Kapak İçi Yazısı
B
oğaz erguvan ağaçlarının çiçekleri ile şenlenmiş. Az kaldı dalgalarla boğuşmaya, güneşte kavrulup kumlarda ayak izi bırakmaya. Biz de Gölge e-Dergi olarak internet dünyasında şenlenip kalıcı izler bırakmaya devam ediyoruz. Çok yakın bir zamanda Çizgi Roman Özel Sayısı ile karşınızda olacağız. Bir çok arkadaşımız ilk çizgi romanını yaptı Gölge için. Kısa aralıklarla özel sayılarımıza devam edeceğiz. Öykü sayısı için de hikayeleriniz geliyor. Yine çok zengin, geniş katılımlı ve profesyonel yazarlarla amatör yazarları buluşturan bir dergi olacak. 15 Haziran’a kadar bilim kurgu, fantastik kurgu, korku ve polisiye türlerdeki “Kaçış” öykülerinizi bekliyoruz. Yaz geliyor. Yine havalar çok sıcak olacak. Gölge için üreten, gölgede yer edinen, gölge okuyan herkese selamlar.
A. Hamdi YÜKSEL
Bu dergide yayınlanan tüm yazı ve çizimler yazarlarına-çizerlerine aittir. İzinsiz alıntı yapılamaz, yayınlanamaz. Yazıların içeriğinden yazarları-çizerleri sorumludur. http://golgedergi.blogspot.com
Her zaman yeni yazar ve çizerlere ihtiyacımız var. Görüş, öneri, yorum, yazı-çizinizi yollayabileceğiniz adres hayalsaati@gmail.com Editör: A. Hamdi YÜKSEL
Gölge Yayın Kurulu; Oğuz ÖZTEKER, Utku TÖNEL, Şükrü BAĞCI, Hasan Nadir DERİN, Emre ÖZGEN Kapak: Emre ÇILDIR http://cemre.deviantart.com Sayfa tasarım: Mehmet Murat DEMİRELLİ murat.demirelli@hotmail.com
İçindekiler
BU AY GÖLGE’DE
04 KALEM KILIÇTAN KESKİNDİR 06 TERMINATOR WILL BE BACK!! 12 LOWBROW ART
16 BİRİNCİ REKLAMEŞ CİNAYETİ 22 THE PLEASURE OF BEING ROBBED 24 HER İNSANIN BİR KARANLIK DÜNYASI VARDIR… 28 MÜZİKALLERDEN HOLLYWOOD YILDIZLIĞINA 34 TAKIM ELBİSELİ ADAM II 38 KOZANIN TEREDDÜTÜ 41 EKSTRA İNCE, EKSTRA HASSAS 48 3M+T BÖLÜM II 54 KADIN TELEFON ETMEZSE 58 BAŞKENT'TE SİNEMA DOLU BİR AY 68 DÜŞ KAPANI
KALEM KILIÇTAN KESKİNDİR Anlat bakalım, neden işledin bu cinayeti? Bu gencecik yaşında, ömrünü hapislerde çürütmek pahasına neden yaptın bunu? Senin gibi pırıl pırıl gençlerin ülkesine ve kendisine faydalı olması gerekirken neden çıktın yoldan? *** Çok öfkelendim Hâkim Bey… Kendimi kaybettim. Ama o zorladı beni, sürekli tahrik etti. Hangi silahı kullanmam gerektiğini bile defalarca tekrarladı!
O gün yine okuldan eve gelip, çantamı bir köşeye fırlatmıştım. Babam önümü kesti: “Kaç aldın bakayım matematikten?” dedi. Notum pek iyi değildi, anlarsınız. “Sınav daha okunmadı,” gibi bir şey söyledim, sırf dır dır etmesin diye. Bunu dememle suratıma tokadı yemem bir oldu. “Hadi oradan,” dedi. “Bugün öğretmeninle konuştum, bu gidişle sınıfta kalman kesinmiş. Eşek herif, biz seni böyle mi yetiştirdik?” Elinde bir kalem ve bir dosya kâğıdı vardı. Kalemle kâğıda vuruyor, “bu notlar sana yakışıyor mu ha?” diyordu. Okuldan notlarımın dökümünü almıştı belli ki. Yanağımdaki acı geçmeden, yüreğimi acıtan hakaretler savurdu bana. Tepem attı, kendimi kaybettim.
“Sana kaç kere dedim, kalem kılıçtan keskindir! Her zaman kalemin elinde olacak!” dediği an elindeki sivri uçlu kurşun kalemi kaptım. Sadece kolsuz bir atletle kapanmış kıllı göğsüne tüm gücümle batırdım. Defalarca sapladım o koca göbeğine. Kendine gelemeden iki gözünü de kör ettim. En son da burnundan sokup köküne kadar ittim. Ölüp gitti. Kalem hakikaten kılıçtan keskinmiş Hâkim Bey, ben buradan bunu anladım. Gölge 04
Yazan: Gökcan ŞAHİN İllüstrasyon: Mehmet GÜLERYÜZ http://guleryuzmehmet.deviantart.com/
Şimdi şöyle… Ben açıkçası okuldan nefret eden, elimden gelse okula bomba koyup patlatacak biriyim. Okumak istemiyorum, en açık ifadesi bu. Benim hayatım futbol Hâkim Bey. Okulun en iyisiydim, herkes hayrandı oyunuma. Bir futbol kulübüne yazılmak, hayatımı öyle kazanmak istedim. Gelin görün ki bunu babama anlatamadım. “Ne futbolu? Sen okuyup büyük adam olacaksın, doktor olacaksın, mühendis olacaksın,” deyip durdu. Ne o süper yeteneğimi gördü, ne de okula olan nefretimi… Annem de babamın tarafındaydı gerçi, hatta tüm akrabalar da. “Futbolcu olup ne olacak?” diye diye babamın gözünü kör ettiler. Yeminle Hâkim Bey, defalarca ağlaya zırlaya yalvardım ama nafile.
TERMINATOR WILL BE BACK!! YA DA SKYNET ZULMÜN BİTMEYECEK Mİ? Yaşıtlarım, yani 25-30 yaş arası erkek güruhu için Stallone ve Schwarzenegger gibi isimlerin yeri başkadır. Bir nesil onların kaslarına bakarak büyümüştür. Arkadaşlar arasında o zamanlar muhabbetler “Fenerbahçe mi, Galatasaray mı daha büyük?” dermiş gibi hep “Stallone mu döver, Schwarzenegger mı?”, “Rambo Terminator’ü yener mi?” gibi geri zekâlı sorulara yönelirdi. Stallone dediğimizde aklımıza nasıl Rambo ve Rocky karakterleri geliyorsa Arnold dendiğinde de ilk akla gelen elindeki pompalısı, deri kıyafetleri ve güneş gözlüğü ile ters ters bakan Terminator’dür. Oysaki Terminator’ün yaratımında asıl başka bir isimden söz etmek gerekir. Yani James Cameron’dan.
Her şey bir rüya ile başlamıştır, rüyalarımızın peşinde gitmemiz gerektiğini gösteren bir hikâyedir aslında Terminator’ün başarısı. James Cameron İtalya gezisinden yüksek ateşle döner. Gece bir karabasan görür. Gözlerinden kırmızı ışıklar çıkan dev metal bir yaratık Cameron’u öldürmek için peşindedir. Uyanır uyanmaz gördüğü imgeyi yazmaya koyulur ve gelmiş geçmiş en büyük aksiyon/bilim kurgu şaheserlerinden birinin temellerini atar. 1984 yılında çekilen ilk filmin başarısı üç filmlik bir seriyi, sayısız video oyunlarını ve kitap, çizgi roman gibi mecrayı getirir ve Terminator popüler kültür tarihinde ulaşılması zor bir başarı elde eder. Gölge 06
Pek yakın bir gelecekte vizyona girecek olan Terminator: Salvation ile tekrar sinemalarda boy gösterecek olan bu yok edici yaratıklara gerekli saygıyı gösterebilmek için tarihlerine kısa bir bakış atmak istiyorum sizlerle. Böylece yeni filmden önce bilmeyenler için de bir hazırlık yapmış oluruz.
1984 tarihli ilk film The Terminator ile başlayan Terminator kronolojisi seyirciyi 2029 yılına, insanlığın Skynet adlı bir bilgisayar sistemi ve bu sisteme bağlı akıllı robotlar tarafından yok edilmeye çalışıldığı bir zamana götürür. Skynet ABD’nin nükleer sistemlerini kontrol etmektedir, insanoğlunun tek kurtuluş şansı ise John Conner adlı bir savaşçı ve onun etrafında toplanan ufak bir gruptur. “Makineler nükleer yıkımın küllerinden yükseldi. İnsanlığı yok etmek için başlattıkları savaş on yıllardır hırsla sürüyor. Fakat son savaş gelecekte değil, günümüzde olacak. Bu gece...”
İşte bu sözlerle başlayan film gelecekten Terminator 800’ün John Conner’ın annesi Sarah Conner’ı yok etmek için gönderilmesini konu alır. Annesine yapılacak suikastı haber alan John Conner kendi için çarpışan savaşçılarından yakın bir dostunu kurtarma görevi için 1984’e gönderir. İlk filmde Sarah Conner’ı oynayan Linda Hamilton sinema tarihinin en güçlü kadın karakterlerinden birine imza atar. Kas yığını Arnold Schwarzenegger da zaten yükselmekte olan yıldızını The Terminator ile cilalayacak ve “I’ll be back” sözünü dillerimize pelesenk edecektir. Oysaki rol için ilk düşünülen isim Amerika’nın sevgilisi O.J. Simpson’dır ve Cameron ondan “Bu adamın bir katil olabileceğini kimseye inandıramayız,” diyerek vazgeçmiştir (Kendisi daha sonra karısını öldürdüğü için yargılanmış ve hapse düşmüştür). The Terminator’ün başarısı aksiyon/bilim kurgu türüne bir ivme kazandırmış ve birçok
Gölge 07
yönetmene cesaret vermiştir. Öyle ki birçok sinema eleştirmeni sonrasında çekilen sayısız istismara yakın gore ve şiddet öğeleri ile yüklü aksiyon filminin The Terminator’ün suçu olduğunu söyler (Suç mu? Bunun için ayrıca bir ödül verilmeli).
The Terminator, Geleceğe Dönüş’ten sonra en ilginç zaman yolculuğu sahnelerinden birini de ortaya koyar (iki film arasında bir yıl olması da ilginç bir noktadır). Bir koşuya başlayan atletmiş gibi çömelmiş olan Arny, çıplak vücudu ile arz-ı endam ederek geçmişe döner ve vücut güzeli seçilmesinin ne denli doğru bir karar olduğunu seyirciye gösterir. Bu noktada denilebilir ki “Zaman makinesi yapmışsın, gelmiş geçmiş en karmaşık kütleyi zamanda istediğin yere ve tarihe yolluyorsun, ama kıyafet ve silah yollayamıyor musun?” ama tabii Arnold’u o sahnede cıbıl gördü diye seyircilerin canının sıkıldığını düşünmüyorum.
1991’e geldiğimizde uzun bir aradan sonra Cameron, Hamilton ve Arny tekrar bir araya gelir ve ilk filmin de çok ötesine geçerek asıl başarıyı yakalayacak olan Terminator 2: Judgment Day’i ortaya çıkarırlar.
Sarah T-800’ün elinden kurtulmasından sonra geçen 11 yılda tımarhaneGölge 08
ye, oğlu John Conner koruyucu ailenin yanına tıkılmıştır. Skynet’in kazanma hırsı yeni geliştirilen T-1000 (koşuşu ile unutulmaz bir Robert Patrick) adlı sıvı cıva şeklinde her tür insanın şekline dönüşebilen T-800’den çok üstün bir robotu John Conner’ı (çocukluk idolümüz Edward Furlong) öldürmesi için gelecekten yollamasına neden olur. Genç Conner’ı korumak için ise bu sefer Conner ve ekibi ele geçirip yeniden programladıkları T-800’ü devreye sokarlar ve geçmişe gönderirler.
Birçok sahnesi ve diyalogu ile sinema tarihine kazınan Terminator 2 dört dalda kazandığı Oscar heykelciği ile de teknik başarısını kanıtlar. Terminator 2’yi sadece bir kült bilim kurgu filmi olarak görmemek gerektiğini düşünüyorum. Başarısındaki en önemli etkenlerden biri Sarah Conner’ın ilk filmden de öteye geçen performansının yanında bir başka nokta da John Conner ile T-800’ün ilişkilerinin aslında gelecekte yaşanacak robot-insan savaşının tersine aralarında bir baba oğul bağı kurulabileceğini seyirciye yansıtır.
Sarah Conner’ın kafa seside (daha sonra Sarah Conner sine sebep olan sahnelerdir) de düşman olacak bu ikiliteknoloji karşıtlığı yapmak termeye çalışır.
ne geçildiği bölümlerCronicles’ın çekilmefilm özellikle ileriye dikkat çeker ve istemediğini gös-
Bu filmle ilgili söyleyebileceğim tek şey “mükemmel” olduğudur. Sinema tarihinde remake’i çekilemeyecek bir film söyle deseniz herhalde ilk verebileceğim örnek Terminator 2’dir. Şu an bile efektlerine baktığımızda gücü görünebilir. “I’ll be back” gibi bu filmde de “Hasta la vista baby” sözü klasik olmuştur. John Conner’ın T-800’e öğrettiği bu cümle popüler kültürün önemli sloganlarından biri olmuştur. Film’in açılış sözü “It’s nothing personal (Hiç bir şey kişisel değil.)” ise daha sonra çekilen birçok aksiyon filminde “Now it’s personal (Bu sefer kişisel)” olarak evrilmiştir. İkinci filmin başarısı Terminator’ü sadece bir sinema filmi olmaktan çıkarmış güneş gözlüklerinden deri ceketlere, oyuncaklardan video oyunlarına büyük bir meta haline getirmiştir. 2003 yılına gelindiğinde fanların baskılarına dayanılamaz ve ne yazık ki serinin en zayıf halkası Terminator 3: Rise of the Machines çekilir. Cameron’un koltuğuna Jonathan Mostow yerleşir.
Hamilton’dan boşalan güçlü kadın karakter figürü boşluğu bu sefer dişi bir Terminator (T-X) yerleştirilir. T-X’den, Skynet’in bulmaması için bir kaçak olarak Gölge 09
yaşayan John Conner’ı ve gelecekteki eşini koruma görevi yine T-850’e (versiyon ufak bir update yemiş) verilir. İkinci filmde Conner rolü ile büyük bir başarı sağlayan Furlong ilerleyen dönemlerde American History X ile tekrar bir çıkış yapmış olsa da uyuşturucu gibi sorunları nedeni ile rol Nick Stahl’a verilmiştir. Stahl daha önce Carnivàle ile kült bir işe imza atmış olsa da Conner olarak seyirciye biraz ters gelmiştir. “Cameron’un dışında kaldığı bir Terminator zaten ne kadar iyi olabilir ki?” sorusu bu film ile cevaplanmış olur.
Terminator: The Sarah Connor Chronicles ile dizilerde de boy gösteren Terminator külliyatı T2 ve T3 arasını merak edenleri hedef almaktadır. “Sarah ablamız nasıl öldü?” “John T3’de neden o şekilde yaşıyordu?” “Skynet duruldu mu yoksa Conner’lara musallat olmaya devam mı ediyordu?” gibi sorularımıza cevap vereceğini sandığımız dizi şimdiye kadar olayı iyice arapsaçına bağladı ise de bitmek tükenmek bilmeyen Terminator iştahımızı bir nebze olsun kapattığını söyleyebilirim. Asıl önemli noktaya gelecek olursak 2009 çıkışlı olacak Terminator: Salvation yılın en merakla beklenen yapımlarından biri. Öyle ki, Batman’imiz Christian Bale’i John Conner yaparak yılın en çok konuşulan aktörünün etinden sütünden faydalanılmaya çalışılıyor. Bu sefer önceki üç filmdeki düzeni, yani “gelecekten bir robotun gelip Conner’lara musallat olması” olayının üstünü çizerek seriye yepyeni bir soluk getirilmek istenmiş.
Konumuz bu filmde 2018’de geçiyor. Yani John Conner ve dostları Skynet’e karşı amansız savaşlarına tam da başlamışken. Conner’ın silah arkadaşı bu kez Marcus Wright (Sam Worthington) adında hafızası silinmiş bir Terminator. Skynet büyük kıyıma başlamadan önce ikili kendilerini Skynet’in kalbinde büyük bir sırrın peşinde buluyorlar.
Gölge 10
T: Salvation aslında yeni bir üçlemenin habercisi. Tıpkı Batman’deki gibi bu yeni üçlemede de başrole Christian Bale’in getirilmesi oldukça manidar. Şahsen ben The Dark Knight kadar başarılı bir dönüş olabileceğini tahmin etmiyorum. Hele de yakın geçmişte bir T:3 faciası yaşanmışken.
Peki, bu filmde ne yenilikler göreceğiz;
Yeni Makineler: Moto Terminatorler ve Hydrobotlar gibi ilginç makinelerle karşılaşacağız. Bir de T-600 sürprizi var. Kendisi T-800’ün dev boyutlusu olarak anılıyor. Ayrıca bir de sır dolu T-700 modeli var. Linda Hamilton ve Arnold: Hamilton filmin başında sesi ile bizlerle olacak. Ayrıca Arnold da sesinin ve yüzünün CGI modelinin filmde kullanılmasına izin vermiş. Bunların dışında ilk görüntülerden anladığımız kadarı ile sıkı bir post apokaliptik aksiyon filmi bizi bekliyor. Benim görüşüme göre yine de tıpkı Batman Begins gibi T: Salvation da yeni nesle efsaneyi hatırlatıp, ikinci filmde asıl bombasını patlatacaktır.
