Gölge e-dergi 18. sayı

Page 1


İÇERİDEN Merhaba Gölge'nin Yaratıcıları, Yazıya böyle başlamayı uygun gördüm, çünkü Gölge; içeriğini tamamen okuyucularının katkılarıyla oluşturan bir dergi. Bu anlamda, ürettiğini paylaşan ve dahası paylaşımcı düşüncenin de yaygınlaşmasına katkıda bulunan bir oluşum. Sayılarında, onlarca çizer ve yazar konuk etti, her birini okuyucularına tanıtmaya çalıştı ve en önemlisi onların çalışmalarını okuyucularına ulaştırdı. Bu yüzden Gölge'yi okurken aynaya baktığınızı hatırlayın, gördüğünüz istediğinizdir; Gölge'de siz varsınız. Unutmayın gölgesi olmayanın ruhu yoktur. - Gizem Ölgen

Her zaman yeni yazar ve çizerlere aramızda yer vardır. Bize utkutonel@gmail.com adresinden ulaşabilirsiniz. Görüş, öneri, yorum ve yazı-çizinizi bize gönderin, yayınlayalım. Gölge Yayın Kurulu: Oğuz Özteker, Ahmet Yüksel, Hikmet Benol, Şükrü Bağcı, Utku Tönel, Emre Özgen Gölge logosu: Hüseyin Esen Gölge karakteri: Şükrü Bağcı 18. sayı Kapak: Rıdvan Şoray

http://golgedergi.blogspot.com/ http://www.hayalsaati.com/ Bu dergide yayınlanan tüm yazı ve çizimler yazarlarına-çizerlerine aittir. İzinsiz alıntı yapılamaz,yayınlanamaz. Yazıların içeriğinden yazarları-çizerleri sorumludur


İÇİNDEKİLER

04

KATE WINSLET: OSCARLI BİR İNGİLİZ GÜLÜ

08

MIKE MADLEY: KURTARMA OPERASYONU

12 15 21 23 28

31 40 42 45 46

HASAN NADİR DERİN

OĞUZ ÖZTEKER (ils. MEHMET GÜLERYÜZ)

WATCHMEN: ÇİZGİ ROMANLAR HAKKINDA BİR ÇİZGİ ROMAN MASİS ÜŞENMEZ

MİMAR

EMRE DEMİROK (ils. YUNUS KOCATEPE)

KARAKIŞ DİYARI: KIZIL KRALIN HUZURUNDA UTKU TÖNEL (ils. ŞÜKRÜ BAĞCI)

GÖLGE KARABASAN'A KARŞI RIDVAN ŞORAY

RÖPORTAJ: BAKIŞ KUTLU AYHAN SAVMAN

TEPE DÜNYAYA TAKLAK

SADIK YEMNİ (ils. ALTUĞHAN S. AYDINOĞLU)

GRAN TORINO: ESKİ KOVBOYUN "YENİ" AMERİKA MACERASI BARIŞ SAYDAM

RIKI-OH

ONUR KÜÇÜK

BALON

HÜSEYİN ESEN

HAYALETLER

SERDAR KÖKÇEOĞLU (ils. SERDAR KÖKÇEOĞLU)


KATE WINSLET OSCARLI BİR İNGİLİZ GÜLÜ

5 Ekim 1975. İngiltere'de güzel bir Pazar günü. Sally Bridges-Winslet, ikinci kızını dünyaya getiriyor. Başka başka işlerinin yanında aynı zamanda tiyatro oyuncusu da olan Sally Bridges ve Roger Winslet muhtemelen kızlarının da tiyatro oyunculuğunu devam ettirmesini istiyorlardı. Ne de olsa hem anne tarafında, hem baba tarafında oyuncu olan çok fazla isim vardı. O gün doğan Kate Elizabeth Winslet'in oyuncu olması zaten sürpriz değildi belki ama dünya çapında en çok izlenen filmde oynayacağını ve daha 33 yaşında iken 6 kez Oscar'a aday gösterilip en genç yaşta bu sayıya ulaşan isim olacağını anne babası tahmin bile edemezdi herhalde. Nitekim kız kardeşleri Anna ve Beth de oyuncu oldular ama onların daha mütevazı bir kariyeri oldu. Kate ise daha 11 yaşında bir reklamda oynayarak profesyonel oyunculuk dünyasına ilk adımını attı. Bir daha da o dünyadan çıkmadı ve kendini giderek geliştirdi. Aynı yıllarda oyunculuk eğitimi de almaya başlayan Winslet okullu bir oyuncu olarak 1990'ların başında İngiltere'de çeşitli televizyon dizilerinde boy göstermeye başladı. Bu dizilerde genelde çok ufak rollerde gözüken Winslet için bu dönemin en önemli işi Dark Season isimli 6 bölümlük bir bilim/kurgu dizisi idi. Bu dizide hem ana karakterlerden birini canlandıracaktı hem de yaklaşık 5 yıl boyunca erkek arkadaşı olacak Stephen Tredre ile tanışacaktı. Winslet, küçük yaşta oyunculuk eğitimine başladığı halde ilk sinema filmini yapmak için 19 yaşını bekleyecekti. Ama daha ilk uzun metrajlı filmi ile dikkatleri çekecekti. Bu film, daha önceki kariyerinde bol kanlı ama aynı zamanda bol eğlenceli, düşük bütçeli filmler çeken çılgın bir Yeni Zelandalı adam tarafından yazılıp yönetilecekti. Peter Jackson isimli, tür filmlerini seven bir kitlenin dışında hiç tanınmayan bu yönetmenin Heavenly Creatures isimli filmi, iki genç kızın hastalıklı noktalara kadar varan arkadaşlığını hatta belki de aşkını anlatıyordu. Gerçek bir olaya dayanarak çekilen bu filmle Kate Winslet daha bu ilk rolünde İngiltere'den 2, Yeni Zelanda'dan da bir en iyi kadın oyuncu ödülü alarak, ödül koleksiyonuna başlayacaktı. İlginç bir not olarak beyaz perdedeki ilk öpüşme sahnesinin de bu filmdeki rol arkadaşı Melanie Lynskey ile olduğunu da ekleyelim. Winslet'in ilk rolü için bu seçimi belki de ilerde gayet cesur rollerde boy göstereceğinin habercisi idi.


Winslet'in sonraki rolü en fazla eğlenceli bir çocuk filmi olarak nitelendirilebilecek olan A Kid in King Arthur's Court idi. Ama 1995'te İngiliz edebiyatının klasiklerinden Sense and Sensibility'nin Ang Lee yönetmenliğinde yapılan beyaz perde uyarlamasında Marianne Dashwood rolü ile kariyerine yeni bir ivme kazandıracaktı. Aslında Kate daha küçük bir rol için seçmelere girmişti ama beğenilmesi sonuncunda ikinci ana kadın karakteri olarak nitelendirilebilecek bu rolü almıştı. Nitekim Ang Lee'nin bu çok başarılı filminden de çeşitli ödüller kazanacak ve hatta ilk Oscar adaylığını da henüz 20 yaşında bu film ile alacaktı. Kate 1996 yılında ise iki filmde başrol oynayacaktı. Bunlardan ilki yine önemli bir İngiliz yazarının önemli bir romanı idi. Thomas Hardy'nin Jude the Obscure isimli romanından uyarlanan Jude isimli bu filmde kuzenine aşık olup onunla yasak bir aşk yaşamaya başlayan, sonunda da adeta bu nedenle lanetlenen bir karakteri canlandırıyor ve yine görmelere seza bir oyun sergiliyordu. 1996 yılının ikinci filmi ise bu kez belki de İngiltere'nin en tanınmış yazarından yapılan bir uyarlama idi. Yazar Shakespeare, uyarlanan eser Hamlet, Winslet'in rolü ise elbette Ophelia idi. Yazara en hakim isimlerden biri olan Kenneth Branagh'ın uyarladığı bu film metne de aynen sadık kalıyordu ve bu nedenle süresi de 4 saatti. Kimi ülkelerde 2.5 saatlik bir versiyonu gösterilmiş olsa da zaten Hamlet gibi zor bir eserin süresi de bu kadar uzun olunca seyircilerden çok da ilgi görmeyecekti. Ama yazarın hayranları için ortadaki yapıt en iyi Hamlet uyarlamalarından biri idi. Kate ise tabii ki yine çok başarılıydı. Hamlet'in çekimlerinde iken Kate seçmelerinde katıldığı başka bir filmin oyuncu kadrosuna seçildiğini öğrendi. Bu sırada henüz çok geniş bir kitle tarafından tanınmış bir oyuncu değildi. Karşısında oynayacağı erkek oyuncu ise birkaç yıldır kızların gözdesi olmaya başlamış bir isimdi. Yıllar sonra Kate'in çocuklarının "Leo Amcad iyecekleri bu isim, Leonardo DiCaprio idi. Film elbette Titanic. Çekildiği dönemde o ana kadarki en pahalı film idi Titanic. Çekim aşamasında bütçesi defalarca planlanan miktarı aşmış, zorlu bir yapım süreci geçirmiş ve bu nedenle gösterime giriş tarihi ertelenmişti. Üstelik filmin süresi 3 saatten fazlaydı. Gösterime girmeden önce bir fiyasko olabileceğine dair pek çok görüş vardı. Eğer bu görüş gerçek olsaydı filmle ilgili hemen herkes bugün hala kariyerini toparlamaya çalışıyor olabilirdi. Filmin sevmeyeni de çok olsa da neyse ki bu görüş gerçek olmadı ve Titanic Amerika ve dünya çapında o güne dek en çok gişe hasılatını yapan film oldu. Üzerinden 12 yıl geçmesine, bilet fiyatları artmasına rağmen hala Titanic bu listenin başında ve uzunca bir süre daha inmesi de olası görünmüyor. Bununla da kalmayıp onlarca ödül aldığını da biliyoruz Titanic'in. Oscar karnesi ise 14 adaylığın 11'ini almak şeklinde idi. Winslet bu filmle ikinci adaylığını almış ama sadece adaylıkta kalmıştı. Ama 22 yaşında 2. kez Oscar'a aday olarak en genç yaşında 2 adaylık alan oyuncu unvanını almıştı. İlerleyen yıllarda adaylık sayısı arttıkça bu kendine ait bu unvanı giderek geliştirecekti. Ancak Titanic bugün herhalde Winslet'in anılarında bu başarıların yanında üzücü bir olayın yansıması ile de yer alıyor. Kate, Titanic'in prömiyerine katılamayacaktı. Çünkü daha o ilk dönem televizyon dizileri günlerinde tanıştığı erkek arkadaşı Stephen Tredre, Titanic'in çekimlerinin bitmesinden bir süre sonra kanserden ölmüştü ve cenazesi Titanic'in prömiyerine denk gelmişti. Titanic ile gelen bu önemli başarıdan sonra 1998 yılında Winslet'in gösterime giren tek filmi Hideous Kinky idi. Aslında Titanic'den önce çekilen bu filmde Winslet daha ilk filminden beri olduğu gibi yine bir dönem filminde buluyordu kendini. En azından bu kez günümüze biraz daha yaklaşıyor ve 1972 yılında Fas'a giderek bir anlamda kendini arayan genç bir İngiliz anneyi canlandırıyordu. Bu bağımsız film başarılı bir yapım olsa da çok ses getirmeyecekti. Ama Cinslet, bu filmin setinde tanıştığı asistan yönetmenlerden Kim Threapleton ile 1998'in sonunda evlenerek hayatında yeni bir sayfa açacaktı. Ancak bu evliliği çok uzun süremeyecekti. Titanic sonrası Winslet'in daha ticari işlere yöneleceğini düşünenler yanılacaklardı. Bir sonraki filminde kendisini yine Yeni


Yeni Zelandalı bir yönetmenin eline teslim edecekti. Jane Campion'ın Holy Smoke isimli bu filminde bu kez kendini bulmak için Hindistan'a giden genç bir kızı canlandıracaktı. Bu kez baş roldeki rol arkadaşı Harvey Keitel idi ve Winslet ilk kez günümüzde geçen bir hikayede oynuyordu. Aynı yıl çok fazla adı duyulmamış Faeries isimli bir animasyonda seslendirme yaptığını da ekleyelim. Belki de İngiliz oyuncuların bir kaderi olarak Winslet de bir sonraki filminde yine tarihi bir karaktere bürünecekti ve onu yine korseli elbiseler içinde görecektik. Üstelik bu kez 18. yüzyıla kadar gidecek ve Quills isimli bu filmde Geoffrey Rush'ın şahane bir oyunculukla canlandırdığı Marquis de Sade'a hayranlık duyan bir kadını canlandıracaktı. Filmin ele aldığı karakterin kim olduğu duyulunca akla gelebileceği gibi cinsellik ve sadizm gibi tehlikeli sularda gezinen cesur bir filmdi Quills. Winslet de zaten kariyerinin başından beri olduğu gibi burada da bu tip konulara değinen filmlerden çekinmeyen cesur bir oyuncu olduğunu göstermişti. 2001 yılı kayıtlara Winslet'in ilk eşinden ayrıldığı yıl olarak geçerken bu dönemde üretkenliği de artacak ve aynı yıl 3 filmi vizyona girecekti. Ama yine dönem filmlerinden kurtulamamıştı. Vizyondaki ilk filmi Enigma isimli orta karar bir 2. Dünya Savaşı filmiydi. Winslet'in aynı yılın sonlarında gösterime giren bir diğer filmi ise Iris idi ve bu film çok daha başarılı olacaktı. Hayatının son yıllarında Alzheimer hastalığı ile boğuşan İrlandalı yazar Iris Murdoch'un hayatını anlatan bu filmde Winslet, ünlü yazarın gençliğini canlandırıyordu. Judi Dench'in de yazarın yaşlılığını canlandırdığı filmde her iki oyuncu da çok başarılı idi ve bir çok başka ödül yanında her ikisi de Oscar'a aday gösterilmişti. Winslet bu üçüncü adaylığı ile daha önce bahsetmiş olduğumuz en genç yaşta ne çok adaylık alan oyuncu rekorunu geliştiriyordu. Aynı yıl içinde bir uzun biri kısa iki de animasyon filmine seslendirme yapan Winslet, bu filmlerden Christmas Carol: The Movie'de aynı zamanda şarkı da söylüyordu. Filmin soundtrackinde yer alan What If isimli şarkının single olarak piyasaya sürülmesi sonrasında Winslet'in sesi de dikkatleri çekti. Bu single İrlanda listelerinde 1. sıraya kadar tırmandı, İngiltere'de de 6. sıraya çıkarak azımsanmayacak bir başarı elde etti. Bu singledan elde edilecek kazanç ise Winslet'in isteği üzerine çocuklara yönelik kimi hayır kurumlarına bağışlanacaktı. Bu yoğunluk sonrası 2002 yılında Winslet'in herhangi bir filmi gösterime girmezken 2003 yılı özellikle özel hayatında hareketli bir yıl olacaktı. Bu yıl, bir süredir birlikte olduğu yönetmen Sam Mendes ile evlenen Winslet aynı zamanda ikinci kez anne de olacaktı (ilk çocuğu, ilk evliliğinden 2000 yılında doğmuştu). Yine de bu yılı boş geçmeyecekti Winslet. Hakkında pek de bir şey bilmediğimiz bağımsız İngiliz yapımı Plunge: The Movie'de para almadan oynayan Winslet aynı zamanda idam cezası üzerine iddialı bir yapım olan The Life of David Gale'de de karşımıza çıkacaktı. Yönetmenliğini Alan Parker'ın yaptığı, oyuncu kadrosunda da Winslet'in yanında Kevin Spacey ve Laura Linney gibi çok sağlam isimlerin yer aldığı bu film iddiası ölçüsünde başarılı olamayacak ve Winslet'in filmografisindeki mütevazı filmlerden biri olarak kalacaktı.


