Gölge e-Dergi 12. sayı

Page 1

Eyl羹l 2008 Say覺 12


GÖLGE | Eylül ‘08

KAPAK İÇİ YAZISI

GÖLGE’LER 12 AYDIR IŞIK SAÇIYOR!

Tam 12 ay önce, arkadaşımız Mustafa Emre ÖZGEN’in azmi ve teşviki sayesinde “Gölgelerin Gücü Adına” diyerek, altı kişinin katılımıyla hazırlanan 19 sayfalık ilk sayımızla yola koyulduk. Aradan geçen zaman zarfında sadece her ayın ilk günü karşınıza çıkmakla kalmadık, içeriğimizi genişlettik, katkı sağlayan yazar ve çizer ekibiyle birlikte sayfa sayımızı artırdık. Hatta bu da yetmedi. Yıllık 12 sayının yanında iki de Özel Sayı yayımlayalım ki hem kendi sınırlarımızı zorlamış olalım, hem de okurlarımızı senede on dört maaş alan personel gibi sevindirelim, diye düşündük. Düşünmekle de kalmadık, harekete de geçtik. 15 Eylül 2008’de ikinci Özel Sayı’mızı sizlere sunacağız… Bakalım bu Özel Sayı’mızı da ilki kadar beğenecek misiniz? Yeri gelmişken belirtelim, dergimizi beğenenlerden de, daha iyi olabilmesi için görüşü olanlardan da, herhangi bir nedenle hoşnut kalmayanlardan da bize yazmalarını bekliyoruz. Gölge’nin, sinema ve çizgi roman kültürlerindeki güncel gelişmeleri takip etmeye çalışan, amatör ruhlu ama cesur yürekli kişiler tarafından hazırlanan, fanzin tadında fakat daha fazla kişiye ulaşabilen, daha kaliteli, daha renkli, daha sanal, onun tarzını anlayabilen yazar ve çizerlere destek olmayı, bu kişileri geniş kitlelere tanıtmayı hedefleyen bir dergi olduğunu söyleyebiliriz. Gücümüz yettikçe, imkânımız oldukça ve okurlarımız çoğaldıkça gazete bayilerindeki raflar yerine monitörlerinizde var olmaya devam edeceğiz. İlgi ve desteğiniz için siz değerli okurlarımıza teşekkür ederiz. Çünkü sizler için yazıp, çiziyoruz ve okunmayan yazar, izlenmeyen çizer olmak istemiyoruz. Hepimize paylaşma imkânı sunan Gölge’leri sizler gibi biz de seviyoruz. Gölge’lerin gücü adına saygılarımızla;

Oğuz ÖZTEKER Gölge e-Dergi Yazarı

Bu dergide yayınlanan tüm yazı ve çizimler yazarlarına-çizerlerine aittir. İzinsiz alıntı yapılamaz, yayınlanamaz. Yazıların içeriğinden yazarları-çizerleri sorumludur Editör: A. Hamdi Yüksel Gölge Yayın Kurulu; Oğuz Özteker, Utku Tönel, Şükrü Bağcı, Emre Özgen http://golgedergi.blogspot.com Gölge e-dergi de yazar ve çizere her zaman ihtiyaç duyulur. Yazmak-çizmek gibi bir yeteneğiniz varsa golge.editor@gmail.com dan bize ulaşabilirsiniz. Aylık süreli yayın (Sayenizde)

2

“Hep denedin,hep yenildin. Olsun.Yine dene, yine yenil. Daha iyi yenil.” Samuel Beckett


İÇİNDEKİLER Kapak

Şükrü BAĞCI

Kapak İçi Yazısı Oğuz ÖZTEKER Sayfa 2 Gaipten Sesler Gökcan ŞAHİN Sayfa 4 Tenten’i Seviyorum Jim ROEG Sayfa 9 Rüya Kralının Dünyasına Hoşgeldiniz Masis ÜŞENMEZ Sayfa 14 Zehir Yazan-Çizen; Cengiz BOSTAN Sayfa 16 “...başladı klon savaşları!” Cansu KORKMAZ Sayfa 19 Çöpçü Utku TÖNEL Sayfa 22 Art School Confidential Barış SAYDAM Sayfa 24 Köy Anısı Oğuz ÖZTEKER Sayfa 26 Gizli Dosyalarla Geçen Yıllar Hasan Nadir DERİN Sayfa 31 Zahiri 3. Bölüm Emrah ÇILDIR Sayfa 37 Rurouni Kenşin Onur KÜÇÜK (kazegami) Sayfa 46 Kemiklerin Tıkırtısı Robert E. HOWARD Sayfa 49


GÖLGE | Eylül ‘08

GAİPTEN SESLER

08.07.2008 - Saat: 13.30

Son günlerde sürekli kulağımda bir ses yankılanıyor: “Biraz yavaş olur musun, ıslanıyorum.” Genç bir kız sesi bu. Bir yerden mi kulağıma çalındı, yoksa beynim mi bana bir oyun oynuyor, bilmiyorum. Günde beş - on kez kulağımda çınlıyor ve çok rahatsız ediyor. Bu sesi ilk kez üç gün önce bir süpermarkette alışveriş yaparken duydum. Dergilere göz gezdirirken birinin bana seslendiğini sanıp etrafıma baktım; ama bana seslenmiş olabilecek biri gözüme çarpmadı. Dudak büküp dergilere geri döndüm. Sesi ikinci duyuşum ilkinden iki üç saat sonraydı. Evde kendime makarna pişiriyordum. Sesi duyunca refleksle arkama döndüm ve tabii kimse yoktu. Dışarıdan geldiğini düşünerek yine umursamadım. O akşam televizyonda dizi izleyip, cips yerken sesi üçüncü kez duydum. Cipsin kıtırtısına rağmen birden beynimde yankılandı. Cipsi çiğnemeyi kestim, televizyonun sesini kapattım ve bekledim; ama ses tekrar gelmedi. O gün üçüncü kez bunu yaşadığımı fark ettim. Üstelik söylenen aynı şeylerdi. Ertesi gün sesi tekrar duyunca hemen gidip bir yere not aldım. Sonra, gün boyunca aynı şeyi dört veya beş kere duydum. Ve ertesi gün yedi sekiz kere. Bugün de saat henüz iki bile olmamasına rağmen epey duydum. Seslerin sıklaşmasını engelleyemiyorum ve sonunda ne olacak çok merak ediyorum.

10.07.2008 - Saat: 23.00

Hâlâ aynı ses… Bu durum iyice çığırından çıktı. “Biraz yavaş olur musun, ıslanıyorum,” sözleri artık neredeyse saat başı kulaklarımda uğulduyor. Bu durumu şimdiye kadar kimseyle paylaşmadım. Gaipten sesler duyan bir adama ne diyeceklerini biliyorum çünkü. Elbette, deli.

4


Yarın iki yakın arkadaşımla tatil için Altınoluk’a gidiyoruz. Bir haftalık güzel bir tatil yapacağız. Pansiyonu tuttuk, her şey hazır. Şu sesler konusunda tek umudum bu tatil. Belki de bütün senenin yorgunluğu nedeniyle beynim böyle garip bir tepki veriyor, belki güzel bir tatil her şeyi bir anda çözer. Eğer bu da işe yaramazsa mecburen bir psikologa görüneceğim. Yoksa bu halde rahat yaşamam imkânsız. Bundan sonra seslerle ilgili gelişmeleri bu not defterine kaydetmeye karar verdim. Tatil dönüşünde psikologa gidersem, tuttuğum notlar işe yarayabilir.

11.07.2008 - Saat: 16.00

Bugün seslerin geliş aralıklarını bulmak için saat tuttum; ama tutarlı bir sonuca ulaşamadım. Bazen on dakika arayla gelirken, bazen üç saat ara veriyor; kesinlikle bir düzene bağlı değil. Oturmak, kalkmak, yürümek, düşünmek, film izlemek veya beynimi herhangi bir şeyle meşgul etmek de herhangi bir değişikliğe sebep olmuyor. Bu lanet, dışarıdan hiçbir etkiye cevap vermiyor yani. Bu akşam saat onda yola çıkacağız. Yarın sabah Altınoluk’ta olmayı umuyoruz. Umarım bir aksilik çıkmaz.

12.07.2008 - Saat: 19.00

Garip bir ruh halindeyim şu anda. Aslında seslere biraz alıştım artık; ama sürekli sıklaşması beni endişelendiriyor. Hayali kızın ne istediğini de anlamıyorum ki. Neden yavaş olayım, ıslanmakla ne alakası var? Aslında katı bir materyalist olmama rağmen bunun bir hayalet işi olduğunu da düşünmeye başladım. Ama şu anda bu konuda düşünmek kafamı karıştırmaktan başka bir işe yaramıyor. Halen tatil sonunda iyileşeceğime dair bir umut taşıyorum. Yoksa işim bu deftere ve psikologa düşecek.


GÖLGE | Eylül ‘08 Az önce döndük kumsaldan. Duşumu alır almaz yazmaya başladım. Aslında yazmanın beni rahatlattığını söyleyebilirim. Sesler konusunda değil, genel olarak… Zaten arada bir kısa öyküler ve şiirler yazdığım oluyor. Şu seslerden kurtulursam bununla ilgili güzel bir hayalet öyküsü yazacağım. İşte Arkın çağırıyor. Tatil arkadaşlarımdan biri kendisi. “Şahin gel, maç başlıyor. Koş lan hakem düdüğü çaldı,” diyor kelimesi kelimesine. Hay Allah’ım ya. Maça çok düşkün tabii, hazırlık maçı için bile ne kadar heyecanlı. Gerçekten de gideyim ben. Belki beynim şu maçla oyalanır biraz.

13.07.2008 - Saat: 12.30

Kahretsin! Durum iyice kötüleşti. O ses daha da sıklaşırken, nadiren de olsa başka bir ses de karışmaya başladı. Yine aynı kızın sesi; ama bu kez panik halinde. Şöyle diyor: “Yüzü paramparça olmuş ya… Bakamayacağım ben.” Bunu ilk kez bu sabah duydum. Şu ana kadar üç kez oldu. Sonuncusu on dakika kadar önceydi. Buraya geleli üç gün oldu; ama durum daha da kötüleşiyor. Ne yapacağımı bilmiyorum. Bana Bakırköy yolunun görünmesinden korkuyorum.

14.07.2008 - Saat: 15.00

Kumsaldayım ve şaşkınlık içindeyim. Seslerden ilkinin sırrını yaklaşık on dakika önce çözdüm. Aslında sırrını çözmek denemez; ama en azından o sesten kurtulduğumu söyleyebilirim. Şu anda tavla tahtasının üzerinde yazıyorum ve arkadaşlarım denizdeler. Aklıma müthiş bir öykü fikri geldiğini ve hemen yazmam gerektiğini söyleyerek kendime bunları yazma fırsatı yarattım. Ara sıra öykü yazmam belki de ilk kez işe yaradı, çünkü olanları sıcağı sıcağına ayrıntılı olarak anlatma şansı bulacağım.

6


Bugün saat iki civarında kumsala geldik. Sinan’la Arkın epey neşeli ve hareketliydiler. Oysa ben son zamanlarda hep olduğum gibi endişeli, tedirgin ve stresliydim. İlk ses artık on dakikada bir tekrarlanıyordu. İkincisi ise yaklaşık saat başı beynimde çınlıyordu. Kumsala eşyalarımızı koyarken Arkın hasta olup olmadığımı sordu. Net bir cevap veremedim, çünkü kendime de veremiyordum. “Hadi biraz ayaklarımızı konuşturalım, senin de neşen yerine gelir,” dedi sarı-kırmızı topu göstererek. Çok da istemeyerek kabul ettim. Bulunduğumuz yerin çok kalabalık olmamasından da faydalanarak kum üzerinde paslaşmaya başladık. Yavaş yavaş paslarımız sertleşti. Arkın arada bir ilginç hareketler yaparak bizi eğlendiriyordu. Benim verdiğim bir pasa röveşata denemesinde bulununca sırt üstü düştü ve istediği hareketi yapamadı. Top yine bana doğru geldi, üstelik gönderdiğim hızın iki katıyla. Başımın üstünden geçip denizin ilk metrelerine düştü. Arkın’ın hareketliliği biraz da olsa bana da bulaşmış olmalıydı, çünkü heyecanla topun peşinden denize koştum. Suya koştura koştura girince, sıçrattığım su orada yürümekte olan iki kızı ıslattı. Kızlardan birisi bana dönerek aynen şöyle dedi: “Biraz yavaş olur musun, ıslanıyorum.” Ağzım açık kaldı, almaya gittiğim topu tamamen unuttum. Zar zor “pardon” diyebildim. İleriden Arkın sesleniyordu: “Hadi oğlum, top gidiyor…” Belki biraz iyi geleceğini düşünerek suya daldım, topu aldım ve çıktım. Topu Arkın’a attım ve havluma sarıldım. Sinan isimli diğer arkadaşım “Şahin? Oynamayacak mısın daha?” diye sordu. Aklıma verecek cevap gelmeyince, “Demin aklıma müthiş bir fikir geldi oğlum, onu yazmam lazım şimdi. Sonra devam ederiz,” dedim. İşte şimdi bunları yazıyorum. Şu ana kadar bir daha o sesi duymadım. İşte şimdi yine ikinci sesi duyuyorum: “Yüzü paramparça olmuş ya… Bakamayacağım ben.” Yine aynı kızın sesi. Kızı izliyorum. Otuz metre kadar ileride, arkadaşıyla oturmuş sohbet ediyorlar. Şimdi durumu bir gözden geçirelim. Günlerdir kulağımda yankılanan sesler az önce gerçekten söylendi. Üstelik aynı ses tonuyla ve tıpatıp aynı şekilde… Bu durumda ben geleceği mi görüyorum? Daha doğrusu duyuyorum. Peki neden? Bunun bir amacı var mı? Neden o kız? İkinci sesin anlamı ne? Onu ne zaman gerçekten duyacağım? Offf, binlerce soru bulabilirim. Şu anda zaten çok sağlıklı düşünemiyorum. Daha sakin bir ortamda kendimi bu olaya tam vererek düşünmeliyim. Önceki notlarımı da gözden geçirerek… Gerekirse o kızla da tanışmalıyım. Belki de düğümün çözümü ondadır. Tek bildiğim bu gürültüde hiçbir şey düşünemediğim. Bir dakika… Farklı bir gürültü mü var sahilde? Sanki uzaklardan biri bas bas bağırıyor. İnsanlar neden bu kadar çok mırıldanıyorlar aralarında? Evet, kesinlikle birisi bağırıyor, hem de nefes nefese: “Kaçın, Pitbul kaçtı, geliyor,” diyor. Allah Allah. Allah kahretsin, herkes çığlık çığlığa kaçışıyor. Nerede bu Pitbul peki? İşte! Gördüm şimdi. Buraya doğru mu geliyor o? Evet, üstelik doğrudan bana bakıyor! Bütün gücüyle koşuyor bana doğru. Kaçmam la… * * * “Yüzü paramparça olmuş ya… Bakamayacağım ben,” dedi genç kız. Haklıydı, bakılacak gibi değildi yüzü. Birkaç dakika önce Altınoluk sahili korkunç bir olaya sahne olmuştu. Pitbul yetiştirmeye kalkacak kadar kendine güvenen bir pansiyon sahibi, hayvanın aniden çıldırmasına ve elinden kaçmasına karşı koyamamıştı. Hayvan, keskin dişlerinden süzülen salyalarını sahilin kumlarına bırakarak fırtına gibi uçmuştu. Hırlama sesi, sudaki bir sürat motoruyla yarışabilirdi. Sahibinin hiç görmediği bir öfkeyle, etrafında bağıra çağıra kaçışan insanları hiç umursamadan, önceden belirlemiş gibi hedefine koşuyordu. Bir tavla tahtasının üzerinde bir şeyler yazan genç bir adamdı bu hedef. Köpeğin ona saldıracağını anlayan genç, kalem kâğıdı fırlatıp kaçmak istemişti; ama köpek avına atlayan bir aslan misali boynundan yakalamıştı. Cesur bir adam koca bir odunla hayvanı bayıltmasaydı, köpeğin gencin işini bitirdikten sonra daha kimlere saldıracağını kimse bilemezdi.