Ancak en büyük korkum yönetmen koltuğundaki McG! Batman’de ortada zaten başarılı bir yönetmen vardı, McG’i ise Charlie’s Angels gibi gösteriş ve eğlencelik aksiyon filmleri ile tanıyoruz. Eğer Terminator’ün karanlık dünyasını kendi video klip çalışmalarına benzetir ve Charlie’s Angels’daki abidik gubidik aksiyon sahneleri ile John Conner’ı maymun ederse, kendisini Terminatorler kovalar umarım. Zaten ismi McG olan bir yönetmen ne kadar ciddiye alınabilir ki sorarım size sevgili okur? Bu isimle ancak Westside/Eastside rap gruplarında Dj olunur yani.
Gölge 11
Yazan: Masis ÜŞENMEZ http://www.otekisinema.com/
John John Jesse
H
ayatı olduğundan farklı yakalayabilmeyi prensip edindim. Gerçekliklerin ötesinde hayal gücünün o muhteşem denklemlerini kullanabilmeyi kendimce becermeye çalışırken diğer yandan da hem çizgilerimde hem grafik çalışmalarımdaki eğilim var olan algı alışkanlığını farklı süslerle ve modellerle değiştirmeye çalışmaktı. Hayranı olduğum ve benim için ikon olan sanatçıların işleri bakış açılarımın da farklı harmanlanmasına doğal olarak sebep oldu. Bu harman beni öyle yerlere götürdü ki farkında olmadan yıllardır çizdiğim figürlerin, deneysel skeçlerimin gittiği adres Lowbrow Art oldu. Bu benim için o kadar erken başlamış ki sonradan fark ettim ama hayıflanmaya vakit yok dedim; şimdi farkında olmuşsam devam ediyorum. Hayata karşı farkındalıklarımızın artması gerektiği söylemi benim için bir kez daha çalıştı. Adeta mantra gibi bunu kendime tekrarlarım. İçine düştüğüm bu hayal âleminin karşıma çıkardığı sürprizler farkındalıklarımla birlikte aklımı o kadar derinlemesine sarmış ki adeta benim için yeni harikalar diyarı oldu. Bu diyarın ilk kapısı olan ve doğal olarak saygı duyduğum Robert Williams’la açıldı. İyi ki de açıldı çünkü içeriye girildiğimde gördüğüm işler karşısında “Aman Tanrım!” sesleri kafamın içinde yankılanır oldu. Ne sınırsız dünya! İçinde kaybolmamak elde değil elbette ama benim için merak konusu olan etrafımızdaki her canlının her objenin ya da bütün bunların ustaca bir araya getirilip dönüştürülerek oluşturulan bu görsel dilin tek bir anlatımla çok söz söyleyebilmeyi ve bir o kadar güzel görsel David Hochbaum Todd Schorr şölene dönüştürebilmeyi nasıl başarıyor sorusuydu ve tabii ki derinlemesine bakılırsa üstün bir hayal gücü. Gerçeğin de üstüne ancak hayal ederek ulaşabiliriz zaten. Ne kadar da özgürüz o zaman! İşte ben de bu özgürlük pınarından doyasıya faydalanmak, etkileşim içinde olmak ve katkı sağlamak adına samimiyetle yaptığım işlerimi çeşitli ortamlarda paylaşıyorum, blog sayfası hazırlıyorum ve takipçi arkadaşlarla iletişimde olmaya çabalıyorum. Gölge 13
Robert Williams Bizlerden de ışık tutacak insanları bulmak sevindirici.
Lowbrow Art dünyasından çıkan hemen tüm işlerin büyülü bir atmosferle hınzırca ya da alaycı bir şekilde bizlere sunulması aklımızı gıdıklıyor sanırım. Mesajlarını agresif ya da ağırbaşlı ama büyüsünden ve alaycı tavrından bir şey kaybetmeden sunuyor bize. Ne de olsa Underground kültürün o keskin özünü barındırıyor. 1970’lerden kalma miras reflekslerin sonucu bence. Batı dünyasının o kasvetli, olaylı ve karanlık politik zamanlarında verilen bu Underground tepkiler bize Lowbrow Art’ı sundu çünkü var olan dayatılan naylon mecralara, duygulara ve sistemlere karşı bir tavır takınmak, bunlarla hınzırca dalga geçmek yeri geldiğinde kabalaşmak ya da ağırbaşlı takılarak isyanını renklerle ve illüstrasyonlarda anlatmak ya da çizgi romanlarda bunları senaryolaştırmak Lowbrow Art’ın saygıya değer olmasına sebeptir. Çizgi romanla başlayan bu serüven daha sonra illüstrasyon mantığına da bulaştı doğal olarak. Eee ne de olsa temel taşı çizgi roman. Fakat kendimi daha yakın hissettiğim işler illüstrasyon mantığı güden eserler. Ne güzel! Şimdi de bizler bunları devam ettirebiliyoruz. Öyle ki artık kalem, boya ve kâğıtla da değil, dijital ortamlarda üretilmeye hatta oyuncaklara varıncaya değin kullanılan araçlar da gelişti, boyut değiştirdi. Gölge 14
Mark Ryden Audrey Kawasaki
Lowbrow Art’ın giderek büyümesi kendi yayın mecralarının da doğuşunu hızlandırmış birçok dergi, site, sosyal netwoklerin ve blog’ların doğmasına neden olmuştur. Juxtapoz (kurucusu Robert Williams) ile ilginç bir şekilde başlayan bu serüven beraberinde hatırı sayılır ve sanat çevrelerince de kabul gören yayınlarla meraklılarına ve arayışta olan sanatçılara da ilham kaynağı olmaya devam ediyor. İlginç dedim çünkü Robert Williams’ın çizgi romanlarını yayınlamak isteyen bir yayıncı ondan kitaba bir başlık bulmasını ister, Robert Williams biraz da kendini aşağılayıcı bir başlık olarak “The Lowbrow Art Of Robt. Williams” der. Sebebi ise Highbrow (sanatsal değeri yüksek) zıttı olmasıdır ama nedendir bilmem Robert Williams bu başlığı değiştirip “Cartoon-tainted Abstract Surrealism” başlığını daha uygun bulur. Bulduğu ve ismini verdiği akım için ve arkasından gelenlere bir yön gösterdiği için kendisine minnet duyuyorum. Yazan: İlker ALTIN http://dreamtaxi.deviantart.com/ Gölge 15
BİRİNCİ REKLAMEŞ CİNAYETİ “Şimdi aklıma geldi birden. Bu öğle üzeri Altusa marka kazakları gördüm. Nişantaşı’nda. Fiyatı yüzde yirmi beş indirmişler. Az kalsın alacaktım, ama önce sorayım dedim. Sarı istiyordun değil mi?” Ahmet Ertuna’nın soğan doğrayan hareketli eli durakladı ve dönüp Nermin’e baktı. Kadın içeri yeni girmişti. Çok yürümüştü yine besbelli. Çünkü ayakkabılarını çıkarınca terlik giymemişti. Birazdan ayaklarını soğuk su dolu leğene koyacak ve saatlerce sokaklarda gezmesiyle ilgili tek bir kelime etmeyecekti. Bu arada telefonla üç beş arkadaşına ayrıntılı alışveriş raporları sunacağından Ahmet zaten bütün dökümü çeşitli nüshalar halinde dinleyecekti. Aylin nüshası, Meliha nüshası, Fatma nüshası. Her arkadaşına aynı mamul üzerine bile olsa farklı bilgiler sunacaktı. Nermin’in yeni numarasıydı bu. Tek değildi. Altı ay içinde bir irili ufaklı numaralar paketi açmış ve kendince bir usullükle tedavüle sokmuştu birer birer. “Sarıydı evet.” Karısı buzdolabını açmış içine bakmaktaydı. Üç aylık hamileydi. Bir oğulları olacaktı. Üzerinde kendine çok yakışan petrol mavisi eteği ve beyaz gömlek vardı. Bakımlı kumral saçları omuzlarını okşamaktaydı. Hoş kadındı Nermin. Hamilelik yakışmıştı. Büyük teyzesinden kalan miras sayesinde burun ve çene ameliyatı yaptırarak görünümünü olumlu anlamda yenilemişti. Bakışları karşılaşınca kadının kırışan alnı düzeldi, şaşkın yüz ifadesini ani bir gülümsemeyle adeta sildi. Gözlerinde 10 vatlık standart fettanlık yandı söndü. Ardından gülümsemesi diğer yana kaydı. Sıradan bir her şey yolunda gülümsemesi şeklinde asıldı kaldı. Kapatmak üzere olduğu buzdolabı kapağını tekrar açtı. Bunu gözlerini saklamak için yapmıştı. Çünkü iki gün sonra üçüncü evlilik yıldönümünü kutlayacağı biricik kocacığının yüzündeki ifadeyi hiç beğenmemişti. O meşum ifadenin anlamını bir görüşte çözmesinin çok hatalı olacağını kestirecek kadar zekiydi. “Her şeyi biliyorum.” “Ne dedin şekerim?” “Hamilesin. İnsan çocuğunu düşünür be.” Kadın ona doğru döndüğünde Ahmet elindeki bıçağı olanca gücüyle kadının göğsüne sapladı. Sivri uçlu bıçak neredeyse sapına kadar gömülmüştü ete. Kadının gömleğinin sol göğüs tarafı kanla lekelenirken yüzüne şaşkınlık ve acıyla baktı. Yeşil gözleri elem doluydu. “Nereden… Bir hataydı. Hata… Hapları içmedim. Çocuğumuz… İçseydim bir şeyi… Hiçbir şeyi fark etmeyecektin. Yakında mod… Moda olacak Ahmet. Anlıyor musun?“ Gölge 16
Kadın yere yığılınca Ahmet bir iki adım geriledi. Bir yanı hemen ambulans çağır diyordu. Bu sesi mutfakta bırakmak istercesine oturma odasına gitti. Karısı ölmek üzereydi. Kimse yardım edemezdi artık. Oturma odasında duran fincanın yarısı kahve doluydu. Ahmet soğuk kahve severdi. Bir yudum aldı. Nabzı normale dönmüştü. Sağ eline baktı. Tek bir damla kan bulaşmamıştı. Kadın için çok üzülmekteydi. Nermin’i severek evlenmişti. Hâlâ da öyleydi, ama bu en yeni formatıyla çocuğunu doğurmasına izin veremezdi. Bütün şüpheli kanıtlar her saniye gözünün önünde olduğundan ilk belirgin hatadan hareketle bütün portreyi çözmesi kısa sürmüştü. İki günlük bir araştırma yetip de artmıştı. Karısı bir reklameş yaratığıydı. Reklameş resmi araştırma ve istatistiklere göre mevcut olmayan bir durumdu. Bu çok normaldi. Çünkü azami etkinlik için bu yanın sır kalması gerekmekteydi. Ahmet son kriz sırasında işten atılana kadar bilgisayar programcısıydı. Şimdi bir arkadaşının şirketinde pazarlamacı olarak çalışmaktaydı. Hem pazarı, hem de programlama denen şeyi tanımaktaydı. Elinde sayısız done vardı, ama insanın en yakınına böyle bir hali yakıştırması kolay değildi. Nermin ilk kez üç gün önce çok açık bir hata sergilemişti. Altusa marka kazak bahsiydi. Böyle bir kazak alması için üç beş kez ısrar ettikten sonra, “Boş ver şu sıralar çok pahalıya satıyorlar. Yakında indirime giderler,” demişti. Bu söz çok normaldi, ama kadın bunu altı saat içinde yedi kez yinelediğinin farkında değildi. Ahmet bir ayrıntı sapığıydı. Ayrıntı işleyen yanı karısıyla ilgili her türlü anomaliyi dosyalamaktaydı zaten. Tek yaptığı karısının gizli kayıtlarını araştırmak olmuştu. Bunun yanı sıra arkadaşlarına verdiği alışveriş raporları vardı. Karısı her gün İstanbul’un çeşitli semtlerinde beş altı saat yol tepmekteydi. Bol bol vitrin görmesi ve karşılaştığı kadınlara listesindeki mamulleri övmesi gerekmekteydi. Ayda iki bin yüz lira kazandırıyor dediği anket işi paravanaydı. Hiçbir anketöre uzun süreli bu kadar ücret verilmezdi. Anket manket yoktu. Nermin beynine çip yerleştirilmiş iki ayaklı bir reklâm programıydı. Nefes alıp veren, gülen, ağlayan, sevişen, insanı ikna eden, daha da kötüsü çocuk doğuran bir organik reklâm ünitesiydi. Ahmet’in eski hacker arkadaşları istediği bilgilerin hızlı temininde bayağı etkin rol oynamışlardı. Reklameş skandalları çeşitliydi. İlki 3 yıl önce İsviçre’de, ikincisi Londra’da patlamıştı. Bunlar küçük ve etkisi sınırlı patlamalardı. Geçen yılki New York skandalı fena patlamıştı. Bahis konusu olan tanınmış bir senatörün kızıydı. Satılmış medya bütün gücüne rağmen örtbas edebilmeyi başaramayınca manipülâsyonla halkın bilgilendirilmesini engellemeye çabalamıştı. Bütün internet blokajlarına rağmen yeterince bilgi sızmıştı dışarıya. Çoğu genç, konuşkan ve kadın olan kimseler reklameş olmak için teklif almaktaydılar. Çok güçlü bir propaganda söz konusuydu. Yirmi yıl içinde dünya nüfusunun onda birinin reklameş olacağı öngörülmekteydi. Bu bir piramit şeklinde yapılanmaydı. İlk grubun sayısı az puanı yüksek olacaktı. Geç kalanlar daha sonra daha alt düzeyde yer alacak ve düşük puanla çalışacaklardı. Şu anda İstanbul’da üç yüz kadar reklameş bulunduğu sanılmaktaydı. BunGölge 17
lar piramidin en üst katında yer alanlardı. Sayı bini geçince ikinci kat başlayacaktı. Karısı altı ay önce büyük bir sevinçle eve gelmiş ve ölen büyük teyzesinden 690.000 TL kaldığını müjdelemişti. Bütün kâğıt işlemleri kılıfına uydurulmuştu. Ahmet, Meral Tor adlı kadının cenazesinde bulunmuş, defin ruhsatını ve noterin karısına imzalattığı belgeleri gözüyle görmüştü. Şüphelenmesi için hiçbir neden yoktu. Şimdi Meral Tor’un mütevazı emekli aylığını yaşlılar evine verip orada barınan biri olduğunu biliyordu. Karısı onu tanıdığından bu yana kadından neredeyse hiç söz etmemişti ve birden mirasa konmuştu. Telefonda arkadaşlarıyla yeni mamuller üzerine saatlerce konuşup bağımsız bütçeli filmler hakkında tek bir kelime etmeyen film akademisi mezunu Nermin Hanım için çok filmatik bir mucizeydi. Kimse banka hesabındaki fazlalıktan şikâyet etmezdi. Ahmet hiç şüphelenmemişti. Mali durumları o sıralarda biraz sallantıdaydı. Ansızın gelen para nedeniyle sevinçten havalara uçmuştu. Nermin’in annesi kimseyle ilişki kurmayan, adresini bile bilmediği, en az on yıldır görmediği büyük ablasının bu kadar parası olmasına ve bunu bütün ömründe beş on kez gördüğü birine bırakmasına şaşmıştı. Ama kadın kendine kalan 31.000 lirayı memnuniyetle langırt köy sandığı yapmış ve işi fazla kurcalamamıştı. Ahmet şimdi yetmiş bir yaşında ölen kadının ölümünün hızlandırıldığını düşünmekteydi. Dün Kurtuluş’taki yaşlılar evindeki müdürle konuşurken bu kanısı çok güçlenmişti. Kadının tiroit yetmezliği, ara sıra gelen çarpıntılar cinsinden birkaç rahatsızlığı vardı ve bunlar kontrol altındaydılar. Sonra ölümünden iki hafta kadar önce kadın birden kötülemiş ve kurtarılamamıştı. Kalp krizi denmekteydi. Cinayetti düpedüz. Bayan Nermin Keskin Ertuna’nın kazancını belgelemek için yaşlı kadını öbür dünyaya yollamışlardı. Kadına estetik ameliyatı sırasında çip yerleştirilmişti. Karısında bir nebze insanlık kalmıştı. Yoksa Ahmet’in dönen dümenleri fark etmesi yirmi yıl sürebilirdi. Bir reklameşin bu kadar uzun kullanım tarihi olduğunu sanmıyordu. Çip beyni etkiliyordu. İlk testler üzerine bir sürü yazı okumuştu. Erken bunama, alzeymır, felç gibi yan tesirleri vardı. Ahmet divana yaslanarak gözlerini yumdu. Son birkaç gün neredeyse hiç uyumamıştı. İnsanın her şeyini paylaştığı birinin ona belli mamulleri alması için sabah akşam örgütlü baskı yaptığını saptaması çok berbat bir şeydi. Sevişirlerken insanın karısının bu koku sana çok yakışıyor, falanca marka külot çok seksi gösteriyor diye fısıldamasının sıradan bir reklâm programına dönüşmesi bir felaketti. Yemek yenecek restoran, piknik yapılacak özel kamp, yolda durulacak benzin istasyonu, seyredilecek filmler, çocuk odası eşyaları, gereksiz vitaminler, kolesterol düşürücüler. En kötüsü bunlara ortalama uyulduğunda takınılan memnun gülümseme. Mutlu kadının erkeğine verdiği pozitif ışımayla taltif. Kadının kendi ve onun ebeveynlerine, yakın arkadaşlarına 24 saat boyunca beynindeki çip doğrultusunda yayın yaptığının bulgulanması acayip moral çökertici bir durumdu. Her şey normal gitseydi ve bir çocuk doğurabilseydi, oğulları doğumundan itibaren bir firmalar sultasının komutuna uygun bir hayat sürecekti. Bu kuşaklara çip mip yerleştirmeye gerek de kalmayacaktı belki de. Karısının bozulmadan kalan insan yanı sayesinde bu durumu fark etmişGölge 19
