Gölge e-Dergi 11. Sayı

Page 1

AĞUSTOS 2008

SAYI 11


GÖLGE | Ağustos ‘08

KAPAK İÇİ YAZISI Gölge Dergi ekibi yaz sıcağında dahi çalışmaktan büyük bir keyif duyuyor. Her yeni sayıda, yeni öyküler, yeni yazılar ve hepsinden önemlisi yeni çizgilerle siz okuyucuyu buluşturmak yolundaki çalışmalarımız gönüllülük esasına bağlı bir şekilde devam ediyor. Her geçen gün aramıza katılanlara sevinirken, siz okuyucuların içinden gelecek her türlü öneriye ve katılıma da dikkat kesiliyoruz. Çünkü Gölge olarak, amatör ruhu ve elektronik yayıncılığı destekleyen bu tavrımız, çizgi roman, bilim kurgu, fantastik kurgu gibi ülkemizde “pazar payı” oldukça düşük yaratı alanları için bu alanın bir alternatif olabileceği görüşümüzden kaynaklanıyor. Yeni yazarların ve çizerlerin, doğru kullanıldığında internet ve kişisel yayıncılık ile kendilerine yeterli ve sağlam birer okuyucu kitlesi edinebileceklerine olan inancımız tam. Bu bağlamda geçen ayın on beşinde yayınladığımız ve İbrahim Aydın – Hakan Aydın ikilisi tarafından hazırlanan Aydede çizgi romanının, internet üzerinde yayınlanan Türkçe çizgi romanlar arasında ayrı bir yere sahip olacak gibi görünüyor. Bunu da, Gölge e-yayıncılık adına atılmış bir ilk adım olarak görmeyi istiyorum ve arkasının geleceğini umuyorum. Son söz olarak, geçen günlerde intihar ederek aramızdan ayrılan bilim kurgu yazarı Thomas M. Disch’in Kobaylar Kampı adlı romanını, Disch’in vahşi yeteneğinin tadına varmanızı umut ederek, haddi aşıp siz Gölge okurlarına önermek isterim. Utku TÖNEL Gölge e-Dergi Yazarı

Bu dergide yayınlanan tüm yazı ve çizimler yazarlarına-çizerlerine aittir. İzinsiz alıntı yapılamaz,yayınlanamaz. Yazıların içeriğinden yazarları-çizerleri sorumludur Editör: A. Hamdi Yüksel Gölge Yayın Kurulu; Oğuz Özteker, Utku Tönel, Şükrü Bağcı, Emre Özgen http://golgedergi.blogspot.com Gölge e-dergi de yazar ve çizere her zaman ihtiyaç duyulur. Yazmak-çizmek gibi bir yeteneğiniz varsa golge.editor@gmail.com dan bize ulaşabilirsiniz. Aylık süreli yayın (Sayenizde)

Biz yapmazsak kim yapacak? Şimdi yapmazsak ne zaman yapılacak?

2

Kapağa bakıp Gölge’nin neden ağladığını anlayamadıysanız bu sayımızı geçen ay kaybettiğimiz çizer Michael Turner’e ithaf ettiğimizi belirtelim.


İÇİNDEKİLER Kapak

Emre ÇILDIR

Kapak İçi Yazısı Sayfa 2 “Uyuz, Minik Bir Çocuk...” Sayfa 4 Çin Mahallesindeki Aydın Sayfa 8 Michael Turner Sayfa 12 Kaç Sayfa 14 Star Wars: Clone Wars 3D Sayfa 16 Kariye Hazinesi Sayfa 20 Avcı Sayfa 21 Hellboy: Cehennemden Çıkan Çılgın Yaratık! Sayfa 25 Kaarmanın Karısı Sayfa 27 Lonely Hearts Sayfa 30 Büyücü 2. Bölüm Sayfa 32 Fantastik Kurguda Özgünlük Sayfa 43 Okura Özel Sayfa Sayfa 47 Alex Proyas Sineması Sayfa 48 Zahiri 2. Bölüm Sayfa 52 İçerideki Ayak Sesleri Sayfa 60 Vahiy Sayfa 76 2007-2008 Sezonu Değerlendirmesi (2) Sayfa 82

Utku TÖNEL Gölge Özel Röportajı Oğuz ÖZTEKER Hakan BUHURCU Yazan - Çizen; Mustafa YAVUZ Cansu KORKMAZ Bilgin ADALI Yazan ; Utku TÖNEL Çizen ; A. Gökhan GÜLTEKİN Masis ÜŞENMEZ Ümit KİREÇÇİ Barış SAYDAM Yazan - Çizen ; Volkan KURUT Gizem ÖLGEN

Fikret KARAKURT Emrah ÇILDIR Robert E. HOWARD Çeviri ; Funda AKKAYA Yazan ; Utku TÖNEL Çizen ; Burak KARA Hasan Nadir DERİN


GÖLGE | Ağustos ‘08

“Uyuz Kendi Minik Dünyasında Yaşayan Minik Bir Çocuk...” Her sabah vapurda,tramvayda ya da otobüste bana merhaba diyor Uyuz. Yüzümde bir tebessümle başlıyorum güne. Ücretsiz dağıtılan gazete Gaste’de Yasemin Ezberci’nin yarattığı kahraman o. Günlük hayatımızda pek çok uyuzla karşılaşıp sinir olurken, haftanın beş günü Uyuz’la bizi güne tebessümle başlatan Yasemin Ezberci ile hem Uyuz’u hem de çizim serüvenini konuştuk... -Yasemin, bir süredir ücretsiz olarak dağıtılan Gaste’de görüyoruz çizgilerini. “Uyuz” adında bir strip çiziyorsun. Daha önce ismini duymamıştık. Ama wikipedia gibi güvenilir bir kaynak seni Türk çizgi romancılar listesine eklemiş. Kimdir Yasemin Ezberci? Bu zamana kadar neler çizdi? Yasemin Ezberci, kendinden üçüncü şahıs olarak bahsedenlerden hiç hoşlanmayan biridir… İroniktir de. Üç ayrı üniversitede üç ayrı bölüm okuyup bıraktım, şimdi Mimar Sinan Güzel Sanatlar’da, Seramik bölümündeyim. Ben, Gaste’ye, yani bu yıla kadar, yaklaşık beş yıl profesyonel olarak çizim yaptım. Fakat hiçbir işim günde kırk küsur milyon adet basılmadı. İsmimin duyulmamış olması bundan olabilir, fakat altı yaş kitlesi arasında çok popülerimdir. Çocuk kitapları resimlemesi, çeşitli karakter tasarımları, albüm kapakları yaptım. Çizgi roman kısmına gelecek olursam da, basılmış tek bir çizgi romanım var. İsim vermem gerekirse de, Ülker, STRIP, Faber Castell ve Altyazı dergilerinden bahsedebiliriz.

-Uyuz nasıl ortaya çıktı? Senin gazeteye sunduğun bir kahraman mı, onlar mı sana çizmeni teklif etti yoksa bütün ilişki Kültist üzerinden mi gidiyor? Kültist’in görsel yönetmeni olan Ergün Gündüz ile böyle bir bant projesini görüşmeye gittiğimde, eskizlerimi incelerken çizdiğim bir karakter üzerinde konuşuyorduk. Sonra bir şekilde Uyuz doğdu. Uyuz anti-kahramanı benim eserimdir diyebilirim, evet. -Uyuz, okuduğumuz kadarıyla uyuz bir kahraman. Uyuzun hikâyesi ne? Hikâyenin diğer kahramanları kimler? Evet, Uyuz, isminden de şüphe götürmeyeceği gibi hayli uyuz biri. Uyuz’un hikâyesi, diğer çocuklar gibi olmaması sanırım en çok, yani Uyuz, bildiğimiz birçok çocuk kahraman gibi ‘afacan’ değil, sadece huysuz. En azından ben ikisini ayırmak için çok gayret ediyorum.

4


Ama Uyuz kötü bir çocuk da değil, bazı bölümlerde iyi yönünü de görüyoruz, ama o bundan pek hoşlanmıyor. O yüzden fazla iyi çizmeye korkuyorum. Hikâyede çok fazla karakter, ya da zaman/mekân göstermemeye çalışıyorum, elimden geldiğince sade tutarak insanların ilgisinin espride kalmasına gayret ediyorum. Uyuz dışında, onun belki de sevdiği tek insan, Güneş, sonra, Uyuz’a hayran Pırıl adında saf bir karakter var. Ayrıca ismi olmayan iki ayrı çocuk daha var. Ve benim çok sevdiğim, Uyuz’un şizofren kedisi. Aynadaki aksi Nispet ile sohbet eden Kısmet. Ya da tam tersi… -Uyuz’un yayınlandığı Gaste’nin okurları genelde sabahları otobüse, vapura, metroya ve tramvaya binen Türkiye’nin güzide insanları. Artık koltuklarda oturanlar ellerindeki bedava gazeteyi okurlarken hasta, sakat ve yaşlılara yer vermiyorlar. Sen erkenden kalkıp, “kimler okuyor benim çizdiklerimi” diye araştırdın mı hiç?

Bir araştırma içine girmedim, hayır. Ama birini Gaste okurken gördüğümde bazen, karikatürleri okuyor mu ve okuyorsa gülümsüyor mu, diye bakıyorum. Ama Gaste’nin çıktığı ilk ayda, gördüğüm dağıtımcılara, “Bunu ben çiziyorum!” diyip, Uyuz’u gösterdiğimi hatırlıyorum. O çok güzel bir his. -Her ay 22 strip çizmen gerekiyor. Yetiştirmek problem oluyor mu? Yayından kaç gün önde gidiyorsun? Aslına bakarsanız, zaman geçtikçe ve dediğiniz gibi her ay yirmi iki espri buldukça, işler biraz zorlaşıyor. Ama şikâyet edemem. Çizer genlerinden olsa gerek, yayından birkaç saat önde gidiyorum sanırım. Yani Gaste Pazar gününün sonunda basılıyor ve ben o hafta yayınlanması planlanan işlerimi, bütün hafta düşünüp, Pazar akşamı yolluyorum. -Gaste bedava dağıtılan bir gazete. Sen her gün çiziyorsun. Bir çizer olarak günlük strip çizmenin sana iyi bir getirisi var mı yoksa yaptığın sadece kamusal hizmet mi? Kamusal hizmet değil, hayır. Gaste bedava dağıtılıyor olabilir fakat gelir elde etmiyor değil. Reklâmlar üzerinden kazanan bir kuruluş ve ben de dâhil çalışanlarına ödeme yapıyorlar. Getiri içinse; Türkiye’de sanat yapmanın maddi karşılığının çok tatmin edici olmadığını zaten hepimiz biliyoruz. Fakat özellikle bu Gaste işimin, çok farklı bir getirisi var ve buna ‘iyi’ demek, az bile kalır.


GÖLGE | Ağustos ‘08 -Sürekli saf insanların zavallı duruma düştüğü Uyuz’da bir mesaj kaygısı taşıdığın oldu mu hiç? Hikâyelerde, bir kişinin çok da kötü durumda olmasına razı gelemiyorum aslında. O bantta olmasa da, sonralarda, üzülen kimse gönlünü almaya çalışıyorum. Hatta minik bir detay; Uyuz birinin bozulacağı bir şey yaptığında, utanıyor. Yüzü kızarık halde çiziyorum o zaman. Uyuz’un mesaj kaygısı yok, hayır. Uyuz kendi minik dünyasında yaşayan minik bir çocuk. Ne sosyal, ne de politik bir mesaj vermedim, verdiğimi düşündüğümde de espriyi değiştirdim, çünkü amacım bu değil. Amacım, eksikliğini gördüğüm, saf bir dünya yaratmak bu bantta.

-Her gün farklı bir öykü mü çiziyorsun, yoksa birbirini takip eden birkaç sayı süren kısa maceralar da oluyor mu? Her bantta yeni bir şey var, hiçbir iş bir öncekinin devamı değil. Her sayıda bir öykü, ya da bir uyuzluk söz konusu olmayabiliyor bile, Uyuz’u tanımamıza yardımcı olacak anekdotlar çiziyorum bazen. -Çizdiklerini Gaste’de ya da Kültist’de denetleyen “bu olmuş-olmamış” değerlendirmesi yapan birileri var mı? Var evet; Ergün Gündüz. Şimdiye kadar hiçbir esprimi geri çevirmedi, fakat yapım aşamasında yol gösterdiği oldu.

-Türkiye’de kadın çizer az. Bu işi yıllardır yapan Ramize Erer, Piyale Madra gibi saygın isimlerde mizah dergileri yerine gazeteleri tercih ediyor. Sen neden bir mizah dergisi tercih etmedin ya da mizah dergisi deneyimin oldu mu? Mizah dergisi deneyimim olmadı. İstemedim. Aslında en başta, çizer olacaksam bunu sadece mizah dergilerinde yapabilirim gibi bir inancım vardı. Birine gittim de, işlerimi sevdiler ve yayınlayabilmek için bir öykümü uygun ölçülerde çizmemi istediler, bunu hiç yapmadım. Benim istediğim platform o değil, ben karikatürist, ya da çizgi romancıdan ziyade, illüstratörüm. Bunu tercih ediyorum. -Özellikle takip ettiğin gazete stripleri var mı? Yok hayır, önceden vardı. Dilbert ve Calvin & Hobbes hayranıyım.

6


-Peki özellikle takip ettiğin çizgi romancılar kimler? Takip ettiğin çizgi roman serileri var mı? Pek sayılmaz. Bir sayısında kendisine iç kapak çizdiğim için Dylan Dog’u biliyorum mesela. Sadece sulu boyayla resimlenmiş bir Daredevil sayısı vardı, onu unutamıyorum. Çizerinden emin değilim, David Mack veya Joe Quesada. Tintin ve Lucky Luke sayılarım duruyor yalnız, ki sanırım onları Hellboy tarzı işlere tercih ediyorum. -Bundan sonrası için hedeflerin neler? Başka kahramanlar yaratmayı planlıyor musun? Bundan sonrasını, elimde birkaç iş olduğu için çok da düşünemiyorum aslında, ama çantamda yeni karakterler ve hikâyeler hep var, evet. Fakat Uyuz için soruyorsanız yalnızca, dediğim gibi, o konuda süsleme ve detaydan kaçıyorum. -Uyuz gazetede birkaç saniyede bakılan bir strip olsa da her sabah yüz binlerce insanın gözünün önüne geliyor. Aklından “Bunun tişörtlerini yapayım, kahve kupalarını yapayım, daha çok kazanayım,” gibi kahramanını markalaştırma fikri geçiyor mu? Hâlâ seramik bölümü öğrencisi olduğumdan, Uyuz’un birkaç minik heykelini yaptım, kendim için. Ve masamda duruyorlar. İngiltere’de yaşayan Portekizli bir arkadaşım için de, tişörtünü bastırdım. Fakat ikisi de ticari amaç gütmüyor. Yani Uyuz’un da bir Mickey Mouse olmaması için bir engel yok ve bunu görmeyi de çok isterdim. Ama bilmiyorum, öyle bir hırsım yok henüz.

-Uyuz’un Kaptan Körsakal’la arası nasıl? Çok sevdiğim arkadaşım Murat Kalkavan’ın çizdiği Kaptan Körsakal’la Uyuz’un arası gayet iyi. Körsakal da uyuz biri çünkü. -Bize zaman ayırdığınız için teşekkür ederiz. Rica ederim…


GÖLGE | Ağustos ‘08

ÇİN MAHALLESİNDEKİ AYDIN Askerlik maceramın acemilik dönemlerinde, sanki bilmiyormuşum gibi, tüm diğerleriyle birlikte, bana da yürümeyi öğrettiler. Üstelik seksen altı kişiden oluşan bu ekipte, hakikaten yürümeyi (sağ bacağını ileri atarken sol kolunu, sol bacakla adım atarken de sağ kolunu ileri uzatmayı) bilmeyenler vardı. Oysa her birimiz üniversite mezunu, pırıl pırıl gençlerdik ama onların içinde de en fazla küfreden bendim. Çünkü ben inşaatçıyım, diye de kendime bir kılıf uydurmuştum. (Ne yapayım, küfürlü konuşmayı seviyorum.) Taburda yer almanın (ki herkes burada bulunmak zorundaydı; hatta sabahın altısında kahvaltıya giderken bile tabura girip, uygun adımlarla yemekhaneye gidiyorduk) yegâne koşuluysa, kendi boyunda birinin yanında dikilmekti.

Benim yanıma da cücenin teki düşmüştü!

Üç ay boyunca, sabahın kör karanlığında, öğle vaktinin kavurucu güneşi altında ve akşamüstünün serinliğinde, yanımda hep aynı arkadaşla yemeğe gidip, geldim. Bu kişiyle, kısa zamanda dost olduk. Dostluğumuz biraz da mecburiyetten kaynaklandı çünkü bir doksan boyundakiler sıranın en başında, bizlerse en arkasındaydık. Hatta özel bir ismimiz bile vardı; yan yana altı kişiden oluşan bizim sıraya “Çin Mahallesi” denirdi. Hâlbuki hiç birimiz çekik gözlü ve sarı tenli değildik! Hayati adındaki bu arkadaşım, sadece boy olarak değil, sima olarak da bana çok benzerdi (bu önergenin tam tersi de geçerliydi; yani ben de ona benzerdim). Her şeyden önce ikimiz de temiz yüzlüydük (o zamanlar bıyığım da, sakalım da yoktu; sabahın beş buçuğunda musluktan akan buz gibi suyla tıraşımızı oluyor, soğuk suyla temas edince kaktüs dikeni gibi dikleşen kıllarımızı kolayca kesebiliyorduk), her ikimiz de gözlüklüydük (üstelik kemik çerçevelerimiz bile birbirine çok benziyordu) ve doğal olarak, aynı boydaydık. Öyle çok ortak noktamız vardı ki, acemilikten sonra şans eseri aynı karargâhta yedek subay rütbesiyle – subayın da yedeği mi olurmuş, diye bana sormayın – askerlik yaptığımızda, herkes bizi kardeş sanıyor, acaba öyle midir, değil midir kafa yormayıp, “Hanginiz ağabey?” diye soruyordu! Ağırlıklı olarak mimar, mühendis ve doktorlardan meydana gelen bu topluluk gerçekten çok seçkindi. Hatta içimizde A.B.D.’de eğitim görmüş, lisans veya yüksek lisans yapmış arkadaşlar da bulunuyordu.

8

Hayati, öylesine efendi ve düzgün biriydi ki, asla küfrettiğini, başkalarıyla ağız dalaşına


girdiğini, kavga ettiğini, oyunbozanlık veya kapris yaptığını görmedim. Tek kusuru, Galatasaray hayranı olmasıydı; ben Fener’liyim. Muhabbet ilerleyince, kendisinin bir mimar olmadığını öğrendim. Oysa çok tertipli ve düzenli olması, ayrıca entelektüel bir kişiliğinin bulunması bende “mimar” hissi uyandırmıştı.

Avukattı Hayati…

Bunu öğrendiğimde, iyi de bu pamuk kalpli dostum, nasıl olacak da hâkimlerin karşısında yalan söyleyecek, diye düşünmüştüm.

Peki, bunu ben görüyordum da, o göremiyor muydu sanki? Tabii ki görüyordu…

Dostum, çok kısa bir süre içinde çalışkanlığı ve dürüstlüğü sayesinde askerliği süresince Disiplin Subayı, özel hayatında da hâkim oldu. Böylece, avukatlardan beklendiği üzere yuvarlak laflar etmesine, bile bile yalan söylemesine, ağzından çıkan sözcüklerle birilerini kandırmasına veya bir konuda ikna etmesine gerek kalmadı. Bir gün, acemliğimiz esnasında bizi ter içinde bırakan sıradan bir yürüyüş talimi esnasında mola verdiğimizde, toprağın üzerine oturup sohbet etmeye başladık. Avukat olduğunu da bu muhabbet esnasında öğrenmiştim.

“Demek mimar değilsin… İlginç vallahi, ben seni hep mimar sanıyordum.”

“Öyle mi olmam gerekiyordu?”


GÖLGE | Ağustos ‘08 “Yooo… Tabii ki hayır ama ne bileyim ben, öyle düzgün bir adamsın ki sen de avukat tipi yok!” Sustu bir şey söylemedi. Herhalde, için için salaklığıma gülüyordu.

“Peki baban da avukat mı?”

