Temmuz 2009 Say覺: 22
KAPAK İÇİ YAZISI Güneş en tepeden vuruyor… Sıcaklık 30 dereceyi aşmış! Evden çıkarsan büyük ihtimalle güneş çarpmasından falan hastaneyi boylayacağını biliyorsun. Evdesin… Sıkıntıdan patlıyorsun. Bütün televizyon kanalları anlaşmışlar gibi kışın yayınlanan programların tekrarını ya da birbirine benzeyen saçma sapan “talk-show”ları sana yedirmeye çalışıyor! Daha iyi bir fikrin varsa, İçinden daha yaratıcı bir şeyler yapmak geçiyorsa, Bunun için yeterli enerjiyi kendinde buluyorsan, Biraz da akıllıysan eğer, Durduğun her saniye çok büyük bir kayıptır senin için! Miskin miskin oturmak ya da bütün gün öylece monitör camına bakmakla olmaz! Kalk git bayie, bir iki gazete dergi al, bir soğuk vişne suyu aç kendine, gölge bir yer bul ve okumaya başla… “Benim gazeteye, dergiye verecek param yok,” diyorsan ve ille de ‘ücretsiz ama çok çok fazla emek harcanarak, özenilerek, büyük umutlarla, zevk almaktan başka hiçbir beklenti olmadan’ hazırlanmış bir şeylere göz atmak istiyorsan, doğru yerdesin sevgili dostum! Hadi, sıradaki sayfaya geç, Gölge’de senin için bir ton şey var… Mustafa Emre ÖZGEN Gölge e-Dergi Yayın Kurulu Üyesi me.ozgen@windowslive.com
Bu dergide yayınlanan tüm yazı ve çizimler yazarlarına-çizerlerine aittir. İzinsiz alıntı yapılamaz, yayınlanamaz. Yazıların içeriğinden yazarları-çizerleri sorumludur. http://golgedergi.blogspot.com/ Her zaman yeni yazar ve çizerlere ihtiyacımız var. Görüş, öneri, yorum, yazı-çizinizi yollayabileceğiniz adres hayalsaati@gmail.com Editör: A. Hamdi YÜKSEL Gölge Yayın Kurulu: Oğuz ÖZTEKER, Utku TÖNEL, Şükrü BAĞCI, Hasan Nadir DERİN, Rıdvan ŞORAY, Emre ÖZGEN Kapak: Murat SÖZKESMEYEN http://valadrel.deviantart.com/ Sayfa Tasarım: Mehmet Murat DEMİRELLİ murat.demirelli@hotmail.com
iÇiNDEKiLER 04RÖPORTAJ / ATIL ALBAYRAK 12TUNA BALIGI OPERASYONU 16IL DIVO 18ZALRES 25ZABKAF 28MEKTUPLARIN YAZILDIĞI YER 33KOVALAMACA 36NIP/TUCK 40DEAD SNOW 42OLASIKLARIN RUHU 46TAKIM ELBiSELi ADAM IV 4908–09 SEZONU 55DÜŞ KAPANI
04 Röportaj / Atıl Albayrak
MODERN ZAMAN GEZGİNLERİNİN AKILLARA DURGUNLUK VEREN MACERALARI Atıl Albayrak NTV Genç Bilim dergisinde gördüğümde “hayret, birileri çocuklara doğru yoldan ulaşmaya çalışıyor” dediğim ve şaşırdığım çizgi romanın çizeri. “Merhaba Atıl Bey, Gölge e-Dergi olarak sizinle röportaj yapabilirmiyiz” dediğimde ise “Gölge’yi ilk sayıdan beri takip ediyorum” diyerek ayrıca gururlandırdı. Önce bir röportajımızı okuyun, sonra da bir bilim dergisinde çizgi roman görmek isterseniz NTV bilim dergisinin Genç Bilim ekini okuyun… Atıl Albayrak kimdir bize kısaca anlatabilir misiniz? 1974 Ankara doğumluyum. Üniversiteyi, Hacettepe Üniversitesi Biyoloji Bölümü’nde tamamladıktan sonra, aynı bölümde araştırma görevlisi olarak yüksek lisans ve doktora programlarına devam ettim. 2008 yılında bitirdiğim doktora çalışmam sonrasında, kadro sıkıntıları nedeniyle üniversiteden ayrılmak durumunda kaldım ve askerlik görevimi yerine getirdim. Şu an NTV Bilim dergisi’nde yazılar yazıyor, elimden geldiğince de çeşitli çizimler yapıyorum. Çizme serüvenine nasıl ve ne zaman başladınız? Bu işle uğraşan herkesin genellikle söyleyeceği gibi, küçük yaşlardan itibaren çiziyorum. Fakat bu işi profesyonelce yapmayı hiç düşünmedim. Eğitim hayatım da aslında bunu gösteriyor, yani herhangi bir dönemde çizim üzerine eğitim almış değilim. Buna karşın müzik ve resme, özellikle de çizgi roman ve karikatüre olan ilgim hiç azalmadı. Örnek olarak şöyle söyleyebilirim ki, Gırgır dergisi ilk sayısından itibaren eksiksiz olarak arşivimde var. Akbaba gibi çok daha eski dönem dergileri saymazsak tüm diğer takipçileri de mevcut. Sadece okumakla kalmadım tabii. Gırgır’da büyük usta Oğuz Aral’ın eleştirileriyle karikatürlerim yayınlandı. Bunlar çok özeldir benim için. Her zaman o dünyanın bir parçası olmak istemiştim fakat belki de Ankara’da yaşıyor olmam buna engel oldu, bilemiyorum. Çizgi roman merakımsa, uzun zaman sadece Türkiye’de yayınlanan çizgi romanlarla sınırlı kalsa da, sonrasında artarak devam etti. Neyse ki internetin hayatımıza girmesiyle daha geniş bir yelpazeye ulaşır olduk. NTV Bilim dönemine kadar birkaç kitap resimlemenin dışında profesyonel olarak çizimle uğraşmadım. Amatörce devam ettim. Aslında bu amatörlük halen de devam ediyor diyebilirim. Kendimi geliştirmek ve daha iyisini üretmek için elimden geldiğince çalışıyorum.
06 Röportaj / Atıl Albayrak
Türkiye’de yerli çizgi roman üretimi nerede ise yok denecek kadar azken, siz çok satan bir popüler bilim dergisinde NTV Bilim’de çizgi roman yapıyorsunuz. Nasıl başladı NTV Bilim macerası? 2008 Aralık ayında, Bilim ve Teknik dergisinden de hatırlayacağınız Raşit Gürdilek ve ekibi, daha büyük bir kesime bilimi sevdirmek arzusu güden bir popüler bilim dergisi çıkarmak üzere, buna en uygun ortamı sağlayan NTV ailesine katıldılar. Bu süreç zarfında ekipte yer alan arkadaşlarım vasıtasıyla ben de bunun bir parçası oldum. Dergide sadece çizgi roman çizmiyor, yazılar da yazıyorum. Bunun dışında, NTV Genç Bilim ekinin sayfa tasarımcısı Hülya Yılmazcan’ın yanında ufak ufak sayfa tasarımı çıraklığı da yapıyorum. Dergide çocuklara yönelik popüler bilim konulu bir çizgi romana yer vermekse tamamen Raşit Bey’in fikri. Bu konu, çocukların ilerleyen yaşlarında bilime ısınmaları yönünden oldukça önemli ve ne yazık ki ülkemizde buna ilişkin üretimse oldukça sınırlı. Amazon. com gibi sitelerde şöyle basit bir tarama yaparsanız, yurtdışında bu konuya ne kadar önem verildiğini görebilirsiniz. Türkiye’de de sektörün, oldukça yavaş olsa da, bir şekilde gelişeceğini ümit ediyorum. Modern Zaman Gezginlerinin Akıllara Durgunluk Veren Maceraları’nın konusu ne? Neden bu kadar uzun bir isim… İsim bulma aşamasında dergideki arkadaşlarla uzun ve aslında oldukça komik beyin fırtınaları yaptık. Bazen işin cılkını çıkardığımız ve gülmekten karnımıza ağrılar girdiği zamanlar da oldu. Sonunda da ortaya bu isim çıktı. İsmin ilk bölümü yani Modern Zaman Gezginleri, kahramanların zaman ve mekâna bağlı yolculuk yapmalarından, bir yandan da olaylara modern bilim ışığında yaklaşmalarından dolayı konuldu. İkinci kısım olan Akıllara Durgunluk Veren Maceralarsa, uzun isimli, eski dönem bilim kurgu filmlerine bir gönderme yapmak amacıyla Raşit Bey’in önerisi. Konusunu kısaca, aynı mahallede yaşayan ve aynı okulda okuyan, aralarından ikisinin kardeş olduğu Can, Burcu, Aslı ve Özgür adlı dört arkadaşın, köpekleri Atom ve ara sıra görünen yan karakterlerle birlikte başlarından geçen, temel ve sosyal bilimlere dayalı hikâyelerin işlendiği maceralar şeklinde özetleyebiliriz. Nasıl yarattınız hikâyeyi ve karakterleri? İsim ve hikâyeyi yaratmak gerçekten de işin en sancılı bölümü olsa gerek. Karakterlerin her biri çevremde olan bazı kişilerin bir yansıması. İsimler aynı. Kişiliklerini de benzetmeye çalıştım. Böylece daha gerçekçi karakterler elde edebiliyorsunuz. Bu karakterleri oluşturma sürecinde birçok farklı
08 Röportaj / Atıl Albayrak
tipler de buldum ama bunların bazıları öyle absürd oldu ki ne dergide, ne de burada yayınlamaya uygun değiller. Dergiden arkadaşlarla sürekli yeni karakterler icat ediyor ve toplumdan dışlanmadan bunların hikâyelerini yayınlayabileceğimiz bir ülke bulabilirsek bastırmayı düşünüyoruz. Hikâye konusuna gelirsek, konuları doğal olarak temel ve sosyal bilimlerden seçiyorum fakat bu gerçekten her ay yaşanan bir karın ağrısı gibi. Yeni hikâye bulma zamanı yaklaştıkça “bu ay ne yazsam” sıkıntıları baş gösteriyor. Ama ucundan yakaladınız mı da gerisi geliyor. Karakterlerin kendi aralarında da belli hikâyeleri var fakat 5–6 sayfayla sınırlı olduğundan, bunu ayrıntısıyla işlemeye çok da yer kalmıyor. Böyle olunca da kahramanları oldukça hızlı bir şekilde maceranın içine sokmanız ve aynı şekilde sonuca ulaştırmanız gerekiyor. Hikâyelerin içinde belirli bilgileri çocuklara aktarmak durumunda olduğumdan, eğer konu bana çok uzaksa önce o bilginin çok daha fazlasını benim öğrenmem gerekiyor. Bunun için de oturup okuyorum. Örneğin güneş sistemi ve bize yakın galaksiler hakkında birşeyler söyleyebilmem için konu hakkındaki birçok kaynağı kurcalıyorum. Sonrasında, öğrendiklerim içinde bana en ilginç gelenleri öne çıkartarak hikâyeyi kurgulamaya başlıyorum. Yaptığınız çizgi roman aynı zamanda çocuklar ve gençlere yönelik. Zaten adı üstünde, Genç Bilim. Siz bulunduğunuz dergiyi göz önüne alıp, senaryoların mutlaka gerçekle uyuşması, mutlaka bilgi vermesi gerekiyor diye düşünüyor musunuz? Benim çizgi romanım için aslında tamamen çocuklara ve bunun biraz daha üstü yaş dönemindeki gençlere yönelik diyebiliriz. Dergi içeriği nedeniyle de okurlarınıza bilgi aktarmak durumundasınız. Bir çizgi roman illa ki bilgi vermek durumunda değildir ama bu çizgi romanı bir popüler bilim dergisi içinde ve belli amaçla yayınlıyorsanız bu gerekliliktir. Yalnız burada ince bir çizgi var. Bilgi veriyorum derken çocuğu sıkıp hiç okumamasına da neden olabilirsiniz. Açıkçası ben bazı sayfaları çizerken acaba böyle mi diye düşündüğüm oldu ve şimdi olsa büyük ihtimalle o şekilde çizmezdim. Yani hem bir bilgi verme hem de çocuğu kendine çekecek bir macera koymak durumundasınız. Bu nedenle hikâyeler her ne kadar zaman yolculuğu ve ışınlanma gibi heyecan verici ve şu an için “uçuk” gelebilecek teknolojileri barındırsa da, kendi içinde bir mantığa ve kurguya oturmak durumunda. Tabii işi sadece macera ve eğlenceye vurarak çocuğa herhangi bir bilgi sunmayan bir çizgi roman çizmeniz de, derginin genel yapısıyla bağdaşmayacaktır. Sizin aynı zamanda akademik bir kariyeriniz de var. Her ay 6 sayfa çizgi romanı yazmak, çizmek ve boyamak ne kadar sürüyor? Önceden hazırlayıp bir sonraki aya yedekli gidebiliyor musunuz?
Röportaj / Atıl Albayrak 11
Akademik kariyerim 2008 yılı Şubat ayında sona erdi. Zaten iki iş de özel emek istediğinden bir arada yürümeleri mümkün değil. Şu an sadece dergide yazıyor ve çiziyorum. Çizgi romanı bir oturuşta yazıp çizmediğimden net bir süre vermem zor. Çünkü arada o ayki yazılarımı da yetiştirip redaksiyona vermek durumundayım. Böyle olunca çizgi romanı her aşamasıyla tamamlamak 10– 12 gün alıyor. Yedek yapma konusunda da şöyle bir durum var ki konuları o ayki derginin içeriğiyle veya yeni haberlerle bağdaşacak şekilde belirliyoruz. Mesela geçtiğimiz ay, CERN’de bulunan parçacık hızlandırıcısının durumuyla ilgili çıkan haberler o ayın konusu oldu. Ayrıca çok fazla vakit olmadığından yedekli çalışmak da mümkün olmuyor. Yaz tatiliyle birlikte Eylül ayına kadar çizgi romana ara verdik. Bu süre zarfında daha farklı fikirler üzerinde durarak çizgi romanı geliştirmeye çalışacağım. Belki yedek yapma fırsatım bu şekilde olabilir. Okurlardan nasıl tepkiler alıyorsunuz, malum NTV yayınları okurları ile en içli dışlı olan dergileri yayınlar. NTV yayınları gerçekten de büyük bir kesime hitap eden kaliteli ürünler çıkartıyor. Bu dergimiz için de büyük bir avantaj. Gelen mesajlar olumlu fakat bununla da yetinmeyerek mümkün olduğunca çevremin fikrini ve eleştirilerini almaya çalışıyorum. Art niyet gütmeden gelen eleştirileri göz ardı etmeyip, üzerinde düşünmenin kişiyi geliştireceğine inanıyorum. Okuduğunuz, sevdiğiniz çizgi romanlar, çizgi roman serileri ya da yeni bir çizgi romanı çıktığında “kaçırmayayım” dediğiniz çizerler kimler? Küçüklükten gelen bir alışkanlık olarak Conan benim için vazgeçilmez. Birçok Conan hayranı gibi özellikle de John Buscema’nın çizgileri. Esasında animatör olan Juanjo Guarnido’nun çizdiği ve ne yazık ki sadece üç cilt yayınlanan “Blacksad” serisiyse bıkmadan, saatlerce, tekrar, tekrar inceleyeceğim bir yapıt. Bunun dışında şu sıralar “Wolverine Origins” ve yine Wolverine’in yaşlılık dönemini konu alan “Old Man Logan” adlı serileri takip ediyorum. Birçok farklı sanatçı tarafından çizilen “Runaways” serisi de yine ilgimi çekiyor. Çizerlerdense John Romita Jr. ve Mike Mignola’nın tarzı oldukça hoşuma gidiyor. Joshua Middleton’un çizgilerini ve Joe Quesada ile birlikte yarattıkları “NYX” serisini beğeniyorum. Jim Lee’yi sevmeme karşın artık o kadar çok taklidi türedi ki, bu haşin görünüşlü, sert bakışlı ve heykel duruşlu süper kahraman modelleri bana biraz sıkıcı gelmeye başladılar. Böylesi bir dönemde Dave Gibbons’un ustalığını ortaya koyan Watchmen’in, Türkçe olarak ve kaliteli bir şekilde basılması da ilaç gibi geldi diyebilirim. Atıl Albayrak olarak bundan sonra çizgi roman konusunda yapmak istediğiniz çalışmalar neler? Öncelikli hedefim çizgi ve hikâyelerimi geliştirmek. Bunun için de sürekli araştırıyor ve bu işi uzun süredir profesyonelce yapan arkadaşlarımdan yararlı bilgiler alıyorum. Sürekli monoton bir çizgide ilerleyen çizgi roman, eninde sonunda hem okurunu, hem de çizer üzerindeki çizme heyecanını yok edecektir. Elimdekini, bu heyecanı mümkün olduğunca yüksek tutan ve yeniliklere açık bir çizgi roman haline getirmek benim için en önemlisi. Buna biraz da dergi içeriğinin yön vereceğini düşünüyorum. Bize zaman ayırdığınız için teşekkür ederiz. Türkiye’de böyle bir fanzinle önemli bir boşluğu doldurduğunuz için asıl ben size teşekkür ederim.