ti. Beyne yerleştirilen çipin iyi çalışabilmesi için muntazaman hap kullanmak gerekmekteydi. Karısı bir yerde bu tür hapların çocuklarda zekâ geriliğine, disleksiye falan neden olduğunu keşfetmişti. Ahmet bunu bilgisayarının hard diskinden sildiği bilgileri geri çağırarak keşfetmişti. Hapları aksatınca rolünde defolar başlamıştı. Bu sayede Ahmet beyninde birbirinden ayrı ayrı duran şüphe boncuklarını bir araya getirebilmişti. Karısına ödül hızlı ve acısız bir ölümdü. Mahkemeye verse rezil olması bir yana, hapislerde sürünmesi işten değildi yoksa. Çok rol kesmişti. Bir daha kimsenin yüzüne bakamazdı. Foyasının ortaya çıkmasını istemeyen şirket ne yapardı? Bu da bir başka yanıydı işin. Avukat arkadaşına telefon etmeliydi. Ardından da polise. Elinde çok sağlam deliller vardı. Karısının reklameşliğini kanıtlaması zor olmayacaktı. Yaşlı teyzenin mezardan çıkartılacak cesedi de pek çok şeyler anlatacaktı kuşkusuz. Nermin’in annesi ve babasıyla karşılaşacağı anları hayal ederek içini çekti. Ortak dostları, yakınları mahkeme sonuçlanana kadar hakkında kim bilir ne düşüneceklerdi. Gözlerini açtı ve sehpanın üzerindeki telefona uzandı. Tam o sırada cep telefonu çalmaya başladı. Baktı. Özel numaraydı. Düğmeye bastı. “Ahmet Bey merhaba.” Hiçbir yerden tanımadığı ses evin içinden geliyormuş gibi bir duyguya kapılmıştı. Kendisinin izin vermediği bir samimiyet tonuna sahipti. “Kimsiniz?” “Adım önemli değil. Bir sorununuz var sanırım.” Ahmet iyice dirilmişti. Karısının patronuyla konuştuğunu anlamıştı hemen. “Mutfak kirlenmiş biraz. Yardıma ihtiyacınız var.” Ahmet ayağa kalkarak gidip sokak kapısını kontrol etti. Ev boştu ve kapı arkadan sürgülüydü. “Temizlikçi bir firmayı aramamızı ister misiniz? Onlar her türlü lekeyi çıkartmayı iyi bilirler.” Evin içine gizli kameralar gizledikleri çok açıktı. Yoksa mutfaktaki cesedi nasıl bilebilirlerdi. “Neden bana yardım etmek istiyorsunuz?” “Bazı şeylerin bilinmemesi iki taraf için de iyi değil mi?” “Sonra ne olacak peki?” “Karınız bir iş gezisine çıkacak. Bir elim kaza. Üzgün ve gamlı kocanın gazetelerin iç sayfalarındaki yüzü. Sonra hayata kaldığı yerden devam. Nermin Hanım’ın hayat sigortasının yürek ısıtıcı gölgesinde tabii ki.” Ahmet bu çözümü isteyen yanının gücüne şaşarak, “Artık çok geç,” dedi. “Hiçbir zaman geç değil derler. Biraz düşünün.” “Bitti dedim ya. Her şey…” Ahmet telefonu kapattı ve mutfağa gitti. Karısının göğsü kan içindeki cesedi iradesine umduğu darbeyi indirdi. Kafasında sigortayı alsana ahmak diyen sese aldırmadan avukat arkadaşını aradı. Arkadaşı bir tanıdığıyla birlikte yarım saat içinde eve geldi. Ahmet elindeki bütün delilleri, tuttuğu dosyayı adama verdi. SonGölge 20
ra gelen polislere teslim oldu. Uluslararası medyanın çok ilgi gösterdiği bir dava oldu. Bir gazete İstanbul’da Birinci Reklameş Cinayeti başlığını atmıştı. Bu çok popüler oldu. Birçok ülke medyası nedense cümleden İstanbul’u silerek yayınladılar. Durumu dünya çapında bir birincilik gibi göstermekteydiler. Meral Tor’un cesedine yapılan otopside kalp krizi yaratan bir alkoloid saptandı. Nermin hanımın beyninde de bir çip vardı gerçekten. Hepsi buydu. Ne Meral hanımın katili, ne de çipi yerleştiren firma saptanabildi. Mahkeme Ahmet Ertuna’ya bir buçuk yıl hapis cezası verdi. Bir yıl sonra serbest bir adamdı yeniden. Hapisten çıktıktan sekiz ay kadar sonra Ahmet Ertuna güpegündüz kaldırıma çıkan bir otomobil tarafından çiğnendi ve olay yerinde öldü. Araba bulundu, ama firari şoför yakalanamadı. Eğer Ahmet Bey altı gün daha yaşasaydı onun hikâyesinden hareketle yapılmış filmin galasına katılabilecekti. Onun yerine en yakın dostlarından ikisi gittiler. Birinci Reklameş Cinayeti adlı filme rağbet müthişti. Ahmet Ertuna tarihe geçmişti. Reklameş firmaları çok memnundular. Piramidin en üstünde yer almak isteyen genç, zeki ve sıhhatli, çoğu kadın bir sürü yeni evli kimse onlarla ilişkiye geçmek için çırpınmaktaydı. Bir illegal internet sitesinde filmi bu firmaların finanse ettiği ve dağıttığı haberi bu ilgiyi artıran reklâm etkinliklerinden sadece biriydi. Maktule Nermin Hanım son sözlerinde haklıydı. Reklameşlik moda olma yolundaydı. Yazan: Sadık YEMNİ İllüstrasyon: Altuğhan Sinan AYDINOĞLU
Gölge 21
THE PLEASURE OF BEING ROBBED Maddi dünyanın ve etik kuralların ötesinde; Soyulmanın Hazzı… Henüz 25 yaşında olan Joshue Safdie’nin ilk uzun metrajlı filmi olan The Pleasure of Being Robbed, aslında bir anlamda yönetmenin bundan önce çektiği kısa filmlerin bir kolâjıymış izlenimi veriyor. Çoğu zaman birbiriyle birebir bağlantısı olmayan çeşitli anların ve bu anların filmin ana karakteri olan Eleonore üzerindeki etkilerinin ekrana yansıtıldığı filmde; yönetmen bizleri de Eleonore’un deneyimleri üzerinden kendi deneyimlerimizi düşünmeye yöneltiyor. Bu anlamda, Eleonore filmde ana karakter olsa da, aslında filmin tek karakteri arka plandaki New York şehri. Yönetmenin kendi gözlemlerinden beyazperdeye taşınan şehrin pek çok ayrıntısı insanda farklı bir yere temas ediyor. Örneğin, insandan geçilmeyen kalabalık bir şehirde kimsenin birbiriyle konuşmaması normalde her metropolde rastlanan sıradan bir şeydir. İnsanlar arasındaki iletişimsizlik ve soğukluk çoğunluğun kanıksadığı bir sorundur. Fakat yönetmen Safdie, bu sessiz kalabalığın inadına herkese selam veren ve onlara güzel sözler söyleyen bir adamı kamerasıyla takip ediyor ve ufak bir ayrıntıyı şehrin karakteristiğini ortaya çıkaran bir araç haline getiriyor. Filmde daha buna benzer pek çok ayrıntı bulmak mümkün. Filmdeki Eleonore karakteri de oldukça ilginç karakter. Yönetmen, Eleonore’un geçGölge 22
mişi hakkında bize herhangi bir bilgi vermese de, onun yalnızlığı ve melankolisi filmin bütününe yayılıyor. İnsanları soyan Eleonore’un bunu para kazanma amaçlı yapmadığı da çok açık. Soyduğu insanların çantalarındaki kişisel eşyaları aracılığıyla kendi yalnızlığını gizleyen Eleonore, bu eşyalar aracılığıyla kendi hayatına da kısa mesafeli rotalar çiziyor. Bunların hepsi aslında New York gibi kalabalık bir şehirde yalnızlık hissinin kesif tadını azaltmak, bir anlamda normal hayatta hiçbir şekilde iletişime geçemediği insanlarla iletişime geçmenin bir yolu. Biraz sıra dışı bir yöntem olsa da, sonuçta Eleonore insanlardan çaldıkları eşyalar aracılığıyla insanların hayatlarına girmeyi başarıyor. Gündelik hayatta yanından geçtiği ama hiçbir şekilde etkileşime giremediği insanların özel dünyalarına bu şekilde nüfuz edebiliyor.
Eleonore karakteri kendi içinde özel ve sempatik bir karakter olsa da, film; tamamıyla arkasını bu karaktere yaslamıyor. Zaten yönetmenin bu karakteri bütünlüklü bir şekilde yansıtmak gibi bir derdi de yok. Eleonore’un kim olduğundan çok, Eleonore’un yaşadıklarıyla ilgileniyor. Onun yaşantısı da ister istemez filmin arka planının perdede daha etkin olmasına yol açıyor. İnsanların görmezden geldiği pek çok ayrıntı Safdie’nin kamerasına takılıyor ve bu ayrıntılar kimi zaman simgesel bir anlam barındırıyor. Hayvanat bahçesindeki hayvanların kapana kısılmışlığıyla Eleonore’un ellerindeki kelepçelerin peşi sıra gösterilmesi, bir yanıyla da metropolde yaşayan insanların sıkışmışlığına vurguda bulunuyor. 70 dakikalık süresi içinde New York’tan güzel enstantaneler sunan The Pleasure of Being Robbed, gündelik hayatın görmezden gelinen ayrıntıları üzerine yapılmış anlamlı bir çalışma. Film; genç ve yetenekli bir yönetmeni müjdelediği gibi, iletişimsizliğin ve soğukluğun insanları sıkıştırdığı bir dünyada sıradan karakteriyle de beylik sözlere başvurmadan bizlere modern şehir yaşantısı üzerine kafa yorulacak malzemeler bırakıyor. Yalnızlık ve melankoli genel olarak modern şehirlerin vazgeçilmez arka planlarından biri olsa da, Eleonore’un çocuksu dünyası, etik kuralların dışına taşan iletişim kurma çabası ve koca şehirde ayakta kalma gayreti bu soğuk arka planı ısıtmaya yetiyor.
Yazan: Barış SAYDAM http://avrupasinemasi.blogspot.com/
Gölge 23
İ
HER İNSANIN BİR KARANLIK DÜNYASI VARDIR…
kinci öykü kitabım Satranç Ve Şövalye’nin, kitapçı raflarına çıktığı şu günlerde, kendimle geçmişim hakkında küçük bir sohbet yapma ihtiyacı duydum. Neden böyle bir ihtiyaç duyduğumu bilmiyorum ama bazı şeylerden korkuyorum galiba. Geçmişte neden yazı yazmak istemiştim ki? Öykü yazmak, hiç ortada olmayan yaşamlar oluşturmak, onlara yön verip, istediğim gibi hayatlarını karıştırmak, bunları neden istemiş olabilirim ki? Kendime bile itiraf edemediğim bir egomu bu? Kibir veya kıskançlık mı? Hiç birini kendime yakıştıramıyorum elbette. Ne egom yüksektir, ne kibirliyimdir, nede kıskançlığım hat safhadadır. Ama öyküleri sadece zevk olsun diye de yazmıyorum. Garip bir haz duyuyorum. Bir rahatlama hali, bir antibiyotik tedavisi.
Tamam, daha fazla derinlere inmeyeceğim, her insanın karanlık bir dünyası vardır, belki ben öykülerimde onları ortaya çıkartıyorumdur. Belki bu öyküleri beğenenler, kendi karanlık dünyalarının kokularını alıyorlardır.
Gölge 24
Bu yazıyla kendimle ilgili ele verdiğim ölçüde bilgi vereceğim. Umarım neden
gerilim ve cinnet öyküleri yazdığım konusunda az biraz bilgi edinirsiniz.
Başlıyorum.
İlk öykümü, hatırladığım kadarıyla ilkokul sıralarında yazmıştım. İki sincabın orman macerası gibi bir şeydi. Öykü hakkında pek bir şey anımsamıyorum ama çok sevdiğim ilkokul öğretmenimin öyküyü beğenmemesi sonucunda, yazmaya yaklaşık on yıl ara vermiştim. Şimdi o öyküyü bulsam yeniden yorumlar, ilkokul öğretmenimin adına yayınlatırdım. Aslında, hayatın ve Türkiye’nin bu konulardaki acımasızlığını o yıllarda öğrenmem iyi olmuş olabilir, kendimi terbiye etmiş, sabır konusunda olgunlaşmıştım. Çocukluğum hakkında küçük bir not daha; bütün arkadaşlarım o yıllarda Tommiks Teksas okurken, ben evde Kaptan Custo izler, TRT’de yayınlanan tüm deniz altı belgesellerini takip ederdim. Hayal gücümdeki bu garip sapma, beni olgunluk yaşlarımda tekrar çizgi romanla buluşturdu ve arkadaşlarımın çoktan bıraktığı o tutkuya, ben yirmi beş yaşından sonra kapıldım. Çocukluğumun hayal gücüme katkısı aslında çok fazladır. Mesela sinemaya tutkumda yine o yıllara dayanır. Alt komşumuzun oğlu Melih ve ben binanın çatısında Türk filmi oynardık. Bu oyunlar sırasında hiçbir filmden kopya çekmeden tamamen o andaki doğaçlamalarla yeni konular bulmamız, inanın çok enteresandır. Her gün yeni konu, her gün yeni karakterler bulmak öyle kolay değildir. İlerde belki bu konuyla ilgili bir öykü yazabilirim. Hatta bu yazıyı bitirdikten sonra, demeye başlayayım. Bakın canlı canlı, bir öykü insanın aklına nasıl gelir gördünüz. Neyse, bir sonraki öykü kitaplarımdan birinde bu öyküyü okursanız, yüzünüzde oluşacak tebessüme izin verin. Üniversiteye geldiğimde artık hem resim çiziyor, hem öyküler yazıyordum. Radyoyla tanışıp, Düzce FM’de batı müziği köşesi yapmaya başladığımda, hayatımda enteresan bir dönem başladı.
Düzce yıllarımdan bir kitap çıkacak kadar malzeme var elimde ama şimdilik o karmaşaya değinmeyeceğim. Ama şu kadarını söyleyeyim, hayal gücüm inanılmaz beslenmiştir o muhteşem şehirden. İstanbul’a geri dönmüştüm ve çantamda bir ton öykü vardı. Artık onları yayınlamalıydım ama hayatın acımasızlığıyla bir kez daha karşılaştım. İlk kitabım Heyula’yı yayınlatmak için o kadar çok çırpındım ki, kara mizah bir film olacak kadar dramatikti. Gölge 25
Hangi yayın evine gitsem öykülerimin yüzüne bile bakmadılar. Bu ciddi bir acımasızlıktı. Öykülerimi okuyup beğenmeseler gam yemeyecektim. En azından bir öykümü okuyun yahu, ama yok. Git bir yerlerde ünlü ol, öyle gel diyorlardı. Ya da bir tanıdıkla gel. Neyse daha fazla hicve devam etmeyeceğim. Tam altı yıl yazmaya küstüm. Hiçbir şey yazmadan geçen bu yıllar içinde, hayatın zor kısımlarının tadına baktım. Bir gün çalışma arkadaşım Mete Katipoğlu beni kendi kitabının yayınlandığı yayın evine götürdü. Ahmet İzci, öykülerimi okuyacağına dair söz verdi. İşte dedim, benim tek amacım bu, okuyun beğenmezseniz boynumu büker giderim.
İşte ilk kitabım böylelikle yayınlanmış oldu.
Böylelikle hayallerimi yerine getirmem için bir fırsat doğdu. Bana hayatındaki en büyük idealin nedir diye sorsalar, onlara; senaryosunu yazdığım bir filmi yönetmek diye cevap verirdim. İşte bu hayalimi yerine getirmek için, üç tane kısa metraj film çektik ve son filmim iki festivalde gösterildi. Dönelim öykülerime. Öykü yazmak beni rahatlatıyor. Bunu kötü bir alışkanlık olarak görebilirsiniz. Bunun neresi kötü diye düşünenlere cevabım hazır. Şimdilerde öykü yazmadığım zaman, kendimi huysuz bir ihtiyar kadar çekilmez hissediyorum. Gergin, sinirli ve endişeli. Hayal gücümün nasıl geliştiğinin birkaç noktasından bahsettim, şimdi de öykülerimin bazılarının oluşum evrelerinden bahsederek, nasıl öykü konuları buluyorum, nelerden etkileniyorum bunu ortaya çıkartayım.
İlk kitabım Heyula’dan.
İMZA: Bu öykünün çıkış noktası sevgili babamdır ama sadece çıkış noktası, çünkü öyküdeki psikopat karakterle babamın hiçbir ilgisi yoktur. Bunu belirteyim de. Babam inanılmaz güzel imzalar atar, canı sıkıldığı zamanlar boş bulduğu bütün sayfalara değişik, geometrik ve ilginç imzalar karalardı. Çocukluğumda onun el yazısını ve imzalarını taklit etmek istemiştim ama sanat taklit edilemezdi. Ama ne yaptım, taklit edemediğim o sanatı, kendi hayal gücümle harmanladım.