“Hayır değil. Bir dayım var İstanbul’da, o avukat… Ama kendisiyle pek sık görüşmeyiz. Tarzı bana uymuyor.” Şu avukatların tarzı, meslektaşlarından başka kime uyar ki? Hele ki bazılarının tarzı diğer avukatlara bile uymuyorsa, o adamın ne kadar değerli bir avukat olduğunu varın, siz düşünün… “Baban ne iş yapıyor?” diye sordum haddimi aşarak. Bu kadar kıymetli bir insan yetiştiren babamın mesleğini gerçekten merak etmiştim. Profesör filan mıydı acaba, kim bilir belki de psikologdu… “Çoban benim babam, Sakarya’da, Adapazarı olarak da bilinir, annemle birlikte yaşıyorlar. Üç tane büyük baş hayvanı, birkaç da koyunu, koçu var! Onlar sayesinde geçimini sağlıyor…” Biraz karamsar bir kişiliğe sahip olmam ve saksıyı mümkün mertebe sulamam nedeniyle, hayatım boyunca nadiren şaşırdım. Fakat Hayati, davranışları, görüntüsü, felsefesi, yaşam tarzı ve kişiliğiyle beni yanıltmamış, resmen şok etmişti! Oğuz ÖZTEKER oguzozteker@yahoo.com İlker YÜKSEL 06ilker.deviantart.com

10


ÖYKÜ ÖZEL SAYISI ÖYKÜ ÖZEL SAYISI

Hikmet Temel AKARSU Aylin AYVAZOĞLU BAŞEKİM Hikmet Murat Temel AKARSU CANBABA AylinGöktuğ AYVAZOĞLU Murat BAŞEKİM Erol ÇELİK Göktuğ CANBABA Ozancan DEMİRIŞIK Erol ÇELİK Aşkın GÜNGÖR Ozancan DEMİRIŞIK Serdar KÖKÇEOĞLU Aşkın GÜNGÖR ÖZTEKER Serdar Oğuz KÖKÇEOĞLU ŞAHİN OğuzGökcan ÖZTEKER Nuray TEKİN Gökcan ŞAHİN Utku TÖNEL Nuray TEKİN Utku TÖNEL Masis ÜŞENMEZ Masis Sadık ÜŞENMEZ YEMNİ Sadık YEMNİYÜKSEL A. Hamdi A. Hamdi YÜKSEL

KORKU, BİLİM KURGU, FANTASTİK KURGU KORKU, BİLİM KURGU, FANTASTİK KURGU VE POLİSİYE ÖYKÜLERLE VE POLİSİYE ÖYKÜLERLE

15 EYLÜL’DE BİLGİSAYARINIZIN MASA ÜSTÜNDE 15 EYLÜL’DE BİLGİSAYARINIZIN MASA ÜSTÜNDE www.jedbang.com’un genç yazarlara desteği ile...


GÖLGE | Ağustos ‘08

MICHAEL TURNER

Michael Turner 21 Nisan 1971’de Tenesse’de doğdu. Çizerliğinin yanı sıra ödüllü bir su kayakçısı, kırmızı kuşak bir dövüşçü ve video oyunu tutkunuydu. Turner’ın çizim yeteneğini keşfeden kişi Top Cow Productions’ın kurucusu Marc Silvestri oldu. Silvestri, DC ve Marvel hegamonyasına karşı durarak 1992 yılında Amerikan çizgi roman sektöründeki birçok ünlü isimle birleşip Image Comics’i kuran ekipte yer almaktaydı. Silvestri’nin sorumluluğundaki çizgi romanlar Image’a bağlı olan Top Cow’un logosu altında yayınlandı. Turner’ın çizimlerini bir fuar sırasında gören Silvestri çizer ile Top Cow’da çalışması için anlaştı. Burada çizer olarak getirildiği ve onun adını duyurarak tüm çizgi roman sektörünce tanınmasını sağlayan çalışma Witchblade olmuştu. 1995 yılında yayınlanmaya başlayan Witchblade’in yaratıcı beşlisinden biriydi (diğerleri: Marc Silvestri, David Wohl, Brian Haberlin, Christina Z). Witchblade serisinde uzun bir süre çizerlik yapan Turner böylece bu yeni çizgi romanın görsel stilinin de oluşmasında büyük katkı sağlamıştı. Turner’ın bu çalışmasının Image Comics’in yeni kurulmuş olduğu en popüler dönemlerine yayınlanması çizer için büyük bir şans olmuştu. Witchblade kısa sürede Top Cow’ın en popüler karakteri haline geldi ve Turner’ın çizimlerinin geniş bir okur kitlesi ile buluşmasını sağladı. 1998 yılında Turner kendi yarattığı ve tüm hakları kendisine ait olan Fathom adlı çizgi romanı ortaya çıkardı. National Geographic dergisinin bir sayısından esinlenerek yaratmış olduğu çizgi roman su tabanlı güçleri olan bir kadın kahramanı anlatmaktaydı. Top Cow logosu altında yayınlanmaya başlayan çizgi roman “yılın en çok satan çizgi romanı” ödülünü de aldı. Fathom’un yanı sıra Soulfire adlı çizgi romanının da ilk çalışmalarına başlamıştı. Kariyeri çok iyi bir noktada gitmekte olan Turner için dönüm noktası 2000 yılında gerçekleşti. Çizere bir çeşit kemik kanseri türü olan chondrosarcoma teşhisi konuldu. Sağ kalça kemiğinde meydana çıkan hastalık nedeni ile UCLA Medical Center hastanesine kaldırılan Turner ameliyat edildi ve kalça ekleminin tamamı, leğen kemiğinin %40’ı ve yaklaşık 1,5 kg’a denk gelen kemik kaybetti. Ameliyatı, dokuz aylık bir radyasyon terapisi takip etti. 1998’den beri Image tarafından yayınlanmakta olan Fathom serisi Turner’ın hastalığı yüzünden 2002 yılında kesilmek zorunda kaldı. Gene 2002 yılında Top Cow’dan ayrılan Turner kendi çizgi roman firması Aspen MLT Inc.’i kurdu (MLT anlamı: Michael Layne Turner). Fakat Top Cow ile mahkemelik olması ve davanın yaklaşık bir yıl sürmesi Aspen’in çizgi roman yayınının ertelenmesine sebep oldu. Davanın nedeni tüm telif hakları Turner’a ait olmasına rağmen kendileri tarafından yayınladığı için Top Cow’un Fathom üzerinde hak talep etmesiydi. Davanın bir diğer konusu ise henüz yayınlanmamış olan, fakat Turner’ın Top Cow’da çalıştığı dönemde çalışmaya başlamış olduğu Solfire ve Ekos çizgi romanları üzerindeki hak talebiydi. Aspen ve Top Cow bu anlaşmazlığı 2003 yılında mahkemenin dışında uzlaşmaya vararak çözdüler. Fathom’un yeni serisi ve Soulfire çizgi romanları 2004 yılında Aspen logosu altında yayınlarına başladı. Fathom’un popülaritesi 2002 yılında ünlü yönetmen James Cameron (Terminator 1-2, Aliens, Titanic) tarafından sinema uyarlamasının çekileceği haberi ile iyice arttı, fakat herhangi bir gelişme olmadı. Fathom’un Top Cow logosu altında yayınlanırken de Fox Studios tara-

12


fından bir animasyon seriye dönüştürülmesi düşünülmüş, fakat bu konuda da herhangi bir gelişme olmamıştı. Bir başka ilginç durum da 2005 yılında NBC tarafından yayınlanmaya başlayan Surface dizisi ile gerçekleşti. Dizinin orijinal adı Fathom olarak konulmuştu, fakat çizgi romanla arada çıkan telif hakları ihlalleri yüzünden dizinin adı Surface olarak değiştirilmek zorunda kalınmıştı. Gene de dizinin hikâyesinde çizgi romandaki hikâye ile oluşan paralellikler dikkat çekiciydi. Michael Turner çizgi roman sektöründeki pek çok kişinin hayalini gerçekleştirerek ünlü bir çizer olarak adını sivriltmiş ve kendi çizgi roman firmasını kurmuştu. DC ve Marvel gibi Amerikan sektörünün en büyük firmaları tarafından aranan bir isimdi. Hastalığı yüzünden eskisi kadar yoğun bir çizim çalışması yapamıyor olsa da Turner’ın çalışma programı yoğundu. Aspen’in yayıncılığına devam ederken diğer firmalar için de çizimler yapmaktaydı. 2004 yılında DC Comics için de çalışmaya başladı. The Flash ve Identity Crisis gibi bazı çizgi romanlara kapak çizimleri yaptı. 2004’te üç farklı Superman serisinde yayınlanan toplam altı sayılık “Godfall” adlı hikâyeyi çizdi. Superman/Batman serisinde de altı sayılık “Supergirl from Krypton” adlı hikâyenin çizerliğini üstlendi. 2005 yılında da Marvel Comics için kapak çizimleri yaptı. Bunların dışında Dynamite Entertainment da kapak çizimi yaptığı firmalar arasında yer almaktaydı. Zaman zaman ağırlaşan hastalığına rağmen Turner’ın yaşam sevinci yüksek olan ve iyimser bir ruh haline sahip kişiliği vardı. Ülke boyunca düzenlenen çizgi roman fuarlarına mümkün olabildiğince çok katılmaya çalışan Turner buralarda okurlar ile bir arada olmaktan ve onların yorumlarını işitmekten epey hoşlanmaktaydı. Durumu ağırlaşınca California’daki Santa Monica Hastanesi’ne kaldırıldı. Michael Turner yaklaşık 8 yıl boyunca mücadele ettiği kansere nihayet 27 Haziran 2008’de yenik düştü. Turner hayatını kaybettiğinde henüz 37 yaşındaydı. Hakan BUHURCU www.grafikroman.com




GÖLGE | Ağustos ‘08

STAR WARS: CLONE WARS 3D SİNEMALARDA! Yanlış duymadınız! Star Wars’un yeni filmi 15 Ağustos’ta sinemalarda! Eh, artık “Star Wars bitti…” diyenlere de bir cevap olur sanırım… 3D ve Animasyon tadında bir dizinin geleceğini 2005 yılında biliyorduk. Fakat Lucasfilm, sır gibi sakladığı bu projesini kimse ile paylaşmıyor, tabiri caizse çaktırmadan projeleri hazırlıyordu. 2007 yılına gelindiğinde bu projenin bir sinema filmi ve akabinde gelen TV dizisi olduğu resmen açıklandı. Senaryosu ne olacak, hangi zamanı anlatacak diye düşünürken, sinema filminin Clone Wars’u anlatacağı açıklandı. Clone Wars, bilindiği gibi Bölüm 2 ve Bölüm 3 zaman aralığında Galaktik Cumhuriyet – Ayrılıkçılar (Galactic Republic – Confederacy of Independent Systems) arasında geçen savaşı konu alıyor. İsminin Clone Wars (Klon Savaşları) olmasının sebebi Cumhuriyet ordusunun klon askerlerinden oluşması. Bu klon askerlerini Bölüm 2 – Klonların Saldırısı’nda nasıl ve kimden olduğunu görmüştük. Clone Wars’un tarihçesi oldukça karışık ve yeni yeni sırlar ortaya çıkmakta. Biraz değinecek olursak; Darth Sidious, nam-ı diğer Palpatine, öğrencisi Darth Maul, Naboo’da o sırada henüz Padawan olan Obi-Wan Kenobi tarafından öldürülünce, yeni çırak arayışına girer. Bu arayış o sırada Jedi Üstadı olarak düzene bağlı olarak çalışan, fakat düzene ve Cumhuriyete saygısını yitirmiş olan Count Dooku’yu seçer. Ve ona eski Jedi arkadaşı Sifo-Dyas’ı öldürmesini ister, bu ölüm, Dooku’nun Sidious’a bağlılığının bir göstergesi ve ilk görevi olacaktır. Sifo-Dyas’ın öldürülmesinden sonra Dooku, artık Sidious’un öğrencisi olmuş ve Darth Tyranus adını almıştır ve her tür “kirli” işinde bu adı kullanmaya başlar. Tyranus, efendisi adına kuracağı ordu için denek olarak Jango Fett’i seçer ve Sifo-Dyas adına Kamino’lular ile bağlantıya geçer ve ordunun kurulması için ilk adım başlamış olur.

16


Geçen 10 yıl içerisinde, Cumhuriyet’in haberi olmadan, Cumhuriyet adına bir ordu kurulmuştur ve bu ordu, her tür droid’den daha üstün zekâ ile donatılmıştır. Çünkü bu ordu, klonlardan, yani insanlardan oluşmaktadır. Bu klonlar, emirleri düşünmeden ve sorgulamadan yerine getirmesi için özel olarak genleri ile oynanmış, daha hızlı gelişmeleri için ise hızlandırılmış sisteme tabi tutulmuş Jango Fett klonlarından oluşmaktaydı. Cumhuriyet bu orduyu ancak Obi-Wan, Senatör Amidala’ya suikast düzenleyen Jango Fett’in izlerini takip ederek bulmuştu. Gerisini biliyorsunuz zaten, Genosis Arena Savaşı ve sonrasında gelen Genosis savaşı ile klon ordusu kendini ve becerilerini Cumhuriyet’e kanıtlamıştı. Fakat işin zor kısmı daha yeni başlıyordu; savaş!

Clone Wars 3D’den önce bahsetmek istediğim başka bir Clone Wars var; Animated. Clone Wars Animated, 2003 – 2005 yılları arasında 25 bölüm boyunca çeşitli yabancı televizyonlarda gösterilen ve iki sezon DVD olarak piyasaya sürülen bir çizgi-dizidir. Bu çizgidizi aslında birçok çizgi roman ve kitapla çelişmektedir. Benim kişisel yorumum şu şekilde, resmi olan bilgilere çelişki yaratılması sakıncalı, çünkü hayranlar hangi kaynağa inanacağını şaşırıyorlar. İkisi de Lucasfilm’den çıkmış ve ikisi de resmi sayılabilecek nitelikte. Fakat kitap/ çizgi roman değişik, çizgi-dizi değişik olayı anlatıyor, o zaman hayran hangisine inanacak? Aslında bu çelişki biraz da Clone Wars Animated serisinin çocuklara yönelik hazırlanmış olması. Çünkü Lucasfilm ve beraberindeki Star Wars tabanlı iş yapan şirketler bir bocalama dönemine girmişlerdi. Ve hangi kitleye yöneleceklerini şaşırmışlardı, genç hayranlara mı yoksa ilk üçleme hayranlarına mı? İşte bu bocalama dönemi sırasında çıkan bir kurtuluş çabasıdır, Clone Wars Animated… Neyse, biz gelelim Clone Wars 3D’ye… Aslında daha önce bir sürü spekülasyon vardı, 3D olarak bir dizinin geleceğini 2005’ten itibaren biliyorduk, fakat bunun konusu ve içeriği hakkında net bir şey yoktu. Netlik 2007 yılının başlarında başladı, bölüm 2 ve bölüm 3 arasında geçeceği söylentileri dolanmaya başladı, ek olarak başka bir projenin de dâhil olacağı konusunda birtakım haberler elimize ulaşmıştı. Bu projelere ait bilgiler, 2007 yılının sonunda netlik kazandı ve Clone Wars 3D ile Live Action TV dizisi doğrulandı. Live Action hakkında yeni haberler geldikçe, dergide yer vereceğim, şu an 2010’da yayınlanacağı ve Bölüm 3’ten sonrasını anlatacağı dışında herhangi bir bilgi elimde mevcut değil.


GÖLGE | Ağustos ‘08

Clone Wars 3D’ye geri dönersek, bu yeni film Clone Wars Animated’ın 21. bölümü ile 22. bölümleri arasında geçiyor. Hatırlarsanız, 21. bölümde Anakin Skywalker, Jedi Knight ilan ediliyordu. İşte edilişinden hemen sonraki görevlerini anlatıyor. Burada yeni bir karakter var; Ahsoka. Ahsoka, iyi bir pilot, ışın kılıcı kullanma konusunda oldukça iyi ve Togruta ırkından olan bu genç Padawan, aynı zamanda Anakin Skywalker’ın Padawan’ı olmak istiyor. Ona kendini kanıtlama çabası içerisinde. Ahsoka’nın Order 66’dan kurtulup kurtulamadığı bilinmiyor, onun dışında da Clone Wars 3D tam bir gizem filmi şimdilik. Filmin fragmanında tanıdık yüzler de görüyoruz, Obi-Wan Kenobi, Yoda, Padme Amidala, C-3PO, R2-D2, Asajj Ventress, General Grievous gibi yeni üçlemeye, özellikle Sith’in İntikamı’na damgasını vurmuş ana karakterler de Clone Wars 3D’de göreceğiz. Clone Wars 3D’deki başka ilginç bir karakter de Rotta the Hutt. Evet, bu karakterin Jabba the Hutt (Bölüm 1, Bölüm 4 ve Bölüm 6’da gördüğümüz “gangster uzaylı sürüngen tipi” olan) ile bir bağlantısı olduğu konuşuluyor. Film sonrasında ise, bu filmin devamı TV dizisi olarak ekranlarda olacak. Yabancı TNT kanalının gösterim haklarını satın aldığı konuşuluyor, fakat bize yayın yapan TNT kanalı ne zaman gösterir belli değil. Fastfood ve Star Wars’u bir arada görmek isteyenler için başka bir haber; filmin promosyon oyuncaklarını çocuk menüsü ile verecek firma belli oldu: McDonalds! İşte vereceği ürünler:

• R2-D2 comlink • R2-D2 keeper • Yoda light-up saber • Darth Vader light-up saber • Ewok plush • Millennium Falcon lcd game • Anakin pen and trainer pack Padmé pen and trainer pack

Ayrıca Kellog’s kahvaltılık ürünlerinin de promosyon konusunda dağıtım yapacağı söyleniyor. Fakat henüz resmen duyurulmadı. Hatırladığınız gibi Sith’in İntikamı için verilen promosyon ürünlerini de Burger King ve Kellog’s firmaları çıkartmıştı. Hasbro’nun çıkartacağı figür ve araçlardan bahsetmeme gerek yok sanırım, HasbroIntertoy ile olan görüşmelerimiz doğrultusunda bu ürünlerin ülkemizde tatmin edici boyutlarda geleceği haberini de aldık. Kendilerine tekrar teşekkür ediyorum.

18


Clone Wars 3D filminden sonra, eylül ayı gibi yeni bir çizgi roman çıkacağı konuşuluyor. Dark Horse, dizilerin bölümlerinin hikâye ve özetlerinin olacağı çizgi roman serisi hazırlamaya başlamış. İnteraktif olarak da devam edecek yani Clone Wars 3D… Yıldız Savaşları.Com’un, Türkiye’deki Star Wars hayranlarının buluşma noktası olarak Clone Wars 3D gösterimleri hakkında ve akabindeki Ağustos ayı içerisinde Star Wars hayranlarına çeşitli sürprizleri olabilir. Forumlarına sık girmenizde fayda var. Clone Wars 3D’de görüşene dek, herkese iyi tatiller. Güç sizinle olsun! Cansu KORKMAZ www.yildizsavaslari.com


GÖLGE | Ağustos ‘08

KARİYE HAZİNESİ

Yirmi küsur yıl kadar önce gittim Kariye’ye ilk kez. Burada geçecek fantastik bir aşk ve cinayet romanı yazılabileceğini düşündüm. Hatta, bir TV dizisi olarak notlar bile aldım. Ama çeşitli nedenlerle gerçekleşmedi o çalışma bir türlü. Can Çocuk, çocuklar için geçmişte yaşanmış bir polisiye roman yazmamı istediğinde, aklıma gelen iki konudan biri bu oldu. Bir öbek çocuk, İstanbul fethedildiğinde ortadan yok olan Kariye Kilisesi’nin hazinelerinin peşine düşecekti. Aslında bu, onları araştırmaya yöneltmek isteyen tarih öğretmenlerinin bir oyunu idi. Kitap iki bölümden oluşuyor. İlk bölümde İstanbul’un fethi hikâye edilir. İkinci bölümde çocukların hazine konusundaki araştırmaları ve heyecan verici serüvenleri anlatılır. Sonunda çocuklar Kariye hazinesini bulamazlar ama başka şeyler bulurlar. Sanırım çocuklar için heyecanlı bir serüven oldu. Bu dizi için yazdığım “Kral Hattuşili’nin Adaleti” de önümüzdeki aylarda çıkacak. Hattuşili, MÖ 1600 dolaylarında Anadolu’da yaşamış bir Hitit kralı. Tarihi bilgilerle kurmaca iç içe o kitapta da. Kitaplarımdaki kahramanların çoğu, araştırmacı, buluşlara meraklı, çevreci çocuklardan oluşur. Kariye’deki kahramanlarım da öyle. Araştırıyorlar, edindikleri bilgilerden sonuçlar çıkarıyorlar ve davranışlarını bu sonuçlara uygun olarak planlıyorlar. Yine bu ay içinde Beyaz Balina’dan çıkan “Atlantis’in Çocukları” kitabımda da böyle bir öbek çocuk var. Çevre koruması için çeşitli eylemlere girişiyorlar. O tam bir bilimkurgu... Ülkemizde, bu tür kitapların çoğalmasını istiyorum. Çocukları çevre, tarih, doğa vb. konularda bilinçlendiren ama didaktik olmayan, heyecanla okunabilen kitaplar. Yazdıklarımın çoğu bu tür çalışmalar. Çocuklar severek, ilgiyle okuyorlar bu tür kitapları. İşin ilginç yanı, anne-babaların da sevip, okuyor olması. Zaman Bisikleti, Çatalhöyük Öyküleri, Kaledibi Sokağı yetişkinlerin severek okudukları kitaplardan. Çocukların en sevdiği kitabım mı? Zaman Bisikleti elbette. Sekizinci basımını yaptı. Şimdilerde Zaman Bisikleti’nin üçüncü kitabının hazırlıklarını yapıyorum. Bir öbek de destan çalışmam var. Destanlar nedense hikâye edilir bizde. Oysa destanların en büyük özelliği şiir diliyle yazılmış olmaları. Destanı manzum olarak okumanın ayrı bir tadı var. Çeşitli destanları manzum olarak, yalınlaştırıp yeniden yazdım. Destan çalışmaları da sürüyor bir yandan. Yakınlarda Yapı Kredi Yayınlarında Altın Post çıkacak. Argo gemicilerinin serüvenleri. Bizim kıyılarımızda geçer bu serüvenler de pek bilinmez bizde her nedense… Ovidius’un “Dönüşümler”i şu sıra çalıştığım kitaplardan biri. 60’lı yıllardan beri yazıyorum ama çocuklar için yazmaya 2000 yılında başladım. İlk çocuk kitabım Havşan Öyküleri 2002’de çıktı. O zamandan bu yana 26 kitap yazmışım çocuklar ve gençler için. Az sayılmaz değil mi? Bunların altı tanesi henüz yayınlanmadı. Yayınevlerinde sıralarını bekliyorlar.