12 Tuna Balığı Operasyonu
TUNA BALIĞI OPERASYONU Gece yarısını çoktan geçmişti. Boş kaldırımda bir sağa bir sola sallanarak yürüyordu. Haftalardır yıkanmayan, yağdan birbirine yapışmış saçları omuzlarına uzanıyordu. Uzamış sakalları şarap kokuyordu. Sert bir rüzgâr saçlarını ve sakallarını yalarken yeşil parkasına sarıldı. Savruldu, sendeledi, düşmek üzereyken yanındaki bahçe duvarına tutundu. Kustu. Kusmuğu acı acı alkol kokuyordu. Siyahlar içinde bir adam bahçe duvarının üzerinden atlayıp sarhoşun hemen arkasına kondu. Saçlarını kavradı. Siyah eldivenin içindeki buz gibi çelik, ay ışığında parladı. Sarhoş yere yığıldı. Boğazından kusmuk ve kan oluk oluk akıyordu. *** Kemal KIRDAR ’86 model Cadillac marka arabasından inip hızlı adımlarla Milli İstihbarat Teşkilatı binasının büyük kapısından içeri girdi, elinde bir dosya ile birlikte. Önemli bir görevi olmasına karşın her zaman sade bir görünümü vardı. Yine bir kot pantolon ve beyaz bir tişört ile çıkagelmişti iş yerine. Koridorlardan geçip odasına doğru ilerlerken onu gören genç bayan ve erkekler saygıyla selamlıyor, o ise onlara boş gözlerle karşılık veriyordu. Şu an düşündüğü tek şey, elindeki dosyaydı. Odasına geldiğinde sekreterine Mert’i bulmasını söyledi. İçeri girdi. Dosyayı büyük maun masasının üzerine koydu. Deri koltuğuna oturmadan önce duvardaki Atatürk resmine, koltuğun yanındaki büyük Türk bayrağına göz gezdirdi. Sıradaki görevinin ülkesi için ne kadar önemli olduğunu düşündü. Sırtındaki yükün ağırlığını kaldırabilmek için güç toplarcasına derin bir nefes çekti. Koltuğuna oturdu, Mert kapıyı tıklatıp içeri girdi: “Beni istemişsiniz efendim.” Mert yaklaşık 190 cm boylarında, geniş omuzlu, oldukça iri ve güçlü biriydi. Şık giyinirdi ve yakışıklıydı. MİT onu saha operasyonları için kullanırdı, Kemal Bey’in ise en güvendiği adamdı. Yıllar boyu güneydoğuda komandoluk yapmış olmak, iz sürmek ve sıcak çatışma gibi konularda oldukça deneyim kazandırmıştı Mert’e. Şimdi, otuzlu yaşlarında, MİT’in kilit görevlerinde önemli roller oynuyordu. Kemal Bey masanın üzerindeki dosyayı Mert’in önüne doğru itti. Mert kapağı açtı. Sol üst köşedeki takım elbiseli, tepesi kelleşmiş bir adama ait vesikalık fotoğrafın yanında şu isim yazıyordu: Abdullah Ahmet Tuna. Mert resme baktığında adamı hemen tanımıştı ancak görev bilinci soru sormasını engelliyor, dosyayı incelemesini salık veriyordu. Sayfaları karıştırdıkça ilginç bilgilerle karşılaştığı bakışlarından belli oluyordu. Sayfaların arasında birkaç siyah-beyaz fotoğraf buldu. Ahmet Tuna ülkenin ileri gelen işadamlarıyla el sıkışıyor, otomobilinde telefonla konuşuyor, tenis oynuyor, yemek yiyor, metresiyle sevişiyor, çocuklarıyla oynuyor, yürüyor… Kemal Bey’in onu yakın takibe aldığı belli oluyordu. Bu fotoğraflar normaldi, can sıkıcı bir durum yoktu. Sonraki fotoğraf-
14 Tuna Balığı Operasyonu
lar ise biraz sakıncalıydı. Tuna birkaç mafya babası ile yemek yiyor, bir CIA ajanıyla sohbet ediyor, kirli geçmişe sahip bir aşiret reisinin düğününde… Ardından belgeler başlıyordu. Çekler, banka dekontları, hesap özetleri… Mert fotoğrafları, belgeleri inceledi. Neler döndüğünü tam anlayamadı ama kafasında şekillenmişti. Şimdi Kemal Bey’in notlarını okuyordu. Okudukça gözleri büyüyordu. Bu ülkede neler dönüyordu böyle? *** Abdullah Ahmet Tuna parti binasından içeri girdiğinde oldukça neşeli görünüyordu. Büyük gülücüklerle partilileri selamlıyordu odasına doğru yürürken. Genel seçimlere yalnızca birkaç hafta kalmıştı ve anketler rakiplerini geride bırakacağını işaret ediyordu. Mükemmel bir seçim kampanyası yürütmüş, halkın sempatisini kazanmıştı. Partinin tek başına iktidara gelmesi ve kendisinin Türkiye Cumhuriyeti başbakanı olmasına artık neredeyse kesin gözüyle bakılıyordu. Enerji doluydu. Kapıyı açıp, odasına girmeden önce sekreterinden sade bir kahve istedi. Odasına girip, cep telefonunu çıkardı. Telefonunda kayıtlı olmayan bir numarayı tuşladı. “Merhaba Mustafa Bey, nasılsınız?... Teşekkür ederim… Kampanyam için bir miktar daha paraya ihtiyacım var… Elbette istekleriniz, başbakan olduğum takdirde karşılanacaktır. Ancak toplumun hafızasındaki illegal imajınız bunları tamamen gizli kılmamızı gerektiriyor… Hayır, bu dediğinizi benim yapabilmem imkânsız, Amerikalı dostlarım yardımcı olacaktır... Peki, ben de yapabileceğim kadarının karşılığını bekliyorum zaten… Size de.” Telefonu kapatıp deri koltuğun üzerine fırlattı, “Lanet mafya babaları.” *** “Bu adam resmen kampanya parasını mafyadan karşılıyor,” dedi Mert dosyayı kapatırken. “Hem de inanılmaz vaatler karşılığında.” Şaşkın olduğu kadar sinirliydi. Kendisini bildi bileli uğruna savaştığı ülke böyle bir adamın ellerine mi teslim ediliyordu? Yine de Mert, eğitimli bir MİT ajanı olarak sinirlerini kontrol etmesini bilirdi. Kemal Bey’e döndü. “Yalnızca mafya değil,” dedi Kemal Bey, “Abdullah Tuna o koltuk için bu ülkeyi satacak. Bu adamın önü kesilmeli. Ancak çok güçlü dostları var. Medya elinde, işadamları sayesinde parası çok, mafya sayesinde silahlı gücü var ve CIA sayesinde sözü her yerde geçer. Bu adamı alt etmenin tek bir yolu var Mert.” Mert’in önüne başka bir dosya uzattı. Mert bir süre dosyayı inceledi. “Yalnız bu oyun, çok tehlikeli bir oyun. Amerika’yı karşımıza alacağız. Ve onlar affetmezler.” Mert’in gözlerinde şüphe yoktu:
“Öyleyse, Tuna Balığı Operasyonu başlamıştır efendim.” ***
Tuna Balığı Operasyonu 15
“Nasıl görünüyorum?” Abdullah Ahmet Tuna hiçbir zaman yanından ayrılmayan sekreterine sordu.
“Mükemmel efendim,” diye karşılık verdi sekreteri.
Ahmet Tuna kravatını düzeltti, ceketini çekiştirdi, derin bir nefes alıp kurulan sahneye adımını attı. Yüzünde kocaman, pırıl pırıl, mükemmel bir gülücükle kürsüye doğru hızlı adımlarla yürüdü. Meydan öyle kalabalıktı ki, insanlar biraz daha yaklaşabilmek için birbirlerini eziyorlardı. Elini sallayarak halkını selamladı. Bir türlü konuşmaya başlayamıyor, bu sevgi selinin tadını çıkarıyordu. İnsanlar “Başbakan” diye slogan atmaya başlamışlardı bile. Seçmenleriyle göz teması kuruyor, teker teker teşekkür ediyordu bakışlarıyla. Geniş alnının ortasında küçük, kırmızı bir nokta belirdi ve Abdullah Ahmet Tuna yere yığıldı. Ortalık birden karıştı. İnsanlar artık gerçekten birbirlerini eziyorlardı, ancak korkudan. Herkes kaçıp bir yerlere saklanmaya çalışıyordu. Sahnedeki, sahne arkasındaki partililer çevik kuvvetin oluşturduğu güvenlik koridorundan geçerek zırhlı araçlarına ilerliyorlardı. Kadınlar ve çocuklar ağlıyordu. Cehennem gibiydi. Kürsünün tam karşısında, yaklaşık yarım kilometre ötedeki otel odasının penceresinde Mert, keskin nişancı tüfeğini toplayıp çantasına yerleştirdi. Odasından çıkıp koridorda yürürken, karşıdan gelen polisleri gördü. Arkasını dönüp koridorun sonundaki pencereye koştu, pencereden çıkıp inşaat halindeki karşı binanın önünde kurulmuş iskeleye atladı. Diğer binaya girip koridorunda koşmaya başladı. Binanın arka kapısından çıkınca bir polis memuruyla göz göze geldi. Ani bir hareketle polisin bileğini sırtına dayadı, bir eliyle de polisin belindeki silahı alıp ensesine dayadı. Kulağına eğilip “Özür dilerim,” diye fısıldadı, silah patladı. Koşarak uzaklaştı. Kemal Bey ile kararlaştırdıkları yerde buluştular. Kemal Bey gururluydu. Mert içinse yalnızca başka bir görevdi. Artık ikisi de teşkilatta çalışmaya devam edemezlerdi. Tuna Balığı Operasyonu yalnızca ikisinin arasında kalacaktı. Kemal Bey emekli olacak, Mert de ülkeden uzaklaşacaktı. Öyle de oldu. ***
Mert İsviçre’de bir dağ evinde yaşamaya başladı. Adını değiştirdi. Yalnız başına yaşlandı.