GÖLGE | Eylül ‘08

“Biri çabuk ambulans çağırsın… Çabuk!” dedi odunu yere atan adam. “Ölüyor çocuk, acele etsenize, doktor falan yok mu burada?” Pembe mayolu bir kadın terliklerini şaplatarak geldi. Doktor olduğunu söyledi. Şahin’in nabzını kontrol etti. “Çok zayıf,” dedi. “Havluyu yüzüne bastırmaya devam edin, ambulans gelene kadar yapabileceğimiz hiçbir şey yok.” Şahin son nefesini verirken ambulansın sesi henüz duyulmamıştı.

Gökcan ŞAHİN

İllüstrasyon Gülsevin KUTRUP swordsister.deviantart.com

8


TENTEN’İ SEVİYORUM Çocukluğumu güzel kılan çizgi romanları düşündüğümde, ilk alıma gelen Tenten olur. Onunla, uzay mühendisi babam tanıştırmıştı beni. Dolayısıyla eve ilk olarak “Hedef Ay” adlı macerasını getirmesine pek de şaşmamak gerekir. O zamanlar çok küçüktüm ve içinde bolca konuşma bulunan, uzaya gönderilmek üzere NASA gibi bir üste inşa edilen roketin anlatıldığı bu eser beni fazla etkilememişti. Yeşil üniformalarıyla bilgisayarların başında oturup, kulaklıklarından sürekli sağa sola emirler yağdıran insanlar, türbin motorları ve radar ekranları beni çok da cezp etmemişti. Çünkü bunlardan ziyade mumyalarla ve fosillerle ilgileniyordum. Gene de bazı sahneler çarpıcı gelmişti. Ballı sandviçleri nedeniyle ayı yavruları tarafından kovalanan Tenten, röntgen cihazının neden olduğu yanlış anlaşılma sebebiyle bir laboratuar iskeletini tutuklayan Dupont ve Dupond, Calculus hafızasını geri kazansın diye hayalet kılığına giren Kaptan Haddock ve tabii ki roketin kendisi, gerçekten ilginçti. Aslında Tenten’in özü de buydu; eşi benzeri olmayan bir hayal gemisiydi o… Okuduğum bir sonraki macerada – Ay’a Ayak Basıldı – keşfedeceğim üzere kitabı elinize aldığınızda Tenten öyküsü okumuyor, emniyet kemerinizi takıp, uçup gidiyordunuz. Tenten bir gezgindi ve siz de onunla birlikte tüm Dünya’da ve hatta daha da ötesinde seyahat ediyordunuz.

Tenten’in Ay maceraları kadar, günümüzde – ki bundan utanıyorum – İmparatorluk Nostaljisi adı verilen öykülerini de seviyorum. Bunlar, 19. yüzyıla ait romantik ve öncü imparatorluk hikâyeleridir. Şu günlerde Tenten’in Afrikalı okul çocuklara koloni pedagogu rolünü oynadığı karelerle ünlenen, Belçika sömürgesindeki Kongo’da yaşadığı, adı kötüye çıkmış seyahatinden bahsetmiyorum. Bu politik talihsizliğe çok daha sonraları rastladım.


GÖLGE | Eylül ‘08 Bahsettiğim hikâyeler, lahit ve orman fantezileri içerip, Eski Mısır İmparatorluğu’na öykünen (Firavun’un Puroları), kabile fetişizminden ve ilkel sanatlardan (Kırık Kulak), lanetli mumyalardan (7 Kristal Küre), kayıp uygarlıklardan (Güneş Mabedi) bahseden maceralar. Bunların her biri Indiana Jones kategorisine giren öykülerdir ve ne kadar şanslıyım ki Tenten’le karşılaştığım dokuz yıllık yaşantımın o günlerinde, Steven Spielberg de İmparatorluk Nostaljisinin kayıp tapınaklarında kendi kahramanının öykülerini anlatmaya başlamıştı. (Aradan geçen otuz küsur yıl sonra aynı yönetmenin Tenten’i beyazperdeye aktaracak olmasına hiç de şaşırmadım.) Bugün Tenten’i yeniden okurken, Hergé’nin Tenten’i ne kadar sıkça okura arkası dönük bir biçimde resmettiğini fark ettim. Bu sahneler bizi Tenten’in arkası yerleştiriyor ve neye baktığını, onun omzunun ardından kolayca okura gösteriyor. Tenten okumanın bir ayrıcalığı olan ve izlemenin keyfini ortaya çıkaran bu kareleri çok seviyorum.

Böylesi kareler, çizgi romanın ana teması olan Tenten’in (ve okurun) bakışını ortaya koyarken yinelenen bir şeyi de, yani gizli panoramayı da gözler önüne seriyor. Gizli panoramalar saklı veya egzotik dünyaların, bazen yaşayan organizmaların, hatta insanların güzelliğini bizlere gösteriyor. Okur tarafından keşfedilmesi icap eden, gerçeklerle örtüşmesi gerekmeyen, çoğu zaman minyatürleştirilmiş nesnelerdir bunlar. İçinde sıradan ganimetler bulunmayan define sandığı da bunlara tipik bir örnektir.

10


Hergé’nin en muhteşem öykülerinden biri olan Kızıl Korsan’ın Hazinesi’nin son bölümünü ele alalım. Tenten ve Kaptan Haddock duvardaki bir delikten geçip, Marlinspike Malikânesi’nin bodrumuna girerler ve Evanjelist Aziz John heykelinin dibinde yer alan taştan bir kürenin içinde korsanın kayıp definesini bulurlar.

Unicorn adlı batığın yeryüzüne çıkarıldığı ama herhangi bir definenin bulunamadığı geniş kapsamlı deniz macerasından sonra bu sahne, gerçekten özeldir. Fakat bir başka bakış açısına göre aynı zamanda çok gereksiz olduğu da söylenebilir. Çünkü “hazine” daha önce keşfedilmiş ve okur, birçok defa bunun keyfini yaşamıştır. Her ne kadar hoş görünseler de, Kızıl Korsan’ın gerçek hazinesi kürenin içinde mücevherler değildir; Marlinspike Malikânesi’nin darmadağınık bodrumundaki antika büstler, tablolar, harikulade ıvır zıvırlar; Profesör Calculus’un laboratuarındaki ilginç nesneler, derin deniz sahnelerindeki şaşırtıcı ganimetler ve Tenten ile Kaptan’ın dalış elbisesi satın almak için gittikleri dükkândaki alet edevattır. Bunlar, çok daha güzeldir.

Hepsinden güzeli de Tenten’in Unicorn’un batığını bulduğu, deniz dibindeki denizşakayığı bitkilerinin türkuaz renkli bahçesi, denizanaları ve denizde boğulmuş olan insanların kemikleridir. Bunlar, Hergé’nin bizlere sunduğu ve ben küçük bir çocukken sürekli aklıma gelen, hâlâ da zaman zaman gözlerimin önünde parıldayan gizli panoramalardır.


GÖLGE | Eylül ‘08

Seriyi oluşturan eserlerin çoğunda bu tip doğal garipliklerin, yerli kabilelere ait sanat eserlerinin, çeşitli egzotiklikler içeren panoramaların bulunması, Tenten maceralarını okuyan kişinin bu şekilde ödüllendirilmesi, bir tesadüf değildir. Hergé, okurun Tenten serisinden daha fazla zevk alabilmesi için tüm Dünya’yı bir müzeye dönüştürmemiştir de, ne yapmıştır? (Kızıl Korsan’ın Hazinesi’nin sonunda Kaptan Haddock’un Marlinspike Malikânesi’ni Unicorn’dan elde ettiği kalıntılarla bir müzeye dönüştürmesi – daha ne yapacaktı? – iddiamı destekler niteliktedir.)

Tabii ki günümüzde müzeler, her zaman için konforlu mekânlar değildir ve bu da Tenten’in miraslarından biridir. Artık sadece bilinçsizce bakmak, yeterli değildir. Her zaman için bir yerden bakıyoruz ancak nasıl ki bir şeyleri biriktirmenin de, sergilemenin de bir tarzı varsa, bakmanın da bir şekli, şemaili var. (Sanat eserlerinin ait oldukları ülkelere geri iade edilmesi zorunluluğu, bu ikilemin en bariz örneğidir.) Peki bu durumda, gerçek bir Tenten sevdalısı, Hergé’nin muhteşem evrensel müzesiyle ne yapar?

12


Dünyayı çocukluğu esnasında okuduğu Tenten öyküleri sayesinde keşfeden ve Hergé’nin hayal gücünün etkisini hâlâ hisseden tüm yetişkinler gibi ben de Tenten’in karmaşık mirasıyla mücadele ettim. Tenten maceraları çizgi roman sanatının başyapıtı olmakla birlikte, onlar olmaksızın yirminci yüzyılın büyük işleri tamamlanamazdı. Diğer taraftan, tüm dünyayı hızla gezen bu gazeteci ile köpeğinin heyecanlı maceralarını Hergé’nin yazıp, çizdiği emperyalizm öngörüsünden ayırt edebilmek neredeyse imkânsızdır. Onlar, zamanının öyküleridir ve her ne kadar insancıl ve iyi niyetli olsalar da etkileri bir daha silinmeyecek şekilde tarihi anların kabulleriyle damgalanmışlardır. Ancak (neyse ki) bunların çoğu kalıcı olmamıştır. Fakat bugün hâlâ (maalesef) geçerliliğini koruyanlar da vardır. Yine de bunların hiçbiri, benim diziye olan sevgimi zedelemez. Belki de nedeni, Hergé’nin bu gazeteci oğlanı çelişkili bir şekilde hem bilgili, hem de masum kılmasıdır. Böylece, sanatçının politik görüşünü herhangi bir kalıba sokmak zorlaşmaktadır. Hergé kahramanını yirminci yüzyılın en karmaşık politik olaylarının içine atsa da akılda kalan gazetecinin röportajları değil, oğlanın neşesi ve canlılığıdır. Gene de birileri kalkıp Tenten kitaplarının politikasını eleştirebilir (ki filmin gösterimi yaklaştıkça, bunları daha da artacağı aşikârdır) fakat ben, olaylara ve durumlara çok daha evrensel yaklaşmak için çaba sarf ettiğini ve bunları aştığını savunuyorum. Açıkça, Hergé imzasının muntazam görkeminden, ligne claire’den yani “temiz çizgilerden” oluşan stilinden bahsediyorum. Tenten’in dünyası, Hergé’nin kaleminden çıkan berrak, temiz ve âdil çizgilerle eş anlamlıdır. Bu dünyanın insanları ve nesneleri sayfadan zıplayıp, çıkacak gibidirler. Voodoo bebekleri de, İngiliz anahtarları da, petrol varilleri de, kemik flütler de aynı oranda önemlidir, gerçekçidir ve gözler önüne konmuştur. Tenten çizgi romanlarındaki herhangi bir kareye baktığımda, her şeye Platonik bir gözle bakıyormuşum gibi hissediyorum. Tümü de kusursuz bir biçimde gerçeğe uygundur. Hergé’nin bu esrarengiz stili, görmek için sabrımız ve ilgimiz varsa bakmayı gerçekten çok iyi bildiğimiz çocukluk günlerimizin içeriğine son derece yakındır. Elinize alıp da bir Tenten öyküsü okurken, bazı nesnelerle hayatınızda ilk defa karşılaşacağınız hissine kapılırsınız. Ah, işte gene bir hasretten bahsediyorum… Kamaşan gözlerimizin önünde her seferinde yeni bir dünya müzesi yaratmak belki de Hergé için kısırdöngü sayılabilir, ama o bu şekilde yatağımızın altındaki ayakkabı kutusunun içinde biriktirdiğimiz çocukluk günlerimizin bir müzesini de yeniden inşa etmiş oluyor. Onun gizli panoramaları etnolojik hazinelerden meydana geliyor olabilir fakat aynı zamanda yuvamız hakkında bazı sırlar da barındırıyorlar. Egzotik şişe kapakları biriktiren dokuz yaşındaki Winnipeg’li bir çocuk için Tenten’deki bu karelerden çok daha ilginç ne olabilir ki? Zaman ve mekân değişebilir ancak bütünlük hissi – ve biriktirmek keyfi – hep aynı kalacaktır. Hergé’nin ve Tenten’in neyini seviyorum? O karelerin doyuruculuğunu ve bütünlüğünü seviyorum. O temiz çizgilerle karşılaşacak olmanın bilincini – fantezisini – seviyorum.

Yazan: Jim ROEG Çeviri: Oğuz ÖZTEKER

NOT: Türkçe isimler için “İnkılâp Yayınları”nın Tenten serisi esas alınmıştır.