Ama bir sonraki yıl Winslet için çok daha verimli olacaktı. Jim Carrey ile başrolü paylaşacağı Eternal Sunshine of the Spotless Mind filmi 2000'li yılların ilk başyapıtlarından biri olarak kabul görecekti. Bir süredir dönem filmleri dışında filmlerde de oynamaya başlayan Winslet'in bu kez tam anlamıyla günümüzden bir karaktere can verdiği bu filmde Jim Carrey ile de çok iyi bir ikili oluşturuyordu. Sonuç, bir Oscar adaylığı daha. Aynı yıl bir yıldızla daha başrolü paylaşacaktı. Bu kez Johnny Depp'i kendine aşık edeceği film Finding Neverland idi. Meşhur Peter Pan'ın yazarı J.M. Barrie'nin bu romanı yazmasında esin kaynağı olan kadını canlandırdığı bu filmle yine pek çok ödül ve övgü toplayacaktı. Aynı yıla bir de BBC'nin Pride isimli bir aile filminde bir aslanı seslendirmeyi de sığdıracaktı. Bu televizyon yapımında Helen Mirren, Jim Broadbent, Sean Bean ve John Hurt gibi İngiliz sinemasının önde gelen isimleri ile birlikte çalışacaktı. Winslet bir sonraki filminde bir kez daha sesinin güzelliğini gösterme fırsatı bulacaktı. Her nedense bir türlü dağıtımcı bulamayıp gösterimi ertelenen Romance & Cigarettes adlı bu ilginç müzikalde Winslet, James Gandolfini'nin metresi olan kızıl saçlı ve en az saçları kadar ateşli bir kadını canlandırıyordu. Dağıtım sorunları yüzünden çok fazla izleyiciye ulaşamamış olsa da izleyenlerin genellikle sevdiği bir filmdi bu da. Winslet 2006 yılında kendisine 5. Oscar adaylığını getirecek bir filmle karşımıza gelecekti. Sıradan insanların hayatındaki tahammülsüzlük, hoşgörüsüzlük, hayatından tatmin olmama gibi konuların etrafında dolaşan filmde Winslet bu kez Patrick Wilson'la cinsellik temelinde gelişen bir yasak aşk yaşıyordu. Filmin bunun yanında sübyancılık gibi konulara da değindiği düşünülürse Winslet'in bir defa daha cesurca bir seçim yaptığı söylenebilir. Genç yaşta başladığı başarılı oyunculuk kariyerinde genelde dramatik rollerde gördüğümüz Winslet, aynı yıl ilk kez gerçek anlamda bir romantik komedide oynayacaktı. The Holiday isimli bu film bir romantik komedinin tüm gereklerini yerine getiriyor ve izleyiciye hoşça vakit geçirtiyordu. Belki çok önemli bir film değildi ama seyirciye ne vaat ediyorsa boşa çıkarmadığı için başarılı bir film olduğu söylenmeli. Gayet yoğun geçen 2006 yılında Winslet bir kez daha çok iyi bir oyuncu kadrosu ile birlikte yer aldığı iddialı bir filmde yer alıyordu. All the King's Men isimli bu film Sean Penn, Jude Law, Anthony Hopkins ve daha nice ünlü ve başarılı oyuncudan oluşan kadrosuna ve politik sularda dolaşan iddialı hikayesine rağmen birkaç yıl önceki The Life of David Gale'in benzeri bir şekilde ne seyircilerden ne de eleştirmenlerden ilgi göremiyordu. 2006-2008 yılları arasında artık seslendirme işine de ağırlık veren Kate arka arkaya Aardman Stüdyoları'nın ilk bilgisayar destekli animasyonu Flushed Away ve 3 boyutlu bir IMAX filmi olan Deep Sea filmlerine sesiyle katkıda bulunacaktı. Ayrıca yine aynı dönemde bizde de gösterime girmiş ve küçük bir kızla bir tilkinin dostluğunu anlatan yarı belgesel denebilecek Fransız filmi Le Renard et l'enfant (The Fox & the Child)'ın İngilizce versiyonun seslendirmesini de yapacaktı. 2008'in sonuna kadar kendini biraz özleten Kate arka arkaya iki filmle birden tekrar gündeme geldi. Bizde de arka arkaya içinde bulunduğumuz yılın Şubat ve Mart aylarında gösterime girecek olan The Reader ve hala arkadaşlığının sürdüğü çocuklarının "Leo Amca"sı oynadığı Revolutionary Road filmlerinde belli ki yine birinci sınıf bir oyunculuk sergileyen Winslet ödüllerine de yenilerini katmaya devam etti. Her iki filmle de ayrı ayrı birer Altın Küre alırken The Reader ile 6. kez Oscar'a aday oldu. Tıpkı ikinci, üçüncü, dördüncü ve beşinci adaylıklarında olduğu gibi bir kez daha bu ödüle en genç yaşta en çok aday olan oyuncu oluyordu ama bu kez sadece adaylıkla da yetinmeyecek sonunda kazanacaktı da. Henüz 33 yaşında kariyeri başarılarca dolu olan Winslet'i bundan sonra da çok iyi rollerde izleyeceğimize dair inancımız tam. Gerek dönem filmlerinde olsun gerek günümüzde geçen filmlerde, kimi zaman da sadece sesiyle ona güvenenleri hiç mahcup etmedi çünkü. Çok başarılı olmayan filmlerinde bile o her zaman oyunculuk gücünü sergiledi. Sinemaseverler olarak daha uzun yıllar kariyerini takipte olacağız. HASAN NADİR DERİN http://www.sinemamanyaklari.com/


KURTARMA OPERASYONU Detektif Mike Madley maymuncukla açtığı kapıdan içeri yavaşça süzüldü. Hemen ardından, çift katlı evde herhangi bir hareketlilik olup olmadığını anlayabilmek için etrafa kulak kabarttı. Çıt çıkmıyordu. Her türlü olasılığa karşı tedbirli olabilmek maksadıyla Smith Wesson marka tabancasını koltuk altındaki kılıfından çıkarıp, bacağının yanında tuttu. Şimdiye kadar elde ettiği tüm ipuçlarını bir araya getirerek aradıkları seri katilin bu evde yaşadığına karar vermişti. Yaklaşık bir saat önce evindeki kanepeye uzanmış tavana bakarken durumun farkına varan Madley, Toyota'sına atladığı gibi süratle buraya gelmişti. Yolda, meslektaşı Jason Bates'i cep telefonundan aramış ama ona ulaşamayınca sesli mesaj bırakmıştı. Cesur ama sersem bir şövalye durumuna düşmemek için evin adresini vermiş, bu sonuca nasıl ulaştığını mesajında kısaca açıklamış ve saat gece yarısına yaklaşmış olsa da bir an evvel buraya gelmesini istemişti. Mümkün mertebe ses çıkarmamaya özen göstererek evin içine doğru birkaç adım attı. Şayet yanılıyorsam iş ortağımın gözündeki itibarım zedelenecek ama eğer haklıysam bana olan saygısı daha da artacaktır, diye aklında geçirdi. Diğer olasılığı düşünmek bile istemiyordu... Kendini Gecenin Prensi" olaralandıran psikopat bu evde yaşamıyorsa meskene tecavüzden ve masum bir vatandaşın evine izinsizce girmekten hakkında soruşturma başlatılabilirdi. *** Bulunduğu katı hızla kolaçan ettikten sonra kıvrılarak üst kata çıkan merdivenleri tırmandı. Ahşap basamaklardan biri hafifçe gıcırdamışsa da pek önemsemedi. Umarım ejderi uyandırmamışımdır, diye ümit etti. Zaten yapabileceği bir şey yoktu. Olan olmuştu ..Hiç değilse gözlerim karanlığa alıştı, diye düşündü. Merdivenlerin sonuna gelince koridor duvarına sırtını yaslayıp, bir süre öylece dikildi. Evde sessizlik hâlâ hüküm sürüyordu. İki metre ötedeki kapıya doğru yöneldi. Kauçuk tabanlı ayakkabıları adımlarının duyulmasını engelliyordu. Sol kulağını kapıya dayayıp, içeride birilerinin bulunup bulunmadığını anlamaya çalıştı. Hiçbir şey duyamadı. Şansını biraz ötedeki ikinci kapıda denemeye karar verdi. Şimdiye kadar yaşları on dokuz ile yirmi dört arasında değişen altı genç kızı katletmiş olan manyağın şu anda evde olduğuna dair bir bilgisi yoktu; hatta burada bulunmaması işine gelirdi. Böylece hızla evi dolaşır ve belki Gecenin Prensi aleyhine bazı deliller bulurdu. Tabii eğer burasının onun eviyse *** Katil, boğarak öldürdüğü genç kızların önce gözlerini yuvalarından söküyor, daha sonra en az sekiz bıçak darbesiyle vücutlarını delik deşik edip, cesedi şehrin ücra bölgelerinden birine bırakıyordu. Bunlardan biri de Jackson'ın kuzeydoğusunda yer alan 781 kilometre uzunluğundaki Pearl Nehri idi. Kurbanlarından en az birini oraya attığı kesindi .. Hoşça vakit geçirmek için nehir kenarında gelen üniversite öğrencisi bir çift onu görmüş fakat gecenin karanlığında nasıl biri olduğu hakkındaki kesin bir fikir edinememişlerdi. Ancak kullandığı Land Rover cipin gümüş rengini ve arka camdaki parlak sarı Tweety yapıştırmasını fark etmekte zorlanmamışlardı. Bu bilgiyi, yaklaşık yirmi dört saat önce polis merkezinin detektifleriyle paylaşmaları sonucunda Mike Madley nerede araştırma yapabileceği hakkında bir ipucu edinmişti. Çünkü bu aracı birkaç gün önce o da tesadüfen görmüştü. Oysa kadere ve tesadüflere inanmayan biriydi. Şayet düşündüğü gibi olur da Gecenin Prensi'ni bu sayede yakalayabilirse, inançlarını gözden geçirmesi gerektiğini biliyordu. Katilin yakalanması buna değerdi doğrusu...



Koridorun ucundaki son kapıya doğru yönelmişti ki dehşete kapılmış bir kadın çığlığı duydu. Sesin hangi yönden geldiğini daha iyi anlayabilmek için olduğu yerde kaldı. Nefesini tutup, bekledi. Ve ne büyük bir hata yaptığını o anda anladı... Ses öylesine boğuktu ve derinden geliyordu ki evin kilerini kontrol etmediğini fark etti! *** Koşar adımlarla aşağı kata inen Madley'in kalp atışları hızlanmış, tüm vücudu bir anda ter içinde kalmıştı. Merdiven altındaki kilerin yerini tespit edince hiç tereddüt etmeden kapının kilidine sağlam bir tekme savurup, kendini yana attı. Fakat korktuğu başına gelmedi; içeriden kendisine ateş eden olmadı. Kapı pervazının kenarından başını uzatıp, aşağıya baktı. Hiçbir şey göremedi. En üstteki birkaç basamaktan aşağısı zifiri karanlıktı... Gerçi ceketinin iç cebinde ince ve uzun, ışığı son derece etkili bir el feneri vardı ama bunu kullanmak faydadan çok zarar getirecekti. Kilerin bir köşesine sinmiş veya merdivenlerin hemen dibinde pusuya yatmış biri için kolay bir hedef teşkil ederdi. Hızla neler yapabileceğini düşünmeye başladı. Silahını rastgele ateşleyerek çabucak aşağıya inmeyi deneyebilirdi. Ancak bu durumda sadece kendi hayatını değil, içerideki kadının yaşamını da tehlikeye atmış olurdu. Üstelik katilin orada bulunmama ihtimali de vardı. Sen aşağıya inemiyorsan, aşağıdakileri yukarı çıkar, diye aklından geçirdi. Bulabildiği bir kumaş parçasını -mesela perdenin bir bölümünü- yakıp, kilere doğru fırlatabilirdi. Fakat katilin aşağıda olduğuna dair en ufak bir ipucu yoktu. Ya orada sadece tutsak varsa! Yanarak ölmese bile, yangının neden olacağı zehirli gazdan boğulma ihtimali bulunuyordu... Diğer seçeneklerin neler olabileceğini düşünürken etrafa bakındı ve bir anda çılgınca bir fikir geldi aklına. Denemeye değerdi doğrusu... Beyin jimnastiği yaparak daha fazla zaman kaybedemezdi, artık harekete geçmenin zamanıydı! *** Kate Matthews on saatten uzunca bir süredir şu anda üzerinde bulunduğu ahşap sandalyede oturuyordu. Tıpkı yirmi iki yıl önce doğduğu gibi çırılçıplaktı ve on santim kalınlığındaki bir bantla hem kol, hem de ayak bileklerinden sandalyeye sabitlenmişti. Açlık ve susuzluk yorgunluğunu bir kat daha artırmış, etrafında olup bitenlerle fazla ilgilenemez hale gelmişti. Bitkinlikten başı öne eğilmişti. Ancak üç dakika içinde olanlar öylesine saçma ve komikti ki o bile olaylar karşısında şaşırmadan edemedi. Yukarıdaki kiler kapısının güç kullanılarak açılmasından sonra içeri bir nebze ışık dolmuş fakat başka da bir şey olmamıştı. Kilerin bir köşesinde bulunduğundan içeri süzülen aydınlığı pek de önemsememiş ama çıkan gürültüyü duyunca irkilmişti. Bağırmak istedi ama başaramadı. Hemen arkasında dikilen cani biraz önce çığlık atmasına izin verdikten sonra ağzını yeniden bantlamıştı. Gecenin Prensi, yemini hazırlamış ve tuzağını kurmuş biri gibi avını beklemeye başladı. Kate de bilinci yarı açık bir şekilde nefesini tutmuş, neler olacağını bekliyordu. Her ikisi de beklemedeydiler fakat adamın durumu kadınınkinden çok daha farklıydı. Katil, baştan aşağıya siyah giyinmiş, eline aynı renkte eldivenler takmıştı. Kadının arkasındaki duvara yaslanmış, yemi kendine siper etmiş, bekliyordu. Sağ elinde Glock marka tabancası, gözünde ise enfrarujlu gece görüş gözlüğü vardı. Kadın, olup bitenin hayal meyal farkındaydı. Zifiri karanlıkta varlığı bile kolayca algılanmayan adamsa, tüm detayları rahatça görebiliyordu. Teknoloji, gerçekten harika bir şeydi! *** Fazla beklemeleri gerekmedi. Merdivenlerden, hiç ummadıkları garip bir ses yükseldi. Sanki birileri kayak yapar gibiydi... İyi ama böyle bir şey nasıl olabilirdi ki?


