Gölge e-Dergi 23. Sayı

Page 1

SAYI 23 / AĞUSTOS 2009


KAPAK İÇİ YAZISI Gölge için bu yaz da yoğun geçti. Malum tatil zamanı, Ağustos’ta dergi çıkartmasak mı diye geçmedi de değil aklımızdan. Ama ‘söz verdiğimiz gibi ayın ilk günü’ yine bilgisayarınızın üstündeyiz. Temmuz sıkıcıydı, bunaltıcıydı. Herkes yine Gölge’de buluştu. En çok da sigara yasağı etkiledi bizi. Ben sigara içmem, içildiğinde rahatsız olurum ama yine de aklıma “bir kanun yapayım da sigara yasak olsun” diye getirmem. Sigara için demiyorum ama insanların hürriyetlerine dokunmayın diyorum. Gölge’de yazmak güzel şey, yazımı burada Sait Faik’ten bir kısa alıntı ile bitiriyorum... Eylül’de 24. sayımızda görüşmek ümidi ile. Ahmet YÜKSEL Gölge e-Dergi Editörü

Söz vermiştim kendi kendime: Yazı bile yazmayacaktım. Yazı yazmak da bir hırstan başka ne idi? Burada namuslu insanlar arasında sakin ölümü bekleyecektim. Hırs, hiddet neme gerekti? Yapamadım. Koştum tütüncüye, kalem kâğıt aldım. Oturdum. Adanın tenha yollarında gezerken canım sıkılırsa küçük değnekler yontmak için cebimde taşıdığım çakımı çıkardım. Kalemi yonttum. Yonttuktan sonra tuttum öptüm. Yazmasam deli olacaktım.

Sait Faik ABASIYANIK

Bu dergide yayınlanan tüm yazı ve çizimler yazarlarına-çizerlerine aittir. İzinsiz alıntı yapılamaz, yayınlanamaz. Yazıların içeriğinden yazarları-çizerleri sorumludur. http://golgedergi.blogspot.com Her zaman yeni yazar ve çizerlere ihtiyacımız var. Görüş, öneri, yorum, yazı-çizinizi yollayabileceğiniz adres hayalsaati@gmail.com Editör: A. Hamdi YÜKSEL Gölge Yayın Kurulu: Oğuz ÖZTEKER, Utku TÖNEL, Şükrü BAĞCI, Hasan Nadir DERİN, Rıdvan ŞORAY, Emre ÖZGEN Kapak: Varol GÖKDAMAR http://vargo.deviantart.com

2


İÇİNDEKİLER 4 / Benim İçin Asıl Öncelik Çizerliktir

GÖLGE Özel Röportajı

9 / Dönülmez Akşamın Ufkundayım

Oğuz ÖZTEKER

13 / Aydede

Yazan: İbrahim AYDIN Çizen: Hakan AYDIN

47 / 2008-2009 Sezon Değerlendirmesi

Hasan Nadir DERİN

55 / İşimi Seviyorum

Hakan Günay AYDINOĞLU

58 / Blood: The Last Vampire

Fikret KARAKURT

60 / Zor Kopya 64 / Mutluluk Nedir 67 / Drabet

Sadık YEMNİ Merve VERAL Barış SAYDAM

69 / Satıyorum Satıyorum Sattım

Murat BAŞEKİM

76 / MK Perker’den İnsomnia Cafe

Yazan:Shaun MANNING Çeviri: Oğuz ÖZTEKER

78 / David Carradine

Masis ÜŞENMEZ

80 / TEA 5 - Sapık

Mustafa Emre Özgen

83 / Grandville

Röportaj:Chris ARRANT Çeviri: Funda AKKAYA

87 / Akatsuki Gakuen

Duygu SALTIK

99 / Star Wars: Klon Savaşları

Hakan BUHURCU

102 / Masa Saatleri

Gökcan ŞAHİN

108 / Günlük 3M+T (Günlük)

Yazan: Mustafa GÖÇER Çizen: Emre Ozan Şirin

110 / Siyah Kanat

Fatih SENA

112 / Bir Hayaldi Gerçekten Güzel

Barış MÜSTECAPLIOĞLU

114 / 3M+T 4. Bölüm Kanemiçi

Mustafa GÖÇER

118 / Ceset

Eskiz TR

135 / Arka Kapak

Celalettin CEYLAN

3


BENİM İÇİN ASIL ÖNCELİK ÇİZERLİKTİR... Barış Keşoğlu Lombak Dergisi’nde çizgi roman yapıyor. Bir çizgi roman okuru olarak eskiden nasıl Lombak’ı elime aldığımda ilk olarak Kenan Yarar ve Ersin Karabulut’un sayfalarını açarsam şimdi dergiyi aldığımda ilk önce açtığım sayfalar Barış’ın çizgi romanları. Düzenli olarak çizgi roman dergileri yayınlanamayan ülkemde her ay son sayfayı çevirirken “keşke bitmese” dediğim bir kalem. Barış Keşoğlu ile Gölge e-Dergi olarak çizgi romancılığını ve Türkiye’de çizgi romanı konuştuk. Kim bilir belki yakın bir zamanda Barış’ın bir çizgi romanını kitabevi raflarında bulmak biz çizgi roman okurlarına kısmet olur.

Bize Barış Keşoğlu kimdir sorusunun cevabını verebilir misiniz? 79 yılında İstanbul’da doğdum. Mimar Sinan Üniversitesi Güzel Sanatlardan 2003 yılında mezun oldum. Profesyonel olarak 2005 yılından beri çizgi roman ve illüstrasyon yapıyorum. Genelde tüm çizerlere sorulan “Nasıl başladınız?” ve klasik cevabı: “Çocukken” ile biten klişenin duvarlarını kırabilecek ilginç bir başlama hikâyeniz var mı? Çocukluğumda başladım diyenlerin de samimiyetine inanmıyorum. Çünkü çocukken herkes bir şeyler çizer ama bu mesleki bir başlangıç demek değildir. Ben de o yaşlarda her çocuk kadar çiz-

4

Lombak Temmuz 2009 Masal Odası / Romans - Barış KEŞOĞLU


dim. Güzel Sanatlara girip mezun olana kadarda yine bu işlerle pek alakam yoktu açıkçası. Kararını nasıl verdiğimi hatırlamıyorum ama 2005 yılından beri illüstrasyon ve çizgi roman yapıyorum. Hangisini çizmek hayal gücünüzün sınırlarını zorluyor illüstrasyon mu, çizgi roman mı? Çizgi roman çok daha zor bir iş tabii ki… Sadece hayal gücünüzü değil çizerlik yeteneğinizi de çok zorluyor. Lombak’ta çizgi romanlarınızı hem yazıyor hem çiziyorsunuz. Aylık bir dergiye çizgi roman yapmak ne kadar vaktinizi alıyor? Lombak’ta aylık beş sayfa çiziyorum. Hikâyeyi yazmak ve çizmek benim yaklaşık on günümü alıyor. Çizgi romanları ne kadar süre önceden hazırlıyorsunuz? Yani elinizde birkaç aylık stok olabiliyor mu yoksa son dakikada mı teslim ediyorsunuz işleri? Son teslim tarihinden üç gün önce falan bitirmiş oluyorum. Dediğiniz gibi çizerler genelde hep son dakikada işlerini teslim ederler ama ben son dakikaya pek bırakmam. O strese girmek çizgi kalitesini kesinlikle düşürüyor. Sadece çizgi roman yapmadığım için stoklu çalışamıyorum. Çizgi romanlarınızda polisiye türü ağır basıyor. Karikatüristler ve mizah yazarları sit-com tarzı dizi senaryoları yazıyor. İlerde siz de polisiye bir film senaryosu yazmayı düşünür müsünüz ya da bir roman? Benim için asıl öncelik çizerliktir. Televizyon veya sinema için senaryo yazmak gibi bir düşüncem kesinlikle yok. Kriminal öyküleri seviyorum ve ilerde uzun soluklu bir çizgi roman albümü yapmayı planlıyorum. Günün hangi saatlerinde çalışmayı tercih ediyorsunuz? Tam gün mesai yapanlar gibi mesai saatleri için de mi çalışırsınız?