VASİYET: Bu öykünün oluşumu da ilginçtir. Çok sevdiğim ve ilk kitabımı atfettiğim arkadaşımın bana söylediği birkaç sözden yola çıkarak yazdım bu öyküyü. Cahit, ayrıldığı kız arkadaşının ardından çok üzgündü ve bana bir söz vermemi söyledi. Bu sözün ne olduğunu burada yazarsam, öykünün tadı kalmaz. Ama okuduğunuzda sizi şaşırtacak bir gerçeği yüreğinizde hissedeceksiniz. Vasiyet’in senaryosunu da yazdım ve ilk kısa metraj filmimi bu öyküye çektim. En ilginci başrolde kendim oynadım. İlk ve son oyunculuk deneyimim olacak ama yine de o Gölge 26
filmden çok şey öğrendim.
HOŞT: Bir define öyküsüdür. Babamın arkadaşlarının başından geçtiği rivayet edilen bir define öyküsünden yola çıkılarak, biraz mistik, biraz fantastik bir öykü ortaya çıktı. Büyük kız kardeşim öyküyü okuduğunda, bir daha memlekete gidemeyecek kadar korktuğunu söylemişti. Topal bir cinin koruduğu gömüyü bulmak için çıkılan bir yolculuğun öyküsü, Hoşt. TEMMUZ YAĞMURU: Gerçekleştirmek istediğim ama sadece hayalimde gerçekleştirebildiğim bir arzunun öyküsüdür. Düzce’de okurken, iki mafya bozuntusuyla tanışmıştım ve onları gözlemlemiştim, hatta kısmen onlarla başım derde girmişti. İşte kötü düşüncelerimden biri, onların sonuyla ilgiliydi. Ama sadece öyküde bunu başarabildim.
İkinci kitabım Satranç Ve Şövalye’den.
UYAN ARTIK: ikinci kitabımın ilk öyküsü. Sevgili eşim bir sabah uyandığında, korkunç bir rüya gördüğünü söyledi. Rüyasında hamile bir kadın varmış, bebeğini doğururken onu kaybetmenin eşiğine gelmiş, eğer uyanabilirse bebeğini kurtarabilecekmiş. Rüya çok ilginç gelmişti bana ve hemen not aldın. Bu arada eşim bu rüyayı gördüğünde hamileydi ve doğum oldukça zor geçti.
NEŞ’ET-İ SÂNİYYE TEKNESİ: Bu öyküyü askerde yazmıştım. Asker arkadaşım Kenan, Ebru sanatı eğitimi almıştı ve bana Ebru hakkında birçok detay anlattı. O zaman bir de kıza âşıktı. Ben de ona iyi bir öykü yazacağımı söyledim. Ortaya hem aşk, hem fantastik bir gerilim öyküsü çıktı.
SIFIR: Bu öykü çok enteresandır. Bir gece oğlumla dışarı hamburger almaya çıktık ve arabayı hamburgercinin otoparkına park ettim. Yemeğimizi alıp arabamıza giderken yan arabadaki bir adam bizi uyardı. “Aman kardeşim eve giderken dikkat edin,” dedi. Ben ne olduğunu sorduğumda, o bana arabanın önündeki duvarda yatan kediyi gösterdi. “Kediler lanet hayvanlardır gelip senin plakanı yaladı, ben böyle şeylere inanırım, ne olur dikkat edin,” diye uyardı. Eve sağ salim geldik ama ne yalan söyleyeyim, gelene kadar ödüm koptu. Hemen öyküsünü yazdım tabii. Yazdığım her öykünün bir hikâyesi yok aslında. Bazen çok gerildiğimde boş sayfanın başına bir şey yazarım ve sonrası gelir. Bir bakarım ortaya hayal gücümün renkleri çıkmış. Nefes aldığım sürece, kendi oluşturduğum dünyalarda yolculuk ederek, hayatımı daha yaşanılır bir yer haline getireceğim.
Yazan: Erol ÇELİK
Gölge 27
MÜZİKALLERDEN HOLLYWOOD YILDIZLIĞINA
Bu yılki Oscar törenlerinin sunucusu olarak Hugh Jackman seçildiğinde herhalde onu sadece Wolverine olarak tanıyanlar genellikle bir komedyenin sunduğu bu törenlere nasıl olup da bir aksiyon filmi yıldızının seçildiğine hayret etmiş olmalılar. Hele bir de Oscar gecesi onu dans edip şarkı söylerken görmüşlerse iyice şaşırmış olabilirler. Hâlbuki Jackman’ın kariyerini daha yakından takip edenler onun tiyatro sahnelerinde çok sayıda müzikalde oynadığını, hatta bu rolleri ile önemli ödüller de aldığını bileceklerdir. Birkaç şansı olsa da henüz bu yeteneğini beyazperdede sevenleri ile paylaşmamış olan bu yakışıklı Avustralyalının bu ay Wolverine olarak tekrar karşımıza çıkacak olması vesilesi ile yaşamına bir göz atalım.
Jackman, 12 Ekim 1968’de Avustralya’da 5 çocuklu bir ailenin en küçük çocuğu olarak dünyaya gelir. Aslında ailesi İngiliz’dir ama bir süredir Avustralya’da yaşamaktadırlar. Jackman da burada büyüyüp yetiştiği için ona rahatlıkla Avustralyalı bir oyuncu diyebiliriz. Zaten o da kendini böyle tanımlıyor. Jackman’ın çocukluğu ile ilgili çok fazla bir detay bilmiyoruz. Kaynaklarda 8 yaşında ailesinin boşandığı ve annesinin İngiltere’ye döndüğü, bir muhasebeci olan babasınınsa 5 çocuğu büyütmek durumunda kaldığı dışında pek bir bilgi yok.
Ancak pek çok oyuncunun hayatına baktığımız zaman gördüğümüz gibi onun da daha okuldayken çeşitli tiyatro oyunlarında rol aldığını görüyoruz. Henüz 17 yaşındayken eğitim gördüğü yatılı okulda sahneye konan My Fair Lady müzikalinde oynuyor Jackman. Her ne kadar yüksek eğitimini Sydney’de bulunan University of Technology’de gazetecilik alanında tamamlasa da hemen arkasından bir yıllık bir oyunculuk kursuna katılarak hayatının bundan sonraki istikametini çizmiş oluyor. Bu dönemde Avustralya’nın en popüler soap operası olan Neighbours’da rol tekliGölge 28
fi almış olsa da oyunculuk eğitimine üniversitede devam etmek amacıyla bu teklifi kabul etmiyor. O günün şartlarında Russell Crowe, Guy Pearce ve Kylie Minogue gibi pek çok ismin tanınmasına yardımcı olan bu diziyi reddetmek yanlış bir tercih gibi görülebilir ama bugünden bakınca Jackman’ın belki de bu isimlerden daha iyi bir kariyer yaptığını görebiliriz (Russell Crowe biraz dışarıda tutulabilir belki).
Oyunculuk eğitimini tamamlayan Jackman’ı 1995’ten itibaren Avustralya Televizyonu için çekilmiş kimi dizilerde ve yine Avustralya sineması dışına pek çıkamamış kimi filmlerde görüyoruz. Bu dönemde Jackman açısından önemli olan yapım ilk başrolünü üstelendiği Correlli dizisi oluyor. Ancak Jackman açısından bu dizinin çok daha önemli bir yanı daha var. 1995 yılında çekilen bu dizide, Hugh Jackman bir yıl sonra evleneceği Deborra-Lee Furness ile tanışıyor. 1996 yılında evlenen çift, halen evliliklerini sürdürüyorlar. Henüz Jackman ünlü olmadan evlenen çiftin bu durum değiştikten, Jackman popüler bir Hollywood yıldızı olup defalarca da en seksi erkek seçildikten sonra hala 2 çocukları ile birlikte mutlu bir aile tablosu çizmeleri takdir edilmesi gereken bir durum. Üstelik Jackman, eşinden 13 yaş küçük ki bu da Hollywood’da çok karşılaştığımız bir durum değil. Çiftin özel hayatı ile ilgili basına yansıyan en belirgin konu ise Furness’in 2 kez düşük yapması ve bunun sonucunda 2 çocuk evlat edinmeleri. Bu olay dışında çiftin özel hayatı ile ilgili basına yansıyan herhangi bir konu olmadı bugüne kadar.
Jackman’ın özel hayatını bir kenara bırakıp kariyerine dönecek olursak sinema ve televizyon dünyasına adım attığı 1995 yılından sonra asıl tanındığı ve ün kazandığı alan olarak sahne müzikallerini görüyoruz. Özellikle Güzel ve Çirkin’in (Beauty and the Beast) ve Sunset Bulvarı’nın (Sunset Boulevard) Avustralya’da sahnelenen versiyonlarında sırasıyla Gaston ve Joe Gillis rolleri ile müzikal takipçilerinin takip ettiği bir isim oldu ve her iki rolü ile de Avustralya’da verilen önemli sahne ödüllerine aday oldu ve kazandı. Jackman’ın Avustralya dışında ilk tanınması da yine bir sahne müzikali olan Oklahoma’da Londra sahnelerine çıkması ile olur. Bu kez de İngiliz seyircilerin ilgisini toplayan Gölge 29
Jackman bu rolü ile bir ödül kazanamasa da çeşitli ödüllere aday olmuştu. Sonradan aynı müzikalin televizyon versiyonunda da oynadı.
Jackman’ın kariyeri bu yönde gitseydi bugün belki de daha çok tiyatro izleyicilerinin bildiği, zaman zaman sinemada da boy gösteren saygın ama çok da bilinmeyen bir oyuncu olacaktı. Ama tesadüflerin insan hayatında çok önemli bir rol oynadığı, bu dönemde bir kez daha kanıtlanacaktı. Tam da o dönemde yıllardır çekilmesi planlanan çizgi roman uyarlamalarından X-Men projesi artık iyiden iyiye somutlaşmış, yönetmen olarak seçilen Bryan Singer filmin oyuncu kadrosunu oluşturmaya başlamıştı. Singer, filmin en önemli karakterlerinden Wolverine için bir başka Avustralyalıyı, Russell Crowe’u düşünüyordu ancak Crowe’un yüksek ücret talebi bu isteğin gerçekleşmesinin önünü tıkamıştı. Çeşitli isimler üzerinde düşünüldükten sonra Dougray Scott isminde karar kılınmış, kendisiyle devam filmini de kapsayan bir anlaşma bile yapılmıştı. Ancak Scott’ın rol aldığı Mission: Impossible II’nun çekimleri uzayınca filmin kadrosundan ayrılmak zorunda kalıyordu. İşte bu durum Hugh Jackman’ın önünü açıyor ve filmin çekimlerine çok kısa bir süre kala hayatını değiştirecek rolü kapıyordu. 13 Temmuz 2000 günü kimsenin tanımadığı bir isimken filmin Amerika’da gösterime girdiği 14 Temmuz 2000’de bir yıldız olup çıkmıştı dersek biraz abartmış olsak da çok da yanlış bir cümle kurmuş olmayız herhalde. Jackman belki ilk bakışta çizgi romandaki Wolverine’e o kadar benzemiyordu, ilk başta boyu fazlasıyla uzundu ama elbette Singer’ın da başarılı tercihleri ile yerine başka birini hayal edemeyeceğimiz bir Wolverine olup çıkıyor ve film serisinin en öne çıkan karakteri oluveriyordu. Gölge 30
Her ne kadar pek çok X-Men hayranının bu filmlerin X-Men filminden çok Wolverine filmi olduğu yönündeki serzenişlerinde haklılık payı olsa da Jackman’ı bu rolde görmek de pek keyifliydi doğrusu.
X-Men ile başlayan Amerika kariyerini genellikle romantik komediler ve aksiyon filmleri arasında gidip gelerek devam ettirdiğini görüyoruz Jackman’ın. X-Men’in hemen arkasından önce Meg Ryan’ın karşısında Kate& Leopold’da, sonra Ashley Judd’un karşısında Someone Like You filmlerinde görüyoruz onu. Bu iki orta karar romantik komediden sonra yine aksiyon filmlerine dönüş yapıyor ve Swordfish filminde oynuyordu. Kendi içinde fena film sayılmazdı aslında ama bu film daha çok Halle Berry’nin ilk kez göğüslerini gösterdiği film olarak yer bulmuştu basında. Anlaşılan bazı şeyler dünyanın neresine giderseniz gidin değişmiyor. Hemen arkasındansa kaçınılmaz olarak bir kez daha Wolverine karakterine bürünerek X2 filmini sürüklüyordu. Bu film hem eleştirmenler hem de seyirciler tarafından ilkinden de çok beğenilmişti genel olarak.
2004 yılında Jackman’ı vampir avcısı Van Helsing olarak beyazperde gördük. Klasik korku filmlerinden gelen pek çok canavarı bir arada gördüğümüz bu film fikir olarak gayet ilginçti ama Stephen Sommers’ın vasat yönetmenliği filmi kısa sürede unutulacak bir hale getiriyordu ne yazık ki. Aynı dönemde eşinin yazıp yönettiği bir kısa filmde de oynayan Jackman’ı bir süre beyazperde göremeyecektik. Çünkü o bir kez daha ilk göz ağrısı sahne müzikallerine dönüş yapmıştı. 2003 yılında The Boy From Oz müzikalinde başrol oynamaya başlayan Jackman bu oyun ile önce Amerika’da sonra Avustralya’da seyircileri ile buluştu. Bu müzikal ile yaklaşık 400 kez sahneye çıkan Jackman, başta bu dalda verilen ödüllerin en prestijlisi olan Tony ödülü olmak üzere 2004 yılında müzikaller için verilen en iyi erkek oyuncu ödüllerinin büyük bir kısmını topladı. Aynı dönemde 2003, 2004 ve 2005 yıllarında Tony ödüllerinin sunuculuğunu da üstlendi ki bu yazının başında bahsettiğimiz Oscar sunuculuğuna kendisini taşıyan en Gölge 31
büyük etkendi bu belki de.
2006 yılında ise hızlı bir şekilde sinemaya geri dönen Jackman’ın adını o yıl gösterime giren 6 filmde birden görüyoruz. Her ne kadar bunlardan ikisi Happy Feet ve Flushed Away gibi animasyonlar olsa da bunlara harcanan emeği de küçümsememek lazım elbette. Ne hikmetse bizde gösterime girmeyip sadece DVD’si çıkan Woody Allen’ın Scoop filminde ise Scarlett Johansson ile başrolleri paylaşıyordu. Aynı yıl bir kez daha Wolverine kostümünü giyen Jackman kendi adına yine gayet başarılıydı ama filmin yönetmeni bu kez Bryan Singer değil Brett Ratner olunca kimseyi memnun etmeyen bir film çıkmıştı ortaya. Yine de gişesi fena değildi ve sonundaki bir sahne nedeniyle de hemen yeni devam filmleri konuşulmaya başlamıştı bile. Ancak Jackman’ın oyunculuğu açısından yılın en dikkat çekmesi gereken iki filmi The Prestige ve The Fountain olacaktı. Christopher Nolan’ın iki Batman filmi arasında çektiği ama hiç de öyle kıyıda köşede kalmış bir film olmayan hatta kimileri tarafından Nolan’ın en iyi işlerinden biri sayılan Prestij’de filme konu olan iki illüzyonistten birini canlandırıyordu. Yapımı yılan hikâyesine dönen Darren Aro-
Gölge 32
nofsky filmi The Fountain’da ise bambaşka dönemlerden birbiri ile bağlantılı 3 rolü birden oynayarak kendisini kanıtlıyordu. Her ne kadar her iki film de gişede çok iyi iş yapmasa da zamanla sağlam bir hayran kitlesi oluşturdular. 2007 yılında televizyon için Viva Laughlin isimli bir müzikal/drama dizisinin yapımcılığını üstlenen, aynı zamanda bu dizide ufak da bir rol alan Jackman dizinin sadece 2 bölüm sonra iptal edilmesi ile tekrar sinemaya döner. 2008 yılında Deception isimli gayet sıradan bir filmde Ewan McGregor ve Michelle Williams ile başrolleri paylaşan Jackman aynı zamanda filmin yapımcılarından da biridir. Bu iki projeye bakarak henüz Jackman’ın yapımcı olarak doğru projeleri seçmediği sonucuna varabiliriz. Aynı yıl bu kez ülkesine dönüp Baz Luhrmann’ın yönetmenliğinde Australia filminde Nicole Kidman ile beraber oynadılar. Daha önce Happy Feet’de birbirlerine âşık iki pengueni canlandıran ikili bu kez kanlı canlı iki aşığı oynuyordu. Luhrmann’ın Rüzgâr Gibi Geçti’yi model olarak oluşturduğu bu epik film nedense çok da beğenilmedi. Bu filmde Jackman’ın bir kez daha öncesinde Russell Crowe için düşünülen bir rolde oynadığını da eklemeden geçmeyelim.