GÖLGE | Eylül ‘08

RÜYA KRALININ DÜNYASINA HOŞGELDİNİZ Bazen Tanrı’nın yaratırken bazı insanlara daha fazla özen gösterdiğine inanıyorum. Özellikle elimdeki örnek Neil Gaiman gibi on parmağında on marifeti olan bir insan ise. Post modern bilim kurgu/fantastik yazınının yaşayan en önemli on yazarından biri olarak gösterilen Gaiman, roman yazarı, çizgi roman yazarı, çocuk kitapları yazarı, şarkı sözü yazarı, şair, senarist, gazeteci gibi birçok sıfatı hakkıyla taşımaktadır. Şimdi gelin kısaca ülkemizde hâlâ hak ettiği ilgiyi görmeyen Gaiman’ın hayatına ve işlerine bir göz atalım. Polonya kökenli Yahudi bir ailenin çocuğu olan Gaiman çocuk yaşlarda Tolkien, Lewis, Lovecraft, Le Guin gibi fantezi edebiyatın yapı taşlarını okumuştur. Ailesinin geçmişi, babasının Scientology tarikatının bir üyesi olması ve Hıristiyan okullarında aldığı eğitimin verdiği çok kültürlülük yazılarında sıkça kullandığı bir tema olmuştur. Özellikle hikâyelerinde mitlerle beslenen Gaiman verdiği bir röportajda “Neden mit?” sorusuna “Çocukken radyoaktif bir mit tarafından ısırıldığım için,” cevabını vermiştir. V for Vendetta ve Watchmen’in yaratıcısı Alan Moore ile olan dostluğu sonrasında çizgi roman maceraları yazmaya başlayan Gaiman birçok yayımcı için çalışmıştır. Ancak onu şöhrete ulaştıran seri The Sandman’dir. 89–96 yıllarında seri olarak yayınlanan Sandman, Morpheus adlı rüya tanrısının hikâyesini anlatır. Seriden sonra da grafik roman şeklinde yayınlanan hikâyeleri olmuştur. Arkabahçe yayınları sayesinde dilimize çevrilmiş bulunan seri birçok ödül kazanmıştır. Bunlardan en önemlisi şüphesiz Bir Yaz Gecesi Rüyası’nin Sandman yorumu ile Dünya fantezi edebiyatı kısa öykü ödülü ki ilk defa bir çizgi romana verilmiştir. Çizgi romanlar içinde gönlümde her zaman ayrı bir yeri olan Sandman fantezinin sınırlarını zorlayan çizim ve hikâyeleri ile her zaman farklı kalacaktır. Zaten klasik bir Heavy Metal albümü gibi her daim alıcısı bulunan bir çizgi roman olmuştur. Sanırım çizgi romanları da artık pop ve klasik gibi ayırmanın vakti geldi. Sandman’den sonra roman yazmaya ağırlık veren Gaiman, Stardust (2000), American Gods (2001), Coraline (2002), Anansi Boys (2005) gibi romanları ile New York Times Bestseller listelerine giren ve yeni romanları ilgiyle beklenen bir yazar olmayı başarmıştır. Romanları İngiliz mizah anlayışı ile Amerikan macera/korku romanlarının bir bileşimidir. Özellikle American Gods ve onun bir anlamda devamı olan Anansi Boys bu yönden öne çıkar. Gaiman kendine has yazı dili ile İngiliz mizahının Terry Pratchett’la beraber en önemli isimlerinden biri olmuştur. 1990’da yayımlanmış olan ilk romanı, Terry Pratchett’la birlikte yazdığı Good Omens’tir. Ardından Neverwhere (1996) gelir. Gaiman’ın Shakespeare hayranlığı da hikâyelerinde kendini belli eder. The Sandman’de üç ayrı hikâyede Shakespeare bir karakter olarak bulunur. Morpheus ile anlaşma yapan Shek (böyle kısaltma mı olur lan?) aldığı ilham karşılığı rüyalar efendisini yüceltmek için iki hikâye yazacaktır. Ayrıca Anansi Boys’da da Hamlet ve Macbeth’e birçok gönderme mevcuttur. Gaiman, romanları ile de sayısız


ödüle kavuşmuştur. American Gods ve Coraline ile Hugo, Nebula, Bram Stoker Award gibi neredeyse o yılın bütün önemli bilim kurgu/fantezi ödüllerini toplamıştır. Ayrıca Anansi Boys da Hugo’ya aday olmuş ancak Gaiman jüriden romanının çekilmesini ve genç yazarlara şans verilmesini istemiştir. Gaiman’ın hikâyeleri sayısız filme de çevrilmiştir. Özellikle Robert De Niro, Michelle Pfeiffer ve Claire Danes gibi isimler ile göz dolduran 2007 yapımı aşkı için her şeyi göze alan bir gencin paralel evrende yaşadığı maceraları konu alan Stardust iyi bir başarı yakalamıştır. Senarist olarak da çalışan Gaiman Beowulf’un hem prodüktörlüğüne hem de senaryosuna imza atmıştır. 2009’da vizyona girmesi düşünülen Coraline ise Stop/Motion tekniği ile çekilen bir animasyon olacak. Bir röportajında ise yazar gelecekte Gılgamış Destanı’nı senaryolaştırmak istediğini söylemiştir. Arkadaşları için şarkı sözleri de yazan Gaiman’ın özellikle Tori Amos ile ilginç bir ilişkisi vardır. Ünlü şarkıcı, Tear in Your Hand şarkısında “If you need me, me and Neil’ll be hangin’ out with the dream king. Neil says hi by the way.” (Eğer bana ihtiyacın olursa Neil ile rüya kralının yanında olacağız. Bu arada Neil’in sana selamı var.), Space Dog’da ise “Where’s Neil when you need him?”(İhtiyacınız olduğunda Neil nerede?) şeklinde yazara göndermelerde bulunmuş. Neil de boş durmamış şarkıcının bir albüm kapağına kısa bir hikâye ile destek vermiş ayrıca Stardust’da da Tori Amos’u hikâyeye bir yan karakter olarak katmıştır. Yarattıkları ile ilgili haklarının peşinde olan Gaiman bu yüzden McFarlane oyuncakları ile de davalık olmuştur. Bir bölüm yazdığı Spawn için yarattığı üç ayrı karakterin kendinden izinsiz oyuncağının yapılması yüzünden açtığı davayı kazanarak hesabına yüksek meblağlı bir rakam eklemiştir. Ancak onca kazancına rağmen ilk günkü amatör ruhunu da hiç kaybetmez. Yayımcısını arayıp “Hırvatistan’dan gelen 93 Amerikan Doları’nı gördün mü?” diye mutlu olan bir yapıya da sahiptir. Onun için önemli olan paradan ziyade yarattıklarının üzerindeki hakkı ve dünyanın her yerinde bulunan fanlarıdır. Buna en güzel örnek, Gaiman’ın American Gods’ın pazarlaması için başladığı blogudur. Çok farklı bir şekilde gelişen site ve aylık hit sayısı 1 milyonu aşan internet sitesi fanlarının yazara olan yakınlığını arttırmıştır. Hemen hemen hayatı ile ilgili tüm detayları (http://journal.neilgaiman.com/) bu günlükte bulmak mümkündür. Fanlarına verdiği önemi anlamak için yazarın bir başka anısını da yazmakta fayda var. Her romanından sonra neredeyse tüm Amerika’yı dolaşıp imza günleri düzenleyen yazar her gelene imza dağıtmak için kendini hırpalamaktadır. Bir gün Stephen King yazarın imza gününe gelir ve akşam evine yemeğe davet eder. Ancak yazar fanlarını hoşnut tutmak için o kadar geç kalır ki en sonunda kendini gece yarısı otelin lobisinde King ile hamburger yerken bulur. King genç yazara “Eğer bir imza gününe bir buçuk saat ayırdıysam süre dolduğu an masadan kalkarım. Sen de bunu yapmalısın,” der. Ancak Gaiman hala Stephen King’in yıllar önce verdiği bu öğretiye uymadığını söylemekte. Sanatçının yeni romanı The Graveyard Book iki ay içerisinde Amerika’da raflardaki yerini alacak. Hayaletler, gulyabaniler ve kurt adamlar gibi mezar sakin(!!?)leri tarafından yetiştirilen bir mezarlıkta doğup büyümüş Bod adlı ufaklığın hayata bakışını anlatan roman özellikle genç okurlar için hazırlanmış. Ancak tabii ki tüm fantezi meraklıları için önerilebilir. Türkiye’de Sandman kitapları dışında Yıldıztozu, Coraline, Pratchett’la beraber kaleme aldığı Bir Kıyamet Komedisi (Good Omens) ve Amerikan Tanrıları çevrilen Gaiman’ın bu yeni romanı umarız en yakın zamanda Türk okurları ile de ana dilimizde buluşur.

15

Masis ÜŞENMEZ www.otekisinema.com





GÖLGE | Eylül ‘08

“...başladı klon savaşları!” Merakla beklenen Star Wars: Clone Wars galası 12 Ağustos’ta yapıldı. Warner Bros. Türkiye’nin düzenlediği gala güzeldi; özel bir TV kanalı canlı yayın yaptı, günlük bir gazete bol bol fotoğraf çekti, bir başka TV kanalı film çıkışında hayranların görüşlerini aldı. Gelin bu galaya bir Stormtrooper ve Dark Lady kostümlerini değişimli olarak giyen bir hayranın gözünden bakalım…

*

*

*

Stormtrooper zırhını Kadıköy’den İstinye Park / Sarıyer’e taşımak zordu, ağabeyim çok yardımcı oldu o konuda. Kostümümü arabasıyla iş yerine götürdü, ben oradan aldım. Yalnız daha önce bir kez gitmiştim onun iş yerine ve Bebek’in üst yollarını hiç bilmiyorum. Taksiye bindim; taksici de dolaştıkça içine sıkıntı gelen bir tipmiş. Kaybolunca adama sıkıntı bastı, panik atak geldi. Neyse, kazasız belasız atlattık. İstinye Park’a ana kapıdan girdim. X-Ray’in yanına koca koliyi koydum. Anlattım işte, böyle böyle, Warner Bros. galası için geldim, görevliyim, falan filan... Üstümde de GAP mağazasından aldığım GAP NEW YORK tişörtü var. “Tamam, siz geçebilirsiniz,” dedi erkek güvenlik görevlisi. Fakat oradaki kadın da ayrıca sorguya çekti beni, ona da anlattım. Kadın durdu, durdu, en sonunda “Siz GAP’te mi çalışıyorsunuz?” dedi. * * * Sineması alt kattaydı, yemek katında. O kata inmek için asansöre binmek lazımdı, tabii ki koca koli ile… Asansörü beklerken, bir kadın geldi yanıma, bebek arabalı… Benimle aynı asansöre binmedi nedense… Aşağı indiğimde, herkes tip tip bakıyordu, ama hakkını verelim, kask kolinin üstündeydi. Acaba ona mı bakıyorlar? Neyse otururken, kızın teki geldi, baktı, baktı, gitti. Sonra gene geldi, “Abla bu ne?” dedi. Ben de “Kostüm,” diye yanıtladım. Gözleri büyüdü, şöyle bir daha baktı, “Haa...” dedi ve gitti. Gene millet tip tip bakıyor, ortalıkta çok Arap var. Araplar tip tip bakar, bizimkiler tip tip bakar, bunlar tip tip bakar, şunlar tip tip bakar... Yahu burası İstinye Park! Capitol falan olsa, neyse… Burada gala olur, ünlü gelir… Onlara nasıl davranıyorlar, çok merak ediyorum! Neyse... Derken Ateş’le Yiğit geldi. Birlikte lafladık biraz. Koliyi aşağı taşıdık, sonra diğer arkadaşlar geldi. Bu sırada fonda Star Wars müzikleri çalıyordu tabii ki... Giyinmem uzun sürüyor diye Ateş ve Yiğit bana yardım ettiler. Fakat Warner Bros. yetkilisi Ateş’i çağırdı. Biz Yiğit’le kostümü giymeye devam ederken, Ateş geldi dedi ki; “18.10’da televizyonda Yekta Kopan’la canlı yayına çıkıyoruz.” Saate baktım, saat 18.00! Ve ben daha giyinmemişim! Üstelik daha Ateş’le Yiğit de giyinecekler! * * *

19


GÖLGE | Eylül ‘08 Hemen hızlıca yardımcı oldu Yiğit bana, sonra onlar giyinirken, ben de Warner Bros. yetkilisinin yanına gittim. Yukarı çıktık, konuştuk, gerçekten çok hoş insanlar. Hayranlarla ilişkileri gerçekten iyi… Konuşurken, bir yandan da Ateş’i arıyorlar, çünkü canlı yayına çıkacağız, dakikalar kalmış! Heybetli, boylu poslu, Dave Prowse’u aratmayacak nitelikte olan Ateş, Darth Vader zırhı ile ortaya çıktığında, insanların gözlerindeki parıltıyı ve korkuyu görmeliydiniz! Bir anda ne yapacaklarını şaşırdılar. Bu anı değerlendirmek için zaman yoktu, hemen yukarı, canlı yayına çıktık. Yayın bitti, televizyon ekibine teşekkür edip, alt kata indik. Aşağıda ciddi bir kalabalık, ellerinde ışın kılıçları, kostümleri ve tişörtleri ile bizi bekliyordu. Fotoğraf çekimleri, konuşmalar derken, benim pilim bitmişti. Bir de o zırhın içi sauna gibi, yani kilo vermenin en ideal yolu. Sizi öyle bir terletiyor ki, hele de bu sıcakta... Warner Bros. yetkilisi ile konuşurken, Ateş ufak bir mola vermek için oturdu. Yetkili sanırım biraz korkmuştu enerji kaybetmemizden, hemen bize Redbull ikram ettiler. Fotoğraf da çektiler elimizde Redbull’larla, bilboard’larda görürseniz şaşmayın... * * * Daha fazla dayanamayacağımı anlayınca, Stormtrooper kostümümü çıkartıp, kendi öz kıyafetim olan Dark Lady kostümümü giydim. Biraz da öyle dolaştım etrafta, sonra filmin başlama saati yaklaşınca salona girdik. Film gerçekten güzeldi, “spoiler” vermemek adına film hakkında bir şey söylemeyeceğim. Filmden sonra gazeteciler, diğer hayranlar ile birlikte bol bol fotoğrafımızı çektiler. Konuştuk, sohbet ettik ve bir Star Wars galası daha böylelikle son buldu. * * * Orada kendilerine teşekkürlerimi ilettim, buradan da ileteyim; gerçekten çok güzel bir gala oldu. Film de, gala da güzeldi; atmosfer harikaydı. Warner Bros. Türkiye ekibine, bizi yalnız bırakmayan Star Wars hayranı, Yıldız Savaşları.Com üyesi dostlarıma, şahsım ve YS.com adına teşekkür ederim. Bir sonraki galada görüşmek üzere, Güç Sizinle Olsun! Cansu KORKMAZ www.yildizsavaslari.com

20


ÖYKÜ ÖZEL SAYISI ÖYKÜ ÖZEL SAYISI

Hikmet Temel AKARSU Aylin AYVAZOĞLU BAŞEKİM Hikmet Murat Temel AKARSU CANBABA AylinGöktuğ AYVAZOĞLU Murat BAŞEKİM Erol ÇELİK Göktuğ CANBABA Ozancan DEMİRIŞIK Erol ÇELİK Aşkın GÜNGÖR Ozancan DEMİRIŞIK Serdar KÖKÇEOĞLU Aşkın GÜNGÖR ÖZTEKER Serdar Oğuz KÖKÇEOĞLU ŞAHİN OğuzGökcan ÖZTEKER Nuray TEKİN Gökcan ŞAHİN Utku TÖNEL Nuray TEKİN Utku TÖNEL Masis ÜŞENMEZ Masis Sadık ÜŞENMEZ YEMNİ Sadık YEMNİYÜKSEL A. Hamdi A. Hamdi YÜKSEL

KORKU, BİLİM KURGU, FANTASTİK KURGU KORKU, BİLİM KURGU, FANTASTİK KURGU VE POLİSİYE ÖYKÜLERLE VE POLİSİYE ÖYKÜLERLE

15 EYLÜL’DE BİLGİSAYARINIZIN MASA ÜSTÜNDE 15 EYLÜL’DE BİLGİSAYARINIZIN MASA ÜSTÜNDE www.jedbang.com’un genç yazarlara desteği ile...