Angels and Devils -Barış KEŞOĞLU


Lombak Haziran 2009 Masal Odası / Kefaret - Barış KEŞOĞLU


Genelde mesai saatlerinde çalışıyorum. Sabah kalkıp masama oturuyorum ve akşama kadarda oradayım. Daha sonra yoğunluğuma göre geceleri de devam ediyorum. Yani günde on saat bazen de daha fazla çalışıyorum. Çizim yaptığınız mekân ve ortamınızın nasıl? Müzik dinler misiniz? Manken ya da referans resim kullanır mısınız? Kahve, çay veya başka bir içecek tercihiniz nedir? Dikkatinizi kolay dağıtan şeyler neler olur? Çalışma masama malzemelerimin dışında dikkatimi dağıtacak bir şey koymuyorum. Onun dışında etrafta kitaplarım, filmlerim ve bilgisayarım var. Çalışırken devamlı müzik dinliyorum ve bol miktarda kahve ve sigara tüketiyorum. Manken kullanmıyorum ama zor pozisyonlarda referans fotoğraf kullanıyorum. Hangi çizgi romanları okursunuz? Takip ettiğiniz yazarlar-seriler var mı? Türkiye’de yayınlanan haftalık ve aylık bütün mizah dergilerini takip ederim. Yabancı yayınlanan aylık serileri takip etmiyorum ama daha sonra toplama olarak yayınlanan albümlerini alıp okuyorum. Son dönemlerde Wolverine – Orijin, Watchmen, Bağdat’ın Aslanları gibi Amerikan çizgi roman piyasasında nam salmış kimi eserler ülkemizde de yayınlanmaya başladı. Bu konudaki görüşlerinizi öğrenebilir miyiz? Sizce Türkiye’deki çizgi roman okuru profili değişiyor mu? Bu yayınların Türkçeleştirilmesi çok güzel tabii ki ama bence değişen bir şey yok. Çünkü yabancı yayınları okuyan insanlar İngilizcelerini alıp zaten okuyordu. Türkiye’de iki tip okuyucu var bence, mizah dergilerini takip edenler ve yabancı yayınları takip edenler. Mizah dergileri alanların çizgi roman okumakla pek bir alakası yok onlar karikatür okumayı seviyorlar. Genelleme yapmak gibi olmasın ama maalesef bu insanlara iki sayfa çizgi roman okutmak bile çok zor. Tek kare karikatüre bakıp gülmek ve onu o anda hemen tüketmek istiyorlar. Çizgi roman takip etmek, otuz kırk lira para verip bir çizgi roman satın alıp okumak, çok başka bir şey… Türkiye’de böyle bir kültürün oturma ihtimali çok düşük bence çünkü bunun için çok başka bir kültürel belleğe sahip olmamız gerekir... Peki, kendinize şimdi ya da geçmişte örnek aldığınız çizer var mı? Olmaz mı? MK Perker, Leinil Yu, Jonothan Viner, Brian Bolland, Travis Charest, James Jean, Jim Lee, Moebius, David Finch... Ve daha birçok çizeri devamlı olarak takip ediyorum. Çizgi romanlarınızı bir albümde toplamak ya da albüm olarak yayınlanacak bir çizgi roman hazırlamak gibi bir fikriniz var mı? Her çizgi roman çizerinin bir albümü olmalı mı? Var tabii ki öncelikle kısa öykülerden oluşan bir albüm ve daha sonra da uzun soluklu bir çizgi roman yapmayı planlıyorum. Her çizgi romancının bir albümü olmalı tabii ki çünkü bu bir yatırımdır

7


ve sektör ancak bu şekilde büyür. Sizin “albümü çıksa” diye beklediğiniz bir çizgi romancı var mı? (Mesela benim hâlâ bir Galip Tekin kitabı ya da Karabulut’tan Yeraltı Öyküleri kitabı beklentim var.) Türkiye’de albüm yayınlamak neden zor? Ben de kesinlikle bir Galip Tekin albümü olsun isterim ama sanırım albüm yapmamak Galip abinin kendi istediği bir şey. Onun dışında bir Sencer albümü de şahane olurdu. Aylık bir dergide yazıp-çizdiğinizde hali ile okurunuzla otobüs, vapur ya da en azından gazete bayiinde karşılaşma ihtimaliniz var. Hiç “Benim çizgi romanlarımı kim okuyor, ne tepki veriyorlar?” diye merak ettiniz mi? Veya bir dergi okurunu gördüğünüzde “Bunu ben çizdim,” demek istediniz mi? Okurla gündelik hayatta karşılaşıyorsunuz tabii ki bu durum heyecan verici oluyor haliyle ama dergiyi alıp okuyan adamın karşısına dikilip bunu ben çizdim demek de süper saçma olurdu herhalde. Türkiye’de çizgi roman çizerliği bir meslek mi? Çizer sadece çizgi roman yaparak geçimini sağlayabilir mi? Çizerlik bir meslek evet ama sadece çizgi roman yaparak para kazanıp geçinebilmek pek mümkün değil. Bu durumun çok uzun süre değişebileceğini de düşünmüyorum. O yüzden planlarımda yurtdışında çizerlik yapmak var. Bize vakit ayırdığınız için teşekkür ederiz. Ben de çok teşekkür ederim.

