştık. Hırlısı, hırsızı, haydudu, hayalperesti; hepsi bir yerlerdeki dertlerinden kaçıp, başka bir yerdeki umutlarına doğru yol alıyorlardı. Daha iyi olan yanı başınızda değil, yolun sonundaydı. Belki de yolun kendisi kalmaktan daha iyiydi. İnsan yolcu olduğunda bazı şeyleri hoş görüp bazılarının sorumluluğunu üzerinde hissetmeyebiliyor. Varacağımız yere ne kadar uzakta olduğunu bilmediğim bir köyün yakınından geçerken annemin aklına şansını burada denemek geldi. (Yoldayken, kararlarınız çok çabuk değişebiliyor.) Gidip konuşacaktı, sığınma talep edecekti. Denedi. Bizi kabul ettiler. Onlar için de mantıklı olanı buydu. Yüksek duvarlarla çevreleyip gece gündüz nöbet bekledikleri küçük köylerinin içinde yeteri kadar kadın yoktu, olanlar da ya çok yaşlı, ya da çok gençti. Doğurganlık hayati önem taşıyordu. Köyün ihtiyaçları arasında sağlıklı iş gücü -askeri ve sivil- vardı ve bunu da ancak üreyerek sağlayabilirdi. Dışarıdan gelenler genellikle ya hastalıklı ya da fazla radyasyondan mutasyona uğramış olanlardı. Şansları vardı ki biz imdatlarına yetiştik. Bir kaç yıl içinde annem, ikisi erkek, biri ise kız üç çocuk daha doğurdu. Köyün en önemli sermayesi olduklarından, en büyük ilgi köydeki çocuklar üzerindeydi. Her biri, gelecekteki güzel yaşamın teminatı olarak görülüyor ve ona uygun olarak yetiştiriliyordu. O zamanlar yaşım henüz yetişkin denecek kadar olmadığından, bir yandan tüm bu ilginin keyfini sürerken bir yandan da köydeki diğer çocuklarla birlikte tarım, mekanik aletlerin tamiri, savaş, hayvancılık, ilk yardım gibi ileride yapmamın beklendiği işlerin yöntemlerini öğreniyordum. Ailesinin tüm ilgisi üzerinde olan çocuklar gibi, ben de yaşadıklarımın keyfini çıkarıyordum.
24
İnsan yaşadıkça öğreniyor. Ama sorun şu ki, öğrenmek için hayatta kalmak şart. Seçim’i ilk duyduğumda aklımdan geçenler de tam olarak buydu. Hayatta kalmak. Savaş’tan sonra ahlâk ve masumiyet gibi kavramlar yepyeni anlamlar kazanmış görünüyordu. Bu yeni anlamların sağlamasını da çocuklar yapıyordu. Darwin’i söylediklerinden utandıracak olan bu tören, her sene bahar ayında yapılan bir tür “yetişkinliğe kabul” ayiniydi. Töre, köyde yetişkinlik çağına ermiş olan erkek çocukların köyün duvarları dışına bırakılmasını ve geri gelebilenlerin tekrar topluluğa kabul edilmesini öğütlüyordu. Dışarıda; mutant hayvanlar, açlık, susuzluk ve haydutlar gibi türlü tehlikelerle boğuşmaları bekleniyor, böylelikle erkekliklerini ispat etmeleri gerekiyordu. Ya da kısa yoldan, tüm rakiplerini eleyip köyün beklediği şampiyon olabilirlerdi. Savaşın insanlığı nasıl geriletebileceğini orada gözlerimle gördüm. Medeniyet, ilkel kabile yaşantısının radyasyona bulanmış hali içinde yüzüyordu. Tüm bu yamyamlığı daha da eğlenceli hale getirmek ve denklemi biraz daha karmaşıklaştırmak için her yetişkin adayına bir fişek, bir tanesine ise sadece çifte vermeyi uygun görmüşlerdi. Bunu da elimde kırmızı bir fişekle kapı dışarı edildiğimde öğrendim. Bir kere boka battın mı, içinde yüzmek zorundasın. İlk öğrendiğim kural bu olmuştu. Yükselen güneşe karşı, bir grup genç adamla kapının önüne bırakıldığımda herkesin, sanki kırk yıldır bu fırsatı kolluyormuşçasına hesapladığı yöne doğru koşmasıyla yapayalnız kaldım. Aklımdan ilk geçen bir yerlere saklanmak oldu. Önümde uzanan sık ağaçlığa tedirgin adımlarla sokulup, nefesim kesilinceye dek koştum. Gözüme kestirdiğim bir köşe bulduğumdaysa kendimi oraya atarak sessizce beklemeye koyuldum. Bir süre sonra nefes alışlarım düzeldi ve kış uykusuna yatan bir hayvan kadar sessizdim. Ancak beklemek, düşünüldüğünden daha gergin bir durum. Özellikle de eli tüfekli birileri sizi arıyorsa. Elimde belirsiz uzunlukta bir süre vardı ve yapabileceğim fazla bir şey yoktu. Avuçlarımdaki kırmızı fişeği incelerken aklımdan geçenler; diğerlerinin neler yapıyor olabileceği üzerine varsayımlardı. İlk önce herkesin birlikte hareket edip, ortak bir düşman belirleyerek; tüfeğin ortak kullanımıyla ilk olarak onu öldüreceklerini düşünüyordum. Ancak; hayatta kalma mücadelesinin tek gerçek olduğu durumlarda işbirliği hiçbir zaman tercih edilen bir yöntem değildi. İnsanoğlu bencildi; ya da bencil olmak kolayına geliyordu. İnsanoğlu tembeldi. Bu açıdan bakıldığında; kimsenin canını da tehlikeye atmayacağını düşünürsek; herkes için saklanmak en doğru yol gibi görünüyordu. Acaba diğerleri de benimle aynı şeyi mi düşünüyorlardı? Ne de olsa tüfek ve fişek bir araya gelmeden birini öldürmek zordu. Ama herkesin saklanıp diğerlerinin birbirini öldürmesini beklediğini var sayarsak; kimse ölmeyecek, dolayısıyla da kimse köye geri dönemeyecekti. Kış uykusundan uyanma vaktiydi. Saklandığım yerden çıkıp, temkinli adımlarla ağaçların arasında dolaşmaya başladım. Avını arayan bir avcı gibi en ufak bir kıpırtıdan ürkerek ve en küçük sesi dikkate alarak, ne yöne gittiğimi bilmeden ama hissederek ilerledim. Yerde rastladığım ayak izleri doğru yolda olduğumu gösteriyordu. Az sonra, benimle birlikte sabah köyden ayrılan çocuklardan birini yerde cansız yatarken
GÖLGE | Temmuz ‘08
buldum. Boynu kırılmıştı. Ya saklanmaya çalıştığı ağaçtan düşmüştü, ya da... Ona verilen fişeği bulmak için ceplerini yokladım, donunun içine bile baktım. Yoktu. Tam o sırada, fazla uzakta olmayan bir tüfek sesi beni diğerlerinin durumu konusunda aydınlattı. Işığa uçan bir pervane gibi, sesin geldiği yöne doğru hızla koştum. Ateş eden çocuk, namludan boş fişeği çıkardı, yenisini takmak üzere öldürdüğü çocuğun üzerini yokladı. Ölen çocuğun hâlâ hayattayken avucunda sakladığı fişek, yere düşerken bir çamur deryasının içinde kaybolduğundan, kullanılmaz haldeydi. Bu durumda, düşmanımla hemen hemen eşit koşullardaydık. Onda tüfek, bende ise fişek. İkimiz ancak bir adam ediyorduk ve köyün ihtiyacı olan sadece bir adamdı. Aklımdaki sessizlikle, saklandığım yerden fırlayıp yere eğilmiş olan düşmanımın üzerine atladım. Beklenmedik saldırımı, sanki yıllardır bekliyormuşçasına rahat bir hareketle savuşturdu ve tüfeğinin dipçiğiyle karnıma var gücüyle vurdu. İki büklüm halimle yerden zar zor kalkıp üzerine atıldığımda çiftenin namlusunu elleriyle kavrayıp kalkan gibi kullanmayı denedi. Bunun karşısında tek yapabildiğim bacak arasına sıkı bir diz geçirmek oldu. Yere kapaklanmıştı. Tüfeği elinden almak üzere hamle yaptığımda gücünün yettiğince bana karşı koydu, ayağımla boynuna bastığımdaysa uysal bir köle gibi davrandı ve tüfeği bana bırakıverdi. Elime geçirdiğim çifteye fişeği sürerken soluk alışları arasından hırıltılı sesini duydum. “Haydi, yap artık.” Arkamı döndüm, yeni başlayan günün ışığı altında, sakin adımlarla köye doğru yürümeye koyuldum.
Utku TÖNEL kendime.blogspot.com
İllüstrasyonlar Şükrü BAĞCI sembol.deviantart.com
26
HELLBOY, CANAVAR BİR BAŞARI Mike Mignola ile Söyleşi* Hazırlayan; Spencer CARNEY Türklere Sunan; Oğuz ÖZTEKER Çalışma hayatın nasıl gidiyor? Doğrusu, şimdikinden daha iyi bir yöne gideceğini düşünemiyorum. Şu anda küçüklüğümden beri hayal ettiğim işi yapıyorum ve bunu tam 15 yıldır gerçekleştirmekteyim. Bu günlerde yeni kitaplar çıkartmaya çalışıyoruz. Gücümün yettiğince bu konuda çalışacağım. Gerçekten fenomen haline gelmiş kişilerle çalıştım. Şu sıralar Hellboy’u yıllardır hayranı olduğum Duncan Fegredo çiziyor. Guy Davis – ki onun da hayranlarından biriyim – B.P.D.R. adlı kitabı resimliyor. Senaryo konusunda birlikte çalıştığım her iki yazar da, yani Josh Dysart ve John Arcudi, müthiş insanlar. Hangi çalışmanı, “bugüne dek yaptığım en iyi şey” olarak nitelendirirsin? İnsanların söylediğine göre, Ceset (The Corpse) şimdiye dek yazdığım en iyi Hellboy öyküsüymüş. Bu, tek başıma yazdığım ikinci öyküdür. İlk Hellboy senaryosunu John Byrne ile birlikte yazmıştık. Dolayısıyla ilkinde, yanımda bir profesyonelin bulunması sebebiyle kendimi çok daha güvende hissetmiştim. Sonra ilk defa tek başıma Aziz August’un Kurtları’nı (Wolves of St. August) kaleme aldım ve epey zorlandım. Ceset, hemen bunun ardındaki öyküydü. Bu macerayı yazarken, her zaman sevdiğim eski İrlanda masallarından ilham almıştım. Yazarlar da birçok şeyden etkilenirler ve hayranlarının da bunları beğeneceğine inanırlar. Kimi zaman şöyle düşündüklerini kolayca fark edebilirsin, “Beğenip, beğenmemeniz umurumda bile değil ama ben bunu eğlenceli buluyorum.” Ve eğer başkaları da senin yaptığın çalışmaları eğlenceli buluyorsa, bu çok büyük bir getiridir.
GÖLGE | Temmuz ‘08 Diğer Hellboy çalışmalarında görev alanlar da senin kadar eğleniyor mu, ne dersin? Ron Perlman’ı Hellboy olarak gördüğümde kalkıp, “Hey, dizlerini hatalı tasarlamışsınız,” demiyorum. Sonuçta bunların diz olduğunu herkes biliyor. Fakat kalkıp da eserimi çizgi film haline getiriyorsanız ve bunu yaparken benim çizimlerimi taklit etmeye çalışıyorsanız, sadece hatalı yerleri görüyorum. Buna izin veremem. Çalışmalarıma hayran olan birçok kişinin çizgi filmi de çok sevdiğini biliyorum. Dolayısıyla, harika bir iş çıkarıyorlar demem bekleniyor fakat maalesef ben de bu işin içindeyim, ne gibi yanlışlar yapıldığını gayet iyi biliyorum. Hellboy, çizgi roman, sinema filmi ve çizgi film olarak çeşitli biçimlerde hayranlarıyla buluşuyor. Peki, bu sana garip gelmiyor mu? Hayır, bana pek de garip gelmiyor çünkü her etkinlikte farklı biri yetkilidir. Dolayısıyla ben de her işe burnumu sokup, “Hayır efendim, böyle olacak,” demiyorum. Son kararı veren kişi ben değilim. Ancak hem filmin yönetmeni Guillermo del Toro, hem de çizgi filmin yönetmeni Tad Stone hazırladığım çizgi romanın hayranı olduğu için, çok şanslı olduğumu düşünüyorum. Her ikisi de birbirinden çok farklı kişilerdir; bu nedenle, asıl onlara yetki vermek bana ilginç geliyor. Del Toro ile ilk karşılaşmamızda ona şöyle dedim; “Hellboy hakkında istediğin her şeyi değiştirebilirsin. Kendi duygularını ve hissettiklerini yok sayıp, Mike Mignola olsaydım ne yapardım diye düşünmek yerine, bunun başarılı bir Guillermo del Toro filmi olması için çaba sarf etmelisin. Bana, Hellboy’un del Toro versiyonunu hazırlamanı tercih ederim.” Hatta yapılacak bazı radikal değişikliklerin, sinemaya daha uygun olabileceğini bile söyledim. Ancak del Toro elinden geldiğince çizgi romana sadık kalmak istediğini ifade etti. Öykülerinin mekânı hakkında neler söylemek istersin? Dünya gene aynı dünya, ancak bu kez bizimle birlikte canavarlar da yaşıyor burada. Her zaman içinde yaşamak istediğim bir dünya olduğunu söyleyemeyeceğim. Fakat bu dünyanın, kesinlikle benim hoşlandığım şeylerden meydana geldiğini ifade edebilirim. Ben böyle şeyler okuyarak büyüdüm, eski filmlerde ve dergilerde hep böyle şeyler gördüm. Hoşlandığım her şey, orada yerini almış vaziyette. Şayet orada değillerse, bunları mekâna uyarlayabilmek için düşünüyorum, bazı fikir üretmeye çalışıyorum demektir.
28
Çizgi romanlar genellikle aylık olarak yayımlanır fakat senin tekniğin dört veya beş sayıda bir öykü anlatmak üzerine kurulu. Bunu tamamlayınca, sonraki macera için kısa bir ara veriyorsun. Böyle mini seriler yayımlamaktaki amacın neydi? Hellboy’dan önce, 10 yıl boyunca çok kısa sürede bitirmem gereken bir sürü berbat çizgi roman hazırladım. Kariyerimde böyle bir deneyim edindikten sonra, şayet çizgi roman işine devam edeceksem, zaman sınırlaması sorunuyla daha fazla boğuşmak istemediğimi fark ettim. Dört veya beş sayılık ciltler hazırlamanın bana daha uygun olacağını gördüm. Hellboy konusunda hep böyle düşündüm. Ayrıca birçoklarının yapmadığı bir şey daha yaptım; Hellboy için 8, 10 ve 12 sayfalık kısa hikâyeler hazırladım. Sanırım, en iyi Hellboy öykülerimden bazılarını da bunlar oluşturuyor. Bugün, böyle kısa öykülerden oluşan üç cilt yayımlanmış durumda. Hellboy maceralarını hep böyle ciltler halinde yayımlamak, yeni okurlar kazandırıyor mu? Çizgi roman serisine mini serinin ilk cildi olan Yıkım Dölü (Seed of Destruction) ile başlamak – ki ilk film de bu sayının üzerine kurulmuştur – çok mantıklıdır. Fakat kısa öykülerin bir araya getirildiği ciltler de, konuya giriş açısından oldukça faydalıdır çünkü çok çeşitlidirler. Aslında, mini serinin tüm ciltleri, devasa bir öykü anlatmak üzere birbiriyle bağlantılıdır. Yıllar boyunca Hellboy maceraları yazıp, çizdikten sonra ekibe yeni birini kattın. Çizim yapmaktan vazgeçmek zor oldu mu? Kariyerim boyunca en çok zorlandığım şey, artık daha fazla Hellboy çizemeyeceğimi kabul etmem oldu. Hem yazdığım, hem de çizdiğim ilk çizgi roman Hellboy’du. Son birkaç yıldır sadece yazmaya başladım çünkü Hellboy çok farklı yönlere giderek, genişledi. Günün sonunda, özellikle şu günlerde, masanın başına geçip, her şeyi kendi başıma yapmayı özlediğimi fark ediyorum. Bana öyle geliyor ki, en iyi öykülerimi başkaları çizsin diye yazıyorum. Senaryo bitince, “Vay be, neden böyle öyküleri beş sene önce, çizimleri de kendim yaparken yazmadım ki? Bunları çizmek acayip eğlenceli olurdu,” diyorum. Fakat bildiğiniz üzere kapakları hâlâ ben hazırlıyorum. Çizgi roman üzerine çalışmaya başladıktan sonra, öykü anlatımında ne gibi gelişmeler oldu? Farklı yazarlarla çalışmış bir sanatçı olarak, çoğunlukla bana söyleneni yaptım. Fakat kendi başıma yazıp, çizmeye başlayınca çok daha ilginç şeyler yapabildiğimi gördüm. Birkaç yıl önce, The Amazing Screw-On Head adlı bir çizgi roman hazırladım ve bunun şimdiye dek yaptığım en iyi şey olduğunu düşünüyorum. Fakat asla devamını getirmedim.