Kemal Bey de emekli oldu. Adını değiştirdi. Ancak yaşadıkları onu paranoyaklaştırdı. Yakalanma korkusuyla hiçbir şehirde yaşayamaz oldu. Sonra bir gece, kaldırımda bir sarhoş boğazı kesilerek öldürüldü. Ertesi gün gazetelerde aynı manşet vardı: “Eski MİT Ajanı Kemal Kırdar Öldürüldü!” Yazan: Hakan Günay AYDINOĞLU İllüstrasyon: Celalettin CEYLAN http://robocat58.deviantart.com/
16 Il Divo
IL DIVO
Bir Demokrasi Masalı… Giulio Andreotti’nin hayat hikâyesi aslında “kötü” anlamda bir peri masalını andırıyor. 2. Dünya Savaşı’ndan sonra milletvekili olarak girdiği mecliste, daha sonra hükümet sekreterliğinden İç İşleri Bakanlığı, Savunma Bakanlığı, Dış İşleri Bakanlığı derken Başbakanlık görevine kadar yükselen ve İtalyan siyasi tarihine damgasını vuran Andreotti; en alttan başlayarak en yukarıya kadar çıkarak bir anlamda demokrasinin eksikliklerinden de çok iyi faydalanmış bir siyaset adamı. Savaş sonrası oluşan çöküntü ve kargaşa ortamından yararlanarak iktidara gelen, iktidardayken başta mafya olmak üzere pek çok “kirli” ve yasadışı bağlantıyla iktidarını mutlaklaştıran, muhaliflerini faili meçhul ölümlerle susturan Andreotti, bu yanıyla da demokrasiyle kazandığı gücü yasadışı yollarla da olsa pekiştiren, demokrasiye “saygılı” bir devlet adamı portresi çiziyor. Tarih sahnesinde başta Hitler ve Mussolini olmak üzere pek çok önemli devlet adamı gibi seçimle başa gelen ve yine seçimle iktidarını devam ettiren Andreotti’yi yargılarken bu yüzden dikkatli olmamız gerekiyor. Sonuçta iktidara gelirken de, yedi kez üst üste mecliste görev alırken de halk tarafından seçilmiş bir adamdan bahsediyoruz. Yönetmen Paolo Sorrentino da Andreotti’nin 1980–90 arasındaki dönemini ekrana yansıtırken; demokrasiyle seçilen ve “zorbaca” dahi olsa uzun yıllar ülkeyi yöneten bir devlet adamına duyduğu “derin” saygıyı gizlemiyor. Bugün Amerika’da olduğu gibi bir korku kültürü yaratarak, hem siyasi arenadaki rakiplerini hem de medyadaki karşıtlarını susturup ülkesini uzun yıllar
Il Divo 17
yöneten bu önemli devlet adamına Sorrentino da Andreotti’nin rakipleri gibi saygılı ve ölçülü bir şekilde yaklaşıyor. Hıristiyan Demokrat Parti’nin uzun yıllar süren iktidarında üç kez Başbakanlık görevinde bulunan Andreotti’nin bakış açısından ilerleyen film, hiçbir zaman yasal olarak kanıtlanamayan çıkar ilişkileri ve faili meçhul cinayetler üzerinden bizleri Andreotti’nin iç dünyasına doğru bir yolculuğa çıkarıyor. Bu yolculuk sırasında yönetmen, Andreotti’nin mafya, bankacılar, iş adamları ve medya mensupları arasındaki ilişkilerini birer birer açıklarken; bir yandan da Andreotti’nin yalnızlığını ve vicdani hesaplaşmalarını da ekrana yansıtıyor. İşte bu noktada, filmde ciddi bir etik sorun gündeme geliyor. İtalya’da sık sık Sezar’la mukayese edilen ve Sezar’a verilen “tanrısal güç” anlamında kullanılan “Il Divo” lakabıyla anılan Andreotti’nin yaptıklarına karşılık aslında en büyük cezayı yalnız kalarak ödediği gibi bir izlenim oluşuyor. Her ne kadar bütün davalardan bir şekilde aklansa da, arkasında yüzlerce “açıklanamayan” olay bırakan Andreotti’nin sistemin zaaflarından yararlanarak istediğini yapması ve yaptıklarına bir kılıf uydurması, bir şekilde onun ne kadar zeki ve becerikli biri olduğuyla geçiştiriliyor. Andreotti’nin ne kadar zorba bir devlet adamı olduğunu kabul eden ve bütün çıkar ilişkilerini açık eden yönetmen, son kertede bizleri de insan olarak Andreotti’nin durumuyla bir özdeşleşme içine girmeye zorluyor. Dinamik kamerası, bol kesmeli video klip estetiğindeki mizansenleri, sıçramalı kurgusu ve hikayenin dramatik yanını vurgulayan yerinde müzik seçimleriyle Andreotti hükümetinin yaptığı yasadışı faaliyetleri çarpıcı bir şekilde açıklayan yönetmen, buna karşılık dramatik olarak da seyircileri Andreotti’nin aslında acınası bir halde olduğuna inandırmaya çalışıyor. Son derece çarpıcı ve stilize anlatımıyla göz dolduran Il Divo, yönetmen Sorrentino’nun Andreotti’ye yaklaşımı ve derin saygısı yüzünden etik olarak sorunlu bir yerde duruyor. Bu filmin kahramanı Andreotti değil de, Mussolini olsaydı belki ortalık ayağa kalkardı. Ama başkahramanın hiçbir zaman bir suçtan dolayı hüküm giymemesi Il Divo’nun bir yerde etik olarak tartışılmasını da zorlaştırıyor. Buna rağmen, yönetmen Sorrentino’nun Andreotti’ye olan saygılı yaklaşımı tartışılması gereken bir husus olarak önümüzde duruyor. Yazan: Barış SAYDAM http://avrupasinemasi.blogspot.com/
Zabkaf 25
ZABKAF Oğuzhan Özbay, Zabkaf Ouzalm ile ilk fantastik roman denemesini yapmış oldu. Sınırlı sayıda hazırlanan özel baskıyı sadece yazara mail yolu ile ulaşarak edinebiliyorsunuz. Şimdi yazarının kaleminden Zabkaf Ouzalm’in nasıl ortaya çıktığını okuyalım… 2004 yılında LingOyn adındaki oyunumuzu yayınlamaya başladığımızda oyun için bir senaryo geliştirme gereği duyduk. Böylece Elflerin koruduğu İsrafil’in nefesinin çalınmasından ve ondan başka birisi tarafından kullanılmasından ötürü lanete sürüklenen Lingorya diyarı ortaya çıktı. Daha sonrasında da oyunumuzun ismi Lingorya oldu. Lingorya büyük savaşlar görmüş ve lanetle birlikte bu gördüklerini katmerleştirmiş bir diyardı. Lanet; bir kişinin ölmesine fail olmuş her kim varsa kendini öldürmedikçe huzura ulaşamamasıydı. Öldürüldüklerinde ise Quaf denilen bir kara parçasına gidip, ertesi gün olup yeniden dirilene kadar büyük acılar, korkular ve pişmanlıklar çekeceklerdi. İşte o senaryo zamanla dallandı budaklandı ve ana senaryo olmaktan çıkıp büyüyen ağacın bir dalı oldu. Orada Ouzalm Hayâlemi ortaya çıktı. Bütün kâinatı etkileyen bir olaylar zinciri yaradılışın başlangıcı, amacı ve tabii nihayeti yeniden kurulumu bu hayâlem içinde ele alındı. Kitapta da bunların birçoğuna değinildi ve takip eden kitaplarda da değinilecek. 4 çeyrekte 32 evrenden oluşan kâinatın süregelimini yani kaderi değiştirecek güçte bir araştırma, bilinen uzayın jandarmalığını yapan saranların bir gemisinde Dr. Harbinz tarafından yürütülüyordu. Bu çalışma ortaya ZABKAF’ı çıkardı. Yani zaman boyut kâşifi Ouzalm’i… Zabkaf ’ın ruhu hissedilen zamanın ve boyutun ötesinden çekilmişti. Zabkaf lanete tabi bir ruhtu, bu sebepten aynı yolla çekilen diğer ruhlardan bütünlüğünü daha iyi korumuştu ve bunu uzun yıllar boyunca sürdürmüştü. Bu da onu özel ve tek olan yapıyordu yani saran dilinde Ouzalm. Ouzalm’in üzerinde uygulanan bir takım çalışmalar ve düzey atlamalar sonucu Zabkaf ortaya çıktığında buraya kadar bilim kurgu şeklinde gelen kitap bir anda fantastik bir hikâyeye doğru kaymaya başlamaktadır. Kitabın başında karşımıza çıkan bir diğer karakter ise eski bir savaş gemisi pilotu saran olan Natuzk. Kumarbaz, biraz ödlek ama iyi bir lider vasfı taşıyan bir adamdır Natuzk. Lakin saranlara değil, uzayın bir başka baskın türü olan caller adına çalışmaktadır. Caller istilacı, sömürücü bir tür ve üzerine yaratıldıkları gezegenleri helake uğradıktan sonra uzayda gemilerle dolaşan gezginlerdir. Saranlar ise onlara engel olmaya çalışan uzayda bir düzen ortamı sağlamaya çalışan ve gezegenlerini tükettiklerinde başka gezegenleri arayıp oralara caller gibi değil başka anlaşmalarla yerleşen türdür. Bu iki türün arasındaki çekişme Zabkaf projesini de etkileyecektir. Kitap fantastik boyuta geçtiğinde Lingorya ve Antaryon diyarlarında devam etmektedir. Lingorya, elflerin nefesi korumaları için yerleştirildikleri bir diyardır ama sonrasında gelişen olaylarla diyar birçok başka türü barındıran bir yer olmuştur. Bunlardan biri de insanlardır. İnsanlar ise dünyadan gelmişlerdir ve Osmanlı askerleri yani sonradan Silm olarak anılanlar ve haçlı askerleri yani sonradan Nasran diye anılanlar olarak iki kutupta yer almaktadırlar. İnsanların diğer türlere göre daha çabuk çoğalmaları ve yayılmaları sonucu Lingorya’nın doğusunda Akiseif ve Malatia adında iki büyük insan şehri oluşmuştur. Kitapta şu an itibari ile işleyen zaman dünyanın bugünkü zamanıyla eşdeğerdir. Yani insanların Lingorya’ya varmasından bu yana 6–7 yüzyıl geçmiştir. Lakin Lingorya’da dünyadaki gibi bir gelişim olmamıştır çünkü bu topraklarda büyü hâkimdir. Zaten Ouzalm hayâleminde dünya çok ön planda değildir; insanların geldiği yer olarak bilinmektedir. Bir de geriye kalan, son
Zabkaf 27
kanaylardan Aunsorm_Gul’un yine bir kanay olan Ra_Zodrua ile savaştığı ve Ra’nın harmanlayarak oluşturduğu türlere ev sahipliği yapmaktadır – sonradan bu türler Antaryon’a taşınmış olsa da. Kanayyillilerin yani kanayların büyü ile tanışmasının üzerinden geçen uzun zamanın savaş bilmeyen bu halkı helake sürüklemesinden sonra; geriye kalan 13 gezgin diye anılan kanayların 4’ü Lingorya, Antaryon, Dünya ve Dünya’nın paralel gezegeni olan Aynudus’a kapı ile ulaşmıştır. İşte bu kanayların diyarlar üzerinde büyük etkileri olmuştur ve büyüyü ilk öğrenen onlar olduğu için büyüyü öğreten de onlar olmuşlardır. Yani sonuç olarak bu diyarların kader bardakları o kadar olayla çalkalanmıştır ki içinde yaşanların bunlardan etkilenmemesi düşünülemezdir. Zabkaf bu ve bunların dışındaki birçok olayın nasıl meydana geldiğini ve hepsinin arasındaki bağları ortaya çıkarıp gizem içerisinde bir kat daha gizem meydana getirmeyi amaçlamıştır. Kitabı okuduğunuzda bir tasvir yığınıyla değil olay yığınıyla karşılaşacaksınız. Yani sizi sıkacak şekilde bir odayı üç sayfada anlatma gereği duymadık ki yapabilirdik ama o zaman bu kitap asla bitmezdi. Çünkü kitabın başı ile sonu arasında çok büyük fark var. Nerden başlayıp nereye geldiğinizi ve bunların nasıl da kitap içinde birbiri ile tutarlı bir şekilde meydana geldiğini gördüğünüzde bu kitabın devamının da olduğunu anlıyorsunuz. Yani her şeyi bir noktada birleştirmeyi başardığımızda bir sonraki kitabın başlayacağı yere gelmiş oluyoruz. İblisin Vârisi Veczhun, insanların kıyameti ile ettiği yeminin gereği olarak cehenneme gidecek olan şeytanın yerine geçecek olan Veczhun’u anlatacaktır. Bunların hepsinin ise temelini attığımız Zabkaf kitabındaki diyarlarla büyük ilgisi vardır. Yalnız Veczhun bir son olmayacaktır. Ardından zaman makinesinin mucidi ve ilk ölümsüz kanay ve hatta geriye kalan son kanaylardan Artugh’un bu senaryoya direkt olarak dâhil olmasını ve kadere olan etkisini ele alacağız. Bu kitaplar Ouzalm Hayâlemini tamamı ile açıkladığında tümden gelim yöntemi ile artık özel hikâyelere ağırlık vereceğiz. Olayları derinlemesine işleyeceğiz ve bu diyarlarımızda yer alan güçlü karakterlerin çevresinde meydana gelen olayları anlatacağız. Örneğin; Antaryon diyarında 11 tane assav yani aynı fikri savunan insanların kurmuş oldukları birlikler vardır. Bu kitapta ise sadece iki tanesinin üzerinde durulmuştur. Diğerlerinin neredeyse adı dahi geçmemiştir. Oysaki hem Antaryon’da hem Lingorya’da daha özele inince çok çeşitli olaylar yaşanmaktadır. İşte zaman ve kader bize de el verirse bütün bunları sırasıyla gerçekleştirip sizlere sunmak istiyoruz. Türkiye’de bilim kurgu ve fantastik edebiyat adına yapılan çalışmaların yayınevlerince kabul görmemesi ve hatta okunmaması yüzünden insanların üzerinde bu ülkede bu işin yapılamayacağı kanısı hâkimdir. Bunu kırmak benim elimde olmadı yayınevi bendini delemedim, kitabımı ellerine okumaları için verdiklerinde sanki kendi işleri bu değilmiş de zorla kitabı konuyla alakasız bir arkadaşa okutuyormuş muamelesi gördüm. Yılmamak içten değildi ama benden kitap bekleyen sitemde – evet, sitem de ediyorlardı – onlarca üyem vardı. Bu sebepten şimdilik özel basım olarak bu işe giriştik ve kalın kapaklı, dikişli, el yapımı kitaplar bastırıyoruz. İlgilenen arkadaşlara kitabı ulaştırmak ve hiç değilse bir kesimin böyle bir hayâlem olduğundan haberdar olmasını istiyoruz. Eğer ki birileri “Ne yazmış adam; nerden bu kadar şeyi düşünmüş helal olsun,” diyorsa bu yeterlidir. Genç yazarların yayınevinde sahibi amcası, dayısı ya da matbaacı babası olmadan bu işleri yapabileceği ve geniş kitlelere ulaşabileceği bir Türkiye hayali kuruyoruz. Lakin her hayal ettiğimiz şeyin de kitabını yazmıyoruz, o kadar da fantastik olunmaz. Hayal kurmaktan vazgeçmeyelim bizi var eden enerjimizi faal tutmanın en güzel yolu budur… “Bilim ve fantastik kurgu ile ilgilenen arkadaşlar kitap ile de ilgilenirlerse zabkaf@yahoo.com adresine sipariş gönderebilirler.” Yazan: Oğuzhan ÖZBAY