Lombak / Panorama - Barış KEŞOĞLU


DÖNÜLMEZ AKŞAMIN UFKUNDAYIM Gecenin kör karanlığında – daha doğrusu sabahın erken saatlerinde – bir anda gözlerimi açınca midem hafifçe bulandı ve yatak odamın tavanı şöyle bir dönüverdi. Bunun bir rüya olduğunu kabul edip uyumaya devam etsem mi, diye düşündüm ancak dilim damağım kurumuştu. Önceki gece, şirketimizin yirminci kuruluş yılı nedeniyle düzenlenen akşam yemeğinde tüttürdüğüm sigaralar ve kaç kadeh içtiğimi anımsamadığım Tekirdağ rakısı sanki intikamını alır gibiydi… Midemdeki dalgalanmalar henüz durulmamış, dilimdeki kekremsi tat geçmemişti. Üstelik hafiften başım zonkluyordu ve burnum tıkanmıştı. Birkaç dakika hareketsizce yatağımda uzandım. Sonra – nedense – saatin kaç olduğunu merak ettim. Yatak başımdaki komodinin üzerindeki dijital saate baktım; 04:15… Demek sabaha çok var. Güzel çünkü daha uykumu alabilmiş değilim. Ne diyorum ben ya? Kaçta yattığımı bile hatırlamıyorum ki… Ama henüz gözlerim yanmaya devam ettiğine göre en fazla iki saat filan olmuştur. Durumum pek iç açıcı değildi; mutfağa gidip su içmek, dönüşte tuvalete uğrayıp mesanemi boşaltmak, yeniden yatmadan önce de midemdeki ekşimeyi rahatlatabilmek için dilimin üstüne bir Talcid hapı yerleştirmek zorundaydım. Oysa hiç halim yoktu, gözlerimi yumdum. Akşamki yemeği anımsadım birden… Şirketteki arkadaşlarla epey gülüp, eğlenmiştik. Eşli bir yemek olduğu için ilk defa aramıza katılanlar da olmuştu; kiminin karısı, kiminin kocasıydı bunlar. Bense bekârdım. Dolayısıyla tek tabanca takılmıştım. Evli çiftler genellikle çocuklarından ve onların okullarından bahsederek muhabbete giriyorlardı ki ben bu konulara çok uzaktım. Neyse ki şirketin muhasebe bölümünde çalışan otuz küsur yaşındaki müzmin bekâr Yasemin Hanım ve geçen yıl eşinden ayrılmış mimar Ercan Bey gibi arkadaşlar da vardı ki ben de kafama göre birileriyle sohbet etme imkânı bulmuştum. Aslında insanlarla iletişim kurmakta zorlanmayan, sıcakkanlı ve güler yüzlü biri olduğum için masadaki yirmi yedi kişinin çoğuyla sohbet etmiştim. Yemeğe kaç kişinin katıldığını bu kadar net bilmemde bir gariplik yoktu çünkü personel şefi Ufak ağabeyin yardımcısıydım ve rezervasyonu bizzat ben yaptırmıştım. Böylesine saçma ve gereksiz bir şeyi anımsıyorum da gecenin nasıl sona erdiğini, nasıl olup da evime döndüğümü hiç hatırlamıyorum. Demek ipin ucunu epey kaçırmışım… Umarım kendimi utandıracak veya millete madara edecek bir salaklık yapmamışımdır da Pazartesi sabahı şirkete gidince hepten rezil olmam! Yaptıysam da yapmışımdır, diye düşünüp kendimi rahatlatmaya çalıştım. Ama susuzluktan kuruyan dudaklarım bütün bunları boş verip, bir an evvel mutfağa yönelmem gerektiğini anımsattı bana… Ayrıca hacetimi giderme ihtiyacım her geçen dakika daha da artıyordu. İki kişilik karyolamdaki yorganı kenara itip, üstümü açtım. İyi de oldu, epey terlemişim. Fakat henüz yatağımdan doğrulmaya hazır değilim. Acaba önce tuvalete mi gitsem, yoksa mutfağa mı? Buna midemdeki dalgalanmalar karar verecek. Belki de önce midemi boşaltmak en iyisi olur ama bunu hiç istemiyorum. Suyunu iç, tuvaletini yap, mide hapını ağzına at ve çakırkeyif olarak yeniden rüyalar âlemine dal. İstediğim bu ama istemek yeterli değil, tüm riskleri göze alıp harekete geçmem gerek. Yataktan doğrulunca başımın döneceğini ve midemin daha da bulanacağını gayet iyi bi-

9


liyorum ama susuzluğa da, böbreklerimdeki baskıya da daha fazla dayanacak gücüm kalmadı. Karyolamda usulca doğruldum ve bacaklarımı aşağıya sarkıttım. Başıma öyle bir ağrı saplandı ki ayağa kalmak bir tarafa, kafamı ellerimin arasında alıp, kendi kendime söyledim; “Ne diye her seferinde, bokunu çıkarana kadar içersin ki?” Ağzımdan çıkan anason kokusunu duydum. Midem, bulunduğu yerde ters parende attı. Sol elimin içiyle ağzımı kapattım, sağ elimle de alnımı ovmaya devam ettim. Hafifçe geğirdim. Bunun olumlu bir etkisi oldu, midem bir nebze rahatladı. Kusmayacağımı o anda anladım. Geriye halletmem gereken iki sorunum kalmıştı: Önce mutfağa gidecek, bu esnada ellerimle tutunduğum duvarlardan destek alacak, asla ışığı açmayacak, bardağı, tezgâha taşana dek – nedense her seferinde böyle oluyor – suyla dolduracak ve hepsini bir dikişte içecektim. Dönüşte de tuvalete uğrayıp – gene ışığı yakmadan ve mümkün mertebe etrafa sıçratmadan – rahatlayacaktım. Sonra da yatağıma süzülüp, yorganımı üzerime çekip, mutlu bir şekilde uyumaya devam edecektim. Pat! Bu ne ya? Salondan mı geldi bu ses? Duvara bantladığım resimlerden biri gene yere düştü galiba… İyi de resimleri altına kanepe yok mu? Düşen posterlerden biri olsaydı böyle mi ses çıkardı? Usulca süzülür, en fazla hışırdardı. İster istemez dikkat kesildim. Belki bir defa daha aynı sesi duyarsam ne olduğunu anlayabilirdim. Gözlerimi açıp etrafa bakındım. Öyle bir yandı ki gözlerim, uykusuzluk nedeniyle kanlanmışlardır herhalde, diye düşündüm. On beş gün boyunca rakı, bir hafta boyunca da sigara içmeyeceğim diye kendi kendime boş yere söz verdim. İki gün sonra gene aynı haltı yiyeceğimi gayet iyi biliyordum. Haydi lan, kaldır şu kıçını da git suyunu iç… Çatırt! İşte bu sefer alenen duydum! Kesin salonda birileri dolanıyor. Bu çatırdayan parkenin sesiydi… Öffffff… Ne bok yiyeceğim ben şimdi? Bi’ sen eksiktin, kodumun hırsızı… Ağzını burnunu kırayım da aklın başına gelsin! Söylemesi kolay da bunu nasıl yapacağım? Bir altmış boyunda, yirmi yedi yaşında, hafif sıklet bir adamım ben… Komodinin çekmecesini araladım, salona gitmeden önce elime ne gibi bir şey alabileceğime baktım. Dedemden yadigâr dökme demir çalar saati görünce içimi büyük bir sevinç kapladı. İyi ama ya içerideki lavuk, ızbandut gibi bir şeyse? Olsun, yanımda fırlatabileceğim, vurabileceğim bir şeyler olması mutlaka bir avantaj sağlar… Elime aldığım saatin ağırlığı ban güven verdi. Usulca yaklaşıp bunu kafasına geçirdim mi, görür dünyanın kaç bucak olduğunu, diye düşündüm. Vücuduma salgılanan adrenalin başımın ağrısını da, tuvalet ihtiyacımı da, susuzluğumu da bir an için gidermişti. Şu anda çok daha büyük bir sorunum vardı. Ayağa kalktım. Yatak odamdan çıktım ve duvarın dibine geçip, salona doğru ilerlemeye başladım. Bu esnada sağ kolumu havaya kaldırdım. Elimdeki saati her an herifçioğlunun kafasına indirmeye hazırdım.

10



Salon kapısının kenarında durup, çaktırmadan odanın içine baktım. Geri zekâlı orospu çocuğu, pencerenin kenarında dikilmiş, dışarı bakıyordu! Nispeten rahatlamıştım çünkü neredeyse aynı boydaydık ama sanki benden daha kilolu gibiydi. Az daha bekle, birazdan göreceksin ebenin şeyini… Yavaşça arkasından yaklaştım ve yüzünü bana döndüğü anda elimdeki saati suratının ortasına yapıştırdım. “N’apıyorsun Alper?” diye sorduğunda alnından fışkıran bir karaltı – muhtemelen adamın kanıydı bu – yüzünden aşağıya süzülmeye başladı. Kafasına ikinci darbeyi indirmeden önce bir an duraksadım. Adımı nereden biliyordu ki? Gerçeğin farkına vardığımda iliklerime kadar ürperdim. Adam değil, kadındı bu! Hatta sıradan ve bilmediğim bir kadın da değildi; yemekten sonra benimle birlikte evime gelen ve yatağıma girip, beni bacaklarının arasına alan Yasemin’di. Oğuz ÖZTEKER oguzozteker@yahoo.com İllüstrasyon Mehmet GÜLERYÜZ http://guleryuzmehmet.deviantart.com

y 12


aydede Yazar İbrahim AYDIN

Çizer Hakan AYDIN


Gece ve ay, ayrılmaz birer sevgiliye benzerler. Birbirini tamamlayan ama dışarıda kalanlar için çoğu zaman ürkütücü gelen bir atmosfer... Dünya döndükçe ve güneş ışığını kaybetmedikçe ay bize her zaman yolumuzu gösterecek, tabii karanlık da öyle... Kendi karakterlerimizin içinde yaşadığı bir dünyayı oluşturup, bunu çizgi roman sevenlerle paylaşmak bizi çok mutlu ediyor. Aydede çok uzun zaman önce tasarlanan bir karakter. Çizgi roman sevenlere, bir film özel sayısı tadında değil, farklı bölümlerle devam edecek olan hikâyeler sunmak istiyoruz. Ne diyelim, umarım bir gün çizgi roman Türkiye’de hak ettiği ilgiyi görür ve bizler de dünyaya kendi çizgi romanlarımızı okutabilir, karakterlerimizi sevdirebiliriz. Hakan Aydın http://hakanlogan.deviantart.com


