GÖLGE | Temmuz ‘08 İlk maceralardan sonra hayran kitlen epey genişledi. Bunlar ta başında beri seni izleyenler mi, yoksa bu basit bir grafik aldatmacası mı? Öyle sanıyorum ki ilk filmin gösteriminden sonra, az da olsa bir şeyler değişti. Ancak bir fuara veya sergiye katıldığımda, 10 sene önce de karşılaştığım hep aynı tip insanlarla konuşuyorum. Eserimin çok zekice bir şey olduğunu söylemek istemiyorum ama belli başlı konularda gerçekten öyle. Senaryoda çok fazla mitoloji, yöresel masallar ve benzeri şeyler var. Sadece karakterlerin dövüştüğü bir çizgi roman değil yani. İşin başından beri seriyi takip edenler bulunuyor. Yolumuzda ilerlerken, yeni hayranlar da kazanıyoruz; işte bu çok güzel. Hellboy’u diğerlerinden ayıran en önemli özellikler öyküye kattığın mitolojik ve folklorik öğeler. Eserini başından itibaren bu şekilde mi planlamıştın, yoksa kendiliğinden mi bu hale geldi? Hellboy’a ilk başladığımda, bu bahsettiğin şeylerin bir kısmını çizmek istiyordum. Fakat zamanla bunların çizgi romanın omurgası haline geleceğini hiç tahmin etmemiştim. Okuyucularıma, sıradan birini, kült bir dedektif konumunda sunabilirdim ama Hellboy’u yarattım çünkü bahsettiğim insanı çizmekten sıkılacağımın farkındaydım. Aklımda şöyle biri bulunuyordu; çizmesi son derece keyifli olan, kırmız renkli ve ağırlığı olan bir karakter. Kitaptaki iyi karakterin, tıpkı şeytan gibi kızıl tenli oluşu zaten başlı başına bir komediydi. Hellboy karakteri eseri ele geçirdi ve her zaman için çizmek istediğim folklorik İngiliz ve İrlanda öyküleri çizgi romanın konusunu oluşturdu. Bir anda Hellboy’un özü de bu eski masallarla bağlantı kurdu. Böylece – evet, haklısın – her şey kendiliğinden bu hale geldi. Dönüp geriye baktığında, yarattığın çizgi romanın bugünkü konuma gelmesinde daha önce yaptıklarının bir katkısı bulunduğunu düşünüyor musun? Keşke şöyle yapsaydım veya yapmasaydım, dediğin oldu mu? Çizgi roman belirli bir yönde ilerliyor ve ben de zaman zaman, hayır, hayır bunu yapmak istemiyoruz, diye düşünüyordum. Bir Kutu Dolusu Kötülük (Box Full of Evil) adlı maceranın sonunda şeytani karakter Hellboy’a aynen şöyle der; “Kıyametin habercisi olursun veya olmazın.” Hellboy’un Kıyametin habercisi olması ihtimali gerçekten çok hoşuma gidiyordu ancak onunla nasıl baş edeceğimi hiç bilmiyordum. Sıradan biri olmasını istiyordum. Aynı şeyi Hellboy’un verdiği cevapta da bulabilirsin zaten. “Umurumda bile değil, bunu duymak bile istemiyorum,” diyen sadece o değildi, aynı zamanda bendim. Kendi kendimle konuşuyordum. Çizgi romanda çokça yaşadığım bir durumdur bu. Ama nihayetinde şunu söyleyebiliyorum; “Evet ama biliyor musun, burada yapabileceğim daha çok şey var.” Yani evet, bir adam kendi çizgi romanını hem yazıp, hem de çizerken, kendi arzusunun dışında bir şeyler yapması gerçekten ilginç. Fakat görüşleriniz her gün değişebiliyor. İyi bir fikir gibi görünen şey, ertesi gün “Vay be ben ne berbat bir şey yaptım?” şekline dönüşebiliyor. Biliyor musun, aslında Hellboy’da mizah unsuru bulunması da çok garip çünkü benim böyle bir niyetim yoktu. İşin başında böyle bir amacım bulun-
30
muyordu. Ancak Hellboy’a başlarken otuzlu yaşlarımın sonuna gelmiştim ve bu seriyi hazırlarken eğlenmek benim için çok önemliydi. Okurlarıma da şunu ifade edebilmeliydim; her ne kadar bazı şeyleri çok ciddi yapsam da, aslında çok da ciddiye almıyordum. Şunu söylemeye çalışıyorum, çizgi romanı beş veya on yıl önce hazırlamış olsaydım, eminim çok daha ciddi bir eser ortaya çıkardı. Çok başarılı bir öykü anlatım tarzın var, mizah da bunu önemli bir parçası. Peki ya Trevor Bruttenholm’ün ölümü hakkında ne söylemek istersin? O öldüğünde Hellboy’un ne kadar bir süre devam edeceğini bilmiyordun. Geriye bakınca, bu karakteri böylesine erken öldürdüğün için pişman mısın? Bu karakter hakkında asla çok fazla kafa patlatmadım. Öyküye başlamak için sadece bir araçtı. Onun neler yapacağını biliyordum ama sonuçta baba, oğul ilişkisinden çok Hellboy öyküsü anlatıyordum. Del Toro bu konuya eğilip, ilk filmde çok başarılı bir baba, oğul ilişkisi ortaya koydu. Ve evet, sanırım ben de, bu karakteri benim bakış açımdan hiç görmedik, diye düşündüm. Böylece önümüzdeki birkaç ay içinde Hellboy: Eşlik Eden (The Companion) adlı kitabı piyasaya sürmeye karar verdik. Bu eserde, serinin daha ilk cildinde, hatta beşinci sayfasında ölen bazı karakterlerin öykülerine yer vermeye özen gösterdik. Bu tiplerin geçmişini anlatmaya başlayınca da daha yazılabilecek bir sürü eğlenceli hikâye varmış, diye düşünmeye başladık. Hellboy: Eşlik Eden’de geçmişten bahsetmek bazı sırları ortaya çıkaracak mı, yoksa bambaşka bir şey yapıp, yeni sürprizler yaratmakta seni zorlayacak mı? Yeni kitap hiçbir sırrı bozmayacak. Asıl zor olan, maceraya katılan karakteri ortadan kaldırırken de bir öykü anlatabilmektir. Ancak eğer tüm karakterlerin hikâyelerini anlatırsanız, bu kez Hellboy’a yer kalmaz. Her zaman için Hellboy maceralarına dâhil edilebilecek çok şey vardır. Bu nedenle B.P.R.D. serine başladık zaten. Aksi takdirde, bu tipler hakkında hiçbir şey öğrenemezdiniz. Hellboy: Eşlik Eden de çizgi romanda kendine yer bulamayan karakterlere odaklanmamız için bize imkân sağladı. Bunu yaparken, kendi kendimi bağlamamaya dikkat ettim. Sadece belli başlı konulara açıklık getirdim. Ayrıca bu bize başka fırsatlar da sundu. Baksanıza filanca karakterin on yıldır neler yaptığı hakkında hiçbir fikrimiz yok, bu zaman zarfı için bir öykü yazalım, diye düşünmeye başladık. On beş yıldan uzunca bir süredir Hellboy maceraları anlatıyorsun, yine de öyküyü kendi istediğin yöne çekebilecek kadar özgürsün. Hellboy’u, Süpermen gibi günümüz yazarlarını kısıtlayan kahramanlarla kıyasladığında, neler söyleyebilirsin? Hellboy’un güzelliği Süpermen olmayışıdır. Hellboy, çok büyük bir firmanın sahiplendiği ve satış yapabilmek için
GÖLGE | Temmuz ‘08 sonsuza dek devam ettirilmesi gereken bir ürün değildir. Bir sonu vardır ve öyle sanıyorum ki yolun yarısını çoktan aştık. Gelişmeyen bir karakterin nasıl yaratılacağını bilmiyordum. Her ne kadar zekice olsa da kasten yapmadığım şey şuydu; Hellboy 1944 yılında ortaya çıkmıştı ancak hemen ardından ilk maceranın yer aldığı 1993 senesine geçmiştik. Dolayısıyla arada devasa bir boşluk bulunuyordu. Oysa bu dönemde de o, gene aynı şeyleri yapıyordu, etrafta dolanıp, Frankenstein’la veya benzerleriyle dövüşüyordu. Yani bu süre için milyonlarca farklı öykü yazılabilirdi. Günümüzdeki öykülerde Hellboy’un 50 veya 60 yıldır aramızda bulunduğunu görüyoruz. Hayatımız arzu etmediğimiz bir yöne doğru gittiğinde buna ne kadar dayanabiliriz ve bu sorunla nasıl başa çıkabiliriz? Benim için eğlenceli olan da bu konuda yazmak işte… İlk Hellboy öyküleri de eğlenceliydi ama şu anda Richard Corben’le birlikte yazıyorum. 1950’li Yıllarda geçen ve Appalachian Dağları’nda gezip, eski Amerikan cadılarıyla çarpışan Hellboy’un üç sayılık bir öyküsünü hazırlıyoruz. Aynı anda çizer Duncan Fegredo ile beraber bir sonraki Hellboy mini serisi üzerinde çalışıyoruz. Öyle sanıyorum ki bu, Hellboy hayatındaki en önemli dönüm noktası olacak. Dark Horse Comics ilk kez Hellboy’u yayımladığında sen de John Byrne, Frank Miller ve Art Adams gibi çok değerli sanatçıların bulunduğu bir gruba dâhil oldun. Dark Horse’da seni çeken neydi? Dark Horse, bir boşluğu nefis biçimde dolduruyor gibiydi. Büyük gibi görünen ama aslında çizgi roman aşığı tek bir kişi tarafından yönetilen (bu adam Mike Richardson’dır) küçük bir firmaydı. Bu yayımcıyla birkaç kez sohbet etmiş ve firma için tek bir çizgi roman (Aliens) hazırlamıştım. Ancak şirketin konumu ve bazı konulardaki tavırları hoşuma gidiyordu. Ayrıca Jeff Darrow, Frank Miller ve o günlerde John Byrne bu şirket için çeşitli kitaplar hazırlamaktaydı. Bulunmam gereken yer burası, bu sanatçılarla çalışmak harika olur, diye düşündüm. Bu işten, herkesten çok ben kârlı çıktım çünkü Sin City’i hazırlayan Frank Miller, X-Men’deki çalışmalarıyla tanınan John Byrne ve Wathcmen’i yapmış olan Dave Gibbons buradaydılar. Benim dışımda hepsi, hazırladıkları projelerle kendi isimlerini duyurmuş sanatçılardı. Benim de iyi bir geçmişim vardı ancak tek bir eserle anılmıyordum. Frank’le ve diğerleriyle çalışmak benim için çok büyük bir tecrübeydi. Böylece Hellboy çizgi romanı, tek başıma elde edebileceğimden çok daha fazla ilgi gördü. Demek ki, doğru zamanda, doğru yerdeydim. Aradan geçen on beş yılın ardından hâlâ Dark Horse’dasın ve artık sadece Hellboy’u değil, onun yan ürünlerini de yayımlıyorlar. Sence Dark Horse Comics’in bugünkü gücü nereden geliyor? Bünyesindeki sanatçılara yaratıcılıklarını kullanabilmeleri için yeterli özgürlüğü sağladıkları ve onlara gerektiği kadar güvendikleri için bu güce eriştiklerini düşünüyorum. Şunu söylemeye çalışıyorum, projede yer alacak sanatçıyı seçtikten ve o kişiyi ekibe dâhil ettikten sonra mikro düzeyde bile olsa ona karışmamak, onu yönlendirmemek bu başarının sırrıdır. Eseri yaratan kişinin hakkı ve onun özgürlüğü gerçekten önemli kavramlardır ancak işin bir de ticari boyutu vardır. Bazen öylesine garip eserler basıyorlar ki tek kuruş bile kazanamıyorlar; ki bunu da çok takdir ediyorum. Eğer Mike Richardson bir şeyi beğenirse, bunu mutlaka yayımlar. Ben bir işadamı değilim fakat bugüne dek yapmak istediklerimin böylesine desteklendiği bir başka firma görmedim. Bu da büyük bir rahatlık sağlıyor. İlk Hellboy filminde sonra, “Bundan böyle her ay bir Hellboy çizgi romanı bekliyoruz; artık daha fazlasını yapmamız lazım,” diyebilirlerdi. Ancak asla böyle bir şey olmadı. Daha fazla kitap hazırlayayım diye herhangi bir baskıyla karşılaşmadım. Şu anda daha çok kitap yayımlıyor olmamızın nedeni, artık daha çok fikrimin bulunması. Kesinlikle
32
daha fazlasını istemediler. Daha büyük bir yayımcıyla çalışsaydım, herhalde filmin gösteriminden sonra bana “Hey çok başarılı bir film oldu; bundan böyle tezgâhlarda her ay bir Hellboy görmek istiyoruz,” derlerdi. Ancak ben kendi yayımcımdan böyle bir şey duymadım. Sadece, Hellboy dışında başka şeyler de yapabileceğim konusunda teşvikler aldım. İlgilenmediğim tek şeyse, ticari bir marka yaratmaktır. Bilirsin ya, “Dostum, Hellboy acayip tuttu, aynen onun gibi bir şeyler daha yaratmanı istiyoruz!” derler hani… Guillermo del Toro ile beraber yaptığınız Hellboy filmi 2004 yılında gösterime girdi ve önümüzdeki Temmuz ayında bunun devamı olan ikinci filmi – Hellboy II: The Golden Army’yi (Altın Ordu) – izleyeceğiz. Hellboy II’den neler beklemeliyiz? Birinci film, Hellboy hakkında bilmeniz gereken her şeyin anlatıldığı ilk cildin, bağımsız bir uyarlamasıydı. Bu nedenle, ikinci filmde istediklerimizi yapabilmek için çok daha özgürdük. İlk filmde fazla folklorik öğe bulunmuyordu. Guillermo ile bu konuda epey konuştuk. Daha değişik şeyler yapmaya karar verdik. Acaba belirli bir sayıyı filme aktarsak mı, diye epey muhabbet ettik. Fakat sonra, bu fikri bir kenara atıp, folklorik özellikler taşıyan bambaşka bir senaryo olması gerektiğine karar verdik. Bu arada Guillermo da ‘Pan’ın Labirenti’ne hazırlanmakta olduğundan, kafasında epey peri masalı ve folklorik hikâye vardı. Benim yazdığım Hellboy ciltleri de bu yönde ilerliyordu. Yani her ikimizin aklımda da benzer düşünceler bulunmaktaydı. Böylece, ikinci film de bu konuya odaklandı. Yeni film, yayımlanmış olan kitaplardan birinin uyarlaması değil. Ancak şu anda hazırladığım cilde epey yakın, hatta belli paralellikler de içeriyor. Fakat gene de bu kitaptan bağımsız ve bazı şeylerin benzeşmesi tamamen tesadüf. İkinci filmin öyküsünü hazırlarken böyle bir konuyla ortaya çıkmamız epey ilginç çünkü ilk film, açıkça bir Guillermo del Toro Hellboy’u idi. Benim eserimi almış ama kendinden de bir şeyler katıp, çizgi romanı daha farklı bir yöne taşımıştı. Çok da radikal bir yön değildi bu; benim karakterlerimin ruhuna uygundu ancak ilişkiler ve gelişen öykü, benim tarzımdan farklıydı. İşte bu yüzden ilk filmin devamı olan ikincisinde benim de çalışmış olmam pek bir garip aslında. Çünkü o artık benim eserim değildi… Ve şayet bir gün üçüncü filmi de çekersek, konu çizgi romandan daha da uzaklaşacaktır. Ancak bu sorun değil. İzleyebildiğim kadarıyla, ikinci film gerçekten çok güzel olmuş. Özellikle ‘Pan’ın Labirenti’ni çekmiş olan Guillermo’nun duygusallığına ilk filmden çok daha yakın. * Türkçeye uyarlanan metin, orijinal söyleşinin kısaltılmış bir halidir.
GÖLGE | Temmuz ‘08
DIARY OF THE DEAD Romero ve zombileri üzerine…
Bir korku filminden genelde insanları korkutması beklenir. Kafamızdaki binlerce yerleşik bilgiden birisi de budur. Oysa George Romero’nun zombileri her seferinde insanların ezberini bozar. Korku filmini bir fon olarak kullanır, oysa anlatmak istedikleri çok başkadır. Zombilerin dünyasıyla yaşayan insanların dünyasını örtüştürerek, Jean-Paul Sartre’ın “mutlu embesiller” dediği yaşayan, ama aslında birer ölüden farksız olan insanların dünyasını resmeder. Bu resmin içinde neler yoktur ki… Kitle iletişim araçlarının hâkimiyeti, toplumsal eşitsizlik, tekdüze tüketim kültürü, insanoğlunun karanlık yanları ve daha pek çok siyasi ve sosyal mesele Romero’nun zombi filmlerinde kendine yer bulur. Ölülerin yeniden dirilmesi ve mevcut düzeni bozmasıyla başlayan filmler, aslında insanların yaşamlarını sorgulamasına da ön ayak olur. Toplumsal eleştirinin yanında insanoğlunun yaşantısına da bir eleştiri vardır. Korku filmi kalıbı aslında Romero’nun kullandığı bir çeşit oyundur. Orson Welles’in yıllar önce radyoda anlattığı ve bütün dünyayı ayağa kaldırdığı War of the Worlds’e benzer. Nedeni bilinmeyen bir şekilde ölüler dirilir ve insanlara saldırır. Önce herkes bunun Welles’in radyo oyununda olduğu gibi bir çeşit şaka olduğunu zanneder. Çok geçmeden işin ciddiyeti anlaşılır. Zombiler her yerdedir ve insanlar hayatta kalmak için büyük bir uğraş verir. Bu uğraş sırasında teknoloji sayesinde insanların etraflarına ördükleri güvenlikli barınakların da aslında bir hiç olduğunu fark ederiz. Üstelik en yakınları da birer birer zombiye dönüşür ve koca dünyada tamamen yalnız kalırlar. Ne kaçacak bir yer vardır ne de sığınacak bir kimse… Belki de insanlar yalnızca bu şekilde hayatlarının bir muhasebesini yapabilir. Yapacak bir işleri kalmadığında, gidecek bir yerleri olmadığında ve sığınacak bir omuz bulamadıklarında bu muhasebe kaçınılmaz olur. Ve kendi hayatlarıyla birlikte, insanlık olarak nerede yanlış yapıldığının sorgulaması başlar. Bu boşluk hali insanoğlunun içinde saklı olan pek çok yatkınlığın da dışa vurulmasına imkân sağlar. Eğlence halini alan orantısız şiddet, yağmacılık, bencillik, açgözlülük ve toplumsal eşitsizlikten kaynaklanan sınıfsal ayrımların tersten var olmaya başlaması gibi birtakım özellikler gün yüzüne çıkar. Bu kargaşa ortamından herkes nasiplenmeye çalışır. Altta kalanlar üste çıkmanın, ezilenler ezmenin, yönetilenler yönetmenin yollarını aramaya başlar. Düzen tersyüz edilmesine karşın, tersten bir şekilde yeniden kendini kurmaya çalışır. Oysa bütün olanlar düzenin işlemediğinin bir kanıtıdır. Bu yüzden filmlerin sonunda kaçınılmaz bir şekilde şu soru akla gelir: Biz gerçekten de yaşamayı hak ediyor muyuz? Romero’nun zombileri pek çok korku filmindeki zombi mitinden de farklıdır. Hızlı ve akıllı değildirler. İnsanlardan daha az saldırgandırlar. Bu zombi profili aslında, modern insanın alegorisinden başka bir şey değildir. İnanılmaz bir çılgınlıkla tüketen, açgözlü, doyumsuz, düşünmeyen, tembel ve kendinden başka kimseye faydası olmayan insanları göstermek için ha-
41
GÖLGE | Temmuz ‘08 zırlanmış bir gösteridir. Bu gösterinin başrolündeki zombiler dönemlere göre farklı toplumsal sorunları eleştirmek için de bir aracı rolü oynar. Meşhur “ölü” üçlemesinden başlarsak; halkanın ilk filmi olan Night of the Living Dead’de Soğuk Savaş dönemi ve nükleer silahların yarattığı korku ve buna bağlı olarak toplumda oluşan kaotik durum vurgulanır. Dawn of the Dead’de faşizm, kapitalizm ve tüketim kültürü alaşağı edilir. Day of the Dead’de ise; militarizme ağır bir eleştiri vardır. Seriye 2005’te Land of the Dead’le yeniden el atan yönetmen; bu seferde sınıfsal eşitsizleri mercek altına alır. Diary of the Dead’e gelirsek; bu filmde Romero günümüz dünyasını ve insanlığı eleştirirken, bir yandan da insanların yaşadıkları değişimleri bir günlüğe kaydeder. Bu yolla kameranın ve teknolojinin işlevlerine, kurguya, dezenformasyona ve kitle iletişim araçlarının fonksiyonlarına değinme fırsatı yakalar. Küreselleşmeyle birlikte daha da önemli hale gelen kitle iletişim araçlarının gerçekleri kurgulayarak insanları yanıltmaları dışında, görselliğe dayalı bir gerçekliğin oluşması da Romero’nun eleştiri merkezindedir. İnsanlar artık sadece gördükleri şeylere inanır, fakat gördükleri şeylerde çoğunlukla kurgulanmış görüntülerden ibarettir. Bunu filmdeki karakterler de itiraf eder. Amaç televizyonda kurgulanan haberlerin aksine gerçekleri göstermektir, fakat sonuçta bir şeyi kameraya çekince kaçınılmaz olarak işin içine kurgu da girer. Diary of the Dead’de Romero eleştirelliğini sürdürürken, bunun üstüne günümüzün gerçeklerini de eklemeyi ihmal etmez. Zombilerini 70’lerden ve 80’lerden alarak günümüze uyarlar. Sonuçta arka plandaki siyasi ve toplumsal olaylar farklılık gösterse de insanoğlunun yatkınlıkları ve içsel karmaşası değişmez. Bütün filmlerde baskın unsur olan şiddet, açgözlülük, yağma ve tüketim azalmaz. Yaşayan insanların dünyasının, yaşayan ölülerin dünyasından farksız olmadığı hatırlatılırken, yine aynı soru akıllarda yer eder: Biz gerçekten de yaşamayı hak ediyor muyuz? Barış SAYDAM burnout.blogcu.com
42
SADECE ÇİZGİ... Her ne kadar 5 senedir mizah dergilerinde çiziyor olsam da ben de buralara okuyuculuktan geldim. Lisedeyken sıra altında Kötü Kedi Şerafettin cildi okur, dersi kaynatırdım. BaRuteR’in çizdiği birbirinden harika kapak/panoramalara büyülenmiş gibi saatlerce bakar taklit etmeye çalışırdım. Galip Tekin her hafta önüme bir boyut kapısı açar galaksiler arası yolculuk etmemi sağlardı. Kenan Yarar sıradan görünen betonarme binaların aslında nasıl birer pislik yuvası olduğunu gösterir şaşırtırdı beni hep... Yaşadığımız zamanın ötesinde, bambaşka bir hayal gücü ve çizgi bütünlüğüyle, “grayscale” hayatımızı “CMYK” moduna getirmeyi başaran bu birbirinden değerli ustaları seri katil ya da uzaylı sanırdım hep. Normal değillerdi, hayalimde canlandırdığım gibilerdi. Ben de o hayalin bir parçasıydım ama gözlerimi kapatmaktan sıkılmıştım. Sonra bir gün çizim masasına oturdum ve bir daha hiç kalkmadım. Ta ki hayallerin gerçeğe dönüştüğü anı görene kadar... Bu süre zarfında ciddi anlamda yalnızlık çektim. Kendimle baş başaydım ve ben sadece çizdim. Perdenin ardındaki gerçek hayatla pek ilgilenmedim. İlgilenmek istemedim... Başkaları da benimle ilgilenmiyordu zaten. “O halde ben bir şeylerle ilgileneyim de delirmekten kurtulayım,” derken çıktı zaten bu detaylı çizim tarzı ve buhranlı anlatım bozuklukları... * * * Yazıp çizdiğim şeyler bir çizgi roman ya da karikatür değil. Gerçi ikisini de yaptım zamanında ama ısınamadım. Zordur karikatürist olmak, insanları güldürmek ve çizgi romancı olmak, sinemasal kurguyla bir hikâyeyi anlatmak... Benim yaptığım şey sadece çizmek ve kendime ait olan şeyleri anlatmak, hepsi bu. Anlatırken bunu bir kategoriye sokmuyorum. Kâğıtta ne görüyorsan, odur benim yaptığım şey... “Mesleğiniz nedir diye sorulduğunda “Karikatüristim,” ya da “Çizgi romancıyım,” demiyorum... “Çizerlikle uğraşıyorum,” diyorum. Çizerliğe 2003 Nisan ayında, KEMİK dergisi bağımsızlığını ilan edip aylık olarak çıkmaya başladığında başladım ben de... Sonra sırasıyla Lombak, Penguen ve Fermuar dergilerinde çalıştım... Ayrılıklar, kopmalar falan derken Lombak dergisine demirledim ve orada çizmeye başladım tekrar. Hatta şu an 2. sayfanın kurşun kalemindeyim ve mola verdiğim her an bilgisayar başına geçip word’de bu yazıyı yetiştirmeye çalışıyorum. Yaz sıcakları bastırmışken, terli ve tatlı bir yorgunlukla...
* * * Neden “sadece” Kaan?...
Bu soruya vereceğim cevap “Soyadını kullanmak istemeyen her çizer gibi ben de kendime ilginç bir rumuz buldum,” değil aslında. Sadece Kaan, çünkü bundan daha fazlasını vaat etmiyorum insanlara... Bay değil, Sayın değil, Abi değil, ailenizden biri değil, - ben - merkezli egoist bir tavır hiç değil. Sadece Kaan... Benim çizdiklerimle ilgilenin, benimle değil, gibi işi ön planda tutmayı amaçlayan bir mantığı var aslında bu rumuzun...