Kate, yan yana dizilmiş dört cüce, ikişerli sıra halinde aşağıya doğru kayıyor diye düşündü. Akabinde öndeki cüceler basamakların hemen karşısındaki duvara tosladırlar. Garip bir çatırtı duyuldu. Kadının ardında dikilen cani kıkırdadı. Ve bir anda odanın içinde silahlar patladı. Kate, son bir gayretle vücudunu sol yana doğru itti ve bağlı olduğu sandalyeyle birlikte yere devrildi. Kendi kendine sessiz çığlıklar attı. Kulakları çınlıyor, barut kokusu burnuna doluyor, heyecandan yaprak gibi titriyordu... *** Detektif Mike Madley, tıpkı tiyatronun başrol oyuncusu gibi büyük bir sükse yaparak sahneye çıkacaktı ama alkış alacağı konusunda çok ciddi şüphesi vardı. Neler yapabileceğini düşünerek etrafı kolaçan ederken odanın ortasındaki sehpa gözüne ilişti ve planı bir anda şekillendi. Gül ağacından imal edilmiş sehpanın yüzeyi vernikle parlatılmıştı. Detaylar konusunda fazla kafa patlatmadan hemen ceketini çıkardı. El fenerini pantolon cebine aktardı. Elips şeklindeki ve bir metre uzunluğundaki sehpayı kilere inen merdivenlerin başına kadar usulca taşıdı. Ters çevirip, bacakların arasında yüzükoyun yattı. Gövdesi, yaklaşık elli santim uzunluğundaki bacakların arasına kolayca sığmıştı. Tabancasını sağ eline alıp, sol eliyle bacaklardan birini sıkıca kavradı. Büyük bir riske giriyorum; Tanrım sen bana yardım et, diye sessizce yakarıp, kendini de sehpayla birlikte kiler merdivenlerinden aşağıya bıraktı! Merdivenlerin sonundaki duvara gürültüyle çarpana dek, tüm basamakların üzerinden birkaç saniye içinde kaydı. Tosladığı duvardan üstüne dökülen toz ve sıva parçacıklarına aldırmadan, kilerin içine doğru yuvarladı. Bu esnada sehpanın kenarına takılan gömleği yırtıldı, ayakkabılarından biri ayağından fırladı, lacivert pantolonu toz içinde kaldı. Öylesine komik görünüyordu ki cani kıkırdadı. Böylece Kate yana devrilirken Mike'ın o tarafa dönüp, silahını ateşlemesine neden oldu. İlk kurşun seri katilin sol gözünün altındaki elmacık kemiğine girip başının ardından çıkarken, diğer ikisi adamın kanıyla kızıla boyanmış duvara saplandı. Gecenin Prensi ani bir refleksle tetiğe bastı. Glock'tan fırlayan mermiler ancak Mike'ın üç metre ötesindeki sehpayı delip geçti. Mike Madley, pantolonunun cebinden fenerini çıkarıp, caninin öldüğüne emin olduktan sonra Kate'in yanına geldi ve gözü yaşlı genç kadının ellerini, ayaklarını çözdü. Bir yandan da onu teselli etmek istercesine kendi kendine mırıldandı, Küçükken de kaykayımla güzel gösteriler yapardım. Bu sayede çok kız tavladım," dedi.

OĞUZ ÖZTEKER

oguzozteker@yahoo.com MEHMET GÜLERYÜZ (illustrasyon) http://guleryuzmehmet.deviantart.com/


ÇİZGİ ROMANLAR HAKKINDA BİR

ÇİZGİ ROMAN Alan Moore ismi ile özdeşleşen çizgi roman'ın roman bölümü ağır basan dönüm noktalarından biri olan Watchmen'i hazır sinema filmi vizyona girmek üzereyken siz değerli gölge okuyucuları için masaya yatıralım dedik. Hali hazırda hala bu muhteşem eseri okumamış olanlarınız varsa belki titreyip kendine gelir ve bir kopyasını bulmak için yollara düşer. Alan Moore, Dave Gibbons ve John Higgins'in beraberliklerinin meyvesi olan (Çocuk doğurmuşlar sanki) Watchmen toplam 12 sayı sürmüş bir roman'dır. Üstüne basa basa bir roman olduğunu söylüyorum ki okumadan önce ne ile karşılaşacağınızı iyi bilin. 1986 ve 87 yıllarında DC comics tarafından yayımlanan eser bilinen ve süregelen süper kahraman imajını ters yüz etmekte ve okuyucuyu bambaşka bir macera ile baş başa bırakmaktadır. Olay örgüsü yaşadıklarımıza paralel bir evrende geçmekte ve 80'lerde doruğa çıkan Amerika ile Rusya arasındaki soğuk savaş ve Nükleer silahlanma dönemini ele almaktadır. Bu alternatif dünyada bir zamanlar kanun koruyucusu olarak çalışan süper kahramanlar artık ya emekliliğin tadını çıkarmakta ya da devlet için çeşitli görevlerde bulunmaktadır. Halk nükleer savaş tehdidi altında yaşarken gerçek kimliklerini gizleyen süper kahramanlarımızdan The Comedian ölü bulunur. Polis bunu bir intihar olarak kayıtlara geçse de eski dost Rorschach bu duruma şüphe ile yaklaşarak olayı incelemeye başlar. Düşüncesine göre eski süper kahramanlar tek tek yok ediliyorlardır. The Comedian, Dr. Manhattan gibi devletle çalışmaya devam eden süper kahramanlardan biridir. Onun ölümünden sonra Rusya'ya karşı en önemli kozlardan biri olan Dr. Manhattan'ın da basının baskılarına ve sevgilisi ile yaşadığı ayrılığa dayanamayıp dünyadan ayrılması Rorschach'ın şüphesini daha da arttıracaktır. Yoksa bazıları nükleer savaş başladığında bu eski kahramanların yollarına çıkmasını istememekte midir? Halkın Watchmen'in baskısından kurtulmak için duvarlara yazdığı Gözcüleri kim gözleyecekb gi bir anlamı olan "Who watches the Watchmen? (orjinali Juvenal'in "Kadınlara Karşı" isimli 6. saturasi quis custodiet ipsos custodes'den alıntıdır) repliği ile anılara kazınan seri, Alan Moore'un bir röportajında söylediği "başka hiçbir edebiyat formunun erişemeyeceği, sadece çizgi romanın gelebileceği uç noktaları keşfetmek için yarattım." sözlerni kesinlikle hak etmektedir. Alan Moore'a göre bu seri ancak 3-4 defa okunarak anlaşılabilir. Gerçekten de o kadar çok gönderme ve sistem eleştirisi içermektedir ki tek seferde bu kadar bilgiyi algılamak oldukça zordur. Bir de bunun üstüne değişik olay örgüsü ile okuyucuyu tam anlamı ile mat etmeye çalışmaktadır. Lost sevenlerin bu yönden Watchmen'e bayılacaklarına inanıyorum. Tabii ki Watchmen'i incelerken dizi ile ilgili bir kaç not da vermeden olmaz. 5. bölüm Fearful Symmetry'de ilk sayfa ve son sayfa ilginç bir şekilde birbirinin suda yansıması gibidir. Aynı şekilde ikinci sayfa ile sondan ikinci sayfa da ve bu şekilde bütün sayfalar bir simetrik düzen içine oturtulmuştur. Başka bir ilginç not da çizgi roman içinde Tales of the Black Freighter adlı sahte bir çizgi romandan sürekli bahsedilmekte ve olay örgüsü dahilinde bize bazı bölümler gösterilmektedir. Hikaye içinde hikaye kurgusu böylece Watchmen'e girmektedir. Bir afroamerikalı çizgi roman okuru çocuğun bize gösterdiği korsanlarla ilgili bu hikayeğ"er süper kahramanlar gerçek olsa idi, kimse çizgi romanda süper kahraman görmek istemezdi." demektedir.


Lost ve Heroes'dan aşina olunan tekrarlanan semboller de hikayedeki önemli ögelerdendir. Kanla kesilmiş bir gülen surat bir çok formatta karşımıza çıkmaktadır. Korku imparatorluklarına bir başkaldırı manifestosu olan Watchmen dönemi içinde AntiReagan'cı bir tutum sergileyebilen ender çalışmalardandır. Alan Moore da hikayenin bu özelliğini öne çıkarmaya çalışmış ve kesinlikle Anti-Amerikan bir propaganda yapılmadığının altını çizmiştir. Serinin başarısı çizgi roman kültüründe grafik roman olarak adlandırılan yeni bir türün doğmasını da sağlamıştır. 1988 yılında da Hugo ödülü alarak ne kadar önemli bir yapıt olduğunu bir kez daha kanıtlamıştır. Time'ın "İngilizice yazılmış en iyi 100 eser", Entertainment Weekly'nin "Son 25 yılda yazılmış en iyi 50 roman" gibi listelerde hep üst sıralarda yer almıştır. Başarı tabii ki DC'nin iştahını kabartmış ancak Alan Moore ile de yollarının ayrılmasında en büyük neden olmuştur. Watchmen'in sinema filmine aktarılma düşüncesi ise 1986'ya kadar dayanmaktadır. 20.Century Fox'un bir türlü senaryoyu düzeltememesi sonucu iptal edilmiş, sonrasında Warner Bros. Terry Gilliam'ı yönetmen koltuğuna oturtarak projeye ivme kazandırmış ancak Gilliam'ın "Bu hikaye filme çekilemez!" açıklaması tekrar projenin durdurulmasına neden olmuştur. Gilliam'a göre "Hikayeyi kesip iki saatlik bir filme sıkıştırmak Watchmen ruhunu öldürecektir." 300'deki başarısı ile ünlenen Zack Snyder'ın yönetmenliğinde tekrar başlanan proje sonunda tamamlandı ve mart ayında uzun zamandır beklenen filmi sinemalarımızda seyretme şansına erişeceğiz. Ancak gelen haberler pek de iç açıcı değil. Snyder'ın 300'deki bakışı eğer Watchmen için de geçerli ise aksiyon dışında bir şey beklememeliyiz. Zaten Alan Moore da film için "Bu boktan şey benim dvd playerıma bile pisleyemeyecek." demiş. Tabii yine de iflah olmaz bir Watchmen tutkunu olarak ilk gün sinema koltuğunda yerimi alacağım. Son olarak sinema filmini izlemeden önce bir hazırlık olsun diyerek karşınıza çıkacak karakterleri kısaca tanıtalım.

THE COMEDIAN/EDWARD BLAKE: Romanın başında öldürülen Edward Blake geçmişe döndüğümüz bölümlerde sık sık karşımıza çıkan bir kahraman. Olay örgüsünü başlatan bir karakter olarak öne çıkıyor. Kendisinin yaratılırken Marvel karakteri Nick Fury'den ve Peacemaker'dan esinlenildiği söyleniyor. RORSCHACH / WALTER KOVACS: Watchmen günleri eskide kalsa da düzeni sağlama konusunda tek başına çalışmaya devam eden Rorschach mürekkep lekeleri ile kirlenen beyaz bir maske ile yüzünü gizleyen bir karakter. Her şeyi siyah ve beyaz olarak gören ve gri bölümler olduğunu kabul etmeyen biri. DOCTOR MANHATTAN/DOCTOR JONATHAN OSTERMAN: Rusya'nın tehditlerine karşı Amerika tarafından geliştirilen Doctor Manhattan eski bir profesörken, 1959'da bir deney sonucu Hulk'un parlak mavi rengini alıp süper insan güçleri kazanıyor. Kendisi Nükleer savaşta Amerikanın en büyük kozu iken dünyayı terk etmesi tüm dengeleri değiştiriyor. İlginç bir özelliği de DC'nin tamamen çıplak tek erkek karakteri olması. Okuyucuyu rahatsız etmemek için genelde aşağı tarafın gösterilmesinden kaçınılmış.


NITE OWL / DAN DREIBERG: Emekliliğin tadını çıkaran bir süper kahraman. Birçokları için Batman ve Clark Kent arası bir yerde olduğu düşünülür. OZYMANDIAS / ADRIAN VEIDT: Çizimleri Büyük İskender esas alınarak hazırlanan Adrian Veidt emekliliğinde kendi kurduğu şirketinin büyümesi için çalışmaktadır. Veidt bir çokları için evrendeki en zeki insandır. Ancak bu zekasını insanlığın iyiliği için kullanıp kullanmadığı bir tartışma konusudur. SILK SPECTRE / LAURIE JUSPECZYK: Tek kadın karakterimiz olan Laurie, Dr. Manhattan'la inişli çıkışlı bir ilişki yaşamaktadır. Sizleri Watchmen'i seyretmek için sinema salonlarına uğurlamadan önce duvar yazılarına dikkat etmenizi istiyorum. Eğer "Who watches the watchmen?" diye bir yazı görürseniz altına not düşün "Ben tabii ki!"

MASİS ÜŞENMEZ www.otekisinema.com


MİMAR Koşarak ofisine girdi, çalan telefona güçlükle yetişebilmişti. Telefondakine son detaylarla ilgilendiğini, projeyi söylenen tarihe yetiştireceğini söyledi. Her zamanki gibi çok meşguldü. Hemen önündeki kâğıtlara gömülüp çalışmaya başladı. Biraz sonra çalan telefonla irkildi. Bu seferki cep telefonuydu. Konuşması bu defa daha yumuşaktı. Çünkü arayan çocuğuydu. Telefonu kapatınca eline kalemi alarak tekrar çizmeye başladı. Bir ara ayağa kalkarak artık bir kütüphaneye dönüşmekte olan ofisinin kitaplığından bir kitap çekti: "Dream Houses" Alt dudağını kıvırdı: "Cık cık cık" dedi. Bir şey hoşuna gitmemişti. Bilgisayarın başına geçip bir kez de oradan kontrol etti. Artık eliyle pek çizmiyordu, en gelişmiş bilgisayar programları hizmetindeydi. Bu, bir heykeltıraşın talimatları girdikten sonra mermer bloku makine içine sokup öbür taraftan heykel olarak geri alması gibi bir şeydi. Profesyonel sanatçılık can sıkıcı bir şeydi. Ama o işini çok seven, artık marka olmuş seçkin bir mimardı. Hiçbir zaman vakti olmayan bir iş kolikti ve etrafındaki dünya ile pek ilgilenmiyordu. Hırslıydı ama bazı profesyonel sanatçıların takıntı haline getirdiği, mesleğinin zirvesine koyacağı o "nihai vuruşu", yani o en büyük eserini yapmak gibi bir takıntısı da yoktu.Öğlen yemeğine ancak saat üçte çıkabildi. Her zamanki gibi akşam saatlerinde ofisten çıktı. Aklından yarın yapacaklarının bir listesini geçirdi. Şu proje bir an önce bitse iyi olacaktı. Garaja inerken bunları düşünüyordu. Issız garajda ayak sesleri yankılanırken arabasına doğru ilerledi, kumandayı karşıya doğru uzattı, bir ıslık sesiyle kapılar açıldı. Tam o anda kolonlardan birinin arkasından yaşlı bir adam fırladı. Kadın, ani refleksle bir adım geri çekildi. Korkmuştu. Yanakları al al oldu. İhtiyar beyaz sakallarının arasından çıkan tatlı bir gülümsemeyle ona baktı. Gözleri çakmak çakmaktı ve yaşlı vücudunun kalan kısmıyla bir tezat oluşturuyordu. Yavaşça kadına doğru eğildi ve fısıldar gibi konuştu: "Kendi evini ne zaman yapacaksın?" Kadın soruya şaşırmıştı. Bu ihtiyar da kimdi? Kendisinin mimar olduğunu biliyor muydu? Şaşkın şaşkın bakarken, ihtiyar adam gülümsedi, bir şey demeden başını öne eğdi ve küçük adımlarıyla oradan uzaklaştı. Kadın onun arkasından bir süre şaşkınlıkla baktı, sonra arabasına binip evin yolunu tuttu. Sanki bir anlığına hayatı durmuş sonra tekrar başlamıştı. Ertesi sabah arabasıyla tekrar garaja girdi. Arabadan indikten sonra şöyle bir etrafına bakındı. Kimse yoktu. Ofisine çıkınca kendine bir kahve hazırlayıp masasına oturdu. Birkaç saat geçmişti, birden aklına garajda gördüğü ihtiyar takıldı. "Herhalde ne dediğini bilmeyen bir ihtiyardı" diye düşündü. Arkasına yaslanıp, gözlerini masanın üzerinde gezdirdi; masada küçük çerçevelerde duran çocuğunun ve eşinin fotoğraflarına baktı. Bu hale gelmek için çok çalışmıştı ve sonunda kendine ait bir mimarlık bürosu vardı. Bir koca, bir çocuk, iyi bir maddi durum, çok sevdiği işi... Daha ne isteyebilirdi ki? Öğlen olunca çok sevdiği Çin lokantasına gitti. Yakın olduğu için yürümeyi tercih etmişti. Yemeğin ardından hızlı adımlarla ofisine doğru yürüdü. Tam sokağın köşesine gelmişti ki şaşkınlıktan donakaldı; karşısında o yaşlı adam vardı ve durmuş ona bakıyordu. O bebek gülümsemesiyle kadına bakıp sordu:"Kendi evini ne zaman yapacaksın?" Kadın ilk şaşkınlığın ardından konuştu: "Be... Benim evim var" Sonra ihtiyara doğru bir adım attı ve çantasından çıkardığı parayı ona uzattı. Yaşlı adam parayı alıp cebine koydu: "Allah razı olsun kızım" dedi ve aksak adımlarıyla uzaklaştı... Ofisine gelene kadar bunu düşündü, yine dünyadan koptuğunu hissettiren o duyguya kapılmıştı. Sonra uzun zamandır birine sadaka vermediğini hatırladı. Çalan telefonu saniyeler sonra fark etti. Karşısındaki kişi bir şeyler soruyordu ama bir türlü kafasını toparlayamadı. Aceleyle bir şeyler söyleyip telefonu kapattı.