11 SEÇKİN ÇİZERİN KALEMİNDEN ÇİZGİ ROMANLAR GÖLGE e-DERGİ ÇİZGİ ROMAN ÖZEL SAYISINDA

25 SEÇKİN YAZARIN KALEMİNDEN KAÇIŞ ÖYKÜLERİ GÖLGE e-DERGİ ÖYKÜ ÖZEL SAYISINDA

http://GolgeDergi.Blogspot.Com

















2008 – 2009 SEZONU DEĞERLENDİRMESİ (2) Geçtiğimiz sayıda yaz aylarında sinema salonlarını dolduran filmlerin azlığını fırsat bilip 2008 – 2009 sezonunun bir değerlendirmesini yapmaya girişmiştik. Bu ay kaldığımız yerden devam ediyoruz. Komedi Filmleri: Komedi filmlerinden bahsederken öncelikle bu türün önemli bir kısmını oluşturan romantik komedilerden bahsetmek gerek. Bu türün klasik örneklerinin çoğu bir düğün sahnesi ile biter. Son zamanlarda tümüyle düğün meselesine odaklanan kimi filmleri de izlemeye başladık. Bu sezon izlediğimiz Gelin Benim Olacak (Made of Honor) bunun iyi bir örneğiyken, Gelinlerin Savaşı (Bride Wars) ise kötü bir örneği olarak hafızalarda kaldı. Bir zamanlar romantik komedilerin kraliçesi olan Meg Ryan’ı ise iki filmle birlikte perdelere konuk ettik. Annemin Yeni Sevgilisi (My Mom’s New Boyfriend) keşke Meg Ryan’ı botokslu suratı ile görmeseydik dedirten çok büyük bir hayal kırıklığı iken, Kadınlar (The Women) görece olarak daha iyi bir filmdi belki ama türün önemli oyuncularını birleştiren geniş kadrosuna rağmen bir türlü doyurucu olamıyordu. Kadın erkek ilişkilerine odaklanan bir diğer geniş kadrolu film ise Erkekler Ne Söyler Kadınlar Ne Anlar (He’s Just Not That Into You) idi ve bu film ilişkilerinin belli bir kurala bağlı olmak zorunda olmadığı önermesi ile yola çıkan ve mutluluğun yolunun illa ki evlilik olmadığını söyleyen yapısı ile başarılı bir filmdi.

Gelinlerin Savaşı (Bride Wars)

Gelin Benim Olacak (Made of Honor)

Aşkın İngilizcesi (Broken English)

Bu filmler yanında Meg Ryan’ın boş bıraktığı tahtı doldurmaya çalışan yeni nesil romantik komedi oyuncularını ise bir dizi vasat filmde izledik. Reese Witherspoon, Zoraki Tatil (Anywhere But Home) ile; Renée Zellweger, Kasabanın Yenisi (New in Town) ile; Kate Hudson, Arkadaşımın Aşkı (My Best Friend’s Girl); Isla Fisher ise Bir Alışverişkoliğin İtirafları (Confessions of a Shopaholic) ile karşımıza geldi ve türün iz bırakmayan örnekleri olarak geçip gittiler. Tür içinde iyiler de vardı elbette. Çoğunlukla televizyondan tanıdığımız oyuncuları toparlayan ama onların da çok iyi performanslar sergiledikleri, romantik komedinin bildik kalıplarını zorlayarak biraz daha riskli alanlara kayan, bu arada insan ilişkilerine odaklanmayı da ihmal etmeyen edepsiz komedi Aşkzede (Forgetting Sarah Marshall) ve Amerikan bağımsız filmleri arasında çıkıp gelen ve sinemalarımızda kendine yer bulan Aşkın İngilizcesi (Broken English) iyi örnekler arasındaydı. Sadece romantik komedi demenin hafif kaçacağı, Woody Allen’ın en yeni filmi Barselo-

47


na Barselona’da (Vicky Cristina Barcelona) üstat her zaman olduğu gibi modern kadın-erkek ilişkisine bu sefer Barcelona’yı mekân tutarak sağlam bir bakış atıyordu. Javier Bardem, Scarlett Johansson ve Penélope Cruz’dan oluşan oyuncu kadrosu da cabası (elbette Vicky rolündeki Rebecca Hall’u da unutmamak gerek). Bir de işin romantizm yönüne değil daha çok komedi yönüne ağırlık veren filmler vardı. Öncelikle kötülerden bahsedelim. En Süper Kahraman (Superhero Movie) ve Acaip Bi Film (Disaster Movie), popüler filmlerle dalga geçen filmlerin artık iyiden iyiye sıradanlaştığının ve gitgide daha da sıkıcı bir hale geldiğinin göstergesi olan filmlerdi ve sadece komedi filmleri arasında değil, sezon içinde gösterime giren tüm filmler arasında da en kötüler arasında sayılabilirlerdi. Bir zamanların popüler komedyenlerinden Eddie Murphy’nin iyiden iyiye kendini tükettiğini gösteren Bir Çılgının İçinde (Meet Dave), tümüyle gereksiz bir film izlenimi çizen ve sadece serinin eski filmlerini bir kez daha izleme isteği uyandıran Pembe Panter 2 (The Pink Panther 2) ve fazlasıyla kaba bir komedi anlayışına dayanan Adam Sandler komedisi Zohan’a Bulaşma (You Don’t Mess with the Zohan) bir kere bile izlemenin tahammül sınırlarını zorladığı filmlerdi.

Adam Sandler’ın diğer filmi Gerçek Masallar (Bedtime Stories) ise aslında belki de çocuk filmleri arasına dâhil etmemiz gereken, en azından keyifli vakit geçirten bir filmdi. Türün önemli isimlerinden Jim Carrey’nin Bay Evet (Yes Man) filmi de öyle. Sezonun en eğlenceli filmleri ise klasik bir televizyon dizisinin uyarlaması olan Akıllı Ol (Get Smart), Coen kardeşlerin komediye dönüş yaptığı Aramızda Casus Var (Burn After Reading) ve şahane bir Hollywood taşlaması olan Tropik Fırtına (Tropic Thunder) idi. Özellikle Tropik Fırtına son derece başarılı oyunculukları ile de dikkat çekiyordu. Robert Downey Jr. ve kendini tanınmaz bir hale sokan Tom Cruise için bile izlenebilirdi. Hatta belki de bu rol Cruise’un kariyerindeki en iyi işlerden biriydi. Çocuk Filmleri ve Animasyonlar: Aslında bu iki türü bir arada değerlendirmek her zaman çok doğru değil. Animasyon denen tür çocuk filmleri ile sınırlandırılamayacak kadar geniş ama burada vizyon yüzü görme şansı bulan örneklerini inceleyeceğimize göre beraberce değerlendirmek çok da yanlış olmayacaktır. Bu nedenle istisnalara da ayrıca değinmek üzere bu iki türü birbirinden ayırmayalım. Ama öncelikle animasyon olmayan çocuk filmlerine bakalım. Birkaç yıldır olduğu gibi, aslında fantastik film de sayılabilecek olan ama çocuklara yönelik unsurları daha ön planda olan bir dizi film izledik bu sezonda da. İlkini sevenlerin belki bir şeyler bulabileceği ama ilkini sevmeyenlerin yakınından bile geçmemesi gereken Narnia Günlükleri: Prens Kaspiyan (Chronicles of Narnia: Prince Caspian), kitaplardaki karakterleri gerçek dünyaya taşıyabilme yeteneği olan bir baba-kızın hikâyesi olan Mürekkep Yürek (Ink-