GÖLGE | Temmuz ‘08 Yabancı çizerlerden kimleri takip ediyorum?... Frank Miller (Sin City), Mike Mignola (Hellboy) ve Enki Bilal’i severim, albümlerini biriktiririm... Aslında isim vermekten ziyade şöyle de denebilir, hikâye, kurşun kalem, çini ve renklendirme safhaları tek bir kalemden çıkmış bütün çizgi roman albümlerini severim. Zira böyle çalışıldığı vakit çizer kafasındakileri kâğıda daha iyi yansıtabiliyor diye düşünüyorum. Onun haricinde Manga çok seviyorum. 70 GB’lık bir manga arşivim vardır ama bilgisayar ekranında çizgi roman okumayı sevmediğim için fazla tadına varamıyorum. Kitap evlerinde bulursam alıyorum, bulamazsam dijital baskı merkezlerinde çıktılarını alıyorum. Air Gear ve Shin Angyo Onshi çizgisel anlamda son noktaya gelinmiş harikulade mangalardır. Tavsiye ederim...
* * * Çeneler yerine bilekler çalışsın! Herkese sevgiler saygılar ve iyi çalışmalar...
sadece Kaan sadecekaan.deviantart.com
44
2007-2008 SEZONU DEĞERLENDİRMESİ (1)
Sıcak yaz günlerini yaşadığımız bu günlerde sinemalara gelen film sayısı da, sinemaya giden izleyici sayısı da azaldı. Hele bir süre öncesine kadar yaz aylarında elle tutulur hemen hiçbir film gösterime girmezdi. Hâlbuki Amerika’da, gişe açısından en iddialı filmler yaz aylarında gösterime giriyor. Bu tip kimi filmlerin tüm dünya ile aynı anda gösterime girmesi nedeniyle yaz ayları bizim için de eskisi kadar çorak geçmiyor sinema açısından. Yine de eskiden kalma bir alışkanlıkla genellikle okulların açık olduğu Eylül-Mayıs arası sezon olarak kabul ediliyor bizim sinema sektörümüz tarafından. Bu yüzden bizde hem bu dönemde hem de yılsonlarında genel bir değerlendirme yapılır. SİYAD da yabancı filmlerle ilgili değerlendirmesini yaz ayları başında yapar. Madem öyle biz de yıllık değerlendirmemizde SİYAD’ı örnek alalım, hazır vizyon da tenha iken, Haziran 2007 - Mayıs 2008 arasını sezon olarak kabul ederek bu dönemde göstrime giren filmleri bir değerlendirelim dedik. Son yıllarda gösterime giren film sayısı düzenli olarak artıyor. Bu yıl da bu kural bozulmadı. Özellikle bağımız dağıtımcıların artması ve farklı zevklere yönelik filmlerin gösterime girmesi bunu sağladı. Ne yazık ki pek çok filmin gösterim alanı ve süresi son derece kısıtlı kaldı. Yine de çeşitliliğin artması her zaman iyidir. Umarım ilerde farklı türlerde filmlerin de seyirci sayısı artacaktır.
Korku Filmleri:
Bu sezonda da son yıllarda gördüğümüz trend uyarınca korku filmleri vizyonda önemli bir yer kapladı. Testere (Saw) ve Otel (Hostel) serisinin ciddi sayıda seyirci çekmesi nedeniyle son yıllarda sayıları artan bu korku filmleri ne yazık ki nitelik açısından aynı doyuruculuğu sunmuyor. Çok salonlu herhangi bir sinema kompleksine gittiğiniz zaman mutlaka bir korku filmi görüyorsunuz. Ancak bu sezonda da bunlardan çok azı iyi diyebileceğimiz filmlerdi. Zaten daha önceki filmlerinde de elle tutulur örnekler sunamayan Testere ve Otel serisinin yeni filmleri yine gayet başarısız filmlerdi (Bu arada Otel 2’nin vizyona kesilerek girdiğini de eklemeliyiz). İşin daha da acısı Roland Joffé gibi saygın bir ismin bile 7 yıllık bir aradan sonra yönetmenliğe, bu filmlere öykünerek çektiği Dehşet Odası (Captivity) filmi ile dönmesi ve söz konusu filmlerden de beter bir film ortaya çıkarması idi. Benzer bir türde bol kan ve vahşet içeren bir film olarak görülebilecek Fransız filmi İçeride (À l’intérieur) ise farklı şekillerde de okunabilecek bir film olarak dikkat çekiyordu ama izlemesi epey güç bir film olduğunu da eklemeli. Aslında tüm türlerde önemli bir yer işgal eden yeniden çevrimler özellikle korku filmlerinde daha da sık rastladığımız bir olgu. Bu yıl da Halloween, Göz (The Eye) ve Ölümün Sesi (One Missed Call) gibi filmlerin yeniden çevrimlerine tanık olduk. Bu filmlerden hiçbiri orijinallerinin seviyesine erişemedi
GÖLGE | Temmuz ‘08
hatta düpedüz kötü filmler oldular. Her ne kadar korku filmi türüne ne kadar girdiği tartışmalı olsa da sezonun sonuna doğru izlediğimiz, Haneke’nin orijinalinden 10 yıl sonra yine kendisinin neredeyse birebir olarak aynısını çektiği ve sadece dil ve oyuncuların değiştiği Ölümcül Oyunlar’ın (Funny Games) da adını anmadan geçmemek gerek. Her ne kadar artık bir başyapıt olarak kabul gören orijinal filmin etkisine yanaşmış olsa da aynı filmi yeniden çekme çabasının nedenini anlamak zordu. Korku filmlerinin bir alt türü sayılabilecek zombi, vampir ya da farklı insanüstü yaratıklarla ilgili filmler açısından da zengindi vizyonumuz. Bunlardan bazıları korkudan ziyade aksiyon sinemasına yakın olsalar da adlarını burada anmakta fayda var. Ölümcül Deney (Resident Evil) serisinin üçüncüsü, serinin önceki filmlerini sevenleri tatmin etmekten uzaktı. Ben Efsaneyim (I Am Legend) de kimi erdemleri olsa da sonuçta başarıya erişemeyen bir film olarak kalıyordu. Ancak Robert Rodriguez’in Grindhouse projesi kapsamındaki Dehşet Gezegeni (Planet Terror) amaçladığı B-filmi havasına tümüyle sadık kalmasıyla, 28 Hafta Sonra (28 Weeks Later) ise öncülü olan filme ihanet etmemesi ile amaçladıklarını başarıyorlardı. Aynı şekilde bir çizgi roman uyarlaması olan 30 Gün 30 Gece (30 Days of Night) de vampir filmi olarak fena bir örnek değildi. Evliliklerinde sorun yaşayan bir çiftin bir otel odasında sıkışıp kalmasını anlatan Boş Oda (Vacancy), bir grup gencin bu sefer bir tapınağın üzerinde ölümcül bitkilerle beraber sıkışıp kalmasını anlatan Lanetli Topraklar (The Ruins) ve Stephen King’in bir hikâyesinden uyarlanan ve bu kez sis nedeni ile bir markette sıkışıp kalan bir grup insanı anlatan Öldüren Sis (The Mist) de her ne kadar konularından beklenmese de türün iyi sayılabilecek örnekleri arasındaydı. Sezonun sonunda gösterime giren İspanyol yapımı Yetimhane (El Orfanato) ise bir korku filminde atmosfer yaratmanın ne kadar önemli olduğunu gösteriyordu. Her ne kadar tam bir başarı olmasa da korku filmi yapmak için özel efektlere bel bağlayan kimi sinemacılara örnek olması gereken bir filmdi. Ama hem türün çok iyi bir örneği hem de sezonun en iyi filmlerinden biri Yaratık (Gwoemul / The Host) idi. Güney Kore sinemasından gelen bu film, hem korku öğeleri ile komedi öğelerini başarılı bir şekilde harmanlaması, hem de olaya bir aile draması havası vermesinin yanında çevreci mesajı ile de dikkat çekiyordu. Hele ki meraklılarının kaçırmaması gereken bir filmdi.
Eski Dostlara Yeniden Merhaba:
Devam filmleri olgusu sinemanın başından beri süregelen bir kavram. Elbette bu sezon farklı türlerde devam filmlerine rastladık. Ama asıl dikkat çekici olan aynı sezon içinde uzun süredir yeni filmlerini görmediğimiz kimi kahramanların sinema salonlarımıza teşrif etmesiydi. Zor Ölüm (Die Hard), Rambo ve Indiana Jones serilerinin daha önceki filmlerini sinemalarda değil televizyon ya da DVD yoluyla izleyen bir kuşak artık yıllanmış bu kahramanların yeni maceralarını beyazperdede izlemenin keyfine vardılar (kimi de ne varmış bu filmlerde dedi tabii ki). Her ne kadar Rambo serisi, belki ilk filmi dışında, gayet gereksiz bir Amerikan milli-
46
yetçiliği pompalaması halinde gelişse de hem Zor Ölüm hem de Indiana Jones filmleri serinin önceki filmlerine ihanet etmeyerek eski usul bir aksiyon sunuyor ve yine keyifli vakit geçirtiyordu. Aksiyon sineması denince belki de sezonun en iyi filmi yukarıda adı geçenler kadar eski bir seri olmasa da Bourne serisinin üçüncü filmi olan Son Ültimatom (The Bourne Ultimatum) idi. Hızlı kurgusu ve hareketli kamerası ile seyirciyi aksiyonun içinde hissettiren, hiç de fena olmayan bir senaryosu olan Son Ültimatom, aynı zamanda başrolünde Matt Damon gibi iyi bir oyuncunun olması ile de değer kazanıyordu. Bunun dışında sezon içinde izlediğimiz Taksi 4 (T4XI), Ocean’s 13, Bitirim İkili 3 (Rush Hour 3), Gündüz Nöbeti (Dnevnoy Dozor), Büyük Hazine: Sırlar Kitabı (National Treasure: Book of Secrets) gibi filmler ise genel olarak ait oldukları serinin diğer filmlerini aratan filmler oldular. Aksiyon türünde önemli başarılar olarak görülmesi mümkün olmasa da en azından farklı denemeler olarak dikkat çeken iki film ise ismini de bir video oyunu türünden alan ve dur durak bilmeyen aksiyonu ile tam da bir video oyunu izliyor izlenimi veren Hepsini Vur (Shoot’em Up) ve her ne kadar sonunda çok klişe ve tahmin edilir bir noktaya gelse de sağlam aksiyonu ve aynı olayı birden fazla kişinin bakış açısıyla anlatan en azından tür için özgün sayılabilecek özelliği ile Bakış Açısı (Vantage Point) idi. Yine aksiyon sineması kapsamında değerlendirilebilecek iki de çizgi roman uyarlaması izledik. Sezon başında izlediğimiz Fantastik Dörtlü’nün ikinci bölümü olan Gümüş Sörfçü’nün Yükselişi (Rise of the Silver Surfer) her ne kadar ilkinden daha iyi olsa da yine beklenen başarıyı sağlayamıyordu. Özellikle Galactus’un filmdeki betimlenişi tam bir hayal kırıklığı idi. Her şeye rağmen Gümüş Sörfçü’nün karizması filme yansımıştı. Sezon sonlarına doğru izlediğimiz Iron Man ise çizgi roman uyarlamaları içinde belki en üst sıralarda yer almayacaktı ama başarılı olanlar arasında idi kesinlikle.
Yüzümüzü Güldürenler:
Komediler ve önemli bir alt türü olarak romantik komediler de sezon içinde salonlarımıza bolca geldiler. Ne yazık ki tıpkı korku filmlerinde olduğu gibi pek çoğu hiçbir önemi olmayan sıradan filmlerdi. Hele Avanaklar Mangası (Delta Farce), Damadı Öpebilirsin (I Now Pronounce You Chuck and Larry), Çakma Başkan Hollywood’da (Churchill: The Hollywood Years) ve sinemalarımızda nasıl yer bulduğuna hala şaşırdığım Paris Hilton’un başrolünde oynadığı Seksi ve Çılgın (The Hottie and the Nottie) düpedüz kötü filmlerdi. Bir de her zamanki klişeler vardı tabii ki. Annesinin etkisinden kurtulamamış, onun yeni erkek arkadaşından nefret eden beceriksiz gencin maceraları kontenjanından Beden Öğretmeni Bay Woodcock (Mr. Woodcock) ve Ana Kuzusu (Mama’s Boy) filmlerini izledik. Her şeyini işine adamış bir yetişkinin hayatına küçük bir çocuğun girmesi ile tüm hayatının değişmesine Aşk Tarifi (No Reservations) ve Oyun Bozan (The Game Plan) filmlerinde tanık olduk (zaten her sene en az bir filmde böyle bir hikâye izliyoruz). İlk karşılaştıklarında birbirinden nefret eden ama sonra âşık olan çiftlerin hikâyesini de kim bilir kaç kez izledik ve hâlâ izlemeye
GÖLGE | Temmuz ‘08
devam ediyoruz. Yine de bu türde iyi sayılabilecek örnekler de izledik. Fransa’dan gelen ve Audrey Tautou’nun sevimliliği ile kendini kurtaran Zengin Avcısı (Hors De Prix), yine aynı ülkeden gelen ve romantik komedi denen türün belli bir yaşın üzerindeki çiftleri de konu edebileceğini gösteren Hayatta İki Kez (Desaccord Parfait), kızına hayatındaki aşkları anlatan bir babayı izlediğimiz Kesinlikle, Belki (Definitely, Maybe), eşsiz Juliette Binoche ve tam kıvamında bir Steve Carrel’i bir araya getiren Şamar Oğlanı (Dan in Real Life) ve romantik bir öyküye bir de ilk gecenin sebep olduğu bir hamilelik katan Kaza Kurşunu (Knocked Up) bunlar arasındaydı. Kaza Kurşunu’nun yazar ve yönetmeni Judd Apatow’un bu kez yapımcı olarak arkasında olduğu Çok Fena (Superbad) ise tek amaçları liseden mezun olmadan bir kızla birlikte olmak olan üç yeni yetmenin öyküsünü kimi zaman yakası açılmadık esprilerle süslüyor ama bu tip esprilerden hoşlanmayanlara bile kahkahalar attırmayı başarıyordu. Bu filmdeki üç gençten birini oynayan Michael Cera aynı zamanda sezonun en fazla öne çıkan filmlerinden birinde daha oynuyor ve Juno’da Ellen Page’i hamile bırakan çocuk oluyordu. Juno, hem zekice diyalogları ve esprileri, hem Page’in canlandırdığı karaktere cuk oturan oyunculuğu hem de bir yandan ideal Amerikan aile yapısına getirdiği eleştirilerle apayrı bir yere oturuyor ve muhtemelen sezonun en iyi komedisi olmayı başarıyordu. Ayrıca bir kara komedi olarak Cenazede Ölüm (Death at a Funeral), her ne kadar Michel Gondry’nin diğer filmlerini aratsa da Lütfen Başa Sarın (Be Kind Rewind) ve Julie Delpy’nin hem yönetmen hem oyuncu, hem de senaryo yazarı olarak imzasını attığı ve hatta bununla da yetinmeyip filmin müziklerini de yaptığı, Fransız bir kadınla Amerikalı bir erkeğin Paris günlerini Woody Allen etkisinde bir sinema ile anlatan Paris’te 2 Gün (2 Days in Paris) öne çıkan komediler arasındaydı. Önümüzdeki ay biyografiler, çocuk filmleri ve animasyonlar, müzikaller ve belgeseller ile kolay kolay bir türe dâhil edilemeyen filmler ve dünya sinemansın farklı örnekleri ile sezon değerlendirmesine devam edeceğiz. Yerli filmlere ise ayrı bir bölüm ayıracağız.
Hasan Nadir DERİN sinemamanyaklari.wordpress.com
48
“Digital Age Bir Çizgi Roman Dergisi Değil, Teknoloji Dergisi”
Digital Age teknoloji dergisi mayıs sayısından itibaren 24 sayı sürecek ÇETE adlı çizgi romanı yayınlamaya başladı. Aşkın Baysal’ın hikayesini İlker Gazioğlu çiziyor. Biz de fırsattan istifade İlker Gazioğlu ile bir röportaj yapalım istedik. Hacettepe üniversitesi grafik bölümünü bitirdim. Hayalimdeki okul değildi elbette, daha önce de bir yılımı KTÜ resim bölümünde heba etmiştim. Yani tüm öğrenim hayatımı koca bir kayıp olarak nitelendirebiliriz. Neden öyle oldu sorusuna tamamen bilgisizlik yanıtını verebilirim. Şöyle ki çizim yapanlar arasında yaygın bir söyleyiş vardır “kendimi bildim bileli çizim yaparım” diye ve bu hakikaten de böyledir. İlkokul ortaokul ve lisede de hep bu kimlikle ön plana çıkarsınız. Lise bitene kadar e tamam çiziyoruz ediyoruz da bunun karşılığı nedir, matematik fizik kimya feci bundan sonrası ne olacak diye sorduğumu hatırlıyorum kendime, güzel sanatlar diye bir şeyin varlığımdan haberdar değilim yani. Sonra tesadüf eseri yaşadığım şehirdeki üniversitede resim bölümü açıldı, hocalarımızın bir kısmı liseden ve ortaokuldan tanıdığım resim öğretmenleriydi hatta galiba bir tanesi babamın da öğretmeniydi. Böyle bir ortamdı yani, bölüme başlar başlamaz kaçış planları yapmaya başladım “neyse bari bu seneyi bitir, seneye Ankara’ya ya da İstanbul’a gidersin” dedi annemler. O yaz tatili hangi üniversite de hangi sınav var diye bi araştırma yaptık, bir de baktık ki sadece Hacettepe’nin sınavı yapılmamış, e madem o sınava gireyim dedim ve grafik bölümü maceram böylece başlamış oldu. Keşke o sıralar daha bilinçli olsaymışım, daha çok çizim yapabileceğim bir bölümde mesela Eskişehir animasyon bölümünde okumayı isterdim doğrusu. Doğal olarak okul bitince de grafik işleri ile uğraşmadım, direkt eğitim sektörüne daldım; eğitim CD’leri ders kitapları, çocuk dergileri vesaire. Ancak şu anda, eğitimle ilgili olmayan bazı aylık dergilere de illüstrasyonlar yapıyorum.
GÖLGE | Temmuz ‘08
— İlker sen Hacettepe Üniversitesi grafik bölümü mezunusun. Çizgi roman yapmak için grafik bölümü okumak, animasyon bölümü okumak, çizgi roman bölümü okumak arasında bir fark var mı? Ya da profesyonel olarak çizgi roman çizmek isteyen bir okul bitirmeli mi? — Bu tamamen sizin hangi alanda uzmanlaşmak istediğinizle ilgili aslında… Okullu olmanın avantajları elbette her zaman vardır ama bence bir insan çizgi roman çizmek istiyorsa bunun yolu mümkün olduğunca çizgi roman okumaktan ve çizgi roman çizmekten geçiyor daha çok.
— Digital Age dergisinde yayınlanan “Çete”, Aşkın Baysal’ın yazıp senin çizdiğin bir hikâye. Yazarla yolunuz nasıl kesişti? — Çizgi romanımızın yayınlandığı Digital Age dergisini çıkaran kapital medyanın merkezi bundan altı yedi yıl öncesine kadar Ankara’daydı. Biz Aşkın’la bu şirkette tanıştık, iyi kahve falı baktığını öğrendiğimde yakasına iyice yapıştım. Her gün Türk kahvesi içip fal baktırıyordum ona, arada bir de çalışıyorduk. Sonra ben askere gittim, Kapital medya, Aşkın’ı da alarak İstanbul’a taşındı. Ama Kapital’le iş ilişkim hiç kesilmedi, Ankara’dan onların çeşitli dergilerine çizimler yapmaya devam ettim.
— Türkiye’nin büyük yayınevleri bile çizgi roman yayınlamak için bin defa düşünürken siz dergiyi nasıl ikna ettiniz? Aşkın Baysal’ın derginin yayın direktörü olması yeterli miydi? — Öncelikle şunu söyleyeyim, çizgi romanın yayınlandığı Digital Age adlı dergi bir çizgi roman dergisi değil, teknoloji dergisi. Aşkın bana telefon edip “Hocam böyle böyle yeni bir dergi çıkaracağız, içinde de iki sayfalık bir çizgi roman olacak, kafamda derginin konseptine uygun bir hikâye var, çizer misin?” diye sordu. Ben de “Hay hay,” dedim; benim bildiklerim bundan ibaret.
— Karakterleri, tipleri, mekânları yaratırken yazarla nasıl bir çalışma yaptınız? — Mekânlarla ilgili olarak şunu söyleyebilirim; hikâyenin hangi ülkede geçtiğini bilmiyoruz, hiç de bilemeyeceğiz hatta bununla özellikle ilgilenmeyeceğiz. Öykünün geçtiği yer Türkiye de olabilir Amerika da, Şili de, bunun hikâyede bir belirleyiciliği yok. Aynı şeyi tipler için de söyleyebilirim. Aşkın bazen karelerde özellikle olmasını istediği detaylar için bana referans resimler gönderiyor. Şu an hikâyenin oldukça başlarında sayılırız. Dördüncü sayıyı çizeceğim ama yer darlığından dolayı hikâyeye şöyle bir giriş yapabildik ancak. Flashback sahneleri dışında polis karakolunun dışına henüz adımımızı atamadık.
— Çizgi roman her ay 2 sayfa olarak yayınlanıyor? Bittiğinde kaç sayfa olacak? — 24 sayı sürecek, bittiğinde 48 sayfa olacak.
— Peki, sen bu çizgi romanın tamamını çizdin bitti mi, yoksa sen de yayınlanma periyoduna göre mi çiziyorsun? — Her ay iki sayfa çiziyorum.
50
— Çizmeye başlamadan önce hikâyenin tamamını okudun mu? Çizerken “Şu da şöyle olsun,” diyerek hikâyeye eklediğin şeyler oluyor mu çizer olarak? — Hikâyenin tamamını ben de bilmiyorum ve bir sonraki sayıyı merakla bekliyorum. Çünkü Aşkın’da hikâyeyi parça parça yazıp gönderiyor. Hikâyeye değil de görsele, gidişatı etkilemeyecek detaylar ekliyorum.