20

Bilgin ADALI






HELLBOY: CEHENNEMDEN ÇIKAN ÇILGIN YARATIK! Yaz geldi sinemalar yine çizgi film çevrimleri ile doldu, taştı. Bu yaz biraz işin sanki suyu da kaçtı. Şikâyet etmek niyetinde değilim ama Hollywood’dan biraz daha özgün fikirler beklemek de hakkımız sanırım. Ironman, Hulk 2, The Dark Knight derken asıl sürpriz Hellboy: The Golden Army olacak sanırım. İlk çevrim Hellboy gişede istediği başarıyı yakalamadı ise de şartlar değişti, hem bu kızıl yaratığın hem de Guillermo del Toro’nun sevenleri arttı. Bakalım Marvel’in sinemalara set çekmiş imparatorluğuna Hellboy o meşhur Kıyamet’in Sağ Eli’ni indirebilecek mi bu sefer? Öncelikle bilmeyenler ve ilk filmi henüz seyretmeyenler ya da seyredip de bilgileri tazelemek isteyenler için yaratığımızın hikâyesine bakalım. Köklerini II. Dünya Savaşı Nazi korkularına dayandıran Hellboy, Gregory Rasputin’in Nazilerin savaşı kazanması ve cehennemi dünyaya getirmesi için bir geçit açması ile başlar. Bu geçitten çıkan ise kızıl mini minnacık bir yaratıkBurak Kara’nın çizgileri ile Hellboy tır (hellbabe!!). Ancak bu sırada Amerikan askeri güçleri Nazileri kıstırır ve Hellboy’un velayetini almaya karar verir. Aradan geçen yıllarda Hellboy, Bureau of Paranormal Research & Defense (BPRD) tarafından vatana millete hayırlı bir cehennem yaratığı olarak yetiştirilir. Bu bölümdeki başka yaratıklarla da gücünü birleştiren Hellboy, kötülükleri dünyadan uzaklaştırmak için çalışır. Ancak insan ilişkilerindeki başarısızlığı ve babası yerine koyduğu Profesör Trevor Bruttenholm (John Hurt)’ın ölümü ile bir kişilik çatışması yaşayacaktır... Hellboy’un yolunu bulmasına yardım eden iki arkadaşı vardır, Abe Sapien deniz canlısı insan kırması bir yaratıktır. Tam olarak nereden geldiği bilinmemektedir. Doug Jones’un oynadığı Abe Sapien’in seslendirmesini ise David Hyde Pierce yapmıştır. Ancak Jones’un performansına saygısından dolayı isminin geçmesini istememiştir. Jones’u Pan’ın Labirenti’nden de hatırlayabilirsiniz. Ekibin bir diğer üyesi Pyrokinetic (alevli, yanar dönerli bir şey) güçlere sahip güzel kızımız Elizabeth ‘Liz’ Sherman (Selma Blair) ise 11 yaşında doğum gününde güçlerinin farkına varmış ve kazayla koca bir bloku havaya uçurmuştur. Güçlerini kontrol edebilmesi için BPRD’ye alınmıştır. Hellboy tek aşkı olan Liz ile inişli çıkışlı bir ilişki yaşamaktadır. İlk kez 1993 tarihinde ortaya çıkan Hellboy çizgi romanları Mike Mignola’nın yaratıcılığının yanında içinde barındırdığı folklorik öğeler, efsaneler ile kısa sürede büyük bir başarı yakalamıştı. Dark Horse Comics gibi daha özgün işlerle uğraşan bir yayımcı tarafından yayımlanması da Mignola için bir şanstı ve 3-4 bölümlük ciltlerle Hellboy’u bir çizgi roman fenomeni haline getirmeyi başardı. Mignola’nın karanlık gölgelendirmeleri ve basit renk seçimleri okuyucuya sanki bir Edgar Allen Poe ya da H. P. Lovecraft hikâyesi içindeymiş hissi yaşatıyordu.

25


GÖLGE | Ağustos ‘08 2004 yılında vizyona giren ilk film Hellboy: Seed of Destruction adlı maceradan uyarlanmıştı. Del Toro’nun çizgi romana sadık kalan görüntüleri büyük beğeni topladı. Seksenlerdeki güzel ve çirkin dizisinden hatırladığımız Ron Perlman’ın Hellboy performansı da oldukça başarılıydı. Ancak gişede Passion of Christ’le kapışması filmin en büyük şanssızlığı oldu. Birçok sinema İsa’nın filmi varken bu cehennem çocuğunu göstermeyi dahi kabul etmedi. Gişedeki başarısızlığına rağmen DVD satışlarının iyi gitmesi ve eleştirmenler tarafından filmin beğenilmesi ikinci film için kapıları açtı. Yeni filmde yönetmen Del Toro ve Mike Mignola beraber çalışarak senaryoyu yazmış ve ortaya daha özgün bir iş çıkarılmış. Çağlar önce insanlar ve mistik yaratıklar büyük savaşlar vermiş. 4900 savaşçıdan oluşan Altın ordu ile insanlar bir ateşkese varmış. Buna göre insanlar şehirlerde kalacak yaratıklar ise ormanlara ve karanlığa çekilecekmiş. Böylece Elfler ortadan kaybolup unutulmuş... Artık saklanmaktan sıkılan Elf prensi Nuada (Luke Goss) insanlığı yok etmek için harekete geçer ve babasını öldürüp, krallığı ele geçirmek ister. Ancak bunun için kız kardeşi Prenses Nuala (Anna Walton)’dan krallığın ikinci tacını da alması gerekmektedir. Böylece Altın orduyu harekete geçirip insanlığı yok edebilecektir. Bütün bunlar olurken Hellboy ile kız arkadaşı Liz ise yine tartışmaktadır. Ancak Liz’in sakladığı bir sır vardır. Hamiledir ve yakında dünyaya bir küçük Omen daha gelecektir. Mignola, Del Toro ile beraber yazdıkları senaryo için bir röportajında şöyle demiş; “Bu sefer konumuz Naziler, deli profesörler ya da gelişmiş makineler değil. Folklorik öğelerle yola çıktık. Hikâyeyi yazarken aklımıza Amerikan yerlilerini getirdik. Yaşlı yerli “Elimizden geleni yaptık artık daha fazla savaşamayız. Kaderimizi kabul etmeliyiz,” der bunun üzerine Geronimo “Ya da bütün soluk benizlileri öldürebiliriz,” der. Filmde de böyle bir durum söz konusu ancak tek bir farkla ya Amerikan yerlilerinin elinde nükleer bomba olsaydı? Elfler’in böyle bir gücü var ve bunu kullanmaya karar veriyorlar.” Hellboy’a yeni macerasında başarılar dilerken, bu cehennem zebanisine bir şans daha vermeniz gerektiğini hatırlatarak bu yazın çizgi roman uyarlaması galibinin kim olacağını da merakla bekliyorum. Siz bu satırları okurken ben çok uzaklarda (Mecidiyeköy: Ali Sami Yen Stadı) önemli konulara kafa patlatıyor (Headbang / 27 Temmuz Metallica Konseri) olacağım. 5.1 ses sisteminize zeval gelmesin sevgili okurlar (Benimkini kedim yedi de). Masis ÜŞENMEZ www.otekisinema.com

26


KAARMANIN KARISI…!

“Kahramanlık öyle çok kolay olmasa gerek,” diye düşündü Nihal kocasına bakarken. Televizyon kimse seyretmediği halde açıktı bu sırada ve haber spikeri kendi kendine konuşup duruyordu habır da habır. Nihal, kocasının kendisini televizyon seyrettiğini sandığını biliyordu. Biliyordu çünkü eğer öyle olmasaydı kocası gömleğinin düğmelerini açıp, gömlek altına giydiği kostümünün havasız bıraktığı göğsünü öyle hatır hutur kaşırken kostümünü açığa çıkarmazdı.

Ne ilginç bir kostümdü o öyle...! Pantolonun altına denk gelen tayt kısmı kırmızıydı ve gömleğin altında barınan penye beyazdı. Göğüs kısmında, şu anda tam da kocasının kaşıdığı yerde de kocaman bir “Ş” harfi vardı. Acaba o “Ş”yi oraya nasıl işletmişti kocası? Herhalde baskı yapan bir yere gidip de tişörtüne baskı yaptırmamıştı? Öyle olsaydı baskıyı yapan adamlar ortalığı ayağa kaldırırlardı kocası havada uçmaya başlayınca. “Bu kostümü biz yaptık, adamın tipi de şu...” falan... Yok, kocası o kadar aptal değildi herhalde? Kesin gözünde güneş gözlüğü, kafasında şapka falan vardır baskıcıya gittiğinde. Ama yok, “Ş” harfli uçan kahraman ortaya çıktığında mevsimlerden kıştı. “Bu durumda kocam boynunda şal ve bereyle falan gitmiştir baskıcıya” diye düşünürken durdurdu beynini ve başka bir olasılığa yöneldi Nihal “ya, terziye işletmişse?”. “Ama o zaman da...” sıkıldı düşündüklerinden. Terziye de gitse aynı kıyafetleri giyip kimliğini gizlemiştir sonuçta. Birden hiç aklında olmayan bir fikir kafasına dank etti Nihal’in “Kaynanam...!”. Bu buluşla birlikte Nihal’in beynine hücum etti bir ton tatsız anı. “Bu kocam olacak şerefsiz kesin anasına diktirmiştir kostümü.” Kesin öyle olduğuna kendi kendini ikna eden Nihal ayaklarını koltuktan aşağıya saldı. Farkında değildi ama ani adrenalin değişikliğiyle saldırmak, koşmak, duvar tekmelemek gibi ekşınlara hazırlanmıştı vücudu. Nihal, parmaklarıyla hesap yapmaya başlamıştı bile vücudunun geri kalanından habersiz “Annesi evliliğimize karıştı, az kaldı nişanı atıyorduk, evimin dekorasyonuna da karıştı, yemeklerime laf etti, oğlunu giydirişime taktı bir ara, hâlâ aklında komşunun evlenmemiş olan kızı var oğluna yamayacak fırsatını bulsa ve şimdi de kostüm...” “Allah belanı versin koca gibi,” diye iç geçirdi Nihal. Saçını süpürge etmişti kocasına ama yine de karısına güvenmek yerine sırrını annesine açıklamıştı koca bozuntusu. Şimdi gözünde canlandırabiliyordu Nihal... Kaynanasıyla altı aydır görüşmüyorlardı ama ilk karşılaşmalarında kaynanasının yüzünde muzaffer bir gülümseme olacaktı. Gelinine hafif ve yandan sırıtırken içinden “Anasıyım ben anası, kostümünü bile bana diktirdi, bak, seni boşatıp komşu kızını aldırmaz mıyım ben oğluma? Dur daha dur sen...!” diyecekti kesin. “Geçmiş olsun kızım,” diye acıdı kendine Nihal, “Kaynana 10, gelin 0... Maç bitti.”

“Yok, bitmedi...”...!


GÖLGE | Ağustos ‘08

“Ne bitmedi?” diye sordu kocası hemen elini gömleğinin açık düğmelerinin arasından çekerken. Mümkün olduğunca da kostümünü gizlemeye çabaladı bir yandan. “Şey, hiç, hiçbir şey...” diye yanıtladı onu sesli düşündüğünün farkına vararak utanan Nihal. “Karıcığım iyi misin sen?” sorusuyla birlikte yanına geldi kocası. Yaklaşık iki metre boya ve iri yarı kaslı bir vücuda sahip kahraman karısına dağları yıktığı yumruğunu açarak, sevgiyle uzattı ve çenesinin altından tuttu. Kahraman, “Canını sıkan bir şey mi var?” diye soran ağzının hemen biraz üstündeki iki ela gözü, âşık bir adamın bakışını, hafifçe kaldırılan kadının yüzüne, taa gözlerinin içine dikti. Nihal hiç konuşmadan öylece baktı kocasının gözlerine. Âşık olduğu adam işte tam karşısındaydı. Geniş alnı, ela gözleri, kemerli burnu, biçimli sert çenesi, kalın boynu, gömleğinin yakasından görünen beyaz kostümü... Kostümü görünce hemen geriye çekti kendini Nihal. Sevgi duygusunu bir yana itip kocasının şaşkın bakışları altında sorgulayıcı bir tavra ve duyguya büründü hemen. Tamam, âşıktı ama budala değildi ve kaynanasının gözünde şebek durumuna düşürülmek de pek işine gelmiyordu.

“Baksana, sana bir soru soracağım!”

“Buyur sor...!”

“Sen...”

İşte zamansız bir haber. Televizyondaki spiker “son dakika, son dakika” diye yırtınarak uzak doğuda patlayan bir yanardağ haberini vermeye başladı. Kocası olacak ana kuzusu karısıyla konuştuğunu bile unutmuş kulak, göz bütün duyuları televizyona kilitlenmişti. “Şey...” diyerek kalktı kocası. Daha yanıt beklemeden hemen çalışma odasına yönelerek, laf yetiştirmeye bahaneler sıralamaya çabalıyordu “Bir işim vardı onu hatırladım gitmem lazım...” Kapının kapanması ve kilit sesiyle sesi boğuldu kocanın. Nihal, öfkesiyle yalnız başına kalmıştı salonda. “Eee, şimdi kime hesap soracağım ben?” diye sordu sessizce. Spikerin, “İşte dünyanın kahramanı Şimşekadam geldi sayın seyirciler. Şimdi herkes kurtuldu,” diyen sesini duyunca televizyona döndü isteksizce Nihal. Hırsını alamamıştı Nihal. “Al, ben burada kendimi yiyip bitiriyorum, o orada geziyor tozuyor. Hiç aklına gelmez ki karımı alıp uzak doğuya götüreyim, suşi yiyelim yerinde... Ama dur... Bu annesini götürmüştür oralara. Tabii ya, kostümünü ona dikti-

28


riyorsa gezmeye de onu götürecek uçarak tabiatıyla. Bırakıyordur annesini bir lokantaya, o uçup olayları halledene kadar gel keyfim gel cadı karı... Sen eve dönmeyecek misin sen koca gibi? Yok bu akşam sana yemek falan. Yapmayacağım işte. Su, kuru ekmek... Budur... Al, dağları yıkıyor yumruklarıyla. Onları yer artık akşama. Oh, olsun.” Ümit KİREÇÇİ cizgiromanokurlariplatformu.blogspot.com İllüstrasyon Feridun DEMİR www.feridundemir.org


GÖLGE | Ağustos ‘08

LONELY HEARTS

Bir dönemin romantik figürü, şimdinin seri katilleri… Amerika’da 1940’lı yıllarda yaşamış olan Ray Fernandez ve Martha Beck’in gerçek hayat hikâyelerinden uyarlanan Lonely Hearts, aslında bir roman uyarlaması kadar bütünlüklü bir dönem tasviri yapıyor. Renk paletinde ve mekân seçimlerinde yapılan tercihlerle de 1940’lı yılların atmosferi gerçekçi bir şekilde beyazperdeye taşınıyor. Hollywood’a yabancı olmayan yönetmen Todd Robinson’ın oyuncu yönetimindeki başarısı da bütün bunlara eklenince ortaya nitelikli bir film çıkıyor. 2.Dünya Savaşı’nın hemen sonrasında, Amerika’da dul ve evde kalmış kadınları dolandırarak hayatını kazanan Ray, saplantılı sevgilisi Martha’yla da bu şekilde tanışıyor. Kısa süre sonra sevgili olan ikili, aynı zamanda birlikte çalışarak kısa sürede hatırı sayılır derecede ün yapıyor. Polis tarafından “Yalnız Kalpler” olarak adlandırılan bu ikilinin hikâyesi, arka planda da geniş bir 1940’lar Amerika’sı portresi çiziyor. Pek çok savaş mağduru dul kadının sevgi arayışı, kalkınmakta olan bir ülkede herkesin bir köşe başını kapma telaşı, suç oranının önlenemez bir biçimde artışı, insanların kestirme yoldan para kazanma hayalleri… Bütün bu toplumsal değişimin yaşandığı sancılı bir dönemi, olabildiğince karanlık renklerle betimleyen yönetmen; atmosfer yaratmada oldukça başarılı. Toplumsal olayların satır aralarında hatırlatılmasıyla, filmin arka planında yer alan mekânlarla ve filmde kullanılan müziklerle de yönetmen; olayın geçtiği dönemle film arasındaki bağını sağlamlaştırıyor. Lonely Hearts, yaratılan atmosfer haricinde yönetmenin anlatım tercihleriyle de farklı bir yerde duruyor. Çizgisel bir anlatım yerine, olayın kahramanlarının gözünden yaşananlar parçalı bir anlatımla aktarılıyor. Burada da üç karakterin bakış açısı öne çıkıyor. Bunlardan ilki, olayın kahramanları Ray ve Martha. İkilinin gözünden yaşananlar aktarılırken, bu bölümlerde genelde aralarındaki tutku daha baskın bir rol oynuyor. Birbirlerine delicesine âşık olan bir çiftin aşkları için neler yaptığını gözlemliyoruz. Polislerin tarafına geçtiğimizde ise iki dedektifin bakış açısı öne çıkıyor. Bunlardan ilki, olayı çözen dedektif olan Elmer Robinson. Karısının beklenmedik intiharı nedeniyle hayatı altüst olan Robinson, bu yüzden olayı çözmek için kendini bu davaya adıyor. Onun gözünden aktarılan kısımlarda, hem Robinson’ın hayatı hem de polisin olayı çözerken izlediği metotları görme şansına sahip oluyoruz. Son bakış açısı ise, filmdeki dış ses olan Robinson’ın ortağı Charles’a ait. Charles’ın anlatısı sayesinde ise, yaşanan olayların karakterlere yansımaları hakkında bilgiler edinerek parçaları yerli yerine oturtmuş oluyoruz. Altından kalkılması zor bir anlatım tercihi olmasına karşın, yönetmenin bu farklı bakış açılarını mükemmel bir biçimde birleştirdiğini söyleyebilirim. Cesur ve nitelikli tercihini, konuyu dağıtmadan filme yansıtabilmeyi başarmış.