Ve bu ay Hugh Jackman bir kez daha Wolverine olarak karşımıza çıkıyor. Ama bu kez X-Men filmlerinin öncesini anlatan bir hikâyeyle. Yönetmen koltuğunda türe yabancı ama yetenekli bir isim olan Gavin Hood var. Be kez filmin yapımcılarından birinin de Jackman olduğunu belirterek bu kez iyi bir proje seçmiş olduğunu umalım. Bundan sonra kariyerine bu yönde devam edecekmiş gibi gözüken Jackman’ı beyazperdede biraz daha farklı rollerde görmek mesela müzikal oyunculuğunu beyazperdede de izleme fırsatını bulmak en büyük dileğimiz. Yazan: Hasan Nadir DERİN http://www.sinemamanyaklari.com/
Gölge 33
TAKIM ELBİSELİ ADAM II Hayatımın Geri Kalanı “Allah belanı versin senin pislik herif! Burada bitti, artık bitti! On iki senedir çektim kahrını, bir dakika daha çekmem, bekleme bizi! Bitti!” “Defol git be kadın! Git vır vır vır başımın etini yedin!” TOKK!! Zeliha öyle bir sinirle vurmuştu ki kapıyı, birkaç kat yukarıdaki komşuları bile kapılarına çıkmış, neler oluyor diye bakmaya çalışıyorlardı. İpler kopmuştu işte. Zeliha, sonunda dayanamamış ve bir daha geri dönmemek üzere hiçbir zaman yuvası olarak benimseyemediği o apartman dairesinden çıkmıştı. Elinde bir çanta, içinde birkaç yüz Türk Lirası ile yarım saat sonra okuldan çıkacak olan 10 yaşındaki oğlu Görkem’i almaya gidiyordu! Ağlamak istiyordu, gözleri öyle bir doluydu ki! Ama olmuyordu, ağlayamıyordu. Nehrin önüne çekilmiş bir baraj gibi gözleri, patlayacağı anı bekliyordu. O zaman kimse durduramayacaktı o gözleri… Caddenin köşesine kadar gelen Zeliha ışıklarda beklemeye başladı. Bir taksi çevirecekti Görkem’in okuluna gitmek için. Servis’e değil, annesi ile belki başka bir şehre gidecek ilk otobüse binecekti Görkem. Belki babasını uzun yıllar göremeyecekti! Zeliha öylesine sinirliydi ki, pembe dudakları titriyor, bacaklarından adeta akım geçiyordu! Kaşlarını çatmış, ileri doğru bakarken dalıp gitmişti. Önünden bir sürü taksi geçti o ara, fark etmedi hiç birini. En sonunda bir korna sesi ile kendine geldi. Gözlerini ovuşturup baktığında tam önünde duran bir taksi ve içinde kendisine gülümseyen orta yaşlı, iyi giyimli bir adam gördü. “Hanımefendi, gideceğiniz yere kadar…” “Ben de taksi bekliyordum, dalmışım işte.” “Doğru tahmin etmişim demek ki! Buyurun, atlayın.” Narin adımlarla taksiye bindi Zeliha. O kadar güzel bir kadındı ki, kızıl dalgalı saçları güneş altında parıldıyor, minicik ağzından kelimeler şiir gibi dökülüyorGölge 34
du. Biraz güneş altında kalınca elmacık kemikleri hemen kızarır, bu yüzden utanmış gibi görünürdü, yine öyle bir andı… Gözleri hâlâ doluydu… Dün gece çok aradım / aradım bulamadım / kör olası çöpçüler / aşkımı süpürmüşler Taksici frekansı değiştirdi, İşte hayat sensiz de yaşanıyor / işte hayat böyledir deniyor / zaman her şeyi siliyor Tekrar değiştirdi frekansı, Gül kendine, dünya kadar güzelsin / aslında dünya sensin “Radyoyu kapatabilir misiniz?” diye sordu nazikçe Zeliha. “Tabii ki hanımefendi, rahatsız olduysanız derhal kapatıyorum,” diye karşılık verdi taksici. “Affedersiniz ama biraz moraliniz bozuk gibi.” Anlamsız gözlerle taksiciye baktı güzel kadın. İşime karışma der gibiydi. Taksici anladı tabii. “Sadece yardımcı olmaya çalışıyordum.” “Yardımcı olmak istiyorsanız biraz daha hızlı sürebilirsiniz!” “Henüz nereye gideceğinizi söylemediniz ama.” Ne kadar dalgın olduğunu o an fark etti Zeliha. “Oğlum!” dedi, “oğlumu okuldan alacağım.” Okulun adını söylerken kendini tutamadı, bir anda nehir taştı, duvarlar yıkıldı ve Zeliha’nın yeşil gözlerinden aktı, gitti. “Bir daha da geri dönmeyeceğim, beraber gideceğiz işte, gideceğiz!” “Hanımefendi, sizi üzmek istemedim, yanlış bir şey mi söyledim?” “Yanlış olan sizin söyledikleriniz değil, benim o adamla evlenmemdi!” “Nasıl yani?” Sanki aradaki teller birden ortadan kalkmış, Zeliha ve taksici konuşmaya başlamışlardı. Hem ağlıyor, hem de anlatıyordu, yeşil gözleri kıpkırmızı kesilmiş güzel kadın. “Lanet herif, on iki yılımı bitirdi, harcadı!” “Lanet herif dediğiniz?” “Eşim, daha doğrusu eşimdi!” “Yitirdiniz mi?” “Öyle bir durumdayım ki, yitirmeyi tercih ederdim!” “Size bir kötülüğü dokunda anlaşılan.” “Kötülük kelimesi o kadar hafif kalır ki! Tam 12 yıl! 17 yaşımda, liseyi bıraktım, anne babamı bir kenara attım o adam için! Öylesine sevmiştim ki! Öylesine bağlanmıştım ki!” “Büyük fedakârlıklar!” “Hem de nasıl! Liseyi bıraktım dedim işte! Okul ikincisiydim, son sınıfta evlenmek için hepsini bir kenara ittim, arkadaşlarım, hocalarım nasıl şaşırmışlardı!” “Büyük bir hata mı yoksa?” Geçen yıl anne babamı kaybettim, küstüm onlara, cenazelerine gittim, ağabeGölge 36
yim beni resmen kovdu! Zengin koca buldun ama anne babanı sefalet içinde öldürdün dedi bana!” “Aman Allah’ım! Nasıl bir hikâyeniz var sizin böyle?” “Rayında çıkmış bir tren gibi adeta! Okulu bıraktım, ailemi bıraktım, arkadaşlarımı bıraktım! Her şeyi kenara atıp, aşkımın peşinden gittim.” “Aşkınız…” “Aşkım, evet! Ama acele ile kurulmuş bir yuvanın temelleri olması gerektiği kadar sağlam değildi! Önce çatırdamaya başladı, hafif hafif sallandı ve nihayet yıkıldı!” “Yıkıldı mı?” “Beni aldattığını, onu görenlerden öğrendim! Beni aldattı! Başka kadınlarla aldattı! Bir değildi, iki değildi! Bu gün, yatağımızda biriyle yakalandım onu! En sonunda bunu da yaptı!” “Ve siz, birazdan oğlunuzu da alıp, bambaşka bir hayata doğru yol alacaksınız…” “Aynen öyle yapacağım! Önce dışarıdan liseyi bitireceğim, sonra da üniversiteyi! Oğlum ve ben! Başka kimseyi istemiyorum! Çalışacağım, ona bakacağım! Ben de geri kalan hayatımı olanca keyifle yaşayacağım! Oğlumla yaşayacağım, yaşayacağım işte!” “Güzel düşleriniz var… Korkarım gerçekleşemeyecekler…” “Neden olmasın, yapacağım, bunu başaracağım! Hayatımın geri kalanına kendim yön vereceğim! Beni oğlumdan ve kendimden başka düşünen kimse yok!” “Güzel bayan, gerçekten harika hayalleriniz var ama bunları gerçekleştirmek için yeterli zamanınız olmayacak?” “Neden!?” “Bayan, Zeliha, Ben Azrail! Patron sana verilen zamanı yeterince iyi kullanamadığını düşünüyor! Üzgünüm…”
Akşam, bir elinde uzaktan kumanda, diğer elinde ekmek arası ıvır zıvır ile televizyon seyreden Görkem, kanallar arası gezerken birden donakaldı! İstanbul Bostancı’da minibüs ile çarpışan takside hayatını kaybeden şahsın Zeliha Aydemir olduğu belirlendi! Aracın belirlenemeyen bir sebepten dolayı yanması nedeniyle Aydemir’in kimlik tespitinde zorlanan ekipler, taksici ile ilgili herhangi bir bulguya rastlamadı… Ve küçük Görkem daha fazla susamadı; “BABAAAA!!!”
(Oğuz ÖZTEKER ağabeyime teşekkürler, bu bölümde fikirlerini benden esirgemediği için) Yazan: Mustafa Emre ÖZGEN İllüstrasyon: Mithat ZARARSIZ http://mithatgokce.deviantart.com/
Gölge 37
KOZANIN TEREDDÜTÜ
Hikâyeler, sadece birer zihin oyunu mudur, yoksa kurgulardan bağımsız olgular mı? Peki ya ikisi de hikâyenin vazgeçilmez öğeleriyse?
Kozanın Tereddütü
Kozanın Tereddütü, işte tam olarak bu konunun altını çiziyor; hem de kalın çizgilerle...
Hayaletler, ismi ve cinsiyeti kitapta hiç geçmeyen bir bebek, dünyanın hiçbir yerinde rastlanamayacak kadar kötü kalpli ve tuhaf bir hizmetçi, hırsın ve sapkınlığın sembolü Aldemir C, sabrın ve suskunluğun sembolü Eren K ve bu iki zıt karaktere aynı hayal içerisinde yer veren Eser Y. Soy isimleri verilmeden hikâyeleri anlatılan bu insanların, isimleri ve ruh yapıları arasındaki paralelliği görmezden gelmek imkânsız. Genç şair ve yazar Gözde Kurt’un kaleminden dökülmüş ve E Yayınları’ndan çıkıp raflarda yerini henüz bulmuş olan 198 sayfalık bir roman Kozanın Tereddütü... Bir sinema filmini adeta sahne sahne ve zihinlere kazırcasına anlatan, zekice kurgulanmış olay örgüsü, son sayfanın son noktasına geldiğinizde, kafanızda kitabın başından sonuna dek oluşmuş milyonlarca soru işaretini silerek, müthiş bir haz vuruşuyla romanı Gölge 38
Gözde KURT
sonlandırıyor. Travmatik bir gerçeğin ruhunuzdaki dokunuşunu hissederek bitiriyorsunuz kitabı. Elbette oldukça fazla üzülüyorsunuz bittiğine.
Kozanın Tereddütü’nü okuyanların çoğunun zihninde “Bitmemeliydi,” fikri oluşuyor. Evet, hikâyenin bitmesini kimse istememiş; üstelik bir pembe diziden değil, oldukça derin ve psikolojik, yer yer gerçeküstü ve korkutucu sahnelerin yer aldığı bir romandan bahsediyoruz. Ne de olsa, Kozanın Tereddütü tam da ismi gibi tereddüt dolu bir öykü sunuyor okuyucularına.
Yazara, kitabının ortaya çıkış fikrinden, son bölümde yaptığı altın vuruşa kadar, bir anlamda “romanının romanını” sordum. Yani, bize vereceği ipuçlarıyla, kitabı henüz okumamış olanlara yol gösterecek bir harita istedim. Fakat bu noktada yazar, “Bunu yaparsam fikrim elimden uçup gider,” diye cevap verdi. “Çünkü kitapta anlatılan da tam olarak bu, ortaya çıkanın ardındaki; yani harita!” Korkuların, tereddütlerin, soru işaretlerinin, psikolojik buhranların ardından ortaya çıkanı, yani haritada varılan son noktayı herkes fark edebilir. Fakat geriye dönüp, işin tarihçesine de yönelmeli, böylelikle son istasyondan önce geçilen yollara ve uğranmış duraklara da bir uğramalı. Böylelikle işin – romanın – ortaya konması ve okuyucuya sunulmasının sebebi, sonucu anlaşılıyor. Gözde Kurt, “Sanat veya sanatın bir türü olarak edebiyat, anlaşılmak zorunda değildir. Fakat anlaşılmak ister,” diyor. Söylediğiyle paralel olarak da, romanın son sayfasına dek size, aslında neyi anlattığının sırrını vermiyor. Üstelik ikinci bölümde ölmüş bir opera sanatçısının ruhunun ortaya çıkışı ve size roman karakterlerinin onlarca sırrını açışıyla gerçekleri öğrendiğinizi zannettiğinizde bile, bu sırlar sizi sadece en büyük ve son gerçeğe hazırlayan egzersizler olarak kalıyor. Aslen psikolojik roman başlığı altına girebilecek olan Kozanın Tereddütü, Gölge 39
kurgusuyla polisiye, içinde barındırdığı kısa fakat ürkütücü bir takım sahnelerle gerilim romanı olarak da etiketlendirilebilir. Üç bölümden oluşan romanın ilk bölümünün ismi kitabın ismiyle aynı, Kozanın Tereddütü; ayağı yere basmayan bir hikâye algısı uyandıran bir başlangıç. İkinci ve hayaletin rehberliğinde başlayıp son bulan bölüm ise Kozanın Sırrı; ismi gibi bol giz ve açıklama dolu sayfalar... Ve müthiş sonu satırlarından gıdım gıdım akıtan, buna karşın sadece bir sayfadan biraz daha fazla süren son bölüm, Kozanın Kararı.
Romanın zeki kurgusu ve zengin içeriğinden, travmatik sonundan bahsettik fakat yazarın dilinin başarısını es geçmemeli. Son dönemde Türkçe’yi en iyi kullanan, uzun cümleler yazmasına rağmen okura boğulma hissi yaşatmayan ve cümlenin ya da sayfanın başına döndürmeyen nadir yazarlardan Gözde Kurt; bu da mesleğinin çevirmenlik oluşundan kaynaklı olsa gerek. Zor beğenen Selim İleri, yazarın kalemini “Üne kavuşmuş birçok günümüz yazarından üstün,” diye nitelendiriyor.
Gözde Kurt anlatımını da, tıpkı olayların akış örgüsünde yaptığı gibi anlaşılır ve zekice kullanmış. Bölümler değiştikçe, anlatım tarzını değiştirip, konuştuğu kişinin kılığına bürünmüş ve dili de o kişinin diline çevirmiş. Yani burada şu söylenmeli: Hayaletin anlatımına lütfen dikkat! Başından geçenlerin somutluğu ve duygusal ya da ruhani meselelerin soyutluğu birbirinin içine öyle inandırıcı şekilde geçmiş ki, bu noktada yazarın henüz yirmi altı yaşında olduğu düşünülürse, kitap toplamda oldukça başarılı.
Kitap kapağına gelince... Ahmet Onur Söğütlüoğlu, illüstrasyon sanatını yine konuşturmuş. Bir süredir E Yayınları’nın kitap kapaklarına el atmış bulunan ve de yaptığı her kapağın hakkını fazla fazla vererek yayınevine çağ atlatmış olan grafik sanatçısı, Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi’nin en yetenekli mezunlarından biri olsa gerek. Kozanın Tereddütü’nün kapağında, yazar Gözde Kurt’un kendi fotoğrafı kullanılmış. Bunu yayıncı özellikle istemiş. Fakat yazar kendisini kapakta fazla belli etmek istemediğinden, iş kapak sanatçısının maharetine düşmüş. Ahmet Onur Söğütlüoğlu da sihirli parmaklarıyla bu fotoğrafı adeta 17. yüz yıldan günümüze kalmış nadide tabloları andıran bir sanat eserine dönüştürmüş. Uzun zamandır, beklentinin üstünde bir cevap veren, sonunu deli gibi merak ettiren, sürükleyici ve şaşırtıcı bir hikâyeye ya da filme hasret kalmış okuyuculara şiddetle tavsiye edilebilecek bir roman Kozanın Tereddütü. Hem kitap hem de sinema sevenlere hitap edecek cinsten.
Yazan: Bihter KÜÇÜK
Gölge 40
EKSTRA İNCE, EKSTRA HASSAS Erkek Olduğumu Hatırlıyorum Bütün İstanbul gezisi boyunca Hakan’ın terli cüzdanındaydım, o nedenle her şeyi biliyorum. Hakan sizi cüzdanının düğmeli bölümüne koyduktan kısa bir süre sonra kullanıp atar. Ben galiba en uzun bekleyenlerden biri oldum, epey bekledim; kırk sekiz saat kadar. Sonra beni dişleriyle tuttu, tek eliyle paketimi yırttı ve yine aynı eliyle organına taktı. O esnada diğer eli ne yapıyordu, işte onu çok iyi hatırlamıyorum; ben çoktan gerilmiştim ve sıcak, nemli odayı ziyaretlere başlamıştım. Sonra nefretle otel penceresinden aşağı yolladı beni, İstanbul’u seyrederek Taksim meydanına düştüm. Çöpçünün biri küfrederek süpürdü benden kalanları. Hakan, kızınızı veya kardeşinizi evlendirmek isteyeceğiniz türde bir adam değil. Ama bazı kızlar evlilik öncesi kimi çevrelerde onunla birlikte gözükmek isteyebilir. Uzun boyludur ve saçlarına kalıcı bir şekil verebilmek için hayatının beş yılını vermiştir. Zeki değildir ama bazen zekice espriler de yapar. Fakat esprilerin aslında ona ait olmadığını belirtmek gerek. İki büyük kent arasında cereyanda kalmış, kendini korumak için içine kapanmış orta ölçekli bir kentte, “uluslararası” bir şirkette çalışıyor. Dayanıklı Ev Aletleri Pazarlama bölümünde asistan. Yetiştirilmek için, yani işi öğrenmesi için alınmış ama epey uzun bir zamandır öğreniyor. Arada üstleri tarafından, şık giyindiği ve ortamı gevşeten espriler yaptığı için toplantılara götürülmesi dışında pek bir iş yaptığı söylenemez. Şirketin yarısı onun torpilli olduğunu düşünüyor.
Hakan’ın torpilli olmadığını bilen Hülya ise, onun şirketten yollanacağını kısa bir süre önce öğrendi. Aslında adam çıkarma görevinden nefret ediyor. Bu işi de hep bana veriyorlar, diye düşünüyor. Hülya, çaktırmadan yanında oturan ve sessiz bir şekilde araba kullanan Hakan’a bakıyor: “Döner dönmez de söylenmez, bir garip olur. Birkaç gün bekler sonra yanıma çağırırım. İstanbul’da çok yüz verGölge 41
memek lazım.”