48


heart) ve sinemalarımızdan sessiz sedasız geçse de türün orta karar örneklerinden olmayı başaran Ay Prensesi (The Secret of Moonacre) bu filmler arasındaydı. Hatta nasıl olduysa Almanya’dan gelip ülkemizde de gösterime giren ve daha küçük yaşta bir seyirci kitlesini hedefleyen Lilli ve Sihirli Kitabı (Hexe Lilli - Lily The Witch) filmini de bu gruba katabiliriz. Türün klasik örneklerinden birinin The Rock’lı yeniden çevrimi Sihirli Dağ (Race to Witch Mountain) da orta karar ama keyifli bir film olarak geçti gitti. Ayrıca içinde pek sevimli köpekler barındıran iki çocuk filmini de unutmamak lazım: Köpek Oteli (Hotel For Dogs) ve Beverly Hills Çuvava (Beverly Hills Chihuahua). Özellikle Amerika’da kız çocukları arasında çok hayranı olan Hannah Montana serisinin film versiyonu da sinemalarımıza teşrif ettiler. Çektiği seyirci sayısına bakılacak olursa bizde o kadar da fazla hayranı yokmuş demek ki bu serinin. Aslında yukarda adını andığımız kanlı canlı çocuk filmlerinden neredeyse hiçbiri ne çocukları ne de ebeveynlerini memnun ederken neyse ki animasyonlar bu açığı kapadı ve tüm sezon boyunca birbirinden başarılı örneklerini izledik bu türün. Yine de öncelikle türün vasat örneklerinden bazılarını sayalım: Kediler Şehri (Catcher: Cat City 2), Garfield Komedi Festivali (Garfield’s Fun Fest), Aslan Kral’ın Oğlu Leo (La Storia di Leo - The Story of Leo), Sevimli Dinozor Tatilde (Urmel Voll in Fahrt - Impy’s Wonderland), Uzay Maymunları (Space Chimps), Niko: Yıldızlara Yolculuk (Niko: Lentajan Poika - Niko & The Way To The Stars). Burada sadece bir kısmını saydığımız bu filmler genellikle türün Avrupa’dan gelen örnekleriydi ve hem içerik hem de teknik olarak standartları tutturamıyordu. Avrupa’dan gelen örnekler dışında bu sezon bir de Hindistan yapımı animasyon sinemalarımızı ziyaret etti. Sokakların Kralı Romeo (Roadside Romeo) adlı bu film de orta karar bir yapımdı. Ayrıca her ne kadar bir Star Wars filmine kötü demek içimden gelmese de Star Wars: Klon Savaşları’nın (Star Wars: The Clone Wars) da ortalamayı ancak tutturabildiğini itiraf etmek lazım. Diğer türlerde de karşımıza çıkmaya başlayan 3 boyut teknolojisi kendini en çok animasyon filmlerde hissettirdi. Geçtiğimiz sezon, Beni Aya Uçur (Fly Me To The Moon), Bolt, Canavarlar Yaratıklara Karşı (Monsters vs. Aliens) ve Koralin ve Gizli Dünya (Coraline) filmlerini 3 boyut-

Mürekkep Yürek (Inkheart)

Star Wars: Klon Savaşları

Koralin ve Gizli Dünya (Coraline)

lu olarak izledik. Özellikle Canavarlar Yaratıklara Karşı son derece eğlenceli ve hareketli bir film olması ile öne çıkıyordu. Koralin ve Gizli Dünya ise çok küçük çocuklara hitap etmese de yılın en iyi animasyonlarından biriydi. Yeni bir serinin ilk filmi olan Kung Fu Panda, gayet başarılı devam filmleri olan Madagaskar 2 (Madagascar: Escape 2 Africa) ve Çılgın Dostlar 2 (Open Season 2) ve de Despero (The Tale of Despereaux) da yılın başarılı animasyonları arasında yer aldı. Ama yılın en iyisi yine Pixar’dan geliyordu. Dünyada bir başına kalmış küçücük bir robotun hikâyesi sadece bu sezon değil uzun zamandan beri sinemalarımıza gelmiş en iyi animasyondu, hatta genel olarak yılın da en iyi filmlerinden biriydi. Vol.İ (Wall-E) son derece başarılı senaryosu, dört dörtlük animasyonu ve adeta sessiz sinemaya yaklaşan yapısı ile bir animasyon başyapıtı idi adeta ve defalarca yeniden izlenmeyi hak ediyordu.

49


Son olarak çocuk filmi kategorisine sokamayacağımız çok başarılı bir animasyondan da söz edelim. Beşir’le Vals (Vals Im Bashir - Waltz With Bashir) hem belgesel hem de animasyonu aynı potada eritmesi ile son derece ilgi çekici ve başarılı bir yapımdı. Ayrıca İsrail’den gelen savaş karşıtı bir yapım olması ile de ilgi çekiyordu.

Yalanlar Üstüne (Body of Lies)

Belgeseller ve Müzikaller: Bu iki tür de genel olarak kendi özel seyirci kitlesini oluşturmuş türlerdir ve seveni olduğu kadar sevmeyeni de çoktur. Zaten sinemalarımıza gelen örnekleri de pek az olduğu için aynı başlık altında değerlendirelim dedik. Beşir’le Vals (Vals Im Bashir - Waltz With Bashir) Geçtiğimiz sezonlarda sinemalarımıza gelen belgesel sayısında gözle görülür bir artış olmuştu. Bu sezon ne yazık ki bu sayı birde kaldı (yerli filmleri ayrı bir kategoride değerlendireceğimiz için onları bu sayıya dâhil etmedik). Teldeki Adam (Man On Wire) adlı bu film 70’lerde İkiz Kuleler’in arasına tel çekip arasında yürüyen bir akrobatın hikâyesini anlatıyordu. Adeta konulu bir film havası veren bu belgesel aynı zamanda yılın en iyi belgesel Oscar’ını da aldı. Müzikal olarak da az sayıda film izledik bu sezon. Mamma Mia, geniş kadrosu ve Abba şarkıları ile meraklısı için tam bir ziyafetti. Ama Abba sevmeyenler bu filmden de nefret etti elbette. High School Musical 3: Senior Year ise genç kuşağın neden sevdiğini anlamadığım bir serinin umarım son filmi idi. Müzikalden çok konser filmi olarak nitelemenin doğru olacağı U2 3D ve Jonas Brothers 3 Boyutlu Konser Deneyimi (Jonas Brothers: The 3D Concert Experience) filmlerinin ise her ikisinin de 3 boyutlu olması dışında ortak noktası yoktu. Biri yılların grubu U2’nun şahane sahne performansını gözler önüne sererken diğeri 5 yıl daha kariyerlerine devam etseler şanlı sayacağım yeni yetme 3 kardeşten oluşan bir grubu izlememizi sağlıyordu. Polisiyeler, Casus Filmleri ve Benzerleri: Her yıl olduğu gibi bu sezon da sinemalarımıza saf polisiyeler ya da casus filmleri ile bir takım gizemleri çözmeye çalışan karakterlerin yer aldığı filmler de geldi. Ama bunların arasında da çok başarılı olanları yoktu ne yazık ki. Saf bir polisiye olarak Robert De Niro ve Al Pacino gibi iki çok usta oyuncuyu bir araya getiren Orijinal Cinayet(ler) (Righteous Kill) o kadar kötüydü ki bu iki ustanın filmografisine dâhil olduğunu bile hemen unutmak gerekliydi. Zafer ve Gurur (Pride and Glory) da Collin Farrell’in oynadığı çok klasik bir polisiye idi. Öldür.com (Untraceable) konuyu modern teknoloji ile süslese de Testere serisinden ilham almış bir polisiyeden fazlası olamıyordu. Yalanlar Üstüne (Body of Lies), Ridley Scott’ın eski formundan uzak olduğunu bir kez daha gösteren ama en azından son yıllardaki filmleri arasında iyi örneklerden biri olan, Ortadoğu’yu mekân tutan bir casus filmiydi. Sahtekârlar (Duplicity) ise Julia Roberts ve Clive Owen tarafından canlandırılan iki eski ajanın son bir hamleyle iyi bir vurgun vurmaya çalışmalarını komedi kalıpları içinde anlatırken bir yandan da yeni dünya düzeninde ülkelerin değil firmaların süper güç olduğunu bir kez daha ince ince vurguluyordu. Bir de tabii ki sıradan insanların bir anda kendilerini büyük bir komplonun içinde bulmalarını anlatan bazı filmler vardı. Kartal Göz