28 Mektupların Yazıldığı Yer
MEKTUPLARIN YAZILDIĞI YER İlk mektup geleli altmış yılı geçti. 5 kuruşluk pulla şehir içi yollanmıştı. Şaşkınlığım bayağı dallı budaklı olmuştu. Çünkü mektup en gizli fikirlerimi, kimseye anlatmadığım ayrıntıları, birkaç naçiz sırrımı bilen biri tarafından yazılmıştı. Benmişim gibi davranıyordu. Benden ve kendinden biz diye söz ediyordu. O zamandan bu yana tam 114 mektup yolladı. Tek bir kez bana sen ya da siz diye hitap etmedi. Adımı hiç kullanmadı. Kendi adını da. İmza falan da atmadı. İlk mektup Beşiktaş postanesinden yollanmıştı. O sıralarda Kurtuluş’ta Sopalı Hüsnü sokakta oturmaktaydık. Sekiz yaşındaydım. Okuma yazmayı yeni sökmüştüm. Annem sana bir mektup geldi deyince çok şaşırmıştım. 1948 yılıydı. Babama bile ayda bir mektup ya gelirdi ya gelmezdi. Zarfın üzerinde Ziya Antepli yani benim adım yazmaktaydı. Annem benden çok merak etmişti. Zarfı kenardan yırtmamı sabırsızlıkla izliyordu. Biz artık Fuat ve Emine ile konuşmayalım. Biraz küselim. Yalan söylediler. Sınıftaki vazoyu biz kırmamıştık. Bir de artık sarı bilye almayalım. Uğursuzluk getiriyor. Maviler ve lacivertler daha ehven. Cumartesi günü Ethem amcamız gelecek. Bize çikolata getirecek. Otomobiline binip gezeceğiz. Dondurmadan karnımız ağrıyacak, ama çok değil. O sırada evimizde telefon yoktu. Ethem amcamın geleceğini annem bile bilmiyordu. Okuldaki vazo işini de anlatmamıştım. Zarfın üzerindeki pul gerçekti. Damga da öyle. Cumartesi günü Ethem amcam, karısı ve yaşıtım olan kuzenimle birlikte çıkıp gelince apışıp kalmıştık. Mektubu Ethem amcam atamazdı. Çünkü Bursa’da oturuyordu. Ne Fuat’ı, Emine’yi, ne de uğursuz sarı bilyeleri bilebilirdi. Çok dondurma yemekten ötürü karnımın ağrıyacağını da. Sonradan annemle saatlerce bu konu üzerine konuşup durmuş, ama bir sonuca varamamıştık. Mektuplar düzensiz aralıklarla bugüne kadar sürdü. Önce babam, sonra annem bu dünyadan göçtüler. Makine mühendisi oldum. Bir firmada iş buldum. Evlendim. Bir oğlum oldu. O büyüdü. Şu anda Ottawa’da yaşıyor. Evli. Üç çocuğu var. İki yılda bir gelir beni görmeye. Annesi beş yıl önce beyin kanamasından vefat etti. Misafirlikteydi. En yakın arkadaşı arayıp haber vermişti. Artık emekliyim. Oğlum yurtdışına gidip yerleşince Kurtuluş’ta bir süredir boş tuttuğum baba evini satıp, Semra’yla evlendiğimizde taşındığımız Afet çıkmazındaki bu daireyi satın aldım. Sokağın ismi başka. Köşedeki Afet apartmanı nedeniyle semt sakinleri arasındaki lakabı Afet çıkmazıdır. Bu dairede geçen yıl bir ay arayla iki kez kalp krizi geçirdim, ama nefes alıyor kalmayı başardım. Şimdi ilaçlarla, doktor bakımıyla ve dostlarla sohbet ederek yaşamaya devam ediyorum. Mektuplar yeni adresimde de beni bulmaya devam etti. İyice seyrekleşmişti. Bu sabah hep-
Mektupların Yazıldığı Yer 29
sini yeniden tanzim ettiğim için kesin biliyorum. Son beş yıl içinde sadece altı mektup aldım. Sonuncu bu sabah geldi. Başka mektup gelmeyecek artık. Çünkü gizemli, sırlı mırlı mektupçum beni buluşmaya davet etti. Yarından sonra, yani Pazar günü gel beni pazarda bul. Öğle üzeri iki gibi falan. Hava azıcık yağışlı olacak, ama şemsiye gereksiz. Kafandan endişeli düşünceleri yelpazele. Öyle gel. Gel ve gör beni artık. Ne kadar heyecanlandığımı hayal edebilirsiniz. Ömrüm boyunca bana mektup yollayan, beynimin en derinliklerindeki düşünceleri bilen, yakın gelecekten haberler veren kimseyi sonunda görebilecektim. Onu bulmak için neler yaptım bilseniz. Önce annem, sonra karım yardımcım oldular. Mektuplara elle dokunmuyor, yazılanları okumuyor olsalar delirdiğimi sanabilirlerdi. Mektupçu dostumun yakın gelecek bildirileri daima doğru çıkıyordu. En çok bu nedenle onlar da yazarı merak ederek ölüp gittiler. Veteriner olan babamın yaklaşımı farklıydı. “Bir iki mektubu okumadan yırt at. Yenisi gelmez göreceksin.” Dışarıdan itiraz etmeme rağmen içimden ona hak vermekteydim. Merakım mıknatıs, gelen mektuplar demir tozlarıydı. Mektupları yazanı bulmak için bir ara postanede çalışan bir arkadaşımı görevlendirdim. Adam araştırdı. Bir ipucu bulamadı. O sıralarda postaneye gelenleri gözleyen kameralar yoktu. Oradan bir sonuç alamadım. Yazı karakterlerinden anlayan bir arkadaşıma ikimizin yazılarını kıyaslamasını rica ettim. Çünkü el yazılarımız da biraz benziyordu. O da L’leri benim gibi bol virajlı yapmaktaydı. Arkadaşım yazıların kesinlikle iki ayrı kimseye ait olduğunu bulguladı. Hayalci, romantik yanlarımız paraleldi. Ama diğeri daha dinamik, kararlı, idareci tipli bir el yazısına sahipti. Mektup hikâyesini annem, babam, oğlum ve karım Semra’dan başka kimseye anlatmadım. Açık delil olan pullu zarfları, benimkinden farklı el yazısını göstersem bile uzun vadede dalga geçilecek materyale dönüşeceklerdi. Bir de gizemi yayarsam seyrelecekti kaçınılmaz olarak. Bunu istemiyordum. Bu mektuplar, sıradan yakın gelecek uyarıları, yapılan şeylerin ikinci bir merci tarafından irdelenmesi falan bana bir çeşit moral olmaktaydı. Sorunlarla mücadelede, hızla değişen dünyaya akıl erdirmede, uyum sağlama yarışında eğilmeden, bükülmeden, kırılmadan tek parça kalmamı sağlamaktaydı. İnsan bazen kalabalığın içinde bile kendini yalnız hisseder. Ben öyle değildim. Elle tutulur kâğıtlar, üzerinde tarih basılı damgaların basılı olduğu zarflar tanığımdı ki, ben öyle değildim. Birinci olacak atı, en büyük ikramiyeyi kazanacak sayıyı söylemese de beni yakın gelecek için uyaran, düşüncelerimi en derinden paylaşan gizemli bir dosta sahiptim. Bundan birkaç yıl önce TekinsizX Öyküleri adlı bir kitap okumuştum. Orada Çiftil Olayı adlı uzun öyküde benim durumuma çok benzeyen bir olay anlatılmaktaydı. Finalde araştırıcı olağanüstü sonuçlara ulaşıyordu. Kitabın yazarına ulaşmayı denemedim. Google vasıtasıyla bunu yapmam çok kolaydı. Düşündüm ama uygulamadım. Çünkü o sırada hayal kırıklığına uğramaya hazır değildim. Sıradan yaşamlara müdahale sıradan olur. Cuma ve Cumartesi günleri vaktimin çoğunu evde geçirdim. Kütüphanemi tanzim ettim. Mektupları sakladığım kilidi olan kobalt mavisi renkli metal kutuyu getirip yemek masasının üze-
30 Mektupların Yazıldığı Yer
rine koydum. Zarfların geliş sırasına uygun sıralanıp sıralanmadıklarını kontrol ettim. Rastgele seçtiğim mektupları okudum. Çocukken aldıklarım açıkça bir çocuk tarafından yazılmıştı. Gençlik mektuplarım da genç bir havaya sahipti. Şimdilerde onun da yaşlandığını hissediyorum. Benim gibi el yazısı değişti. Gözleri iyi görmüyor belli. Yıllardır televizyon izlemiyorum. Bir ara televizyonu açtım. Kanallar arası kısa bir gezintinin ardından yine kapattım. Bana hitap eden bir şey kalmamıştı hipnoz kutusunda. Dünyanın çivisi çıkmıştı. Üzerimize bir sürü çekiç inip kalkmaktaydı. Bazı dostlarım arayıp halimi hatırımı sordular. Minnetle uzun konuşmalar icra ettim. Geceleri erken yatıp, sabahın ilk ışıklarında kalkarak uzun yürüyüşlere çıktım. İçimde mayalanan sabırsızlığı en iyi dost ahbap meclislerinde yatıştırabilirdim, ama bunu yaparsam mektupçumdan söz etmemem neredeyse imkânsızdı. Cep telefonumun aküsü bitince doldurmadım. Evde kaldım ve kendimi eskiden çok sevdiğim kitaplardan sayfalar okuyarak oyaladım. *** Hava gerçekten kapalı. Zaman zaman bir ahmakıslatan beliriyor ve çekilip gidiyor. Nisan başı için hava azıcık serin. Ayaklarım irademin dışında hızlı adımlar atıyor. Pazara elli metre kadar yaklaştım. Kalbim pırpır birkaç tanıdıkla selamlaştım. Eski dostum Selami karısıyla karşı kaldırımdan geçmekteydi. Görmezden geldim. Konuşmaya dalmışlardı. Beni fark etmediler. Sonunda semt pazarına girdim. Kalabalıktı. Çocukluğumdan beri pazara gitmeyi severim. Çok bir şey almadan öyle dolanıp durmak. Topraktan fışkırmış sebzelere dokunmak. Eve ayaklarına kara sular inmiş durumda dönmek. Bu defa farklı. Ne kan kırmızı domatesler, ne dipdiri maydanozlar, ne de hormonsuz küçük çileklerde gözüm. Mektupları yazanı nasıl tanıyabileceğimi düşünüyorum. O beni biliyor. Herhalde yanıma gelip kendini tanıştıracak. Nasıl biri acaba diye çok heyecanlanıyorum. Kalbim bayağı hızlı atıyor. Elimde değil. Çok olağanüstü yeteneklere sahip biri olmalı. Bir cins medyum belki. Düşüncelerimi okuyabiliyor ve yaptığım işlerin bilgisinin en küçük ayrıntısına vakıf. Annem ve karım bu mektupları yazanın kutlu bir kimse, nebi cinsinden biri olabileceğini defalarca ima ettiler. Aralarında bunu konuşuyorlardı şüphesiz. Böyle olağanüstü biri neden benim gibi sıradan birini muhatap seçsin? Herkes seçilmiş olmak ister. Ama buna bir neden de duymak ister. Bu nedeni hiçbir zaman bulamadım. Hiçbir özelliğim diğer insanlardan aşırı farklı değildi. Sıradan bir makine mühendisiydim. Aynı firmada 32 yıl çalışıp emekli oldum. Oğlum 18 yaşında öğrenim için Kanada’ya gitti ve oraya yerleşti. Babam, annem ve karım anlı şanlı ölüm köprüsünden geçip gidince yalnız kaldım. Allahtan hatırşinas dostlarım vardı. Ve de bu mektupların yazarı tabii. “Anne, anne bak. Şu amcadan iki tane var.” Sarı pantolonlu, lacivert yağmurluklu beş yaşlarındaki siyah kıvırcık saçlı çocuğun eliyle işaret ettiği yerdeydi mektupları yazan. İkizim değildi. Bana epey benzediği söylenebilirdi. Orta boy, bembeyaz gür saçlı büyükçe bir kafa, iri gözler, dar omuzlar, boyla orantılı uzun bacaklar. Kıyafe-
Mektupların Yazıldığı Yer 31
timiz de tıpa tıp aynı değildi, ama bir paralellik vardı. O koyu lacivert, ben siyah pantolonluydum. İkimiz de krem renginin tonlarında ince pardösüler giymiştik. O uçuk mavi, ben eflatun gömlek giymiştim. Ayakkabılarımız modelleri farklı olmakla birlikte siyahtı. Çocuğun annesi etrafına bakındı. Gözleri beni taradı geçti. Çocuğun işaret ettiği benzerliği fark etmişe benzemiyordu. “Hani nerede?” “Orada.” Kadın tekrar çocuğun işaret ettiği yere bakıp başını salladı. Görmüyordu. “İyi. Sonra tekrar şey yaparız. Haydi, elimizdekileri arabaya götürelim.” Kadın ve çocuk torbaları yüklenmiş giderlerken çocuk başını çevirip bana baktı ve gülümsedi. İçimden bir ses çocuğun benimkine benzer mektuplar almasına ramak kaldığını söyledi. Onunkiler elektronik postayla gelecekti herhalde. “Gönlünüzden ne koparsa. Şu ama fakire bir sadaka.” Hemen sağımda çocukluk zamanlarımdan fırlamış gibi duran siyah elbiseli, kara güneş gözlüklü, sol kolunda sarı bandrol olan dilenciyi görünce yeterince şaşıramadım. Pazaryeri pek şenlikliydi bugün. Hemen cüzdanıma davrandım ve adamın elinde tuttuğu pirinç kutuya bir lira attım. Metal yüzeydeki çınlama üzerine adam başını bana çevirdi. “Bir kapıda iki dilenci olmaz, ama iki kapı bir dilenciye iyi gelir bayım. Allah sizden gani gani razı olsun.” Bu arada göz ucuyla krem rengi pardösülü adamın çıkışa doğru yürüdüğünü görmüştüm. Hemen o tarafa seğirttim. Önce koşup yetişip konuşmak istiyordum, ama adımlarımı yavaşlatıp onunkilerin hızına indirdim. Altmış yıl beklemiştim bu an için. Aceleye ne gerek vardı. Birlikte benim evimin yönüne yürüdük. Bir an hayalet olduğunu düşünmedim değil, ama gelip geçenler onu fark ediyorlardı. Yürürken hacmi diğer kimseleri hesaba almaya zorluyordu. Bedenlerin içinden geçip gitmiyordu yani. Bu arada sol ayağından bir sıkıntısı olduğunu fark ettim. Topallıyordu hafifçe. Birlikte Afet çıkmazına vardık. Şimdi ne olacaktı. Cebinde benim evimin anahtarını taşıyor olabilir miydi? Adam çıkmaz sokağa sapmadı, yoluna devam etti. Merakla ardından yürüdüm. Adımlarım istemeden hızlanmıştı yine. Kalbim yerinden çıkacak gibi atmaktaydı. Diğer köşede ağzım bir karış açık kaldım. Benimkine paralel bir Afet çıkmazı daha vardı. Tıpa tıp aynısı değildi. Geri dönüp baktım. Park etmiş araba sayısı farklıydı. Evlerin boyası ve yerdeki asfalta yapılan yamalar ve hatta başını kaldırıp baktığında binaların çerçevelediği gökyüzü. Her şey azıcık farklı olmakla beraber benzerlik müthişti. Apartman isimleri tıpatıp aynıydı. İkinci Afet çıkmazındaki Afet apartmanının kapısı aralıktı. Zillere baktım. 3. katın zil etiketi boştu. Bizimkinde benim adım yazılıydı. Mektupçum görünürlerde yoktu. Ayaklarım kendiliğinden merdivenlere yöneldi. Üçüncü kata vardığımda nefes nefese kalmıştım. Daire kapısı benimkinin tıpa tıp aynıydı, ama dışarı konmuş paspas farklıydı. Açık kahverengi ve hasırdan yapılmaydı. Ben asla öyle ucuz ve adi malzeme kullanmazdım.