Hakan ve Hülya bir dizi iş yemeği için İstanbul’a gidiyorlar. Bu toplantılar aslında Hülya için artık oldukça sıradan, o merkezdekilerin yemekli toplantılarının amacını çok iyi biliyor. Şube yöneticileri İstanbul’da ağırlanır, iyi bir yemek ikram edilir ve sıkıcı hediyeler sunulur. Yılda birkaç kez yapılan bu toplantılarla herkesin görev ve sorumluluk bilinci tazelenir: Şirketimiz bu sene şöyle, böyle, amaç, hedef, başarı, değer, tanıtım... Hakan ise Hülya kadar deneyimli değil. İlk defa şehir dışında bir toplantıya gidiyor. O nedenle müthiş heyecanlı ve arada elinin ayağının kontrolünü kaçırıyor. İstanbul’daki yemek için değil ama; Hülya ile beraber olduğu için. Bir yıldır uzaktan hayran olduğu, yüzlerce saat bacaklarını izlediği, hayallerinde yer verdiği Hülya ile beraber olduğu için heyecanlı. Hakan yolculuktan hemen önce, beni cüzdanına attıktan kısa bir süre sonra Cem’e şöyle demişti:
“Dünyadaki kırkını aşkın tüm kadınlar Hülya gibi olsaydı, kendimi vururdum. Çünkü daha otuz bile olmadım... Hülya gibi gücü seven kadınlar ben yaştaki adamlara kolay kolay bakmaz. Toy bulur, güvenmez. Ama İstanbul’daki otel odasını günah yuvasına çevirmek için elimden geleni yapacağım. Bu fırsat insanın eline yılda bir kez geçer. Seneye burada Olmayacağımı da biliyorum. Hiç gülme, orası İstanbul oğlum. İstanbul insanları baştan çıkarır. Azıcık içki, biraz gizemli bir İstanbul serinliği... Hülya tanıdığım en gerçek kadındır. Ona bakınca erkek olduğumu hatırlıyorum...” Taksim meydanındaki ünlü otelin önünde durduklarında, Hülya uykudan yeni uyanmış ve küçük aynada makyajını tazelemeye başlamıştı. Hakan’ın ise heyecandan her yeri atıyordu. Üzerinde bir yıl boyunca taksitini ödediği pahalı takım elbisesi vardı ve kapıyı açan otel görevlisine, dünyanın yarısını satın almaya geldim, der gibi bakıyordu. Onun bu 2 numaralı bakışını çok kişi yemişti. Özellikle kadınlar. Cuma Gecesi
Nevizade’deki küçük ocak başına o kadar çok insan almışlardır ki; Hakan, bunları Naziler sokmuş herhalde buraya, diye espri yapmıştı. Tamam, çok iyi değildi ama insanların kaba bir şekilde bakmasına da gerek yoktu. Merkezden iki adam, müdür ve asistanı Hülya’yı ortaya almışlar, şirketin bitmeyen konularına dalmışlardı. Biri kadına yiyecek gibi bakıyor, öteki daha çok göbeğinin öte yanındaki yemeğinle ilgileniyordu. Hakan’ı ciddiye alan kimse yoktu; o da beleş rakının tadını sonuna kadar çıkarmaya karar verdi. Gece yarısını biraz geçe aynı adamlar ikisini otele bıraktılar. Hülya lobide resmi bir şekilde Hakan’ın elini sıkarak odasına çıktı. Hakan insanı aynı anda hem kaygılandıran hem de mutlu eden İstanbul manzarasına bakan odasının tuvaletinde, bir süre Hülya’nın kokusunu taşıyan eline bakmış, sonra ücretli porno kanalına takılmış ve sızmıştı. Gölge 42
Yarın ola... Olsun artık!
Paha Biçilmez Yalılar ve Bacaklar Sabah üzerimizdeki cep telefonunun titremesiyle uyandık, daha doğrusu Hakan telefonun küçük ekranında “Hülya” adını gördüğü anda uyandı. Fakat gelen mesaj pek heyecan verici değildi: rız.”
“Nişantaşı’nda alışverişteyim, akşamüstü Boğaz turuna çıkarıyorlar. Araşı-
Hülya’nın tüm hayatı iş ve alışverişti, o nedenle belki de çok şaşırmamak gerekiyordu. Otelden havalı bir şekilde çıkıp İstiklal Caddesi’ne doğru yürümeye başladık. Hakan ellerini cebine yerleştirmiş, cumartesi sabahı telaşsız bir şekilde yürüyen küçük Taksim kalabalığına somurtarak yürüyordu. İstiklal’in sağ yanında yavaş adımlarla yürürken, ilk köşeden sefil görünüşlü bir çocuk fırladı karşısına. Burnunda sümükler, iki elini de Hakan’a çevirerek: “Abi bi yardım, ne olursa, ekmek alacam...” Hakan önce ilgisiz yürümeye devam etti fakat çocuğun bu şık giyimli, “artiz” adamı takip etmesiyle, skorsuz geçen ve sevimsiz bir şekilde erken başlayan güne bir heyecan katmak için sağ eliyle çocuğun yüzüne sert bir tokat indirdi. Çocuk da yüzünü inceltip biriktirebildiği tüm tükürüğü Hakan’ın yüzüne bocalayarak koşmaya başladı. Fakat Hakan’ın sivri pabuçlarla koşabilecek hali yoktu, çocuğun gözden kaybolmadan son kez arkasına dönmesiyle, ikisi “N”efretle göz göze geldi.
Hakan bir aşağı, bir yukarı yürümeye devam etti. İstiklal’in renkli kalabalığı oyalayıcıydı. Para isteyen zayıf gençler, rengârenk saçlı kızlar, şaşkın turistler, üniversite öğrencisine benzeyen, “hatun ortamı” ayarlamak isteyen modern pezevenkler, akşamın çalma programını yapan metalciler, alışverişe gelen ameliyatlı ablalar. Böyle böyle saat öğleni geçti… Beşiktaş’tan kalkan Boğaz vapuru, yerli ve yabancı turistlerden ve manzaraya karşı bira içip öpüşmek için binen gençlerden oluşuyordu. Hülya ve Hakan vapurun rüzgârlı ucunda oturuyorlardı. Onlara eşlik etmesi gereken Halit Bey, trafiğe takılmış ve arayarak, siz çıkın çıkın, demişti. Hakan’ın bu durumdan dolayı şikâyeti yoktu, manzaraya karşı bir tane yakayım, diyen Hülya’ya sigara uzatmış ve yakın bir sohbete başlamıştı. Hakan, uzun süre hayallerinden bahsetti. Ondan bundan duyduklarını anlatmıştı. İşini ve hatta genel olarak çalışmayı sevmiyordu; tek hayali bir dükkân açıp başına birini koymak ve akşama kadar bira içmekti. Ama şimdi kariyer planlarından bahsediyor ve Hülya bundan etkilenmiş gözüküyordu. Hatta kadın bir ara durgunlaştı; Hakan herhalde benimle uzun süre çalışmaya niyeti yok, diye düşündü. Hülya’nın gözü sık sık sahildeki yalılara kayıyordu, orada kayboluyordu. Hakan ise kadının eteğin Gölge 43
altında nefes almaya çalışan etli bacaklarına ve göğüs bölgesinde dalga dalga olan beyaz gömleğine bakıyordu. Son sigarasını denize uçurduğunda garip bir şekilde göz göze geldiler. Sanki Hakan’ın gerçek hayali gözüne yansımış ve Hülya da; ne istediğini biliyorum ama sana istediğini verecek kadar “heyecanlanamadım”, demişti. Sanki. Hakan’ın ümitleri hızla tükendi. Cumartesi Gecesi
Nevizade’de başka bir küçük ocak başına o kadar çok insan almışlardır ki; Hakan, burada içkiye gerek yok, ter kokusu yeter, diye espri yapmıştı. Tamam, çok iyi değildi ama insanların kaba bir şekilde bakmasına da gerek yoktu. Merkezden aynı iki adam, müdür ve asistanı Hülya’yı ortaya almışlar, yine şirketin bitmeyen konularına dalmışlardı. Uzatmaya gerek yok, bir gece öncesinin tıpkısının aynısıydı. Fakat Hülya ilginç bir şekilde, beni yordunuz arkadaşlar, iş iş, biraz yürüyüp otelde dinlenmek istiyorum, dedi. Adamlar özür dilemek için ayağa kalktıklarında; Hülya şaka yaptığını söyledi, gülümsediler. Az sonra Hülya ve Hakan İstiklal’in loş bir ucunda otele yürüyorlardı. Caddenin ortasına doğru ilerde büyük bir kavga olduğunu fark ettiler. Polis olaya el koymuştu ama iki grubun hassas teması devam ediyordu. Hakan, Hülya’yı ara sokağa soktu. Otele gündüz keşfettiği Sıraselviler’den çıkmayı planlıyordu. Kafası güzeldi, Hülya’nın gözleri de ufaktan kayıyordu. Hülya birden karanlık sokağın ortasında durdu, ani bir mide bulantısı gelmişti. Hakan hızla sokağın öte ucundaki markete fırladı, kolonya ve su lazımdı. Döndüğünde günün farklı detayları sanki bir kâbus gibi birbirini bulmuştu. Gündüz tükürüğünü yediği tinerci uzun boylu bir arkadaşıyla kadının yanındaydı şimdi. Her şey bir kâbusun yoruma açık kurgusunu andırıyordu. “Ne oluyor lan orda, siktirin gidin!” Tükürükçü genç aniden döndü ve yeniden göz göze geldiler. Gözlerde nefret vardı, çocuk bu defa elini güvenle arkaya attı ve küçük ama parlak bir bıçak çıkardı. Havada gündüzden kalma bir tokat sesi vardı. Yanındaki arkadaşı da önce şaşırdı ve omuzlarını sivrilterek eşlik etti. İkili Hakan’a doğru yürüdüler. O esnada Hakan az önce çaktırmadan yerden aldığı taşı emin bir şekilde çocuğa fırlattı ve çocuk taşı görme fırsatı bile bulamadan havada dönerek yere düştü. Arkadaşı şaşırmış, kafası kırmızı çiçekler açan diğer çocuğun yanına eğilmişti. Hakan onun yüzüne de sert bir tekme attı ve kaçıp gitmesine neden oldu. Gündüz yumrukladığı ve tükürüğünü yediği çocuk ise yerde yatıyordu. Hakan içkinin de etkisiyle, sevimli bir çocuğun çukurdan çıkar gibi, yerde yatan çocuğun içinden çıktığını ve üzgün bir halde havaya uçtuğunu gördü. Hızla Hülya’ya döndü, kadın korkuyla ışıklara geri dönmüş ve neredeyse İstiklal’e çıkmıştı. Yanına koştu ve koluna girdi: Gölge 45
“Lütfen ağlama, ilerde polisler var, geçip gidelim, yok bir şey...”
Hülya garip duygular içinde, endişe ile Hakan’a baktı. Hakan’ın tek gözü sulanmıştı, kadına bakmamak için kendini zorluyordu. Polislerin yanından hayalet gibi geçip otele daldılar. Neredeyim Ben?
Hülya’nın kusma sesleri, her otel odası gibi trajediye oldukça yatkın olan geniş odaya elle tutulur bir dehşet duygusu veriyordu. Hakan yerde ölü gibi yatan çocuğu zihninden atabilmek için mini buzdolabındaki içkileri deniyordu. Hülya’nın odaya döndüğünü ve Hakan’ın odadaki varlığını sorgular gibi şaşkın bir şekilde baktığını hissediyordu. Kadına bakmamak için kumandayla, aralarında otelin seks kanalının da olduğu televizyon kanallarını gezdi. Kadın uzun boylu bir şaka gibi Hakan’ın oturduğu yatağa yattı. Oda televizyondaki programın rengine bağlı olarak kararıp açılıyordu, İstanbul ise aydınlıktı ve odadaki manzaradan daha iç açıcıydı.
Hakan hayali bir taş yemiş gibi yatağa düştü ve kadının beyaz çoraplı bacağına koydu kafasını. Kadın; öldürdün o çocuğu, diyerek sessizliği bozdu. Hakan bir şey söylemedi. “O çocuk sen taşı attığın anda öldü,” Hülya hızla adamı üstünden attı ve geniş pencereye yürüdü, ellerini İstanbul’a koydu, eteği yukarı kalkmıştı. Hakan da yataktan kalkmış ve arkasına gelmişti; kadın hızla dönerek kırmızı gözlerin altındaki soluk dudakları öpmeye başladı. Kadın tamamen soyundu, erkek ise gerektiği kadar. Kadın yüzünü İstanbul’a çevirdi; şimdi İstanbul ve Hakan arasındaydı. Onun her darbesiyle kente biraz daha yaklaşıyordu. Hakan’ın teri gözyaşlarına karıştı. Gözleri kıpkırmızı olmuştu, camda kahredici rengini görebiliyordu. Kadın finale yakın sert bir çığlık attı ve ikisi birlikte yatağa düştüler. Hakan’ın gözleri kapanmadan az önce boş yatağa kaydı, bir çocuk ölü gibi yatıyordu orada. Hülya’nın ayılma konuşması gecenin bitiş jeneriğiydi: “Neredeyim ben?” Hakan, Hülya’nın odasında yalnız uyandı ve eşyalarını ararken halıda yatan beni buldu. Hülya ile beraber oldukları gecenin sabahında böyle uyanmayı beklemiyordu. Aklına yerdeki çocuk gelmişti gene. Onu merak ediyor, soruşturmak istiyor ama en çok kaçmak istiyordu. Cep telefonu bensiz cüzdanın üzerinde titredi. Hülya’nın mesajı kısaydı: “Canım, alışverişteyim. Eşyalarımı toplayıp beni buradan alır mısın?”