50


(Eagle Eye) işin aksiyon yönüne ağırlık verirken, Sibirya Ekspresi (Transsiberian) ise daha çok gerilim tarafını öne çıkaran başarılı örneklerdi. Devlet Oyunları (State of Play) da bir polisiye sayılmasa da temelde büyük bir komployu ortaya çıkarmaya çalışan gazetecileri konu etmesi ile bu bölüme dâhil edilebilir. Hem başarılı ve merakı sürekli yüksek tutan senaryosu, hem başarılı oyunculukları hem de eski usül gazeteciliği yeni nesil İnternet gazeteciliği karşısına çıkaran yapısı ile izlenmeyi hak eden bir filmdi.

Devlet Oyunları (State of Play) Son olarak gizem çözmek denince akla gelecek filmlerden biri olarak, karşımıza bir kez daha Robert Langdon karakterini getiren Melekler ve Şeytanlar’ın (Angels & Demons) adını da anmadan geçmemek gerek. Her ne kadar çok sağlam bir film olmasa da yine epeyce seyirci çeken bu film Langdon’un yeni bir macerası için de kapıları açmış oldu.

Avustralya (Australia)

Romantik Filmler ve Dramlar: Elbette sezon boyunca en ağdalısından katıksız romantik filmler ve dramlar da izledik. Richard Gere ve Diane Lane’i buluşturan Sevgi Fırtınası’nı (Nights in Rodanthe) türün günümüzde geçen bir örneği, Kayıp Yüzük’ü (Closing The Ring) türün 2. Dünya Savaşı atmosferinde geçen bir örneği, Düşes’i (The Duchess) ise daha da eski tarihlere giden bir örnek olarak görebiliriz. Her ne kadar 3 filmin de izlenir yanları bulunsa da çok da iz bırakmadan geçtiler vizyondan. Aşkın Peşinde (Elegy) ise yaşlı erkek-genç kız aşkına kapsamlı ve klişelerden uzak bir bakış atarak bizi Penelope Cruz ve Ben Kingsley’in ne kadar tutkulu bir aşk yaşayabileceğine inandırıyordu. Ayrıca Baz Luhrmann’ın uzunca bir aradan sonra sinemaya geri döndüğü Avustralya’yı (Australia) da unutmamak gerek.

51


Rüzgâr Gibi Geçti (Gone With the Wind) model alınarak çekilen bu film ne seyircileri ne eleştirmenleri memnun etmedi ama hiç de kötü bir film değildi aslında. Önyargılardan arınıp izlendiğinde değerini bulacaktır.

52

Milyoner (Slumdog Millionaire)

Bağımsızlar, Avrupa Filmleri ve Diğerleri: Geçtiğimiz sayıda başlayıp devam ettiğimiz bu yazıda pek çok filmden söz ettik ama yılın en önemli filmlerinden bir kısmına hâlâ değinemedik. Çünkü bunlar tek başına belirli bir türe sokmanın mümkün olmadığı, genellikle bağımsız kanattan ya da Avrupa’dan gelen filmlerdi. Örneğin Kim-Ki Duk’un yeni filmi Rüya (Bi-Mong / Dream) temel olarak iki kişi arasındaki bir ilişkiyi anlatsa da romantik film kategorisine sokulabilecek bir film değildi. Yönetmenin önceki filmleri kadar usta işi olmasa da yarattığı büyülü atmosfer ve gerçek/ rüya arasında kurduğu ilişki ile izlenmeyi hak ediyordu. Ya da Gomorra (Gomorrah) esasen suç dünyasını anlatan bir filmdi ama ne bir gangster filmi ne de polisiye diyebileceğiniz bir filmdi. Daha çok suç dünyasına gerçekçi hatta belgeselvari bir bakış atıyordu. Bu filmler arasında toplumsal sorunlara eğilen filmler de vardı. Ken Loach, İşte ÖzGomorra (Gomorrah) gür Dünya (It’s a Free World) ile bir kez daha İngiliz orta sınıfına bir bakış atarken aynı zamanda göçmenlik sorununa da parmak basıyordu. Göçmenlik sorununa kendi sinema anlayışları ile bakan diğer bir film de Dardenne kardeşlerin Cannes’da en iyi senaryo ödülü de alan Lorna’nın Sessizliği (Le Silence De Lorna - Silence Of Lorna) filmi idi. Cannes’da Altın Palmiye alan Sınıf’ı (Entre Les Murs - The Class) da sinemalarımıza konuk ettik bu sezon. Doğrusu kişisel olarak beni çok etkilemeyen bir film olmasa da iyi bir film olduğu gerçeğini değiştirmezdi. Politik içerikli filmler deyince Açlık’tan (Hunger) da bahsetmemek olmaz. Yılın en çarpıcı filmlerinden biri olan Açlık, 80’lerde Kuzey İrlanda’da hapishanelerdeki insanlık dışı uygulamaları ve sonucundaki açlık grevlerini adeta seyircinin böğrüne bir yumruk atarak anlatıyordu. Ayrıca Utanç (Buda as Sharm Foru Rikht - Buddha Collapsed Out of Shame – Le Cahier) da Afganistan’da bir küçük kız çocuğunun özelinde kadınlara yapılan ayrımcılıktan tutun da savaşın etkilerine kadar pek çok konuya değinen çok başarılı bir filmdi. Bir de Oscar’da da sıkça adı geçen filmler vardı. Benjamin Button’ın Tuhaf Hikâyesi (The Curious Case of Benjamin Button), arkasındaki David Fincher ismine, iyi oyuncularına ve ilginç konusuna rağmen beklenen etkiyi yaratamıyordu. İyi bir filmdi elbette ama fazlasıyla hesaplı duruyordu. Okuyucu (The Reader) da Kate Winslet’e Oscar kazandırmasına rağmen yine iyi ama çok güçlü olmayan bir yapım olarak kalıyordu. Clint Eastwood babanın Gran Torino’su ise üstadın Unforgiven ile western türüne yaptığının Dirty Harry karakterine uygulanışının dersini veriyordu adeta. Bir Katolik okulunda yaşananları çok incelikli bir senaryo ile anlatan Şüphe (The Doubt) ise söz konusu senaryosunun yanında her biri tek tek üst düzey performanslar gösteren oyuncuları ile beraber rakiplerinden daha iyi bir filmdi. Sezonun Oscar galibi ise herkesin bildiği gibi Milyoner (Slumdog Millionaire) idi. Oscar dışında da pek çok ödül kazanan Milyoner iyi bir filmdi gerçekten ama aynı konu Amerika’nın varoşlarında geçse idi aynı etkiyi yaratır mıydı, merak konusu. Ama Oscar yarışındaki iki film diğerleri kadar öne çıkmasa da kanımca hepsinden daha iyiydi. Darren Aronofsky’nin önceki filmlerinin hızlı kurguyu öne çıkaran yapısından vazgeçip daha klasik bir sinema kullandığı, bunda da son derece başarılı