GÖLGE | Eylül ‘08

Başlangıçta Söz vardı...

ÇÖPÇÜ

Hayatta kalabilenler için fazla bir anlam ifade etmeyen bir cümle. Hâlâ geçmişe özlem duyacak kadar aklı başında olanlar için -ki onu hatırlayanların sayısı gün geçtikçe azalıyorküçük bir avuntu. Uzaklaşan günlerin kötü yönlerinin törpülendiği, ya da uzaklaştıkça seçilmesinin zorlaştığı gerçeğiyle düşünüldüğünde, doğruluğu yıllar sonra tavan arasında bulunan bir gençlik fotoğrafındaki yüzler kadar gerçek bir önerme. Bu toz ve kül ile örtülü ikinci el medeniyetin ortasında cılız bir umut, bir ışık, bir efsane. Söyleyecek bir şeyinden çok, yapacak işleri olan adamlar için ise sessizlikten bile kötü. Tüm o anlaşmalar ve ittifaklar, kararlar ve imzalar, paktlar, tanklar, füzeler, atomlar ve parıldayan ışıklar. Hepsi, hepimizin kafasını tam anlamıyla ütülediğinde istediğimiz tek şey, bir an önce gelmesini beklediğimiz sessizlikti. Ama önce televizyonların sesi biraz açıldı, sonra nutuk atan sesler gürleşti, sonra sokaklarda atılan sloganlar diğerlerinin sessizliğinin ırzına geçti. Ardından derin bir huşu içinde üç kıtaya yapılan naklen yayınlarda okunan bildiriler ve ardından gelen derin bir sessizlik, bir es. Hemen sonra gelen kreşendoyla gürleyen ise makineler oldu. Önce tüfeklerin ördüğü ezgiyi toplar geliştirdi, ona milyonluk korolar katıldı ve son notayı, eski bayramlardaki geçitlerden tanıdığımız nükleer füzeler vurdu.

...ve sonrasında hiç kalmadı.

İşte şimdi bir şeyler söylemeye başladın. Yıkıntıların arasında hayatta kalmak, aç karnını doyurmak ve eğer mümkünse akşam için birkaç yudum içki tadabilmek bir çöpçünün hayatının büyük bölümünü kaplar. Bu yıkıntı şehirlerde etraf hayal edebileceğinizden bile fazla çöple kaplıdır ve kabul edersiniz ki, bu kadar meşgul olan kimseler için boşa konuşmaktan daha iyi işler vardır. Bu hengâmenin orta yerinde, işi çoktan bitenleri yeniden var etmek uğruna her gün yeniden başlayan bir arayışın gönüllüleridir çöpçüler. İnsanlıktan ve insanlardan arta kalanları karıştırıp, tekrar kullanıma sokmakla görevli, daha doğrusu kendine bu görevi uygun görmüş insanların işidir. Eskiden büyük bir kozmetik fabrikasından bugün pekâlâ bir hastane yapılabilir ve savaşta miladını doldurmuş toplar için yapılabilecek en iyi şey, onu el arabasına atıp demircinin birine satmaktır. Çünkü küllerinden doğacak olan medeniyet ilk fırsatta o topu ateşleyecek barutu bir yerlerden edinecektir. Benim gibi çöpçülerin görevi ise, İnsan denen o azman yeniden palazlanmadan önce, ortadan kaldırılması gerekenleri toplayıp onlara daha uygun işler seçmektir. Savaş sonrası medeniyetin sayılı güzel yanlarından biri de, ortalama insanın “çöp” diyerek geçiştirdiği ve bunları toplamayı kendine görev edinmiş olan benim gibilere, eski düzenin aksine meslekte uz-

22


manlaşma şansı tanımasıdır. Kuşkusuz ben de eski silahların işe yarar aletlere dönüşmesine vesile olmuşumdur ve elbette ki elimden birçok mekanik, elektronik alet geçmiştir ve en az yarısını kullanılabilir hale getirebilmiş, insanlığın yararına sunmuşumdur ancak; özenle ve azimle aradığım tek bir şey var; kitap. Evet, böyle bir zamanda garip ve hatta aptalca görünebilir ama bir çöpçü olarak bunun da görevlerimin arasında görüyorum. Geçmişin izlerini eşelerken, aralarında bulduklarımı üşenmeden ve tek bir kuruş dahi etmeyeceğini bile bile topluyorum. Fırsat oldukça, onlarla konuşup, söylediklerini dinliyorum. Cesaret edebildiğimdeyse, kıyısına köşesine, ufak bir şeyler karalıyorum ve yitirdiklerimi kâğıtlarda yeniden inşa ediyorum. Belki bir gün, Söz yeniden olur, büyür diye umut ediyorum, çünkü bu geride kalanlar için hayatın ta kendisi. Utku TÖNEL kendime.blogspot.com Emre ÇILDIR cemre.deviantart.com


GÖLGE | Eylül ‘08

ART SCHOOL CONFIDENTIAL Yeni bir Daniel Clowes Uyarlaması… Terry Zwigoff ismini sinemaseverler ilk olarak ünlü çizgi romancı ve Charles Bukowski’nin bazı öykülerine de illüstrasyonlar hazırlayan Robert Crumb’ın hayatını anlattığı belgesel çalışması Crumb ile tanıdı. Bu çalışmasıyla özellikle Amerika’da birçok festivalde ödül alarak, çıkışta olan Amerikan Bağımsız Sineması’na yeni bir soluk getirdi. Sonraki filmi için aradan yedi yıl gibi uzun bir süre geçmesini bekleyen Zwigoff, Daniel Clowes’in çizgi romanından uyarladığı, liseden mezun olmuş fakat gelecekte ne yapacaklarına karar verememiş, sıradan işlerde çalışmalarına rağmen böyle yaşamak istemeyen, birbirinden ilginç iki genç kız karakterine odaklı filmiyle yine hatırı sayılır bir başarı yakaladı. Thora Birch, Scarlett Johansson ve Steve Buscemi’nin inanılmaz performanslar sergiledikleri, hem müzikleriyle hem eğlenceli diyaloglarıyla tam bir bağımsız başyapıtı olan Ghost World sonrasında Bad Santa’na, yönetmenin yavaş yavaş kemikleşen seyirci kitlesini memnun etmedi. Yönetmen Art School Confidential ile tekrar Daniel Clowes’in çizgi romanını beyaz perdeye uyarlayarak belki de en iyi yaptığı işe geri dönüyor. Art School Confidential ve Ghost World filmlerini aslında birbirinden ayırmak zor. İki filmde Daniel Clowes eserinden uyarlandığı gibi, iki filmin de karakterleri aşağı yukarı aynı doğrultuda. Filmin başkarakteri Jerome Platz, küçüklüğünde okulda diğer çocuklardan dayak yiyen, sürekli ezilen ama zeki ve yetenekli bir çocuk. Okul temsilinde Picasso’yu canlandırması da onun istediklerini yapacak kapasitede olup, bunları yapacak cesareti ve isteği bulamamasından kaynaklanıyor. Jerome’nin bu yeteneği ve dünya görüşü, onu diğerlerinden ayırarak, dünyanın geri kalanı gibi sıradan olmasını engelliyor. Diğer insanlar gibi yaşayarak, onlar gibi davranmıyor. Bu yüzden istediği kızla birlikte olamıyor, okulda sürekli Ghost World’ün Enid’i gibi bir ucube olarak görülüp, onun yeteneğine sahip olamayan, sıradanın ve toplumun çoğunluğunu temsilen her tarafta görmeye alışık olduğumuz insan güruhları tarafından dayak yiyip, aşağılanıyor. Bütün bu yaşadıkları onun toplumla olan bağını koparttığı gibi kendi içine dönerek, yine tıpkı Enid’de olduğu gibi kendi yeteneğini keşfetmesini sağlıyor. Jerome’da aslında bir Picasso. Bunu fark etmesi, bu yeteneğini su yüzüne çıkarması içinde; bir dâhinin yaşamında rastladığımız şekilde toplumdan kopması gerekiyor. Kendi gibi olmayanlardan ölesiye korkan ve onları kendilerine benzetmeye çalışan bir dünyada, Jerome kendisi gibi olmaya çalıştığı için toplum tarafından dışlanıyor. Zwigoff’un toplum ve birey arasındaki bu ayrıksılığın altını çizdiği sekansların en önemlisi, Art School Confidential’in izleyicilere sunulduğu sekans. Bu sahnede okula başlayacak birçok öğrenciyi görüyoruz. Öğrencilerin neredeyse hiçbiri toplumsal kalıplar içinde değerlendirilince “normal” değil. Birbirinden ilginç, sakar ve “sorunlu” tip var. Bunlar ayrı-

24


ca, yaratıcılıklarını dışa vurmak, kendi farklılıklarını göstermek ve “sıradan” olandan ayrı ve farklı olduklarını vurgulamak için birçok ilginçliğe de başvurmaktan çekinmiyor. Ama film ilerledikçe aslında sanat okulundaki gençlerin de ister istemez, kendi içlerinde kısır bir döngüye girdiklerini ve dünyanın geri kalanı gibi onların da sıradanlaştığını görüyoruz. Yaratıcılık, bir süre sonra klişe ve sürekli birbirini tekrar eden etkinlerle köreltilerek, sıradanlaşıyor. Farklı olduğunu zannedenler de, bu döngünün içinde sanat ve sanata dâhil klişelere saplanmaktan kurtulamıyor. Bu okul içindeki karakterlerden, aynı zamanda toplumun baskısının boyutlarını ve insanları sıradanlığa yöneltmesinin gençler üzerindeki psikolojik etkilerini de gözlemleme fırsatını buluyoruz. Karakterlerin kendilerini bulma ve sanatın özünü oluşturan bireysel yaratıcılığı keşfetme yolculuğunda, Ghost World’de Steve Buscemi’nin oynadığı Seymour karakteri gibi, bu filmde de Jimmy karakteri var. Zwigoff filmlerinde katalizör görevini üstlenen bu yan karakterler, başkarakterlerin bir anlamda büyümüş halleri olarak da yorumlanabilir. Filmin en eğlenceli karakterlerinden biri olan Jimmy, yaratıcılığının sınırına ulaşmış ve toplumdan ayrıksılığı nedeniyle bir süre sonra insanlıktan nefret eder hale gelmiş. Düzenin nasıl işlediğini çok iyi bilen, iyinin yerine yalakanın prim yaptığını genç yaşında anlayan ve bu düzenin içinde olmak istemediği için de, zar zor yaşamını sürdüren bir serseri görünümde olsa da, onun da gençliği aslında Jerome’den farklı değil. Jerome’nin gözlerinin açılmasını da yine Jimmy sağlıyor. Zwigoff bu filmiyle, diğer filmlerinde de görmeye alışık olduğumuz sanatla iç içe olan yapısını sürdürerek, bunu bir adım daha ileriye taşıyor. Sanat nedir, sanatçı kimdir, sanat nasıl olmalıdır sorularına da yanıtlar arıyor. Bunları da Strathmore Sanat okulundaki karakterlerinin yaşamlarından yola çıkarak diyalektik bir anlatımla izleyicisine veriyor. Sanatla ilgili soruları dışında, günümüzde sanatın ne hale geldiğini ve sanatçıların karşılaştığı durumları da filmin sonlarında göstermeyi ihmal etmiyor. Sanattaki yüzeyselliğin, kitle kültürünün, tüketim olgusunun altını çizdiği gibi, sanatın da yeniden üretilerek birer tüketim malzemesine dönüşme evresini çok iyi betimliyor. Bireyin özgürlüğü ile sanatın bağımsızlığını da aynı doğrultuda anlatan, toplumsal baskının bireyler üzerindeki etkilerine vurgularda bulunan Art School Confidential; içinde yaşadığı çağa ayak uyduramayan insanların yaşamlarını tıpkı Ghost World’deki gibi eğlenceli ama etkileyici, melankolik ama mutlu sona seyreden bir anlatımla veriyor. Son söz olarak, efeminen sanat hocası Sandiford rolünde John Malkovich, yaşlı, huysuz ve serseri ressam Jimmy rolünde Jim Broadbent, Jerome’nin oda arkadaşı nevrotik yönetmen adayı Vince rolünde Ethan Supple ve sanat galerisinden bozma bir restoran işletmecisi rolündeki Steve Buscemi’nin müthiş performansları da filme ayrı bir renk katmış. Bunu da belirtmek gerekiyor.