32 Mektupların Yazıldığı Yer
Sağ elim zil düğmesine dokundu. Delirmediğimin, bütün bunları hayal etmediğimin tescili olacak şeylere bir an önce ulaşmak arzusundaydım. Huşudan hışır hışırdım da. Normali aşmışlığın çekim gücüyle yoğrulmaktaydım adeta. Kapıyı açan bir çocuktu. Muhatabımın torunuydu herhalde. “Ben... Şey...” “Gel içeri Ziya.” Beş altı yaşlarında bir çocuğun bana senli benli hitap etmesi garipti, ama bunu kafaya takacak durumda değildim. Eşiği geçiverdim. Benim eve çok benzeyen ama ufak tefek farklılıklar gösteren holden yürüdüm. Oturma odasından konuşma sesleri gelmekteydi. “Beni tanımadın değil mi Ziya?” Durup kısa pantolonlu, göğsü dondurma lekeli sarı tişörtlü çocuğa baktım. Senli benliliği boşuna değildi, ama kaynağını çıkaramıyordum. “Yaşar. Yaşar Benli. İlkokul birinci sınıfta aynı sırada oturuyorduk.” Derin bir şaşkınlıkla çocuğa baktım. Yaşar o yılın bitimine doğru bir araba kazasında ölmüştü. İyice sararmış ilkokul fotoğraflarında yan yana pozlarımız vardı. “Bu... Bu ne demek oluyor Yaşar?” Yaşar elimi tuttu ve “Gel,”dedi. Holün kapısını açtı. İçerisi bayağı kalabalıktı. Parti falan mı? Birden annemi, Semra’yı, uzun boylu biriyle hararetli hararetli konuşan babamı gördüm. Başkaları da vardı. Aralarında pazarda gördüğüm kimse yoktu. Ve de odadakiler benim varlığımı farkında değilmiş gibi yapmaktaydılar. Yaşar beni üzeri pastalar, poğaçalar, böreklerle yüklü masaya doğru götürdü. Gözlerimi görünümleri çeşitli yaş durumlarını aynı anda gösteren annemden, karımdan ve babamdan alamıyordum. Harıl harıl konuşmalarını anlamını sökemediğim bir gürültü gibi algılamaktaydım. Masada benim evde mektupları sakladığım metal kutunun tıpa tıp aynısı durmaktaydı. “Aç kapağını.” Yaşar elini çözmüştü benden. Biraz titreyen sağ elimle kobalt rengine boyalı kutunun kapağını açtım. İçinde sandığım gibi bendeki mektupların kopyaları ya da yazılmış ve yollanmamış olanları yoktu. Kutu boştu. Dibi de çok tanıdık bir yere pencere olmuştu. Bir sokak ötedeki evimin oturma odasını görüyordum. Koltukta oturuyordum. Pazara gitmek için giydiğim kıyafetim vardı üzerimde. Ayakkabımı ve pardösümü bile çıkarmamıştım. Başucumda da mektupçum durmaktaydı. Adamı profilden görüyordum. Benzerimdi, ama ikizim değildi. Başım garip bir şekilde sağ yana kaymıştı. Uyuma pozisyonu değildi. Birden ayıktım. Sıfırıncı ölüm yıldönümümü izlemekteydim. Cesedim o evdeydi. Birden evimin kapısını anahtarımla açtığım anı, göğsümdeki sızıyı hatırladım. Pazardan dönmüş ve en sonuncu kalp krizimi geçirmiştim. Yeni duruma geçiş kutlaması ise bu evde yapılacaktı. Mektupların yazıldığı yerde. Yazan: Sadık YEMNİ
Kovalamaca 33
KOVALAMACA New York Şehri’nde yaşamak zordur; hele ki sokaklarında yaşamak, inanın, daha da zor. Ama maalesef bu şehrin tüm sakinleri mutlu, huzurlu ve sıcak bir yuvaya sahip değil. Ben de bu bahtsızlardan biriyim. Üstelik son günlerde sürekli peşimde dolanan ve daima kaçmak zorunda olduğum birileri de var. Niçin beni kovaladıklarını da gayet iyi biliyorum; tek dertleri beni de diğerleri gibi boyunduruk altına alıp, bir yerlere kapatmak. Böylece şehri daha düzenli ve daha yaşanılır bir hale getirebileceklerini düşünüyorlar. Hâlbuki bilmem kaç milyonluk bu şehir, hepimize yeter… Ancak onlar, kendilerinden farklı olanların burada yaşamasına izin vermiyorlar! Onların işi mi daha zor, yoksa onlardan kaçmak zorunda olan benim mi, bunu ben de bilmiyorum. Fakat özgürlüğümü onlara teslim edecek kadar saf değilim. Elimden geldiğince, gücümün yettiğince, bacaklarım beni taşıyabildiği sürece kaçmaya devam edeceğim. Nihayetinde bu oyunda kimin galip gelebileceğini tahmin edemesem de onlar için asla kolay bir av olmayacağım. Şöyle ki, bu şehrin birbirinden farklı yapıdaki sokaklarını, kimi çöp, kimi yosun, kimi otantik yemek kokan mahallelerini en az onlar kadar iyi bilirim. Bir başka avantajımsa, doğduğum günden itibaren hayatta kalma mücadelesi veriyor olmam… Onlar teknolojinin tüm imkânlarından faydalanıyor olabilirler oysa ben, fiziksel anlamdan çok daha üstünüm. Zaten bu sayede ellerinden kaçabiliyorum. Gene de son zamanlarda beni daha da zorladıklarını itiraf etmem gerekir. Bugün öğleden sonra yaşadıklarımsa bunun en güzel örneğidir… *** Gelişmiş koku alabilme yeteneğim ve en ufak tıkırtıları bile duyabilen kulaklarım sayesinde izlenmekte olduğumu fark edebiliyorum. Ellerindeki tüm imkânlara rağmen benden korktuklarını da gayet iyi biliyorum. Ancak onlar hayal güçleri ve pejmürde görüntüm nedeniyle benden çekindikleri, hatta kimi zaman korktukları için – özellikle aralarına yeni katılanlar daha da tırsık oluyor – çevremde dolandıklarını kolayca belli ediyorlar. Çünkü vücutlarının salgıladığı adrenalinin kokusunu alabiliyorum. Oysa onların beni fark edebilmeleri için ille de görmeleri veya sesimi duymaları gerekiyor. Hatta kimi zaman bu bile bir işe yaramıyor; usulca arkalarından yanaşıp, avazım çıktığı kadar bağırdığımda öyle bir kokuyorlar ki, üzerime atılıp yakalamak yerine, koşarak benden uzaklaşmayı tercih ediyorlar. İşte bu gibi anlarda kendimi çok daha üstün ve yenilmez hissediyorum…
Kovalamaca 35
Onlar, dehşete kapılmış bir halde uzaklaşırken arkalarından bakıyor ve “Bunlar mı beni yakalayacaklar,” diye merak ediyorum. Fakat bugün beni epey zorladılar. Gene de bir defa daha kaçmayı başardım. *** Yaz mevsimi başlayalı henüz birkaç hafta olmasına rağmen, sıcaklık tüm ağırlığıyla şehrin üzerine çökmüştü. Hemşerilerim gibi ben de bundan rahatsızlık duysam da yaşantımı devam ettirebilmek için 17. Cadde’nin arka sokaklarında dolanıyor, fazla göze batmadan önüme çıkan çöp varillerini ve kuytu köşede kalmış siyah poşetleri didikliyordum. Kısacası, kendime yiyecek bir şeyler aramaktaydım. Ter içindeydim ve rutubetli New York Şehri’nde nefes almakta epey zorlanıyordum. İtiraf etmem gerekir ki benim gibiler için hiçbir şehir ideal yaşam ortamı olmamıştır. Ancak burada doğdum ve başka bir yerde nasıl yaşanabileceğini bilmiyorum. Saatlerdir devam eden açlığım her an tetikte olmam gerektiğini bana unutturmuş, kimi duyularımı zayıflatmıştı. Dolayısıyla, onların beni ablukaya alındığımı fark ettiğimde neredeyse yakalanmak üzereydim. Neyse ki yağlı ilmiği boynuma geçirmelerine ramak kalmışken, korkunç gerçeği idrak edebildim. “Kıstır şu pire torbasının boynundaki ipi George!” “Sakin ol Hank… Elimden gelenin en iyisini yapmaya çalışıyorum.” “Seni gidi uyuşuk serseri… Çabuk ol biraz!” Aptal adamların birbirleriyle didişmeleri sayesinde neler olduğunu anladım. Simsiyah başımı içine daldırdığım çöp torbasından süratle çıkardım. Geriye dönüp, sarı dişlerimi göstererek genizden bir hırlamayla karşılık verdim. Şaşırmışlardı ve bir an için duraksadılar. Uzunca bir süre böyle hareketsiz kalmayacaklarını, yeniden harekete geçeceklerini – özellikle adı Hank olan daha tecrübeli görevlinin – gayet iyi biliyordum. George’un üzerine doğru birkaç adım atıp, havladım. Adamın yüzü bir anda sarardı; beti benzi attı. Gülmemek için kendimi zorladım çünkü asıl sorunumu henüz çözebilmiş değildim. Çabucak bu heriflerin elinden kurtulmam gerekiyordu. Hemen Hank’in bulunmadığı yöne, sol tarafa dönüp, sokağın içine daldım. Hızla koşarak, yanlarında uzaklaştım. Bugün de “Sokak Hayvanlarını Tecrit Barınağı” memurlarından kaçmayı başarmıştım. Dudaklarımda sempatik bir gülümseme, kahverengi gözlerimde neşe vardı. Özgürlüğüne düşkün ve başıboş bir sokak köpeği daha ne isterdi ki? Yazan: Oğuz ÖZTEKER oguzozteker@yahoo.com İllüstrasyon: Altuğhan AYDINOĞLU
36 Nip/Tuck
NIP/TUCK Para, lüks, ihtişam, son model arabalar, marka giysiler ve mesleklerinin doruğunda iki yakışıklı estetik cerrahın çarpıcı hayatları… CNBC-e denince akla gelen ilk yapımlardan biri olan Nip/Tuck benimde en sevdiğim televizyon dizilerinden biridir. Bir filmin ya da dizinin içinde eğer iki başrol varsa zıt karakterler olmasına dikkat çekilmiştir her zaman. Bu yüzden olacak ki Christian Troy ( Julian Mc Mahon) çapkın, güzel kadınlarla birlikte olan gösterişli ve rahat bir hayata düşkün (ayrıca bir dönem kokain ve seks bağımlısı) Sean McNamara (Dylan Walsh)’ın ise evli 3 çocuk sahibi başını belaya sokmayı sevmeyen ciddi bir adamdır. Tabii her ne kadar düzgün olmaya çalışsa da ortağı sayesinde zaman zaman onunda başı belaya girmiyor değil. Dizi 4 sezondur CNBC-e ekranlarında devam ederken 5. sezonu e2 kanalında devam etti ve geçtiğimiz haftalarda sezon finaliyle yaklaşık bir sene kadar diziye ara verildi. Bana göre Nip/Tuck’ın bu kadar çok izlenme sebebi farklı olmanın sınırlarını aşması. Toplumun önünde olmayan gizli saklı kalmış, sıra dışı ne kadar dokunulmaya korkulan konu varsa orada sert bir dille işlenmiştir. Birde ameliyat sahnelerini izlemek için sağlam bir mideye sahip olmanız gerekiyor ki bu da diziye +18 izleyici sınırı koyuyor. Kliğine girersiniz ve ikilimiz size sorar “Bana kendinizde nerenizi beğenmediğinizi söyleyin.” İşte burada “Güzellik dünyanın lanetidir” felsefesi devreye giriyor. Gelenlerin daha genç daha güzel ya da beğenmedikleri yönlerinden kurtulmak için bıçak altına yatmaları o acıları o riski göze almaları psikolojisi güzelliğin aslında hırsla istenen bir lanet olduğunu ortaya koyuyor. Sean için her ne kadar düzgün bir adam desek de o da bazen tutkuların esiri olmuyor değil. Eşini aldatır. Bunların altında belki de Christian’ın geçmişte karısıyla birlikte olması Matt’in de onun oğlu olduğu ortaya çıkmasının da etkisi vardır. Sean, zaman zaman mesleğiyle ilgili tezatlardan dolayı psikolojik bunalımlara girer hayaller görmeye başlar. Tabii hiçbir zaman Christian kadar maceralı bir adam olmayacak duygusal tarafı hep daha baskın çıkacaktır. İleriki sezonlarda ise Julia bir lezbiyenle birlikteliğe başlayacak ve Sean ise onun kızının güzelliğiyle büyülenecek ama zamanla başına bela olacaktır. Nip/Tuck’ta bir karakterin hiçbir zaman elindekiyle yetinmediği de buradan anlamış oluyoruz.
Nip/Tuck 37
Genelde bizim izlediğimiz diziler zaman geçtikçe tadı artık kaçmaya başlar “Bu da sıktı artık be,” gibi cümleler kurarız mesela. Nip/tuck ta ise tam tersi. Konular her sezon boyu ve finallerinde öylesine ilerliyor ki şaşırtmaca ve ters köşe yapmalarında (ki ters köşeden bile fazlası olabiliyor zaman zaman) üstlerine yok. Christian ve Sean’ın yanında Sean ın eşi Julia sorunlu oğlu Matt (biyolojik babası Christian) Kliniğin anestezi uzmanı Liz Cruz (lezbiyen) Christian’ın uzatmalı sevgilisi Kimber gibi kemik bir kadronun dışında yan karakterler de başarılı bir şekilde dizide yer alıp izleyici kenetlemeyi başarıyor. Bence dizi en heyecanlı ve sürpriz finali 3. sezonda yapmıştır. Aralarına yeni bir ortak almayı düşünen ikilimiz Quentin adlı (biseksüel) estetik cerrah ile tanışırlar ve kararsız kaldıkları bu ilginç insanı aralarına alırlar. O dönem de polisin peşinde olduğu bir tür sapık türemiştir. Kod adı Oymacı olan (the Carver) bir katilden çok insanlara acı çektiren yüzlerine imzasını atıp bırakan esrarengiz birisidir. Ama yüzüne taktığı maske yüzünden kimse kim olduğunu bilemez. Christin’a de tecavüz etmiş ve kâbuslar görmesine neden olmuştur. Akla ilk Quentin gelse de dizinin içinde o da aynı kişiden yara alınca hedef değişmeye başlar. Aynı zamanda Carver’ın peşine düşen Ajan Kitt vardır. Sezon finali geldiğinde ise hani tabir-i caizse “nefesim kesildi” deriz ya işte tam anlamıyla nefessiz izledim. Finalde Carver maskesini çıkarır ve herkesin “Aslında tahmin etmiştim ya,” dediği Quentin, Christian ve Sean’ı klinikte bayıltarak bağlar. Sahne boyunca oymacı ikilimize bol bol edebiyat yapar ve en sonunda “Bir doktorun sahip olduğu en önemli şey nedir? Tabii ki elleri onsuz bir hiçtirler,” der ve Christian’a doğru yaklaşıp elindeki aletle kesecekken Sean büyük bir fedakârlıkla atlar “Onu bırak önce benden başla,” der ve tam o sırada Kitt belirir ve oymacıyı vurur. Sahne sonunda her şey tamam mutlu son derken. Morga giden birisi Quentin’i oradan çıkarır ölmemiştir ve sahne değiştiğinde ise Kitt ile oymacıyı İspanya’da havuz başında keyif yaparken görürüz bu ikili meğerse kardeşmiş. İkilimiz sonrasında Kitt ve Quentin ile ilgili araştırmalarında ve onun büyüdüğü kiliseden aldıkları bilgileri gözden geçirip parçalar birleştirdiklerinde ensest bir ilişki içinde olduklarını ortaya çıkarırlar.
38 Nip/Tuck
Amerika’da izlenme rekorları kıran diziye her sezon ünlü bir konuk oyuncu şeref verir. Hiç şüphesiz 4. sezonun konuğu diğerleri kadar dikkat çekmemiştir. Çünkü o yaklaşık 30 yıl önce insanları ekrana bağlayan Dallas dizisinin kötü adamı J.R Ewing yani Larry Hagman’dır. Dizide yaşlı zengin adam Burt Landou karakteriyle karşımıza çıktı. (Bu arada Larry Hagman, hâlâ oyunculuk ve yönetmenlik yapmaya devam etmektedir.) Burt Landou ve genç ve güzel eşi Michael (Sanaa Lathen) kliniğe ortak olmalarıyla yeni bir dönemin içine girerler. Christian tabii ki rahat durmayacak, bu güzel kadını etkilemeye çalışacak ve her zaman ki gibi başarılı olacaktır. Asıl dikkat çeken bir başka karakter (her sezonda bir kötü karakter olduğu gibi, 1. sezonda Escobar, 2. sezonda Ava, 3. sezonda Oymacı ve bu sezonun kötü karakteri) James ( Jacqueline Bisset) sürekli Michael’i tehdit edip duran hatta ona âşık bir lezbiyeni canlandırır. Dizide birkaç bölüm organ mafyası konusu işlenir. Kusursuz bir plan… Bir parti ortamı, hafif içkili bir erkek yanına yaklaşan güzel bir bayan biraz daha içki ve sonrasında kendini buzlu bir küvetin içinde bulan kurbanın eline yapıştırılmış bir telefon ve aynada bir not “911’i ara yoksa öleceksin.” Sezonun sonuna doğru anlıyoruz ki Michael daha önce James ile bir organ mafyasıyla birlikte çalışmışlar ve hatta bu işi yapan kurbanları bayıltıp ameliyat eden kişi de Michael’mış. James ise onu bu işe dönmesi için tehditler savuruyormuş. Ne yazık ki kendi sonunu hazırlayan James sonunda kafasına dayadığı silahla intihar eder. Christian ile Michael arasında ki yasak aşkı öğrenen Burt ise bir sürprizle bunu onlara açıklar ve değişik bir intikam planı hazırlar. Herkes “Acaba nasıl öğrendi? Hiç ipucu verilmedi,” derken bir ayrıntı gözden kaçar. Dizinin başında Christian, Wolper adlı bir terapiste gitmiştir ama Wolper ona âşıktı. Bu ilişkiyi bilen terapist Burt ile de görüşmektedir. Hipokrat yeminini kıskançlık uğruna bozar ve bu ilişkiyi Burt’a anlattığı sahne sonunda aralarındaki konuşma gösterilir ve her şey açığa çıkar.