— Seninle Hayal Saati sitesi için geçen yıl yaptığımız röportajda Tam Macera dergisine Kasapa’dan sonra “Ceza Gezegeni” adında bir çizgi roman hazırladığını söylemiştin. Tam Macera bittikten sonra ne oldu çizdiğin sayfalar? “İki bölüm çizdim, üçüncü bölüme başladık,” diyordun, onca emek bir anı olarak mı kaldı yoksa geleceğe dönük onunla ilgili de bir projen var mı? — Aslına bakarsan bu hiç konuşmak istemediğim bir mevzu ama şu kadarını söylemeyi de kendime bir hak olarak görüyorum; Türkiye de elbette çizgi roman çizilebilir, yayınlanabilir ama herkes çizgi roman çizecek ve çizgi roman yayınlayacak diye bir kaide yok.
— Türkiye koşullarında çizgi roman üretimi artık nerede ise yok denecek kadar azaldı. Çizerler okul ve çocuk kitaplarına yöneldi. Şimdiden söylemek için erken olsa bile, biz soralım, Çete’yi albüm yapmak gibi ileriye dönük bir projeniz var mı, yoksa bu çizgi romanı okumak isteyenler Digital Age dergisini 24 ay boyunca takip etmek zorunda mı kalacaklar? — Benim önerim şu; Çete’yi merak edenler dergiyi 24 ay boyunca alsınlar, sonra albüm çıkarırsak onu da alsınlar.
— Gölge’de desteğini sık sık görüyoruz. Peki, ne zaman Gölge’de çizgi romanını okuyacağız? Var mı Gölge için de bir çizgi roman hazırlama fikrin? — Bir hikâyem var ve onu çizmem konusunda çok ısrarlı, çiz beni, çiz beni diye yalvarıyor ciddiyim…
— Yakın gelecek için başka çizgi romanlar hazırlamanın planını yapıyor musun? — Bukowski der ki; hedefi iyi belirlemek yolun yarısını kat etmektir, diğer yarısını kayıtsızlıkla geçirebilirsiniz. Kafamda elbette bazı fikirler projeler var ama yolun diğer yarısını -Bukowskinin iddiasının aksine- kayıtsızlıkla kat etmemin imkânsızlığını anlayana dek hiçbirini hayata geçiremeyeceğim sanırım.
— Bize zaman ayırdığın için teşekkür ederiz. — Ben teşekkür ederim.
GÖLGE | Temmuz ‘08
BEN ÇETEDEN DEĞİLİM!
‘Gündüz ofiste, gece yeraltında’ sloganıyla başlattığımız ‘Çete’ çizgi romanı, tarihi flashback’lerden yoğun bir şekilde yararlanan bir dijital savaş hikâyesi. Seri hakkında ayrıntıya girmeden önce böyle bir çizgi diziye neden ve nasıl başladığımıza ilişkin bir şeyler söylemeliyim. Bu söyleyeceklerim hikâyenin içeriği hakkında da fikir verecektir. Önce bir itirafta bulunayım: Hikâyenin yazarı olarak ben Aşkın Baysal, 12-13 yaşlarından bu yana neredeyse hiç çizgi roman okumayan biriyim. Çizgi roman ülkesinin taşrasındanım, diyebilirim. Ya da Çete’nin son bölümünde Viking karakterinin dediği gibi “Ben çeteden değilim.” Evet, ben çizgi âlem çetesinden değilim ama diğer anlatı türlerine, özellikle roman ve sinemaya yönelik büyük bir iştahım var. Şu anda profesyonel olarak uğraşmamakla birlikte sinema eğitimi gördüm. İlker (Gazioğlu) ile işbirliğimiz yeni değil. Daha önce Ankara’nın kent kültürü dergisi Ankara Magazine’de ‘Zâit ile Nâkıs’ adlı bir komik çizgi serisini birlikte hazırlamıştık. O seri yaklaşık bir yıl devam ettikten sonra sona erdi. Geçtiğimiz yılın ortasında şirketimiz Kapital Medya yeni bir dergi yayımlamaya karar verdiğinde, İlker ile çalışmak için yeni bir şans doğdu. Bu dergi, şu anda Çete serisinin yayımlandığı Digital Age. Digital Age her şeyden önce bir çağ dergisi. Dijital enformasyon teknolojilerinin hayatı tüm yönleriyle radikal bir şekilde değiştirdiği kabulünden yola çıkmış, bu yeni hayatı tüm yönleriyle sayfalarına taşıma iddiasında bir dergi. Derginin manifestosu bu konuda şunları söylüyor: “Dünyanın en değerli markasının Google olduğu, insanların sıradan bir günlerinin önemli bir kısmını internette yaşadıkları, offline olan her şeyin bir de online versiyonunun olduğu, internetin bir mecra olmaktan çıkıp paralel bir evrene dönüştüğü, 23 yaşında bir çocuğun birkaç yılda 15 milyar dolarlık bir servet edindiği, iletişim teknolojilerinin hayatı her an her yerde hızla değiştirdiği yepyeni, bambaşka bir çağda yaşıyoruz. Bu yeni çağa birçok isim verilebilir ama içinde yaşadığımız hayatı yaratan temel faktör dijital enformasyon teknolojileri. Bu yüzden bu çağa her şeyden önce ‘dijital çağ’ demeliyiz -biz öyle diyoruz. Dijital teknoloji altyapısı dünyanın her yerinde yeni bir yaşam biçimi, yeni iş yapma biçimleri, yeni bir zihin yapısı, yeni alışkanlıklar, kısacası yeni bir insan yaratıyor. Bu yeni çağın yeni hayatını tüm yönleriyle Digital Age sayfalarında bulabilirsiniz. Aylık bir yayın olan Digital Age, öncelikle dijital endüstri şirketlerine ve bu şirketlerde çalışan profesyonellere sesleniyor. Ancak bu dergi takım elbiseli, iş dergisi sıkıcılığında bir yayın değil. Profesyonellere sesleniyor ancak onları son kullanıcı taraflarıyla yakalamaya çalışıyor. Digital Age sayfalarında yazılımdan donanıma, GSM’den telekoma, oyundan müziğe kadar dijital teknolojilerin hüküm sürdüğü ve süreceği tüm sektörlerden ayrıntılar bulabilirsiniz. Digital Age dijital teknolojilerin yarattığı yeni hayatın yansımalarını, imkânlarını, semptomlarını, sorunlarını, kısacası her şeyini yansıtan, anlatan ‘bir çağ’ dergisi. Önümüzde yeni başlamış bir çağ ve yürüyecek çok yol var. Sizi yeni çağın yeni dergisi Digital Age’e davet ediyoruz.”
52
Böyle bir derginin özel bir kitleye ulaşacağından emindik ve bu nedenle bu dergide özel bir şeyler, mesela dijital hayata ilişkin bir çizgi hikâye olması gerektiğini düşünüyorduk. ‘Çete’ böyle ortaya çıktı. Hikâyesi, internet daha ‘beta’ aşamasındayken, henüz pek kimseler internete itibar etmezken, büyük bir potansiyele sahip bu yeni mecrayı sahiplenen, onu yavaş yavaş geliştiren öncü insanlardan oluşan bir grubun, kurulu düzenin internete el atmasından duyduğu nefretten kaynaklanan, hafif seçkinci bir yönü de olan bir isyana dayanıyor. Çete’nin en temel özelliği, hikâyenin ilgili olduğu dijital âlemin, insanların nick name’leriyle, avatarlarıyla var olduğu internetin doğasına uygun olarak soyut bir mekânda, soyut bir zamanda ve soyut karakterler üzerinden akıyor olması. Bunun en belirgin örneği karakterlerin hiçbirinin gerçek bir isminin olmaması. Şimdiye kadar sahneye çıkan karakterlere yalnızca Komiser, Şef ve Viking diyebiliyoruz. Bir de adları anılmasına rağmen henüz sahneye çıkmamış Scipio Africanus ve kırmızı tavşanlar var. Çete’nin kimlerden oluştuğu, liderinin kim olduğu, nasıl bir hiyerarşinin olduğu veya bir hiyerarşinin olup olmadığı henüz cevabı net olarak verilmiş sorular değil. Kısacası belirsizlik Çete hikâyesinin genel atmosferini oluşturuyor. Bu belirsizliği bir ölçüde dengelemek, okuru akışa tutundurmak için hikâyede çeşitli tarihî detaylara yer veriliyor. Bu durum esas hikâyeye paralel başka birçok hikâyenin anlatılmasına da imkân veriyor. Çete’nin ne olduğuna ilişkin en net ifadeyi hikâyenin kahramanlarından Viking’in sözlerinde buluyoruz: “Yeni dünyayı 1492’de Kristof Kolomb değil, 1001’de Grönland fatihi Kızıl Erik’in oğlu Leif Erikson keşfetti. Kolomb’dan yarım bin yıl önce. Ama Amerika’yı keşfetme şerefi Hindistan’a gitmeye çalışıp, yolunu şaşıran Kolomb’a verildi. Bu çağın yeni dünyasını, interneti de biz keşfettik. Kimse ona doğru dürüst bir gelecek biçmezken, biz bu buz ülkesine yeşil ülke, bu üzüm yetişmeyen yere şarap ülkesi dedik. Açık kaynak yazılımlarımızla bu belirsizlik ve kaos ülkesinde yol bulmaya çalıştık, daha çok da yol açtık.
GÖLGE | Temmuz ‘08 Bugün ona yeşil ülke diyen, şarap ülkesi diyenler değil, ona inanmayanlar yeni ülkeye, internete sahip çıkıyor. Gizli servisler, polisler, devletler, dev ahtapot şirketler internete el atıyor. Biz anarşimiz, kaosumuz içinde rahatça yaşarken, devletler interneti kurallarla, yasalarla boğmak istiyor. Peki, biz buna izin verecek miyiz? Hayır! Kesinlikle hayır! Kaosumuzu düzeninize değişmek istemiyoruz, değişmeyeceğiz. Biz kim miyiz? Biz herhangi biriyiz, biz her yerdeyiz. Ama biz Second Life’ta parkta oturanların üzerine penis yağdırıp eğlenen zavallı gamlı baykuşlardan değiliz. Biz gerçek bir kaos isteyenleriz ve kaos yaratmaktan geri durmayacağız. Biz gece ofiste, gündüz yeraltında dolaşan dijital korsanlarız. Biz Kızıl Erik’in oğulları ve kızlarıyız. Bizi bulmak isteyenler, kızıl tavşanı takip etsin!” Hikâyenin sonunu öğrenmek için kırmızı tavşanları izlemeye devam edin!
Aşkın BAYSAL
Aşkın Baysal kimdir? Ankara Üniversitesi İletişim Fakültesi Radyo Televizyon Sinema Bölümü mezunu. Aynı bölümde ve ardından ODTÜ Sosyoloji’de yarım kalan iki yüksek lisans teşebbüsünde bulundu. Sosyolojiye, felsefeye, tarihe, edebiyata ve sinemaya olan ilgi ve iştahını hâlâ muhafaza ediyor. 2000 yılının ilk günlerinden beri MediaCat dergisinin bünyesinde. Son beş yıldır derginin yazı işleri müdürü. Aynı zamanda Digital Age dergisinin yayın direktörü. MediaCat tarafından yayımlanan, dünya reklâm ustalarının hayatları ve başarılarının anlatıldığı beş kitabın yazarı. İstanbul’da yaşıyor. Hayatı ve İstanbul’u çok seviyor.
54
Çizgi Roman ÖZEL Sayısı
a d ’ z u
m m e
T 15
AYDEDE # 1 Korku Yazan; İbrahim AYDIN Çizen ; Hakan AYDIN
GÖLGE | Temmuz ‘08
STAR WARS: GEORGE LUCAS’I ZENGİN ETMEK
Başlık size biraz “garip” gelebilir, fakat işin doğrusu bu. Lucasfilm ve beraberindeki şirketlerin başı olarak George Lucas dakikada yüzlerce dolar kazanıyor. Bunun sebebi de biziz! Biraz daha mı açayım? Film çekmek maliyetli olabilir, fakat çektiğiniz film bir fenomen haline gelirse, akabinde filmin promosyon dahilinde olsun olmasın, her şeyi size para olarak geri döner. Oyuncaklar, kolektif ürünler, DVD’ler, özel organizasyonlar, kostümler, kitaplar, dergiler, posterler, konsol ve bilgisayar oyunları… Aklınıza ne gelirse! İşte Star Wars gibi 6 filmden oluşan, ayrıca üstüne binlerce çizgi roman ve kitabı olan geniş bir seriyi aldığınızda, Star Wars’u yaratmayı istemiş olursunuz. Bu saydıklarımı Star Wars için 100 ile çarpın, o zaman Lucas’ın ne kadar kazandığını hesaplamış olursunuz… Peki, burada bize düşen görev nedir? İşte bunun yanıtını size bu yazımda vereceğim. Biz George Lucas’ı nasıl zengin ediyoruz? Star Wars gibi bir filmi elbette “oyuncak” sanayi bakımından yüksek cirolu bir endekse sahip. 70 ve 80’lerde çıkan figür, araç ve maketler “oyuncak” düzeyinde idi. Hâlâ bile o tarz ürünler repack ve re-paint yapılarak, yani aynı kalıbı yüzlerce kez boyayarak farklı ambalajlarla satarak, tüketicinin beğenisine sunuluyor. Bu tür kolektif ürünler genellikle maliyeti düşük ve ucuz olmasına ek olarak tipleri de karakterlere hiç benzemiyor. Ya da güzel bir kondisyonu bulunmuyor. Ayrıca maket ve Lego’lar var bildiğiniz gibi… Maketleri kendiniz yapıp boyuyorsunuz, maliyet düşmüş oluyor, hazır alınanlara göre… Fakat bundaki kondisyon tamamen sizin becerinize ve zamanınıza bağlı. Easy Kit’leri de var, fakat Easy Kit’lerde boya kendiliğinden olduğu için detaylar atlanabiliyor. Lego’larda ise kendiniz yapıyorsunuz buna rağmen fiyatları uçuk. Firmalara örnek verecek olursak: * Hasbro/Kenner * Lego * Revell Ben daha profesyonel bir şey istiyorum, diyorsanız, size cevabım şu firmalar: * Sideshow * Medicom * Gentle Giant * Master Replicas * Kotobukiya * Attakus Bu firmalar Star Wars’un kolektif ürünlerinin “oyuncak” olarak kabul edilmeyen (en azından bilinçli çevrelerce “oyuncak” olarak kabul edilmeyen) ürünlerini çıkartmaktalar. Bu firmaların çoğu ürünleri, Hasbro’nun bir 3,5” figürleri ile kıyaslanamayacak kadar iyidir. Yalnız, çoğu dediğimin al-
56
tını çizerim, çünkü Hasbro’nun da özene bezene yaptığı figürler de var, nadir, ama var. Bunlarda kendi aralarında çeşitli kategorilere ayrılıyorlar, elbette fiyatları da birbirinden farklı düzeylerde. Örneğin, Sideshow firmasının 12”lik karakter figürlerinden biri 100 dolar civarında gidebiliyor, ürün önce bu fiyattan satılıyor, teslim tarihi birkaç hafta ya da ay sonra olabiliyor, ürün ön başvuruda tükendi ise, bekleme listesine alınıyorsunuz. Ürün beğenilmediyse, dağıtım haftasının birkaç gün sonrasına asıl fiyattan daha düşük oranda eBay’de bulma şansınız oluyor. Sideshow ve Medicom firması 2007 yılından itibaren birlikte çalışıp, güzel ürünler piyasaya çıkartmışlardır. RAH (Real Action Hereos) serisi, bu iş birliğine örnek olarak gösterilebilir. Gentle Giant firması, kişisel olarak benim favorimdir. Büst, statü, diorama statü gibi çeşitli ürünler çıkartmış ve çıkartmaya devam etmektedirler. Ürün yelpazesinde en ucuz ürünlerin ilk el satış fiyatı 80 dolar civarından başlamaktadır. Ürün detayları iyi işlenmiş, fiyat bakımından kondisyonu ile karşılaştırıldığına orta seviyede kalmaktadır. Master Replicas, 2007 ayı sonunda Lucasfilm şirketleri ile anlaşması dolmuş, yerine eFX firmasını bırakmış bir şirkettir. Büst, statü gibi ürünlerden ziyade, blaster, helmet, lightsaber gibi ürünlerin 1:1 ya da daha küçük boyutlardaki ürünlerini üretmişlerdir. En tutulan ürünü ise hiç şüphesiz 1:1 ölçülerde yaptıkları Force FX Lightsaber’lardır. 1:1 oranda, Darth Vader, Yoda, Mace Windu, Obi-Wan Kenobi, Luke Skywalker, Anakin Skywalker gibi Star Wars dünyasında iz bırakmış karakterlerin ışın kılıçları, gerçeğe yakın ses ve fiziki efektleri ile hayranların beğenisine sunulmuştur. Fakat Master Replicas firmasının Star Wars koleksiyon dünyasından çekilmesi iyi ya da kötü mü bunu henüz bilmiyoruz. Çünkü FX üretme olayının Hasbro’ya geçtiğinden bahsediliyor ve MR’ın yerine gelen eFX firmasının ürün kalitesi henüz tam anlamı ile bilinmiyor. Bu yüzden FX’in tadını doyasıya yaşamak isteyenler, elini çabuk tutsun derim. Gelelim Kotobukiya firmasına… Bu firmanın ürünlerini belirli bir fiyat aralığında söylemek çok zor! Bazı ürünleri 100 doların altında olurken, bazıları 300-400 dolardan satılıyor, aynı boyutlarda olmasına rağmen. Firmanın özellikle Darth Vader ürünlerini şiddetle tavsiye ederim. Attakus firması, hiç şüphesiz Star Wars dünyasında (bence) gereksiz para harcanan firmalardan bir tanesi. Neden mi? Çünkü, daha önce yapılmamış olmasına rağmen, niteliksiz bir ürüne 300-500 dolar arası veren biri nasıl bulunur, anlamıyorum. Ürünlerini bulmak zor, bulunduğu zaman da aşırı pahalı çıkabiliyor. Napolyon için değeri olabilir, fakat koleksiyon estetiği değeri çok da yüksek değil, maalesef.