Barış SAYDAM burnout.blogcu.com


GÖLGE | Eylül ‘08

KÖY ANISI Bu yönde bir talebim olmadığı halde devlet memuru olan babamın beni özel bir kolejde okutmak için maddi anlamda kendini zorlamasını hiç önemsemeyişimi nankörlük saymazsak, şunu açıkça ifade edebilirim ki böyle bir okulda okumak da zor be birader… Nasıl ki babalık görevi bostanda bitmiyorsa, başkentin özel okullarından birinin sınavını kazanmak da kolay değildi. Ben sınavı kazandım, babam da üzerine düşeni yaptı ve daha rahat bir yaşam sürmekten feragat edip, beni kolejde okuttu. İngilizce anlatılan fizik, kimya ve matematik derslerinin yanı sıra haftada on beş saate yakın İngilizce dersi görmek de kolej öğrencisi olmanın cilvesiydi. Böylece sadece babam değil, ben de zorlanmış oldum. Her ne kadar o yıllarda bilgisayarlar günümüzdeki kadar yaygınlaşmamış, bırakın evleri, henüz şirketlerde bile kullanılır hale gelmemişse de, beni ve sınıf arkadaşlarımı ülkemizin gündeminden çok yurtdışında yayımlanmakta olan Pop Rocky ve Sports Illustrated dergileri, yabancı müzik gruplarının piyasaya yeni çıkan Long Play’leri (halk arasındaki daha genel ismiyle plakları) ve okuldaki hangi öğrencilerin “Top Ten” ayakkabısı giydiği ilgilendiriyordu. Benim gibi biraz daha sıradışı olanların bir başka derdi de, Sgt. Rock, Haunted Tank, Jonah Hex ve Scalphunter adlı Amerikan çizgi romanlarını toplayabilmekti. Birçoğunun kapağı sökülmüş olsa da, bu dergileri okumaktan büyük keyif alıyordum. Okuldaki birkaç arkadaşımla okuduklarımızı tartışmak ve arada bir değiş tokuş yapmak da bir o kadar anlamlıydı. Fakat bunun ne değerli bir paylaşım olduğunu ancak üniversitede okumak için İstanbul’a gidince ve öğrenim hayatım boyunca yurtta kalınca anladım.

26

*

*

*


Çok az sayıdaki kolej ve Anadolu Lisesi mezununun dışında, yurtta kalan öğrenciler arasında beni anlayan kimse yoktu. Onlar, Judas Priest değil Zülfü Livaneli dinliyor, Pop Rocky yerine Cumhuriyet gazetesi okuyor, Adidas’ın son çıkan ayakkabı modelinden ve James Cameron’un yurtdışında olay yaratan filmi The Abyss’den çok, kızlarla ve köprü altında bira içmekle ilgileniyorlardı. Benden başka, Sgt. Rock ve Jonah Hex’in ismini duymuş tek bir kişi bile yoktu. Oysa fazla memleket tecrübesi bulunmayan ben, yurttaki öbür öğrencilerin de kolejdeki arkadaşlarımla aynı dünya görüşüne sahip olduklarını, benzer şeylerle ilgilendiklerini sanıyordum. Meğer bu ne büyük bir hataymış! Yurda kayıt olmamın üzerinden üç hafta geçmiş ancak diğer öğrencilere bakış açımda henüz hiçbir şey değişmemişti. Ben onların gözünde totok, onlarsa benim gözümde ağabeydi. Bir cumartesi sabahı etüt odasında oturmuş, ayaklarımı bir başka sandalyeye uzatmış,

çok sevdiğim ve kitaplarını takip ettiğim bir İngiliz yazar olan James Herbert’in Domain adlı romanını okuyordum. Üçte ikisini bitirdiğim dört yüz yirmi sayfalık kitap öylesine sürükleyiciydi ki ağabeylerden birinin odaya girdiğini fark etmedim bile… “Doğru otursana lan, totok!” Elimdeki korku romanıyla zaten gerilmiştim fakat Ufuk abinin sesini aniden duyunca, hepten irkildim. “Efendim abi?” “Lan totok, dün boktun, bugün koktun… Kave mi koçum burası? Ne diye böyle hayalarını yaymış oturuyorsun?” Uzattığım bacaklarımı sandalyeden aşağıya indirdim. İster istemez toparlandım ama benden en az üç yaş büyük olan bu kabadayının ne derdi olduğun doğrusu anlamamıştım. “Napıyosun burda?” Yakaladığımı yapıyorum, kaçan kurtuluyor; demedim tabii ama aklımdan geçmedi de-


GÖLGE | Eylül ‘08 sem yalan olur. Anlaşılan herif bela arıyordu ama ben onun belası olmayacaktım. Hâlbuki o, belasını değil, bela olabileceği birini arıyordu. Öylesine saftım ki, yurda ilk defa gelen öğrencilere tam bir yıl boyunca boşuna totok denmiyordu. Bense daha bu kelimenin anlamını bile bilmiyordum. Herhalde acemi, saftorik, civciv filan gibi bir şeydi. “Napiyim abi, kitap okuyorum.” “Yok ya… Aman ne güzel… Ne kitabıymış bu?” “Abi bu herif çok iyi bir yazar. Hani İngilizler soğukkanlı olur filan derler ama bu adam duyguları ve hissedilenleri çok iyi yazıyor. The Rats adlı serinin üçüncü cildi bu kitap. İkincisi Lair ismini taşıyordu. Daha bu yazın başında okumuştum; o da güzeldi. Ama bu roman da süper! Biraz bahsedeyim istersen. Şimdi, ilk kitapta sıçanlar tüm İngiltere’yi ele geçiriyor___” “Orası kesin oğlum; zaten o lavuklar sıçtılar dünyanın içine…” “Yok abi, öyle demek istemedim! Hani kanalizasyonlarda yaşayan böyle dev gibi fareler ol___” “Kes lan, uzatma! Ben öyle diyorsam, öyledir…” dedi ve kitabı elimden aldı. “Lan totok, bu kitap İngilizce değil mi? Ne yani sen şimdi bu yazılanları okuyup, anlayabiliyor musun, yoksa bize hava mı basıyorsun?” “Yok abi, ben sadece resimlerine bakıyorum!” Çok şakacı bir kişiliğim var ya, sonucunu hiç düşünmeden espriyi patlattım. Ama Ufuk abim benim bu lafımı ciddiye alıp da elindeki romanın sayfalarını çevirmeye başlayınca, onunla apayrı dünyaların insanı olduğumuzu hemen anladım. “Totok; maytap mı geçiyon lan sen benle? Resim filan yok ki bunun içinde…” Kitabımı bana geri uzattı, “Hani nerde, göster de biz de bakalım!” Ya Aykut ne salak adamsın sen ya… İki dakika diline hâkim olamadın, iş iyice boka sardı! Anlat bakalım şimdi derdini, diye düşündüm kendi kendime. “Abi şimdi şöyle… Ben kolej mezunuyum, benim mezun olduğum lisede herkes böyle kitaplar___” Ufuk abim sözümün devamını dinlemeyip, “Siz paralı biz beleş, ibne kolej! Siz paralı biz beleş…” diye naralar atarak odanın içinde dolanmaya başladı. Keşke liseyi bitirmeseydim de bu angutlarla hiç muhatap olmasaydım, diye aklımdan geçti. Sağ olasın babacığım, bu kıyağını asla unutmayacağım, diye düşündüm. * * * Ancak henüz orta üçüncü sınıfa devam ediyordum ve böylesine trajikomik durumlara düşmeme daha uzun yıllar vardı. Gene de kışın sıcağı, yazın da soğuğu özleyen tüm insanlar gibi, ben de halimden memnun değildim. Her şeyi eleştiriyor, sınıfımızın en güzel kızı Suna’dan başka, kimseyi beğenmiyordum. Keşke sürekli şikâyet etmek yerine, elimizdekilerin kıymetini bilebilsek… Ne diyordum? Evet, orta üçe gidiyordum ve İngilizce öğretmenim, bir sonraki derse yetiştirmek üzere evde bir kompozisyon yazmamızı, hazırlayacağımız metinde köydeki bir anımızı anlatmamızı istemişti. Tabii ki bir sonraki ders ertesi gündü ve ben hayatım boyunca hiç köye gitmemiştim. Annemin, Trakya göçmeni olan ailesi seneler önce İzmir’e yerleşmişti. Aslen Adanalı olan ve çocuk yaşta annesi kansere yenik düşen babam ise, üniversite öğrenimi esnasında da dedemi kaybedince, Ankara’ya yerleşmişti. Ben de – tıpkı ablam gibi – tüm öğrencilik hayatım boyunca, başkentte yaşamıştım. Yaz tatillerindeyse Antalya’daki yazlığımıza ve İzmir’deki anneannemlere gidiyorduk. Hatta bir ay süreyle, Berlin’de yaşayan dayımın yanına gitmişliğim de vardı. Üstelik babam bana söz vermişti, şayet iyi bir üniversite’nin tıp fakültesini kazanırsam, tüm masraflar kendisine ait olmak üzere iki hafta boyunca Londra’da kalacaktım Yani Vatikan’da yaşayan Papa ne kadar ateistse, ben de o kadar köylüydüm. Dolayısıyla hayatımın tek gününü bile köyde geçirmemiştim. Ayrıca köy denince aklına Kadıköy, Bakırköy ve Karaköy semtleri gelen biri olarak, yazabileceğim herhangi bir köy anım yoktu. Yegâne seçeneğim, köyde yaşamanın nasıl bir şey olacağını hayal etmek ve bunu kâğıda dökmekti. İyi ama köyde hiç bulunmamış biri olarak bunu nasıl başaracaktım?

28


Ablama sorsam, aynı konumda bulunduğumuzdan bana hiç bir şey anlatamayacak, hatta belki de yüzüme bakıp, benimle dalga geçecekti. Dolayısıyla böyle bir alternatifim yoktu. Annemin de çocukluğu ve gençliği şehirde geçmişti. Hatta o İzmirli bile değil, Karşıyakalıydı. Hep merak etmişimdir; neden İzmirli değil de, Karşıyakalıdır orada ikamet edenler? Karşıyaka bir şehir midir? Tabii ki değildir. E öyleyse, neden böyle söylerler? Babam da köylü değildi, Adanalıydı. Üstelik neredeyse yirmi beş yıl önce memleketinden ayrılmıştı. Odamdaki müzik setine bir kaset koydum. AC/DC Adlı Avustralyalı Hard Rock grubunun, Highway to Hell albümünü dinleyecektim. İlk notalarla birlikte sesi biraz daha açtım ve köy ortamını hayal etmeye koyuldum. Ama ne mümkün? Albümün üçüncü şarkısı, olan Walk All Over You’dan sonra kendimden geçtim. Hayal gücüm beni bambaşka bir âleme taşıdı. Kendimi grubun gitaristi Angus Young gibi görüyor, ablamın tenis raketini elime almış, onunkine benzer hareketler yapıyordum. Gören de müzik setinde yükselen müziği, benim çaldığımı sanırdı. Beşinci şarkıya geldiğimizde tamamen hayale dalmış, gözlerimi yummuş, tüm benliğimi şarkıya vermiştim. Elimdeki raketle odanın bir ucundan diğerine koştururken ter içinde kalmıştım. On bin kişinin hınca hınç doldurduğu konser salonundaydım. Gibson marka gitarımdan çıkan melodilerle grubumuzun hayranlarını mest etmekteydim. Pancar gibi kızaran suratımda ve koltuk altlarımda biriken ter, gerçekti. Solist Bon Scott ile sırt sırta verip, If You Want Blood şarkısını icra etmeye başladık. Tüm salon, “ey-si-di-si, ey-si-di-si” diye çınlıyor, şarkımızın sözlerini bilenler grubumuzun vokalistine eşlik ediyordu. “If You Want Blood,” dedi Bon ve tüm salon bir ağızdan cevapladı; “YOU GOT IT!” Bir an, en ön saftaki hayranlarımızdan biriyle göz göze geldim. Aman Tanrım, bu ne güzel bir kız böyle, diye düşündüm. Sınıfımızın en güzel kızı Suna’ydı bu! Artık parmaklarım


GÖLGE | Eylül ‘08 kendiliğinden şarkıyı çalıyor, gözüm ondan başka kimseyi görmüyor, kulaklarım salondaki çığlıkları duymuyordu. Suna’ya bakıp gülümsedim, şarkının solosunu çalarken koca sahnenin ona en yakın bölümüne gittim ve dizlerimin üzerine çöktüm. Odamın kapısı ne zaman açıldı, babam ne vakit kapının eşiğinde dikildi de halının üzerine diz çökmüş tenis raketiyle gitar çalan oğlunu gördü, hiç bilmiyorum. Fakat mutfaktaki anneme seslendiğini gayet net bir şekilde duydum. “Gülay… Gülay… Gel hanım gel… Kolejde okusun diye çuvalla para ödediğimiz oğlumuz, nasıl ders çalışıyor, gel de kendin gör… Ben daha ne diyeyim? Allah, akıl fikir versin evladım!” Oğuz ÖZTEKER oguzozteker@yahoo.com İllüstrasyonlar Şükrü BAĞCI sembol.deviantart.com