Durmadan çalıştığı birkaç saatin sonunda işini bitirmişti. Bazı detaylar dışında proje nihayet tamamlanmıştı ve hafta başında yapacağı sunuma hazırdı. Artık yarınki tatili ailesiyle birlikte geçirebilirdi. Pazar sabahı çocuğu koşarak yanına gelip yatağa atladı: "Anne bugün sinemaya gidelim mi?" Babası araya girdi: "Oğlum, annen çok yorgun bugün dinlensin" "Tamam, tamam gidelim" dedi kadın gülümseyerek. O akşam daha yorgun ama daha mutlu bir halde uyudu... Ertesi gün projeyi alarak cipine atladığı gibi şehrin öbür ucundaki müşterisine gitti. Bir iki saat sonra sunum bitmişti. Çok başarılı bir sunumdu. Karşılıklı birkaç teşekkür konuşmasından sonra çekini alıp çıktı. Kendini rahatlamış hissediyordu. Arabasını ara sokaklardan birine sürdü, böylece kestirmeden gidecekti. Ama biraz sonra yanıldığını anladı, çünkü dar sokaklarda yönünü yitirmişti. Sonra zaman kaybetmemek için tekrar ana caddeye çıkmaya karar verdi. Nasıl olsa yol onu bir yere götürürdü. Ama önce bu sokaktan çıkmalıydı. Birine yol sormak için etrafına bakınırken aniden önünde bir karartı fark etti. Bütün gücüyle frene bastı, araba bir çığlık atarak durdu. Bir karış farkla adama çarpmaktan kurtulmuştu. Başından aşağıya soğuk bir ter boşandı. Adama bakmak için arabanın camını açtı: "İyi misi..." sözünü bitiremedi. Ona bakan o ihtiyardı. Yavaş adımlarıyla kapıya yanaştı ve tebessüm ederek: "Kendi evini ne zaman yapacaksın?" dedi. Uzaklaşan ihtiyarın ardından yolun ortasında bir süre kaldı. Arkasından gelen korna sesleriyle irkilip kendine geldiğinde, güçlükle arabayı sağ tarafa çekti ve başını direksiyona dayadı. Böyle bir şey nasıl olabilirdi? iş yerinin orada gördüğü bir kişi, şimdi şehrin öteki ucunda, bir sokak arasında karşısına çıkıyordu. 'Evini yaptır' da ne demekti? Yoksa biri ona bir şaka mı yapıyordu? Eğer öyleyse böyle aptallıklarla uğraşacak vakti yoktu. Ofisine gittiğinde koltuğuna oturmuş dinleniyordu. Şu anda elinde yapacak bir işi yoktu ama hemen bulabilirdi. Kalkıp kitaplıktan bir kitap aldı: "Le Ville del Toscana"; oturup karıştırmaya başladı. Biraz sonra çalan telefonu onu düşüncelerinden sıyırdı. Telefondaki İstanbuldan bir arkadaşıydı. Yarın uçakla Ankaraya geleceğini, ona bir proje teklif edeceğini söyledi. O da kendisinin onu karşılamak istediğini ve hava alanına geleceğini söyledi. Yeni bir iş çıkmıştı, sevindi. Ertesi gün cipine atladığı gibi hava alanının yolunu tuttu. Terminale geldiğinde uçağın inmesine on beş dakika vardı. Bir koltuğa oturup beklemeye başladı. Biraz sonra arkasında duyduğu hıçkırık sesinin ne olduğunu anlamak için baktığında ağlayan bir kadın gördü. Tekrar başını çevirip büyük saat tabelasına baktı. On dakika kalmıştı. Arkasındaki kadının ağlaması devam ediyor, git gide sinir bozucu bir hale geliyordu. Sonunda dayanamadı, kalbi burulmuştu. Kalkıp kadının yanına gidip bir kâğıt mendil uzattı: "Pardon, kötü bir şey mi oldu hanımefendi?" Devam etti: "Yapabileceğim bir şey var mı?" dedi. Kadın ilk önce söylemek istemese de sonra durumu anlattı. Kocasının uçağını beklediğini, hamile olduğunu fakat birkaç gün önce çocuğunu düşürdüğünü hıçkırıklara boğularak anlattı. Şimdi bunu kocasına nasıl söyleyecekti? Onu dinledikten sonra üzülmemesini bunun onun elinde olan bir şey olmadığını söyleyerek teselli etti. Sonra da ona tanıdığı bir doktorun kartını verdi. Zavallı kadın ona teşekkür etti. Oradan uzaklaşırken artık kadın ağlamıyordu. O sırada çalan telefonuna baktı. Arkadaşıydı ve kötü hava yüzünden uçuşun iptal edildiğini haber veriyor ve özür diliyordu. Tekrar arabasına atlayıp yola koyulduğunda birkaç saatini kaybettiğini düşünüp hayıflandı. Gaza biraz daha bastırdı. Pırıl pırıl bir hava vardı ve sanki haddinden fazla ışık verilmiş bir fotoğraf karesini anımsatıyordu. Güneş gözlüğünü taktı. Karşıdan gelen kamyonun arkasından havaya süzülen, altın tozu gibi buğday tanelerini fark etti. Kamyon iyice yaklaşana



kadar buğday tozlarının dansını seyretti, kamyonun arkasından hızla çıkan bir arabayı gördüğünde zaman yine durdu, aklına birden çocukluğu geldi sonra öğrenciliği, mezuniyetleri, evliliği, çocuğunun doğumu, ardından esneyen kırılan birbirine giren metallerin çıkardığı tiz ses, başının geriye, göğsünün ileriye doğru çıkması, sevdiğini koşup kucaklarmış gibi açılan kolları, yaşadığı günler gibi etrafa saçılan cam parçaları, çıkmış bir tekerleğin yavaşça uzaklaşması sanki ağır çekimde gösteriliyordu. *** Yoğun bakım ünitesinde doktorlar yatağın başında konuşuyorlardı. Kalp grafiği cihazında atan kalbin sinyalleri duyuluyordu. "Üç gündür komada, ailesiyle kim konuştu?" dedi başhekim. "Ben söyledim." "En kritik dönemde, geri de dönebilir, bitkisel hayata da girebilir, ya da..." Asistanlar birbirlerine baktılar... "Beklemekten başka yapacak bir şey yok, elimizden geleni yaptık. Hemşire! Şu serumu değiştirin." *** Gözlerini açtı. Açık havadaydı ve güneş yine pırıl pırıldı. En son hatırladığı o yoldu ve "sanırım oradayım" diye düşündü. Ayağa kalkıp baktı ne arabası ne de birisi vardı. Hatta yol bile yoktu, göz alabildiğine uzanan yeşil bir arazideydi. "Acaba bir golf sahasında mıyım!" diye düşündü. Hava ne sıcak ne de soğuktu. Üzerine baktı krem rengi bir elbise vardı. Çıplak ayaklarıyla pamuk yumuşaklığındaki çimenlere basarak yürümeye başladı. Bazen havada uçan, sarı gül yaprakları gibi bir şeyler yanından geçiyordu. Biraz daha yürüdü, başını kaldırıp gökyüzüne baktı; eflatun rengi bulutları görünce şaşırdı. Başını tekrar indirince ileride ona bakan, saçları beline kadar uzanmış, üzerinde atlastan bir elbise olan genç bir kız gördü. Kıza doğru yürüdü, yaklaşınca kız elini ona doğru kaldırdı: "Korkma. Benimle gel" dedi. Kızın elini tuttu. Birlikte yürümeye başladılar. Biraz yürüdükten sonra ağaçları ve gölgesindeki minderlere uzanmış, bir ziyafet sofrasında muhabbet eden, ipek kıyafetler içindeki insanları gördüler. Aralarında üzerinde gümüş kadehler taşıyan tepsiler dolaştırılıyordu. Onları geçince gözlerine inanamadığı şeye bir kez daha baktı ve şaşkınlıktan konuşamadığı için eliyle kıza gösterdi: "Evet! Baldan bir nehir" dedi kız tebessüm ederek. Yürürlerken kadın dönüp sağa sola ileriye geriye her yere tanıdık bir şey görme umuduyla baktı. Ama hiçbir yerin ucu bucağı görünmüyordu. "İşte" dedi kız, eliyle ilerideki evleri göstererek... Kadın yine şaşkınlıktan konuşamadı. Üst üste yapılmış villaları gördü. Bu yapılar, tarifi imkânsız, daha önce görmediği tarzda bir mimariydi... Kız ona döndü ve: "Bir renk hayal et" dedi. Tekrar: "Bir renk düşün ve şu eve bak" dedi pembe olanı işaret ederek... Kadın maviyi düşündü. Kızın işaret ettiği evin üzerinden binlerce pembe kelebek havalandı ve altından mavi duvarlar göründü. Bu defa turuncuyu düşündü ve evin turuncuya döndüğünü gördü. Kız devam etti: "İşte o ev..." "Ne... Ne evi?" dedi kadın güçlükle; ilk defa konuşmuştu. "Senin evin, yaptırdığın ev!" "A ..Ama nasıl olur. Burası neresi?" "Burası tahmin ettiğin yer. Hayaller mertebesinin gözle görüldüğü yer." "Yani ce ..Cennet mi?" "Evet, ilhamlarının geldiği yer. Orası da senin evin!" "Yani ben öldüm mü?"



"Uyuyordun, şimdi uyandın!" "Ama ben bunun için bir şey yapabildiğimi düşünmüyordum." "Emin misin?" dedi kız. O ihtiyara para vermedin mi? İşte o evinin duvarlarını yaptı, komşunu ziyaret etmedin mi? İşte o evinin kapısını yaptı. O kadına yardım etmedin mi? İşte o evinin pencerelerini yaptı. Ailene bakıp onlara vakit ayırmadın mı? İşte o evinin çatısını yaptı... Birine selam verip tebessüm etmedin mi? İşte o evinin boyasını yaptı... Allah sana verdiklerinin karşılığı olarak yaptığın teşekkürleri kabul etti." Kadın mutluluktan açan yüzüyle buruk bir tebessüm edip başını yukarıya kaldırdı. Gözleri tekrar kapandı... *** Hemşire elini nabzına koydu ve hızla odadan fırlayıp bağırdı: "Doktor, doktor, gözlerini açtı!" Doktorlar hemen odaya girdiler. Makinede kalp atışının hızlandığını gösteren sinyal sesi duyuldu. Bütün engellemelere rağmen odaya kocası girdi. Kadın teker teker hepsinin yüzlerine bakarak tebessüm etti ve konuştu: "Tekrar merhaba."