30


Bu hikâye, esasında filmin yönetmeni Todd Robinson için çok kişisel bir hikâye. Filmde gördüğümüz Robinson, aslında yönetmenin büyükbabası. Yönetmen, filmini de zaten büyükbabası Elmer Robinson’a ithaf etmiş. Bu bilgi ışığında, yönetmenin olayları bir kitaptan uyarlanırcasına bütünlüklü bir şekilde yansıtmasının da tesadüfî olmadığını anlayabiliriz. Karısının ani intiharı, ergenlik çağındaki oğlu, bürodaki sevgilisi Rene ve suça batmış bir toplumun getirdiği sorunlarla mücadele ederken hayatından da pek çok şeyi yitiren Robinson, buna karşın insani özelliklerini de hiç kaybetmiyor. Oysa onca suç arasında, bir polisin insaniyetini kaybetmesi işten bile değil. Şiddetin ve ölümün artık sinikleştiği yıllarda, insan olarak ayakta kalabilmek büyük bir mesele. Filmde, alttan alta Robinson karakteri üzerinden bu durumu vurguluyor. İnsan olmanın öneminin altı çiziliyor. Hatta Robinson, bir sahnede annesinin ölümünden sonra hiç gözyaşı dökmeyen oğlunun sertliğinden dolayı endişeleniyor. Aslında asıl endişelendiği konu, oğlunun bu tür şeyleri sıradanlaştırarak insani yanını kaybetmesi… John Travolta, James Gandolfini, Jared Leto ve Salma Hayek’in ana karakterleri canlandırırken gösterdikleri göz alıcı performanslar 1940’lıların havasını daha canlı bir şekilde solumamıza yardımcı oluyor. Özellikle John Travolta ve Jared Leto’nun oyunculukları övgüye değer. Broken Arrow ve Under Suspicion gibi filmlerde de çalışmış olan görüntü yönetmen Peter Levy’nin karanlık tonlardaki renk seçimi ve bir dönemi canlandırmadaki başarısı da takdire şayan. Teknik işçiliği son derece nitelikli olan Lonely Hearts, 1940’ların ve 50’lerin başarılı polisiye hikâyelerinin günümüze uyarlanmış modeli gibi. Fakat klişeleşmiş karakter tiplemeleri, bilindik mekânlar, aşina olaylar ve değişmeyen sorunlar; parçalı bir anlatımla daha ilgi çekici bir hale getirilmiş. Tanıdık olmasına karşın, cesur da… Bu cesareti ise, ukalalığa ve meydan okumaya dönüştürmeden kullanacak derecede de naif. Bu naifliği kuşkusuz, yönetmenin filmini ithaf ettiği büyükbabası Elmer Robinson’ın karakterinden de kaynaklanıyor. Final periyodu olması gerektiğinden daha çabuk çözülse de, Lonely Hearts iyi bir seyirlik. Farklı bakış açılarının filmi zenginleştirmesi sayesinde, kimi zaman Natural Born Killers’ın kışkırtıcı ve uçarı havasına sahip kimi zaman da eski tip kara filmlerin karanlık ve boğucu atmosferine… İçinde pek çok farklı doku bulunabilecek, ama bundan da önemlisi bunların derli toplu bir anlatımla birleştirildiği sıkı bir yapım. Barış SAYDAM burnout.blogcu.com












golgedergi.blogspot.com ‘ da


FANTASTİK KURGUDA ÖZGÜNLÜK YA DA KUZEYDE ORDULAR TOPLANIYOR! Fantastik kurgu, biçim olarak destan türüyle yakınlığından dolayı kök örneklerden, simgelerden ve imgelerden yararlanır ve temelini buna dayandırır ve böyle derinleşir. İyi yapıldığındaysa okuduğumuz metnin sanayi devriminden çok sonra yazıldığına değil de, bizden çok önceki bir zamanda kaleme alındığına ve kim olduğunu tam bilemediğimiz bazı sakallı, yaşlı çevirmenlerle, arkeologlar ve tarihçilerce dilimize çevrildiğine inanırız. Fantastik kurgu metinlerin keyif aldığımız en önemli yanlarından biri de, kitabın bize anlattığı gerçekliğin içinde yaşadığımız bu kaybolma hissinin verdiği mutluluk ve şaşkınlıktır. Anlatılanların gerçek olmadığına olan inancımızı erteleyerek, bu efsunlu dünyalarda kaybolmayı seçeriz. Ancak fantastik kurgu temel aldığı türün aksine, toplumun -ve okuyucunun- üzerine inşa edildiği bu simge ve imgeleri oluşturmaz, oluşturulmuş olana yanaşır ve sahiplenir. Bu durumda da, geçmişi iyi bilmek ve bunun üzerine kurulacak olan hayalî dünyayı ince işçilikle oluşturmak gerekir. Bu başarılamadığındaysa elimizde kalan stereotiplerden örülü, ne anlattığını gözümüz kapalı okuyabildiğimiz ve bizi şaşırtmayan kitaplar olur. Şaşırtmayan ve merak uyandırmayan bir masal çoğunlukla sıkıcıdır ve hiçbir zaman davetkâr değildir. Fantastik kurgu okurunun bir kitapta aradığıysa kendisine yabancı bir evrende önce kaybolmak, sonra da yazarın eşliğinde bu hayalî yerde görülmesi gerekenleri görerek, yapılması gerekenleri yapmaktır. Bu açıdan bakıldığında fantastik kurgu yazarının işi çok zor görünüyor. Yapması gerekenler fazla ve ne yazık ki yapacak fazla bir yeri yok. Bir önceki yazımda alıntıladığım Orson Scott Card’ın tanımını anımsayacak olursak da, fantastik kurgu yazarları çoğunlukla kolaycılığa kaçarak, Tolkien’i yeniden yazarlar. Bu kesin sonuç veren bir formül gibi görünse de yaratıcılığınızı körelttiği için gidilmesi gereken asıl yol olarak görülmemeli. Bu kadar laftan sonra, fantastik kurgu yazmak isteyenler ve bunu deneyecek kadar cesur olanlar için, eserlerinin ne kadar özgün olduğunu sınayabilecekleri, eğlenceli bir test hazırladım, deneyin ve ne kadar iyi bir yazar olduğunuzu görün.

Fantastik Kurgu Eserleri için Büyük Özgünlük Testi

Bu test sizi vezir edebileceği gibi sizi hiç görmek istemediğiniz gerçeklerle yüzleştirip onlarca sayfa dolusu eserinizi parçalayıp atmanıza da neden olabilir. Tüm sorumluluk kullanıcıya aittir.

1. Yarattığınız evrenin haritasını elinize aldığınızda kötü adamların yaşadığı yer ne tarafta kalıyor? a) Sağ elinize yakın b) Sol elinize yakın c) Haritanın üst kısmında d) Haritanın ortasında

43


GÖLGE | Ağustos ‘08 2. Haritanıza göre kötü adamların, iyilerin ülkesine girmesi için “iyiler ülkesine” hangi yönden saldırmaları gerekiyor? a) Kuzey b) Güney c) Doğu d) Batı

3. Öykünüzdeki devlet yapılanmalarını aşağıdaki seçeneklerden hangisi en iyi açıklıyor? a) Çok ırklı feodal bir yapı b) Coğrafi koşulların sınırları çizdiği tarım toplumları c) Savaşlarla ülkelerinin sınırları sürekli değişen bozkır barbarları d) Çoğulcu anlayış ile yönetilen küresel bir demokrasi

4. Aşağıdaki ırklardan hangileri fantastik öykünüzde yer alıyor? a) Elfler b) Orklar c) Cüceler d) Hepsi

5. Aşağıdakilerden hangisi kahramanınızı daha iyi tanımlıyor? a) Cesur ve yakışıklı bir savaşçı b) Yıpranmış ama yılların tecrübesine sahip bilge bir büyücü c) Gözü dönmüş bir katil d) Sıradan biri 6. Kahramanınız macerası boyunca kaç kişi öldürüyor? a) 100’den fazla b) 50-100 arası c) 20-25 arası d) Hiç

7. Öykünüzün kahramanının macerası boyunca sıklıkla öldürdüğü kişiler aşağıdakilerden hangisine daha çok benziyor? a) Suratına asit dökülmüş katil orangutanlara b) Josh Holloway c) Megan Fox d) Oyun parkında kutu kutu pense oynayan çocuklara 8. Yazdığınız öyküde bir köyün yağmalandığı haberi gelse, kahramanınız ilk olarak kimden şüphelenirdi? a) Orklar b) Soydaşları c) Herhangi biri d) Kendisi

44


9. Kahramanınızın macerasında peşinden koştuğu ve/veya kurtarması gerektiği şey nedir? a) Dünya barışı b) Tiranların katli c) Yardıma muhtaçların kurtarılması d) Kendisi için kısa yoldan kazanılmış altınlar

10. Kahramanınızın bir konuda bilgi edinmesi gerektiğinde başvurduğu kaynak aşağıdakilerden hangisidir? a) Hancı b) Yaşlı ve kör bir bilge c) Büyücüler d) Yoldan geçen herhangi biri

11. Anlatınızın uzunluğu aşağıdakilerden hangisine daha yakın? a) Sekizleme b) Beşleme c) Üçleme d) Tek bir kitap

12. Kitabınızın son otuz sayfasında aşağıdakilerden hangisinden bahsediliyor? a) Dünyanın kaderini belirleyecek, o güne kadar gerçekleşen en büyük meydan savaşı b) Kahramanınız ile kötü adamların başındaki kişi arasında geçen kıran kırana dövüş c) Kahramanınızın başından geçen tüm olayları uyaklı olarak anlatan bir şiir d) Hepsi


GÖLGE | Ağustos ‘08 PUANLAMA: Yanıtını D olarak işaretlediğiniz her soru için kendinize 5 puan verin. (4. ve 12. sorular hariç) Yanıtını C olarak işaretlediğiniz her soru için kendinize 4 puan verin. Yanıtını B olarak işaretlediğiniz her soru için kendinize 3 puan verin. Yanıtını A olarak işaretlediğiniz her soru için kendinize 2 puan verin. • Eğer dördüncü sorunun yanıtını D olarak işaretlediyseniz, toplam puanınızdan 10 eksiltin. • Eğer on ikinci sorunun yanıtını D olarak işaretlediyseniz, toplam puanınızdan 10 eksiltin. SONUÇ: 50 Üzeri: Tebrikler, klişelerden olabildiğince kaçmaya çalışmışsınız. Zihninizde canlandırdığınız başka dünyaları diğerlerine aktarmak için elinizden geleni yapmışsınız. Doğru yolda gittiğiniz söylenebilir, ancak yine de bazen türün geleneklerinden de faydalanabileceğinizi unutmayın. 49-21 arası: Ortalama bir öykü kurmuşsunuz, içinde klişeler barındırmakla birlikte, kendi hayal gücünüzün unsurları da bulunuyor. Başkalarının hayal ettiklerini anlatmayı bırakıp kendi düş gücünüzün ürünlerine biraz daha ağırlık vermeniz gerekiyor. 20-0 arası: Üzgünüm ama öykünüz tamamıyla tahmin edilebilir sonuçlarla dolu, daha sürükleyici ve okuyucuyu içine çeken bir evren yaratmanın özünde, onun bilmediği şeyleri okuyucuya anlatmak vardır, bu yüzden olabildiğince yeni şeyler denemekten kaçınmayın.

46

Gizem ÖLGEN


Okura Özel Sayfa Ya bu Gölge e-Dergi çok güzel bişeymiş.. İlk kez baktım ve şimdiye kadar bakmadığıma pişman oldum çok eğlenceli çok hoş bişey... Tebrik ederim hepinizi... Zeynep NUR

Zeynep hanım o sizin güzelliğiniz Gölge e-Dergi Gölge e-Dergi Temmuz sayısı 95 sayfaydı ve ilk defa bu kadar gereksiz bir dergiyi okudum. Ayrıca Solomon Kane için de teşekkürler. Farkettim de bir e-dergi için bile olsa insanların çizgi roman üretmesi göz yaşartıcı bir olay. Bütün Gölge çizerlerini tebrik ediyorum. En azından sayenizde Sinop’ta çizgi roman okunabiliyor. Zeki ARICI

Zeki bey o zaman siz 15 Temmuz’da yayınladığımız Gölge e-Dergi çizgi roman özel sayısını da beğenmişsinizdir. Aydede ile ilgili yorumlarınızı da burada görmek isteriz. Gölge bir çizgi roman dergisi değil. Ne mutlu ki çizer arkadaşlarımızın desteği ile bu yolda da güzel adımlarla yürüyor. Gölge e-Dergi

Gölge’nin eski sayılarına nasıl ulaşabiliriz? Kaan İKİZELİ

Kaan Bey, Gölge’nin eski sayısı yok ki, aratın Google’da çıkan 10 binden fazla sonuçtan birini tıklayın. Olmadı golgedergi.blogspot.com a bakın. Gölge bir e-dergi olduğu için bayi bayi dolaşmaya, sahaflarla uğraşmaya hiç gerek yok. İyi okumalar. Gölge e-Dergi

Gölge okurları 11 aydır bilgisayarlarında okudukları Gölge e-Dergi hakkında görüş, öneri, istek ve şikayetlerini golge.editor@gmail.com ‘dan bize ulaştırabilirler Gölge e-Dergi

Herşey daha iyi bir GÖLGE için Gölge e-Dergi Yayın Kurulu


GÖLGE | Ağustos ‘08

ALEX PROYAS SİNEMASI

Bugünün popüler sinemasını şekillendiren, takipçilerine bir emsal teşkil eden ve çoğu zaman bu bahsi geçen takipçilerinden çok daha üstün kabul edilen sayısız film var “sinefiller” denilen şahısların gözünde. Yetmişlerde “Godfather” serisinin görkemine ulaşma telaşındaki veyahut seksenlerde ve doksanlarda “Alien”ın yarattığı gerilimin peşindeki onlarca film sayılabilir buna örnek teşkil etmesi maksadıyla. Alex Proyas denince akla genelde bu tarz bir örnek teşkil etme mevzusunda, stilden yana sahip oldukları farklılıklarla öne çıkan iki film gelir. Birincisi, merhum Brandon Lee’nin arzı endam ederek sinema kariyerindeki en akıllıca hareketlerden birini yaptığı ama talihsiz bir kaza sonucu çekimleri sırasında hayatını kaybettiği “The Crow”, ikincisi ise modern bir bilimkurgu klasiği kabul edilen, atası Metropolis’in distopik temasını Blade Runner’ın film-noir atmosferi ve anlatımıyla harmanlayan etkileyici Dark City’dir. E takdir edilir ki böyle statü sahibi iki filme hayat vermiş ve belli bir hayran kitlesi tarafından yıllar süren aralıklarla bir sinema filmine imza atması için beklenen bir adamın incelemesini yapmak çok da garip değildir. Proyas’ın sinemaya bakışı her zaman stili ön plana alarak, izleyiciye anlattığı dünyanın ne kadar kokuşmuş ve sefil bir halde olursa olsun, yaşayan ve nefes alan bir dünya olduğuna inandırabilmeye dayalı bir temelden hareket ediyor. İlk uzun metraj filmi “Spirits in the Clouds Gremlins in the Air”in bu yapıya bağlı bir düsturdan yola çıkan ve Mad Max’in post-apokaliptik atmosferine benzer bir dünyada geçen bir western olduğu düşünülürse Alex Proyas’ın bu yapıya geçmişten beri kafayı takmış olduğu kanısına varmak pek yanlış değildir. Bu ilk filmin eleştirmenler tarafından özellikle vurgulanan zayıflığı hikâyenin ilerleyişindeki eksikliklerken, yeni yetme yönetmenin atmosfer yaratma konusundaki başarısında ise herkes hemfikir oluyor. Bu başarının getirisi yüksek olacak ki, James O’Barr’ın post punk akımına bir selam niteliğinde yarattığı çizgi romanı “The Crow”un (bazı mekânlarda bilinen adıyla “Avenger”) sinema uyarlamasının başına geçiyor beyefendi ve başrolüne de efsane insan Bruce Lee’nin oğlu Brandon Lee’yi geçiriyor. Bu seçim, filmden sonra çizgi romanı okuma şansı elde eden kesime biraz ilginç bir seçimmiş gibi gözükebilir zira başkahramanımızın James O’Barr’ın tarifiyle Iggy Pop’tan esinlenerek yaratılmış bir karakter olması Brandon Lee’nin imajıyla pek uyuşmuyor gibi gözükmekte. Çizgi romanda fetiş öğelerle süslenmiş akli dengesi pek de yerinde olmayan bir intikam meleği olarak geri dönen Draven, filmde biraz daha yumuşatılmış köşeleri alınmış daha özdeşlenilesi (söyleyemedim ben bu kelimeyi ama word uyarmadığına göre sorun yok) bir karakter olarak hayat buluyor. Lakin kötü mü oluyor? Bilakis, Proyas’ın masalı daha farklı ve daha gerçeküstü bir atmosfer eşliğinde doksanların en kült filmlerinden biri haline geliyor. Devamlı yağmur yağan, karanlık, kokuşmuş bir atmosfer içinde hayatta kalmaya çalışanlar ile hayatta kalmaması gerekenleri öldürmek

48


için geri dönmüş bir kahramanın hikâyesini harmanlıyor The Crow. Şehrin kıyametvari atmosferi ve açılış sahnesinin seyirciyi uyaran tonu eşliğinde sinema tarihinin en etkileyici rock müzikallerinden biri oluyor bu mevzu bahis film. Müzikal dediğime bakılmasın bu filmin müzikal olmadığını ben de bilmekteyim. Ama klip estetiğinin ve kadrajların başarısı her sahnede insanın kulaklarına The Cure’dan, Joy Division’dan, Stabbing Westward’dan hatta biraz daha abartırsak (ve grunge etkileşimini kabul edersek) Stone Temple Pilots’tan şarkıları çınlatıyor ufaktan ufaktan. Eric Draven’ın The Cure-Burn eşliğinde savaş boyalarını (!) sürüp pencereye doğru yürüdüğü sahne, kilisenin çatısındaki büyük final gibi birçok kült sahneye hamilik yapıyor bu film. Proyas’ın sinemasal yeteneğinin en çok öne çıktığı sahneler, şehri de adeta bir karakter gibi oynattığı sahneler. Gotik mimariden faydalanarak binaları, çatıları, eski yıkık dökük kiliseleri de adeta bir oyuncu gibi her sahneye dâhil ediyor. Nine Inch Nails’ın Joy Division yorumu eşliğinde Draven’ın çatıdan çatıya atladığı malum sahneyi bir de bu gözle izlemeli derim ben. Draven’ın makyajı, kostümü ve “cool” tavırlarının karşısına tam bir kötü adam olarak göremediğimiz gizemli ve karizmatik Top Dollar’ı oturtunca filmin dumanları tüten eksikliklerini, senaryodaki mantık hatalarını göremiyoruz bile. Göremiyoruz diyorum zira ben kendi tecrübeme dayanarak belli başlı uyuşmazlıkları ancak beşinci ila onuncu izleyişim arasında fark ettiğimi hatırlıyorum hayal meyal. O denli başarılı bir serap yaratıyor bu film hedef izleyicisine ulaştığı vakit. Gelgelelim Brandon Lee’nin setteki trajik kaza sonucu ölümü ve spekülâsyonlar filmin başarısına gölge düşürüyor beklendiği üzere. Filmden yıllar sonra yapılan bir röportajda Proyas’ın filmi bir daha izlemek bile istemediğini ve çekilen devam filmlerinin Brandon Lee’nin anısına bir saygısızlık olduğunu söylemesi bu ikilinin sette ne denli yakın ve rahat çalışan bir ikili oluşturmuş olduğunu gösteriyor. Zira ilk filmin tüm bu handikaplara rağmen kazandığı başarısı dolayısıyla çekilmek istenen devam filminde yönetmenlik teklifini derhal reddeden ve bu filmin yapılmamasını talep eden Proyas’ın James O’Barr’la da bir nebze takıştığı biliniyor. Çizgi romanın yaratıcısı James O’Barr ise sette oluşan talihsiz kazanın ardından girdiği bunalımı şöyle kelimelere döküyor; “Eğer Tanrı diye biri varsa çok sapkın bir espri anlayışı olmalı. Bu adamı (Brandon Lee) benimle tanıştırıyor, en iyi arkadaşım yapıyor ve ardından bir anda saçma sapan bir şekilde elimden alıyor.” Çekilen devam filmlerinin nitelik bakımından çok fazla tartışılacak yönleri yok. Belki bir trajik eklenti olarak ikinci filmde rol alan Thuy Trang’in hemen çekimlerin ardından bir trafik kazasında ölmesi rastlantısal bir anekdot olarak eklenebilir. Kendi başarısının sömürülmesini göz ardı ederek sinemasını yapma niyetindeki Alex Proyas ise Mystery Clock isimli bir yapımcı şirket kurup yoluna devam ediyor bu dönemde. Lise yıllarından beri aklında olan ve Metropolis’ten esinlenerek yarattığı Dark City çıkıyor ortaya bu sefer de. The Crow’da bahsettiğim şehri bir karakter olarak kullanma fikri resmen maddeleşiyor burada. Dünya dışı varlıkların yönettiği ve insanların hafızalarını değiştirerek farklı yaşamlar yarattıkları gizemli bir şehirde yaşanan bir kedi fare oyunu üzerinden işliyor bu distopik hikâye. Şehrin yapısını ve insanların zihinlerini değiştirmeye yarayan “tuning” adındaki telepatik yeteneğe sahip varlıklar bir gün bir insanın da bu yeteneğe sahip olduğunu fark edip başkarakterimiz John Murdoch’ın peşine düşüyorlar. Bu kovalamaca sırasında John ise geçmişinin gerçekliğini sorgulayıp kendi kimliğini bulmaya çalışıyor. Filmin kara film estetiğine derinden bağlı bir yapı ile dışavurumcu sinemayı aynı potada eriterek mistik bir atmosfer kazanmasının tüm karakterlere ayrı bir gizem kattığı bir gerçek. Dedektif Bumstead rolünde William Hurt durgun ama çok etkileyici bir performans sergilerken,