30


GİZLİ DOSYALARLA GEÇEN YILLAR Televizyon dizileri son yıllarda geçmişe göre çok daha büyük hayran kitlelerine sahip oluyor. Bunda geçmişte olduğu gibi bir diziyi yayınlandığı günde seyretme zorunluluğunun olmaması önemli bir etken. Artık televizyonlarda da bir dizi defalarca tekrarlandığı gibi yasal, ya da yasal olmayan yollara dizilerin bölümlerine ulaşmak da son derece kolaylaşmış durumda. Bir diğer ekten de diziler ile ilgili çeşitli yorumların ve teorilerin İnternet’te çok rahatlıkla paylaşılabilmesi. Günümüzde Lost, Heroes gibi dizilerin kazandığı popülaritenin nedenlerini bu gibi etkenlere bağlamak mümkün. Ancak 1993-2002 yılları arasında bu tip etmenler ortada yokken, ya da etkisi bugüne göre çok çok azken, bir dizi ancak bugünün en popüler dizilerinin erişmiş olabileceği bir popülerliğe erişiyordu. Bu dizi The X-Files (Gizli Dosyalar) idi. The X-Files, paranormal olayları araştıran birbirlerinden çok farklı iki FBI ajanı çevresinde gelişen bir dizi idi. Bu karakterler, doğaüstü olaylara, özellikle uzaylılara inanan Fox Mulder ve tıp eğitiminden gelen ve her olayın bilimsel bir açıklaması olduğuna inanan Dana Scully idi. Aralarında temelden bir görüş farkı olan bu iki ajan, dizi ilerledikçe birbirlerine iyice yakınlaşacaklardı. Zaten dizi, kendisinden önceki pek çok dizide de olduğu gibi, birbirinden çok farklı bu iki karakterin kendilerine bile itiraf edemedikleri romantik duygularını da çok başarılı bir şekilde veriyordu. Moonlighting, Remington Steele gibi pek çok dizinin lehine işleyen bu durum bu dizinin de lehine işliyor ve dizi devam ettiği sürece Fox ve Mulder’ın birleşmesini isteyen kalabalık bir fan grubu yaratıyordu. Elbette dizinin yapısı gereği bu birliktelik hep beklemede kalacaktı. Ayrıca özellikle dizinin başlarında hemen her bölümde birbirinden bağımsız hikâyeler anlatılarak haftanın canavarı konsepti benimsenmiş olsa da alttan alta ilerleyen bir hükümet komplosu hikâyesi her zaman söz konusuydu, dizi ilerledikçe hikâye daha çok bu yöne doğru kaymaya başlıyor ve dizinin sıkı takipçileri olmayanların gelişmeleri takip etmesi epey zor oluyordu. Ama elbette sıkı fanlar daha büyük keyif alıyorlardı. Yine ilerleyen bölümlerde yan karakterlere de daha çok önem vermeye başlıyor ve giderek onların da ayrı hayranları oluşuyordu. Hatta bu sayede bu diziye ait karakterlerden iki ayrı dizi daha ortaya çıkacaktı. Dizinin tüm hikâyesini burada anlatmak gereksiz ve fazlasıyla uzun olacağından, öncelikle karakterleri tanıyalım. Sonrasında sezon sezon gelişmelerden bahsedelim. Fox Mulder (David Duchovny): Dizinin iskeletini oluşturan iki karakterden biri. Çocukluğunda kız kardeşinin kaçırılmasının yarattığı travma tüm hayatına damgasını vuracak ve uzun süre tüm hayatını kız kardeşini bulmaya ve gizemli olayları çözmeye adayacaktır. Kız kardeşini kaçıranların uzaylılar olduğunu düşündüğü için uzaylılara ve doğaüstü olaylara çocukluğundan beri inanır ve bunlar hakkında geniş kapsamlı bilgi sahibidir. Bunun dışında FBI’da suçluların profillerini çıkartmak konusunda da uzman olarak bilinmesi-


GÖLGE | Eylül ‘08 ne rağmen doğaüstü olaylara inancı onu FBI içinde alay konusu yapmıştır. FBI’daki odasının duvarları tümüyle bu tip olaylarla ilgili resimler, gazete haberleri ve bunun gibi malzemelerle doluyken duvarın en önemli parçası bir uzay gemisi resmi ile birlikte, Mulder karakterinin belkemiğini oluşturan “I Want to Believe” cümlesinin yer aldığı posterdir (ki bu cümle sonradan ikinci X-Files filminin adı da olacaktır). Dizi ilk başladığında FBI’ın gizli dosyalar ile ilgilenen tek elemanı iken (aslında her zaman tek başına olmadığını ilerleyen sezonlarda öğreniriz) Scully’nin aslında onu denetlemek maksadıyla gizli dosyalara atanması ile birlikte başlayan maceraları dizi boyunca devam eder. Dizi ilerledikçe kız kardeşi ile ilgili olayların arkasındaki gerçekleri çözmeye başlar. Babasının da işin içinde olabileceğine dair bilgiler edinir. Dizinin 7. sezonunun sonunda David Duchovny’nin diziden ayrılması nedeniyle Mulder karakteri de uzaylılar tarafından kaçırılır ve ortadan kaybolur. Ancak dizinin sonuna kadar Mulder ile ilgili referanslar devam edecek ve Duchovny kimi bölümlerde oynamaya devam edecektir. Bu ay sinemalarımızda izleyeceğimiz ikinci X-Files filminde de tekrar ana kadroya dâhil olmuştur. Dana Scully (Gillian Anderson): Dizinin diğer ana karakteri olan Scully, kendi gözleriyle görmüş olsa bile her doğaüstü olayın mantıklı ve bilimsel bir açıklaması olduğunu savunur. Tıp eğitimi almış ve bundan sonra FBI’ya katılmıştır. Almış olduğu bu eğitimi zaman zaman kullanır. Hata otopsi yaptığına bile şahit oluruz kimi zaman. Gizli dosyalara atanması Mulder’ı denetlemek ve onun çalışmaları hakkında üstlerine bilgi vermek amacıyla olsa da zamanla Mulder’a güvenmeyi öğrenmiş ve onunla iyi bir ikili oluşturmuştur. Bir bilim kadını olsa da sağlam bir Katolik inancı da vardır ve bu inancının onun hayatını kurtardığına da çeşitli defalar şahit olmuşuzdur. Ayrıca birkaç bölümde gelişen olaylar Scully’nin ölümsüz olduğuna dair sağlam veriler de sunmuştur seyirciye. Her ne kadar Gillian Anderson’un gerçek yaşamdaki hamileliği döneminde dizideki ağırlığı azalmış olsa da Scully her zaman için X-Files’ın önemli bir parçası olmuştur. Walter Skinner (Mitch Pileggi): Mulder ve Scully’nin patronlarıdır. İlk sezonda sadece bir kez karşımıza çıkmasına rağmen ilerleyen sezonlarda her bölümde gözükmese bile dizi içindeki ağırlığı giderek artmıştır. Hatta son sezonda adı açılış jeneriğinde bile geçmektedir. Gözüktüğü ilk bölümlerde çoğunlukla Mulder ve Scully’nin arkasından iş çeviren kişiler ile sıkı bağlantıları olduğu hissedilse de ilerleyen bölümlerde onlara karşı çıkarak Mulder ve Scully’nin destekçilerinden biri olmuştur. Dizinin genellikle çok fazla ön plana çıkmayan ama kilit karakterlerinden biri konumundadır.

32


The Lone Gunmen: Aslında tek bir kişi değil, üç kişiden oluşan bir gruptur. Ama birini diğerinden ayırmak olmaz. Zaten üçlüden sadece birinin ya da ikisinin gözüktüğü bölüm sayısı yok denecek kadar azdır. Genellikle hep üçü bir arada gözükürler. John Fitzgerald Byers (Bruce Harwood), Melvin Frohike (Tom Braidwood) ve Richard Langly’den (Dean Haglund) oluşan grup, çeşitli doğaüstü olayların ve komplo teorilerinin yer aldığı bir dergi çıkartırlar. Elbette bu konulara fazlasıyla ilgi duyan Mulder da bu derginin takipçilerindendir. Kimi dosyalarda Mulder ve Scully’ye fazlasıyla yardım eden üçlüden Frohike aynı zamanda Scully’nin de hayranıdır. Dizinin 9 sezonluk tarihi boyunca olsa olsa 2 sezonu doldurabilecek kadar bölümde gözükmelerine rağmen kendilerine sağlam bir hayran kitlesi de edinmişlerdir ve bunun sonucunda her ne kadar sadece 13 bölüm sürmüş olsa da kendilerine ait bir televizyon dizileri de olmuştur. Ancak yine de The Lone Gunmen’in kuruluş öyküsüne ve başka insanları kurtarmak için kendilerini feda etmelerine yine The X-Files’da şahit oluruz. Cigarette Smoking Man-CSM (William B. Davis): Gerçek adının ne olduğu bilinmediği için (ilerleyen bölümlerden birinde emin olmasak da adını öğreniriz aslında) Cigarette Smoking Man olarak anılan bu karakter dizi boyunca Mulder’ın bir numaralı düşmanı olarak dikkat çeker. Sürekli olarak Morley sigaralarından içtiği için bu adının yanında Cancer Man olarak da anılır (bu arada Morley sigaralarının The X-Files dışında Buffy the Vampire Slayer, Prison Break, Cold Case v.b. pek çok dizide de kullanılan gerçekte var olmayan bir sigara markası olduğunu da ekleyelim). Dizi boyunca CSM’in devlet içindeki ve dışındaki pek çok komploya dâhil olduğunu görürüz. Mulder’la yolları sık sık kesişir ama amacı (en azından dizinin başlarında) onu öldürmek ya da yaptıklarından tümüyle vazgeçirmek değildir. Yoksa bunu yapabilecek gücü her zaman vardır. Daha çok onu amaçları için kullanmak niyetindedir. İlerde hakkında daha fazla bilgiler edinsek de dizinin en gizemli ve belki de en karizmatik karakteridir. Son olarak Mulder’ın gerçek babası olabileceği yönünde ciddi kanıtlar olduğunu da ekleyelim. Deep Throat (Jerry Hardin): Dizi boyunca arka planda dönen komplolardan haberi olan ama şu ya da bu nedenle Mulder’a yardım eden bir karakter de olmuştur. Bunlardan en çok iz bırakanı Deep Throat karakteridir. Her ne kadar dizide sadece bir sezon yer almış olsa da hem Mulder için önemli bir figür, hem de dizinin hayranları için özel bir isim olmuştur. Mulder’a verdiği bilgiler her zaman tümüyle doğru değildir, hatta bir anlamda CSM gibi o da Mulder’ı kendi amaçları için kullanmak ister ama yine de iyi tarafta yer almaktadır. Onun için CSM’nin zıt kutbu da denebilir. Aslında, ilerleyen sezonlarda onu tekrar görürüz ama ya flashback olarak ya da bir hayal olarak. Deep Throat’un ölümünden sonra Mulder’a içerden verdiği bilgilerle yardım eden karakterler X (Steven Williams) ve Marita Covarrubias (Laurie Holden) olmuştur.


GÖLGE | Eylül ‘08 Alex Krycek (Nicholas Lea): Diziye ikinci sezonunda Scully ile Mulder’ın farklı görevlere verilmeleri sonucunda Mulder’ın yeni ortağı olarak katılan Krycek’in gerçekte CSM’nin emrinde olduğu ve Mulder’ın her hareketini takip ettiği çok kısa zamanda anlaşılır. Krycek dizi boyunca sürekli karşımıza çıkmaz belki ama 2. sezondan sonra her sezon 3-4 bölümde görünür ve bu bölümler genellikle dizinin ana hikayesinin gelişimi için çok önemli bölümler olduğu için önemli bir karakterdir. Dizi boyunca öldürdüğü pek çok isimden ikisinin Scully’nin kızkardeşi ve Mulder’ın babası olduğunu belirtirsek önemi daha iyi anlaşılabilir. John Doggett (Robert Patrick): Dizinin son iki sezonunda, önce Mulder’ın kaybolması üzerine onu aramak için diziye katılan Doggett, daha sonra gizli dosyalar birimine atanır ve Scully’nin ortağı olur. Ancak bu kez geçen yıllarla beraber Scully’nin doğaüstü olaylara inancı arttığı için adeta o yeni Mulder, her şeyin mantıklı bir açıklaması olduğuna inanan Doggett ise yeni Scully haline gelir. Tıpkı Mulder’ın hayatında kız kardeşinin kaçırılmasının bir travma haline gelmesi gibi Doggett’ın oğlunun ölümü de onun hesaplaşmak zorunda olduğu bir travmadır. Aslında Doggett hiç de kötü tasarlanmış bir karakter değildir ama Mulder gibi çok sevilen bir karakterin yerine diziye dâhil olması ve belki de artık zaten bitmesi gereken bir diziye zorlama olarak katılması bu karakterin çok fazla sevilmemesine yol açmıştır. Monica Reyes (Annabeth Gish): Tıpkı Doggett gibi zorlama olarak diziye giren bir karakterdir. Scully’nin de gizli dosyalar biriminden ayrılması ile Doggett’ın partneri olmuş ve onunla Mulder/ Scully benzeri bir birliktelik oluşturmuştur. Ancak dizinin canlandırılması için son bir ümit olan bu karakter de yeterli etkiyi yaratamamıştır. Zaten ne Doggett, ne de Reyes karakterlerinin ikinci X-Files filminde yer almaması da bunun en büyük kanıtıdır. Elbette 9 sezon ve 202 bölümden oluşan bir dizide karşımıza çıkan tüm karakterler bunlar değil ancak belli başlılarının bunlar olduğu söylenebilir. Bir de çok da fazla spoiler vermemeye çalışarak kısaca dizinin gelişimine bir göz atalım. Dizinin pilot bölümünde yukarıda da bahsettiğimiz gibi Mulder ve Scully’nin ilk kez karşılaşmalarına tanık oluruz. İlk sezonlarda daha sonradan dizinin hikâyesi içinde önemli yer oynayacak kimi karakterlerle tanışsak da genellikle her bölümün birbirinden bağımsız olduğu, haftanın canavarı bölümleri izleriz. İlk sezonlarda diziye ayrılan bütçenin de yetersiz olduğu kullanılan efektlerden ve dekorlardan da anlaşılabilir. Henüz izleyiciler tarafından da büyük bir ilgi yoktur. Belki de bugünün daha rekabetçi ortamında ilk sezonda yayından kaldırılmış bir diziyle karşı karşıya olabilirdik. Neyse ki televizyon yöneticileri dizinin devam etmesine karar verdiler. Bu zor dönemde dizinin yapımcı ve yazarları bir de Gillian Anderson’un gerçek hayattaki hamileliği ile karşı karşıya kaldılar. Dizinin iki ana karakterinden birinin belli bir süre gözükmeyecek olması dizinin aleyhine işleyebilirdi. Ancak Scully’yi bir miktar geri plana çekerek, hamileliğini belli etmeyen çekimler kullanarak bu sorunu çözdüler. Hamileliğin gizle-