EMRE DEMİROK YUNUS KOCATEPE (illustrasyon) http://yunuskocatepe.deviantart.com/


KIZIL KRALIN HUZURUNDA Fenore'nin en batı ucundan terk edeli üç günden fazla olmamıştı ama, soğuk ve tekinsiz bir sessizlik Ejderyuvası Dağlarında her yerden daha fazla hissediliyordu. Soluduğu havada, ayağının altında ezilen karda, Azonar'ın bakışını çevirdiği her yerde yıllardır uyuyan birinin dinginliği vardı. Her adımında birilerini rahatsız edecekmişçesine tedirgindi. Oysa ki fersahlarca ötesinde bile tek bir canlı yoktu. Oraya en yakın yerleşim yerinde yaşayanlar dahi, üzerinde dikildiği dağ sırasını ancak düşlerinde görmüşlerdi. Azonar da böyle bir düş görüp görmediğini anımsamaya çalıştı. Onunkiler daha farklıydı ve çok daha gerçekti. Birkaç hafta önce, Sahipsiz Topraklara giden bir kervan ile birlikte yolculuk ederken, saldırıya uğradıkları gece gördükleri en uçuk düşlerinden bile daha beterdi. Kanatlı dehşetler, etrafında yükselen yüce dağlardan hatta kardan bile daha gerçekti. Kendi gözleriyle görmüştü. Ejderhalar yaşıyordu ve hiç de uzakta değillerdi. Ejderyuvası Dağlarının yakınlarında dahi kimselerin bulunmamasının nedenlerinden biri ve en önemlisi de- buydu. Ama tanrılar onu buraya sürüklediyse elinden bir şey gelmezdi. Yapabileceğinin en iyisini yapıp hayatta kalmak için çalışmaktan başka çaresi de yoktu. Fenore'de göçebelerden edindiği kürkleri kuşanmış, dağların kayalık sırtlarında bir yerlerde, bulabildiği en kuytu köşede bir başına oturmuş, ısınmak için bir ateş yakmaya uğraşıyordu. Tırmanışı boyunca hiçbir adımı kolay olmamıştı ve mola yerleri hiçbir zaman rahat bir kervansaray ile kıyaslanamazdı. Gürleyen rüzgara aldırmadan, savrulan kar tanelerinin arasında sırtını bir kayaya vermişti. Uzun ve yorucu bir yolun sonuna yaklaşmanın keyfiyle uzandı yanan ateşin başına. Günün son ışıkları da; dağların koyu mavi çizgileri arasında kaybolurken uykuya daldı. Sabah keskin bir soğukla uyandı. Gökyüzünde yükselen güneş, dağları biraz olsun katlanılabilir kılıyordu. Yanında kalan erzaklarından birazını hışımla kemirdi. Tekrar toparlanıp yola koyuldu. Yalnızların kahvaltısı böyle olurdu; çabuk, gürültüsüz ve ıssız. Güneş omzunun üzerinde yükseldikçe, Azonar da dağın ötesine bir adım daha yaklaştığını düşünüyordu. Korkutucu düşünceleri aklına getirmeden, ama varlıklarını da unutmadan, hızlı ve olabildiğince dikkatlice yoluna devam etti gün boyu. Sonunda, güneş ayrılmaya yüz tuttuğunda yorulduğunu anladı. Hatırlatıcı olarak da bir kar fırtınası kopuverdi. Öylesine hışımla yağıyordu ki; durup, kuytu bir köşede onun sesini dinlemekten başka yapabileceği bir şey yoktu. Kararmaya yüz tutmuş gün ışığı altında, elini yüzüne siper ederek tepesinde, son bir gayretle varabileceği bir sığınak aramak üzere başını kaldırdı. Alaca karanlıkta bir hayalet gibi görünen yaratığı o zaman fark etti. Geniş kanatları ve orantılı vücuduyla genç bir ejderha hemen üzerine sessizce süzülüyordu. Bir süre Azonar'ın tepesinde daireler çizdi, ardından dağın biraz daha yükseklerindeki bir mağaraya, inine girip gözden kayboldu. Tam da o anda Azonar için bir fırsat doğmuş oldu. Yaratığın inine sığınabilirse bu fırtınayı atlatacağı kesindi. Ama mağaradan sağ çıkıp çıkmayacağından ise emin değildi. Son nefesini de bu yolu seçtiği ve sıradan bir insan gibi uzun yoldan dolaşmadığı için kendine küfrederek harcadığında canavarın ininin önündeydi. İçerisi, en az dışarısı kadar karanlık görünüyordu. Sessiz ve tedirgin adımlarla karanlığın içine girdi. Isının daha şimdiden değişmeye başladığını hissettiği Azonar. Ejderhanın nefesi, diye düşündü, gün gelip de ona bu kadar yakın olmak isteyeceğim aklımın ucundan bile geçmezdi. Etrafta bir kıpırtı ya da bir ses yoktu, ama gözleriyle görmüştü. Yaratık buralarda bir yerlerde, belki de mağaranın içlerindeydi. Canavarın varlığını anlayamadığı bir şekilde hissediyor ve tüylerini diken diken ediyordu. Aynı hisleri ejderhanın da paylaşmadığını umarak mağaranın kuytu bir köşesine kıvrılmayı umuyordu. Şansımı daha fazla zorlamanın alemi yok, dedi kendi kendine. Haksız sayılmazdı. Bir ay önce sıradan bir adamdı, şimdi ise ejderhalarla koyun koyun uyuyan bir hırsız. Kürkünü yaydı, tüccardan çaldığı kutuyu başının altında koydu ve geceyi geçirmek üzere uykuya dalmaya çalıştı. Ama, ya içindeki korkudan ya da hayatının bu kadar hızlı ve büyük bir değişikliğe uğramasından duyduğu tedirginlik yüzünden hemen uyuyamadı. Gece, tüm gördüklerden farklı,


büyülü bir düş gördü. Sabah, rüyasından arta kalanlara benzeyen bir homurdanma duydu. Devasa bir şey hareket ediyordu. Altındaki zeminin titrediğini hissetti ve ürperdi. Çabucak ayağa kalkmak istedi ancak uyku sersemliğiyle tökezleyip yere kapaklandı. Başını kaldırdığında, dün akşam gördüğü canavar karşısındaydı. Uzunca bir süre ne yapacağını bilemedi. Herhangi bir hamle yapmaktan çekindi, çünkü en ufak bir hata bile bunu son hamlesine dönüştürebilirdi. Yaratığın gözlerinin içine bakmadan doğrulmayı denedi, tehditkar olmak istemediğinden nazikçe hareket etti. Komik, diye geçirdi içinden, ben bu yaratığa karşı nasıl bir tehdit oluşturabilirim, diye söylendi. Birden nazikliği kralının huzurundaki bir köylününkine bürünüverdi. Beceriksizce ama içtendi ve korkuyla sıvanmıştı. Karşısındakiyse bir toprağın, bir coğrafyanın değil tüm Kyra'nın kralıydı. İçinden boğazına büyük bir heyecan dalgası yükseldi, bir şey söylemek istedi ama söyleyecek tek bir sözcüğü bile yoktu. Gözlerini yerden ayırmadan, geri geri mağaradan dışarı çıktı. Girişteki çıkıntının üzerinden usulca sarkarak, dün akşam geldiği yoldan aşağı indi. Yaratığın güçlü çenesi ve sivri dişleri kayaların arasında kaybolunca yeri göğü inleten bir çığlık duydu. Kral konuşmuştu. Davetsiz misafirini bağışlamıştı. İlk Doğan'ın bir dalına karşılık benim gibi birinin canı, diye düşündü Azonar, oldukça iyi bir takastı.

UTKU TÖNEL

http://kendime.blogspot.com/ ŞÜKRÜ BAĞCI (illustrasyon) http://sembol.deviantart.com/







RÖPORTAJ: BAKIŞ KUTLU Gölge Dergi olarak, An Koleksiyoncusu serisinin yazarı Bakış Kutlu ile sizler için bir söyleşi gerçekleştirdik. Bakış merhaba, öncelikle ilk kitabının yayınlanmasından ötürü seni kutlarım. Yayınlanan her kitap yazarına heyecan verir, ancak ilk kitapların yeri farklıdır. Kitabın yayınlandığında ne hissettin?

Teşekkür ederim. İlk kitabın yerinin farklı olduğunu hep söylerler, ancak henüz kıyaslama şansım yok. Yine de bu çok heyecan verici elbette, özellikle de çocuk okuyucunun karşısına çıkmak, çünkü çok zor beğeniyorlar ve çok çabuk dağılan bir dikkatleri var. Üstelik hiçbir şey eskisi gibi değil, artık yelpaze çok daha geniş. Sadece yerli ve yabancı fantastik örnekleriyle değil, bilgisayar oyunlarıyla ve televizyon programlarıyla da kıyaslıyorlar okuduklarını. Fantastik edebiyat son yıllarda oldukça revaçta. Bu alanda özellikle Yüzüklerin Efendisi filminin gösterime girmesinden sonra oldukça çok sayıda kitap yayımlandı. Ama özellikle çocuk edebiyatında bu alandaki eserlerin büyük çoğunluğu çeviri eserler. Sen fantastik edebiyata nasıl bakıyorsun? Neden bu türü seçtin?

İtiraf edeyim, filmlerini görmekle birlikte ne Yüzüklerin Efendisi ne de Harry Potter serilerini okudum. Aslına bakarsanız An Koleksiyoncusu'nu yazmaya başlarken "bir kitap yazayım, türü de fantastik edebiyat olsun" gibi bir düşüncem olmadı. Yalnızca aklıma geliveren bir fikirdi bu, insanlardan anlarını çalan ve görülmeyen bir varlık fikri, ve ben de üstüne gittim. Fantastik edebiyata gelince, son derece yaratıcı, insanın hayal gücünü zorlayan, başka okumalara açık bir tür olduğuna inanıyorum ve ülkemizde bu alandaki eserlerin artmasını diliyorum. Yazarlık ilginç bir deneyim olsa gerek. Kitabın fikri nasıl oluştu? Hikâye kafanda nasıl gelişti?

Otuzlu yaşlar insanın geçmişine dönerek bir çeşit hesaplaşmaya başladığı yaşlar galiba; yani yirmilerde "geçmiş" uzak bir kavram hâlâ, en azından ancak yakın geçmişinizi düşünüyorsunuz, ama otuz yaş ve sonrasında, olduğunuz kişiyi anlamlandırmak için daha uzak geçmişe dönmek isteyebiliyorsunuz. Bunu yaptığınızda çocukluğunuzdaki olayların, ailenizle ilişkinizin, okuduğunuz kitapların, seyrettiğiniz filmlerin ne derece etkili olduğunu görmek çok şaşırtıcı. Ancak bir o kadar şaşırtıcı olan da, pek çok şeyin artık hatırlanmadığını fark etmek. İşte kitabın konusu da bu fark ediş hâlinin ardından oluştu. Sanırım hepimizin içinde bir an koleksiyoncusu yaşıyor. İlk kitaplar genellikle yazarın kendi deneyimlerinden en çok yararlandığı kitaplar olagelir. Bu kitapta sen de kendi deneyimlerinden yararlandın mı? Mesela çocukluk anıların hikâyeni oluşturmanda etkili oldu mu?

Elbette olmuştur, ancak her ne kadar kitabı çocuklar için yazmış olsam da, aslında kullandığım pek çok şey, fantastik edebiyatta genelde olduğu üzere, metaforlardan ibaret. Yani bir çocuk kitabı okuduğunda belki heyecanlı bir hikâye görecek, ancak yetişkin okuyucunun göreceği şey başka olacaktır çünkü bu metaforları fark edebilecektir sanıyorum. An Koleksiyoncusu şimdilik iki kitaptan oluşuyor. Birinci kitap Çuvaldaki Sır ve ikinci kitap Yeraltına Yolculuk. Bildiğim kadarıyla ikisi aynı anda yayımlandı. İkinci kitap ilkinin devamı diyebilir miyiz? Yoksa ayrı ayrı okunabilecek romanlar mı?

Aslında bu tek bir kitap ve iki bölümden oluşuyor. İki kitap olarak yayımlanmış olma sebebi, çocuklar için fazla kalın olabileceği düşüncesi. Yoksa ikinci kitap ilkinin devamı. Yine de Yeraltına Yolculuk'ta, ilk okunan o kitap olursa diye, kısacık bir özet var. Ben elbette okuyucunun alacağı zevki düşünerek sırayla okunmasını tercih ederim.


Kitabın kahramanı Balpetek başına buyruk bir kız çocuğu. Gerçi kafası karışık ama kararlarının çoğunu kendi veriyor ve mahalledeki çocuklara liderlik ediyor. Bu küçük okuyucularını düşünerek seçtiğin bilinçli bir tercih mi? Yoksa hikâyenin akışı mı bunu gerektirdi? O yaşlardaki çoğu çocuğun, büyükler pek fark etmeseler de, kafalarının karışık olduğunu düşünüyorum. En azından ben öyleydim. İşin doğrusu hâlâ öyleyim. Aslında Balpetek benim çocukluğumu epey andırıyor. Hikâyede iyi/kötü ayrımı çok belirgin değil. Özellikle An Koleksiyoncusu karakteri önceleri kötü bir karakter gibi görünürken geçmişini öğrendikten sonra ve ilk kitabın sonunda okuyucunun sempati duyacağı bir karakter hâline geliyor. Ancak çocuk edebiyatında bu ayrımın özel bir önem gerektirdiğini düşünenler var. Bu konudaki düşüncelerin neler? Her iyide bir kötünün, her kötüde de bir iyinin olduğuna inanan biri olarak, iyi ve kötünün ne olduğunun çocuklara bir matematik formülü gibi verilmesinden hoşlandığımı söyleyemem. Hiçbir şey salt iyi ya da kötü değildir bana sorarsanız. Bence önemli olan, çocuğun kendi kararını kendisinin vermesi, kötü dediğimiz bazı şeylerin öyle olmalarının bir nedeni olduğunu görmesi, o neden ortadan kaldırıldığında, iyiye doğru bir değişimin mümkün olduğunu, en azından bir ihtimal olarak, aklında bulundurması. Çocuk edebiyatı zorlu bir alan. Okuyucu çocuklar oldu mu ayrı bir özen gerekiyor. Romanını yazarken bu senin üzerinde bir baskı oluşturdu mu? Haklısınız, çocuk edebiyatı hem zorlu hem de son derece büyük bir özen gerektiriyor. Bu özeni ne kadar gösterdiğim ise tartışılabilir. Kendimce gerçekten önemli gördüğüm konularda oldukça dikkatli davrandım, ancak şimdiki çocukların bazı açılardan on yıl önceki çocuklarla asla bir tutulamayacağını düşünüyorum ve onlara karşı birtakım mesajlar iletirken didaktik olmaktan kaçınılması gerektiğine inanıyorum. Onlara "dostlarım" şeklinde hitap edişim bu yüzden. Benden küçük olabilirler, ancak bazı konularda benden fazla şey bildikleri muhakkak. Kitabımda kendimce önemli gördüğüm ufak tefek şeyleri açıkça, bir dost tavsiyesi gibi iletirken, asıl iletmek istediklerimi tamamen sezgisel olarak vermeye çalıştım diyebilirim. Romandaki illüstrasyonlar Ozan Küçükusta'nın kaleminden çıkmış. Nasıl bir çalışma yöntemi izlediniz? İnisiyatifi tamamen Ozan’a mı bıraktın? Yoksa kompozisyonların oluşmasında senin de katkın oldu mu?

Ozan çok saygı duyduğum bir çizer. Yaptığı şeyse, benim çok yabancısı olduğum bir alan. Dolayısıyla onunla yalnızca kaç resim çizeceğimiz ve hangi bölümlere resim koyacağımız gibi genel konular üzerinde konuştuk, ben ona kafamda nasıl bir sahne canlandırdığımı anlatmaya çalıştım sadece. Ondan sonra tek yaptığım şey, bütün resimler bittiğinde her birine tek tek bakıp "Ne güzel olmuş!" demekten ibaret.

İkinci kitap Yeraltına Yolculuk birincisinden farklı olarak daha çok fantastik öge içeriyor. Macera dozu da oldukça artmış. Benatar, Pikkular gibi fantastik karakterler ortaya çıkmış. Bu karakterler elfler, periler, cinler gibi fantastik edebiyatın klâsik karakterlerinden oldukça farklı. Bu karakterleri oluştururken nasıl bir yol izledin. Belirli referansların oldu mu?

Evet, birinci kitapta fazla macera olduğu söylenemez. Çuvaldaki Sır'da ortaya bir sorun attık, o sorun çözüme kavuştu ve daha büyük bir sorunun uzantısı olduğu anlaşıldı. İkinci kitapta, kötülüğün kaynağına iniliyor ve bu da daha çok macera ve heyecan demek. Karakterleri oluştururken herkesin düşünebileceği, bence çok büyük bir hayal gücü gerektirmeyen, ortak hafızamızda hâlihazırda yeri olan referanslar kullandım aslında. Bilirsiniz, yerin altında yedi gözlü, yedi kollu bir canavar ve küçük, fazla zeki olmayan ama aslında kötülüğe bilmeden de olsa hizmet eden Pikku halkı. Pikku, bir başka dilde küçük demek. Onlar da küçük yaratıklar.


An Koleksiyoncusu için üçüncü bir kitap düşünüyor musun? Hikâyenin devamı üzerinde düşündün mü?

Düşünmedim dersem yalan olur, ancak emin değilim. Sanırım bu iki kitabın göreceği ilgi benim kararımı da etkileyecek. Söyleşi için çok teşekkürler ve yazarlık maceranda başarılar. Umarım çok geçmeden yeni kitaplarını raflarda görebiliriz.