GÖLGE | Ağustos ‘08 Jennifer Connely bir “femme fatale”den ziyade mağdur bir kadın haline bürünüyor. Dr. Schreiber rolünde Kiefer Sutherland kaçırılmayacak bir başarı gösteriyor. Karakterinin John’a yardım etmekle etmemek arasındaki ikilemini etik olarak üzerinde oturup tartışılası bir kıvama getiriyor. Dağıtımcı şirket New Line Cinema’yla başrol oyuncusu üzerine uzun süre tartıştığı biliniyor yönetmen Proyas’ın. Diğer oyuncularının ününü bahane ederek John rolüne fazla tanınmayan, tekinsiz görünüşlü Rufus Sewell’i getirmekle çok yerinde bir karar veriyor Alex Proyas. Yabancılar olarak isimlendirilen Dünya dışı varlıkların tasviriyse en basit anlatımla Murneau’nun Nosferatu’sundan esinlenilmiş bir izlenim veriyor. Aslında Dark City temel olarak Matrix’in bu filmden bir sene sonra yaptığı her şeyi daha gizemli daha farklı bir stile dayanarak anlatıyor. “Siyah Giyen Adamlar” denilen gizemli örgüte metafiziksel bir anlam yüklüyor Alex Proyas. Şehir ise retro-futuristik bir cehennem gibi hem John’un hem de izleyicinin gözünde bir düşmana dönüşüyor. Saat on ikiyi vurduğunda değişen binalar, tekinsiz ara sokaklar, loş merdivenler “Yabancı” kavramına her an daha fazla güç katıyor ve tedirginliği arttırıyor. Roger Ebert’in film eşliğindeki yorumlarını izleme şansınız olursa Alex Proyas’ı hemen hemen her sahnedeki seçimlerinden dolayı tebrik ettiğini duyup şaşırma olasılığınız yüksek. Jennifer Connely’nin loş bir barda “Sway”i seslendirdiği sahne ise tam anlamıyla film-noir’e bir saygı duruşu. Filmin finalindeki çizgi romanvari savaştan sonra tüm tezini çok basit bir açıklamayla zayıflaştırması göz ardı edilebilirse Dark City bu önemli şahsın en başarılı eseri olarak kabul edilebilir. Birkaç yıl süren sessizliğin ardından çekilen Garage Days, Cameron Crowe tarzı oldukça güzel ve etkileyici bir müzisyen filmi oluyor. Proyas’ın garaj günlerine ve gitar müziğine sevdası bilindiğinden bu filme biraz da bir hobi filmi olarak bakmak gerektiğini düşünüyorum. Zira kemik kitlesini iki filmle bu kadar oturtmuş bir yönetmenin bir anda “mainstream”e göz kırpan aşırılıktan kaçan bir film yapmış olması garipsenebilir. Ama gözden kaçırmamalı ki Garage Days gerek hikâyesinin getirdikleriyle, gerekse müziğin filmin içinde erimesinin başarısıyla oldukça güzel bir film. Sadece şu an tasvir etmek istediğim sinemadan biraz uzakta bir örnek olduğu için fazla üzerinde durmak istemiyorum.

50


Tüm bunlardan sonra 2002 yılında Asimov’un meşhur kısa hikâyeler serisi “I, Robot”un Proyas eşliğinde sinemaya uyarlanacağı haberi geliyor. Asimov ve Proyas fanlarının belli bir miktarda kesiştiği de göz önüne alınırsa bu haber birçok insanı oldukça heyecanlandırıyor. Ancak senaryodan sorumlu insan olarak göze çarpan Akiva Goldsman’ın önceki projelere ne denli müdahale ettiği bilindiğinden bu heyecan bir nebze de korkuya dönüşüyor. Nitekim haksız çıkmıyoruz ve Asimov’un hikâyelerinin adeta baştan yaratıldığını görüyoruz hem de başrolde Will Smith gibi çok da sevecen gözükmeyen bir isim eşliğinde. Ama şahsi fikrimi sorarsanız “I, Robot” oldukça güzel bir gişe filmi olarak şekilleniyor. Converse reklâmını kör gözüm parmağına şeklinde her an telaffuz eden karakterler adeta blockbuster ve reklâm kavramlarıyla dalga geçiyorlar. Yapay zekâ ve gelecek tasvirini Asimov’un üç kuralının çevresinde anlatan Proyas, bu sefer her zamanki hikâye yapısından daha uzak, daha sade bir anlatım seçiyor. Karakterinin niteliklerine odaklanarak Spooner’ı kendi insan kimliğine sıkı sıkıya bağlanıp yücelttiği organikliğiyle Sonny’ye bir köle gibi bir tehlike gibi baktığını gizlemiyor Proyas. Bu ayrımcılık tasviri faşizme ve din fanatizmine kadar varabileceğine göre Spooner bariz bir şekilde bir kötü adam olarak okunabilir. Sonradan farkına vardığı (ve bizim de farkına vardığımız) bazı gerçeklerle Sonny’nin yeni bir nesle, yeni bir ırka öncü olacağını okuyabiliyoruz. Filmin hınzır tavrının altında, eşelemek isteyene yeterince derin bir kuyu bırakan ve bu filmde “Spielbergvari” formüle dayalı çok da radikal olmayan bir anlatım benimsiyor yönetmen. Fanatikleri tarafından tutkuyla benimsenmese de oldukça güzel ve keyifli bir gişe filmi ortaya çıkarıyor. Ve filmin hem eleştirmenlerden hem de izleyiciden olumlu not alması Proyas’ın popüler sinemada merak edilen bir yönetmen olmasına sebebiyet veriyor. Önümüzdeki bir iki yıl içinde Marvel’ın karizmatik karakteri Silver Surfer’ın filmine el atacağı duyurulan bu nevi şahsına münhasır yönetmeni gözden kaçırmamalı derim. Bir fırsatınız olursa tüm filmlerini bulup arka arkaya izlemenizi ve sinemasını daha bir keyifle keşfetmenizi tavsiye etmeyi kendime bir görev biliyorum. Bir sonraki sayıda görüşmek üzere.

Fikret KARAKURT www.sineblok.com










İÇERİDEKİ AYAK SESLERİ Robert E. Howard


GÖLGE | Ağustos ‘08 Solomon Kane, ayaklarının dibinde yatan ölü yerliye hüzünle baktı. Küçük bir çocuktan biraz daha yetişkin kızdı bu. Ancak çelimsiz kolları, bacakları ve öylece açık duran gözleri, çok acı çektiğinin göstergesiydi ve ölüm onu kurtarmıştı. Kane, zincirin etkisiyle kızın kollarında ve bacaklarında oluşan yaralara, sırtındaki derin çaprazlar halinde bulunan dağlanmış çizgilere, boynundaki boyunduruk izine dikkat etti. Soğukkanlı bakışları garip bir biçimde derinleşti, buğulandı ve parıldadı tıpkı buzun derinliklerinden geçen bulutlar gibi. “Bu terkedilmiş, izbe yere bile geldiler,” diye mırıldandı. “Hiç tahmin etmemiştim…” Başını kaldırdı ve Doğu’ya doğru baktı. Maviye karşı siyah benekler yuvarlanıyor ve dönüyordu. “Uçurtmalar izlerini gösteriyor,” diye mırıldandı uzun boylu İngiliz. “Yıkım onlardan önce gidiyor, ardından ölüm geliyor. Belalar peşinizi bırakmasın, adaletsizliğin çocukları, Tanrı’nın gazabı üzerinize olsun. Nefretin demir boyunlu itlerinin ipleri çözülsün, intikam yayları dizilsin. Mağrur ve güçlüsünüz, insanlar ayaklarınızın altında feryat ediyor ama ceza gecenin kör karanlığında ve şafağın kızıllığında geliyor.” Ağır tabancalarının ve keskin hançerinin asılı olduğu kemeri değiştirdi, içgüdüsel olarak kalçasındaki uzun meçe dokundu ve gizlice ama hızlıca Doğu’ya doğru gitti. Tıpkı buz kümelerinin altında yanan mavi volkanik alevler gibi, gözlerinin derinliklerinde dayanılmaz bir öfke yanıp tutuşuyordu ve eli demir üzerine pekiştirilmiş uzun kedi başlı asasını kavramıştı. Birkaç saatlik uzun bir yürüyüşten sonra, eziyetli yolculuğun yönünü ormana doğru çeviren köle kafilesinin seslerini duydu. Kölelerin hazin haykırışlarını, onları götürenlerin beddualarını ve bağırtılarını, kırbaçların şaklamalarını işitebiliyordu. Bir süre sonra kölelerin arasına katılacaktı, kölelerin izlediği yöne doğru paralel olarak ormana süzüldü ve güvenli bir biçimde onları gözetledi. Kane, Darien’de Hintlilerle savaşmış ve ağaç sanatları hakkında, onlardan çok şey öğrenmişti. Yüzden fazla yerli genç erkek ve kadın, yol boyunca sendeliyordu. Çırılçıplaktılar ve boyunduruğa koşulmuş hayvanlar gibi daha hızlı gitmeleri için zalimler tarafından zorlanıyorlardı. Kaba ve hantal boyunduruklar boyunlarına takılmış ve hepsi ikişer ikişer birbirine bağlanmıştı. Bu boyunduruklar, tek bir uzun zincir oluşturacak şekilde sırayla birbirine zincirlenmişti. Sürücüler içinde on beş tane Arap ve yaklaşık yetmiş tane zenci savaşçı vardı; silahları ve heybetli görünüşleri – Araplar tarafından itaat altına alınmış, Müslüman ve müttefik yapılmış – bir Doğu kabilesine ait olduklarını gösteriyordu. Yaklaşık otuz savaşçıyla birlikte beş Arap en önde gidiyor, diğer beş tanesi de kalan savaşçılarla en arkada ilerliyordu. Diğerleri de sendeleyen kölelerin yan taraflarında yürüyorlar, bağırışlar ve beddualarla, uzun, gaddar ve hemen her vuruşta kan fışkırtan kırbaçlarla onları zorluyorlardı. Bu köleler avare oldukları kadar aptallar da, diye düşündü Kane, bunların yarısı bile kıyıya giden bu yolcuğun zorluklarına dayanamaz, hayatta kalamaz. Genellikle bu ülkenin Güney bölgelerine sık sık gelirlerdi ama bu kez daha da Güney’e gitmeleri Kane’i şaşırtmıştı. Fakat Kane’in de bildiği gibi, açgözlülük insanı daha da uzaklara sürükleyebilirdi. Bir zamanlar bu insanlarla uğraşmıştı. Onları izlerken bile, sırtındaki – bir Türk kadırgasında, Müslümanların kırbaçlarıyla açılmış yaralardı bunlar – eski yaralar sızlıyordu. Kane’in bitmek bilmeyen nefreti hâlâ artarak devam ediyordu. Düşmanlarını bir hayalet gibi izledi, takip etti. Ormana doğru gizlice süzülürken bir yandan da plan yapmak için kafa patlatıyordu. Bu kalabalığı nasıl alt edebilirdi? Arapların tümü ve müttefiklerinin birçoğu silahlıydı - uzun, kullanışsız ve hantal fitilli tüfekler - tabancalar da aynı şekildeydi, ancak kendilerine karşı çıkacak herhangi bir yerli kabileyi korkutmak için yeterliydi. Bazıları geniş kuşaklarında, – Mağribi ve Türk yapımı – uzun ve gümüş kaplamalı tüfekler taşıyordu. Kane gizemli bir hayalet gibi onları takip ediyordu, öfkesi ve nefreti ruhuna yayılıyor, içini kemiriyordu. Her bir kırbaç şaklaması sanki kendi omuzlarına inen bir darbe gibiydi. Tropikal iklimin sıcağı ve eziyeti garip oyunlar oynar. Sıradan tutkular kabul edilemez şeylere dönüşür; hiddet daha da büyür, kızgınlık beklenmeyen bir çılgınlıkla alev alır ve insan

61


R.E. HOWArD

SOLOMON KANE

GÖLGE | Ağustos ‘08

62

tutkunun kızıl sisinde ölür. Ardından korku ve sürprizlerle dolu bir merak gelir. Öfkeli Solomon Kane’in hisleri herhangi bir yer ve zamanda insanın kendisini sorgulaması için yeterli olabilirdi. Kane bir ürpertiyle titredi, demir pençeler beynini tırmalıyor gibiydi ve koyu kızıl siste köleleri ve köle tüccarlarını fark etti. Bir talihsizlik olmasaydı, Kane, öfkenin beraberinde getirdiği çılgınlığı harekete geçiremezdi. Kölelerden biri, zayıf bir genç kız, boyunduruğundaki kişiyi de beraberinde sürükledi ve kendini toparlayamadığı için aniden yere düştü. Uzun boylu, kanca burunlu Arap vahşice bağırdı ve kıza kırbaçla şiddetle vurdu. Diğeri, ayağa kalkmaya çalışıyordu fakat genç kız öylece kalakaldı, güçten düşmüş bir vaziyette kırbacın altında acıdan kıvranıyor, ayağa kalkamıyordu. Kurumuş dudaklarından çıkan sözcüklerle aman diliyor, sessiz sessiz ağlıyordu. Diğer köle tüccarları da kızın yanına gelerek, derin yaralar açılmış bedenine kırbaçlarını indirmeye başladılar. Yarım saatlik istirahat ve azıcık su, kızı kendine getirebilirdi ama Arapların boşa harcayacak zamanı yoktu. Solomon, kendine hâkim olabilmek için, dişleri derisine geçene kadar kolunu ısırdı ve kırbaçlama olayı sona erdiği için Tanrı’ya şükretti. Kızı işkenceden kurtarmak maksadıyla, hançerini saplamak üzere hazırlandı. Ama Araplar spor havasındaydılar. Bu kız onlara herhangi bir kazanç sağlayamayacağı için, onu kendi zevkleri için kullanacaklardı ve insanın kanını donduracak cinsten bir tabiatları vardı. İlk kırbacı vuranın bağırtısı kalan topluluğu bir araya getirdi. Vahşi yandaşları yavaş yavaş onlara doğru yaklaşırken gözleri parlıyor, sakallı yüzler de zevk beklentisiyle sırıtıyordu. Zavallı köleler efendilerinin niyetlerini anlamışlardı, acı acı bağırmaya ve ağlamaya başladılar. Kane korkudan donmuş bir haldeydi, o da farkındaydı; kızın ölümü kolay bir ölüm olmayacaktı. Keskin bir hançerle kızın üzerine doğru eğildiğinde bu uzun boylu Müslüman’ın ne yapmaya çalıştığını anladı Kane. Artık İngiliz çılgınlığa yenik düştü. Küçük bir hayvan veya bir pagan çocuğu uğruna da olsa kendi hayatını hiçe saymaya hazırdı. Ancak zavallı insanlara yardım etme umudunu, önceden tasarladığı gibi bir kenara atmamalıydı. Lakin bilinçsizce hareket etti. Tabanca birden elinde patladı ve uzun boylu kasap, Kane daha ne yaptığının farkına varmadan, kafasından kanlar akarak toza dumana karışmış bir halde yere yığıldı. Bir süre donmuş gibi duran ve daha sonra anlaşılamayan, birbirine karışmış çığlıklar atan Araplar kadar Kane de şaşkınlık içindeydi. Birkaçı elindeki hantal tüfeğini ateşledi ve top gibi yuvarlak kurşunları ağaçlara doğru yolladı. Diğerleri, pusuya düşürüldüklerinden hiç şüphe etmeden pervasızca ormana doğru hücuma geçti. Bu beklenmedik durum Kane’in hatasıydı. Eğer bir an tereddüt etselerdi, Kane onlara görünmeden ortadan kaybolabilirdi. Şimdi onlarla yüz yüze gelmekten ve hayatını tehlikeye atmaktan başka bir seçeneği yoktu. Aslında heybetli saldırganlarla karşılaşması oldukça çetin bir tecrübeydi. Uzun boylu, boyun eğmeyen İngiliz ağacın ardından çıktığı anda, Araplar büyük bir şaşkınlık içinde donakaldılar. Saldırganlardan aceleci olanı Kane’in göğsünde sakladığı tüfek-



R.E. HOWArD

SOLOMON KANE

GÖLGE | Ağustos ‘08

64

ten çıkan mermi ile öldü. Daha sonra öfkenin getirdiği vahşi çığlıklarla yalnız savaşçının üzerine atıldılar. Solomon Kane, sırtını büyük bir ağaca dayadı ve onu korumak kılıcına düştü. Savaşçılar onun etrafında dönüyor, kurtlar gibi hırlayıp dişlerini gösterirken, sayılarını azaltmadan ve yaralanmadan kılıçlarını ve güllelerini kullanmak için fırsat kolluyorlardı. Bir Arap ve üç yandaşı Kane’e keskin kılıçlarla saldırdılar. Işıldayan kılıç, hançerlerin uğultusunu kesti ve kılıç kullanan Arap’ın beyninde bir delik açmadan evvel, onun kalbinde bir delik açıp açmama konusunda tereddüt eder gibi oldu. Diğer saldırgan kılıcı elinden düşürdü ve Kane ile boğuşmak için onun biraz daha yakınına geldi. O gelir gelmez Kane elinde hançeriyle hamle yapıp ona doğru atıldı ve her tarafını deşti. Diğerleri korku içinde geri çekildiler. Ağır bir gülle Kane’in kafasının yanında bulunan ağacı yerle bir etti. Daha sonra, uzun kırbacıyla şeyh savaşçıları kırbaçlamaya başladı. Kane, şeyhin kâfiri canlı ele geçirmek isteğini ve savaşçılarına hiddetle bağırdığını duyuyordu. Kane şeyhin bu emrine hançeriyle yanıt verdi; şeyhin sarığını ortadan ikiye bölüp, silahı arkasında duran kişinin omzuna saplandı. Şeyh gümüş kaplamalı, işlemeli tabancasını çıkardı ve öfkeli düşmanı getirmedikleri takdirde, adamlarını ölümle tehdit etti. Bunun üzerine tekrar hücuma geçtiler. Savaşçılardan biri Kane’in kılıcına doğru yöneldi, arkasındaki Arap, zalim bir şeytanlıkla, çığlıklar içindeki zavallıyı silahın ucuna doğru sürükledi. Adamın kıvranan vücudunu kabzaya doğru itti, bıçak yarısına kadar saplandı. Kane bıçağını zavallının vücudundan çekip çıkartmaya fırsat bulamadan, zafer nidalarıyla ona doğru gelen diğer topluluğun hücumuna uğradı. Etrafı sarılmış olduğundan, daha önce kullandığı hançer için hayıflanması da boşunaydı. Ancak buna rağmen Kane’in ele geçirilmesi hiç de kolay olmamıştı. Kanlar fışkırdı ve yüzler, dişleri döken, kemikleri kıran demir yumruklarım altında ezildi. İçlerinden bir savaşçı, kasıklarına aldığı sert bir darbeyle bozguna uğradı. Yumruk ve tekme atmasını engellemek için Kane’in üstüne yığıldılar. Uzun, ince parmakları boğazlarını düğümlemek için harekete geçtiğinde keçeleşmiş bir sakala gömüldü. Kane’in kavrayışı o kadar kuvvetliydi ki üç güçlü adam ona daha fazla dayanamadılar ve kurbanı bıraktılar. Nefes nefese kaldıkları bu mücadelenin sonunda, Solomon’un ellerini ve ayaklarını bağlamak zorunda kaldılar. Şeyh tabancalarını ipek kuşağına yerleştirdi, bir adım attı ve esirine şöyle bir baktı. Kane de bu uzun boylu, atmaca suratlı, kara kıvırcık sakallı ve kahverengi gözlü, kibirli adama dik dik baktı. “Ben şeyh Haşim bin Seyit, sen kimsin?” dedi Arap. “Solomon Kane,” diye gürledi püriten, şeyhin dilinde. “İngiliz’im, dinsiz çakal!” Arap’ın kara gözleri ilgiyle parladı. “Süleyman Kahani,” diyerek bu İngilizce adın Arapça karşılığını söyledi. “Namını duyduk. Zamanında Türklerle savaşmışsın, senin yüzünden barbar korsanlar onların kanını emmiş.” Kane yanıt vermeye tenezzül etmedi. Haşim omuz silkti. “İyi para kazandıracaksın. Belki seni İstanbul’a götürürüm, orada kölelerinin arasına senin gibi bir adamı da katmayı arzula-