34


nemeyecek duruma geldiğinde ise Scully’nin kaçırılması ve arkasından belli bir süre hastanede yatması gibi bir çözüm bulundu. Aslında bu hikâye arka planında pek çok gizem de barındırdığı için ilk başta bir dezavantaj gibi görünen bu hamilelik bir avantaja dönüştü adeta. İkinci sezon bittiğinde dizinin hayran kitlesi epey genişlemişti. İkinci sezonun bir sonraki sezonun merakla beklenmesine yol açan şahane finali de bunda etkiliydi elbette. Dizinin 3. ve 5. sezonu arası belki de en başarılı yılları idi. Bu dönemde diziye ayrılan bütçe belirgin şekilde arttığı gibi yazar ekibine de yeni isimler katıldı. Hatta Stephen King ve William Gibson gibi alanlarında çok önemli iki yazar dizinin iki ayrı bölümünün senaryolarına katkıda bulundu. Bu dönemde elbette ki yine haftanın canavarı bölümleri de vardı ama dizinin ana hikâyesinin ve her şeyin altındaki komplonun ne olduğuna dair bölümlere ağırlık verildi. Ayrıca bu dönemde kimi zaman komediye ağırlık verilen bazı bölümlere de rastlarız. Bad Blood, Paper Hearts, Small Potatoes, Jose Chung’s From Outer Space ve elbette Clyde Bruckman’s Final Repose gibi dizinin en başarılı sayılan bölümleri hep bu dönemde ortaya çıkmıştır. Hatta Clyde Bruckman’s Final Repose bölümü sadece X-Files’in değil tüm televizyon tarihinin en iyi bölümlerinden biri olarak kabul görmektedir. Aslında dizinin yaratıcısı Chris Carter’ın niyeti diziyi 5. sezonda bitirerek hikâyeye sinema filmleri ile devam etmekti. Tam da bu düşünceye uygun olarak 5. sezon sonrasında Fight the Future isimli bir sinema filmi yapıldı. Sonuç çok büyük bir başarı olmasa da fena olmayan bir film çıkmıştı ortaya. Bundan sonra da rahatlıkla filmlerle devam edilebilirdi. Ancak dizinin yayınlandığı Fox kanalı X-Files’a dizi olarak devam etmek istiyordu ve Chris Carter’a iyi bir teklifle gittiler. Bu teklif kabul görünce dizi 6. sezonu ile yoluna devam etti. O zamanda kadar dizi Kanada’da çekilirken 6. sezonla birlikte Los Angeles’a taşındı. Bu taşınma ile birlikte dizinin kamera arkası kadrosu da ciddi şekilde değişti. Her ne kadar 6. sezonda Triangle ve Monday gibi başarılı bölümler olsa da dizinin kan kaybına uğramaya başladığı açıkça görülüyordu. 7. sezonla birlikte işin içine kutsal kitaplar, Tanrı inancı gibi


GÖLGE | Eylül ‘08 kavramlar da girmesiyle dizi farklı yönlere doğru sapmaya başlıyor ama bundan da kısa sürede vazgeçiliyordu. Bu sezon sonunda David Duchovny de diziden ayrılmaya karar veriyordu, yine de yaptığı kontrat gereği kimi bölümlerde konuk oyuncu olarak yer almaya devam edecekti. Aslında 7. sezon finali, Chris Carter tarafından dizinin bitişi olarak düşünülerek yazılmış, bu sezonla beraber dizinin başından beri ne olduğu merak edilen komplo da büyük ölçüde açıklanmıştı. Belli ki artık dizinin bitirilmesi gerekiyordu. Fakat Fox yine diziye devam etmek istemişti. Bunun üzerine önce John Doggett, sonra da Monica Reyes karakterleri diziye dâhil oldu ancak diziye beklenen ivmeyi veremediler. Bu arada Scully’nin hamileliği ve doğan çocuğu ile ilgili hikâyeler devreye girdi. En sonunda da Mulder’ın tekrar dâhil oluşu ile dizi bitirildi. Böylece her ne kadar son yılları hayal kırıklığı yaratsa da 9 yıllık bir başarı öyküsünün sonuna gelinmiş oldu. 2002’de dizinin son bulmasından beri ikinci bir filmin olup olmayacağı hep tartışıldı, sürekli bu konuda dedikodular çıktı. Sonunda 2008’de ikinci X-Files filmi “I Want to Believe” vizyona girdi. Bizim Eylül ayında izleyeceğimiz bu film, Amerika’da beklenen başarıyı gösteremedi ve gişede çok düşük bir hasılat yaptı. Gelen eleştiriler de çok olumlu olmadı. Anlaşılan bir kez daha tadında bırakılması gereken bir konsept zorlanmış oldu. Yine de sadık bir X-Files hayranı elbette bu filmi de izlemelidir. Eh, biz de öyle yapacağız elbette. Hasan Nadir DERİN sinemamanyaklari.wordpress.com

36











GÖLGE | Eylül ‘08

Rurouni Kenşin Hitokiri Battousai, yani katil… Artık gerçek ismiyle bilinmiyordu. O güne kadar yüzlerce hayata son vermişti. Dünyayı eski, barış dolu haline döndürmek için bunun gerekli olduğuna inanmıştı. Meiji için çok fazla cana kıymıştı. Ama artık çok pişmandı. Aklını kurcalayan en büyük soru; bunca kişiyi katleden biri affedilebilir miydi? Affedilebilir ise nasıl? Himura Kenşin, daha çocuk yaşta ustası Hiko Seijuro tarafından dağlarda, Hiten Mitsurugi öğretisine göre yetiştirilmişti. Ama dünya çürümekteydi. Japonya’da iç savaş tüm şiddetiyle devam etmekteydi. Himura, ustasının yanından ayrılıp bu savaşın bir an önce bitmesi için kılıcını isyancılara ödünç verdi. Adam öldürmede o kadar başarılı oldu ki Hitokiri Battousai olarak ünü her yere yayıldı. Savaştan yıllar sonra, yaşadığı büyük pişmanlıklarla ve acılarla yolu Edo’ya (Tokyo) düştü. Orada tesadüfen karşılaştığı Kamiya Kaşşin Ryu okulunun hocası Kamiya Kaoru’nın dojosunda kalmaya başladığı andan itibaren hayatı eskisi gibi olmayacaktı. Belki burada sorusunun yanıtına ulaşabilirdi.

Nobuhiro Watsuki’nin 1994 yılında haftaklık Shounen Jump dergisinde yayınlanan mangası sadece Japonya’da değil dünyanın her köşesinde büyük ilgiyle karşılanmıştır. Watsuki’nin kendine özgü çizim tarzının, ustaca hikâye anlatımıyla birleştiği manga 28 ciltten oluşmaktadır.

Karakterler Himura Kenşin: Ana karakterimizin yüzündeki çarpı şeklindeki yara, geçmişinde işlediği günahları simgeler. Acaba bir gün bu yara kapanacak mıdır?

Kamiya Kaoru: Babası öldükten sonra Kamiya Kaşşin okulunu devam ettirmeye çalışan Kaoru’nun hiç öğrencisi kalmamıştır. Bir gün sokakta boş gezen Kenşin’e rastlar ve onu dojosunda kalmasına ikna eder.

46


Sagara Sanosuke: Kiralık dövüşçü Sanosuke, Kenşin ile savaştıktan sonra Kaoru’nun dojosunda kalmaya başlar ve eski avare hayatını bırakır.

Yahiko: Bir kapkaççı çetesinde zorla çalıştırılan kimsesiz Yahiko, Kenşin tarafından kurtarıldıktan sonra Kaoru’nun tek öğrencisi olur.

Hajime Saito: İç savaş sırasında Şinsengumi 3. takım lideri olan Saito, Kenshin’in azılı rakibidir. O yıllarda yarım kalmış düellolarından çok sonra Saito ile Kenşin’in yolları tekrar kesişecektir.

Yukişiro Enişi: Ablasının ölümünden Kenşin’i sorumlu gören Enişi, yıllar içinde kendini geliştirir ve Kenşin’in hayatını kâbusa çevirmek için geri döner.

Geçmişten İzler Kenşin’in Kaoru ile tanıştıktan sonraki günlerini anlatan mangada, geçmişten gelen düşmanlar kahramanımızı rahat bırakmıyor. Pişmanlıklara, acı hatıralara rağmen Kenşin’in yeni hayatına kavuşmasını ve onu korumaya çalışmasını hayranlıkla izliyoruz. Genç ve orta yaşlı okura hitap eden manga, hoş bir anlatıma sahip. Çizimleri Vagabond kadar gerçekçi olmasa da çarpıcı bir üsluptadır. Aksiyon sahnelerinin abartılı yorumu mangada olumsuz etki taşımıyor. Ara sıra kahramanlarımızın karikatürize halleri de mangada komedi unsurunu oluşturuyor. Çok büyük bir fanatik kitlesi bulunan Kenşin’in 95 bölümlük bir TV dizisi, 1 adet sinema filmi, iki adet de OVA serisi bulunmaktadır. Temel olarak mangayı konu alan TV serisi 60’lı bölümlerden sonra uydurma hikâyelerle devam etmiştir. Ayrıca DVD formatında yayınlanan 2 OVA serisinden Rurouni Kenshin Tsuiokuhen Kenşin’in çocukluğunu ve katil yıllarını; Rurouni Kenshin Seisohen ise manganın son bölümlerini ve Kenşin’in son dönemlerini anlatır. Bu iki OVA’nın çizimleri, hikâye anlatımı ve


GÖLGE | Eylül ‘08 müzikleri TV dizisinden kat kat üstün ve etkileyicidir. Anime uyarlamaları dışında Playstation ve Playstation 2 konsollarında oyunları da mevcuttur.

Kenşin fanatiği olması muhtemel kitle: -Tarz olarak Dragon Ball’un öncülük ettiği Shounen stilinden hoşlananlar -Japon tarihine, samuraylara, katana ve kılıç tekniklerine ilgi duyanlar, -Dövüş, aksiyon ve romantizm temalı mangaları sevenler.

Kişisel Not Benim ilk göz ağrılarımdan birisi olan Rurouni Kenşin’in, okuduğum mangalar arasında yeri ayrıdır. Ayrıca en sevdiğim manga One Piece’in çizeri Eiiçiro Oda da Kenşin mangasında Watsuki’nin yardımcılarından biri olarak çalışmıştır.

48

Onur KÜÇÜK (kazegami) kazegami1.deviantart.com


R.E. HOWArD

SOLOMON KANE

GÖLGE | Eylül ‘08

KEMİKLERİN TIKIRTISI

“Hey, han sahibi!” Bağırış, sessizliği yardı ve karanlık ormana doğru tekin olmayan bir yansımayla yankılandı. “Buranın ürkütücü bir görünüşü var.” İki adam ormandaki tavernanın önünde dikildiler. Ağır kütüklerden yapılmış bina, alçak, geniş ve biçimsizdi. Küçük pencereleri demir çubuklarla tamamen örülmüştü. Kapısı kapalıydı. Kapının üzerinde zar zor görünen, uğursuz bir işaret vardı – çatlak bir kafatasıydı bu. Kapı, yavaşça açıldı ve sakallı bir yüz, dışarı baktı. Yüzün sahibi geri çekildi ve isteksiz bir tavırla müşterilerinin girmesine izin verdi. Masanın üstünde mum, şöminede alev yanıyordu. “Adlarınız?” “Solomon Kane,” dedi uzun boylu olan adam ve daha fazla devam etmedi. Diğeri sertçe konuştu; “Gaston l’Armon. Fakat bundan sana ne?” “Siyah Orman’da yabancılar azdır,” diye homurdandı han sahibi. “Haydutsa çoktur. Şu masaya oturun. Size yemek getireyim.” İki adam, uzaklardan gelen insanların tavrıyla oturdular. Biri uzun ve sıskaydı. Tüysüz bir şapka takmıştı ve ürkütücü yüzü solgundu. Koyu renk giysilere bürünmüştü. Diğerinin, bütünüyle farklı bir tarzı vardı. Yolculuk yüzünden lekelenmiş süslü giysisine rağmen, sırma ve tüylerle bezenmişti. Bir an bile durmayan, etrafı tarayan gözleriyle tam anlamıyla yakışıklı bir adamdı. Han sahibi, kabaca yontulmuş masaya şarap ve yemek getirdi. Ardından, koyu bir şekil gibi gölgelere çekilip, dikildi. Özellikleri şu anda çok belirsizdi. Kaba saba ve bıyıklıydı. Hayvana benzeyen bir maske takmış gibiydi. Şömine ışığında hareket edermişçesine korkunç görünüyordu. Bıyığının üstünde büyük bir burnu vardı ve küçük kırmızı gözleri kıpırdamadan misafirlerine bakıyordu. “Peki ya siz kimsiniz?” diye aniden sordu genç olan yolcu. Diğeri, “Çatlak Kafatası Tavernası’nın sahibiyim,” diye somurtarak cevapladı. Ses tonu, soruyu sorana meydan okur gibiydi. l’Armon devam etti; “Çok misafiriniz olur mu?” “Nadiren ikinci kez gelirler,” diye homurdandı han sahibi. Kane, han sahibinin sözlerinde gizli bir mana ararmış gibi küçük kızıl gözlerine bakmaya başladı. Parlak gözler büyürmüş göründü. Sonra İngiliz’in soğuk bakışından önce, somurtarak küçüldüler. Kane yemeğini kendine çekti ve aniden “Ben yatacağım,” dedi. “Günün ilk ışıklarıyla yolculuğuma devam etmeliyim.” Fransız, “Ben de,” diye ekledi. “Han sahibi, bize odalarımızı göster.” İkisi, sessiz han sahibini uzun ve karanlık holde izlerken, duvarlarda siyah gölgeler sallandı. Rehberlerin elindeki küçük mumun ışığında, adamın tıknaz bedeni arkasında uzun ve vahşi bir gölge bırakarak büyüyordu. Bir kapının önünde durduğunda, uyuyacakları yerin burası olduğunu anladılar. Odaya girdiklerinde han sahibi yanında getirdiği bir başka mumu yaktı ve geldiği yoldan geri döndü. Odada iki adam birbirleriyle göz göze geldi. Bulundukları mekânda sadece bir çift yatak, birkaç sandalye ve ağır bir masa vardı.


Joe Kubert ve John Cassaday’nin 24 Eylül’de Darkhorse yayınevinden çıkacak Solomon Kane mini serisi için birlikte çizdikleri 1. sayı kapağı.