GÖLGE | Temmuz ‘08 Gelelim, bu ürünleri Türkiye’de nerede bulabileceğimize… Gümrük bedeli ve yurtdışındaki firmaların Türkiye’ye pahalı “shipping” uygulamaları nedeni ile bu tip ürünler ülkemize çok sık gelemiyor. Türkiye’de satış yapan bazı dükkânlar var, fakat buradaki fiyatlar ve yurtdışı satış fiyatları yukarıda bahsettiğim sebeplere açgözlülük de eklenince çok fark yaratabiliyor. Aşağıda bu ürünleri bulabileceğiniz firma/dükkân isimleri veriyorum. Nezih Kırtasiye: Star Wars figür, büst, statü, lego ve minyatür oyunlarını bulabileceğiniz dükkân zinciri. D&R: Büst, statü ve replikaları seçkin D&R’larda bulabilirsiniz, fiyatlar bazı ürünlerde fazla gelebilir. (www.dr.com.tr ) Maxitoys/Joker: Figür, lego ve maket tabanlı olarak ürün getirtir, değişik figürler bulabilirsiniz. (www.joker.com ) Toyzzshop: Ürün yelpazesi sınırlıdır, fiyatları Nezih Kırtasiye ve Maxitoys/Joker ile paraleldir. The Dreamers: Figür, statü, büst, replika gibi ürünler getirtir, yani ürün yelpazesi geniştir, fiyatları uygundur. (www.dreamersfigure.com ) Bu firmalardan/dükkânlardan alışveriş etmek istemiyorsanız, yani ürününüzü kendiniz getirtmek istiyorsanız, Gümrük ve pahalı “shipping” ücreti ile karşı karşıya gelebilirsiniz. Ayrıca ürünün teslimi sırasında veya öncesinde ürünün kırılma ihtimali de oldukça yüksektir. Bazen uygun olabilir, bireysel alışveriş, fakat elbette bir ürünü görerek, hissederek ve bilerek almak en iyisidir. Ayrıca yukarıda verdiğim internet siteleri ile online olarak da sipariş verebilirsiniz. Bir sonraki yazıda görüşmek üzere… Güç Sizinle Olsun! Cansu KORKMAZ www.yildizsavaslari.com
58
GÖLGE | Temmuz ‘08
ÇİZGİLİ ÇOCUKLUĞUM
Çizgili bir romanla ilk karşılaşmam, babamın elinde getirdiği, birinin muhtemelen kahvede unuttuğu, babamın da bulup getirdiği Milliyet Çocuk: Baytekin özel sayısı ile olmuştu. Resimlenmiş bu fantazya anlatısı ilk okumamda biraz karışık gelmesine rağmen beni garip bir şekilde büyülemiş ve hayatın harala gürelisine dalana kadar sıkı bir çizgi roman okuru olmama sebep olmuştu. Açıkça söylemek gerekirse 80’lerin başı çizgi roman okumak için gerçekten zor zamanlardı. Romalıların ilk Hıristiyanlara yaptığına benzer işkencelerle aileler çocuklarını bu aşırı zararlı alışkanlıktan vazgeçirmeye uğraşıyor. Çizgi roman okuyan çocuklar ve gençler kendi akranları tarafından ihbar ediliyor. Kimsenin rahatsız etmediği bir ceviz ağacı gölgesi bulmak giderek zorlaşıyordu. O zamanlar bir çocukla ilgili tüm olumsuzlukların kaynağı mutlaka bu saçma şeylerdi! — Anne kabız oldum ben — Okursan her tuvalete girdiğinde o Teksas, Tomzikleri olursun tabii! Çizgi roman satmayan neredeyse hiçbir bakkal ya da gazete satıcısı yoktu. Kara Murat, Tarkan gibi büyük boyda ve ince haftalık yerli tefrikalar yanında kalın Mister NO, Tom Braks, Zembla, Conan, Süper Korku, Kinova ve daha onlarca çizgi roman her daim raflarda hazır olurdu. Doğrusu çok da pahalı değildi. Çizgi roman günümüzdeki algılanışının tersine asla butik ve elit bir ürün değildi. Günlük harçlıkla rahatlıkla bir iki süper cilt alınır ve tüm gün boyunca, domates peynirli bir yarım ekmek eşliğinde, bu dünyadan tam anlamıyla koparcasına, okunurdu. Tabii bu ucuzluğun getirdiği özensizlik yüzünden, orijinal haliyle alakalı olmayan hatta orijinal bile olmayan kaptırma maceralar elden ele dolaşırdı ama çocuk bünyem bunları bilemeyeceği gibi umurumda da değildi. Her macerada neredeyse bütün Amerika’yı kurtardığı halde yüzbaşılıktan terfi edemeyen ve albayın şımarık kızına karşı aseksüel bir aşkla bağlı olan Tommiks’ten hiç hazzetmez, Teksas’a ise mücadelesinde hak vermeme rağmen mesafeli yaklaşırdım. Mister NO şahane, Zagor ve Çiko ise gönüllerin kahramanıydı. İçinde fantazya olan türler ise beni kendine mıknatıs gibi çeker, bütün okul harçlığımı bu maceralar yatırmama sebep olup annem tarafından da, “Acıktıysan iki porsiyon Conan ye,” diye alaylı bir aşağılanmaya maruz kalmama sebep olurdu. Conan’ın Türk olduğu yalanına gönülden kanıyor, Alfa yayınları ve Ali Recan öl dese, ölürüm diyordum. En sevdiğim çizer John Buscema, Conan’ı aratmayacak tek kahraman ise memlekette pek tutunamamış Barbar Kral Kull’du ve kimsenin o zamanlar bile gülmediği bir şekilde “Kull’a kulluk yaraşmazdı” Örümcek Adam ise en tuttuğum kahramandı. Teksas, Tommiks, Tom Braks gibi demirbaşlardan çok sonra yayınlanmasına rağmen çok büyük bir okuyucu kitlesi oluşturmuş, ‘Süper’ olmasına rağmen alabildiğine sıradan hatta zavallıca bir hayat yaşayan, türlü çeşitli süper kötüleri pataklamasına rağmen Meri Ceyn’e söz geçiremeyen bir gençti ve bu realite benim çok hoşuma giderdi. Örümcek Adam sayılarında tanıştığım dolgu çizgi roman ola-
68
rak yayınlanan Namor ise Örümceğin tam tersi burnundan kıl aldırmayan düşmüş bir soyluydu ve o kafasız gururu yüzünden iki tane de benim çakasım gelirdi. Tabii her şey o kadar da masum değildi ama bir çocuğa yedirmek kolaydı. Yıllar sonra anladım ki, Kızılmaske snop bir ırkçı, Tarzan ve Zembla ise zencilere ve tüm orman hayvanına sarı saçlı bir beyaz hatun için kök söktüren Afrika’nın baş belasıydı. Renksiz tek kanal TV’nin zaman kısıtlı yayın yaptığı, bilgisayar denen şeyin olmadığı, Atari salonlarının hemen her mahalleye açılmadığı erken dönemde çizgi roman, teyze yazlıklarında kıstırılmış ergenler için gerçek bir kaçış ve saklanış aracıydı. Fakat zaman geçti biz âdem elmalı, sivilceli çirkin erkekler olduk. Eskiden anne babamızdan kaçırılan çizgili romanlar şimdi de “Ayyy bunları mı okuyorsun?” demesinler diye kızlardan saklanır olmuştu. Biz mi çizgi romanları terk ettik, yoksa onlar mı azaldılar bilmiyorum ama zaman içinde birer birer gözden kayboldular. Tay Yayınları’nın, yüz kasları abartılmış “Aslan” imzalı kahraman çizimleri bile burnumda tüter olmuştu. Eski köprüler inşa edilmeliydi ama bu gürültünün içinde bu nasıl olacaktı ve eski tatlar yeniden yakalanabilecek miydi, yoksa geçmiş hiç ellenmemeli miydi? Önce internetten bir zamanlar okuyup, çok sevdiğim Conan gibi kahramanların resimlerini, kapak çizimlerini aradım ve çoğunu da buldum. Gecenin birinde duygusuz bir bilgisayar ekranına bakarken o kapağın üstüne ağzımın kenarından dökülen domates parçası detayı bile aklıma gelince hem keyiflendim, hem de en sevdiğim zamanda asılı kalmayı becerememiş olduğum için burkuldum. Daha bir meraklandığım vakit çevrimiçi okunabilecek bir şeyler aradım ve hatta buldum ama kitap gibi kokmayan dokunulamayan, ruhsuz bir suret gibi göründüğü için, anılarıma ihanet etmemek adına uzak durdum. Ama benim gibi bir sürü de meraklısı vardı bu çizgi roman denen illetin… Demek ki virüs başkalarının kanında da uyku halinde yaşıyordu. “O zaman, aramalı ve bulmalı,” deyip küçük şehirden, büyük şehre uzanan, sahaflardan başlayıp çok gerekli şeyler satan yerlere kadar varan bir çizgi roman kardeşliği yolculuğuna başladım ama Frodo kadar dirayetli değildim ve çok yerde de yarım bıraktım. Geldiğim noktada çizgi romanın da değişim geçirip başkalaştığını, sinemada film öncesi okunan, gazoz kapağı, para düşürmece oyunlarında bir yıldır birikenlerin hepsinin kaybedildiği ya da Kara Korsanın hazinelerinden bile kıymetli ganimetlerin kazanıldığı bir kıymet olan, yasaklı hali yüzünden ayrı bir gizemi olan bir şey olmaktan çıkıp, orijinaliyle aynı ve hatta daha kaliteli basılan ama sırf bu yüzden de ellenmesi bile dikkatlice olan, arkadaşa vermenin asla kabul edilmediği, azalan bir okuyucu yüzünden de iyice fiyatlanmış ve kafasının arkası kelleşmiş iyi kazananlarca defalarca değil bir kere bile okunmadan koleksiyonu yapılan bir meta haline geldiğini görmekten çok da mutlu değildim. Sahaflar bile akıllanmış ve 100 tanesini üç kuruşa 2. ele sattığımız romanların üstünden yat, kat, villa taksitine girmişlerdi. Ben büyürken çizgili şeyler de büyümüş ve kendini para için satar olmuştu. Amerikalıların “Pulp” dediği üç kuruşluk romanların çağı çoktan bitmiş, AVM kitapçılarında ışıltılı bir gösterişle satılanların zamanı başlamıştı. Artık çizgi roman okumak mümkün değildi ve zaten o ceviz ağacı da çoktan kesilip yerine bir bina dikilmiş olsa gerekti. Aklın takıldığı yerde, zaman değil akıl kalırmış… Elinde domates peynirli yarım ekmek, tek eliyle domates damlatmadan sayfaları çevirmeye çalışan, ağacın gölgesinde bir çocuğu görebileceğim tek yer kendi yıpranmış hatıralarım. Ha şimdi mümkün olsa da yanına gidip onu kandırabilsem elindeki ekmeği değil çizgiliyi alıp kaçarım. Sinemayla ve çizgiyle kalın
Murat Tolga ŞEN www.otekisinema.com
GÖLGE | Temmuz ‘08
CESARET DAĞI
Dağ, köyün önünde öylece duruyordu. Doğduğundan beri güneşin hep aynı noktada kaybolduğunu görmek kasvet verir olmuştu. “Güneş gerçekten orada mı batıyor, yoksa daha ileride başka bir yerde mi?” diye düşünüyordu uzun zamandır. Hele on sekizine geldiği senenin kışı iyice çekilmez oldu. Güneş daha erken batmaya, hava erkenden kararmaya başladı. “Bahar gelsin gidip göreceğim güneşin nerede battığını,” diye mırıldandı. “Altan,” dedi dedesi “gidemezsin oraya.” “Neden dede?” “Orası, Cesaret Dağı.” “Dede oraya Köknar Dağı derler. Sen neden Cesaret Dağı dersin?” “Olur mu oğul, görmez misin her baharda sırtına çıkınını denk edip, dağ yoluna gidenleri. Hiç umut dolu dönenini gördün mü ki? Köknar sadece dağda yetişen ağacın adıdır. Oranın adı Cesaret Dağı.” Altan düşündü. Dedesinin dediği gibi karlar erimeye başladığında gözleri umutla parlayan nice civanlar görmüştü. Ama bir kerecik olsun dağdan inen genç körpeye rastlamamıştı. Hatta şimdi o gözlerde umut değil, hayat ışıltısı bile olmadığını yalan yanlış hatırlıyordu. Yaşlı adamın torunu “Cesaret Dağı” diye kendi kendine söylenmeye başladı. Her gün kış biraz daha bastırıyor, karların boyu yükseliyor, köy kahvesindeki yaşlılar çevrelerindeki gençleri gördükçe daha bir mutlu oluyorlardı. Delikanlı her gün evden kahveye, karlar arasında bir tünel açarak dedesini götürür olmuştu. Genellikle köyün gençleri bir masa etrafında toplanır, bahardan, çeşme başındaki kızlardan konuşurdu. Orta yaşlılar, karın hasadı nasıl etkileyeceğini, ürünün bol olması için karın hangi gün kalkması gerektiğini hesap ederlerdi. Yaşlılar nedense gençler gibi bir araya toplaşmaz, ikişerli üçerli masalarda oturup, nargile fokurdatır, bir masal havasında gençlik günlerinden bahsederlerdi. Altan, ilk defa kulağına gelen “Cesaret Dağı” sözcüğü ile irkildi. Kahvenin öbür ucunda bir ihtiyar gözleri katarakt olmuşçasına fersiz “Kar bitmese, yine gençler çıkmasa Cesaret Dağı’na” diyordu. “Sus!” dedi yanındaki. “Akıllarına getirme şimdi. Kim bilir kaç kişi dökülür yollara. Bak şu kenar masada oturan Daranlar gibi olur hepsi. Bu köyün gençlerini yıllardır o dağı hayallemesinler diye yapmadığımız tek göçmek kaldı. Yeni yetmeler de adını duysalar dağın yoluna gitmek isterler. Aman anmayalım adını…” “Cesaret Dağı,” dedi Altan. Çatısına kadar karla kaplı köy kahvesini bir hararet bastı. Oluk oluk terlemeye başladı delikanlı. ‘Cesaret’ kelimesi bile ateşini artırıyordu. “Ben cesurum, o dağa çıkacağım.” Artık ufak köy kahvesini ısıtan ocakta yanan odunlar değil Altan’ın içindeki merak ateşiydi. Altan’a an geçmedi ama köylüye çabuk gün geçti. Önce ovanın karı eridi, çiçekler açtı ardından dağın dereleri ovanın ağaçlarını suladı. Toprağın altından başını kaldıran ekinler daha bir parmak boyuna gelmemişti ki köy yolunda bir adam gördü Altan. Sırt çantasını yüklenen adam başına duvak misali duman dolayan Cesaret Dağı’na doğru ağır ve sert adımlarla gidiyordu. Adamın ardından baktı kaldı. “Ben de,” diyebildi içinden. Dudaklarından çıkmayan kelime boğazında bir düğüm olarak kaldı. Derin bir nefes aldı. Sanki konuşmasını engelleyen
70
bir şey boğazını sıkıyor, göğsünü bastırıyor, nefesini kesiyordu. “Ben de gideceğim…” diye bağırdı dağa tırmanan adamın ardından. Sesi öyle gür öyle yüksek çıkmıştı ki ovanın öbür ucundan dedesi duyup, “Gidecek!”demişti içinden. “Şimdi gitmesin evladım… Hiç gitmesin.” Elleri yardım ister gibi gökyüzüne açıldı “Ben cesaret edemedim gitmeye, o da gidemesin, sen onu bize bağışla.” Dağın dumanlı başından köye doğru ak bir bulut suyunu sala sala iniyordu. Altan biraz yufka ekmeğini birkaç topak keçi peynirini ve terlerse diye yanına aldığı iki iç mintanını bir heybeye koydu. Omzunun üzerinden heybeyi sallandırıp tarla yoluna gitti. Dedesi hâlâ elleri havada, dua edercesine diz çökmüş duruyordu. “Ana ben gidiyom,” dedi. “Nereye gidiyon oğul?” “Şu dağa!” “Oğul, bahçe vaktidir ne işin var dağda. Yaşlı dedenle, avrat başıma beni bırakıp nereye gidiyon?” Kadının yanağından bir damla süzüldü. “Git oğul, gidene dur demem ben. Ama döndüğünde bizi burada göremezsen, merak etme. Sadece aynaya bak, nerede olduğumuzu anlarsın…” “Ne diyon ana, şu dağın zirvesine gitmek ne ola ki? Yola çıktım mı yarın akşam olmadan dönerim buraya. Sen meraklanma.” Delikanlı yapacağı işin gururunu omuzlarına yükleyip yola koyuldu. Karşısındaki neydi ki? Çobanların eteklerinde keçilerini otlattığı tepe değil miydi? Her adımında biraz daha yaklaştığını düşünerek köyünü ardında bıraktı. Bir süre geriye bakmak istemiyordu. Çiçeklere, çiçeklenmiş ağaçlara, güzel ötüşlü kuşlara baktı. Aradan saatler geçmişti. Sonra döndü ardına “Evim nerede kaldı?” diye baktı. Ne evi, ne de köyü görünmüyordu. Yine dönüp dağa baktı, sanki yol bir adım bile kısalmamıştı. “Akşam olmadan zirveye varmak gerek,” dedi adımlarını sıklaştırarak. Akşamüzeri kırdaki yabani sarımsaklardan topladı yufkasına peynir sarıp yanında katık etti. Bir kaynaktan kana kana su içti. Güneş az sonra yine aynı yerde batacaktı. Hemen heybesini omuzlayıp hızlı hızlı yoluna devam etti. Güneş dağa ne kadar yaklaşırsa o da o kadar hızlanıyor, koşar adım tırmanıyordu. Biraz sonra güneş dağın ardında kayboldu. “Dinleneyim, yarın gün doğumunda uyanır, daha hızlı giderim,” diye söz verdi kendine. Yüce dağın karı henüz erimemişti. Dağdan aşağı esen rüzgârın soğuğu yavaş yavaş içine işliyordu. Öten baykuşları ve uluyan kurtları saydı. Tan kızıllığında kalkıp yeniden yola düştü. Güneş gökyüzüne yükselirken önünde bir adam gördü. “Dün gördüğüm adam olmalı,” diye düşündü. Acelesi olduğundan, koşar adım yoluna devam etti. Birkaç saat sonra yeni insanlar görmeye başladı. Saat öğleyi geçtiğinde dağ hâlâ yerli yerindeydi. Ardına baktı, köyü görünmüyordu. “Az kalmış olmalı, aşağıdan dağa baka baka gözümde büyüttüm. Bu yanılsama olmalı,” dedi. “Geceden önce varırım…” Sonra bir kere daha kafasını kaldırdı “Ya da yarın sabah erkenden.” Geceye kadar yoluna devam etti. Zirveye yaklaştığında gün batmıştı. “Üşümeyeyim, yarın sabah önce zirveye çıkar, sonra da aşağı inerim. Zirve daha soğuktur,” derken hâlâ dağın karlı kısmına gelemediğini düşündü. “Bir günde kar eriyecek değil ya. Çok yoruldum hayal görüyorum.” Delikanlı sabaha kadar deliksiz uyudu. Hatta uyandığında saat nerede ise öğlene geliyordu. Dün gördüğü adamlar yanından geçmiş gitmiş, zirveye varmak üzereydiler. “Yolun sonuna geldik. Karnımı doyurayım, aşağıya inene kadar yiyecek başka bir şeyim kalmadı zaten,” diye düşündü. Heybesinde
son kalan yiyeceklerle karnını güzelce doyurdu. Yeniden koşar adım zirveye doğru yol aldı. Yolun sonuna artık çok az kalmıştı, dağın zirvesi kel bir tepeydi, insanın içini donduran bir rüzgâr esiyordu. Koşarak zirveye ulaşmaya çalışırken uzakta uçan kartallar ilişti gözüne. “Sizin kadar yüceyim,” demek için daha hızlı koştu. Zirveye geldiğinde göz alabildiğine yüksek bir dağ duruyordu önünde. Zirve sandığı bu tepeciğin ardında ise yayla köyü vardı. “Boş bir hayalmiş. Cesaret Dağı diye bir yer yokmuş, daha da büyük bir dağ varmış ardında.” Yayla köyünün dar sokaklarını gezmeye başladı. İnsanların umutsuz gözlerini gördü. “Dağın adına hiç uymamış bu köy,” diye düşündü “Umutsuzluk Dağı deseler daha doğru olacakmış.” Yayla köyünün çıkışına geldiğinde birkaç kişinin ulu dağa çıkışını izlediğini gördü. “Bu adamlar nereye gidiyor?” diye sordu. “Cesaret Dağı’na,” dedi kendi yaşıtı bir genç. “Cesaret Dağı burası değil mi?” “Hayır, işte o yüce dağ.” Altan dağa doğru ilerleyen ayaklarına engel olamadı. Önünde ilerleyen kişi köyden bu yana bir önüne geçen, bir geride kalan adamdı. Hızlanan adımları ile birkaç dakika içinde adamın yanına vardı. “Ne kadar sürer zirveye ulaşmak?” diye sordu. Adam Altan’a bakmadı bile cevap verirken “Birkaç günden fazla. Ama o zirve gerçekten Cesaret Dağı’nın tepesi mi bilmiyorum. Ya bugün vardığım bu zirve gibi yalan olursa? Ya daha yüceyse!” Altan adamın son kelimesinden sonra yavaşladı. “Ya daha yüceyse!” dedi kendine. İşte o zaman ne yapardı? Aşağıda anası ve dedesi onca iş arasında ne kadar beklerlerdi ki onu? “Bütün yük onlara kaldı,”dedi. Sonra yeniden koşturmaya başladı yüceye doğru. Yol boyunca ardından doğan güneşi izledi. Her akşam dağın ardında aynı noktada batıyordu. “Hiç yol gelmemişim, sanki nispet yapar gibi…”dedi. Yola çıkalı haftalar, hatta aylar olmuştu. İlk zirvenin ardından gördüğü dağı çoktan aşmış onun da ardındaki dağı geçmiş, art arda, art arda sıralanmış küçüklü büyüklü nice yücelerin zirvesinde konaklamıştı. Yol boyunda kendi gibi umutla yüceye tırmananları ve umutsuzca aşağı inenleri gördü. “Halin nicedir?” diye sorduğu bir dönen, “Zirve diye bir şey, Cesaret Dağı diye bir yer yok!”diye yakınmıştı. Bunun ardı, onun ardı ve daha da ötesi hep sıra dağlar.” Yol üzerinde ilerledikçe daha çok yayla köyü görür olmuş, köylerin insanlarının umutsuz bakışlarını içine sindirmiş “Acaba dönmek mi gerek?” diye düşünmeye başlamıştı. Mevsimin döndüğü, yaz sonunun geçtiği, kışın geldiği belliydi. “Yarın dönerim,” dediği dedesi ve anası ne yapıyorlardı acep? “Kış bastırmadan geri mi dönsem!” dedi pişmanlıkla. “Ama Cesaret Dağı’na çıkamadı derler, anamın dedemin yüzünü yere baktırmaktansa, yolumdan dönmemek en iyisi,”diye düşündü. Birkaç gün sonra da ilk kar düştü. Bir yayla köyünün kahvesine sığındı kışı geçirmek için. Bütün gün insanlar kahvede oturup boş gözlerle bir dağ yoluna bir de köyün yoluna bakıyorlardı. Zirveye çıkmak, eve geri dönmek ya da burada böylece kalmak gibi seçeneklerini düşünüyorlardı. Sessiz geçirilen günler sonunda kahve çatısına kadar karla kapandı, hiç kimse kahveden dışarı adımını atamadı. Sonra yeniden bahar geldi. Karlar eridi. “Gitme zamanı geldi,” diye düşündü içinden istemeye istemeye. Oysa baharın ilk çiçeği açtığında hiç kimse yola düşmemişti. Sonra ikinci üçüncü çiçekler de insanları yerinden kaldıramadı. Altan o baharı, yazı ve sonbaharı o kahvede, yolculuğa cesareti olmayan insan-
72
GÖLGE | Temmuz ‘08 larla geçirdi. Yeniden kış geldiğinde “Baharda eve dönerim,” diye geçirdi içinden. O bahar da yola devam edemedi. Dördüncü senenin sonunda yayla köyü kalabalıklaşmış kahve oturulmaz olmuş, insanlar umutsuzluklarını burada yaşamak için kendilerine ev yapar olmuşlardı. İlk çiçek açtığında son bir gayretle “Bana eyvallah beyler!”diyerek yola koyuldu. Zirveye çıkana kadar yolda kimseye rastlamadı. İki gün sonra Cesaret Dağı’nın en yücesine çıktığında inanılmaz güzellikte bir manzara ile karşı karşıyaydı. Türlü çiçeklerin rengârenk süsü bahar ağaçlarının çiçekleri ile karışmıştı. Arılar ve kuşların dansettiği zirvenin düzlüğünde daha önceden buraya gelmiş ama bir türlü gözlerini güzelliklerinden alamadıkları için geri dönmeye cesaret edemeyen insanların çadırı vardı. Çadırların ötesinde ise büyük bir göl duruyor, gölün balıkları suyun üzerinde sıçraya sıçraya geziyordu. Düzlüğün bir kenarında sarıçam koruluğu ve ağaçların arasında oynaşan ceylanların, karacaların yavruları vardı. Temiz havayı ciğerlerine doldurdu, başını uzamış çimenlere yaslayıp iç rahatlığıyla uyku çekti. Buradaki insanların yüzü mutlu ve huzurluyu. “Geri dönmek lazım!” diye geçirdi içinden. Ama bu güzellikleri bırakıp gitmek hiç ona göre bir şey olmasa gerekti. Zaman o kadar hızlı akıp gidiyordu ki akşam olduğunda güneşin nereden battığına dikkat etmemişti. “Yarın göreceğim,” dedi kendi kendine ama ne yarın, ne de bir sonraki gün batan güneşin yerine dikkat edip öğrenemiyordu. Bütün gün boş oturup çevreyi seyretmek huzur veriyordu. Sonbahar yeniden gelirken, yaşlı bir adamın yanında oturduğunu fark etti. Batan güneşin yerini fark etmediği gibi bu adamın da aylardır yanında olduğunu fark etmemişti. “Amca,” dedi “ne kadar cesuruz değil mi? İnsanlar aşağıda kös kös oturup her gün aynı hercümercin içinde yoğrulurlarken biz cesaret edip, bu dağa çıktık. Bütün güzellikleri gördük. Tanrı yaşamın tüm renklerini buraya bahşetmiş. Belki de hayatımızı burada yaşamalı burada sonlandırmalıyız.” Yaşlı adam Altan’a baktı. İç geçirip kafa salladı. “Oğul sen hiçbir şey anlamamışın ki,” dedi. Sen sanır mısın ki buraya çıktın da cesaretini ispat ettin? Bak etrafında ne aslan var, ne kaplan, ne de bir düşmanı geçtin gelirken. Önünde tek engelin zamandı. Şimdi de burayı gördün döneceksin. Peki, dönmek için ne bekliyorsun?” Genç adam şaşırmış, hatta kızmıştı. “Amca ben döneceğim. Ama biraz daha göreyim şu güzellikleri.” “Bak işte evlat, güzelliklere bakarken ömründen biraz daha zaman harcıyorsun. Belki de hayatında bir daha bu güzellikleri asla göremeyeceğini, yaşayamayacağını düşünüyorsun. Oysa bu dağ Cesaret Dağı. Çıkmak için değil, inmek için de cesur olmak gerekir. Ben belki yirmi, belki elli yıldır buradayım. Geri dönecek cesareti gösteremedim. Kimileri yolda kalır, ne buraya gelmeye, ne de geri dönmeye cesaret edebilir. İşte biz de burada yolculuğun bittiğini sanırız. Oysaki cesur olan buraya geldiği gibi inebilendir de. Var mı geri dönmeye cesaretin?” Altan yaşlı adamı dinlerken geride bıraktıklarını düşündü. “Güneşin battığı yeri görmeye gelmiştim ben. Daha ne gün batımını, ne de gün doğumunu seyredebildim.” “Oğul bu dert değil, şu aşağıdaki bulutların arasından doğar güneş, öbür yanda yine bulutların ardında batar. Bulutlar çok aşağıda kaldığı için de asla güneşin nerede doğup, nerede battığını göremiyoruz.” Altan o akşam bütün dikkatini güneşe verdi. Gerçekten de köyden gördüğü güneş bir dağ yücesinde batarken buranın güneşi dağın eteklerinde bulutların ardına girip yok oluyordu. Ertesi sabah da gün doğumunu izlemek için baktı dağın etekle-
GÖLGE | Temmuz ‘08 rine. Yine aşağıda, bulutların arasında belirdi önce ve yavaşça yukarıya doğru yükseldi. “Gitme vaktim geldi,” dedi Atlan dün öğüt veren ihtiyar adama. “Anam dedem beni bekler.” “Keşke ben de senin gibi cesur olsaydım,” dedi yaşlı adam dağdan aşağı çığ gibi kopup giden gencin ardından bakarken. “Ama ne bu güzelliği bırakıp gidecek cesaretim var, ne de inersem bir daha buraya geri dönebileceğime inancım.”