yan Şahlar var. Aklıma gelmişken, onlardan biri de Kemal Bey. Kaptan, yüzünün çevresinde senin açtığın derin yara izleri var; İngiliz adına söver durur. Senin için yüksek bir miktar öder tahminimce. Bak Frenk, sana özel koruma tayin ederek seni onurlandırıyorum. Boyundurukta yürümek sana yakışmaz, ellerini bağlarız, olur biter.” Kane yanıt vermedi, şeyhin işaretiyle ayağa kaldırıldı elleri dışında diğer bağları gevşetildi, elleri arkadan sıkıca bağlandı. Boynunun çevresine sağlam bir iple düğüm atıldı, ipin diğer ucu heybetli bir savaşçının eline verildi, savaşçının boşta kalan eli ise büyük ve kıvrımlı bir pala tutuyordu. “Bu kıyağımı nasıl buldun Frenk?” diye sordu şeyh. “Düşünüyorum da…” diyerek temkinli, tehditkâr, kalın bir ses tonuyla yanıtladı Kane. “Tek başıma ve silahsızca sana ve kılıcına kaşı koymak, parmaklarımla kalbini göğsünden söküp çıkarmak için ruhumu bile satardım.” Kalın, çınlayan sesindeki öfke öylesine yoğundu ve gözlerinde alevlenen nefret öylesine karşı konulmazdı ki, sanki çıldırmış bir hayvanın çiftesine maruz kalmış gibi, sert ve korkusuz reisin beti benzi atmıştı. Haşim kendine hâkim oldu ve takipçilerine bir şey söyleyerek, atlıların başına doğru yürüdü. Kane’in ele geçirilmesi, daha önce yere düşmüş olan kıza dinlenmesi ve kendine gelmesi için mühlet kazandırmıştı. Ete kemiğe bürünmüş bıçağın kıza dokunmak için zamanı yoktu; kız ayağa kalkmayı başarmıştı. Gece çok uzak değildi. Biraz sonra köleler durmaya ve konaklamaya zorlanacaktı. İngiliz ister istemez yürümeye başladı, koruması ise elinde hazır beklettiği heybetli kılıcıyla birkaç adım ötede duruyordu. Kane, hemen arkasında hazırda beklettikleri tüfeklerle ve yanan odunlarla yürüyen üçten fazla savaşçıya dikkat etti; kibir ve zulmün dokunuşlarını hissedebiliyordu. Onun cesaretini, kahramanlığını gördükleri için işi şansa bırakmıyorlardı. Kane’in silahlarını arayıp buldular ve Haşim hiç zaman kaybetmeden, kedi başlı asa dışında hepsini kendine aldı. Haşim asayı beğenmemiş, bir kenara atmıştı. Vahşi adamlarından biri asayı aldı. İngiliz yanında gri sakallı, zayıf bir Arap’ın yürüdüğünün farkındaydı. Bu Arap onunla konuşmak için can atıyor ancak gariptir ki çekiniyordu. Bu çekingenliğinin kaynağı, tereddüt içinde elinde çevirdiği asaydı. “Ben Hacı Yusuf,” dedi Arap birden bire. “Sana bir düşmanlığım yok. Sana hiç saldırmadım, eğer müsaade edersen arkadaşın olabilirim. De bana Frenk, bu asa senin eline ne zaman, nasıl geçti?” Kane’in ilk düşüncesi bu adamı cehenneme yollamaktı ancak adamın samimiyeti düşüncesini değiştirmeye yetti ve şöyle yanıtladı: “Bu bana kan kardeşim tarafından verildi; Slave Coast sihirbazı, adı N’Longa. “ Yaşlı Arap başını salladı, sakalını sıvazladı, daha sonra Haşim’i çağırması için bir savaşçı yolladı. Uzun boylu şeyh, kamaların ve kılıçların şakırtısı, kuşağında Kane’in tabancası ve hançeriyle aheste aheste geldi. Yaşlı Arap asayı göstererek: “Bak Haşim, bunun ne olduğunu bilmeden tutup bir köşeye atmışsın!” “Neymiş ki o?” diye gürledi şeyh. “Sopadan başka bir şeye benzemiyor. Bir ucu sivri, öteki ucunda ise kedi başı bulunan, kâfirlerin yaptığı oymalarla bezeli garip bir sopa işte!” Yaşlı adam heyecan içinde asayı ona doğru sallayarak, “Bu asa dünyadan da yaşlı be adam! Muazzam bir sihre sahip! Eski demir kaplı kitaplarda ve Muhammed’in – selamet üzerine olsun – kıssalarında ve kinayelerinde bununla ilgili bir şeyler okumuştum. Şu kedi başını görüyor musun? Bu, eski Mısır Tanrısı’nın başı! Yıllar önce, Kudüs’ten, Muhammet’ten önce, Bast ruhbanları ilahi söylemeden, eğilmeden önce bu asayı taşırlardı. Bununla Musa, Firavun’dan önce harikalar yarattı; ne zaman ki Yahudiler Mısır’dan kaçtılar, beraberlerinde bunu da götürdüler. Ve bu yüzyıllardır İsrail ve Juda’nın hükümdarlık asası idi, bununla Süleyman bin Davut büyücüleri, hokkabazları, tutsak ifritleri ve cinleri kovmuştu. Bak bir şuna! Tekrar Süleyman’ın ellerinde, eski asayı bulduk!” İhtiyar Yusuf büyük bir coşku içindeyken, Haşim sadece omuz silkti.



GÖLGE | Ağustos ‘08 “Ne Yahudileri esaretten kurtarabildi, ne de Süleyman’ı bizim esaretimizden. Benim gözümde, en iyi üç savaşçımın canını alan bu adamın uzun ve keskin kılıç kadar bile değeri yok.” Yusuf başını salladı. “Bu alaycı tavrın sana iyi bir son getirmeyecek Haşim. Bir gün kılıcının işlemediği, mermilerin yok edemediği bir güçle karşılaşacaksın. Bu asayı saklayacağım ve seni uyarıyorum, Frenk’e kötü muamele etme. O kutsal olanı, Süleyman’ın, Musa’nın ve Firavunların ihtişamlı asasını ortaya çıkardı, kim bilir bu asa üçünden ne sihirler aldı. Dünya’dan daha eski olan bu asa, denizlerin altındaki sessiz şehirlerde Âdem’den önce var olan tuhaf ruhbanların yaptıklarına bile tanıklık etmiştir. İnsanlığın bilmediği eski dünyanın büyüsünü ve gizemini de beraberinde getirmiştir. Çok eski zamanlarda, kötülükle birlikte, garip krallar ve garip rahipler yaşarmış. Bu asayla, daha onların tuhaf dünyaları genç iken ihtiyar olan iblisle savaşmışlar. O kadar uzun zaman önceymiş ki onları düşününce insan ürperirmiş.” Haşim sabırsızlıkla cevapladı ve yürümeye başladı, ihtiyar Yusuf ise ısrarlı bir biçimde, söylene söylene onu takip etti. Kane derin bir iç çekti. Bu asanın gizli güçlerinin olup olmadığı hakkında bilgisi olmadığından, bu ihtiyarın iddialarını - gerçek dışı gibi görünüyordu - sorgulayacak kişinin kendisi olmadığını düşünüyordu. Sadece, bugün dünyada var olmayan bir ağaçtan yapıldığını bildiği bu asa hakkında başka bir bilgisi yoktu. Görünüşüne bakılırsa ve dokunulursa bu dünyanın dışında bir yerde yetişen bir maddeden yapıldığı izlenimi edinebilirdin. Kane’e göre, asayla kıyaslandığında, kedi başındaki Piramitler öncesi çağa ait nefis ustalık, hiyeroglifler ve henüz Roma daha yeni kurulmuşken unutulmuş bir dilin işaretleri, tıpkı taş anıt Stonehenge’e oyulmuş İngilizce kelimeler kadar modern kalırdı. Kane kimi zaman kedi başına baktığında, baygınlık hissi gibi tuhaf bir şeyler hissediyordu. Sanki asanın topuzu daha önce farklı bir şekilde tasarlanmış, oyulmuş gibiydi. Asaya Bast’ın başını işleyen eski Mısırlı sadece özgün biçimi değiştirmişti. Kane bu özgün şeklin ne olabileceği konusunda hiç tahminde bulunmamıştı. Asa yakından incelendiğinde insanda huzursuzluk, hemen hemen sonu gelmeyen bir baş dönmesi ve karşı konulamaz hisler uyandırıyordu. Gün yavaş yavaş bitiyordu. Güneş amansızca batıyor, ufka doğru ilerlerken kendini kocaman ağaçların arkasına gizliyordu. Köleler susuzluktan cayır cayır yanıyor, efendileri ise bunu görmezden gelerek, onlar sendeledikçe ardı ardına kırbaçları indiriyorlardı. Kimisi düşüyor, kimisi de emekliyordu, bazısı da boyunduruğundakini de beraberinde sürüklüyordu. Hepsi yorgunluktan eğilip büküldüğünde güneş çabucak ortadan kayboldu. Ardından gece geldi, nihayet mola dendi. Çadırlar kuruldu, korumalar uzaklaştırıldı. Kölelere çok az yiyecek ve hayatta kalmalarını sağlayacak kadar su verildi. Zincirleri gevşetilmemişti ancak yayılarak oturmalarına izin verilmişti. Korkunç derecedeki açlıkları ve susuzlukları biraz olsun yatıştırılmıştı. Prangaların verdiği rahatsızlığı Stoacılık (acılara göğüs germe) özellikleriyle yenmeye çalışıyorlardı. Kane elleri bağlı olmadan yemek yedi ve istediği kadar da su verildi. Kane, suyunu kana kana içerken köleler ona sessizce ve sabırla bakıyorlardı. Onların su için yanıp tutuştuklarını düşününce bu hareketinden çok utandı, tam olarak suya doymadığı halde içmeyi bıraktı. Dinlenmek için, etrafı dev ağaçlarla çevrili geniş ve boş bir alan seçilmişti. Araplar yemeklerini yedikten sonra – bu arada siyahî Müslümanlar hâlâ yiyeceklerini pişiriyorlardı ihtiyar Yusuf asa hakkında konuşmak için tekrar Kane’in yanına geldi. Hacı’nın da ait olduğu bu ırka kin duymasına rağmen Kane, ihtiyarın sorularını takdire şayan bir metanetle yanıtladı. Haşim uzun adımlar atarak onların yanına geldi, küçümseyerek baktı. Kane’e göre Haşim, militan İslam’ın tam bir simgesiydi. Kel, umursamaz, maddiyatçı, hiçbir şeyi affetmeyen, hiçbir şeyden korkmayan, tıpkı en güçlü Batı kralları gibi diğerlerinin hakkını hor gören ve kendi kaderinden emin olan biriydi. “Yine bu sopa hakkında ne saçmalıyorsun?” diye dokundurdu. “Bana bak Hacı, bu yaşında çocuk gibi davranma!” Yusuf’un sakalı sinirden titriyordu. İblis’in tehdidi gibi asayı şeyhine doğru salladı. “Bu alaycılığın tam da senin seviyene yakışır Haşim,” diye lafı yapıştırdı. “Karanlığın


R.E. HOWArD

SOLOMON KANE

GÖLGE | Ağustos ‘08

68

ve şeytanın hüküm sürdüğü yerin tam göbeğindeyiz. Yıllar önce Arabistan’dan uzaklaştırıldı habis ruhlar, eğer bu asa yüzyıllar önceden şimdiye kadar geldiyse, görünen ve görünmeyen varlıklar kim bilir belki de hâlâ vardır. İşte, peşinden gittiğimiz şey de bu, kaç senedir hem de biliyor musun? İnsanlık bunu Selçuk Doğu’dan çıkmadan ya da Roma Batı’dan gelmeden önce de takip ediyordu. Söylentiye göre, ifritleri Asya’dan çıkarıp Batı yönüne sürdüğünde ve onları garip hapishanelere tıktığında Muhteşem Süleyman da bunun izini sürdü. Şimdi de sen kalkmış…” Vahşi bir çığlık konuşmasını kesti. Ormanın gölgesinden bir savaşçı, sanki ölümün elinden kaçarcasına, uçarak geliyordu. Kolları bir yana savrulmuştu ve sadece gözlerinin akı belliydi. Dişlerinin tamamı gözükecek biçimde ağzı açıktı. Uzun süre unutulmayacak bir görüntüydü. Müslüman kalabalığı silahlarını kaptığı gibi fırladı, Haşim söylendi: “Bu Ali, avlansın diye yollamıştım. Belki de bir aslan…” Lakin Haşim’in ayaklarının dibinde yatan, ağzında anlamsız sözler geveleyen, ormanın ötesini işaret eden bu adamı aslan takip etmemişti. Sinirden gerilmiş kalabalık çok korkunç bir şey bekliyordu. “Ormanın arka tarafında tuhaf bir mezar buldum, diyor,” dedi Haşim suratını asarak, “ama kendini korkutan şeyi anlatamıyor. Yalnızca onu kuşatan büyük korkuyu ve fırlatıldığını biliyor. Ali, sen tam bir salaksın!” Yere kapaklanmış vahşiye sıkı bir tekme attı. Diğer Araplar bir bilinmezlik içindeydi. Korku, yerli savaşçılar arasında yayılıyordu. “Bize rağmen kaçıp gidecekler,” diye homurdandı sakallı Arap huzursuzluk içinde, birbirine kenetlenmiş, hızlı ve anlaşılmayan şekilde konuşan, etrafa korku dolu bakışlar savuran yerli yandaşlarına bakarken. “Haşim, birkaç mil daha ilerlersek iyi olacak. Her şeyden önce burası lanetli bir yer, her ne kadar aptal Ali kendi gölgesinden korkuyor olsa da gene de…” “Gene de,” dedi alaycı bir tavırla şeyh, “buradan uzaklaşırsak hepiniz kendinizi daha rahat edeceksiniz. Pekâlâ, ilerleyelim ama önce şu şeye bir bakayım hele. Haydi, kırbaçlayın şu köleleri, ormana doğru ilerliyoruz, şu mezarı bir geçelim, belki önemli krallar yatıyordur orada. Eğer tek vücut halinde elimizde silahlarla ilerlersek, kimse korkmaz.” Böylece, uyanmaları için köleler kırbaçlandı, kırbaçların altında tökezleyen köleler tekrar ve tekrar kırbaçlandı. Yerliler, Haşim’in acımasız telkinlerine itaat ederek ama Araplara daha da sokularak sessizce ve sinirli bir vaziyette ilerlediler. Ay doğmuştu, kocaman, kızıl ve öfke dolu… Orman, uğursuz gümüş renkli bir parıltıyla yıkanıyordu. Korkudan titreyen Ali yolu işaret etti. Devasa ağaçların arasında olan tuhaf bir açıklığa gelene kadar ilerlediler. Burası tuhaftı çünkü hiçbir şey yetişmemişti. Ağaçlar simetrik bir şekilde halka oluşturmuştu, toprakta ne liken ne de yosun yetişmişti. Ormanın içindeki çıplak arazinin tam ortasında duruyordu mezar. Şeytani olaylara gebe, büyük bir taş yığını, yüzyıllardır ölü gibi görünüyordu. Ancak Kane havanın nabzının attığını fark etti; devasa, görünmeyen bir yaratığın nefes alışını duyar gibi oldu. Arapların yandaşları bu yerin şeytani etkisi altında kaldık-



GÖLGE | Ağustos ‘08 larından, söylenmeye ve geri çekilmeye başladılar. Ağaçların arkasında, sessiz bir kalabalık halinde sabırla bekleyen köleler duruyordu. Araplar bu siyah kütleye doğru ilerlediler. Yusuf, korumasından Kane’in ipini alarak, bu bilinmeyene karşı korunmak için onu vahşi bir köpek gibi yanına çekti. “Şüphesiz burada bir sultan yatıyor,” dedi Haşim kılıcının kınıyla taşa hafifçe vurarak. “Bu taşlar buraya ne zaman gelmiş acaba?” diye tedirginlik içinde mırıldandı Yusuf. “Bu taşlar karanlık ve yasaklanmış bir görünüm sergiliyorlar. Böyle muhteşem bir sultan yerleşim yerinden bu kadar uzak bir yerde neden yatsın? Eğer civarda eski bir yerleşim yerine ait harabeler varsa, o zaman iş değişir…” Üzerinde kocaman bir kilit olan, mühürlenmiş metal kapıyı incelemek için eğildi. Kapının üzerindeki İbranice yazıları fark ettikten sonra, sanki bir felaketin olacağı içine doğmuş gibi başını iki yana salladı. “Okuyamıyorum bunları,” dedi sesi titreyerek “ve okuyamamam da benim için iyi bir şey. Eski kralların mühürlediği şeylere insanların dokunması hoş olmaz. Haşim, bundan ötürü bizi mazur gör. Bu yer insanoğlu için felaketlere gebe.” Ancak Haşim onu hiç umursamadı. “Burada yatanın İslamiyet’le alakası bile yok,” dedi, “O halde niye bununla birlikte gömülü olan mücevherleri ve altınları yağmalamayalım ki? Bırakın da kırıp, açalım şu kapıyı. “ Araplardan bazıları şüpheyle başını iki yana salladı fakat Haşim’in sözü kanun sayılırdı. Ağır zırh giymiş, heybetli bir savaşçı çağırdılar, Haşim ona kapıyı kırmasını emretti. Adam balyozuna asılır asılmaz, Kane’den acı bir çığlık yükseldi. Delirmiş miydi? Bu koca taş kütlesinin yüzyıllardır, bozulmadan ayakta durduğu belliydi. Ancak Kane, içeriden gelen ayak sesleri duyduğuna yemin ediyordu. Bir ileri bir geri, sanki bu dar mezarda, hiç bitmeyen bir hareketlilik vardı. Solomon Kane’in sırtına soğuk bir el dokundu. Bu sesleri bilinçli bir şekilde mi duyuyordu yoksa bunların hepsi bilinçaltının bir ürünü müydü, bilemiyordu, ancak bilincinde bir yerlerde bu korkunç mezarın içinden gelen o ayak sesleri yankılanıyordu. “Durun!” diye bağırdı. “Haşim, delirmiş olabilirim ama bu taş yığınının içinde sanki canavarlar yürüyormuş gibi ayak sesleri duyuyorum.” Haşim elini kaldırdı ve balyozu gözden geçirdi. Dinledi, diğerleri de bir şeyler duymak için kendilerini zorladı. “Hiçbir şey duymuyorum,” diye homurdandı sakallı dev. “Biz de!” diye yanıtladı diğerleri. “Frenk kafayı yemiş!” “Sen bir şeyler duyuyor musun Yusuf?” diye sordu küçümseyerek. Hacı, kızgınlık içinde yer değiştirdi. Tedirginliği yüzünden belli oluyordu. “Hayır, Haşim hayır, henüz değil.” Kane deli olduğuna kanaat getirdi. Ama kalpten inanıyordu ki çıldırmamıştı, bu sesleri sadece kendisinin duymasını, şu anda ihtiyar Yusuf’un elinde bulunan asayla uzun süre münasebeti olmasına yordu. Haşim gürültüyle güldü ve savaşçısına işaret verdi. Balyoz büyük bir gürültüyle kapıya vuruyor, kulakları sağır eden bu ses yankılanıyor ve histerik bir gülüşle ormanı inletiyordu. Tekrar, tekrar ve tekrar balyoz vuruyor, savaşçı kaslarının ve vücudunun tüm gücünü kullanıyordu. Kane bu arada hâlâ ayak seslerini duyuyor daha önce insanlığın hiç yaşamadığı bir korkuya tanıklık ediyordu. Kalbini kavramış soğuk bir el hissetti. Hissettiği korku, tıpkı duyduğu ayak seslerinin ölümün ayak seslerinden farklı olması gibi, ölüm korkusuna ya da dünyevi bir korkuya benzemiyordu. Kane’in korkusu bilinmeyen karanlığın krallığından esen soğuk bir rüzgâr gibiydi, sanki onu anlatılamaz ve yaşayan eski bir çağa götürmüştü. Kane bu sesleri duyup duymadığından emin değildi, belki de hayal meyal duyduğu şeylerdi. Ama gerçekten var olduğundan emindi. Bu eski, karanlık ve gizemli mezarda insanın ruhunu sarsan, fil gibi yürüyüşü olan isimsiz bir şeyler vardı. Güçlü savaşçı, görevinin zorluğundan nefes nefese kaldı ve oturdu. Ama sonunda eski kilit kırıldı, menteşeler çatırtı ile koptu, kapı içeri gömüldü. Yusuf birdenbire çığlık attı. Açılan karanlık girişte bir canavar ya da vahşi bir hayvan görünmüyordu, dışarıya kan da fışkırmamıştı. Ancak pis bir koku yayıldı, açık kapıdan kan boşalıyormuş gibi korku üzer-