olduğu, aynı zamanda eski kurt Mickey Rourke’dan belki de hayatının performansını aldığı Şampiyon (The Wrestler) ve Sam Mendes’in evli bir çiftin ilişkilerini kriz anında ele alıp bir kez daha dışarıdan kusursuz gibi görünen bir ilişkinin içinde ne fırtınaların koptuğunu anlatan filmi Hayallerin Peşinde (Revolutionary Road). Her iki film de 2008 – 2009 sezonundan ileriki yıllara kalacak filmler olarak dikkat çekiyordu. Yerli Filmler: Artık o bir elin parmakları kadar sayıda yerli filmin gösterime girdiği günler çok gerilerde kaldı. 2008 – 2009 sezonunda toplam 58 yerli film gösterime girmiş. Ortalama olarak her hafta bir yerli filmden fazla yani. Bir karşılaştırma yapmak gerekirse 2007 – 2008 sezonunda bu rakam 45 imiş. Söz konusu 58 filmin bir kısmı gerçekten çok kötüydü. Süper Ajan K9, Nekrüt, Destere ve Şeytanın Pabucu gibi filmleri bunlara örnek olarak verebiliriz. Neyse ki bu ve benzeri filmler seyirciden beklenen ilgiyi görmediler. Yani en azından yapımcıların istediği gişeyi yapamadılar. Belki ilerde bu tip filmleri daha az görürüz. Gişe şampiyonları denince adını anmamız gereken filmler ise kaçınılmaz olarak Recep İvedik 2, A.R.O.G: Bir Yontmataş Filmi, Issız Adam, Güneşi Gördüm ve Muro: Nalet Olsun İçimdeki İnsan Sevgisine filmleri idi. Recep İvedik 2 ve Muro’yu bir kenara bırakırsak diğer filmler gayet başarılı, sinema duygusuna da sahip gişe filmleri idi. Ayrıca reklâm kampanyalarının ve etrafında yaratılan tartışmaların da izlenmesinde etkisi olsa da Can Dündar’ın sinema için yaptığı ilk belgesel olan Mustafa’nın da gişe şampiyonları arasına girmesi sevindirici idi. Her ne kadar Mustafa kadar ses getirmese de hayatta kalan son Kurtuluş Savaşı Gazileri ile ilgili olan Son Buluşma da başarılı denebilecek bir belgeseldi. Yaşam Arsızı’nı da dâhil edersek bu sezon 3 adet yerli belgesel izledik ki gayet iyi bir rakam aslında. Bu sezon bazı edebiyat uyarlamaları da izledik yerli filmler arasında. Sıcak, Abdullah Oğuz’un bir önceki filmi Mutluluk’un seviyesine ulaşamayan bir filmken, Gölgesizler de ilginç bir film olmasına karşın uyarlandığı romanın başarısının altında kalıyordu ne yazık ki. Peyami Sefa’nın romanından uyarlama olan Gölge ise eski İstanbul’da başarılı bir film-noir atmosferi kuruyordu. Yine bir edebiyat uyarlaması olan Güz Sancısı da çok başarılı bir film olamasa da ele aldığı 6 – 7 Eylül olayları ile ilgiyi hak ediyordu. Bir de hem dünyada hem ülkemizde pek çok festivalde takdir toplamış yerli filmler vardı ki bunların sayısı da epey fazlaydı aslında. Derviş Zaim’in hat sanatı ile sinemayı birleştirdiği Nokta filmi, Yeşim Ustaoğlu’nun Alzehimer hastalığından hareketle aslında büyükşehir yaşamına da keskin bir bakış attığı Pandora’nın Kutusu, kırsalın durgunluğunu çok başarılı bir şekilde perdeye yansıtan Tatil Kitabı, gerçek bir hikâyeden alınan ve zaman zaman yönetmenin belgeselci geçmişini de belli eden Gitmek: Benim Marlon ve Brandom, Semih Kaplanoğlu’nun Yumurta’daki üslubunu iyice keskinleştirdiği Süt bu filmlerden birkaçıydı. Yurtdışı ödüller denince bu sezonun ilk akla gelen ismi Nuri Bilge Ceylan’dı elbette. Geçtiğimiz yaz Cannes’dan en iyi yönetmen ödülü ile dönen Ceylan’ın Üç Maymun’u bu sezon gösterime girdi ve belli bir seyirci ilgisi de gördü. Her karesine ayrı ayrı özenilmiş bu film gerçekten de Ceylan’ın ileriye kalacak filmlerinden biriydi. En az Üç Maymun kadar başarılı bir başka film de Özcan Alper’in Sonbahar’ı idi. Hapisten çıktıktan sonra memleketine dönen bir gencin hikâyesini son derece

53


Üç Maymun incelikli bir şekilde anlatan bu film Alper’in ilerdeki filmleri için de büyük umut veriyordu. Yılın en iyisi ise Reha Erdem’in Hayat Var’ı idi. Senaryosu, oyunculukları, görüntü ve ses kullanımı ile dört dörtlük bir film olan Hayat Var sadece bu yılın en iyisi değil kanımca Türk sinema tarihinin en iyi filmlerinden biriydi. Ne yazık ki az seyirci çekti ama defalarca izlenmeyi hak eden bir filmdi doğrusu. Sezonun ilk 10’u: Son olarak iki sayıdır değerlendirdiğimiz, Haziran 2008 – Mayıs 2009 döneminde gösterime giren tüm filmler arasından kişisel ilk 10’umu da buradan paylaşmak isterim. Not: Tüm yazıda ve bu listede Kıyamet (Apocalypse Now Redux) filmi esasen eski bir film olarak değerlendirildiği için göz ardı edilmiştir. Yoksa bir başyapıt olarak birinci sırada yer almalı idi.