Nip/Tuck 39
Finalde ise Christian Michael’dan ayrılır. Hatta daha fazlası Sean da artık ondan ayrılmak istediğini söylemiştir. Ortaklığı bitiren Sean, sezon finalinde Hollywood’da bir klinik açar, yalnız başına bir ameliyata girer. Hemşireye hastaya anestezi vermesini söyleyerek başını yukarı kaldıran Sean karşısında Christian’ı ameliyat kostümü ile görür. Her şey kaldığı yerden devam eder. Fakat Hollywood’da hayatın Miami’deki gibi olmadığını 5. sezonda çok daha iyi anlayacaklardır. Kanalın resmi sitesinin forumlarından takip ettiğim kadarıyla 6. sezonu Amerika’da Ocak 2010’da başlayacakmış. Türkiye’de Mart 2010 gibi başlatılması düşünülüyor. Bu da izleyenleri biraz bekletecek ama eminim dizinin yazarı ve yapımcısı Ryan Murpy beklettiğine değecek türde sürprizleri ve sıra dışılığıyla dolu bir sezonla diziyi sevenleriyle buluşturacaktır…
OYUNCULAR
Sean McNamara (Dylan Walsh) Orta yaşlarında bir plastik cerrah. En yakın arkadaşı Christian Troy ile birlikte McNamara/Troy isimli kliniği işletiyorlar. Julia ile evli ve 3 çocuk sahibi. Daha önce ayrılan çift sonra tekrar bir araya gelmiş ve 3. çocukları bu sırada olmuştur. Christian Troy ( Julian McMahon) Kadınlara ve kaliteli yaşama düşkün, orta yaşlarında ve aynı zamanda Matt McNamara’nın biyolojik babası. Julia McNamara (Joely Richardson) Sean McNamara’nın 18 yılık eşi, Matt McNamara, Annie McNamara ve Conor McNamara’nın annesi. Çocuklarını büyütmek amacıyla tıp eğitimini bıraktığından büyük pişmanlık duymaktadır. Hatta bu durum ilk evliliklerinin sonunda Sean’la aralarında ciddi sorunlara yol açmıştır. Matt McNamara (John Hensley) Sean ve Julia’nın genelde sorunlu oğulları. Biyolojik babası Christian Troy. Daha önce, operasyonla kadın olmuş bir erkeğe âşık olmuştur. Liz Cruz (Roma Maffia) McNamara/Troy’un anestezi uzmanı. 40 yaşlarında lezbiyen ve feminist. Kimber Henry (Kelly Carlson) Christian’ın zaman zaman birlikte olduğu sevgilisi. Evlenme aşamasına kadar gelip ayrılmışlardır. Eski bir model, porno yıldızı, uyuşturucu bağımlısı, porno yapımcısı, Kimber bunların hepsi. Christian bazen Kimber’a karşı ilgisizliğini o kadar ileri boyutlara taşımıştır ki, onu ilk sezonda başka bir plastik cerrah ile spor bir araba için takas etmeye kalkışmıştır. Kimber’ın Sean ile Sean’ın Julia’dan ayrıldığı dönemde kısa bir ilişkisi olmuştur. Yazan: Merve VERAL
40 Dead Snow
DEAD SNOW “FÜHRER”İ İLELEBET TAKİP EDENLER İskandinav sineması meğer ne meyilliymiş kurt adama, vampire, zombiye… Bunca vakittir saat ikide akşam yemeğine oturmaktan mütevellit yaşadıkları buhranı müziğe dökmek yetmemiş olsa gerek. El kamerasını kapan amatör sinemaya oradan da profesyonel mecralara atlamış. İyi de olmuş, zira şu son senelerde ummadığımız taşlar vasıtasıyla başımız yarıldı, güzel filmlere vakıf olduk, sevdik, eğlendik… “Dead Snow” isimli bu 2009 yapımı film de bir ummadık taş. “Evil Dead” kıvamında mavraya meyleden afişiyle ilgi çekici bir film “Dead Snow”. Ama mevzu burada kritik bir yol ayrımına geliyor: “Dead Snow”, bir korku parodisi olayım derken Zucker ekolünün başarısız takipçilerine mi katılacak yoksa hâlihazırda saygı duyduğu türe gönül borcunu ödeyip, kendi hikâyesini anlatan başlı başına bir film mi olacak? Senaryo, dağlarda bir bölgede kamp yapmaya giden bir grup Norveçli Tıp öğrencisinin çevresinde dönüyor. İkinci Dünya Savaşı’nda, Nazilerin Norveç’i işgali sırasında üs olarak kullanılan bu alan söylentilere göre birçok gizli hazine ve kalıntı bulundurmakta. Yine bir efsaneye göre bu bölge, yerel halkın Nazileri kovalayıp soğukta ölüme terk ettikleri yer. Naziler, ölmesine ölmüşler. Lakin geri de dönmeye hazırlar. Gençlerimiz kaldıkları kabinde bir miktar altın bulduklarında Naziler, ebedi dinlenme mekânlarından kalkıp hazinelerini geri istemekten hiç çekinmiyorlar. “Dead Snow” veya orijinal adıyla “Død Snø” ilk bakışta türün meraklıları için çok yüksek beklentiler oluşturabilecek bir film. Zira korku sinemasına komedi unsurunu göze batmayacak şekilde yedirebilecek yegâne insanlar yine korku sineması sevdalıları olabilir. “Dead Snow” da her haliyle korku sinemasına ve hatta genel anlamda sinemaya bağımlı kişilerin elinden çıktığı belli olan bir film. Yönetmen Tommy Wirkola, Norveç’te “Kill Buljo: The Movie” isimli Kill Bill parodisiyle kendisine kemik bir hayran kitlesi yaratmış görüldüğü kadarıyla. “Dead Snow” içinse yönetmenin “Pulp Fiction”ı denebilir. Film, başından sonuna kadar korku sinemasının barındırdığı tüm klişelere, taze bakış açıları getirip, aynı zamanda atalarına saygı duruşunda bulunmayı da ihmal
Dead Snow 41
etmiyor. Korkunç bir komedi filmi değil, komik bir korku filmi olduğunu her fırsatta belirtiyor ve mizah uğruna korkuyu ekarte etmemek için de elinden geleni yapıyor. Zombi kavramına getirdiği yenilikler de Nazi sıfatının gerektirdiği niteliklere bir gönderme gibi. Nazi Zombiler koşabiliyor, düşünebiliyor ve tek bir kelime de olsa konuşabiliyorlar. Bu niteliklerden olsa gerek, bu zombiler yeri geldiği zaman filme neşe katan bir unsur olup bir sonraki sahnede tir tir titremenize sebep olabiliyorlar. Aradaki dengeyi bu kadar başarılı bir şekilde koruması ve bir film olarak bütünlüğünü hiçbir zaman kaybetmemesi yaşayacağınız eğlenceyi kat be kat arttırıyor. Tabii ki “Dead Snow”un genel olarak türün meraklılarına hitap eden bir film olduğunu belirtmek lüzumsuz. Sadece zombi mevzusuna “Shaun of the Dead” tadında eğlenceli bir bakış açısı getirdiğini varsayarak izlemeye niyetlenen izleyiciyi uyarmak boynumuzun borcu. “Spaced” tayfasının kotardığı filmde de öyle her bünyenin kaldıramayacağı ölçüde vahşet vardı, fakat burada hakkında konuştuğumuz coğrafya ağır depresyonlara sebebiyet veren, en agresif ve saf death metal, doom metal gruplarına beşik olmuş, menşei farklı bir coğrafya. Bu sebepledir ki vahşet söz konusu olduğunda “Dead Snow” İngiliz muadilinden çok daha korku endeksli ve çok daha vahşi bir film. Ustalara saygı konusunda da ukalalık etmemek için elinden geleni yapmış Tommy Wirkola ve ekibi. Yapılan göndermeler bazen çok tanıdık bir sahnenin yeniden canlandırılmasından bazen de karakterlerin giydiği tişörtün baskısından fark edilebiliyor. Sam Raimi’nin veya Peter Jackson’ın son dönemlerdeki en büyük sinemacıların arasında yerlerini sağlamlaştırmadan önce çektikleri filmlere bir göz atınca hem Tommy Wirkola’nın hem de Norveç sinemasının nasıl cevherler barındırdığını kolaylıkla fark edebilirsiniz. Ustaları taklit etmeden, üzerine yeni şeyler ekleyerek kendi formülünü bulabilen sinemacılar yetişiyor dikkat çekmeyen diyarlarda. “Dead Snow” ilk başta belirttiğim yol ayrımında doğru yola sapıp, gaza basmış giden eğlenceli, korkunç ve aynı zamanda komik bir zombi filmi. Zombi müessesesini biraz daha güneyde mevzilenmiş, sanat düşkünü Avrupalı kuzenleri kadar ciddiye almadıkları aşikâr. Toplumsal mesaj veya insanlık üzerine söylem barındıran bir film değil. Belki de ben kalın kafalıyım bilemiyorum… Zombi filmlerinin Romero’dan sonra evrimleştiği yanlış yollardan sonra böyle taze ve eğlence vaat eden fikirlerin hayata geçmesi türün meraklıları tarafından sevinçle karşılanmalı ve her daim desteklenmeli şahsi kanaatimce. Eğer bir zombi sevdalısıysanız “Dead Snow”u izleyin ve tanıdığınız zombi sevdalılarına izletin. Bir sonraki sayıda görüşmek üzere… Yazan: Fikret KARAKURT karakurtf@gmail.com http://www.sineblok.com/
42 Olasılıkların Ruhu
OLASIKLARIN RUHU Öyle bir köprü düşünün ki günde 250 bin araç üstünden geçsin, yüzlerce kez tramvay, rayları üzerinde ilerlesin; 1 ton balık betonuna değsin; 1 milyon insan yürüsün, 2 milyon ayak bassın; 1 milyar 600 bin kere adım atılsın. Bu Eski Galata Köprüsü’nün özetidir. 1845 yılında yapılmış kemerlerinin bir günlük hikâyesidir. Hareket eden, durmak bilmeyen hayatının anlatımıdır. Hızlı bir şehre uyum sağlayan araçların, insanların verileridir. Oysaki hayatın durduğu anlar da yaşanırdı orada. Avını bekleyen bir yılan gibi kıpırdamaksızın bekleyenler de vardı üzerinde. Bahsettiğim zaman metal köprülerin çok öncesindeydi. Gençliğimde, yani çalıştığım dönemde iş yerim Karaköy’de basit bir hanın ikinci katındaydı. Ufak bir yer olmasına rağmen beni tatmin ediyordu. Zaten odamda oturduğum çok söylenemezdi. Sürekli gezmek, insanlarla iletişim içinde olmak işimin bir parçasıydı. Bazen beşinci kattaki ofisime günde on defa girip çıktığım olurdu. Her katında 24 merdiven olduğuna göre, bu da günde 2400 basamağa denk geliyordu. Ortalama 200 kalori yalnızca merdiven için harcıyordum. Sigortacılık mesleğinin özel durumundan dolayı dolaşmaya mahkûmdum. Çoğunlukla Eminönü ve Beyazıt semtlerinde işlerimi hallediyordum. Haliyle başlangıç yerim ise Galata Köprüsü oluyordu. Tıpkı bitiş yerimin olduğu gibi. Bazen ayaklarımla betonunu ezer, bazen de arabamla geçerdim. Kim bilir kaç defa 80 kiloluk vücudumla üzerinden geçmişimdir. Arabamın 1 tona yaklaşan ağırlığının neden olduğu kuvveti düşünmek bile istemiyorum. Bir şekilde bu köprü benim hayata bağlandığım köprüydü. Pek çok insanın geçim kaynağıydı. Bu sebeple yürüdüğüm vakitlerde adımlarıma bile dikkat ederdim. Askerlerin uygun adımlarla geçmesi yasaktır köprülerden. Bunu biliyordum ve nedenini araştırmıştım. İşte ben de aynı nedenlerle adımlarımı çok sert vurmuyordum. Doğal frekansı ile neden olduğum titreşim arasındaki farkı maksimum düzeyde tutmak için elimden geleni yapıyordum. Gerçi bir tramvay geçmesiyle oluşan 80 desibellik ses titreşimleri ve tonlarca basıncın yanında benim çabam nokta büyüklüğünde bile değildi ama bir sorumluluktu kendime addettiğim. Yaz sıcağında genleşen ve kışın soğuğunda büzülen köprünün her mevsimde yaşattığı zevk bambaşkaydı. Kar ve yağmur huzur verirken, asfaltında parlayan güneşi insanı dinlendirirdi. Tarihi direklerinin suyla aşınmış taş yüzeyi her zaman dimdik dururdu. Tıpkı yan yana dizilmiş onlarca balıkçının olduğu gibi! Evet, yağmur, çamur dinlemeden bazen fanilalarıyla, bazen de panço ve botlarıyla balıkçılar… Hepsi farklı amaçlarla gelir, saatleri bulan bekleyişin ardından dönerlerdi. Kimi tezgâhları için balık tutarken, kimi akşam yemeği için çaba harcardı. Kimi de yalnızca zevk için… Sanki adı konulmamış bir anlaşma da yapmışlardı aralarında. Önce gelen en güzel yeri kapardı. Daha bir önceki akşamdan nerede duracağını ise belirlemek gerekliydi. Günün meteorolojisine, hafta sonu ya da hafta içi olmasına, tekne turlarına, dalganın şiddetine bağlı görev hazırlığı yapıp, yer seçmek lazımdı. Pek tabii ki de orasını kapmak için erken gitmek! Çoğunlukla zargana, mezgit, lüfer, uskumru, barbunya, levrek, çinakop yakalanırdı. Gün sonunda kovalarda kilolarca balık da olabilirdi, yalnızca birkaç tane de… Bu bir çeşit kumardı. Kazanma olasılığının düşük olduğunu bile bile bağımlılık yapan diğer şans oyunlarındandı. Rulet masasında siyah 13’ün gelmesi gibiydi. İnsanlar evlerine gitmez oluyor, gecelerini battaniyelerle işlek caddenin kenarında geçiriyorlardı. Taburelerinde sabahlayan ya da geçitlerin merdivenlerinde yatanlar sıkça olurdu.