70



R.E. HOWArD

SOLOMON KANE

GÖLGE | Ağustos ‘08

72

lerine çöktü. Haşim’i sarmaladı ve bu korkusuz reis, görünmeyen tehlikeye karşı boş yere baltasını savurdu. Aniden çığlık attı, kırbacı alışılmadık bir korkuyu fısıldıyordu. Kendini ölümün ve yıkımın iplerine sarılmış gibi hissediyordu. Yusuf kayıp bir ruh gibi feryat etti, elindeki asayı bir kenara bıraktı ve inleyen yandaşlarının öncülük ettiği ormana doğru delirmiş bir şekilde akan kalabalığa karıştı. Yalnızca köleler bir yere kaçamadı, ölüme prangalanmış bir halde ayaktaydılar, tehlikeye karşı yalnızca feryat ediyorlardı. Deliliğin kâbusunda olan Kane, Haşim’in tıpkı rüzgârda sallanan sazlar gibi bir o yana bir bu yana savruluşunu gördü, şekli şemalı olmayan kızıl bir şey tarafından sarmalanmıştı. Kırılan kemiklerinin sesi duyuluyordu, şeyhin vücudu toynakların altında ezilen samanlar gibi eğilip bükülmüştü. İngiliz büyük bir gayretle kendini ileri doğru attı ve asayı yakaladı. Haşim yerdeydi. Ezilmiş ve ölmüştü. Kolları ve bacakları paramparça olmuştu. Parçaları etrafa saçılmış bir oyuncak gibiydi. Koyu bir kan bulutunu andıran kızıl şey sanki canavarlarınkine benzeyen bacakları varmış gibi, uçarcasına Kane’e doğru gelirken şekilden şekle giriyordu. Kane, korkunun soğuk pençesini beyninde hissetti ama kendini hazırladı. Asayı kaldırdı ve tüm gücünü korkunun merkezine odakladı. O anda tarif edilemez, maddesel olmayan bir şey hissetti ve düşen asaya yol verdi. Neredeyse havayı dolduran o mide bulandırıcı kokudan boğulacaktı. Ruhunun derinliklerinden gelen ses, çığlıklar içinde kalan canavarın öldüğünü söylüyordu. Ayaklarının dibine düşmüştü ve can çekişiyordu. Kızıllığı yavaş yavaş kaybolup rengi soldukça, çığlıkları sanki evrende ve ötesinde yankılanıyor gibiydi. Kane, afallamış ve şüpheli bir biçimde ayaklarının dibinde yatan ve asasının tek hareketiyle geldiği karanlık krallığa geri dönen şekilsiz ve renksiz kütleye baktı. Kane’in anladığı kadarıyla, yıllar önce güçlü kudretli bir kralın ve büyücünün elinde olan bu asa canavarı tuhaf bir yere hapsetmiş, bu canavar da onu dünyaya tekrar döndürecek olan cahil elleri bekleyerek bu mahkûmiyete dayanmıştı. Demek, anlatılan efsaneler doğruydu; Kral Süleyman gerçekte ifritleri batıya yollamış ve onları garip yerlere mühürlemişti. Peki, neden onların yaşamasına izin vermişti ki? İnsanın sihri o zamanlar iblislerle baş edemeyecek kadar zayıf mıydı? Sihir hakkında hiçbir şey bilmiyordu fakat Süleyman’ın yaptığı gibi bu yerde büyüye etki etmişti. Solomon Kane; hayata baktığında bunun bildiği hayat olmadığını, tanıklık ettiği ölümle bildiği ölümün birbirinden çok uzak olduğunu düşününce irkildi. Kane, tıpkı Atlantis’teki Negari’nin tozlu dehlizlerinde, ürkütücü Ölüm Tepeleri’nde ve Akaana’da olduğu gibi, yeryüzünde sayısız türde varlığın bulunduğunu ve bildiğimiz dünyanın içinde bilmediğimiz dünyaların var olduğunu bir defa daha idrak etti. Şimdi anlıyordu, dünyanın anlatılmayan çağlardan beri kendi etrafında döndüğü söylenmekteydi. Dünya döndükçe çok sayıda yaşam ürüyor, etrafında kurtçuklar gibi kıvrılan canlılar hayat buluyor ve bozulmadan yaşamaya devam ediyordu. Bugün baskın olan kurtçuk ise insanoğlu idi; peki neden kendini ve


hemcinslerini ilk kurtçuklar ya da nereden çıktığı tahmin edilemeyen bir var oluşla koca gezegeni yönetmek için sonuncu kişi olarak görüyordu ki? Kafasını iki yana salladı, N’Longa’nın verdiği bu eski hediyeye yeni bir merakla göz attı. Bu sadece kara büyünün aracı değildi, ayrıca şeytani yaratıklara karşı sonsuza kadar iyiliğin ve aydınlığın kılıcıydı. İçinde garip bir hürmet hissi duydu, sarsıldı; aslında bu tamamen korkuyla ilgiliydi. Ardından ayaklarının dibinde duran o şeye doğru eğildi, bu garip kütlenin parmaklarının arasından bir tutam sis gibi kayıp gittiğini hissedince irkildi. Elindeki asayı bu şeyin altına doğru yerleştirdi. Her nasılsa bu kütleyi kaldırdı ve mezarın içine atarak kapıyı kapattı. Ardından Haşim’in hırpalanmış, paramparça olmuş bedenine baktı, nasıl da çamura bulanmış ve çürümeye başlamıştı. Tekrar irkildi, daha sonra karanlık düşüncelerinden gelen alçak, çekingen bir ses yükseldi. Esirler ağaçların altında, diz çökmüş, onu sakin ve sabırlı gözlerle izliyorlardı. Önce garip duygularından sıyrıldı. Yavaş yavaş çürümeye yüz tutmuş cesetten kendi tabancalarını, paslanmaya başlamış hançerini ve kılıcını aldı. Ayrıca biraz barut ve Arapların kaçarken düşürdüğü mermileri aldı. Artık geri dönmeyeceklerini biliyordu. Ya korkudan ölmüşlerdir ya da sonu gelmez yandaşlarla kıyıya varmışlardır, fakat bu lanet olası yere dönmeye cesaretleri yoktur artık, diye düşündü. Kane sefil kölelerin yanına geldi, zorla birkaç tanesini serbest bırakmayı başardı. “Savaşçıların aceleyle kaçarken düşürdükleri bu silahları alın ve eve dönün, burası lanetli bir yer. Köylerinize dönün; ola ki yine Araplar gelirse, onların kölesi olmaktansa harabe evlerinizde ölün daha iyi,” dedi. Köleler onun önünde eğildiler ve ayaklarını öpmeye çalıştılar ama Kane buna şiddetle karşı çıktı. Gitmeye hazırlanırken içlerinden biri ona “Efendim, ne yapacaksınız? Bizimle gelir misiniz? Bizim kralımız olmalısınız!” dedi. Fakat Kane başını iki yana salladı. “Doğuya doğru gideceğim,” dedi. Köleler ona doğru saygıyla eğildiler ve evlerine doğru yola koyuldular. Firavun’un, Musa’nın, Süleyman’ın ve daha birçok isimsiz Atlantisli kralın ardında bıraktığı asayı omzuna aldı ve yüzünü doğuya doğru çevirdi. Yıllar önce Süleyman’ın tuhaf bir biçimde yaptırdığı heybetli mezara bir kez daha baktı, artık karanlığa gömülü ve sonsuza kadar yıldızların altında sessiz kalacak bir mezar vardı.

Çeviren: Funda AKKAYA

İllüstrasyonlar A. Gökhan GÜLTEKİN telumaithor.deviantart.com


BİR EFSANE’NİN DOĞUŞU (VAGABOND) Artık geri dönüş yoktu. Arkasında onlarca ceset dolu kirli bir geçmiş ve öfkeli bir köy halkı bırakmıştı. Ya hayatına sil baştan başlayacaktı, ya da köyün ortasında idam edileceği anı bekleyecekti. Hafif esen rüzgâr ona Takuan’ı dinlemesini öğütlüyordu: “Yaşamaya devam et, hayat bu kadar değersiz değil. İsmini ve şimdiye kadar işlediğin günahları arkanda bırak. Hayatına Miyamoto Musaşi olarak devam et!” Daha önce tanıttığımız “Slam Dunk”ın mangakasından başka bir şaheser: Vagabond. Eiji Yoşikava’nın ünlü roman serisi Musaşi’den uyarlanan mangada, başlangıçta kendilerine isim yapmak için köylerinden kaçıp savaşlara katılan Matahaçi ve Takezo isimli iki gencin öyküsü anlatılıyor. Savaştan sonra kendilerini kurtaran kadınla kaçan Matahaçi, arkadaşı Takezo’yu zor durumda bırakmıştır. Buradan sonra ana karakter vurdumduymaz Takezo’nun kılıç efsanesi Miyamoto Musaşi’ye dönüşme sürecini sürükleyici bir dille anlatılmaktadır.

Başlıca Karakterler Miyamoto Musaşi (Shinmen Takezo): Hikâyemizin ana karakteri Takezo, daha çocuk yaşta bir adam öldürmüş ve Miyamoto köyünde şeytan ilan edilmiştir. Matahaçi’yi de ayarttığı söylenen Takezo işlediği suçlardan ötürü aranmaktadır. Günlerce süren sefillikten sonra rahip Takuan’ı dinleyen Takezo hayatına Musaşi ismiyle devam eder ve öldükten asırlar sonra bile hatırlanacak destansı bir hayata başlar.

Takuan: Takezo’nun içindeki potansiyeli görüp ona yardım eden ama yeri geldiğinde de acımasızca eleştiren Budist rahip.

Matahaçi: Arkadaşını zar zor kurtuldukları Sekigahara savaşından sonra yarı yolda bırakan Matahaçi, Takezo’nun çocukluk arkadaşıdır. Miyamoto Musaşi olarak hayatına devam eden Takezo’ya karşı içten içe kıskançlık beslemektedir.

74


Sasaki Koujiro: Miyamoto Musaşi’nin en büyük rakibi. Tsubame-Gaeşi tekniğiyle bilinir.

Otsu: Matahaçi ve Takezo’nun çocukluk arkadaşı, Matahaçi’nin nişanlısı. Matahaçi, Oko isimli kadınla kaçtıktan sonra Otsu da kendini yollara vurmuştur.

İçerdiği cinsellik ve şiddet öğelerinden dolayı seinen kategorisine giren Vagabond, 1998 yılından beri Weekly Morning isimli dergide yayınlanmaktadır. Şu ana kadar 27 cildi satışa çıkan manga, dünya çapında fanatik kitlesine sahiptir. Takehiko Inoue, çok tutulan mangası Slam Dunk’tan sonra çizim tekniğini değil bir adım, tabiri caizse kilometrelerce ileri taşımaktadır. Manganın en ufak panelinde bile çizimler korkutucu derecede fazla detaya sahip. Mangaka bu eserinde manga çizim standartlarını (eğer öyle bir şey varsa) gerçekten zorlamış. Her bir sayfası, gerçekmiş gibi bir his uyandırıyor okuyucuda. Manganın hikâye anlatımı da oldukça sürükleyici. Daha önce Musaşi’nin hayatını okumuş birini bile her bölümüyle şoka uğratan bir kurguya sahip. Arka planların mükemmelliği, gerçekte de var olan o mekânları sanki geziyormuş hissi yaratıyor okurda. Yüz ifadeleri de mangakanın duyguları yansıtmadaki üstün başarısının kanıtı. Takehiko Inoue bu mangasıyla 2000 yılında Japon Media Sanatları Festivalinde büyük ödülü, ardından yine aynı sene Kodenşa Manga Ödülünü, daha sonra 2002 yılında ise Osamu Tezuka Kültür Ödülünü kazanmıştır. Vagabond için henüz bir anime uyarlamasının çekileceği haberi duyurulmamıştır. Son Söz: Daha önce tanıtımını yaptığımız pek çok manganın çizimlerini övmüşüzdür ama böylesi çizimler hiçbir mangada yok. Mangaka; gerek hikâye anlatımıyla, gerekse şaşırtıcı ve heyecanlı bir kurguyla harikalar yaratmaktadır. Manga okuyan, Japon tarihiyle veya kılıç sporlarıyla ilgilenen herkese şiddetle önerdiğim bir mangadır Vagabond. Onur KÜÇÜK (kazegami)








GÖLGE | Ağustos ‘08

2007-2008 SEZONU DEĞERLENDİRMESİ (2) Geçtiğimiz sayıda 2007-2008 sinema sezonunun bir değerlendirmesini yapmaya girişmiştik. Bu ay kaldığımız yerden devam ediyoruz. Biyografiler, Gerçek Yaşam Öyküleri: Sinemanın ilk yıllarından beri, ünlü kişilerin hayatlarına duyulan meraktan dolayı, onların hayatlarını konu alan filmler her zaman gözde olmuştur. Ünlü kişilerinin hayatlarının büyük ihtimalle inişlerle ve çıkışlarla dolu olmasından dolayı bu tip hayat hikâyeleri bir film için gerekli tüm dramatik altyapıyı da sağlamakta zaten. Bu sezon da bu tip filmler açısından gayet zengindi. Daha sezon başında bir dönemin “it girl”lerinden olan Edie Sedgwick’in hayatı üzerinden bir dönem portresi de çizen ve ortalamanın üzerinde bir film olan Factory Girl’ü izledik. Hemen arkasından izlediğimiz Özgürlüğün Rengi (Goodbye Bafana), ana karakterlerden biri olarak Nelson Mandela’yı konu alsa da aslında Mandela’nın gardiyanının ırkçılıktan başlayıp Mandela’nın fikirlerini benimsemeye giden yolculuğu üzerinden ırkçılık ile ilgili sağlam mesajlar veriyordu. Daha eskilerden bir dönemi anlatan Aşkın Kitabı’nda (Becoming Jane) tarihi gerçeklere ne kadar sadık olduğu tartışmalı bir Jane Austen rolünde Anne Hathaway’i izliyorduk. Zaten film tarihi gerçeklere sadık olma iddiasından çok Austen’in yazdığı romanları kendi hayatından çekip çıkardığı fikrine dayanıyordu ve dönem filmi sevenler için iyi bir yapımdı. Bir başka dönem filmi ise isminden dolayı ünlü İspanyol ressam Goya’nın hayat hikâyesini anlattığı sanılabilecek, ancak onun hayatından çok o dönemde yaşanan olaylardan hareketle günümüze dair bir şeyler söyleyen Goya’nın Hayaletleri (Goya’s Ghost) idi. Her ne kadar kötü bir film demek mümkün olmasa da yönetmeni Milos Forman olan bir filmden daha fazla şeyler bekliyordu insan. Film, o beklentileri karşılamaktan çok uzaktı. Ne kadar biyografik film saymak doğru olur tartışılır ama Meryem Ana: Hz. İsa’nın Doğuşu’nun (The Nativity Story) adını anmadan da geçmeyelim. İncil’deki Hz. İsa’nın doğuşu hikâyesine fazlasıyla sadık kalan film, ortalama bir televizyon filmi kalitesinin ötesine geçemiyordu. Hayatlarının çeşitli dönemlerinde uyuşturucu ile boğuşmuş ünlüleri anlatan Maradona: Tanrı’nın Eli (Maradona: La Mano De Dios) ve Şöhret’in (El Cantante) de türün sıradan örnekleri olduğunu söyleyip geçelim. Elbette biyografik filmler denince ülkelerini başarıya sürüklemiş liderlerin hayat hikâyeleri anlatan filmleri de görmezden gelmek olmaz. Bu yıl Cate Blanchett’i yaklaşık 10 yıl sonra bir kez daha Elizabeth olarak görüyorduk. Blanchett’i pek çok seyirciye ilk kez tanıtan ve yeteneğine şapka çıkarttıran Elizabeth filmi, bir kadının kendisini arka plana itip bir ülkenin kraliçesi olmaya adaması sürecini anlatan çok da iyi bir filmken burada artık konumu ile bütünleşmiş çok daha kendine güvenli bir Elizabeth çıkıyordu karşımıza. Blanchett her zamanki

82


gibi şahane oynuyordu ama film ilk filmin seviyesine ulaşamıyor, şahane bir kostüm defilesi ve sanat yönetimi becerisinin sergilendiği bir yapımdan çok da öteye gidemiyordu. Kazakistan’ın Oscar adayı Cengiz Han (Mongol) ise ele aldığı efsanevi karaktere gerçeklikle mistiklik arasında bir boyut katarken, çok daha etkili bir film ortaya çıkartıyordu. Cengiz Han’ın henüz Timuçin olarak anıldığı hayatının ilk dönemine odaklanan filmin üçleme haline dönüşeceği ve Cengiz Han’ın hayatına bakan iki filmin daha yapılacağı söyleniyor. Henüz bu filmler hakkında bir ses seda olmasa da merakla beklemeye yol açacak bir filmdi karşımıza gelen. Biyografik filmler dışında bazı filmler de kimi zaman inanılması güç gerçek hikâyelerden yola çıkarak oluşturulmuş, bazen çıkış noktası olan olaydan fazlasıyla uzaklaşan yapımlar oluyor. Bu sezon vizyonda bu tip filmlerden de çokça vardı. Richard Gere’in, Howard Hughes’un biyografisini yazacağım diyerek çevresindeki herkesi kafalayan ve hayali kitabın haklarını da satıp paraları cebe indiren Clifford Irving’i canlandırdığı Sahtekar (The Hoax) ve yine Gere’in Bosna’daki önemli bir savaş suçlusunun peşine düşen bir gazeteciyi canlandırdığı Av Partisi (The Hunting Party) türün sezon başında izlediğimiz ve eli yüzü düzgün örneklerinden ikisiydi. Her ne kadar özellikle ikincisi, yola çıktığı olaydan epeyce uzaklaşsa da söyledikleri açısından izlenmeyi hak eden bir yapımdı. Benzer şekilde Ridley Scott’ın da gerçek bir uyuşturucu kaçakçısının hayatından yola çıkarak gerçekleştirdiği American Gangster ise beklentileri karşılamaktan çok uzaktı. Yine gerçek bir olaydan uyarlanan Vahşi Zarafet (Savage Grace) ise bir ailenin ensest noktasına kadar uzanan ilişkilerini tarihe yayarak gerçekten zarif bir şekilde anlatıyordu. Kalpazanlar (Die Fälscher) ise her ne kadar en iyi yabancı film Oscar’ını kapmış olsa da 2. Dünya Savaşı sırasındaki Nazi dehşeti üzerine bilmediğimiz bir şey söylemiyordu. Hâlbuki yine gerçek bir olaydan uyarlanan Tehlikeli Oyun (Die Welle) filmi, faşist bir topluluğun iktidarı ele alabilmesinin günümüz toplumlarında da mümkün olup olamayacağını sorgulayarak konu hakkında çok daha dişe dokunur şeyler söylüyordu. İşin daha ilginci hikâyesi de Almanya’da geçen bu Alman filminin uyarlandığı gerçek olayın 1967’nin Amerika’sında geçmiş olmasıydı. Biyografi ve gerçek olaylardan alınan filmlerden şimdiye kadar adını anmadığımız birkaç tanesi ise yılın en iyileri arasına rahatlıkla alınabilecek filmlerdi. Her ne kadar Edith Piaf’ın hayatını konu alan Kaldırım Serçesi (La Vie En Rose) film olarak da başarılı olsa da asıl öne çıktığı nokta güzeller güzeli Marion Cotillard’dan gelen muhteşem Piaf kompozisyonu idi. Zaten Cotillard da yıl boyu kazandığı onlarca ödülün sonunda Oscar’ı da alarak başarısını dosta düşmana ispatlamış oldu. Beni Orada Arama (I’m Not There) ise Bob Dylan’ın hayatından yola çıkıyordu ama tipik bir biyografi filminden çok farklı idi. En başta filmde Dylan’dan yola çıkarak oluşturulmuş altı farklı karakter vardı ve bu karakterlerin hiçbirinin adı Bob Dylan olmadığı gibi hiçbiri de direk olarak onu yansıtmıyordu. Üstelik bu altı karakteri canlandıran oyunculardan biri zenci, bir diğeri de kadındı (yine şahane bir Cate Blanchett). Tipik bir biyografi bekleyen seyircileri zorlayabilecek olsa da farklı filmlere açık olan seyircinin fazlasıyla


GÖLGE | Ağustos ‘08 hoşuna gidebilecek bir yapımdı. Bu bölümde son olarak Kelebek ve Dalgıç (Le Scaphandre et le Papillon) filminin adını anmamız gerek. Julian Schnabel’in bu şahane filmi çok tanınmamış bir isim olan Jean-Dominique Bauby’nin kendi hayatını anlattığı aynı adlı kitaptan uyarlanmıştı ve bir hastalık sonucu kontrol edebildiği tek organı sol gözü olan ama beyin faaliyetleri yerinde olan bir adamın kendi vücudu içine sıkışıp kalmış halini anlatıyordu. Yeterince çarpıcı olan bu hikâye duygu sömürüsüne kaçmadan anlatılıyordu. Ama filmin asıl önemli yanı büyük bir kısmının o hâkim olunabilen tek organ olan sol gözün bakış açısından verilmesi idi. Bu sahnelerde hem yönetmen Schnabel hem de görüntü yönetmeni Janusz Kaminski kendilerini aşıyorlardı adeta. Animasyon ve Çocuk Filmleri:

84

Birkaç sezondur gösterime giren çocuk filmleri ve animasyon filmlerinin sayısında önemli bir artış oldu. Bunun nedeni belli ki çocukların sinemalara anne babalarını da sürüklemeleri sonucu bu filmlerin gayet iyi gişe rakamlarına ulaşması. Üstelik animasyonların çocuklar dışında büyüklerden de epeyce meraklısı olduğu unutulmamalı. Belki de bundan dolayı animasyon filmlerinde de sayı artmaya ve geçmişe göre kalite düşmeye başladı. Yine de Pinokyo: Yeni Macera (Welcome Back Pinocchio) ve Garfield Geri Dönüyor (Garfield Gets Real) gibi ciddi anlamda kötü filmlerin yanında pek çok iyi animasyon da izledik. Öncelikle beklentilerin yüksek olduğu ama genel anlamda hayal kırıklığı yarattığı söylenebilecek filmlere bakalım. Üçüncü Shrek filmi her ne kadar başarılı bir animasyon olsa da çok iyi bir serinin üçüncü filmi olarak bekleneni tam olarak veremiyordu. Ursula K. Le Guin’in Yerdeniz Öyküleri serisinden uyarlanmış olan ve Goro Miyazaki’nin yönettiği aynı adlı animasyon da ne kaynak eserin hakkını verebiliyor ne de oğul Miyazaki’nin babasının yeteneklerini devam ettirip ettiremeyeceğini düşünen meraklılarına iç açıcı bir haber verebiliyordu (bu arada kimi kaynaklarda baba Miyazaki’nin de 4 filminin gösterime girmiş olduğu gözüküyor, ancak bunlar toplu gösteri şeklinde gösterildikleri için değerlendirme dışı tutuyorum). Bekleneni veremeyen bir diğer animasyon da Simpsonlar’ın film uyarlaması idi. Aslında dizinin havasını çoğu yerde tutturuyordu ama sonunda geldiği noktada Homer’ı bir kahraman haline getirmesi dizinin yapısına aykırı bir durumdu. Meraklısı dizisini izlemeye devam etti elbette. Ayrıca Arı Filmi (Bee Movie) ve Horton (Horton Hears A Who) filmlerinin de özellikle arkalarındaki isimler düşünüldüğünde iz bırakacak filmler haline gelmediği söylenebilir. Genellikle Amerikan sinemasından gelen animasyon örneklerini vizyonda görüyoruz ama Uzakdoğu’dan gelen Yerdeniz Öyküleri dışında Avrupa’dan gelen bazı animasyonlar da gördük bu sene. Bunlar arasında Red Kit eski bir dostu tekrar sinemada izlemenin keyfinden başka bir şey sunmasa da Üç Haydut (Die Drei Räuber) Amerikan animasyonlarından bıkanlar için ilaç gibi gelen çok sevimli bir filmdi. Bu yılın en iyi animasyonu ise yine Pixar’dan geliyordu. Minik bir fareyi seçkin bir lokantanın şefi konumuna getiren hikâyesiyle zaten baştan ilgi çekici olan Ratatouille, Pixar’ın bu işi bildiğini bir kez daha ispat ediyordu. Ortaya çıkan film çok sevimli anları ile ço-


cuklara hitap ettiği kadar içerdiği alt metinle büyüklere de yeteri kadar malzeme sunuyordu. Arkada Pixar’ın ekibi olunca teknik açıdan da hiç aksamadığını söylemeye bile gerek yok aslında. Senenin diğer iki önemli animasyonu ise direkt olarak daha büyük bir yaş kitlesine hitap ediyordu. Her ne kadar sevmeyeni de çok olsa da Beowulf teknik meziyetleri bir yana, kahramanlık olgusu ve insanoğlunun iktidarla imtihanı konularında hiç de yabana atılmayacak şeyler söylüyordu. Persepolis ise hem bu filmin uyarlandığı çizgi romanın yaratıcısı hem de filmin yönetmenlerinden biri olan Marjane Satrapi’nin kendi çocukluk ve gençlik yıllarından yola çıkarak hem İran’ın yıllar içindeki değişimini yansıtan ibret dolu bir film oluyor hem de iyi bir ergenlik dönemi filmi sunuyordu seyirciye. Çocuk filmi olarak tanımlayabileceğimiz filmlerin sinemalarımıza bolca gelmesinde de animasyonlarla hemen hemen aynı şeyler geçerli. Aslında Bratz gibi tahammül ötesi bir örneğin dışında genelde iyi çocuk filmleri izledik. Yine de hem fantastik hem de çocuklara hitap edebilecek en yeni Harry Potter filmini de serinin zayıf filmlerinden biri olarak ayırıp bir kenara koyalım. Benzer nitelikteki Altın Pusula (The Golden Compass) filmini ise serinin yeni filmlerinin zerre kadar merak ettirmeyecek kadar vasat olduğu için eleyelim. Bu filmlerin sorunu belki de büyük beklentilerle vizyona girmeleri idi. Hâlbuki sonuçta çok fazla seyirciye ulaşamasalar da Sihirli Kutu (The Last Mimzy) ve Spiderwick Günceleri (Spiderwick Chronicles) olduklarından fazla bir şey vaat etmeden ilgi çekici filmler olmayı başarıyorlardı. Bunlar dışında Manhattan’da Sihir (Enchanted), hem peri masallarına getirdiği Shrek’vari çağdaş yorumla dikkat çekiyor hem de Amy Adams’ın sevimliliğiyle bir adım öne çıkıyordu. Macera Adası (Nim’s Island) ise bundan sonra da adını sık sık duyacağımız Abigelin Breslin’in cana yakın oyunu ve Jodie Foster’ın yıllar sonra komediye dönmesi ile değer kazanıyordu. Keşke bu isimleri kendi sesleri ile izleme olanağı da bulsaydık. Belgesel ve Müzikaller: Birbirine hiç benzemeyen bu iki türü aynı başlık altında inceliyoruz ama ortak noktalarını özel bir seyirci kesimine hitap etmesi ve sinemalarımıza çok ender uğramaları olarak düşünebiliriz. Sezonun dikkat çekici belgeselleri Michael Moore’un Amerikan sağlık sistemine bakış attığı Hasta (Sicko) ile her ikisi de farklı açılardan hayvanları ön plana alan Beyaz Gezegen (La Planete Blanche) ve Âşıklar (Les Animaux Amoureux ) idi. Belgeselle konulu film arasında bir yerlerde duran Arkadaşım Tilki’yi (Le Renard et l’enfant) de bunlara dâhil edebiliriz. Tüm bu filmler meraklısını tatmin edecek filmlerdi. Lagerfeld Sırları (Lagerfeld Confidential) ise ünlü modacının hayatını hakkında orijinal bir şeyler söyleyemeyen sıradan bir belgesel olarak vizyondan geçti gitti. Yine özel bir seyirci kitlesine hitap eden filmlerden olan müzikallerde ise Hairspray gibi orta karar bir örneğin yanında her şeyi ile Tim Burton’a uygun gibi gözükmesine rağmen izlendiğinde bir şeyler eksik dedirten Sweeney Tood ve Beatles şarkılarının değişik yorumları ile oluşturulmuş müziklere sahip Across The Universe filmlerini izledik. Özellikle son adı geçen film farklı teknikleri de bir arada bulundurması ile sezonun tek tatmin edici müzikali oluyordu.


GÖLGE | Ağustos ‘08 Ayrıca bir de belgesel ve müzikal arasında duran, aslında konser filmi olarak da adlandırılabilecek olan Shine A Light vardı ki Martin Scorsese’nin çektiği bu film, hele bir de IMAX salonlarından birinde izlenmişse, Rolling Stones hayranlarına müthiş bir keyif yaşatıyor, onları adeta konserin ortasına getirip bırakıyordu. Ve Diğerleri… Böyle bir yazıda diğerleri denince genellikle kıyıda köşede kalan filmlere değinilir ama bu bölümde tek başına herhangi bir türe dâhil etmenin çok mümkün olmadığı, kimilerinin zaman zaman sanat filmi olarak tabir edildiği ama çoğu da senenin en iyi filmleri arasında yer alan filmlere bir göz atacağız. Öncelikle belki diğer bölümlerde de bahsedilebilecek bir kaç filme bakalım. Hitchcock’un Arka Penceresi’ne (Rear Window) çok şey borçlu olan Şüphe (Disturbia) başarılı bir gerilim olarak dikkat çekiyordu. İçindeki Yabancı (The Brave One) ise Jodie Foster’ın her zamanki şahane oyunculuğu ile bir intikam hikâyesinden farklı noktalara taşınıyor, büyük şehirde yaşamanın tedirginliği üzerine bir filme dönüşüyordu adeta. Ancak filmin sonunda geldiği noktanın ahlaki açıdan tartışmalı olması bir yana, Foster’ı adeta bir aksiyon kahramanına dönüştürmesi filmin değerini azaltıyordu. Ben Affleck’in ilk yönetmenlik denemesi Kızımı Kurtarın (Gone Baby Gone) da Affleck’i oyuncu olarak sevmeyenlerin bile şapka çıkartacağı sağlam bir yapımdı. Usta yönetmen David Cronenberg ise bir kez daha Viggo Mortensen’le çalıştığı Şark Vaatleri’nde (Eastern Promises) bu kez kamerasını Rus Mafyası’na çeviriyor ve özellikle Şiddetin Tarihçesi (A History of Violence) ile bir miktar değiştirdiği sinemasının yetkin bir örneğini veriyordu. Bu sezon Amerika’nın Irak ve Afganistan’a müdahalelerini sorgulayan ve yine Amerikan sinemasından gelen kimi filmler de izledik. Tümüyle milliyetçilik yapan kimi filmlerden sonra yavaş yavaş Amerikalılar da kendilerini sorgulamaya başladılar anlaşılan. Ancak bu filmlerin Amerika’da çok kötü gişe yapması, seyircinin henüz buna hazır olmadığını gösteriyor belki de. Bu filmlerden Aslanı Kuzulara (Lions For Lambs), olay hakkındaki farklı görüşleri bir arada sunan, tam olarak hangisinin yanında olduğu anlaşılamasa da iyi bir beyim jimnastiği yaptıran bir filmdi. Ancak yoğun konuşmaya dayanan yapısı seyirciye adeta bir siyaset bilimi dersindeymiş hissi veriyordu. Yargısız İnfaz (Rendition) direk olarak söz konusu ülkelere yapılan müdahalelerle ilgili olmasa da farklı ülkelerden gelip Amerika’da yaşayanlara karşı olan önyargının ve kimi durumlarda işkencenin mubah görülmesinin çarpıcı bir betimlemesini yapıyordu. Paul Haggis, Tanrının Vadisinde (In The Valley of Elah) ile olaya oğlu aktif çatışma bölgelerinden birinde olan milliyetçi bir babanın gözünden bakıp onun değişimini anlatırken Biran de Palma, Örtülü Gerçek (Redacted) ile kamerasını Amerikalı askerlerin içine sokarak bu filmler arasında belki de en sert eleştiriyi yapıyordu. Hatta bu eleştirileri, ülkesindeki sağ görüşlü kimi isimler tarafından vatan haini olarak suçlanmasına bile yol açıyordu. Üstelik de Palma bu filminde sadece kuru kuruya eleştiri getirmiyor, filmini video kamera, güvenlik kamerası, İnternet’ten yayınlanan videolar gibi farklı medyaların toplamından oluşturarak farklı bir sinemasal dokunuş da yaratıyordu.

86


Yılın önemli filmlerinden ikisi de artık çok az örneğini görmeye başladığımız Western türünden geliyordu. 3:10 Yuma filmi özellikle oyuncularının başarısı ve oluşturduğu atmosfer ile ön plana çıkarken, Korkak Robert Ford’un Jesse James Suikastı (The Assassination of Jesse James by the Coward Robert Ford) hem metni, hem görüntüleri, hem ele aldığı temalar hem de oyunculuklarının birinci sınıf olması ile belki de yılın en iyi filmi oluyordu. Sadece bir western filmi olarak kalmayan film, içerdiği efsane/gerçek, taklit/asıl gibi çatışma noktaları ile bu sezondan önümüzdeki yıllara kalan bir film olmayı garantiliyordu. Sezonun dikkat çeken filmlerinden bir diğeri de Kefaret (Atonement) idi, ilk bakışta eli yüzü düzgün bir dönem filmi olarak gözükse de sonunda geldiği nokta ile aslında filmdeki her şeyin ince ince işlenmiş olduğu anlaşılıyordu. Hatta daktilo seslerinin müziğe dönüşmesinin bile belli bir anlamı varmış. Her şey bir yana sadece kumsaldaki uzun ve kesintisiz çekim için bile izlenebilecek bir filmdi. Amerikan sinemasından gelen ve geçmişte geçmesine rağmen günümüz toplumu üzerine de çok önemli noktalara değinen iki film de sezonun yüz aklarıydı. Coen kardeşler, İhtiyarlara Yer Yok (No Country For Old Men) ile Javier Bardem kişiliğinde sinema tarihinin unutulmayacak kötü adamlarından birini karşımıza getirirken hemen her şeyi ile kusursuz bir film ortaya çıkarıyorlardı. Belki de tek talihsizliği İhtiyarlara Yer Yok ile aynı yıl gösterime girmesi olan Kan Dökülecek (There Will Be Blood) ise kapitalizmin yavaş yavaş gelişmeye başladığı bir Amerika’nın epik bir portresini sunuyor ve Daniel Day Lewis’in inanılmaz performansıyla daha da üst noktalara çıkıyordu. Bir de şu ana kadar belli bir türe oturmadığı için bahsetmediğimiz ama çoğu kalburüstü olan Avrupa, Uzakdoğu ve Latin filmleri vardı elbette. Kim Ki-Duk, bildik sinemasını devam ettirdiği Nefes (Soom) ile hayranlarını memnun ederken, Ang Lee ülkesine dönerek çektiği Dikkat, Şehvet (Se, Jie) ile ortaya yine birinci sınıf bir film çıkartıyordu. Ancak gösterim tarihinin üzerinden aylar geçince o ilk etkisinin kalmadığı da gözüküyor doğrusu. Bir başka Uzakdoğulu yönetmen Wong Kar Wai ise Amerika’da çektiği Benim Aşk Pastam (My Blueberry Nights) ile eski filmlerini aratıyor ama yine de klasik bir aşk filminden çok daha fazlasını yapabileceğini gösteriyordu. Elbette ki Avrupa ve Latin sinemasında politik içerikli filmlerin sayısı da oldukça fazlaydı. Keman (El Violin), ezilen bir halkın hikâyesini anlatırken kimi yönleriyle ülkemizle de benzerlikler taşıyordu. Abim Evin Tek Çocuğu (Mio Fratello e Figlio Unico) politik hareketin iki farklı ucunda yer alan iki kardeş üzerinden yok aslında birbirimizden farkımız gibi bir mesaj veriyordu. Fidel’in Yüzünden (La Faute A Fidel) ve Annemler Tatilde (O Ano em Que Meus Pais Saíram de Férias) ise kendi ülkelerinin politik atmosferine çocukların bakış açısı ile yaklaşıyordu. Özellikle Fidel’in Yüzünden son derece başarılı bir filmdi. Ayrıca sezon sonunda gösterime giren Yasak Bölge (La Zona) da ülkemizde de çeşitli örnekleri görünen ideal yaşama alanı sayılan kimi siteler ve dışında kalan ötekileri göstererek sınıfsal ayrım üzerine son derece etkili ve insanın canını acıtan bir filmdi. Tam anlamıyla bir politik film denilemese de geçtiğimiz yıl Cannes’da Altın Palmiye alan 4 Ay, 3 Hafta, 2


GÖLGE | Ağustos ‘08 Gün (4 Luni, 3 Saptamini si 2 Zile) ise görünürde bir kürtaj hikâyesiyken arka planda bir dönemin Romanya’sını son derece başarılı bir şekilde betimliyor ve sade bir sinema anlayışının ne kadar etkili olabileceğini bir kez daha gösteriyordu. Yine kürtaj olgusunun hikâyenin akışında önemli bir yere oturduğu Sürgün (Izgnanie) filminde Andrei Zvyagintsev, bir önceki filmi Dönüş’teki başarısının bir tesadüf olmadığını gösteriyor ve yine ağır tempolu ama unutulmayacak görüntülere sahip bir filme imza atıyordu. Benzer şekilde Paranoid Park’da Gus Van Sant da son dönem bağımsız sinemasını olgunlaştırmaya devam ediyor, günümüz gençliğinin durumu hakkında önemli bir filme imza atıyordu. Yerli Filmler: Aslında yukarda yer alan türlerin bir kısmına dâhil edilebilecek filmler olsa da yerli filmleri tümüyle ayrı bir başlıkta incelemek daha doğru olacak. Bu yılın gişe açısından en önemli iki filmi elbette ki Recep İvedik ve Beyaz Melek idi. Her iki film de aslında fena olmayan gişe filmleriydi. Özellikle Beyaz Melek yönetmen koltuğundaki Mahzun Kırmızıgül için düşünülebilecek önyargıları boşa çıkartacak kadar eli yüzü düzgün bir filmdi. Ancak her iki filmin de özellikle yapımcılarının neredeyse dünyanın en iyi filmini yaptıklarını öne süren açıklamaları, bu filmlerle Türkiye’de birlik ve beraberliği sağladıklarını söylemeleri, üstelik bunları yaparken sürekli gişe filmi olmak için yapılmamış filmleri aşağılamaları son derece irite ediciydi. O gişe filmi olmak için yapılmamış filmler de Yumurta, Rıza gibi daha ağır tempolu, basit öyküler anlatmayan, her seyircinin çok kolay içine giremeyeceği ama kanımca yılın en iyi yerli filmleri idi. Artık birilerinin (özellikle gişe filmi yapanların) her iki türdeki filmlerin de sinema endüstrisi için gerekli olduğunu, iş ödüllere geldiğinde genellikle ikinci türdeki filmlerin ön plana çıkmasının doğal olduğunu kabul etmesi gerek. Ne yazık ki her geçen yıl yerli filmlerin sayısının artmaya devam etmesi ile kalitenin de düştüğü bir gerçek. Bu yıl son yıllarda olduğundan çok daha fazla sayıda kötü yerli film izledik. Üstelik bunların hemen hepsi popüler film olmaya soyunmuşlardı. Kısaca adlarını anmak gerekirse, Cumhurbaşkanı Öteki Türkiye’de, Avrupalı, Suna, Kutsal Damacana, Çılgın Dersane Kampta, Maskeli Beşler Kıbrıs, Çocuk ve Semum filmleri izlemeye tahammül edilemeyecek filmlerdi. Ayrıca politik görüş olarak 180 derece farklı olsalar da kötü film olma ortak paydasını tutturan Anka Kuşu: Bana Sırrını Aç ve Girdap filmleri, bir filmin politik duruş noktasının o filmi iyi ya da kötü yapmadığına iyi iki örnekti. Neyse ki yıl içinde hem geniş kitleyi hedefleyen, hem de kaliteli yapımlar olmayı başaran filmler de vardı. Kabadayı, Ulak ve hatta çeşitli eksikleri olsa da O… Çocukları bu filmlerden bir kaçıydı. Münferit de her ne kadar geniş kitleye ulaşamasa da iyi bir polisiye olarak dikkat çekti. Ayrıca popüler olma isteğinin çok uzağında olsa da Yanlış Zaman Yolcuları, Sıfır Dediğimde, Ara gibi filmler de içerdikleri farklı sinemasal dokunuşlarla dikkat çekici olmayı başardılar.

88


Sonuç: Sonuç olarak sezonun tüm filmlerine bakıldığında fena bir sezon geçirmemişiz, darısı önümüzdeki sezona diyelim. Bu arada iki ay süren bu yazının sonuna kişisel Top-10 listemi eklemeyi de uygun buluyorum:

1. Korkak Robert Ford’un Jesse James Suikastı (The Assassination of Jesse James by the Coward Robert Ford) 2. Kelebek ve Dalgıç (Le Scaphandre et le Papillon) 3. İhtiyarlara Yer Yok (No Country For Old Men) 4. Kan Dökülecek (There Will Be Blood) 5. 4 Ay, 3 Hafta, 2 Gün (4 Luni, 3 Saptamini si 2 Zile) 6. Yaratık (Gwoemul - The Host) 7. Şark Vaatleri (Eastern Promises) 8. Beowulf: Ölümsüz Savaşçı (Beowulf) 9. Yasak Bölge (La Zona) 10. Shine A Light

Hasan Nadir DERİN sinemamanyaklari.wordpress.com


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.