Filiz GÜR rintinitin@yahoo.com
İllüstrasyon Serkan ELES nevermoreori.deviantart.com
74
Okura Özel Sayfa “Gölge e-dergiyi takip eden biri olarak güzel işler yaptığınızı söylemeliyim. Gölge dergide daha çok çizgiroman yayınlanırsa daha çok sevinirim. İyi çalışmalar dilerim. Murat YÜRER
Gölge Dergi yaz sıcağında nasıl okunacak? Tatil yapmayacak mısınız? Dergiyi indirmekte problem yaşıyorum Rapid dışında hangi sitelerden indirebilirim? Atilla KAYA Atilla, Gölge e-Dergi olarak tatil yapmayı düşünmüyoruz, kalabalık bir ekibiz. Zaten fark ettiysen arkadaşlarımız tek tek kaytararak tatil yapmaya başladılar bile, onların yerine de yeni arkadaşlarımız yazmaya başlıyor. 500 sayfalık bir dergi olmadığımız için de bu kaytarmaları hoşgörü ile karşılıyoruz... Dergi için bir blog açtık geçen ay http://golgedergi.blogspot.com ayrıca www.hayalsaati.com dan flash olarak, www.resimliroman.net sitesinden cbr olarak www.photoshopmagazin.com un dosyalar bölümünden pdf olarak indirebilirsin. Gölge e-Dergi Ben Gölge e-dergide çalışmak istiyorum. cv yolladım ama tuhaf bir cevap geldi anlamadım... Ozan ÇALIŞKAN Ozan cv yollaman yeterli değil, ilk önce biz “işveren” değiliz, bize cv değil dergide yayınlanacak işini yolla. Ya da ne yazmak, çizmek istiyorsun bunu belirt. Dergi tamamen amatör bir iş olup gelir getirmemekte ve yazar-çizer arkadaşlara telif ödenmemektedir. Dergiyi beğenen olur da reklâm filan verirse yazar-çizer takımını toplayıp boğaza ıslatmaya gideceğiz... Reklam vermek isteyenlere de bunu duyurmuş olalım ;) Gölge e-Dergi
Gölge okurları 10 aydır bilgisayarlarında okudukları Gölge e-Dergi hakkında görüş, öneri, istek ve şikayetlerini golge.editor@gmail.com ‘dan bize ulaştırabilirler Gölge e-Dergi
Herşey daha iyi bir GÖLGE için Gölge e-Dergi Yayın Kurulu
GÖLGE | Temmuz ‘08
BATMAN: Bir Ortaçağ, Bir Şövalyelik Serüveni Amerikan karşıtlığı ve comicsler Ülkemizde çizgi roman, “altın günlerine” geri dönme eğilimi gösterirken onlarca dergi artık hak ettikleri raflarda, kitapçı raflarında okuyucusuyla buluşmaya başladı son dönemlerde. Farklı ülkelerde ortaya konmuş yapıtların yanı sıra yerli yapıtlar da ufak ufak kendine belirgin bir raf payı elde etmeyi başardı bu furyada. Yayınevlerinin hangi görüş veya hangi kaygılardan dolayı bu yapıtları bastıkları maalesef çok belirgin değil. Basımların iyi niyet taşıdığı, çizgi romanın bir sanat olarak görülerek hak ettikleri kalitede basıldıkları ortada. Ancak bu iki noktanın bazı durumlarda yeterli olup olmadığı tartışılmalı düşüncesi ağır basıyor. Özellikle Amerikan çizgi romanları konusunda sürekli ortaya çıkan eleştiriler bu türe dair araştırmaların daha da derinleştirilmesi gerekliliğini ortaya çıkarıyor. Çoğunluğu Amerikan karşıtı olan eleştiriler otomatikman eserleri de hedef alıyor, içeriğindeki hoş birçok şeyin görmezden gelinmesine neden oluyor. Dahası, bir tür “comics karşıtlığı” düşünceDetective Comics #27 (Mayıs 1939) si pompalanarak bu türe karşı olanların sayısı gün Bob Kane çizgileri ile Batman ilk defa görünür. geçtikçe arttırılıyor. Hatta bu türü beğenen kesimin bir şekilde kendini suçlamasına, vicdan muhasebesi yapmasına kadar uzayacak bir baskı mekanizması sürekli olarak işliyor kimi eleştirilerde. Bazı yazarların kendilerini duygularına kaptırarak “Amerikan karşıtı olma” görüşünü eleştirilerine de taşımaları kimi zaman okuyucusu olmadıkları bir alanda eleştiri yapmaya çalışmaları nedeniyle oldukça zeminsiz, temelsiz, desteksiz atıp tutmalara da dönüşmüyor değil. Comics, içinde barındırdığı birçok hoş özelliğin gözden kaçması sonucu gereksiz yara alıyor bu eleştiriler sebebiyle. Oysa Amerikan comics endüstrisinin dönem dönem birçok kaynaktan beslendiği bir gerçek. Birçok mesaj veya kaynak onaylanmayabilir. Ancak gerçek olan iki gerçek vardır ki göz ardı edilmeleri yanlış olur: 1. Devamlı surette üretmek zorunda kalan comics âlemi tıkanma yaşamamak için kaynakları dönüştürerek kullanmak zorunda kalmaktadır. 2. Düşünce özgürlüğü vardır ve her sistem şu ya da bu şekilde düşüncesini sunma hakkına sahiptir. Beğenmeyen alternatifini sunmalıdır.
Batman, özellikle bu iki başlık çerçevesinde üzerinde bir hayli düşünülmesi, her dönemi defalarca incelenmesi gereken comicslerin başında geliyor. Bir soğan gibi soyuldukça yeni bir katmanla karşılaşılan bu kahraman ve serisi her katmanında ayrı bir inceleme konusuna sahip olduğunu gösteriyor.
76
Batman’in yaratım aşamaları / İlk dönemi Batman, yaratıcısı Bob Kane’in (1915-1998) müthiş bir yaratısı olarak ilk kez Detective Comics’in 1939 yılı 27. sayısında okuyucusuyla buluştu. Yarasa kostümlü, gizemli, korkutucu Batman, o yıldan itibaren okuyucusunun gönlünde taht kurdu. Bob Kane, Batman’i nasıl yarattığını “BATMAN VE BEN” adlı kitabında anlatırken Douglas Fairbanks’in başrolünü oynadığı “ZORRO’NUN İŞARETİ” adlı filmden etkilendiğini ifade etmiştir. Fairbanks’in akrobatik hareketleri ve bir ip (kamçı) vasıtasıyla savruluşları Batman’e zemin oluşturmuştur. Dahası Zorro’nun diğer kişiliği olan Don Diego’nun malikânesine gizli yollardan girişi Bruce Wayne’in ve Wayne Malikânesinin ortaya çıkmasına neden olmuştur. Ayrıca malikâneyle dehliz girişine atalardan kalma bir saatin kapı ve bekçilik görevi görmesi de yine filmden alınmıştır. Bob Kane’in ilk Yarasa-Adam tasarımları 1930 yılı yapımı “YARASANIN FISILTILARI” (THE BAT Detective Comics #33 (Kasım 1939) WHİSPERS) adlı filmle biçimlenir. Yarasa maskeli, Batman’in ilk “Origin” macerası pelerinli karakter ilk BATMAN imajını belirlerken, 8 yıl sonrasında bir ışıldağın ortasında yer alan yarasa işareti bu tabloya eklenmiştir. Kane, sonrasında etkilendiği tasarım sahibinin Leonardo Da Vinci olduğunu ekler yazısına. Ve Batman kostümünün grili, mavili, lacivertli, sivri kulaklı, yarasa kulaklı tasarım ve değişikler dönemi başlar, kostüm ve kahraman dönemsel değişiklikler yaşar. DC’nin Müdürü ve Editörü Jenette Kahn, Kane’in çocukluğuna sıkı sıkıya bağlı olduğunu, Pelerinli Haçlı (Caped Crusader)’nın aksiyon, suç, mücadele, macera dolu öyküleri her yaştan okuyucusunu içlerindeki çocukluğa seslenerek yakaladığını söyler. Hatta Bob Kane çocuğa, çocukluğa o derece önem vermektedir ki çeşitli çocuk merkezli yardım kuruluşlarına yardımlarda da bulunmuştur. Bu tarihçe Bob Kane’in kitabında yer almaktadır. Kahn da bunu desteklemektedir. Batman’in yaratım sürecine ilişkin yaratıcısının açıklamalarına elbette saygı duyulmalıdır. Ama ilerleyen yayınlarda karşımıza çıkan değişimlerin kaçının baştan düşünüldüğü, kaçının sonradan eklendiği de sorgulanmalıdır. Batman belki Zorro’dan esinlenilmiştir ama zaman içinde dedektiflik yöntemleriyle Sherlock Holmes’laşmış, dövüş becerileri geliştirilerek Ninjalaşmıştır Batman. Hatta Sihirbazlık/İllüzyon yeteneklerini geliştirerek Houdini’leşmiştir de. Dahası, dönem dönem farklı konseptlere ev sahipliği yapmış, farklı politikaların ve düşüncelerin ileticisi olmuştur. Bu süre içinde Batman’a bir sürü lakap yakıştırılmıştır: Vigilante, Caped Crusader, Dark Knight, Dedektif, son olarak Urban Legend. Dedektifi bir yana bırakırsak; Vigilante, şehir asayişini sağlayan resmi olmayan kişi Caped Crusader, pelerinli haçlı (Haçlı seferine çıkan kişi) Dark Knight, kara şövalye Urban Legend, şehir efsanesi
Batman #1 (İlkbahar sayısı) Joker ve The Cat (Catwoman) ilk defa görünür.
GÖLGE | Temmuz ‘08
Batman Sinyali
Batplane (yarasa uçağı)
Batmobil
Lakaplardaki içeriklere dikkatlice bakıldığında şövalye, haçlı, asayişi sağlayan, şehir efsanesi gibi kavramların çok tesadüfî olarak bir araya gelmiş olamayacakları görülüyor. Sanki üstünde durulmamış olsa da 1940 yılında itibaren çok bilinçli bir alt tema işlenmiş ve okuyucuya temel alınan zemin zamana yayılarak iletilmiş gibidir.
Batman ve Ortaçağ Yukarıda sözünü ettiğim lakaplar neresinden bakılırsa bakılsın özellikle ortaçağ ve haçlı seferleri dönemine ait sınıf ve görevlerden gelen lakaplardır. Batman, tematik olarak değilse de yapı olarak o dönemden çok şey almıştır. Özellikle dini motiflerden bolca yararlanılmıştır. Mesela “Batman ve sinyali üzerine bir fantezi” yapacak olsak “Gece aniden bir ışık huzmesi gökyüzünde belirir ve onu oraya yansıtmış olan şehrin önemli kişileri (Komiser, Belediye Başkanı, Vali çoğunlukla sadece Komiser ve yardımcıları), mazlum insanları kurtarmaya gelecek olan kurtarıcıyı beklemekteler. Gözleri uzakları izler ve kurtarıcı nihayet görünür.” Bu ritüel her Batman sayısında tekrarlanır ve Batman her defasında kurtarıcı olarak bu çağrıya cevap verir. Sıradan insanların gözünde bu ışık, bir yerlerde kötülükle boğuşan insanlar olduğunu, kurtarıcının da ortaya çıkarak onları kötülüklerden kurtaracağı anlamını taşır. Ritüel, İsa Mesih’in doğumu sırasında gökyüzünde beliren kuyruklu yıldızı ve onu izleyen üç Bilge’nin kurtarıcıya ulaşmak için çölde yol alışını andırır. Ancak GOTHAM neresinden bakılırsa bakılsın “kutsal bir şehirdir”. Kahraman “şehrinin” düşmemesi için mücadele eder. Sanki Gotham düşerse(!) tüm dünya düşecektir… Düşme… Bu kelime, düşme, çoğunlukla kuşatılmış bir şehre atıfta bulunuyor gibidir. Yüzüklerin Efendisi’nde Gondor’un konumu sebebiyle “Kudüs” benzetmesi ve eleştirisi yapıldığını dü-
Joker
78
Penguin
Two Face
Cat Woman
Yarasa Mağarası’nın planı
2006 yılında “City of Crime” de Gotham Şehri
şünürsek Gotham’ın kuşatılmışlığını KUDÜS’e benzetmek yanlış olmaz gibidir. Koruyucusunun bir şövalye olduğu kutsal şehir başka neresidir? Vigilante, Caped Crusader ve Dark Knight lakaplarının tamamı ortaçağ dönemine aittirler. Vigilante’ler orduların sefere çıkması üzerine boşalan güvenlik alanını dolduran ortaçağ kahramanlarıdır. Caped Crusader, Pelerinli Haçlı, haçlı seferine katılan Tapınak şövalyelerinin üzerinde büyük kırmızı haç deseni bulunan pelerinlerinden dolayı aldıkları addır. Dark Knight, Kara Şövalye anlamına gelmektedir ve yine ortaçağ dönemine aittir. Tümü de kutsal şehirlerin koruyucularıdırlar. Ortaçağ ve din motifleri Batman’in vazgeçilmez unsurlarıdırlar. Yine Batman’in başta anne ve babası olmak üzere devamlı olarak mezarlıkları ziyaret edişi ve “haç” şeklinde mezar taşlarının karşısında çizilmesi bu motiflerin yaygın kullanımlarındandır. Tabii yan karakter HUNTRESS’ın boynunda devamlı surette haçla gezmesi, yakın zamanda türeyen yan karakter AZRAEL’in Kudüs’e girmiş olan kurgusal “San Dumas” haçlılarının torunu oluşu ve Huntress’ın onu hep “Angel one” diye çağırması da bu motiflerin kimlik kazanmış halleridir.
Glen Orbik’in çizimi ile Yarasa Mağarası
Jim Lee’nin çizimi ile Yarasa Mağarası
GÖLGE | Temmuz ‘08
Yine ortaçağ devamı mimarisi olarak da tanımlanabilecek olan GOTİK MİMARİNİN kahramanla özdeşleşecek şekilde kullanıldığı görülür. Gargoyle’ler, karanlık üslup, dahası yine başka bir lakap olan kahramana atfen “gotik kahraman” sıfatı yine o dönem mimarisiyle ortaçağ’dan beslenmedir.
Şövalye Batman “Süper kahraman ekolünde en çok kimi severdiniz?” diye kime sorsanız Batman yanıtını almanız oldukça yüksek bir ihtimaldir. Özdeşleşme noktasında Superman’i sevmek zordur. Örümcek Adam’ın, Daredevil’in görüşleri destek görse de süper güçleri tam empatiyi engeller. Ancak süper gücü olmayan Batman kendini geliştirmiş, yeteneklerini bilemiş, üstün gücü olmadan kahramanlaşmıştır. Bu bakımdan sıradan insana sıradan beceriyle daha sıcak gelir. Kahramanın kendini geliştirmesinden daha önce yukarıda bahsetmiştim. Ninja’lık, Dedektif’lik, Sihirbaz’lık… Ancak asıl gerçek geliştirme silahlar ve zırhlarla olmuştur. Kemerinde gizlediği diğer yetenek malzemelerini saymazsak Batman modern bir şövalyedir. Modern bir malikânede (şatoda) oturur. Yeraltında dehlizler vardır. En iyi arabaya (ata) biner. Özel zırhı ve flaması (alamet-i farikası) vardır. En iyi silahları kuşanır. Yanında yardımcısı ROBİN (şövalye yamağı) bulunur. Alfred’i (at uşağı) vardır. Kutsal bir şehri vardır. Kutsal şehrini tehdit eden Ortadoğulu düşmanı (Ra’s Al Ghul) vardır. Soytarısı (Jocker) vardır. Yalnızlığı ve platonik aşkı (Kedi Kadın) vardır. Dava arkadaşları (Robin, Huntress, Azrael, Nightwing) vardır. Ve sınırsız serveti vardır. Ortaçağ şövalyelerinde bulunduğu varsayılan tüm özellikler, modern şövalye Batman’de de bulunmaktadır görüleceği üzere. Sıfatları, malı, mülkü…
Batman Öyküleri ve Ortaçağ Uzun süre sıradan dedektif ve suçlu avcısı olarak lanse edilen Batman’in özellikle son dönemlerinde okuyucuyla buluşturulan bazı serilerine dikkat etmek gerekir. 1996 senesi sonrası bazı öykülerde Ortaçağ’ın karanlık, kıyamet beklentili ve hastalıklı dönemlerini daha yakından okumak mümkün. Contagion (salgın), Gotham’a yayılan Ebola virüsü öyküsüdür. Neresinden bakılsa Ortaçağ’ın kolera ve veba felaketlerini hatırlatmaktadır. Legacy (miras), Ra’s Al Ghul’un Batman ve Gotham’ın başına açtığı bela ve orta doğu çöllerine de uzanan savaşın öyküsü. Cataclysm (afet), Gotham şehrinin bir depremle dümdüz edilişini konu eder. Aftershok (artçı dalga), No Man’s Land (insansız bölge) hikayeleri de şehrin yıkılışı sonrasında ortaya çıkan kaos ve karmaşayı, şehri terk edenleri, şehrine sahip çıkanlarla istila etmeye çalışanların savaşını temel alır.