Bana kitaplarımdan bahsetme imkânı verdiğiniz için ben teşekkür ederim.


TEPE DÜNYAYA TAKLAK

Mert Kesir onu ilk kez bir mağaza vitrininin yansısında gördü ve hayatı tepetaklak oldu. Camekâna konmuş en yeni cep telefonlarına bakıyordu. Kaldırım kalabalıktı. Gelip geçenler nedeniyle cama iyice yaklaşmıştı. Bu nedenle görmesi biraz gecikmişti. Aklı ve hevesinin bütçesi için çok tuzlu olan telefonlardan yansıdaki şeye dönmesi saniyeler aldı. Sağ eli yıldırım hızıyla kısa saçlarını yaladı geçti. Sanki başında duran zehirli bir böceği fırlatıp atmak ister gibiydi. Başında duran şey diğer bir baştı. Yüzü kendisininkiyle tıpatıp aynıydı. Beden ve kıyafet olarak da benzeriydi. Saçı saçına değecek şekilde ters olarak kafasının üzerinde dimdik durmaktaydı. Saçlarını yalayarak geçen karate darbesi gibi hızlı el hareketleri yapması gelip geçenlerin dikkatini çekmişti, ama Mert'in panik ve şaşkınlıktan buna aldıracak hali yoktu. Başının tepesini iten bir ağırlık algılayamıyordu. Eliyle o şeye dokunamıyordu, ama ters duran ikizini görmeye devam ediyordu. Mert delirdim, beynimde tümör var, belki de ölmek üzereyim cinsinden düşüncelerle telefoncunun yanındaki lahmacuncuya yöneldi. İçerisi kalabalıktı. Yanlarında dört yaşında, uzun bukleli sarışın, yaramaz bakışlı bir kız çocuğu olan genç bir çift dışarı çıkmaktaydılar. Mert onların gitmesini bekledi ve vitrindeki aksine baktı. Oradaydı Allah belasını versin. Boyunu tam göremiyordu, ama yüzü, kıyafeti, vücut tipi falan tıpatıp kendisiydi. Mert Kadıköy'ün en kalabalık caddesi boyunca yürüdü. On beş yirmi camekânda kendine bakmış durmuştu. O şey, ikizi tepesindeydi. Ağırlığını hissetmiyordu, ama her saniye tepesinde dikilmiş durmaktaydı. İlk panik hali yerini ağdalı bir şaşkalozluğa, bir çeşit yılgınlığa bırakmıştı. Garip hareketler yapmazsa kimse ona bakmıyordu. Kafasında ters duran ikizini görmüyorlardı. Kendi kendine yarım yamalak bildiği birkaç duayı okuyarak, tanrıya hayırsız kulunu şimdi hemen şuracıkta daha fazla delirtmemesi için yalvararak ve ara sıra saçlarını yoklayarak minibüs durağına doğru yürüdü. Duraktakilerden hiçbiri ona özel bir merak bakışı yapıştırmadı. Memur emeklisi tipli şişmanca kadın, saçlarını hoş bir kırmızı renge boyamış uzun boylu kız, durmadan filmlerden bahseden yaşıtı iki delikanlı, o durağa gelirken ne irkildiler, ne de sinsi bir şekilde düşüncelerini saklar tavır aldılar. Mert bir yetmiş dört boyunda, sıradan giyimli, yüzü başarı ışımayan bir gençti. Yirmi beş yaşına basalı dört gün olmuştu. Gecikmiş yaş günü hediyesi kafasına yapışmış bu yaratıktı. Moralini iyice çökertmek için kendi kılığına bürünmüştü. Minibüsten Suadiye'de indi. Tepesindeki belayı vitrinlerde bularak, beton duvarlarda kaybederek yürüdü. Uzaktan bir tanıdıkla selamlaştı. Liseden arkadaşıydı. Elinde gitar aşırı havalı görünmek için biraz fazla çabalamış hissi veren hoş bir kızla beraberdi. Kızın kumral uzun saçları içini çekmesine neden olmuştu. Kendisinin kız arkadaşı yoktu şu sıralar. Gitarı, yakışıklı bir yüzü ya da arabası olmadığı için belki de. Bir şeye dikkat etmişti. Mevcut kız arkadaşları yeni yıl, 3 ocak doğumluydu, yaklaşırken ilişkilerini bitiriyorlardı. Son üç ilişkisi böyleydi. Mart nisanda başlama, eylül ekimde final. Kasımda son uzatmalar. Atlas apartmanının kapıcısı Behim abisi kapıda durmuş etrafı kesmekteydi. Havanın soğuğuna rağmen gri anorağının önü açıktı. Kalın ekose gömleğinin yakasının bittiği yerde göğüs kılları fışkırmıştı. Eğri burnundan çıkanlarla buluşmaya çalışır bir halleri vardı. Kendinde dışa açık bir farklılık varsa Behim'in keskin gözlerinden kaçmazdı. Naber Behim abi?" İyilik Mert. Erkencisin bugün." Öyle." Asansör bozuk. Tamirci hemen şimdi gelicem demişti. İki saat önce." Mert beşinci katın basamaklarını çıkarken sorununun dışarıdan görünmeyen cinsten olduğuna karar verdi. Besim'in yüzünde 25'inde hâlâ üniversitenin ikinci sınıfında olan, haftada iki gün dayısının üçüncü sınıf lokantasında çalışa çalışa nihayet bu mesleğe geçmesi mukadder olan birine yönelmiş bakışlar vardı. Sonunda lokanta çalıştıracaksan niye işletme okuyorum diye



böbürleniyorsun demek istiyordu. Pratik bir adamdı. Haticeye değil neticeye bakıyordu. Dayısı daha şimdiden seneye burayı sen işletirsin artık demeye başlamıştı. Bodrum'da bir evi vardı. Oraya yerleşmeye hazırlanıyordu. Mert'in kalbinde üstünkörü teyelli duran tanınmış bir işletme profesörü olmak, sanat kollarından birinden iyi anlamak, aklıyla alengirli bir işler başarmak gibi idealleri kötürümleştiren gelişmelerdi bunlar. Evde kimse yoktu. Babası iki yıldır emekliydi. Hafta sonu hariç her günün on iki ile altı arasını kendi gibi emekli mühendislerin takıldığı lokalde geçiriyordu. Annesi işteydi. Uzak akrabalarının şirketinde muhasebecilik yapıyordu. Emekliliği çoktan gelmişti. Kadın son beş yıldır çalışma hayatımın son yılı diyordu. Mert bunun en az beş yıl daha süreceğinden emindi. Annesi iş hayatını, çalışmayı seviyordu. Evde zaman geçirebilecek bir tip değildi. Ablası da onun gibiydi. Çalışma hayatını neredeyse hiç sekteye uğratmadan iki çocuk yapmıştı. Küçük kızı üç yaşına gelmişti bile. Kreşe gidiyordu ablasıyla birlikte. Tepetaklak ikizi bütün aynalarda mevcuttu. Kalan ömrüne arka plan olmak üzere kâbus perdesi şeklinde yeni yeni inmekteydi. Belanın kalıcılığının bakır pası tadını hissetmekteydi dilinde. Başkaları için şeffaf olan bir delilik maskesi takmıştı. Kimse yardım için müdahale edemesin diye. "Kimsin sen lan? Ha! Konuşsana ulan. Benmişim numarası yapma götlek. Konuşsana be..." Banyo aynasından beline kadarki kısmı gördüğü ikizinin yüzü kıpırtısızdı. Yüz ifadesi donuktu, ama vardı. Söyleyeceği şeyi aklından geçiren birinin ifadesi diyeceği geliyordu. Eliyle kim bilir kaçıncı kez saçlarını yokladı. Aynada hem elini, hem de başına monte edilmiş diğer başı görebilmekteydi. Eli tepetaklak ikizinin başının içinden geçmiyordu. Kendi saçlarına değiyordu sadece. Bunu yaptığında aynı yerde birbirlerine değmeden var kalmaya devam ediyorlardı. Optik bir felaket söz konusuydu yani. Gözyaşları yanaklarını ıslatırken ikizinin kuru yanakları tek bir his kıpırtısı vermedi. Hıçkırıkları donmuştu adeta. Başını ayna karşısında belli bir konumda tuttuğunda ilk kez ikizinin ayaklarını görmüştü. Ayakların dokunduğu bir zemin de vardı. Çözünürlüğü az bir fotoğraf gibiydi. Hatları, ayrıntıları seçilemiyordu, ama bir zemin vardı. O da bir yere basıyorsa ve bu banyonun zemini değilse neresiydi acaba? Bilim kurgu filmlerini hiç kaçırmazdı. Eskiden muntazaman okuduğu devirler de vardı. Şimdi kitap isimleri tutmakla yetiniyordu aklında. Okumadığı kitaplar hakkında hiç de fena değil, ilginç bir çizgisi var vb. cinsinden kısa görüşler verdiği de oluyordu. İki Mert boyunda bir koridorda baş aşağı durumda yürümekte olduklarını hayal etmek çok zordu. Kafaların tepesindeki tavanlar, mavi gökyüzü, bulutlar, yıldızlar neredeydiler? *** 10 Ocak Pazar günü saat 19:02'de Mert arı gibi çalışan lokantanın işlerine odaklanmıştı. Milletin ne yiyeceğini sormak ve bunu servis etmek sayesinde her dakika tepesindeki ters duran şeyi düşünemiyordu. Böyle anlarda her aynaya bakışta üç günlük tepetaklak makamındaki hayatını yeniden hatırlıyordu. İlk günkü sıklıkta saçlarını yoklamayı bırakmıştı. Sokakta yürürken her vitrine bakmayı da. Normal yürürse hiç kimsenin dikkatini çekmiyordu. Yeni durum üzerinde etkili olmuştu haliyle. Bir tür miskinlik hali denebilecek yavaşlığından sıyrılmıştı. Yüzü gözü de biraz başka türlü ışıyor olmalıydı. Bu sabah annesi iyi görünüyorsun bugün değerlendirmesi yaptığında babası başıyla onaylamıştı. Eski manitalarından biriyle karşılaştığında kız aşık mısın bu sıralar diye sormuştu? Müşteri bayanlardan alıcı gözle bakanların sayısı fark edilecek kadar artmıştı. Dayısı bile dün roket gibi çalışırken enerji içeceği mi içtin yoksa diye takılmıştı. Duruma alışması, dışarıya enerjik bir hal sergilemesi ve kimsenin bir çakmaması olumlu bir şeydi, ama bütün bunlar bu sorunun geçiciliği üzerine kuruluydu. Önündeki muhtemel elli yılı tepesindeki şeyle geçiremezdi. Evlenince bir de bu tür çocukların babası olursa ne yapardı? Sezgileri tepesindeki durumun uzun sürmeyeceğini fısıldamaktaydı. Etkisi ömür boyu



sürecekti yalnız. Çünkü son nefesine kadar aynalara ya da görüntü yansıtan herhangi bir şeye asla normal gözle bakamayacaktı. Şimdi cesaret edip hiç kimseye söz edememişti. Bu şey çekip giderse bir gün mutlaka birine anlatacak ve belki de arkadaşları arasında yeni bir lakaba kavuşacaktı. Fanilasına kalbi hizasında iğnelenmiş muskası bile vardı artık. Dün babaannesine gidip bilumum belalara karşı muska yaptırırken, az kalsın kadına her şeyi anlatacaktı. İyi ki yapmamıştı. Bizim torunu cin çarpmış diye yedi aleme duyururdu anında. "Size bir izah borçluyum." Mert sonradan en şanslı açı diyecekti. Boşalmış masadan tabakları, bardakları toplamaktaydı. Sol masadaki iki delikanlı sohbete dalmışlardı. Sağındaki masada iki çocuklu bir aile oturmaktaydı. Sekiz yaşındaki oğlan hiçbir yemeği beğenmediği için ona peynirli tost yapmışlardı. Boyunlu sarı bir kazak giymiş, testi göğüslü annesi salataya yağ koymayın diye üç kez tembih etmişti. Altı yaşlarındaki mavi yün elbiseli cin bakışlı kız da bir saat içinde beş kez tuvalete gitmişti. Aralarında etkin müşteri dedikleri gruptandılar. Mert bu sözü yakınlardaki müşterilerden kimin ettiğini kestiremediği için, kendi aralarında konuşuyorlar diye değerlendirmeye karar verdi. Elinde altı tabakla mutfağa vardığında ses bu defa kulağında patladı. "Size bir izah borçluyum." Elindeki tabakları az kalsın yere fırlatacaktı. Kendini güç tuttu ve eyveye koydu. Ahçı Ömer ve yamağı Mustafa harıl harıl çalışmaktaydılar. Özellikle hafta sonları saat altıyla sekiz arası çok yoğun iş olurdu. Kafası hızla çalışmıştı bu arada. Pantolonun sağ cebindeki telefonu çıkartıp kulağına götürdü ve "Kimsin?" dedi. "Adım önemli değil. Aynı bilinç diliminde değiliz." "Nesin yani? Cin misin?" "Hiç cin görmedim şimdiye kadar." Mert yoğun çalışma temposuna falan boş vererek depo olarak kullandıkları arka bölmeye geçti. Ömer merakla arkasından bakmış, ama bir şey dememişti. Kalbi hızlanmıştı. Eğer iyice delirmiyorsa çok önemli bir aşamaya ulaşmıştı. Sirke kokan depodaki yağ tenekelerinden birinin üstüne oturdu. "Niye tepemde duruyorsun?" "Sen de benim tepemde durmaktasın. Benim ayaklarım da yere basmakta." "Nasıl yani?" "Tamam, paradoksal, ama öyle. Boyut geçişlilliği sayesinde." "Mert, ne yapıyorsun burda ya?" Dayısının iri yarı bedeni depo kapısını iyice doldurmuştu. Mert heyecandan hâlâ telefonunu elinde tuttuğuna şükretti. "Tel... telefon... Önemli. Bir arkadaş." "Evden mi?" "Değil." "Hemen gel içeri. Müşteri bastı yine." "Tamam." Dayısı görmüş geçirmiş insan sarrafı biriydi. Zekiydi de. Kız tavlamaktaki marifet derecesini, çok samimi arkadaşlara sahip olmadığını falan iyi biliyordu. Evde de bir sorun yoksa iş maratonu için bütün şartlar yerinde demekti. Adam kapıyı aralık bırakıp çıkınca Mert hızla kararını verdi ve deponun arkadan kilitli kapısını açarak yan sokağa çıktı. Üzerinde sadece fanila ve beyaz bir gömlek olduğu için üşüyecekti, ama buna aldırdığı falan yoktu. Sokak tenhaydı. İyice ilerideki bir restoranın önünde bir araba durmuştu. Taksiydi. Müşteri indiriyordu. Elindeki telefonu kulağına götürdü ve "Anlat şimdi. Nesin sen?" "Zeka taşıyan bir canlıyım, ama sana zerre kadar benzemiyorum. İkizin mikizin değilim. Türkçe de bilmezdim az öncesine kadar. Dünya dediğiniz gezegeni tanıyorum haliyle. Transport hatlarımızın üstündedir. Ama hiç sokaklarında gezmedim. Üst düzey ilgi alanımızın dışındasınız." ert'in beynindeki soruların yığışması yüzlerce karıncanın bir şeker küpüne üşüşmesi gibiydi. Küpe ilk varan karıncanın sorusu çok mantıklıydı.