Hakan nefretle beni bulduğu yerden alıp pencere aralığından Taksim meydanına fırlattı. Beni öyle bir nefretle fırlattı ki, belli ki artık onun gözünde sıradan bir balon değildim. Yazan: Serdar KÖKÇEOĞLU Gölge 46
H
KADIN TELEFON ETMEZSE
afta içi her akşam olduğu gibi, gene yediye çeyrek kala eve geldim. Küçük hissedarlardan biri olduğum iş yerimde, patronla tartışmıştım. Dolayısıyla canım sıkkındı, biraz da sinirliydim. Ancak bu durumu evime yansıtmak istemiyordum. Gelirken bir demet çiçek almış, arada sırada uğradığımız restoranda iki kişilik rezervasyon yaptırmıştım. Niyetim sekiz aylık karımla birlikte güzel bir akşam yemeği yemek ve moralimi düzeltmekti. Bu konuda Meral’e güveniyordum. Elimde çiçeklerle beni görünce eşimin mutlu olacağını tahmin ediyor, neşesinin bana da bulaşacağını biliyordum. Birlikte geçirilecek romantik bir akşamın ardından, yarın çok daha mutlu ve istekli bir şekilde işe gidecektim. En azından planım buydu… Ama derler ya, evdeki hesap, çarşıya uymadı. BMW marka arabamı oturduğumuz apartmanın altındaki kapalı otoparka bırakıp, asansörle en üst kata çıktım. Dairemizin önünde dikilip, üç defa zile bastım. Fakat kapıyı açan olmadı. Paltomun cebinden anahtarımı çıkarıp, kapının kilidini açarken kendi kendime söyledim. “Nerede bu kadın ya? Bu saatte eve geleceğimi bilmiyor mu?” Çiçekleri portmantonun köşesine bırakıp, ayakkabılarımı çıkarırken içeriye seslendim. “Merhaba Meral; ben geldim!” Tabii ki cevap veren olmadı… Ulan salak herif, evde olsaydı, gelip, kapıyı açmaz mıydı? Yahu, belki tuvalettedir… Veya banyo yapıyordur… Kocacığım neredeyse gelir. Bütün gün temizlik yaptım; şimdi de kendimi temizleyip, güzel kokayım. Suat da beni görünce, ‘Ne güzelsin karıcığım, mis gibi de kokuyorsun,’ desin diye düşünmüş olamaz mı? Sana her zaman söylüyorum oğlum, karından çok şey bekliyorsun! Kendi kendine romantikleşip de hayal kırıklığına uğrama sonra… Hatırlatırım, bu beş odalı daireyi ücreti karşılığında her hafta Gülbahar Hanım temizliyor. Bekârlık günlerinden beri bu böyle! Eşinin toz aldığını bile sanmıyorum… Ayrıca Meral, dün akşam da senden sonra eve gelmişti… Gölge 54
Hakikaten ya… Aklımdaki diğer Suat haklıydı; Meral dün akşam da sekize doğru eve gelmişti. İki arkadaşıyla birlikte yeni açılan alışveriş merkezine gidip, biraz para harcamışlar. Bu esnada zamanın nasıl geçtiğini fark etmemişler… Kadın değil mi işte, işin içinde para harcamak olunca zamanın ne önemi kalır? Oysa parayı kazanan kocası! Kendi kendime gülümsedim… Eeee gülü seven, dikenine katlanır koçum… Paltomu çıkarmadan iki katlı dairemizi şöyle bir dolaştım. Meral evde değildi. Cep telefonumdan onu aradım. Ancak ‘Aradığınız kişiye şu anda ulaşılamıyor,’ sesli mesajını dinler dinlemez kırmızı tuşa bastım. Aynı mesajın bir de İngilizcesini dinlemek beni daha da kızdıracaktı. “Allah Allah, nereye gitti bu kadın?” Şaşırmış ve farkına bile varmadan kendi kendime konuşmaya başlamıştım. Biraz sonra gene ararım, diye düşündüm. Tekrar antreye gelip, paltomu astım. Üst kattaki yatak odamıza geçtim, takım elbisemi çıkardım. Bisiklet yaka bir kazak ve kot pantolon giydim. Aşağı kattaki salona indim. Bir defa daha Meral’i aradım ama gene ulaşamadım. ‘Ya sabır,’ çekip, duvara monte edilmiş 109 ekran LCD televizyonu açtım. Kanallardan birinde haber programı bulup, izlemeye başladım. Böylece moralim daha da bozuldu… Ülkemizin ekonomik gidişatında herhangi bir düzelme olmadığı gibi, önümüzdeki aylarda krizin daha da derinleşeceğinden bahsedildi. Ardından işsizlik oranlarındaki ve döviz kurlarındaki artış, ihracattaki düşüş haberleri verildi. Derken, İzmir’deki bir banka soygunundan ve Ankara-Eskişehir karayolundaki trafik kazasından söz edilince daha fazla dayanamadım. Televizyonu kapatıp, müzik setini açtım. Belki Julio Iglesias’ın romantik şarkıları haberlerin üzerime yüklediği karamsarlığı bir nebze hafifletebilirdi. 2005 Yılı albümü L’Homme Que Je Suis’in aynı adlı şarkısını dinledikten sonra, bir kez daha Meral’i aradım. Ve bir kez daha ulaşamadım karıma… Artık iyiden iyiye kızmaya başlıyordum. Doğrusu bu kadar sorumsuz olabileceğini hiç düşünmemiştim. Tamam, belki gene alışveriş çılgınlığına kapıldın ve zamanın farkında değilsin… İyi ama telefonun neden kapalı ki? Belki de şarjı bitmiştir. Olabilir tabii… Ulan keşke eve geleceğime Murat’la, Şafak’a telefon edip, onlarla beraber içmeye gitseydim. Nasıl olsa hatunun umurunda değiliz baksana… Saat kaç olmuş – sekizi çeyrek geçiyor! – evin hanımı evde yok! Gündüzler çuvala girdi sanki… Bütün gün evdesin, canın ne istiyorsa yap, ister gezmeye git, istersen alışverişe ama ben geldiğimde de evde ol… Gelince yüzüne de söyleyeceğim. Unutmadan telefon edip, şu rezervasyonu da iptal edeyim bari… Bu saatten sonra hiçbir yere gitmek istemiyor canım. Mutfağa geçip, kendime bir bardak bira doldurdum ve ilk dikişte yarısını içtim. Oh be, iyi geldi vallahi… Tekrar salona döndüm, ışıkları çoktan yanmış olan şehri izlemeye koyuldum. Manzara hiç de fena değildi doğrusu… Ancak tıpkı toprağa düşmüş ekmek Gölge 55
parçasına üşüşen karıncalar gibi, garip fikirler geliyordu aklıma. Ulan hatun arkadaşlarıyla bir barda veya kafede eğleniyor, sen burada bekçi köpeği gibi evi bekliyorsun. Yok be bu saatte bara mı gidilir? Hem böyle bir şey yapsa, telefon edip beni de çağırmaz mıydı? Yanında bir başka erkek varsa çağırmaz tabii… Manyak mısın oğlum, ne erkeği? Ya kardeşim, nişanlılık döneminizde ‘Ben açık fikirli biriyim, tabii ki evlendikten sonra da kız veya erkek hiç fark etmez, tüm arkadaşlarınla görüşebilirsin,’ diye açık çek veren sen değil miydin? İyi güzel de, bu lafın sonuna ‘Ancak bana bilgi ver, haberim olsun,’ diye de eklemiştim. Senin bu cümleyi eklemen değil, karının seni iplemesi önemli… Ve öyle anlaşılıyor ki bu talebin pek de ciddiye alınmamış. Başlatma lan talebinden zurna! N’oldu; yemedi değil mi? Hakikaten ya, bir lokma bir şey yemeden, aç karnına bira içiyorum iyi mi? Sarhoş olacağım vallahi… Sen zaten aşk sarhoşusun hocam… Öyle olmasaydın, otuz beş yaşından sonra evlenmezdin. Güzel bir evin, son model bir araban, birçoklarının gıpta ettiği, yüksek geliri olan bir işin varken ne diye evlendin ki sanki? Gez toz, istediğin gibi yaşa… Senin gibi adama kadın mı yok? Ya başlama gene ya… Ben ne diyeyim oğlum, ne yaptıysan kendine yaptın. İşte şimdi böyle evde tek başına biranı içer, karının yolunu gözlersin… Eskiden de evde bira içerdin ama hatunlar senin yolunu beklerdi. Öyle değil mi? Kes lan kes, uzatma… Birbiriyle çelişen fikirler beynimin tam ortasında meydan muharebesi yaparken birden telefonum çaldı… Üstelik beni sadece Meral aradığında çalan özel melodiydi bu… Gördün mü bak, arıyor işte… Utan oğlum utan bu iğrenç fikirlerinden… “Merhaba Meral, neredesin ya? Bir saattir seni arıyorum!” Bu ne şiddet, bu celal… Biraz sakin olsana, önce kızın söyleyeceklerini dinlesene… “Hiç boşuna arama. Meral elimizde ve eğer yarın akşama kadar beş yüz bin lira bulamazsan ölecek! Sakın ola ki polisi bu işe karıştırma. Gene görüşeceğiz.” Telefon eden kişi isteklerini bir solukta ilettikten sonra herhangi bir şey söylememe fırsat vermeksizin telefonu kapadı. Aklıma gelen ilk şey beni bile ürküttü; Meral, sen beş yüz bin lira eder misin?
Yazan: Oğuz ÖZTEKER oguzozteker@yahoo.com
Gölge 57
BAŞKENT’TE SİNEMA DOLU BİR AY 2008–2009 sezonu, Ankara’da sinema açısından çok şansız bir sezondu. Geçtiğimiz yıllarda bazen yetişemez duruma geldiğimiz sinema etkinliklerinden bu sezonda yoksun kaldık derken kışın son, baharın ilk günleri Hızır gibi yetişti. 26 Şubat-2 Mart arası !f İstanbul Bağımsız Filmler Festivali’nin Ankara ayağı olan !f Ankara ile başlayan yoğunluk 5-12 Mart’ta büyük üstat İngmar Bergman’ın kadınlara baktığı filmlerin toplu gösterisinden oluşan “Bergman ve Kadınlar” etkinliği ile devam etti. 12–22 Mart tarihleri arasında da 20. yaşını kutlayan Ankara Uluslararası Film Festivali başkenti sinemaya doyurmuş oldu. Hele bir de bu ay vizyona giren iyi filmler de düşünülürse sinemaseverler açısından çok yoğun bir Mart ayıydı bu.
Tüm yoğunluğuna rağmen iyi ki bu festivaller ve özel gösterimler var. Bunlar olmasa sadece vizyon filmlerine saplanıp kalacaktık. Elbette vizyonda da iyi filmler görmek mümkün ama günümüzde gösterime giren filmlerden büyük bölümünün sinema sanatı açısından çok fazla bir şey ifade etmeyen, eğlencelik filmler olduğunu da itiraf etmek lazım. Sinemayı yenileyen filmleri görmek, ilerde adını sıkça duyacağımız genç yönetmenleri keşfetmek, klasikleri belki yeniden değerlendirmek belki de ilk kez izlemek, günümüze ait önemli sorunlara değinen belgeselleri ya da en zihin açıcı kısa filmleri izlemek için tek şansımız festivaller. Evet, belki günümüzde ev sineması kavramı çok gelişti, belki telif hakları meselesine fazla takmıyorsanız her istediğiniz filme ulaşmanız da çok kolay ama hâlâ sinema sinemada izlenir diyoruz. Sinema salonunun o büyülü havasını solumak, sadece festivallerde karşılaştığınız ama artık hayatınızdan biri gibi olmuş eski dostlarla karşılaşmak, bazen Gölge 58
onlarla bazen hiç tanımadığınız kişilerle filmler üzerine tartışmak ve filmlerin yönetmenleri, oyuncuları ve teknik ekibinden insanlarla bire bir görüşmek için başka alternatif yok. Ayrıca günde 10–12 saat arka arkaya film izlerken kimi zaman yemek bile yiyememenin, sadece çay, kahve ve çikolata ile öğünleri geçiştirmeye çalışmanın da ayrı bir keyfi olduğunu kim inkâr edebilir ki?
sürmesi.
Bu yazıda Ankara’daki bu yoğun sinemalı günlerin öne çıkan filmlerinden bahsedip festivaller hakkında kısa bir değerlendirme yapmaya çalışacağız. Öncelikle !f Ankara’dan başlayalım. İstanbul kökenli olan bu festival birkaç senedir Ankara’da da gösterimler düzenliyor. Ne de güzel yapıyor. Ama İstanbul’daki programın kısıtlı bir kısmı Ankara’ya geliyor ve sadece 4 gün gösterim yapılıyor. Bundan sonraki yıllarda dileğimiz İstanbul’da 11 gün süren festivalin Ankara’da da en azından 1 hafta
!f festivalinin alt başlığı bildiğimiz gibi Bağımsız Filmler Festivali. Her ne kadar günümüzde bağımsız filmin tanımı tartışmalı olsa da yeryüzünün çok farklı coğrafyalarından çok farklı filmler izledik. Bunlardan bazıları bağımsız sıfatını tümüyle hak eden adeta bir tek dijital kamera ile eş dost arasında çekilmiş filmlerdi. Mesela Amerika’dan gelen Wellness ve Kese Kâğıtlı Katil (Baghead) böyle filmlerdi. Wellness, her şeyini Jake Mahaffy’nin yaptığı (yönetmen, senaryo yazarı, görüntü yönetmeni ve kurgucu kendisi), düşük bütçesi hemen fark edilen ama Amerika’nın sosyal durumuna da başarılı ile ışık tutan bir filmdi. Baghead ise geçtiğimiz festivallerden Pofuduk Koltuk filmleri ile tanıdığımız Duplass kardeşlerin yine aynı tarzda çektikleri bir filmdi. Mesela kamera yine zaman zaman odak noktasını kaybedip bulanıklaşıyor, sonra yeniden netliği yakalıyordu. Festivalin ruhuna da çok uygun olan bu film, bir yandan korku filmlerine bir açılım getirirken bir yandan da bir bağımsız filmin muhtemel yapım sürecine götürüyordu bizi. Başrolünde Michelle Williams gibi tanımış bir oyuncu olsa da (ki sıklıkla bağımsız filmlerde oynadığını da belirtmek laGölge 59
Baghead
zım) Wendy & Lucy filmini bile bu kategoriye alabiliriz.
!f kapsamında ikinci kez düzenlenen Keş!f başlıklı yarışmada da dünya sinemasından genç yönetmenleri tanıma imkanı bulduk. Bu bölümden Ankara’nın payına düşen filmler Park Etmek (Parking), Jen’in Öyküsü (Story of Jen) ve İsyan (Uprise) idi. Kişisel olarak izleme fırsatı bulamadığım ama izleyenlerin övgüyle bahsettiği İsyan bir yana, bölümün büyük ödülünü alan Park Etmek, bir anneler gününde arabasını park ettiği yerden bambaşka sebeplerden dolayı bir türlü çıkartamayıp adeta gerçeküstü bir gece yaşayan bir adamın hikâyesiyle bazen başınıza gelen en kötü şeylerin hayatınızın iyi yönde değişmesine yol açacak olaylara kapı açtığını gösteriyordu bir anlamda. Jen’in Öyküsü de çok çarpıcı olmasa da başarılı bir ergenliğe adım atma öyküsü getiriyordu karşımıza.
!f’in hiç ihmal etmediği türlerden biri de belgeseller. Üstelik diğer festivallerde çok ilgi çekmeyen bu türe hatırı sayılır bir seyirci de toplayabiliyorlar. Doğrusu bu bölümdeki filmlerden önemli bir kısmı Ankara’ya da geldi. Özellikle Hunter Thompson ve David Lynch üzerine yapılan belgeseller en az yaptıkları işler kadar kişilikleri ile de öne çıkan bu iki ismin delilikle dâhilik arasındaki yaşamlarını gözler önüne seriyordu. Lynch belgeselinin üstadın çalışma şeklini ayrıntıları ile bize göstermesi de çok keyifliydi doğrusu. Festivaldeki belgeseller arasında en çok ilgi çekeni de bu ikisi oldu zaten. Bunun yanında Greenpeace’i fazlasıyla pasif bulan Sea Shepherd grubunun balina avlayan gemileri kimi zaman bu gemilere fiziksel zarar verecek taktiklerle engellemeye çabalarına tanıklık eden Dünyanın Kıyısında (At The Edge of the World) da son derece başarılı bir belgeseldi. Bu belgeselden sonra festivallerin değişmez görüntüleri olan Greenpeace gönüllerinin bağış toplama isteklerine verecek cevaplar artmıştı doğrusu. Ayrıca seyirci çok ilgi göstermese de Baraka gibi filmleri kendine örnek almış ama onlar kadar başarılı olmayan Kinogamma serisinin, Filistin’de hip hopun gelişimini ve kaçınılmaz olarak politikleşmesini anlatan Sapan ve Hip Hop (Slingshot Hip Hop) filminin ve ele aldığı konunun hakkını tam anlamıyla veremese de Yakın Plan Kürtler (Close Up Kurds) filmlerinin de adını anmadan geçmeyelim. Aslında belgeseller arasında belki de en çok ilgi göreni bu yılın Oscar’ını da kazanan Teldeki Adam (Man On Wire) oldu ama sonradan gösterime de gireceği bilindiği için festival içine sıkıştırmadım ben kendi adıma. !f’in vazgeçilmezlerinden biri de geceyarısı sineması. Bu yıl bu bölümden Ankara’nın payına düşenler İşkence Tarikatı (Martyrs) ve Tokyo Gore Police idi. İşkence Tarikatı’nı vizyona girdiği zaman izlemek üzere bir kenara bıraktım yine. Gölge 60
Animasyon filmler de bu festivalin önemli öğelerinden biri. Özellikle Ghost In the Shell ile tanıdığımız Mamoru Oshii’nin yeni filmi Gökyüzü Savaşçıları (The Sky Crawlers) ilgi çeken filmlerden biriydi. Üstadın geçen sene festivalde izlediğimiz filmi ile yarattığı hayal kırıklığından sonra kendisini toparladığının bir kanıtıydı adeta bu film. Her ne kadar Ghost In the Shell kadar iyi olmasa da sıradan bir savaş filminden çok daha altı dolu bir filmdi. Festivalin bir başka animasyon filmi olan Sita Blues Söylüyor (Sita Sings the Blues) filmini ise elimde bilet olduğu halde festivalin geç kalanları salona almama prensibi nedeniyle izleyemedim. Hâlbuki zaten diğer salondaki bir başka filmden çıkmıştım. Konuyu başka yerlerde de dile getirdiğim için burada çok uzatmayı gereksiz buluyorum ama ne kadar şanslıyım ki o gün izleyemediğim için ağlamaklı olduğum bu film Uçan Süpürge Kadın Filmleri Festivali’nin programına da alınmış ve umuyorum ki bu kez izleyebileceğim. Son olarak ne kadar bağımsız olduğu tartışılabilecek ya da bağımsız olsa da kazandığı pek çok ödülle ya da önceden kendisine hayran kitlesi yaratmış yönetmenleri ile adından çok söz edilen ve aslında festivalin en ilgi çeken filmlerine bakalım. Mesela gelecekteki fantastik bir dünya ile günümüz Londra’sını son derece başarıl bir hikâyeyle harmanlayan Franklyn ya da Güney Kore’den gelen ve değme Hollywood aksiyonuna şapka çıkartacak dur durak bilmeyen ve bunu yaparken de başta Sergio Leone olmak üzere tüm bir spagetti western türüne saygı sunun İyi, Kötü ve Çılgın (The Good, The Bad, The Weird) belki bildik ya da beklendik anlamda bağımsız filmler değildiler ama son derece başarılı ve ilgi çeken filmlerdi. Bu yılın Oscar ödüllerinde sıkça adı geçen Milyoner (Slumdog Millionaire) ve Şampiyon (The Wrestler) de programdaki filmlerden ikisi idi. Bu filmleri de daha önce söz ettiğim festivallerde başka yerde izlenemeyecek filmleri izlemek arzusu ile sonradan vizyonda izledim. Ne yazık ki Synecdoche New York, The Burning Plain, Nick ve Norah’nın Bitmeyen Şarkıları (Nick and Norah’s Infinite Playlist) gibi filmleri de vizyona girince izlemek üzere programdan çıkarmıştım. Belli ki Türkiye temsilcileri bu filmlerin sinemalarda
The Good, The Bad, The Weird
Tokyo Gore Police ise kanlı ve iğrenç olduğu kadar çok komik ve aynı zamanda pek çok sosyal eleştiri de barındıran tuhaf bir filmdi. Bir mühendis olarak kötü adamların mühendisler olarak adlandırılan bir grup olması ve sürekli olarak “iyi bir gelecek için mühendisler yok edilmeli” benzeri cümleler duymak bile yeterince eğlenceliydi aslında. Çok az seyirci ile seyrettik bu filmi ama bu tip filmleri sevenler gerçekten çok şey kaçırdılar.