Olasılıkların Ruhu 43
Evsiz insanlar gibi sokağı kendilerine mesken edinmişlerdi bir şekilde. Ancak içlerinde bir tanesi vardı ki tüm bu meseleyi garipleştiren ta kendisiydi. Herkesten uzak duran ihtiyar bir adam tüm gününü köprüde geçirirdi. Eski kıyafetleriyle her daim oradaydı. Oltasını demirlere yaslar, tek eliyle makarayı idare ederdi. Araba ile geçerken çok fazla inceleme fırsatım olmazdı. Köprüde yürüdüğüm vakitlerde de yanından ağır adımlarla geçer sırtından ve ensesinden başka bir şey göremezdim. Yanındaki küçük taburesinden, ara sıra oturduğunu anlamış olsam da, hiç şahit olmamıştım. Yorulmayı bilmeyen bacaklarıyla ayakta dururdu. Bazı günler işimin gece vaktine sarkmasıyla birlikte yine köprüyü kullanırdım. Her zamankinden daha tenha olurdu bu saatlerde ama asla boş değil. Hiç değişmeyen müdavimi ise o yaşlı adamdı. Aynı yerinde, aynı pozisyonunda sabah ya da gece demeden ısrarlı bir şekilde beklerdi. Bir defasında yanına gidip konuşmaya niyetlenmiştim. Arkasında beklerken omzuna dokunup, bana dönmesini sağlamak istemiştim. Ancak bunu yapacak medeni cesareti kendimde bulamamıştım. Utanıp, yaptığımın büyük bir ayıp olabileceğine karar vererek uzaklaşmıştım. Onu işinden alı koymanın bir hakaret olabileceğini düşünmüştüm. Hâlbuki bir sigortacı olarak girişkendim ve insanlarla sıcak temas kurmak en büyük meziyetimdi. Var olması muhtemel olaylara karşı insanları para ödemeye ikna edecek kadar da başarılıydım. Onun arkasında dururken ise “merhaba” bile diyememiştim. Sonraki geçişlerimde kovasına dikkat etmeye başlamıştım. Kovanın içi daima yakalanmış balıklarla dolu olurdu. Boş kaldığını hiç görmemiştim. Ne de olsa bereketli bir suyu vardı ve herkes gibi o da imkânlarından faydalanıyordu Haliç’in. Ancak sürekli orada durduğunu düşündüğümden tüm o balıkları ne yaptığını merak ederdim. Belki de denize geri salıyordu? Yıllar geçtikçe yaşlı balıkçıyı daha dikkatli izliyordum. Hareketlerini, sıradan yaşantısını, oltasını, misinasını, yanındaki solucanlarını, her şeyini… Hatta bir gün tüm gün boyunca takip etmiştim. Sosyopat bir katil gibi 24 saat boyunca onu gözlemlemiştim. Tanınmamak için ise en basit yolu seçmiştim. Balıkçı kıyafeti giyerek aralarına karışmıştım. Çevredekilere onu sorduğumda ise en eski olanları bile yaşlı adam hakkında bir şey bilmiyorlardı. Hepsi de aynı cevabı tekrarlıyordu: “Kendimi bildim bileli buradadır.” Gün sonunda anladığım – aslında anlamadığım – tek şey ise yaşlı adamın daha da gizemli olmasıydı. O zavallının 80 yaşında olduğunu, aktif olarak 60 yıldır orada durduğunu düşünecek olursak bunun 21600 güne tekabül ettiğini düşünebiliyor musunuz? Mantığım bu insanüstü duruma bir anlam verememesine rağmen, hayal gücüm de bir sonuca ulaşamamıştı. İlk başlarda bir evliya olabileceğini düşünmüştüm. Sonrasında deniz Tanrısı Poseidon ya da Yüce Eskilerden biri. Onlara hizmet eden ya da onların ta kendisi… Belki de yalnızca balıkçılık tutkunuydu. Onun temposuna yaklaşan onlarca insanın varlığını düşündükçe hayali varsayımlar çürüyordu. En sonunda ise yalnız bir evsiz olabileceğine karar vermiştim. Bu sonuç ona karşı ilgimin biraz kaybolmasına neden olmuştu. Artık araba ile geçişlerimde bakmıyordum bile. Köprüyü yürüyerek kat ettiğimde ise bir gözüm refleksi bir hareketle ilişiyordu. Zaten yürümeyi, eskisi kadar da sevmiyordum. Çünkü denizin pis kokusu neredeyse tüm Karaköy’ü kaplamışken, onun göbeğinde olmak çok akıllıca gelmiyordu. Her gün denize akan lağım sularının, boşaltılan çöp konteynırlarının, atılan çöplerin neden olduğu kirlilik ise çok kısa bir süreçte meydana gelmişti. Bir plastik poşet 100–1000 yıl arası yok olurken, cam şişeler 4000 yılda doğaya karışırken, insanlar birkaç yıl içerisinde denizin, haliyle köprünün mahvolmasına neden olmuşlardı. Bir zamanlar yüzülebilen su, yüzülemez, hatta balık tutulamaz hale gelmişti.
Olasılıkların Ruhu 45
Gürültü giderek artmış, koku giderek yoğunlaşmış, arabalar giderek ağırlaşmıştı köprü için. İnsan sayısı 20 milyonu aşarken %10’u ayak basar olmuştu köprüye. Renkli tabelalar yerleştirilip, ışıklandırma yapılırken, eski ihtişamını kaybediyordu bir yandan. Bu sorumsuzluğa neden olanlar kadar kendimi suçlu hissettiğimde tekrar arabamdan inip yürümeye başlamıştım. Hem de ayaklarımı sert vurmadan geçtiğim günlerde olduğu gibi yavaşça yürüyerek ilerliyordum. Pis de koksa havasını ciğerlerime dolduruyordum. Oltaların değil ama satıcıların arasında dolaşıyordum. Eski dostumu tekrar görme fırsatını da bulmuştum. Hâlâ aynı yerinde duruyordu. Biraz daha çökmüş, ensesi daha da kırışmıştı. Artık ayakta beklemiyordu. Taburesinde otururken deniz ile gökyüzünün birleştiği ufka dalıp gidiyordu. Oltayı tutmuyordu bile. Zaten gerek de yoktu. Çünkü kovası eskisi gibi dolu değildi. Hatta bomboştu. Yalnızca yarıya kadar doldurulmuş su bulunuyordu. O da denizden alınmış kirli ve koli basili mikrobu taşıyan suydu. Belki denizin, gökyüzünün, doğanın kirlenmesine ağlıyordu. Belki de yalnızca balık tutamadığı için üzgündü. Hayatının büyük kısmını geçirdiği Galata Köprüsü üzerinde yalnızlığa mahkûm edilmiş birinin yapacağı gibi! Şimdi çoğu balıkçı da onu terk etmişti. Gözünde yaş yoktu, hatta yüzünü bile göremiyordum ancak yaşadığı kederin farkındaydım. Bu hüzünlü hali tüm benliğime işlemiş olacak ki ertesi gün onunla konuşmaya karar vermiştim. Kesin kararlıydım ve sabahın ilk ışığıyla beraber köprüye gidecektim. Dertlerine ortak olacak, kendimden bahsedecektim. Onu dinleyecektim. Ertesi gün şafak vaktinde yola çıkmış, eski güzelliğini kaybeden mimari şaheserin üzerinde yürümüştüm. Birkaç balıkçı yerlerini almak için hazırlıklarını yapıyorlardı. Onlardan biriymişçesine aralarından geçip selam vermiştim. Gizemli ihtiyarın her zamanki durduğu yere yaklaştığımda ise beklemediğim bir durumla karşılaşmıştım. Görmeyi umduğum, tanışmayı hayal ettiğim adam yerinde yoktu! Geç kaldığını düşündüysem de bunun yersiz olduğunu biliyordum. Onun evi köprüydü, gideceği bir yeri yoktu ölüm dışında. Başka bir yere taşınması da imkânsızdı. Zira alışkanlıklar bir günde değiştirilemezdi. Bu olasılığın, olasılıkta yeri yoktu. Hayatı kirletenlerin değişmeyeceği gibi ihtiyar da yaşamını adadığı köprüden ayrılmazdı. Öğlene kadar beklememe rağmen gelmemişti. Beni Galata Köprüsü ile yalnız bırakmıştı. Onu tanımamama rağmen içimi bir keder kaplamıştı ve efkârlanmıştım. Sanki hayatıma, köprüye anlam katan bir olgu yok olmuştu. Ruhumdan yükselen bir ses ise bir daha gelmeyeceğini söylüyordu. Umutlarımı geride bırakarak köprünün sonuna yürümüş, son bir kez geriye baktığımda ise arabaları, tramvayları ve kalabalığı görmüştüm. Bir an sonrasında ise bayrak gibi dalgalanan asfaltı ile birlikte çöküşünü izlemiştim. Kaçmaya çalışan insanların çığlıkları eşliğinde yıkıldığına şahit olmuştum. Bir tarihin sulara gömülüşünü ibretle seyretmiştim. O gün binden fazla kişi canını kaybetmişti. Tarihe büyük bir trajedi olarak geçmiş, kayıtlarda yerini almıştı. Acılar tazeliğini korurken, hemen yeni bir inşaata başlanmıştı. Bu sefer çelik konstrüksiyonları olan, alaşımı sağlam, esneyebilen, raylı sistemli bir köprü yapmışlardı. Herkes yıkılmasının imkânsız olduğunu söylüyordu. Güvenli bir şekilde % 40 daha fazla taşıt ve yaya taşıyabileceğini iddia ediyorlardı. Sayıların artık bir anlam ihtiva etmediğini ise kimse düşünemiyordu. Çünkü Galata Köprüsü’yle beraber ruhu da çökmüştü. Tıpkı insanlığın içindeki son ışığın o köprüyle beraber tükendiği gibi. Hem de bir daha asla geri gelmeyecek olan. Kalem ve eller yerine, bilgisayar ve kablolarla çizilen köprüye her gün bakıyorum artık. Belki o yaşlı adamı bir daha görürüm diye. Ancak bunun olasılılığın sıfır olduğunu biliyorum… Yazan: Fatih SENA İllüstrasyon: Celalettin CEYLAN http://robocat58.deviantart.com/
46 Takım Elbiseli Adam IV
TAKIM ELBİSELİ ADAM IV SOKAĞIN AZ İLERİSİNDE Gece saat on bire doğru ilerliyordu. Yaz sıcağıydı. Nemli, bunaltıcı… Sokak lambasının aydınlattığı uzun sokakta ilerliyordu Takım Elbiseli Adam elinde bitmek üzere olan purosuyla… Birkaç adım attı, tekleyen sokak lambasına baktı, purosundan bir nefes daha çekti, daha sonra kalan puroyu yere savurdu ve birkaç metre ilerideki lokantaya doğru ilerlemeye başladı. Lokantanın önüne geldiğinde durdu ölüm meleği. İçeri baktı, oldukça kalabalıktı. Bu saat olmasına rağmen bir grup yorgun, üstü başı pislik içinde kirli sakallı adamlar karınlarını doyurmaya çalışıyorlardı. Takım elbiseli Adam’ın kapıda dikilmesi lokanta sahibinin dikkatini çekmişti. Kapıya yöneldi, karanlık olmasına rağmen fötr şapkası başında olan garip adama seslendi: “Buyur beyim, aç mısın? Mis gibi işkembe çıktı yeni.” “Fena olmaz…” Şaşkın gözlerle bakıyordu içerideki herkes Takım Elbiseli Adam’a. Bunca enkaz modelinde insanın arasında önemli bir toplantıdan çıkmışçasına ciddi görünen tek kişi oydu! Topuklarının yere vurduğunda çıkardığı o ses bu kez sessizliğe bürünen lokantanın içindekilerin beynini sarsıyordu. Köşede boş olan tek masaya yavaş hareketlerle oturdu ölüm meleği. Önünde küçük bir sepetin içinde birkaç dilim ekmek, masada hazır bekleyen tuz, biber ve daha başka standart lokanta masası zırvaları… “Ne yersin beyim, çorba getireyim mi?” “Çorba mı, başka neler var?” “Beyim bu saatte fazla bir şey bulamazsın ama öğleden kalma pilavım var.” “Çorba alayım, dediğinden.” “İşkembe?” “Evet, işkembe olsun.” Sesini kısarak, “Her ne ise…” “Efendim beyim?” “Hiç, hiç ben çorbamı alayım.” “Geliyor beyim hemen.” Birkaç masa ileriden bir işgüzar farklı bulduğu kendince garip olan bu adama kelimenin tam manasıyla sataşıyordu! Sataşmaya çalıştığı “varlık”ın ne olduğunu bilmiyordu kesinlikle, yoksa bu adar cesur olabilir miydi? he!”
“Usta! Çorbayı fazla sıcak verme, adamın başına güneş geçecek zaten bir de çorba yakmasın
Takım Elbiseli Adam IV 47
Başka biri: “Bak ağabeyimiz açtır, kaymakamlıktan yeni çıkmış herhalde, bekletme çok!” Ölüm meleği başını kaldırdı ve sordu: “Siz bana bir şey mi demek istiyorsunuz dostlarım?” Cevap geldi: “Bırak birader dostu falan, ne ayaksın sen bu saatte böyle?” “Saat mi?” “Saat ya!” Zaman kavramı algılarının dışında olan Takım Elbiseli Adam gözlerini kısmış, ne dediklerini anlamaya çalışıyordu. Afalladığını gören işçi kılıklı adamlar biraz daha abarttılar. “Bak Süleyman daha işkembeden içmeden mayıştı bu. Sarhoş yahu! Elinde bir kâse işkembe çorbası ile tedirgin adımlarla ilerleyen lokantanın sahibi Süleyman, Ölüm Meleği’nin kulağına eğilip bir kavgayı başlamadan bitirmeye çalışıyordu. “Aman beyim bakma sen onlara, amele onlar, ne anlarlar başka işten, anca küfür günah!” “Günah?” “Ya anla işte böyle serseriler bunlar da. Çorbanı iç de kazasız belasız sen.” “Bu akşam çok çok şaşırtıcı şeyler yaşıyorum. Ne yani, hepsini cehenneme götürmeyecektim ki, oysa sen onların günahkâr olduğunu iddia ediyorsun.” “Ne dedin beyim?” “Boşver, ama kenarda dur tamam mı, senin daha vaktin var…” “Beyim ne diyorsun sen?” “Hiç, sadece kenarda dur o kadar.” Gecenin en garip adamı ayağa kalktı, nutuk atmaya hazırlanan bir politikacı gibi sağ elini havaya kaldırdı ve şöyle dedi: “Bu akşam, evet bu akşam buraya gelirken daha farklı şeyler düşünmüştüm aslında.” Biri atladı: “Nasıl yani be?” “Sözümü kesme, hepinizin yorgun, bezgin, umutsuz ve yarınsız yaşayan insanlar olduğunuzu biliyorum. Çorbalarınızı içtikten sonra bir sokak ötedeki minibüse binip buradan atölyenize dönecektiniz. Fakat sizin gibi olmadığını düşündüğünüz birini aşağılamak, küçük düşürmeye çalışmak daha kolay geldi sanki öyle mi?”
48 Takım Elbiseli Adam IV
Bir diğeri: “Sen neyin hikâyesini anlatıyorsun bize be adam?” “Aranıza birkaç kişi hariç ne yazık ki çoğunuz cehennemin alevleri ile tanışacak. Tabii sıcağı hisseden bir insanın yalvarışı, geri götür beni geri götür beni, diye yakarışını duymak hoş değil ama.” “Kimsin sen yahu! Bu saatte kafa mı buluyorsun bizle? “Kafa filan bulmak gibi bir niyetim yok. Sadece bir puro daha yakmak istiyorum.” Cebinden purosunu çıkardıktan sonra diğer cebinden de çakmağını çıkarmıştı takım elbiseli adam. Lokanta sahibine doğru baktı. Alabildiğince köşede, yere sinmiş bekliyordu, sanki karşısındakinin Azrail olduğunu biliyormuş gibi… Purosunu ağzına götürdü, çakmağını çaktı ve… Birkaç saniye sonra, tüm sokak, sokaktaki apartmanlarda oturanlar, bir yerlere saklanmış kediler ve köpekler dâhil herkes, her canlı varlık olabildiğince şiddetli bir patlamanın sesiyle birden yerlerinden fırlamışlardı! Kırılan camlardan dışarıya bakanlar fazla uzak olamayan bir yerin, sokağın az ilerisindeki lokantanın cayır cayır yandığını görüyorlardı… Yazan: Mustafa Emre ÖZGEN me.ozgen@windowslive.com İllüstrasyon: Şükrü BAĞCI http://sembol.deviantart.com/
08-09 Sezonu 49
2008–2009 SEZONU DEĞERLENDİRMESİ (1) Yine yaz ayları geldi ve yine sinemalarımıza gelen film sayısı azaldı. Sezonun yoğun günlerinde bazen 7–8 filmin vizyona girdiği sinema salonları haftada 3–4 filmle yetinmeye, toplu gösteriler düzenleyerek vizyon tarihlerinde kaçırılan filmleri yakalamaya fırsat yaratmaya başladılar. Seyirci açısından çok iyi geçmeyen bir sezonun ardından iyice boş salonlarla karşılaşmaya başladık. Ancak Amerika’da genellikle yaz aylarında gösterime giren gişe canavarı kimi filmler sayesinde vizyonumuz canlı kalmayı başarıyor. Bir de sinemaların yoğun olduğu dönemde yer bulamayan bazı bağımsız filmler var ki yazın güzel sürprizler yaratabiliyor. Biz yine de bu durgun dönemi fırsat bilelim ve geçen yıl olduğu gibi yine sezonluk bir değerlendirme yapalım. Kim bilir belki de çoğu DVD formatında da çıkmış bu filmleri yeniden izlemek ya da keşfetmek için bir fırsat olur. Bu yazımızda 2008–2009 sezonu olarak Haziran 2008 – Mayıs 2009 arasında gösterime giren filmleri değerlendireceğiz. Son yıllarda gösterime giren film sayısında düzenli bir artış oluyordu. Bu sezon bu kural biraz bozulmuş gibi görülüyor. Geçtiğimiz sezon aynı dönemde gösterime giren 285 filmin yanında bu yıl 247 film gösterime girmiş. Gösterime giren film sayısındaki yaklaşık %15 oranındaki bu düşüş kendi içinde çok büyük bir sayı değil belki ama gerçekten önemli ve iddialı ya da belli bir izleyici kitlesine hitap eden kimi filmlerin hiç vizyon şansı bulamadığını da belirtmek gerek. Bambaşka izleyici kitlelerine hitap etse de RocknRolla, O’Horten, Baby Mama, Punisher: The War Zone, Cadillac Records, Rachel Getting Married, Nick and Norah’s Infinite Playlist ve Synecdoche, New York gibi filmler ne yazık ki vizyonu tümüyle pas geçip DVD piyasasında kendilerine yer aradılar. Vizyon yüzü göremeyen bu tip filmleri ilerde başka bir yazıda tekrar konu etmek ümidiyle bir kenara bırakıp sezon filmlerine türlerine göre göz atmaya başlayalım.