"Niye benim tıpa tıp aynımsın o zaman?" "Gördüğün ben değilim ki? Senin tependen fışkıran üst ışıma hokkana oturmuş çok seyreltik olan zeki ve özerk kopyamın marifeti. Sizden bir nedenle hoşlanmış olmalı. Yoksa ikiziniz gibi görünmezdi. Aslında bu hokka çok suret barındırır, ama bunları göremiyorsunuz henüz. Beni göremediğiniz gibi." "Sen nerelisin peki?" "Henüz varlığından bihaber olduğunuz, gezegen dediğiniz cinsten bir yerdenim. Bu galaksidenim. Bir şey... Konuşabilme zamanımız çok sınırlı. Sizler oralarda ışık hızına oranla çok yavaş devinen kimselersiniz. Biz ışığın 1056,6 katı hızla yolculuk yapabilmekteyiz. Buna rağmen size varabilmem üç dünya günümü aldı. Bana en çok merak ettiğiniz şeyi sorun." Mert 3 x 86400 x 300000 x 1056,6 sayılarının çarpımını kafadan sonuçlayamazdı, ama muhatabının bayağı uzakta ikamet ettiği belliydi. "Bu son konuşmamız mı?" "Evet. Birazdan beni göremeyeceksin. Bir de... Bir şey itiraf edeceğim. Biz ağır donukları, yani sizin insan dediğiniz yaratıkların enerjilerini kullanarak ileriye doğru sıçrarız. Zararsız bir işlemdir. Bu yüzden uzak kopyamı görebildiniz. Çok nadir rastlanan bir arızadır. Milyarda bir neredeyse. Sizi üzdüm. Özür dilerim. Metanetli çıktınız yine. İyi dayandınız. Birazdan gözden silineceğim. Buradan köşeyi dönüp ön kapıdan içeri girin. Enerjinizi kısa bir süre destekleyeceğim.Telafi olarak. Hoş..." "Ne telafisi?" Mert sorusunu birkaç kez yineleyip cevap alamayınca içini çekerek etrafına baktı. İlerideki taksi gitmişti. Sigara içen yaşı belirsiz biri başı önüne eğik karşı kaldırımdan geçmekteydi. Sol elinde duran telefonu pantolon cebine tıkıp köşeye doğru yürüdü. Soğuğu hissetmiyordu hâlâ heyecandan. Başaltı adlı lokantaya girdiğinde küçük bir şokla sarsıldı. Oturan ya da ayakta duran herkesin tepesinde tıpatıp benzeri bir ikizi vardı. İnsanları Hızır kadar hızlı yaratıklar tarafından seviliyor görmek ne kadar ferahlık verici bir şeydi. Bir müşteriye servis yapan dayısı neredesin lan sinyalli bakınca az kalsın kahkahalarla gülecekti. Tepesinde kendi gibi iri yarı ikiziyle gözüne çok komik görünmekteydi. Hızlı adımlarla mutfağa doğru yürürken bir şeyi fark etti. İçeride yirmi kadar müşteri vardı. Sadece bir kişinin tepesinde kendi ikizi yoktu. O da iki arkadaşıyla birlikte oturan bir genç kızdı. Bir yerden gözü ısırıyordu, ama hemen çıkaramadı. Uzunca düz siyah saçlı, orta boylu, hoş bir kızdı. Üniversiteli tipli kızlardılar. Birden onlarla bir kez daha konuştuğunu hatırladı. Yine üç kız gelmişlerdi. Bir ay kadar önce. O zaman iri ela gözleri ve minicik burnuyla biraz bebek yüzlü olan kız ona yeşil sinyal yakmış gibi gelmişti. Şimdi emindi. Çünkü tepesinde duran şey kızın kendisinin değil, Mert'in ikiziydi. *** Mert hızla servise girişti. Kızlar daha yeni gelmişlerdi. Pilav üstü az kuru yiyeceklerdi. Ve de ayran. Servisi yaparken iki şeyden emin oldu yeniden. Kız kendisine meyilliydi. Ve müşterilerin hiçbirinin tepesinde artık tepetaklak duran tipler görmediğine bakılırsa tepede ikiz görme hastalığı iyileşmişti. Tuvalet aynasında başının üstünü boşalmış görme anında hissettiklerini izah etmek zordu. Sağ eli gömleğin üstünden kalbi hizasındaki sertliğe dokunur durumda dakikalarca aksini izledi. O aşırı hızlı varlıklar görünmez ve hissedilmez oldukları sürece ne yaptıklarıyla hiç mi hiç ilgilenmemekteydi. Arka arkaya yaşadığı durumlar ve de belki biraz enerji desteğiyle eski tutukluğunu aşmıştı. Kızlarla seviyeli şakalaştı ve giderlerken telefonunu yazdığı pusulayı kapıyı açıyor bahanesiyle gözlere hedef olmadan kızın eline tutuşturdu. Kızın eli hiç şaşmamıştı buna. Dudaklarındaki sırlı bir gülümsemeyle çıkıp gitmişti. Aradan yarım saat falan geçmişti. Mert tuvalette çişini yapıyordu. İçeride iki müşteri vardı. Bütün masalar toplanmıştı. Saat ona yaklaşıyordu. Kızlar arka arkaya üçer çay içerek bayağı uzun oturmuşlardı.



Mert eliyle tepesinin boşluğunu kutsarcasına saçlarına dokundu. Lokantadan çıktığında yazdığı kağıdın buruşturulmuş bir şekilde kaldırımın üstünde durduğunu göreceğini hayal eden yanı basbağırdı. Telefonu mesaj geldi sinyalini çalınca yıldırım gibi davrandı. ADIM CEYLIN. Mert kalbi gümbür gümbür atarak ekranda numarası görünen kıza Biliyorum. Duydum arkadaşlarınızdan yazdı ve sildi. BENIMKI DE MERT. Mesajı yollayınca saçlarına bir kez daha dokundu ve memnuniyetle sırıttı. Uzaklarda oturan isimsiz dostu iyi bir kıyak geçmişti doğrusu. Kızı çok beğenmişti. Üç günlük deliliğe değerdi yani. Eğer Ceylin'le önlerindeki 358 günü çıkarabilirlerse kıza küçük bir itirafta bulunacaktı. Yaş günü pastasının mumlarını üfledikten sonra ama. Daha önce asla olmazdı.

SADIK YEMNİ ALTUĞHAN S. AYDINOĞLU (illustrasyon)


GRAN TORINO E SK İ B İR K O VB O YUN "YE Nİ" AM E RİK A M ACE RASI

Clint Eastwood filmlerinde genelde karakterlerin temsil ettikleri değerler önemlidir. Gran Torino'daki Walt Kowalski karakterine de temsil ettiği değerler üzerinden yaklaşmamız gerekir. Eastwood'un görkemli oyunculuk zamanlarında canlandırdığı kovboy karakterlerine benzeyen, tipik bir Amerikalı olan Walt'un Kore Savaşı'na katılması, büyük bir vatansever oluşu, kendi mülkünün sınırları içine kimsenin girmesine müsaade etmemesi ve sınırlı bir alana yayılan sosyal hayatı onun en belirgin özellikleridir. Her işini kendisi yapan, elinde silahıyla gerekirse adaleti de kendisi sağlayan bu bıçkın delikanlı rolü muhtemelen pek çok eski kuşak Amerikalı için de geçerlidir. Orta kuşak olan çocuklarıyla arası iyi olmayan, yeni kuşağı temsil eden torunlarına ise tahammül bile edemeyen bu yaşlı adamın geleneklerine ve kendi düzenine sıkı sıkıya bağlı olması da muhafazakar Amerikalı imajını sağlamlaştıran özellikler ayrıca. Yalnız burada bir noktaya dikkat çekmek gerekir: Walt her ne kadar muhafazakar ve tipik bir Amerikalı görünümünde olsa da, onun ırkçı olmadığı Eastwood tarafından özellikle vurgulanır. Walt ne ırkçıdır (söylediği ırkçı sözlerle karşın!) ne de bana dokunmayan yılan bin yıl yaşasın sözüne itibar edecek kadar vurdumduymazdır. İlk başlardaki sert ve taviz vermez görüntüsüne karşın, Walt yavaş yavaş ne olup ne olmadığını da açık etmeye başlar. Burada, Eastwood'un karakterini açıklama süreci gerçekten başarılıdır. Özellikle insanların kafalarında oluşturdukları klişelere göre bir giriş hazırlayan yönetmen, daha sonra bu klişelerin altını oyarak Walt'un esas karakterini de su yüzüne çıkarır. Komşusu olduğu Monglara (Vietnam Savaşı'ndan sonra Çin'den ve Tayland'dan Amerika'ya gelen göçmenler.) uzun süre hakaretler eden Walt'un onlarla tanışması da sıradan ve alışık olduğumuz bir şekilde gelişmez. Komşusu olan Sue'nun bir köşede serseriler tarafından sıkıştırıldığını gören Walt, kızı kurtarır ama yine de bir kurtarıcı rolünde değildir. Çok iyi bildiği kovboy filmlerinden çıkma bir kovboy gibi ortaya çıkar, kızı kurtarır ve yoluna devam etmek ister.


Fakat olay örgüsünün gelişimi, bu noktadan sonra Walt karakterinin açılımına ve Amerika'nın değişen toplumsal yapısına vurguda bulunacak pek çok sahneyle devam eder. Kullandığı jargon gereği hala Monglara ırkçı sözler sarf eden Walt, aslında oğullarına davrandığı gibi davranır komşularına da... Fakat komşuları, oğullarının aksine onu olduğu gibi kabul eder. Walt'un "yabancılar" tarafından kabullenişi, bu yaşlı adamın içine attıklarını dışarıya çıkarmasına ve huzuru bulmasına da yol açar. Filmin ağırlık merkezlerinden biri Walt'un bu karakter gelişimidir. Karakter gelişimini sağlayan göçmen komşularının etkisi aynı zamanda bir başka konuyu da gündeme getirir: Amerika'nın değişen toplumsal yapısı... Savaştan döndükten sonra uzun süre sıradan bir işte çalışan Walt, Orta Batı Amerika'da diğer Amerikalılarla birlikte sıkı bir cemiyet ilişkisi içinde hayatına devam eder. Ama her geçen yıl çevresindeki Amerikalılar oturdukları yerleri terk eder ve yerlerine Afro-Amerikalılar, Latinler ve Çinliler gelir. Artık yaşadığı mahalle muhafazakar Amerikalıların yaşadıkları mahalle değildir. Amerikalıların ülke dışında yıllarca sürdürdükleri savaşlardan sonra yaşanan göçler ve bir anlamda yine Amerika'nın politikaları toplumsal yapıyı da değiştirmiştir. Çeşitli ırkların bir araya geldiği bir mozaik, toplumun geneline hakimken, bu ırkların yönelimlerindeki çeşitlilik de Eastwood'un kamerasından kaçmaz. Afro-Amerikalı gibi davranmaya çalışan "Beyaz" Amerikalılar, kimlik sorunu yaşayan Çinliler ve rant kavgasında olan Latinler bu mozaiğin uç noktalarını oluşturur. Bu farklı eğilimlere karşın, Gran Torino genel olarak yeni jenerasyonun ırksal farklılıkları hazmettiğini göstermesi açısından dikkate değerdir. Özellikle Walt'un yaşadığı mahalledeki Amerikalıların ve Mongların uyumu buna en güzel örnektir. Serserilik yapan genç Mong çetesi dışında, doktor ve polis olan Monglar topluma iyice uyum sağlamıştır ve bu entegrasyon süreci Amerikalılar tarafından da kabullenilmiştir. Bu söylem, Gran Torino'nun alt metninin en kayda değer söylemidir. Yüzeydeki Walt karakterinin klişe gelişiminin ötesinde, alt metindeki söylemiyle öne çıkan Gran Torino; özellikle de Eastwood sinemasını bilenler için içinde herhangi bir yenilik barındırmayan ve yönetmen Eastwood'un kendisini geliştirmediğini ya da diğer bir deyişle, yeni bir arayışa girmediğini gösteren bir örnek. Üstelik oyuncu Eastwood'un da iflasının acıklı bir göstergesi. Ama yine de Eastwood'un hikaye, olay örgüsü ve mizanseni aktarış tarzındaki belli bir kalitenin altına düşmeyen standart yönetmenlik başarısı nedeniyle klişe olmasına rağmen izlenirliğinden de bir şey kaybetmiyor.

BARIŞ SAYDAM http://burnout.blogcu.com/



Özellikler görsel sanatlarda Japonların şiddet anlayışı batılı takipçileri her zaman şaşırtmıştır. Takeshi Miike gibi yönetmenlerin başı çektiği zekâ ürünü acayip filmleri, seineneroguro tarzı bazı manga ve animeleri takip etmek grafik şiddete duyarlı olanlara bir ızdırap gibi gelmektedir. İç organların, kanın, metalin fetiş derecesinde yaratıcı ve çarpıcı kullanımı bu eserleri pek çok insan için çekilmez, bazılar için ise vazgeçilmez kılmaktadır. Business Jump dergisinde 1988-1990 yılları arasında yayınlanan, Masahiko Takajo'nun yazıp Saruwatari Tetsuya'nın çizdiği Riki-Oh isimli mangayı da bu türe kolaylıkla dahil edebiliriz. Peşi sıra gelen büyük ekonomik krizler piyasaların çökmesine neden olmuş, zaten küresel ısınma ve nükleer sızıntılar sayesinde yaşanmaz bir hal alan insan hayatı yoksullukla daha kötüye gitmiştir. Japon devleti sonunda hapishaneleri de özelleştirmiş, tutukluları zalim gardiyan ve müdürlerin eline bırakmıştır. Tutuklular bedavaya iş gücü olarak kullanılırken, hapishanelerde güçlülerin bloklardan sorumlu liderler olarak başa geçtiği bir hiyerarşi oluşmuştur. Böyle bir hapishanede, sağ elinde doğuştan altı köşeli yıldız (bkz. Davud'un Kalkanı) dövmesi bulunan bir mahkum oraya farklı bir amaç için gelmiştir. Kahramanımız Riki-Oh, daha çocukken terk ettiği kardeşi Naçi'nin izini sürmektedir. Fakat hapishanede güçsüz olanların feci derecede ezilmesine yüreği izin veremez ve beklendiği gibi bu aşırı güçlü tutuklulara ve gardiyanlara karşı yumruklarıyla mücadeleye girişir.

BAŞLICA KARAKTERLER SAIGA RIKI-OH: Küçük yaşta kardeşini karlı bir ormanda terk eden Riki-Oh, Saiga ailesi tarafından evlat edilmiştir. Sağ elindeki yıldız dövmesinin anlamını kavrayamayan Riki-Oh, lisedeyken karıştığı bir olay sonucu göğsüne kurşun yer. O günden sonra 3 yıl boyunca ortadan kaybolur. Geri döndüğünde insanüstü güçlere sahip bir savaşçı olmuştur. Fakat vicdanını bastıramaz ve yıllar önce kaybettiği kardeşinin izini sürmeye başlar. Yoluna çıkan zavallılara yardım etmek için de yumruğunu kullanır. NAÇI: Riki-Oh'un kardeşi Naçi, telekinetik güçlerle donanmış, çevresindeki zavallıları iyileştiren ve onlar tarafından peygamber gibi görülen genç bir adamdır. Doğuştan sağ elinde gamalı haç şeklinde bir yara bulunmaktadır.