GÖLGE | Eylül ‘08 “Kapıyı kilitlemenin bir yolu var mı bakalım,” dedi Kane. “Han sahibinin bakışlarını sevmedim.” “Kapıda askılar ve sürgü için pervaz var,” dedi Gaston. “Ama sürgü yok.” Kane derin derin düşündü.”Belki masayı kırıp, parçalarını sürgü gibi kullanabiliriz.” “Mon Dieu (Aman Tanrım),” dedi l’Armon, “Korkaksınız, mösyö.” Kane kaşlarını çattı. “Uykumda öldürülmek istemiyorum,” diye cevapladı huysuzca. Fransız güldü. “Aman Tanrım. Karşılaştığımız için şanslıyız. Sizi günbatımından bir saat önce orman yolunda yakalayana kadar birbirimizi daha önce hiç görmemiştik.” Kane, “Şu anda nerede olduğunu hatırlamasam da sizi daha önce bir yerlerde görmüştüm,” diye cevapladı. “Diğer taraftan, düzenbaz olduğunu görene kadar her adamın dürüst olduğunu varsayarım. Dahası uykum hafiftir ve bir elim tabancamda uyurum.” Fransız yeniden güldü. “Mösyö bir yabancıyla aynı odada nasıl uyuyacak, merak ediyorum. Ha! Ha! Peki, mösyö İngiliz, haydi devam edelim. Diğer odaların birinden sürgü alalım.” Mumu da yanlarına alarak, koridora çıktılar. Mutlak sessizlik vardı. Küçük mum, koyu karanlıkta kıpkırmızı ve şeytani bir şekilde yanıyordu. Solomon Kane mırıldandı “Han sahibinin ne misafiri, ne de hizmetçisi var. Tuhaf bir taverna! Adı neydi? Şu Almanca kökenli sözcükler kolayca aklıma gelmiyor. Hah, Çatlak Kafatası, değil mi? Tanrım, ne kanlı bir ad…” Yandaki odaları kontrol ettiler ancak araştırmaları bir sürgü ile ödüllendirilmedi. Sonunda, koridorun ucundaki son odaya geldiler. İçeri girdiler. Bu oda da, sürgülü kapı dışında, diğeri gibi döşenmişti. Dışarıdan, büyük bir sürgüyle kilitlenmiş olan kapıya ulaştılar ve kilidi açıp, içeriye baktılar. “Dışarıya bakan bir penceresi olmalıydı ama yok,” diye mırıldandı Kane. “Bak!” Döşeme, koyuca verniklenmiş, duvarlar çentiklenmişti ve içerideki iki yataktan biri irice parçalara ayrılmıştı. Kane sıkıntılı bir şekilde “Burada insanlar ölmüş,” dedi. “Şuradaki duvara sabitlenmiş bir sürgü mü?” “Evet, ama alelacele yapılmış,” dedi Fransız, sürgüyü çekerek. “Bu…” Duvarın bir bölümü geriye doğru hareket etti ve Gaston ani bir çığlık attı. Küçük ve gizli bir oda açığa çıkmıştı. İki adam da yerde yatan dehşet verici şeye doğru eğildiler. Gaston, “Bir insan iskeleti,” dedi. “Ve baksana, sıska bacakları pranga ile yere zincirlenmiş! Buraya hapsedilmiş ve burada ölmüş.” Kane, “Olamaz,” dedi. “Çatlamış olan şu korkunç kafatası bana, tavernanın adı için han sahibimizin bundan ilham aldığını düşündürtüyor.” Gaston ilgisizce, “Öyle gibi,” dedi. İskeletin bacak kemiklerindeki büyük demir halkaya odaklanmıştı. Gaston kılıcını çekti ve dikkate değer bir gösterişle, ahşap döşemeye sabitlenmiş zinciri kesti. “Neden bir iskelet döşemeye zincirlenir ki?” diye derin derin düşündü Fransız. “Monbleu! Böylece güzel bir zincir parçası boşa harcanmış. Şimdi mösyö,” ironik bir şekilde beyaz kemik yığınını göstererek “sizi serbest bıraktım. Böylece istediğiniz yere gidebilirsiniz!” dedi. “Keşke yapmasaydın!” Kane’in sesi derindi. “Ölüyle alay etmek hoş değildir.” “Ölüler de kendini savunabilmelidir,” dedi l’Armon gülerek. “Yemin ediyorum, beni öldüren adamı ben de bir şekilde öldüreceğim. Bunun için kırk kulaç derinliğindeki okyanusun dibinden çıkmam gerekse de yapacağım bunu…” Kane, gizli odanın kapısını arkasından kapatıp, dış kapıya döndü. Büyücülük ve kötülük kokan bu muhabbetten hoşlanmıyordu. Bunun sorumlusu olan han sahibiyle yüzleşmek için sabırsızlanıyordu. Fransız’a sırtını dönmesiyle soğuk çeliği ensesinde hissetti. Boynuna basınç yapan tabancanın, beynini hedef aldığını biliyordu. “Kımıldamayın, mösyö!” Ses alçak ve yumuşaktı. “Kımıldamayın, yoksa beyninizin parçaları odaya dağılır.”


John Cassady ile Laura Martin’in birlikte yaptıkları 29 Ekim 2008 tarihinde yayınlanacak Solomon Kane çizgi romanının kapağı. Darkhorse yayınevinin sürekli okurları Solomon’un şapkasını 1920-30’lu yılların ünlü aktörü Tom Mix’in şapkasından esinlendiğini düşünüyorlar.


R.E. HOWArD

SOLOMON KANE

GÖLGE | Eylül ‘08 Püriten öfkelendi. l’Armon tabancalarını ve kılıcını kınından çıkarıp alırken ellerini havaya kaldırmış, duruyordu. Gaston geri çekilerek “Şimdi dönebilirsiniz,” dedi. Kane, şu anda başı açık bir şekilde, bir elinde şapkası, diğerinde üzerine çevrilmiş tabancasıyla karşısında dikilen şık adama dikkatlice baktı. “Kasap Gaston!” dedi İngiliz kasvetli bir şekilde. “Bir Fransız’a güvenecek kadar aptal olduğuma inanamıyorum! Evinden çok uzaklardasın katil! Lanet olasıca şapkanı çıkarınca hatırladım seni... Birkaç yıl önce Calais’te görmüştüm.” “Evet, ama bir daha da göremeyeceksin. Bu da neydi?” “Fareler oradaki iskeleti keşfediyorlar,” dedi Kane haydudu bir şahin gibi izleyerek. Silah namlusundaki karanlık delik, bir an için başka bir yöne çevrilebilir diye beklemekteydi. “Duyduğun ses, kemiklerin tıkırtısıydı.” Diğeri, “Bu kadar yeter,” dedi. “Şimdi mösyö Kane, yanınızda hatırı sayılır miktarda para taşıdığınızı biliyorum. Uyumanızı beklemeyi düşünüyordum sizi öldürmek için. Fakat fırsat elime geçti. Kolayca kandınız.” “Ekmeğimi paylaştığım bir adamdan korkmam gerektiğini düşünemedim,” dedi Kane. Sesinde öfke dolu bir tını vardı. Haydut, alaycı bir şekilde güldü. Yavaş yavaş dış kapıya doğru yönelirken, gözlerini kıstı. Kane’in kasları istemsiz bir biçimde gerildi. Ölümcül bir sıçrayış yapacak büyük bir kurt gibi kendini hazırladı. Fakat Gaston’un eli kaya gibi sabitti. Tabancası kesinlikle titremiyordu. “Ben ateş ederken, can havliyle üzerime atılmanızı istemiyorum,” dedi Gaston. “Kıpırdamayın mösyö. Ölmek üzere olan adamlar tarafından öldürülenler gördüm. Bu olasılığı ortadan kaldırmak için aramızdaki mesafe yeterlidir umarım. Öyle görünüyor ki… Ben ateş edeceğim, siz kükreyip saldıracaksınız ama çıplak ellerinizle bana ulaşamadan öleceksiniz. Ve han sahibi gizli ininde bir iskelete daha sahip olacak. Tabii ben onu da öldürmezsem… Ne o aptal herif beni tanıyor, ne de ben onu. Dahası…” Fransız şimdi kapının ağzındaydı ve namlunun ardından bakıyordu. Duvardaki oyuğa sıkıştırılmış mum, kapı yolu boyunca uzamayan garip bir ışık yayıyordu. Karanlıkta, Gaston’ın arkasında, ölüm aniden belirdi. Kenarı parıldayan bir demir parçası, hızla havayı süpürdü. Fransız, kurban edilen bir öküz gibi dizlerinin üzerine çöktü. Beyni, yarılmış olan kafatasından dışarıya döküldü. Cesedin üzerinde vahşi ve korkunç görünüşüyle han sahibi yükseldi. Haydudu katlettiği kanca hâlâ elindeydi. “Ho! Ho!” diye kükredi. “Geri çekil!” Kane, Gaston yere devrildiği anda ileri fırlamış fakat han sahibi, sol elinde tuttuğu uzun namlulu silahı suratına doğrultmuştu. Vahşi bir kükremeyle “Geri çekil,” diye tekrarladı. Kane bu tehditkâr silahtan ve kırmızı gözlerdeki çılgınlıktan, geri çekildi. İngiliz sessizce durdu. Etinin çekildiğini hissediyordu ve karşılaştığı tehdit Fransız’ınkinden daha ürkütücüydü. Bu herifte insanca olmayan bir şeyler vardı. Adam sallandı ve büyük bir orman ayısı nasıl kükrerse, tekrar öyle güldü. “Kasap Gaston!” diye bağırdı ayağıyla cesedi dürterek. “Ho! Ho! Benim becerikli haydudum artık avlanamayacak. Bu aptalın, altın


John Cassaday tarafından Darkhorse yayınevinin Solomon Kane serisinin 3. kitabına hazırlanan kapak. Amerika’da yayın tarihi 26 Kasım 2008. Gölge’nin Notu: R. E. Howard’ın yarattığı kahraman Solomon Kane’in çevireceğimizi ve Gölge’de yer vereceğimizi söylediğimiz 3. hikâyesi burada bitiyor. Çok yakında Solomon Kane filmi sinemalarda yerini alacak ve Türkiye’de bir yayınevi Solomon Kane’in bir romanını Türkçe’ye kazandıracak. Umarız bu kahramanın yeni çizgi romanları da Türk yayınevleri tarafından en kısa zamanda yayınlanarak raflardaki yerini alır...


GÖLGE | Eylül ‘08 için Siyah Orman’da dolaştığını duymuştum. Ama bulduğu ölüm oldu. Şimdi sendeki altınlar da benim olacak. Altından da fazlası… İntikam.” “Ben senin düşmanın değilim,” dedi Kane soğukkanlı bir şekilde. “Bütün insanlar benim düşmanımdır! Bileklerimdeki lekelere bak! Ayak bileklerimdeki lekeleri gördün mü? Kamçının öpücüğü bunlar! İşlemediğim cinayetler nedeniyle, soğuk ve sessiz hücrelerde geçirdiğim senelerin beynimin derinliklerinde oluşturduğu yaralar!” İğrenç hıçkırığı sesini böldü. Kane cevaplamadı. Korkunç Contiental hapishanesinde yıllarını geçirmiş ve delirmiş birini ilk görüşü değildi. “Ama kaçtım!” Çığlık muzaffer bir edayla yükseldi. “Ve buradan, bütün insanlara savaş açtım… Bu da neydi?” Kane, acımasız gözlerde korkunun pırıltısını mı görmüştü yoksa? “Büyücü, kemiklerini tıkırdatıyor!” diye fısıldadı han sahibi ve vahşi bir şekilde güldü. “Ölmek üzereyken, sonumun onun kemiklerinden olacağına yemin etmişti. Cesedini yere zincirledim ve şimdi gecenin kör karanlığında, zincirlerinden kurtulmak isteyen iskeletinin çıkardığı sesleri duyuyor. Bense gülüyor ve gülüyorum! Ho! Ho! Ben yatağımda uyurken ayağa dikilmeye ve Kral Ölüm gibi karanlık koridorları geçip, beni katletmeye can atıyor. Birden tuhaf gözleri acımasızca parladı. “Sen gizli odadaydın, sen ve bu aptal ölü. Sizinle konuştu mu?” Kane kendi kendine ürperdi. Bu delilik miydi, yoksa gerçekten iskelet hareket ediyormuş gibi kemiklerin tıkırtısını mı duymuştu? Kane omuz silkti; fareler bile tozlu kemikleri sağa sola çekiştirip, hareket ettirebilirdi! Han sahibi yine güldü. Kane’in yanına yanaştı. İngiliz’i daima göz önünde tutuyordu. Boştaki eliyle kapıyı açtı. Her yer karanlıktı. Bu yüzden Kane, yerdeki kemiklerin pırıltısını göremedi. Han sahibi anlaşılmaz bir çılgınlık içinde mırıldandı. “Bütün insanlar benim düşmanımdır! Neden ayırımcılık yapayım ki? Ben Karlsruhe’nin rezil zindanlarında asla ispatlanmayan bir suçtan ötürü hapis yatarken, kim bana yardım elini uzattı? Sonrasında aklıma bir şeyler oldu. Firar ettiğimde Siyah Orman’daki kardeşlerimden biri gibi oldum ben de; bir kurda dönüştüm yani… “Kardeşlerim, tavernaya gelen misafirler sayesinde kendilerine daima güzel ziyafetler çektiler. Rusya’dan gelen ve şimdi kemiklerini tıkırdatan bu büyücü dışında… Gece çöktüğü vakit cesedi koyu karanlıklardan gelip beni öldürmesin diye, iskeletini buraya zincirledim… Zaten ölü olan birini, kim öldürebilir ki? Onun büyüsü kendini benden koruyacak kadar güçlü değildi. Ama ölü bir büyücünün yaşayandan daha şeytani olduğunu herkes bilir. Kımıldama İngiliz! Senin kemiklerini de gizli odada, onunkinin yanında bırakacağım…” Manyak herif, gizli odanın kapısı önündeydi. Elindeki silahı hâlâ Kane’i tehdit ediyordu. Birden geriye yıkılır gibi oldu ve karanlıkta gözden kayboldu. O anda koridordan serseri bir esinti geldi ve arkasındaki kapıyı çarptı. Duvardaki mum titredi ve söndü. Kane el yordamıyla yeri taradı ve tabancayı buldu. Dosdoğru manyağın gözden kaybolan olduğu kapıya yöneldi. Karanlıkta durdu. Gizli odadan, etsiz kemiklerin tıkırtısı ile birlikte dehşet verici boğuk bir çığlık geldiğinde, kanı dondu. Sonra yeniden sessizlik çöktü. Kane önce çakmak taşını buldu ve mumu yaktı. Sonra bir eline mumu, diğerine tabancayı aldı ve gizli kapıyı açtı. “Aman Tanrım!” diye mırıldanırken bedeninden soğuk terler aktı. “Bu, mantığın çok ötesinde bir şey… Ama kendi gözlerimle görüyorum! İki yemin burada bir araya geldi. Gaston Kasabı, kendisini öldüren her kim olursa, cesedinin ondan intikam alacağına yemin etmiş ve büyücünün iskeletini zincirlerinden kurtarıp, serbest bırakan da oydu. Ve o…” Çatlak Kafatası’nın sahibine ait cansız beden, gizli odada, yerde yatıyordu. Yüzünde dehşet verici bir korku ifadesi vardı. Kırılan boynunda, büyücünün kemikten elleri bulunuyordu. Çeviri : Eda İHTİYAR


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.