Saw 5
Korku Filmleri: Tıpkı geçtiğimiz son birkaç yılda olduğu gibi korku filmleri bu yıl da vizyonda önemli bir yer kapladı. Bu filmler iyi seyirci çekiyorlar ancak aralarında gerçekten iyi denebilecek filmler yok denecek kadar azdı ne yazık ki. Testere serisinin 5. filmini de izledik bu sezon. En az öncülleri kadar kötüydü dersek, ne hikmetse, hâlâ bu filmin oynadığı salonları dolduran seyircilerden tepki alır mıyız acaba? Sadece ilk filmi zekice olan bir serinin sakız gibi uzayan 5. filmi bu sezon en dolu salonda izlediğim filmlerden biriydi. Zaten 6. film de yolda ve serinin en azından 8’e kadar devam edeceği söyleniyor.
50 08-09 Sezonu
Clive Barker’ın romanlarında uyarlanan iki film de izledik. Dehşet Treni (Midnight Meat Train) ve Kan Kitabı (Book of Blood), yazarın adına yakışmayacak kadar kötü uyarlamalardı. Yine sezon içinde Kadavra (Pathology), Ölüm Kapanı (Dark Floors), Cinnet (Timber Falls) ya da Mahşerin Dört Atlısı (The Horsemen) gibi türün çok sıradan örneklerini de izledik. Bunların arasında her ne kadar çok önemli bir farkı olmasa da Vahşet Partisi (All The Boys Love Mandy Lane), en azından sonunun farklılığı ile öne çıkan bir filmdi.
My Bloody Valentine 3-D
Pathology
Hollywood elbette her türde olduğu gibi korku türünde de yeniden yapımlarla karşımıza çıkmaya devam etti. Resimdeki Hayalet (Shutter) ve Davetsiz (The Uninvited) Uzakdoğu’dan gelen orijinallerini aratan yeniden yapımlardı. Yine de en azından Davetsiz’in kendi başına fena bir film olmadığını da söylemek gerek. Bir başka yeniden yapım da 13. Gün (Friday the 13th) ile çok bilindik bir seriyi yeniden başlatma çabası idi. Eğer bu film, serinin yeni başlangıcı olarak lanse edilmese yılın en sıradan korku filmleri arasında anılabilirdi. Herhalde Jason’ın hatırına olsa gerek, yine de fena seyirci çekmedi.
The Happening
Sevgililer Günü Katliamı (My Bloody Valentine 3-D) da bir yeniden yapımdı ve özellikle animasyon filmlerde sıklıkla karşılaşmaya başladığımız 3 boyut teknolojisinin korku filmlerinde kullanılmasının bir örneğiydi. Orta karar bir film olsa da 3 boyut olayını başarılı bir şekilde kullanmıştı. İz (Scar) ise kötü bir film olmasının yanında 3 boyut olayını da iyi bir şekilde kullanamıyordu. Aslında yaklaşık 50 yıla dayanan 3 boyutlu film teknolojisinin gelişmesi ve yeniden popülerlik kazanması ile birlikte önümüzdeki günlerde korku türünde de bu teknolojinin daha sık kullanıldığına şahit olacağız. Bir de tam olarak korku filmi türüne dâhil edilemeyecek ama korku filmi motiflerini kullanan filmler vardı. M. Night Shyamalan’ın Mistik Olay (The Happening) filmi, kötü adam olarak bir seri katil, hayalet ya da dünya dışı bir varlık yerine ağaçları kullanması ile adeta ekolojik bir gerilim idi. Karşılarında klasik bir korku ya da felaket filmi gör-
08-09 Sezonu 51
mek isteyenleri memnun etmedi belki ama özellikle belli sahnelerinde çok başarılı bir atmosfer kuran bir film olduğunu da inkar etmemek lazım. Yolcular (Passengers) da bir korku filmi gibi pazarlanmasına karşın çok kısıtlı bir korku unsuru barındıran, daha çok ana karakterinin psikolojik durumu üzerinden ilerleyen, sondaki sürprizini biraz önceden açık etse de başarılı bir filmdi. Bir de korku filmlerinin önemli figürlerinden olan vampirleri romantik bir hikâyede kullanan ve genç seyircinin pek sevdiği Alacakaranlık (Twilight) vardı elbette. Doğrusu kişisel olarak neden bu kadar sevildiğini hiç anlamadığım bir film oldu Alacakaranlık. Kim bilir, belki de yaşlandık bu tip filmler için.
[REC]
Twilight
Ama türün en iyi olmasa da en ilgi çekici ya da farklı örnekleri Avrupa’dan geldi. Uzakdoğu korkularından sonra türün yeni merkezi olma yolunda giden İspanya’dan gelen [REC], tümüyle bir televizyon kamerasına çekilen görüntülerden oluştuğu izlenimi veren, bu şekilde de bir zombi filmi olsa da gerçekliği üst düzeyde olan bir filmdi. İlginç bir şekilde türün üstatlarından George A. Romero’nun Ölülerin Günlüğü (Diary of the Dead) filmi de benzer bir yöntem uyguluyordu. Aslında sezon içinde [REC]’in Amerikan versiyonu olan Quarantine’yi de izleyecektik, hatta fragmanlarını da sinemalarımızda görmüştük ama anlaşılan dağıtımcılarımız çok yakın aralıklarla hemen hemen birbirinin aynısı olan iki filmi vizyona çıkarmak istemeyerek bu filmi direkt olarak ev sineması piyasasına sürdüler.
Avrupa’dan gelen bir diğer ilginç korku filmi de İşkence Odası (Martyrs) idi. Fransızların son dönem bol kanlı ve insanın üzerine çöken korku filmlerinin bir devamı olan İşkence Odası zaman zaman bu kadarına gerek var mıydı diye düşündürse de ilgi çekici bir filmdi.
Martyrs
Aksiyon, Aksiyon Daha Çok Aksiyon: Tıpkı korku filmleri gibi bol hareketli aksiyon filmleri de vizyondan eksik olmadı bu sezon. Kimi zaman bilim kurgu, kimi zaman polisiye, kimi zaman da tarihi film olarak karşımıza çıktı bu aksiyon filmleri ama sonuçta çoğundaki amaç seyirciye daha fazla aksiyon göstermek, bazen bunun uğruna
52 08-09 Sezonu
Crank: High Voltage
hikâyeyi bile bir kenara bırakmaktı. Türün aranan oyuncularından biri haline gelen Jason Statham’ı üç filmde birden sinemalarımızda konuk ettik. Ölüm Yarışı (Death Race), Taşıyıcı 3 (Transporter 3) ve Tetikçi 2: Yüksek Gerilim (Crank: High Voltage) isimli bu filmler gerçekten de tam anlamıyla aksiyona yüklenmiş, kimi zaman bu aksiyon dozunu fazlasıyla abartmış filmlerdi. Yine de bir yandan en abartılısı olan Tetikçi 2, bir yandan da kendini zerre kadar ciddiye almadığı için keyif verebilecek bir filmdi. Türün bir başka önemli ismi Vin Diesel ise Babil M.S. (Babylon A.D.) ve Hızlı ve Öfkeli 4 (Fast & Furious) ile karşımızdaydı. Doğrusu her ikisinin de çok tat vermediği söylenebilir. Jason Statham ve Vin Diesel’dan çok önce aksiyon sineması denince ilk akla gelen isimlerden Jean-Claude Van Damme’ın da yeni bir filmini gördük bu sezon. JCVD isimli bu filmde adamımız kendisini oynuyor, bir yandan kendi mitosu ile de eğlenerek aksiyonu eski günlerdeki kadar sağlam olmasa da eli yüzü düzgün bir film çıkarıyordu ortaya.
Max Payne
Bir bilgisayar oyunu uyarlaması olarak Max Payne ve Daniel Craig’in ikinci kez Bond olarak karşımıza geldiği Quantum of Solace da sinema salonlarında bize heyecanlı dakikalar geçirten filmlerdi. Her ne kadar Max Payne, uyarlandığı bilgisayar oyununun, Quantum of Solace da bir önceki Bond filmi olan Casino Royale’in tadını vermese de izlenebilir yapımlardı. Aksiyon konusuna bilim-kurgu sosu ile yaklaşan Mutant Günlükleri (The Mutant Chronicles), Yabancı (Outlander) ve bariz şekilde bir Heroes taklidi olan Darbe (Push) pek elle tutulur filmler değilken yeni Star Trek filmi seriye iyi bir yeniden başlangıç yapıyordu. Eski seriyi de inkâr etmeden hem devam filmi olan hem de bir anlamda sıfırdan bir başlangıç yapan bu film, önceki filmlere göre bu kez aksiyon dozunu iyice arttırmıştı ama sağlam bir hikâyenin gerekliliğini de unutmuyordu.
Star Trek
Çizgi roman uyarlamaları: Dergi olarak çizgi romanlara verdiğimiz önem malum. Bu nedenle her ne kadar çoğu başka kategorilerde ele alınabilecek filmler olsa da çizgi roman uyarlamalarına ayrı bir yer ayırmak gerekiyordu. Geçtiğimiz sezon aksiyon, ak-
08-09 Sezonu 53
siyon, daha çok aksiyon fikrinden yola çıkan The Incredible Hulk, Sin City’i model alsa da onun çeyreği bile olamayan The Spirit, Fransa’dan gelen orta karar bir uyarlama olarak Largo Winch ve serinin en kötüsü olmasa da (o onur üçüncü filme ait) tam anlamıyla bekleneni veremeyen X-Men Başlangıç: Wolverine (X-Men Origins: Wolverine) çizgi roman uyarlamaları adına kötü ya da orta karar yapımlardı.
Batman: The Dark Knight
Ama yılın en iyi çizgi roman uyarlamaları aynı zamanda yılın en iyi filmleri arasındaydı da. Her iki film de öncelikle yönetmenlerinin damgasını vurması ile öne çıkıyordu. Guillermo del Toro, Hellboy 2’de ilkinden daha başarılı bir film ortaya koyuyor ve bu kez filmi tam anlamıyla bir Del Toro filmi yaparak bir sonraki projesi Hobbit için doğru seçim olduğunu göstermiş oluyordu.
Watchmen
Wanted
Sezon içinde uzun süreli bir seriden değil, birer ciltten oluşan eserlerden uyarlanan iki uyarlama daha izledik. Bunlardan Wanted temel aldığı eserden çok farklı noktalarda olsa da özellikle yönetmeni Timur Bekmambetov’un aksiyon sahnelerindeki mahareti ile ön plana çıkan, bir uyarlama olarak kötü ama bir aksiyon filmi olarak iyi bir yapımdı. Yıllardır sinemaya uyarlanması beklenen Watchmen ise bir başyapıt sayılan kaynağına ihanet etmeyen, hatta ufak ayrıntılar dışında epey de sadık kalan bir yapımdı. Eksikleri vardı elbette, hatta çizgi romanın yazarı müzmin muhalif Alan Moore’un izlese nefret edeceği bir filmdi belki de ama gayet başarılı bir filmdi yine de.
Ve tabii ki The Dark Knight. Sadece bu yılın değil son yılların en iyi çizgi roman uyarlaması, yılın da en iyilerinden biri. Her ne kadar kimilerinin dediği gibi tüm zamanların en iyilerinden saymasam, kimi eksikler görsem de başarılı senaryosu, kimileri IMAX kameraları ile çekilmiş şahane görüntüleri ve muhteşem bir Joker tiplemesi ile mutlaka seyredilmesi hatta mutlaka IMAX salonlardan birinde seyredilmesi gereken bir filmdi. Yine de her türlü olumlu özelliğine karşın filmin bir Batman filminden çok bir Joker filmi olduğunu belirterek ufak bir muhalefet şerhi de koymuş olayım.
54 08-09 Sezonu
Gerçek Yaşam Öyküleri:
Direkt olarak belli kişileri anlatan bu tip filmler dışında bir de Vegas’ta gerçekten yaşanan bir takım olaylardan yola çıkan 21, yalnız kadınları kandırıp onların önce paralarını alan sonra da onları öldüren iki aşığın gerçek öyküsünü anlatan Yalnız Kalpler (Lonely Hearts) vasat örneklerdi. 1920’lerde yaşanan bir çocuğun kaybolması sonucunda gelişen iç burkucu olayları anlatan Sahtekâr (The Changeling) ise yönetmen koltuğundaki Clint Eastwood’un farkını bir kez daha ortaya koyuyordu.
Milk
L’Instinct de Mort
Her nedense gerçek yaşamları konu eden öyküler bu sezon geçmişte olduğu kadar yoğun değildi. Sezonun başlarında Houdini’nin hayatının bir kısmını gerçeklere pek de bağlı kalmadan anlatan Öldüren Cazibe (Death Defying Acts) ya da Fransız’dan gelen bir suçlu olan Jacques Mesrine’in gerçek hayat hikâyesini anlatan Ölümcül İçgüdü 1 (L’Instinct de Mort - Public Enemy Number One) gibi filmler türün orta karar örnekleriydi. Türün en iyi iki örneği ise bu kez Amerikan sinemasından geliyordu. Mutlaka bir şekilde dikkat çeken ve ön plana çıkan filmlerin orta karar yönetmeni olarak anılan Ron Howard bu kez diğer filmleri ile karşılaştırınca son derece küçük bütçeli, adeta bağımsız bir filmle Richard Nixon ve David Frost arasındaki söyleşiyi beyazperdeye taşıyor ve Frost/Nixon filmi ile filmografisinin en iyilerinden birine imza atıyordu. Esasen bağımsız kanattan gelen Gus Van Sant ise bu kez biraz daha Hollywood kalıplarında bir film ile açıkça eşcinsel olduğunu belirten ilk politikacı olan Harvey Milk’in hayatını anlatırken hem Sean Penn’den muhteşem bir performans almayı başarıyor hem de özellikle eşcinsel hareketi için önemli bir film ortaya çıkartıyordu.
Her ne kadar gerçeklere ne kadar bağlı olduğu tartışılsa da Hitler’e Alman ordusu içinden düzenlenen başarısız bir suikast girişimini anlatan Valkyrie’yi de bu türün fena olmayan filmlerine dâhil etmek mümkün. Önümüzdeki ay, komedi filmleri, çocuk filmleri ve animasyonlar, dramalar, müzikaller ve belgeseller ile kolay kolay bir türe dâhil edilemeyen filmler ve dünya sinemasının farklı örnekleri ile sezon değerlendirmesine devam edeceğiz. Geçtiğimiz yıl olduğu gibi, yerli filmleri de kendi içinde ayrı bir başlık altında değerlendireceğiz. Yazan: Hasan Nadir DERİN http://www.sinemamanyaklari.com/