CHOU ZENKI: Riki-Oh'u üç yıllık kayboluş süresi boyunca eğiten Çinli ustası. Bir Çin mezarlığında ikamet eder.


Şiddet Kahramanı Seinen tarzında, yetişkinlere hitap eden manga genel olarak Riki-Oh'un kardeşinin ve gerçek ailesinin arkasındaki sırrı ararken karşısına çıkan belaları vahşet kullanımının en üst düzeyde olduğu dövüşlerle alt etmesi üzerine odaklanıyor. Dövüşlerdeki şiddet oranı sahneleri absürtleştiriyor. Artık okuyucu hikâyeyi takip etmek yerine bir sonraki kötü adam acaba nasıl ölecek diye bir sonraki cildi okumaya başlıyor. Fırlayan gözler, kopan uzuvlar, yamulan hatta bölünen kafatasları, havalarda uçuşan iç organlar bile güçlü bir rakibi öldürmeye yetmiyor. Mangada sık sık diğer mangaların, filmlerin ve video oyunların izlerine rastlıyoruz. Bazı karakterleri, hareketleri ve olayları gördüğümüzde "ben bunu bir yerden hatırlıyorum" diyeceksiniz. Mesela kardeşini aramaya lanetli The Cape'e giden Riki-Oh'un karşısına oradan sorumlu Waşizaki isimli bir general çıkıyor. Kendisi görünüş ve huy olarak Street Fighter oyunundaki M.Bison'ın(Japon ismi Vega) birebir aynısı. Ayrıca türünün kaçınılmaz öğesi olan homoerotizmi de içinde barındırdığını söylersek abartmış olmayız. Riki-Oh'un Lam Ngai Kai tarafından yönetilen, Hong Kong yapımı gerçek oyuncuların oynadığı bir filmi vardır. Film manganın ilk ciltlerindeki hapishane bölümlerini konu almakta ve vahşeti yansıtabilmek için yer yer komik olarak nitelendirilebilecek görsel efektler kullanmaktadır. Ayrıca 1989 ve 1990 yıllarında üretilmiş iki adet animasyonu da mevcuttur. Anime ve manga dünyasında pek tanınmasa da kendine ait bir hayran kitlesi yaratmış bir manga Riki-Oh. Şiddeti absürtlüğe dönüştürürken türlü şekillerde acı çeken, kötü adamlar tarafından öldürülen zavallı halkın çektikleri ile de ciddiyetini korumaya çalışan bir eser. Eğer bir adamın kendi bağırsaklarını çıkarıp, onlarla başkasını boğmasını izlemek sizi rahatsız etmeyecekse veya pek çok şiddet içeren manga görüp daha da uçuğunu arıyorsanız bu klişelerle dolu eğlenceli mangayı okumanızı tavsiye ederim.

ONUR KÜÇÜK



HAYALETLER Koşarak loş merdivenleri çıktım ve anahtarım olmadığı için çürük kapıya omuz atarak Cem'in evine girdim. Yerdeki dergiler bir an dengemi bozar gibi olduysa da, tuvaletin kapısına tutunarak yeniden doğruldum. Kapıyı açmamla birlikte Mehmet'in cansız bedeninin kokusu dışarı yayıldı. Paramparça yüzü ve bedeni, yere düşmüş veya atılmış bir oyuncağı andırıyordu. Hayatımda ilk kez bir ölü görmüştüm ve onu hayatta en çok sevdiğim insan öldürmüştü. Olayların bu noktaya geleceğini tahmin edememiştim. Aslında biz, ben ve Cem, iki heyecanlı gençtik. Her şey başta ne güzeldi. Kokunun ağırlığından başım döndü, küvete doğru hızla yıkılırken, geçmişe, yedi ay öncesine savruldum. Başımı çarparken en başa dönmüştüm bile. Hikâyenin en başına. ...3, 2, 1, 0 Annem mutfaktan deli gibi bağırıyordu: Yemek hazır! Oldum olası yemek yemekten hoşlanmadım. Bira şişesine ve sigara paketine bakıp hızla kapıyı kapattım. Ben Cem'i uçsuz bucaksız insan denizinde bulmuştum. Ev yapımı, sanatsal değerini çok fazla kestiremediğim minik video çalışmalarımı koyduğum minör bir internet sitesinde, çalışmalarımı eleştiren eleştirmen/küratör tayfasından biriydi o. Henüz 24 yaşında olmasına rağmen küçük çaplı sergilerin küratörlüğünü yapmış ve kısa zamanda ciddi bir birikime sahip olmuştu. Beni etkiliyordu. Beni ve kedim Raşi'yi. İlk defa onu eve davet ettiğimde, Raşi ile şaşırtıcı bir iletişim kurmuşlardı. Ondan ilk defa hoşlandığımı, pencerenin önünde Raşi'yi öperken anlamıştım. Bir anda kediyi elinden alıp, "onu öpeceğine beni öp sersem," demiştim. Sabah erken bir saatte bira sarhoşu gözleri gitmek için çantasını ararken, yerdeki dergilerden birine basarak düşmüş ve ayağını burkmuştu. Bu bizde kalması için annemin gözünde işe yarar bir bahaneydi. Annemin karşısına geçmiş, Tünel'de çok soğuk bir evde kalıyor, burada kalırsa, hiç olmazsa sıcak bir çorba içer, demiştim. Şüphesiz ayağının çorbaya değil, dinlenmeye ihtiyacı vardı ve ona yatağımı verdim. Ben annemin yanında yattım iki gece boyunca. Aklım ve bedenim daima yan odadaydı. Onunla o tatlı kaza tatilinde ne çok şey konuşmuştuk. Dumanlı rock besteleri çaldıkları bir müzik grupları vardı. İki yıldır grubun bateristiydi. Hayatım sanat işleri ve müzikle geçiyor ama para kazanamıyorum, demişti. Para kazanmak için sıkıcı, günümü feda edeceğim bir işe girmem gerekiyor, diyordu. Hâlbuki o gündüzleri okumalı, izlemeli ve akşamları baget sallamalıydı. Para bunlar için lazım, demişti. Sonra, o bana hayallerimi sordu. Geniş bir DVD koleksiyonu isterdim, dedim. Hatta bu koleksiyonda yer alacak filmlerin yer aldığı 100 filmlik ortalama bir listem vardı. Bana, bunların hepsini internetten indirebilirsin, demişti. Bilgisayarımda olmalarını değil, elimde olmalarını istiyorum, demiştim. Keşke demeseydim. Ben Cem'i ilk günden beri çok sevdim. O ise bana sırılsıklam âşık oldu. Onun heyecanlı ve telaşlı hareketlerinin anormal sonuçlar doğurduğunu gördüğüm zaman, hayatta istediklerine sahip olmak için sabırsızca bir yarış içinde olduğunu fark etmiştim. Bir gün bana, suçlular hakkında ne düşünüyorsun, diye sordu. Kanun kaçakları, soyguncular, katiller... Ona hapsedilme korkumdan bahsetmiştim. Başka insanlarla aynı çatı altında yaşama düşüncesi beni çok korkutuyordu. Cem hayallerimizi gerçekleştirmek için risk almamız gerektiğini söylüyordu. Başta bu konuları sıklıkla açmasını ciddiye almamıştım. Herkes gibi, ne yani banka mı soyalım, diye


cevap vermiştim. Bankalar küçük hırsızlardan midesi bulunan büyük hırsızlardır, diye yanıt vermiş ve devam etmişti: Bizim paraya ihtiyacımız var. Venedik Bienali'ne gitmek için, pahalı sanat kitapları satın almak için, DVD koleksiyonu için, Berlin'in yeraltı gece hayatını, Küba'yı ve Jamaika'yı görmek için, pahalı bir cip alıp onu uçurumdan yuvarlamak ve yuvarlarken pahalı bir video kamera ile çekmek için, kurgu masası ve ışıklardan oluşan fabrika gibi bir stüdyo kurmak için, çılgın modacıları takip etmek için... Onu susturmuş ve susmuştum. Cem'in para hırsı beni korkutmaya başlamıştı. Yine de onu çok seviyordum. Aylar sonra harika bir yaz tatili geçirmiştik. O da parasız tatilin keyfini çıkarmış ve kumsallarda aç karnına yürümenin keyfini ve akşamları pahalı balık restoranları yerine, gün batımına karşı yenen tostların aslında son derece doyurucu olduğunu öğrenmişti. Sonra dönüş zamanı geldi. Yolculuğun başında kente kadar otostop çekmeye karar vermiştik. Şansımıza ilk duran, yazlığından İstanbul'a dönen "zengin çocuğu" Mehmet olmuştu. Şimdi baygın bir şekilde yanında yattığım Mehmet. Artık yok olan Mehmet. Aslında hiç fena bir adam değildi. Cem'in uçurumdan yuvarlamak için satın almak istediği ciplerden birine biniyordu. Cem kızarmış bacaklarını kaşıyarak, hafif alaylı satın almak güç olmadı mı, diye sormuştu. Mehmet ise babasının araba galerisi sahibi, çiçeği burnunda bir mafya olduğunu söylemişti. Cem aslında para içinde yüzmekten bir an bile kafasını kaldırıp hayatı incelemek fırsatı olmamış, patolojik bir çocuktu. Ben onu yolculuktan sonra hemen unutmaya hazırdım. Ama Cem öyle yapmadı. Cem'de garip bir intikam isteği doğurmuştu. Mehmet'ten intikam almak istiyordu. Çok parası olduğu için değil, diye cevap vermişti kaygılı bir soruma. Aptal olduğu için! Çok aptal olduğu için ona zarar vermek istiyorum. Aslında ona değil! Parasıyla dünyanın bir bölümünü satın alan ve elindekileri tutabilmek için mafya olmaya çalışan babasına! Cem konuşurken yumruklarını sıktığı Mehmet'le arkadaşçılık oynuyordu. Aslında o gün arabada onun o tehlikeli oyuncu yönünü çok iyi görebilmiştim. Hemen telefon alışverişi yaptı, Mehmet'in onu aramasını istiyordu. Ki öyle oldu. Mehmet, Cem'in sağlam ot kaynaklarını denemek için bir Cuma akşamı telefon açmış ve Cem onu sahte bir sevinçle eve davet etmişti. Ben migren ağrıları içinde kıvranırken, Mehmet haftanın iki üç gününü geçirdiğim Tünel'deki eve gelmişti. O gecenin en başında ikisinden de nefret etmiştim. İkisi de oynuyordu. Üstelik Mehmet'in bana gerekli olmayan aşırı bir ilgi gösterdiğini fark etmiştim. Çok sonra beni uykumdan uyandıran sert bir çığlık duydum. Cem benim şaşkın bakışlarım arasında Mehmet'in kafasına ağır bir heykel indirirken, deli gibi bağırıyordu: Bu aptal elimizde İpek, bu aptal elimizde! Babası gözyaşı dökmenin ne olduğunu çok iyi anlayacak. Bize istediğimiz parayı verecek! Kimsenin çok zengin olmaya hakkı yok! Bağırırken önce adamın kafasına sonra çevreye vurmaya başlamıştı. Bir an Otomatik Portakal filminin içinde hapsolmuş gibi hissettim. Her şey iyice kötüye gidiyordu. Ve ben de bunun bir parçasıydım. Ben ağlayarak, çaresizlik ve korku içinde oradan kaçmıştım. Cem'in sarhoş kafayla yaptığı plan inanılmazdı: Adamın babasını arayacak ve fidye isteyecekti, bunu duyduğum anda evi terk etmiştim. Beni uzun bir süre sonra aradığında, sarhoştu: "İpek ben çok pişman oldum. Aslında hemen acili arayacaktım ama cep telefonumda kontör yoktu, dışarı çıktım. Yağmur yağıyordu İpek ve sinirlerim çok bozuktu. Bir şeyler içmek istedim, fakat nerede olduğumu bilmiyorum.



Lütfen eve doktor yollar mısın? Lütfen ben yapabilecek durumda değilim. O iyi... Sadece baygın." Önce eve gidip Mehmet'i kendi gözlerimle görmek istedim. Annemin cüzdanından para alıp taksiye binmem, köprüyü geçmem ve Cem'in evine gelmem, sadece yarım saatte gerçekleşmişti. Doktoru, polisi karıştırmadan Mehmet'i iyileştirmeyi ve sakinleştirmeyi planlıyordum. Ne saflık! *** Çok geç kalmıştım. Kokudan dolayı yere düştükten bir süre sonra uyandığımda, Mehmet'in cansız bedeninden çıkan saydam Mehmet karşımda oturmuş sigara içiyordu. Gözlerimi açmaya çalışarak karşımdaki düşsel adama, neden böyle oldu, diye sordum. Yüzünde tuhaf bir huzur vardı: "Ben aslında buraya seni görmek için gelmiştim, biliyor musun?" "Beni mi? Neden?" "Çünkü yolculuk yaptığımız günden beri aklım sendeydi. Cem'i aramam ve evine gelmem hep seni görmek için bir bahaneydi. Sanırım Cem bunu anladı ve beni öldürmek istedi!" "Hayır bak, öyle değil. Aslında aptalca bir planı vardı, seni etkisiz hale getirmek ve babandan para koparmak istiyordu. O aslında senden nefret ediyordu." "Komikmiş. Babam hakkında söylediklerim yalandı. Seni etkilemek için söyledim. Cip de bana ait değildi. Uzun hikâye..." "Nasıl yani? Beni etkilemek için ha? Ben Cem'le beraberim ve onu çok seviyorum, bunu ama sen de gördün!" "Peki ya Cem seni seviyor mu? Benim öldüğümü saatler önce anladı o ve kaçtı gitti. Neden dersin?" "Cem öyle bir şey yapmaz! "Sen öyle san. Bu arada, kafan kanıyor!" "Yo hayır, kafam kuru." "O değil, yerde yatan ölü bedenine bak! İnan böyle de çok güzelsin..." Cem uzaklarda bir barda gecenin en salağı ve en korkağı olarak ölümüne içerken, ben bana âşık olduğunu söyleyen Mehmet'in utangaç hayaletiyle birlikte sohbet edip cesetlerimizin bulunmasını bekliyordum. Aslında konuşacak pek fazla şey yoktu. Ölüme birlikte alışmaya çalışıyorduk.

SERDAR KÖKÇEOĞLU


ÇİZER MİSİNİZ? Gölge e-dergi "Çizgi Roman Özel Sayısı" için çalışmalarınızı bekliyoruz! Bu "Özel Sayı"da daha önce hiçbir yerde yayınlanmamış çizgi romanlarınıza yer vermemizi isterseniz, çalışmalarınızı hayalsaati@gmail.com dan bize ulaştırabilirsiniz. Son teslim tarihi 1 Mayıs 2009'dur. Seçilen çalışmalar, daha sonradan açıklayacağımız tarihte, internet ortamında yayımlanacak olan "Gölge e-dergi Çizgi Roman Özel Sayısı" e-dergisinde yer alacaktır. Değerlendirmeler, Gölge e-dergi yayın kurulu üyeleri tarafından yapılacaktır. Aylık olarak yayınlanan Gölge e-dergiye www.hayalsaati.com'dan ve http://golgedergi.blogspot.com'dan ulaşabilirsiniz.



Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.