80
Batman Yazısıyla Vedalaşma Bir kahraman yaratmak dikkat edilirse çok da kolay değildir. Belki comics endüstrisini beğenmeyen ve “Neden yerli, Türk kahramanlar yok?” eleştirisini yapanlar sanatsal yaratıcı güçten nasibini alamamışlığı irdeleseler çok daha başarılı sonuçlara ulaşırlar. Dahası “kendi tarihini ve inancını çizgi romanda okumak isteyen”lerin “kurgu” dünyasını ve zenginliklerini anlatmanın tekniklerini öğrenmeleri gerekmektedir. Ama elbette bu eleştirim okura değil, çizer veya yazar veya çizgi roman araştırmacısı olarak ortaya çıkan ama bu teknik ve becerilerden yoksun olanlaradır. Maalesef sanatın sanatsal özelliklerine bakmak yerine kendi yeteneksizliklerini gizlemek için sadece imgelere ve motiflere takılan bir çizgi roman yobazları, taassupçuları grubu mevcuttur; yapacak bir şey yok. Özetle bir kahraman yaratmak çok da kolay değildir. Hele onu sürdürmek hiç değil. Bir şeyleri alıp çalabilirsiniz, taklidini yapabilirsiniz, birkaç sayı ilerleyebilir iş yapmış sayılabilirsiniz ama doğru teknik ve beceriden yoksunsanız olduğunuz yerde sayarsınız. Batman… Başka bir yazımda “Alice Harikalar Diyarında” ile arasındaki benzerlikleri sıralamıştım (http://cizgiromanokurlariplatformu.blogspot.com/2008/01/batman-harikalar-diyarinda.html ). Katman çok. Ortaçağ dini, batıl inancı ve gerçeği öykülerinin modernize edilerek tekrar edilişinin eşsiz bir örneği Batman. İyi okumalar. Ümit KİREÇÇİ umitlila@gmail.com cizgiromanokurlariplatformu.blogspot.com
GÖLGE | Temmuz ‘08
YALNIZ YÜRÜYEN ADAM
Cross Plains kasabası, güneşin kavurduğu bir kum çanağıydı. Mart ayıyla birlikte sıcaklar boy göstermeye başlardı. Temmuz geldiğinde de öğle vakti kasaba meydanında kimseyi bulamazdınız. Yılın iki ayı boyunca kasabanın nüfusunu üçe katlayan sezonluk pamuk işçileri ve yerli erkeklerin büyük bir çoğunluğu o vakitte, kızgın güneşin altında tarlalarda ve güneydeki petrol kuyularında çile çekiyorlardı. On beş dakika içinde yuvarladıkları kurtlu fasulyeyle bir fincan koyu kahvenin paydos düdüğüne kadar kendilerini tok tutmasını umarak, petrol ve makinelerden kanayan gres yağının seyreltip çamurlaştırdığı toprağın içinde debeleniyorlardı. Cross Plains’de vodvil yoktu, tiyatro da nadiren gelirdi. Gece bastığında akıllı olan işçiler, eğer evliyseler, iş çıkışı tıpış tıpış evlerinin yolunu tutar, yevmiyelerini, onları bekleyen karılarına verirlerdi; Eğer bekâr ya da gurbetteyseler, kaldıkları bekâr odasında birileri onları soyup boğazlamasın diye tilki uykusuna yatarlardı. Gelecekleri hususunda daha az kaygı duyan veya birikim yapmayı akıl edemeyenler ise seyyar sahra tavernalarında ve genelevlerde üç kuruşluk yevmiyelerini kendi patronlarına geri öderlerdi. Cross Plains, yeni yeşeren bir petrol kasabasıydı ve çocuk büyütmek için o kadar da iyi bir yer değildi. Dr. Isaac Mordecia Howard ve Hester Howard’ın tek oğlu olan Robert Ervin Howard, bu kum çanağına geldiğinde on beş yaşındaydı, ancak gezici hekim olan babası sayesinde Texas’ın neredeyse hemen hepsini görmüştü. Geçtiğimiz yüzyılın önde gelen macera yazarı, kılıç ve büyücülük türünün ağa babası R.E. Howard 1906 senesinde Texas’ın Peaster kasabasında dünyaya geldi. Howard ailesi Crossplains’e taşınıncaya kadar ikişer üçer yıllık aralıklarla Dark Valley, Seminole, Bronte, Poteet, Oran, Vichita Falls, Bagwell, Cross Cut ve Burkey gibi Amerikan Güney Batısı’nın en fakir haydut yatağı maden kasabalarını gezdiler.
82
İllüstrasyon : Korkut ÖZTEKİN
Genç Howard, bu dönemde bir sürü işte çalıştı; tütün toplayıcılığı, hamallık, benzin pompacılığı yaptı. Romantik “Vahşi Batı” ve egzotik Kızılderililer söyleminin ardında yatan kan, yoksulluk ve yoksunluk dolu gerçeği bizzat yaşadı. Yeni bir hayat kurmak ve mutlu bir gelecek inşa etmek amacıyla yola çıkan göçmenlerin düşlerinin toz fırtınalarında yok olduğunu gördü. Farklı kültürlerden gelen insanların kişisel hikâyelerini, göçmenlik maceralarını ve göçerlik söylencelerini dinleyerek büyüdü. Yarattığı karakterlerin hemen hepsinde bu göçebe ruhu bulunur. Medeniler ve bedeviler, şehir insanları ve göçerler, entelektüeller ve cahiller, ırklar, sosyal zümreler ve dinler arasında hep yaşanan kanlı dikleşmeler, acımasız çatışmalar, Howard’ın kaleme aldığı kahramanların temelini oluşturur. Annesi Hester sayesinde, özellikle tarih okuma alışkanlığı kazanan Howard, babasına gelen vakalar ile başıboş amelelik kariyeri boyunca dinlediği, karşılaştığı ve bizzat yaşadığı maceralardan güç alarak yazmaya başlar. Zengin hayal gücü, kıvrak ve kurnaz anlatısı, heyecanlı kelimeleri sayesinde çabalarının karşılığını çok geçmeden alır. Öğretmenleri ve ailesi tarafından cesaretlendirilen genç Howard dokuz yaşında ilk öyküsünü yazar. Oryantal diyarlarda, Araplar, Vikingler ve savaşların göbeğinde geçen öyküleri kan ve katliamlarla doludur. Daha sonra Howard, Jack London, Rudyart Kipling gibi yazarların çalışmalarıyla tanışır. London’ın keskin vahşiliğinden, Kipling’in şaman dilinden etkilenir. R. Haggart’ın egzotik ve fantastik maceraperestliğinden güç alır. Ancak Howard, bir Steinbeck ya da bir London değildir. Sokaktaki adamın gündelik yaşamsal kaygıları onu boğar. Devamlı kötülerin ve gerçeklerin kazandığı bu dünya, bireyi köleleştirir, kaderini mühürler. Buna karşı Howard’ın adamları, mücadeleci, muzaffer savaşçılar olmalıdır, ömrü boyunca baş başa yaşamak zorunda kaldığı kurbanlar değil. Conan, hayat mektebinde doktorasını yapmış kuzeyli, acımasız bir barbardır. Şehirlilerden, onların garip ve teferruatlı adetlerinden ve inançlarından, karanlık tanrılarından, çetrefilli ve şaibeli ilimlerinden tiksinir. Ama bir taraftan da şehir hayatının sunduğu lükse ve prestije karşı zaafı da varmış gibi görünür. Yoksa, neden durmadan kendi ülkesinin kralı olmak istesin? Atlantisli Barbar Kull, kader kurbanı bir sürgündür. Kabilesinin geleneklerine karşı geldiği için büyüdüğü topraklardan kaçmak zorunda kalır. Talihin şu cilvesine bakın ki kendisini ilk önce bir forsa, sonra bir köle, ardından da bir komutan olarak bulur. Uzun çilelerin ardından kader tanrıçası, Kull’un yaralı yüzünü altın bir kral tacı, yorgun ama kaslı kıçını da topaz Valusya tahtıyla ödüllendirir. Ancak kat ettiği bunca yola rağmen Kral Kull için hala bilmem kaç bin yıllık Valusya hukuku ve kutsal gelenekleri büyük birer muamma olarak kalacaktır. Tarihi anakronizmler ve kültürel kolâjlar yapmayı seven Howard’ın yarattığı karakterler arasında, belki de bizim bildiğimiz tarih döngüsü içinde yaşadığı için en ayakları yere basan tipleme olan Solomon Kane ise bir Püriten gezgindir. Kane’in yalınlığı ve fikri sabitliği aslında barbarlığından değil de sadece Püriten olmasından kaynaklanıyormuş gibi görünür. Püritenlik, 16. ve 17. yüzyıllarda İngiltere’de Protestanlar, özellikle de Kalvinistler arasında ortaya çıkan bir mezheptir, ibadettir. Püritenlik, öğretinin, birey ve toplum ahlakının “saflığı”nı yücelten bir mezheptir. Püritenlikte diğer Lutheran öğretilerde olduğu gibi birey ve Tanrı arasında bulunan kilise müessesesini mümkün olduğunca ortadan kaldırmak, böylece kişinin aydınlanma yolculuğu sırasında Tanrısına doğrudan, dolaysız hitap etmesini mümkün kılmak hedeflenmektedir. Gerçi Püritenlerin hemen hepsi Kalvinizmi de benimsediği, dolayısıyla alın yazısına inandıkları için kurtuluşun zaten önceden seçilmiş bir gurup özel, kutsal ruha bahşedileceğini bilmektedirler. Din adamı cemaati için bağışlanma dileyebilir ancak Püritenler sadece kendilerinin günahları ve seçimleri için Tanrıya karşı sorumlu olduklarına inanarak kilisedeki din adamını hemen hemen işlevsiz kılarlar. Bu yüzden Püriten din adamı, kendi kutsiyetini ifşa edecek ve onu açıkça cemaatinden ayıracak hiç bir cüppe, başlık veya aksesuar kuşanmaz; cemiyet içinde asla aşırı kaçılmaz ve gösteriş yapılmaz. John Milius’un unutulmaz filminde Conan’ın Crom’a yakarışındaki çocuksu masumiyetle harmanlanmış saf tutku işte tam bir Püriten ibadet örneğidir. 1630’dan itibaren, İngiltere’de Püritenler, yirmi dokuz yaşındaki Kral George’u, yeni kilise reformlarının önünü açmadığı için suçlu ilan edince, ülke içinde toplumsal gerilim iyice pekişir. Püritenler, doğabilecek kanlı çatışmaları ve toplu infazları göze alamazlar. Böylece
GÖLGE | Temmuz ‘08 küçük kafileler halinde Britanya’yı terk ederek Kuzey Amerika’ya göç etmeye başlarlar. Büyük bir çoğunluğu Massachussets Körfezine yerleşip en büyük göçmen kolonilerinden birini kurarlar. Daha sonradan da parça parça batıya ve güneye doğru ilerleyerek yayılırlar. Püritenler, dili, dini, iklimi ve doğası tamamen yabancı olan bu yeni dünyanın ilk Avrupalı kâşifleridir. Karşılaştıkları ve yaşadıkları her şey bir söylenceye malzeme olabilecek değerdedir. Püriten kâşiflik olgusu, Ervin Howard’ın dimağında, vahşi ve yabancı bir dünyada yalnız ve dimdik yaşamak fantazyasının yeşermesine ön ayak olan başlıca esin kaynağıdır. Ancak, Solomon Kane’in yollara düşmesinin nedeni çok da belirgin değildir. Suskun ve derin bakışlı, bu yalnız gezginin başından pek de hoş olmayan bir şeyler geçmiştir besbelli. Kane’in 1928 de Weird Tales dergisinde yayımlanan Kızıl Gölgeler adlı ilk hikâyesinde, onu Fransa kırsalından Afrika’nın balta girmemiş ormanlarına sürükleyen tek dürtü, kollarında can veren güzel bir kızın intikamını almaktan başka da bir şey değildir. Sonraki maceralarında Solomon Kane tiplemesi, bu inatçı “Doğrucu Davutluk” etrafında biçimlenir. Ne ün, ne şöhret, ne de yağma; Kane’in tek varlık amacı (en azından John Cassaday’nin çizdiği yaşadığı muğlâk bir dönüm noktasından sonra), Solomon Kane 1. sayı kapağı her ne pahasına olursa olsun, Dünya üzerindeki şeytanın varlığına son vermektir. İçindeki Ayak Sesleri adlı öyküde, başka hiçbir sebep yokken, sırf fikrine ters olduğu için “Durdurun insanın insana olan kulluğunu,” diye haykırarak köle tüccarlarına saldırır. Her ne kadar başarılı olamasa da hatta esir edilip kurtarmaya çalıştığı kölelerin arasına katılsa da olsun varsın; yine de özgün duruşunu gerçekleştirmiştir. Kafataslarının Ayı’ında ise kaçırılmış bir genç kızı tekrar ihtiyar babasıyla buluşturmak için beş parasız, yedi denizleri aşarak, çölleri geçerek, Negari uygarlığının kayıp şehrine kadar binlerce kilometre yol teper. Bazen attığı taş ürküttüğü kuşa değmiyormuş gibi gözükse de Solomon Kane’in büyük küçük her türlü duruma karşı gösterdiği tepki aynı özende, aynı ciddiyettedir. Rütbe ve etiket bakımından aslında hiç kimse olduğu halde Sör Francis Drake’in karşısına geçip, haksız yere Sör Thomas Doughty’nin boynunu vurdurduğu için açar ağzını, yumar gözünü. Omzu kalabalık ve ensesi kalın insanların ona ne yapacağı umurunda bile değildir. Kane yine de doğru bildiğini savunur. Paralı asker, denizci, kâşif, maceraperest, namus bekçisi, vampir avcısı, kötülerin ve zamanın kendisi kadar yaşlı iblislerin korkulu rüyası, fakirin hayır duası, ezilenin amansız kurtarıcısı Solomon Kane, Ervin Howard’ın yarattığı diğer karakterler arasında en iki boyutlusu olabilir belki. Ancak ünlü yazarın diğer yaratılarını analiz etmek için çok uygun bir kılavuz, değerli bir pusula ve de vazgeçilmez bir macera okuması olarak tüm zamanlar ötesi bir karakterdir. Kane, bütün nemrutluğuna rağmen ihmal edilmemesi gereken bir eski dosttur, eğer bilmiyorsanız da mutlaka tanışılması gereken bir şahsiyettir. Solomon Kane’i en güzel haliyle resimleyen ünlü illüstratör Garry Gianni’nin de dediği gibi “Kane’i ilk defa okuyacak olanlara o kadar çok imreniyorum ki...”. M. Korkut ÖZTEKİN draldede.deviantart.com
84
YILDIZLARDAKİ KURUKAFALAR
Robert E. HOWARD
I Torkertown’a giden iki yol vardır. Biri, doğrudan oraya varır. Kıraç, engebeli ve ağaçsız bir araziden geçse de, daha kısadır. Diğeriyse, hem çok daha uzundur, hem de doğudaki tepelerin yamacında yer alan bataklıkların arasından geçer ve insana işkence gibi gelen bir güzergâh çizer. Tehlikeli ve bezdirici bir yoldur. Dolayısıyla biraz önce ayrıldığı köyden koşarak gelip, nefes nefese kalsa da kendisine yetişen genç, özellikle bataklık yolunu tercih etmesi için Tanrı aşkına yalvarınca, Solomon Kane şaşırıp kaldı. “Bataklık yolu mu?” Kane oğlana baktı. Uzun boylu, zayıf biriydi Solomon Kane. Esmer ve solgun yüzü, derin gözleri ve Püriten giysileri sayesinde, daha kasvetli görünüyordu. Şaşkınlık ifade eden soruyu “Evet efendim, böylesi çok daha güvenli,” diye cevapladı genç. “Öyleyse, araziden geçen yol bizzat Şeytan tarafında lanetlenmiş olmalı. Yoksa hemşerilerin, bataklık yolunu kullanmamam gerektiği konusunda o kadar ısrar etmezlerdi.” “Bataklık yüzündendir efendim, karanlıkta göremeyebilirsiniz. Köye dönüp, yolunuza sabahleyin devam etseniz çok daha iyi olur.” “Öyle de yapsam, bataklık yolunu mu tercih etmeliyim?” “Evet efendim.” Kane, omuzlarını silkip, başını salladı. “Alacakaranlık çöker çökmez, ay doğuyor. Onun ışığı sayesinde engebeli arazi-
R.E. HoWArD
SOLOMON KANE
GÖLGE | Temmuz ‘08
86
den geçip, birkaç saat içinde Torkertown’a varabilirim.” “Böyle yapmasanız iyi olur efendim. Kimse o yoldan gitmez. Arazi yolunda tek bir ev bile göremezsiniz. Oysa diğer güzergâhta, cesedi asla bulunmamışsa da, deli kuzeni Gideon bataklıkta can verdiğinden beri yalnız yaşayan yaşlı Ezra’nın evi vardır. İhtiyar Ezra, cimri biri de olsa, şayet gecelemek isterseniz odalarından birini size kiralayabilir. İlle de gidecekseniz, bataklık yolunu seçmelisiniz.” Kane, delici gözlerle oğlana baktı. Delikanlı, kıpırdandı ve ayaklarını yere sürdü. “Arazi yolu yayalar için dediğin kadar zorluysa,” dedi Püriten, “niçin köylüler bana işin aslını anlatmadılar da, bir sürü gereksiz şey söylediler? “Bizim köyde yaşayanlar bundan bahsetmekten pek hoşlanmaz efendim. Size tavsiyede bulunduktan sonra bataklık yolunu tercih edeceğinizi umduk. Fakat arkanızdan bakıp da, yol ayrımında o yöne dönmediğinizi görünce, yeniden düşünmeniz için beni peşiniz sıra yolladılar.” Kane, “Şeytan adına!” diye sertçe bağırınca, sinirlendiği açıkça anlaşıldı. “Bataklık yolu mu, arazi yolu mu, hangisi daha tehlikelidir? Güzergâhımdan millerce uzaklaşıp, saplanma riskini de göze alarak neden bataklığa gireyim?” “Efendim,” diye söze başladı oğlan ve biraz daha yaklaşıp fısıltıyla konuşmaya devam etti, “bizler, uğursuzluk getireceğine inandığımız için bu tip şeyler konuşmaktan hoşlanmayan, basit köylüleriz. Ancak arazi yolu lanetlenmiştir ve bir yıldan uzunca bir süredir civarda yaşayanlar tarafından kullanılmamaktadır. Geceleri o yolda yürümek, çok sayıda bahtsızın başına geldiği üzere, ölümünüze sebep olabilir. Kötü ve korkunç bir şey o yolu lanetlemiştir; oradan geçenleri katletmektedir.” “Öyleyse, ne olmuş? Hem… Neye benziyormuş bu şey?” “Kimse bilmiyor. Onu görüp de, yaşayan olmadı. Fakat çok ötelerden gelen ürkütücü kahkahaları ve kurbanların çığlıklarını duyanlar oldu. Efendim, Tanrı aşkına köye dönün ve geceyi orada geçirin. Yarın sabah bataklık yolunu kullanarak Torkertown’a gidersiniz.” Kane’in kasvetli gözlerinde, tıpkı cadının meşalesi gibi, bir ışık parladı. Kan akışı hızlandı. Macera! Hayatını tehlikeye atacak olmanın cazibesi ve drama… Böyle hisleri bulunduğunun farkında değildi. Konuşmaya başlayınca, gerçek duygularını dile getirdiğini anladı. “Tüm bunlar kötülüğün bir gücü olmalı. Karanlığın efendileri bu bölgeyi lanetlemişler. Güçlü bir adam, Şeytan’la savaşmalı ve onun kudretine karşı koymalı. Dolayısıyla ona birçok defa meydan okuyan kişi olarak, oraya ben gitmeliyim.” “Efendim,” diye söz başladı delikanlı, daha sonra tar-
tışmanın boşuna olduğunu görüp, çenesini kapadı. Sadece, “Kurbanların cesetleri darbelere maruz kalmıştı ve parçalanmıştı,” diye ekledi. Yol ayrımında durup, uzun boylu adamın sallanarak arazi yoluna doğru ilerleyişini saygıyla ve iç çekerek izledi. Kane, tepedeki bataklığa çıkan yamaca ulaştığında, güneş batmak üzereydi. Arazinin bulutlu ve kurşuni ufkunda irice ve kan kırmızı renginde batarken, otların üzerinde öyle bir görüntü oluşturdu ki manzarayı seyreden biri kan gölü izlediğini düşünürdü. Derken doğudan koyu gölgeler kayarak geldi. Batının parlaklığı soldu ve Solomon Kane çöken karanlığa cesurca daldı. Yol, fazla kullanılmadığı için belli belirsizdi ancak gene de görülebiliyordu. Kane, bir elinde tabancası, diğerinde kılıcıyla hızla ilerledi. Yıldızlar göz kırptı ve rüzgâr, tıpkı sızlanan hayaletler gibi, otların arasında fısıldadı. Ay, yıldızların arasında sıska ve bitkin bir kurukafa gibi yükselmeye başladı. Kane, aniden durdu. Garip ve ürkünç bir ses duymuştu. Ses, daha güçlü bir şekilde tekrar yankılandı. Kane yeniden ilerlemeye başladı. Hisleri onu yanıltıyor muydu? Hayır! Uzaklardan, korkunç bir katliamın fısıltıları duyuldu. Ve tekrarlandı… Bu kez çok daha yakından geliyordu! Hiç kimse bu şekilde gülmezdi. Seste, neşe değil, yalnızca nefret ve insanın ruhunu mahveden bir korku vardı. Kane kıpırdamadı. Korkmamıştı fakat bir an için asabı bozulur gibi oldu. Derken, hiç şüphesiz korkmuş bir insana ait olan bir çığlık o dehşet verici kahkahayı yarıp, geçti. Adımlarını hızlandıran Kane, ilerledi. Yükselen ayın altında peçe gibi araziyi örten gölgelere ve doğru dürüst görmesini engelleyen aldatıcı ışığa lanet okudu. Çığlıklarla birlikte, kahkaha da yükselmeye devam etti. Sonra, dehşete düşmüş birinin ayak sesleri duyuldu. Kane koşmaya başladı. Birileri, bataklıktaki ölümcül bir ava kurban gitmek üzereydi. Ne kadar korkunç bir şeyin yaşanmakta olduğunu sadece Tanrı biliyordu. Koşuşan ayaklar aniden durdu ve çığlık, adı konmamış çirkin seslere karışarak, dayanılmaz bir şekilde yükseldi. Kaçan kişinin yakalandığı aşikârdı. Kane, karanlığa ait berbat bir zebaninin avının sırtına çöküp, onu parçaladığını tüyleri ürpererek izledi. Derken, gecenin feci sükûnunda berbat ve kısa bir mücadelenin gürültüsü açıkça duyuldu. Yeniden uyumsuz ve sendeleyen ayak sesleri yankılandı. Soluksuz gurultularla çığlıklar devam etti. Kane’in alnından ve vücudundan fışkıran terler, bir anda buz gibi oldu. Tüm korkular dayanılmaz şekilde birbiri üzerine kümelendi. Tanrım, keşke bir an için ay ışığı etkisini açıkça gösterse! Böylece az ötesinde yaşanan korkunç dram, ona ulaşan seslerle birlikte alenen ortaya çıkabilirdi. Fakat etrafa gölgeler serpiştiren cehennem benzeri bu yarı karanlık her şeyi örtüyor, araziyi kaplayan ince bir duman görüşü bulandırıyordu. Ağaçlar ve çalılar dev gibi görünmekteydi. Kane, ilerleyişinin etkisini hızlandırmak amacıyla haykırdı. Bilinmeyenin feryadı, tiz bir sese dönüştü ve yeniden mücadele gürültüsü duyuldu. Uzun otların gölgesinden, vakti zamanında insana benzeyen bir şey, yalpalayarak ortaya çıktı. Her yeri kanla kaplı ürkütücü şey, Kane’in ayaklarının dibine düştü. Yerde sürünerek acıyla kıvrandı ve korkunç yüzünü yükselen aya doğru kaldırdı. Konuşmaya benzeyen anlamsız sesler çıkarıp, sızlandıktan sonra tekrar yere yıkıldı ve kendi kanı içinde öldü. Ay, artık epey yükselmişti ve daha çok ışık veriyordu. Kane, sessizce yatan cesedin üzerine eğildi. İspanyol Engizisyonu’nun ve cadı avcılarının neler yapabildiğine birçok defa şahit olduğundan, nadiren başına geldiği üzere ürperdi. Herhalde yaya yolculuk eden biriydi, diye tahminde bulundu. Derken, sanki buz gibi bir el gırtlağını sıkmışçasına, o anda yalnız olmadığını fark etti. Başını kaldırıp, soğuk ve delici bakışlarla biraz önce ölmüş adamın geldiği gölgelikleri kolaçan etti.