Slumdog Millionaire
Gölge 61
Bergman filmleri sonrasından hiç nefes alma fırsatı buladan Ankara’nın en köklü festivalindeki filmlere yetişmeye çalışıyordu Ankaralı sinemaseverler. 20. yaşını kutlayan Ankara Uluslararası Film Festivali bu yıl gerçekten çok iyi bir program ve seçkin konuklarla geliyor, 12–22 Mart tarihleri arasında soluksuz sinema günleri devam ediyordu. Festivalde kendi adıma izlediğim 31 uzun, 89 kısa ve orta metraj filmden tek tek bahsetmeye kalksam Gölge Ankara Film Festivali Özel Sayısı çıkartmamız gerekir. Bu nedenle şöyle genel bir bakış atalım festivale. Festivalin belki de en iyi filmleri 20 Yılın En İyileri bölümünde yer alıyordu. Bu bölümde adından da anlaşılabileceği gibi festivalin 20 yıllık geçmişinde dikkat çekmiş filmlerinden oluşturulmuş bir seçki vardı. Festivali 20 yıldır olmasa da yeterince uzun zamandır izleyen bir takipçisi olarak bu bölümdeki tüm filmleri izlemiştim ama programıma uydurabilseydim en azından Rus Hazine Sandığı (Russian Ark) ve Ayva Ağacı Güneşi filmlerini tekrar izlemek isterdim doğrusu. Festivalin değişmez bölümlerin biri de yılın önde gelen yerli filmlerinin yarıştığı bölümdü. Bu bölümde kimi vizyona girmiş, kimi vizyon sırası bekleyen, kimi de muhtemelen vizyon şansı bulaGölge 62
Russian Ark
Burada ismini anmayı atladığımız birkaç film dışında bu yılın !f festivali böyle gelip geçtikten hemen arkasında 5-12 Mart tarihleri arasında Kızılırmak Sineması’nda bu kez Bergman ve Kadınlar başlığı altında 8 filmlik bir seçki perdelerimizi şenlendirecekti. Aynı zamanda bu tarihler arasında Bergman fotoğraflarından oluşan bir sergi de vardı aynı sinemada. Bu seçkide Persona, Çığlıklar ve Fısıltılar ya da Güz Sonatı gibi sinemaseverlerin belki de defalarca izlediği başyapıtların yanında başka yerde bulmanın çok kolay olmadığı, Bergman’ın ilk dönem daha az bilinen filmleri de vardı ve belki de asıl değerli olanlar bunlardı. Bergman ve Kadınlar başlığını en çok hak eden Bekleyen Kadınlar ve Yaşamın Eşiğinde filmlerini keşfetmek, onun bazen bir komedi filmi çektiğine de şahit olmak için Bütün Bu Kadınlardan Söz Etmeden filmini izlemek ya da bir ilk gençlik aşkını anlatırken de işin içine kendi dokunuşlarını sokmasına şahit olmak için Monika’yla Geçen Yaz filmlerini izlemek çok keyifli bir deneyimdi. Ne yazık ki bu filmlere gösterilen ilgi çok fazla değildi. Özellikle genç sinemaseverlerin başyapıt sayılan Bergman filmlerine daha çok ilgi göstermesi anlaşılabilir bir durum ama keşke diğer filmlerinde de salonlar dolsaydı demeden edemiyor insan.
Persona
seyirci çekmeyeceği kanısına vararak birer ikişer DVD’lerini çıkarmaya başladılar. Henüz DVD’si çıkmayan The Burning Plain bir sürpriz yapar mı diye hâlâ umutluyum yine de.
Sonbahar
Festivalin bu yılki toplu gösteri bölümü Çek yönetmen Jan Hrebejk’e ayrılmıştı. Festivalin konukları arasında da yer alan bu sıcakkanlı yönetmenin filmleri de genel olarak başarılı filmlerdi. Genellikle kalabalık kadrolu filmlerle geniş bir topluluğun kesişen hikâyelerini anlatan Hrebejk, 2. Dünya Savaşı’nda Yahudilerin durumu ile ilgili bir hikâye anlatsa bile mizah duygusunu hiç eksik etmiyordu. Yönetmenin hemen hemen tüm filmleri iyi olsa da bahsettiğim 2. Dünya Savaşı hikâyesini anlatan Bölünerek Yok Oluyoruz (Divided We Fall) ve Çekoslovakya’da yaşanan 68 Sovyet işgali ile noktalanan Rahat Sığınaklar filmleri öne çıkıyordu. Polonya’lı yönetmen Krzystof Zanussi de festivalin konuklarından bir diğeriydi ve festivale iki filmiyle katılıyordu. Ustanın önceki filmlerini bilenlerin hayal kırıklığı yaşadığı en yeni filmi Kalp Hırsızı ve 2000 yılından gelen ve daha başarılı olan, ama özellikle ismi ile dikkat çeken Hayat Seks Yoluyla Bulaşan Ölümcül Bir Hastalıktır filmleri her şeye rağmen izlemeye değer filmlerdi. Festivalin bu yılki bölümlerinden bir diğeri ise Çingenlerle ilgili kurmaca filmlerden ve belgesellerden oluşan Gelecek Uzun Sürer başlıklı bölümdü. Bu bölümde dünyanın dört bir yanındaki çingenelerin birbirleri ile ne kadar fazla ortak noktalarının olduğunu ve benzer dertlerden muzdarip olduklarını görüyor ve çingenelerin tarihsel geçmişi hakkında çeşitli bilgiler ediniyorduk. Bu bölümün öne çıkan kurmaca filmleri Fransa’da bir çingene çocuğunun gençliğe adım attığı döGölge 63
Bunu Gerçekten Yapmalı mıyım?
mayacak filmlerden bir karma vardı. Tüm filmler arasında bariz bir şekilde önce çıkan Sonbahar en iyi film ödülünü de aldı. Doğrusu Mustafa Altıoklar ve Tamer Karadağlı gibi popüler sinema kulvarında dolaşan isimlerin de yer aldığı jürinin daha popüler bir filme ödül verebileceğini bekliyordum ama onlar da Sonbahar’ın başarısını takdir ettiler demek ki. Ayrıca bu bölümde bir ilk film olarak sinemamız için yenilikçi bir yapı oluşturup belgesel ve kurmacanın bir bileşkesini yaratan İsmail Necmi’nin Bunu Gerçekten Yapmalı mıyım? Filmi de ilginç bir deneme olarak gözüküyordu. Yarışma dışında bir de bağımsız bir grup yerli film izledik. Gerçekten çok küçük bütçeyle çekilen Bekçi ve Düğüm isimli bu filmler ilginç birer denenme olarak önem taşısa da tam bir başarı olamıyordu. Yine de dijital kameranın film çekme sürecini ne kadar kolaylaştırdığına ve yeni sinemacıların bu sayede çok başarılı işlere imza atabileceğinin birer göstergesi idi her iki film de. Yine aynı bölümde izlediğimiz bir Türk yönetmenden gelen ama Belçika’da çekilmiş Yasak Hisler filmi ise 84 dakikalık süresinde lezbiyenlik, kadın hakları, kültür çatışması gibi pek çok konuya değinirken bir de bunu polisiye bir olay örgüsü içinde anlatmaya çalışıyor ve bu yoğun temasının altını yeterince dolduramıyordu.
Let the Right One In
nemi anlatan Khamsa ve 1970’lerde Arnavutluk’ta oğluna Mao Zedung adını koyan bir çingenenin bu yolla devletten istediği her şeyi koparmasını ve sonrasında yaşanan olayları mizahi bir yolla anlatan Mao Zedung idi. Belgesel olarak da Gogol Bordello grubunun solisti Eugene Hutz’un kendi kökenlerine olan yolcuğunu takip eden Hützlü Köyün Kavalcısı ve dünyanın çeşitli bölgelerinden gelen çingenelerden oluşan birkaç grubun toplanarak çıktıkları Amerika turnesine tanıklık eden Çingeneler: Kıvrım Kıvrım Yollar filmleri öne çıkıyordu. 1967’den gelen Mutlu Çingeneler de tanıdım filmi ise aradan geçen zamana ayak uyduramamış ve hem fiziksel olarak yıpranmış hem de sinemasal olarak eski kalmış bir film izlenimi çiziyordu.
Geçen yılın dünya festivallerinde öne çıkmış filmlerinden bir seçki sunan Dünyanın Her Köşesinden bölümü her zamanki gibi festivalin en iyi filmlerinden bir kaçına ev sahipliği yapıyordu. Özellikle vampir mitine yeni bir bakış açısı getiren Gir Kanıma (Let the Right One In) belki de bu bölümün en merakla beklenen filmiydi. Film, bu beklentileri boşa da çıkarmıyordu üstelik. Geçen sene hem seyirciler hem de eleştirmenlerden büyük övgüler toplamış bu filmi dağıtımcılarımız umarım keşfeder ve gösterime sokarlar. Birbirinden kötü korku filmleri gösterime girerken türün düzeyli bir örneğin atlanması üzücü olur gerçekten. Ayrıca Tokyo’da geçen üç farklı gerçeküstü hikâyeyi Michel Gondry, Leos Carax ve Bong Joon-Ho’nun yönetmenliğinde izlediğimiz Tokyo! da festivalde bilet bulmanın en zor olduğu filmlerden biri idi. Özellikle yıllardır münzevi bir hayat süren bir adamın evine pizza getiren bir kıza ilgi duyup bin bir zorlukla evden dışarı çıkma çabalarını ve sonrasını anlatan son bölüm son derece başarılı idi. Mike Leigh’in en yeni filmi Daima Mutlu’su (Happy Go-Lucky) da yönetmenden beklenmeyecek kadar iyimser ve başrol oyuncusu Sally Hawkins’in yaşam enerjisinin perdeden seyirciye aktığı, son derece keyifli ama bir yandan modern dünyanın problemlerini de gözden kaçırmayan bir yapımdı. Majid Majidi’nin yeni filmi Serçelerin Şarkısı da dürüstçe ailesine bakmaya çalışan bir adamın işsiz kalması ile başlayan süreçte geldiği noktayı ve sonunda başına gelenleri mizahı da elden bırakmadan anlatan başarılı bir filmdi. Film bir sürprizi de zaman zaman karşımıza çıkan İbrahim Tatlıses şarkıları idi. Bu bölümde iki de animasyon yer alıyordu. Karanlık Korkusu (Fears of the Dark), siyah-beyaz estetiğinin son derece başarılı kullanıldığı, 6 yönetmenden 6 kısa filmin toplandığı, zaman zaman iç içe girdiği başarılı bir animasyon seçkisi idi. Üstelik her yönetmenin tarzı da belirgin şekilde Gölge 64
Happy Go-Lucky
Idiots and Angels
Ankara Film Festivali’nin önemli yanlarından biri de kısa filmlere ve belgesellere verdiği önemdir oldum olası. Bu türlerde neredeyse bir kısa film festivalinden ya da belgesel film festivalinden daha çok film gösterirler. Her ne kadar sayı arttıkça nitelik her zaman aynı oranda artmasa da farklı açılımları görmek, ülkemiz kısa film ve belgesel filmcilerini takip etmek için en ideal festivallerden biridir her zaman için. Ne yazık ki bu iki türe de seyircinin ilgisi çok değildi. Bazı festivallerde ücretsiz gösterim yapıldığında dolup taşan kısa film seansları kimi istisnalar hariç 2,5 TL’lik seanslarda bile boş kalırken belgesel filmlerin durumu daha da kötüydü. Belgesel film yarışmasının jüri üyelerinden birinin daha sonra başka bir vesileyle yaptığı açıklamada da dediği gibi bazı seanslarda jüri neredeyse yalnız başınaydı. O açıklamada arada sinemada çalışanlar da geliyordu haklarını yemeyelim denmiş ama beni unutmuşlar, alındım doğrusu Şaka bir yana gerçekten de uzun metraj filmlerin yine de bir şekilde sonradan izlenme imkânı olan günümüzde bu bölümlerdeki filmlerin sonradan bulunma şansı çok daha düşük. Daha fazla ilgi olmasını umardım kendi adıma. Öncelikle kısa filmlere değinmek gerekirse, bazı festivallerde olduğu gibi gördüğümüz anda çarpıldığımız ve uzun süre belleklerden çıkmayan film sayısı pek azdı bu yıl. Birkaç filmin adını vermek gerekirse Irak’ın bombalanması sıraGölge 65
Fears of the Dark
farklı iken toplamda birbirini tamamlayan bir bütün oluşturması da ayrı bir başarı idi. Amerikalı animasyon ustası Bill Plympton’un yeni filmi Ahmaklar ve Melekler (Idiots and Angels) ise fazla kaçan dinsel göndermeleri bir yana iyilik ve kötülük kavramlarını sorgulayan başarılı bir yapımdı. Her yıl vizyonda onlarca yeni animasyon görürken bu türün sadece çocuklara yönelik olarak algılanması ve bu iki film gibi önemli örnekleri vizyonda görme şansımızın yok denecek kadar az olması üzücü. Ayrıca her ne kadar ben daha önce farklı festivallerde izlemiş olduğum için bu festivalin programına almasam da Delta, İçimdeki Çöl ve Turne gibi filmlerin de adını anmadan geçmemek gerek. Özellikle ilk ikisi gerçekten önemli filmlerdi.
sında bir ailenin yıkıntılar arasındaki halini gösteren Gülümsee…, babasını yıllar sonra bir evsiz olarak gören ve onu tanımayıp kendisini rahatsız ettiğini düşünen bir kadının durumunu anlatan Şahitlik, diyaloglardan ziyade cep telefonu mesajları ile ilerleyen bir ilişkinin hikâyesini anlatan Çöp, gerçeklikle sanatın sınırları üzerinde tartışan Benim Ağacım, anılardan kurtulmanın bazen ne kadar zor olduğunu hatırlatan Aşk Hatırası, her ne kadar sonunda ne noktaya geleceği belli olsa da çocuk istismarına bir çocuğun gözünden yaklaşan Bangkok’ta Gezinti, cinsiyet rollerine farklı bir açıdan yaklaşan Jinekolog ve Woody Allen’ın gözlüklerini ararken bir yandan da Tanrı’yı sorgulayan iki adamı izlediğimiz Gözlük öne çıkan kısa filmlerdendi. Ama kişisel fikrim bu yılın en zihin açıcı kısa filmlerinin Hollanda Medya Sanatları Enstitüsü’nün yaptığı seçkide izlediğimiz filmler arasında yer aldığıydı. Bu bölümde izlediğimiz 22 yapımdan bazıları kısa filmden çok video art olarak da adlandırılabilirdi belki de ama gerçekten ilginç yapımlardı. Mesela Senkronatör isimli filmde 6 dakika boyunca adeta parazitli bir televizyon yayını izlerken, Çıt bize parmaklarını çıtlatan bir adamı gösteriyordu. Bu bölümdeki hemen her yapım üzerine bir şeyler söylenebilir ama belki de en çok dikkat çekenleri 10 dakika boyunca buzları yaran bir geminin önünde yürüyen bir adamı izlediğimiz Her Şey Çok Güzel Olacak ve ormanın ortasında mastürbasyon yapan bir adama tanıklık ettiğimiz ve salonda pasif durumda oturan seyirciyi röntgenci durumunda bırakan 5,5 dakikalık Ormanın Derinliğinde filmleriydi ve bu filmler belki de sürelerinden daha çok üzerlerinde tartışmayı hak eden yapımlardı.
Son olarak belgesellerden bahsederek festival değerlendirmemizi bitirelim. Belgesel kategorisindeki ulusal yarışma bölümü amatör ve profesyonel olarak ikiye ayrılmıştı. Amatör kategoride en azından benim izlediğim filmler genellikle hayatlarını sürdürebilmek için bambaşka işler yapan kişilerin durumlarını anlatan belgesellerdi. Bir İnat Uğruna, Ekmek Denizin Dibinde, Hurdacı gibi filmler bu türün örnekleriydi. Bu bölümde izlediğim en iyi film festivalin çingene bölümü ile de paralellikler taşıyan ve Kentsel Dönüşüm Projesi nedeni ile yerlerinden yurtlarından edilen çingeneleri anlatan Kâğıt Hane filmi idi. Profesyonel kategorinin ise kanımca en iyisi bir yıl boyunca, o yıl içinde ÖSS’ye girecek farklı hedeflere sahip ve farklı sosyal kesimlerden gelen 6 adayı izleyip onların hikâyeleri üzerinden sınav sistemini sorgulayan 3 Saat belgeseli idi. Biraz uzun olmasına karşın konuyu ele alışı, çocuklara yaklaşımı ve çocuklar dışında ailelerinin durumlarını da yansıtması ile son derece başarılı bir belgeseldi. ÖSS’nin milyonların hayatını etkilediği bir ülkede vizyona bile girmesi gereken bu belgeseli 3–5 kişi ile izlemiş olmamız gerçekten üzücü Gölge 66
Ankara’da yoğun bir festival dönemi işte böyle geçti gitti. Şimdi önümüzde bu ay yapılacak Kadın Filmleri Festivali var. Sonra yine bir sessizliğe girecek büyük ihtimalle. Umalım ki 2009–2010 sezonu başkent açısından daha hareketli olsun. Yazan: Hasan Nadir DERİN
Gölge 67
Yaşam Arsızı
idi. Asıl üzücü ve şaşırtıcı olansa Nazım’ın Küba Seyahati belgeselini de jüri dışında en fazla 20 kişilik bir seyirci ile izlememiz oldu. Hâlbuki bu başarılı belgesel aynı zamanda en ucuz saat diliminde oynadığı için biletlerinin önceden tükenebileceğini düşünmüştüm. Ne büyük hata. Nazım’ı konu etmesi bile izleyici çekmemişti. Bu bölümdeki ilgiye değer diğer belgeseller ise festival öncesinde de izleme fırsatı bulduğumuz, belki yönetmen Yasemin Alkaya’nın belgeselin içine fazlaca dâhil oluşu nedeniyle eleştirilebilecek olan Yaşam Arsızı ve zaman zaman ele aldığı kişiyi fazlaca yücelten adeta kutsayan bir belgesel olsa da keyifle izlenen Yavuz Turgul’un Dünyası idi. İkinci film keşke ilerdeki festivallerde bir Yavuz Turgul toplu gösterisi yapılsa da filmlerini doya doya beyazperdede izlesek dedirtti. Yarışma dışı olarak gösterilen yabancı belgeselleri çok fazla takip etme fırsatım olmadı ancak bu bölümde yer alan, Japon filmlerinde Japon mafyası Yakuza’nın izini süren Yakuza Sineması’nın ve Almanya’da yıllar yılı çalıştığı bir işten sebepsiz yere çıkartılan, sonrasında mahkeme kararı ile geri dönen bir adamı merkeze alarak sağlam bir kapitalizm eleştirisi yapan Şeytan Şüphede Gizlidir filmlerinin adını anmadan geçmemek lazım.