GÖLGE | Temmuz ‘08
88
Hiçbir şey göremedi ama bu dünyaya ait olmayan birilerinin bakışlarına karşılık verdiğini biliyor, daha doğrusu hissediyordu. Ayağa kalktı ve elinde tabancasıyla beklemeye başladı. Ay ışığı, solgun bir kan gölü gibi araziye yayıldı. Böylece ağaçlarla otların gerçek boyutları ortaya çıktı. Gölgeler eriyince, Kane neler olduğunu gördü! İlk önce sadece uzun otların arasında sallanan sisin gölgesi sandı. Dikkatlice baktı. Göz yanılması, diye düşündü. Gördüğü şey sonradan, bulanık da olsa, şekil almaya başladı. Alev alev yanan bir çift göz ona bakıyordu. Bu gözlerde, ilkel çağlardaki insanlardan miras kalan bir korkunçluk vardı. Bakışlarda, ürkütücü bir çılgınlık bulunuyordu. Yaratığın şekli, puslu ve belirsizdi. Siluet, insanoğlunun garip bir taklidi gibi görünse de aslında çok farklıydı. Yaratığa baktığı anda arkasındaki çalıları ve otları kolayca görebildi. Kane, şakaklarının zonkladığını hissetse de soğukkanlılığını korudu. Önünde dengesizce sallanmakta olan böylesi bir varlığın, nasıl olup da bir adama zarar verebildiğini anlamakta epey zorlandı. Gene de ayaklarının dibinde yatan kanlar içindeki ceset, yaratığın fiziksel anlamda neler yapabileceğinin basit bir kanıtıydı. Kane, tek bir şeyden emindi; arkasını dönmesi ve kasvetli arazide ayaklarını tekrar tekrar sertçe yere vurarak kaçması mümkün değildi. Eğer ölecekse, olduğu yerde kalıp ölecek; ölümcül yaraları göğsünden alacaktı. Yaratığın dehşet verici ağzı genişçe açıldı; şeytani bir kahkaha yankılandı. Öylesine yakındı ki, insanın ruhunu titretiyordu. Korkunç sonun yaklaştığını hisseden Kane, bunu bile bile uzun tabancasını doğrulttu ve ateş etti. Öfke dolu ve alay eden sapıkça bir çığlık, karşılık verdi. Yaratık, karşısındakini yere devirmeyi hedefleyen uzun kollarını uzatıp, havada süzülen bir duman gibi adamın üzerine atladı. Kane, aç kalmış bir kurt gibi hızla hareket edip, ikinci tabancasını da ateşledi. Ancak etkisi olmayınca, ince kılıcını kınından çıkarıp, gizemli saldırganın böğrüne sapladı. Meçin çeliği hiçbir dirençle karşılaşmayıp, öte tarafa geçti. Kane, buz gibi parmakların kollarını kavradığını hissetti. Hayvani pençeler giysilerini ve altındaki tenini parçaladı. Hiçbir işe yaramayan kılıcını bıraktı ve düşmanıyla boğuşmaya başladı. Havada uçuşan sisle dövüşmeye benziyordu bu. Rakibi, hançer gibi tırnaklarla uçan bir gölgeydi sanki… Sert yumrukları havayı dövdü. Güçlü adamların arasında can verdiği kuvvetli kolları, boşluğu süpürdü ve kavradı. Kıvrık tırnakları bulunan ve maymunlarınkine benzeyen parmaklar, ruhunun derinliklerini yakan delice gözler, somut şeyler değildi. Kane, gerçekten kötü bir durumda bulunduğunun farkına vardı. Giysileri şimdiden paramparça olmuştu ve derin yaralarından kanlar akıyordu. Ancak geri çekilmeyi ve kaçmayı asla düşünmedi. Bugüne dek hiçbir hasmından kaçmamıştı. Böyle bir şey aklına gelse, utancından yüzü kızarırdı. Kendi vücudunun da parçalanmış bir şekilde diğer kurbanın yanında yer alacağını düşünmekten başka, yapabileceği hiçbir şey yoktu. Gene de bu öngörü onu korkutmadı. Tek isteği, kaçınılmaz sona ulaşmadan önce olabildiğince direnmekti. Ve eğer becerebilirse, bu dünya dışı yaratığa elinden geldiğince zarar verecekti. Ölen adamın parçalanmış vücudunun yanı başında, yükselen ayın soluk ışığı altında, her şey aleyhine olsa da Şeytan’a direndi. Sorunun üstesinden gelebilmesi için bu yeterli olmalıydı. Şayet soyut bir öfke, somut canlılar dünyasına bir hayaleti yollayabiliyorsa, onun hakkından gelebilmek için bir silah da göndermiş olamaz mıydı? Kane, kolları, ayakları ve elleriyle karşı koydu. Önündeki hayaletin nihayet geri çekilmekte olduğunu gördü. Yaratığın sesi, gerçekleşmesi muhtemel korkunç katliam engellendiği için, öfke çığlıklarına dönüştü. Çünkü insanoğlunun yegâne silahı, cehennemden bile
GÖLGE | Temmuz ‘08
korkmayan cesaretiydi. Cehennemin lejyonları bile buna karşı koyamazdı. Kane, bu konuda bir şey bilmese de onu parçalamakta olan pençelerin zayıfladığını fark etmişti. Korkunç gözlerdeki vahşice ışığın gitgide daha fazla parlamakta olduğunu gördü. Soluk soluğa nefes aldı. Sıkıca kavradığı yaratıkla boğuştu ve nihayetinde onu fırlatıp attı. Birlikte arazide yuvarlanırken, yaratık acıyla kıvrandı ve dumandan bir sürüngen gibi kollarına dolandı. Yaratığın gevelemekte olduğu lafları anlayınca vücudu ürperdi, saçları diken diken oldu. Söylenenleri normal bir insan konuşması gibi algılamadı, normal bir insan kulağıyla dinlemedi. Bunlar, sadece fısıltılarla söylenen ürkütücü sırlardı. Tüm sızlanmalar ve sessiz çığlıklar ruhuna nüfuz eden dondurucu parmaklar haline gelince, neler olduğunu anladı.
II Cimri Ezra’nın kulübesi, bataklığın ortasındaki yolun kenarındaydı ve çevresindeki ağaçlarla örtülmüştü. Evin duvarları çürümüştü. Çatısı harap olmuş ve yeşil yosunlarla kaplanmıştı. Kapısı ve pencereleri içeriye doğru bakmak istercesine yamru yumruydu. Ağaçlar, insan yiyen devler gibi çatıya doğru eğilmiş, birbirine geçmiş gri dallar sayesinde, yarı karanlık bir gölge evin üzerine çökmüştü. Bataklıktan aşağıya inen ve çürümüş kütüklerin, sıra sıra tümseklerin, çerçöp atıkların ve yılan dolu su birikintilerinin arasından kıvrılan yol, kulübenin yanından geçiyordu. Bugünlerde birçok kişi bu yolu kullanıyor ancak pek azı, sapsarı bir yüzle, yosun kaplı camın ardından kendilerini izleyen yaşlı ve çirkin Ezra’yı görebiliyordu. İhtiyar Ezra, içinde yaşadığı bataklığın birçok özelliğini taşıyordu. Boğum bo-
90
ğum vücudu kambur, parmakları parazit bitkiler gibi bitişikti. Bataklığın kasvetine alışmış gözlerinin üzerindeki bukleleri, yosunlar gibi sarkıyordu. Dipsiz kuyuları andıran gözleri, bir ölünün gibi bakıyordu ve bataklık bölgesinin cansız gölleri kadar iğrençti. Ve işte bu gözler, şu anda kulübesinin önünde dikilen adamı izlerken, parıldıyordu. Adam, uzun boylu, zayıf ve esmerdi. Pençelerin tırmaladığı bitkin yüzünde, tırnak izleri; kolunda ve bacağında sargılar vardı. Ardında köylülerden birkaçı dikilmekteydi. “Bataklık yolundaki Ezra, sen misin?” “Evet, ne istiyorsun?” “Seninle birlikte yaşayan deli kuzenin Gideon nerede?” “Gideon mu?” “Evet.” “Dolaşmak için bataklığa gitti ve bir daha dönmedi. Hiç şüphe yok ki dönüşte yolunu kaybetti ve kurtların saldırısına uğradı. Veya batağa saplanıp öldü. Belki de bir engerek yılanı tarafından ısırıldı.” “Ne zamandır kayıp?” “Bir yıldan fazla oldu.” “Pekâlâ, beni dinle cimri Ezra! Kuzeninin kaybolmasından hemen sonra, evine dönmek için araziden geçmekte olan bir vatandaş, bilinmeyen bir zebani tarafından saldırıya uğradı ve parçalandı. Tabii ki bundan böyle, bu arazide dolaşmak ölümüne susamak anlamına geldi. Önce burada yaşayanlar, daha sonra da bataklıkta dolaşan yabancılar, saldırılara maruz kaldılar. İlk olaydan bugüne, birçok insan öldü. “Dün gece ben de bu arazideydim ve durumdan haberi olmayan bir zavallının yaratıktan kaçmaya çalışırken çıkardığı sesleri duydum. Olay çok korkunçtu cimri Ezra. Berbat bir şekilde yaralanmış olan adam, iki defa zebaninin elinden kurtulmayı başardı. Ancak şeytan, her seferinde onu yeniden yakaladı. Nihayetinde herif, ayaklarımın dibinde can verdi. Öylesine berbat bir haldeydi ki bir aziz görse, donup kalırdı.” Köylüler, rahatsızca kıpırdanıp, ürkmüş bir halde kendi aralarında mırıldandılar. İhtiyar Ezra’nın gözleri, sinsice üzerlerinde dolandı. Ancak Solomon Kane ciddiyetini asla bozmadı ve akbaba gibi bakışlarla pinti adamı yerine mıhladı. “Tamam, tamam,” dedi Ezra çabucak. “Kötü bir şey, kötü bir şey! Ama bunu bana neden anlatıyorsun ki?” “Evet, üzücü bir şey ama devamını dinle Ezra. Zebani gölgelerden dışarı çıktı. Yerde yatan kurbanın yanı başında, onunla dövüştüm. Öylesine zorlu ve uzun bir kavga oldu ki nasıl baş edebildiğimi hiç bilmiyorum. Ancak cehennemin gücünden çok daha kuvvetli olan iyilerin kudreti ve ışığı benimleydi. “Lafın kısası, ben daha dayanıklıydım. Sonunda pes edip kaçtı. Ben de, herhangi bir faydası olmayacağı için peşinden gitmedim. Fakat kaçmadan evvel, korkunç gerçeği kulağıma fısıldadı.” İhtiyar Ezra, etrafa çılgınca bakışlar atıp, sinmeye başladı. “Bundan bana ne?” diye mırıldandı. “Köye dönüp, öykümü anlattım,” diye devam etti Kane, “çünkü artık bu laneti sonsuza dek nasıl ortadan kaldırabileceğimi biliyordum. Bizimle gel Ezra!” “Nereye gidiyoruz?” diye sordu pinti adam. “Arazideki çürümüş meşe ağacına.” Ezra, kendisine tokat atılmışçasına sendeledi. Durup dururken çığlık attı ve arkasını dönüp, kaçmaya çalıştı. O anda, Kane’in kesin talimatıyla, iki kaslı köylü ileri çıkıp, cimriyi yakaladılar. Adamın avucundaki hançeri alıp, elini kolunu bağladılar. Parmakları, soğuk ve nemli tenine dokundukça, her ikisi de ürperdi.
R.E. HoWArD
SOLOMON KANE
GÖLGE | Temmuz ‘08
92
Kane basit bir el hareketleriyle, kendisini takip etmelerini istedi. Arkasında köylülerle birlikte, yamaçtan yukarıya tırmanmaya başladı. Köylüler, esiri zapt edebilmek için güçlerinin sınırını zorladılar. Bataklıktan geçtiler. Alçak tepelere doğru giden ve nadiren kullanılan bir patikada ilerleyip, araziden çıktılar. Yaşlı Ezra, sanki açıkça göremiyormuş gibi yarı kapalı gözlerle ufukta batmakta olan güneşe baktı. İlerideki arazide, artık çürüyen ve içi boşalmış olan iri meşe ağacı idam sehpası gibi dikilmekteydi. Solomon Kane orada durdu. İhtiyar Ezra, onu sıkıca kavrayan adamların arasında, anlaşılmaz sesler çıkararak debelendi. “Bir yıldan uzunca bir süre önce,” dedi Solomon Kane, “delirmiş kuzenin Gideon’la birlikte biraz evvel geçtiğimiz yolda ilerledin. Niyetin onu bataklıktan uzaklaştırmaktı. Etraftakilere kendisine yaptığın zulümleri anlatacağından korkuyordun. Gece vakti onu burada öldürdün.” Ezra, korkudan büzüldü ve hırladı. “Bu yalanı ispatlayamazsın!” Kane, çevik köylülere birkaç kelime söyledi. Genç olan, ağacın çürümekte olan gövdesine güçlükle tırmandı. Tepedeki çatlağın içinden çıkardığı bir şeyi pintinin ayaklarına doğru fırlattı. Ezra bir çığlık atıp, gevşedi. Nesne, adamın birinin iskeletinden kopmuş olan bir kurukafaydı. “Sen____ Bunu nasıl bildin? Sen bir şeytansın!” diye geveledi Ezra. Kane kollarını birbirine kavuşturdu. “Dün gece dövüştüğüm şey söyledi bunu bana. Onu isteği üzerine bu ağaca geldim. Çünkü o zebani Gideon’un hayaletiydi.” Ezra yeniden çığlık attı ve vahşice debelendi. “Sen bunu biliyordun,” dedi Kane ağırbaşlılıkla, “tüm olanlara, kimin sebep olduğunu biliyordun. Çılgın hayaletten korktuğun için, cesedini bataklıkta gizlemek yerine burada bırakmayı tercih ettin. Çünkü hortlağın öldürüldüğü yere gideceğini, orayı lanetleyeceğini biliyordun. Kuzenin, yaşarken bile delinin teki olduğundan, onu katledeni nerede araması gerektiğini bilmiyordu. Öyle olmasa, kolayca kulübene gelirdi. “Senden başka kimseden nefret etmiyor. Ancak, aklı karışmış olan ruhu insanları birbirinden ayırt edemediğinden, gerçek katili dışında herkesi öldürüyor. Buna rağmen seni tanıyacak ve sonrasında ruhu sonsuza dek huzura kavuşacaktır. İçindeki öfke öylesine büyüktü ki, parçalamak ve katletmek için ruhu vücuda geldi. Yaşarken senden çok korkmasına rağmen, ölüsü senden hiç çekinmiyor.” Kane durdu ve güneşe baktı. “Tüm bunları Gideon’un hayaletinden, onun sessiz çığ-
lıklarından ve fısıltılarından öğrendim. Senin ölümünden başka hiçbir şey onun ruhunu yatıştıramaz.” Ezra, nefesi kesilmiş gibi sessizce söylenenleri dinledi. Kane, onun kötü sonunu açıklayan kelimeleri dile getirdi. “Soğukkanlı bir şekilde birini ölüme göndermek,” dedi Kane kararlı bir şekilde “ve onun için aklımdaki sonu düşünmek, zordur. Fakat başkalarının yaşayabilmesi için senin ölmen gerekiyor. Tanrı biliyor ya, bunu çoktan hak ettin. “Asılarak, kurşunlanarak veya kılıçtan geçirilerek ölmemelisin. Katlettiğinin kişinin pençeleriyle can vermelisin. Daha farklı bir yöntem, onu tatmin etmeyecektir.” Ezra, bu sözler üzerine aklını yitirdi. Dizlerinin bağı çözüldü ve yere düştü. Yerde sürünürken bağırmaya başladı. Canlı canlı dersini yüzmeleri veya kazığa bağlayıp ateşe vermeleri için yalvardı. Kane’in yüzünde ölümün ifadesi vardı. Korkuları nedeniyle zalimlikleri ortaya çıkan köylüler, debelenen adamı meşe ağacına bağladılar. İçlerinde biri Tanrı’dan rahmet dilemesini önerdi. Fakat Ezra cevap vermeyip, dayanılmaz bir çığlık attı. Köylülerden biri yüzünü tokatlamak üzereyken, Kane adamı durdu. Kane, “Bırak Şeytan’a yalvarsın. Onunla karşılaşma ihtimali çok daha yüksek,” dedi sertçe. “Güneş batmak üzere… İpleri gevşetin. Böylece gece olunca serbest kalacaktır. Ölümü, prangalardan kurtulmuş bir şekilde özgürce karşılamak, iplerle bağlı bir kurbanlık olmaktan çok daha iyidir.” Herkes oradan ayrılmak üzere arkasını dönünce, ihtiyar Ezra, kendi kendine bir şeyler geveleyerek, garip sesler çıkarmaya başladı. Daha sonra öfkeyle güneşe bakıp, sustu. Bataklık boyunca ilerlerken Kane, ağaca bağlı olan adama son kez göz attı. Hava kararmaya başladığı için ağacın gövdesini saran dev bir yosuna benziyordu. İhtiyar cimri aniden arkalarından bağırdı:
GÖLGE | Temmuz ‘08
“Ölüm! Ölüm! Yıldızlarda kurukafalar var!” “Her ne kadar terbiyesiz ve kötü biri olsa da, hayat ona iyi davranmıştı,” dedi Kane içini çekerek. “Umarım Tanrı katında, onun gibilerin içindeki pisliğin temizlenebileceği bir ateş vardır. Tıpkı, ormanı zararlı mantarlardan temizleyen alev gibi… Yine de yüreğim burkuluyor.” “Üzülmeyin efendim,” dedi köylülerden biri, “her şeyi siz yapmış olabilirsiniz ama bu gecenin sonunda, Tanrı’nın rızası ve iyilik kazandı.” “Hayır,” diye cevapladı Kane, “bundan hiç emin değilim.” Güneş batmış, şaşırtıcı bir hızla gece olmuştu. Bilinmeyen bir boşluktan gelen gölgeler, bir pelerin gibi süratle dünyayı örtmüştü. Gecenin yoğun karanlığında acayip bir ses duyuldu. Adamlar geri dönüp, geldikleri yöne baktılar. Hiçbir şey görülmüyordu. Arazi, gölgeler denizi haline gelmişti. Uzun otlar belli belirsiz rüzgârın etkisiyle dalgalar gibi salınmaktaydı. Hışırtıları, gecenin ölümcül ıssızlığını bozuyordu. Ötede, yusyuvarlak ve kızıl bir ay bataklığın üzerinde yükseldi. Bir an için korkunç ve simsiyah bir siluet, önünden geçer gibi oldu. Ayın yüzeyinden uçarak gelen garip bir şekil, toprağa kondu. Hemen ardından, isimsiz ve biçimsiz bir gölge korku saçarak geldi. (Çevirenin Notu: Bu gölgenin, bizim dergimizle en ufak bir ilgisi bulunmadığına emin olabilirsiniz!) Yarış eden gölgeler bir araya gelip, ayın önünde cesurca dikildiler. Daha sonra isimsiz bir şekle bürünüp, karanlığın içinde kayboldular. Bataklığın ötesinden, insanın kanını donduran, ürkünç bir kahkaha duyuldu. Türkçeye Çeviren Oğuz ÖZTEKER oguzozteker@yahoo.com
94
İllüstrasyon Şükrü BAĞCI sembol.deviantart.com