1. Hayat Var 2. Hayallerin Peşinde (Revolutionary Road) 3. Vol.İ (Wall-E) 4. Açlık (Hunger) 5. Üç Maymun 6. Kara Şövalye (The Dark Knight) 7. Şampiyon (The Wrestler) 8. Sonbahar 9. Beşir’le Vals (Vals Im Bashir - Waltz With Bashir) 10. Tropik Fırtına (Tropic Thunder)

Son olarak şunu da eklemeli bu tip bir listede ilk defa bir Türk filmini 1. sıraya koyuyorum ve yine ilk defa böyle bir ilk 10 listesine 3 adet Türk filmi yerleştiriyorum. Gerçekten yerli filmler açısından iyi bir yıl geçirmişiz anlaşılan. Hasan Nadir DERİN www.sinemamanyaklari.com

54


İŞİMİ SEVİYORUM Karşıya bakıyorum, soluma, sağıma, arkama… Ucu görünmüyor olduğum yerin. Dümdüz bir ova. Orda ufuk çizgisi var. Nerede? Orada, uzakta, çok uzak… Gökyüzündeki siyah bulutlar arada bir şimşeklerle aydınlanıyor. Uzakta bir yerde yağmur yağıyor. Önümdeki yol ikiye bölüyor bu devasa ovayı. Yürümeliyim, ilerde bir yerde olmalı gitmek istediğim yer. Bilmiyorum neresi olduğunu. Yürüyorum, ilerliyorum, sağım ve solum boş. Karşıdan bir grup insan mı geliyor? Altı-yedi kişi olmalılar. Kıyafetleri siyah. Yaklaşıyorlar giderek. Evet, seçebiliyorum şimdi; bir cenaze bu. Şu önde, tabutun sağındaki bana ne kadar benziyor. Karım arkamdan yürüyor, tabutun solunda babam var, babamın arkasında annem… Kardeşlerimi de görüyorum. Beni görmeden geçiyorlar; ben ve diğerleri. Sanki göz göze geliyoruz benimle. Kızmış ben, bana. Tabuttaki kimdi? Gök gürlüyor, korkudan irkiliyorum, şimşek gözümü alıyor, açıyorum gözümü… Gitmişler. Yürümeye devam ediyorum. Mustafa ağabeyi görüyorum, o da beni görüyor, seviniyorum. Mustafa ağabeyle işten tanışıyoruz. Bana bir açıklama yapabilir sanırım. Bana doğru geliyor Mustafa ağabey; bembeyaz gömleği, bembeyaz pantolonu ve bembeyaz sakalı gözlerimi alıyor. “Mustafa ağabey ben…” “Senin suçun değildi” diyor Mustafa ağabey. “Ne benim…” “Tamam… Üzülme,” diyor, “senin suçun değildi… Her şey düzelecek…” Tamam da ne düzelecek Mustafa ağabey? Gitti. Çıldırmak üzereyim. Nereye gitti bu adam? Ben neredeyim? Nasıl bir yer burası lanet olsun! Yürüyorum tekrar. Bu uçsuz bucaksız ovada yapılacak başka bir şey yok zaten. İlerde bir bina görüyorum, ihtişamlı; yükseliyor kara bulutlara doğru. Kasveti işliyor iliklerime kadar. Duvarları parlıyor, yağmur oraya yağıyor olmalı. Orta çağ katedrallerine benziyor. Hayır, bu bir katedral değil, bu benim iş yerim. Binaya doğru koşuyorum. Bütün cevapları istiyorum; orada olmalı, cevaplar orada olmalı. Ben koştukça uzaklaşıyor bina, kaçıyor benden. Küçülüyor giderek, ufuk çizgisinin ardına gizleniyor. Hızlanıyorum, o da hızlanıyor. Bekle beni, cevaplarımı istiyorum, bekle! İşimi seviyorum. Hayatımın bir parçası benim işim, önemli bir parçası. İşim olmasa ailemi nasıl mutlu ederim, nasıl bisiklet alırdım güzel kızıma örneğin? O çok istediği küçük, üç tekerlekli… Hani kornası olan… Nasıl da sevinmişti ilk bindiğinde… Hani öpülesi pembe yanaklarında gamzeleri çıkar, annesinden almış gamzelerini. Annesi kadar güzel güler kızım benim, annesi kadar güzel kızım benim. Kızımın adı Rüzgâr, ben koydum bu ismi. Henüz beş yaşında ve tıpkı annesine benziyor; yeşil gözlerini benden almış, o kadar. Pikniğe gideceğiz kızımla beraber, orada bisikletine binecek. Şu işimden bir vakit bulabilirsem eğer… Canım kızım benim… Kızım? Ne işin var senin burada? Çocuklara göre değil bu uçsuz bucaksız ova. Hadi kızım, uzaklaşma evinden… “Neden annenin yanında değilsin bakayım sen? Bak gitti onlar, uzaklaştılar iyice. Gel yetişelim beraber, hadi kızım…” “Onlarlaydım baba.” Dinlemiyorum Rüzgâr’ı, sözünü kesiyorum: “Efendim?... Ha- Hadi canım, hadi Rüzgârım, çabuk, koşmalıyız…” “Senin suçun değildi baba.” Yine şu “suç” meselesi… Nedir bu? Biri bir suç mu işlemiş? “Kes şunu!” Hayır, hayır bağırmak istemedim, affet beni bebeğim. ”Özür dilerim, bağırmak istemedim. Ama bana şu suç meselesini anlatır mısın lütfen? Nedir benim suçum olmayan?” Az önce ne demişti bu kız? “Hem sen az önce ne dedin? Onlarla mıydın?”

55



“Evet baba,” başını sallıyor, sarı saçları sallanıyor başıyla birlikte, beyaz göz kapakları iniyor yeşil gözlerinin önüne. “Evet, yanlarındaydım.” İyi de görmedim onu orada. “Hayır yoktun. Eminim.” “İçerdeydim baba…” İçerde? Hangi içer… İçerde! Tabutun içinde! “Senin suçun değildi baba. Caddede bisiklet binmemeliydim baba, benim hatamdı. Özür dilerim baba. Bizi pikniğe götürmen için o kadar ısrar etmemeliydim baba, özür dilerim. Sen çok çalışıyorsun, çünkü bize bakmak zorundasın, çünkü başka türlü eve ekmek getiremezsin, bizim de karnımız doymaz, o zaman da ağlarız. Özür dilerim baba, benim hatamdı. Ölmemeliydim baba. Bizi pikniğe götürecek vaktin yoktu, çünkü çok çalışıyordun. O arabayı görmedim baba. Caddede bisiklet binmemeliydim baba, bizi pikniğe götürmeni beklemeliydim, üzgünüm baba, çok özür dilerim, seni üzmemeliydim baba… Baba özür dilerim… Baba dur, ağlama… Benim hatamdı…” “Kızımmmmm” özür dilerim kızım… Gözyaşlarım boşalıyor, yanaklarımdan süzülüyor, gerdanımdan göğsüme damlıyor. Rüzgâr’ımmm… Sarılıyorum kızıma, boşlukta kavuşuyor kollarım. Gitmiş… O da gitmiş… Artık işimi sevmiyorum… Rüzgâr’ı kurtarmam gerek. Geçmişe koşarsam kurtarabilirim kızımı. Boş yolda koşuyorum var gücümle, akıyor gözyaşlarım, ayaklarıma damlıyor, üşüyor ayaklarım. Birden önümde kocaman bir perde yükseliyor, irkiliyorum, birkaç adım geri çekiliyorum. Bordo perdeler, parlak kumaştan, kalın… Perdeler düşüyor yere, müthiş bir şimşek ve gök gürültüsü ile birlikte. Yağmur başlıyor, gök yarılmış sanki… Perdenin arkasından bir ayna çıkıyor. Göğe kadar uzanıyor ayna, sağda ve solda ufuk çizgisine kadar. Kendimi görüyorum, kendime bakıyorum, başımı sağa yatırıyorum, aynadaki ben gülümsüyor bana. Arkamdan karımın yaklaştığını görüyorum aynada. Gülümsüyor. Fısıldıyor kulağıma: “Geç kaldın…” Öpüyor sol yanağımdan, “Hadi aşkım…” “Hadi aşkım, geç kaldın, kalk artık…” Öpüyor yanağımdan, “İşe geç kaldın hayatım, uyan, hadi…” “İşe gitmeyeceğim bugün. Pikniğe ne dersin?”

Hakan Günay AYDINOĞLU İllüstrasyon Emre Ozan ŞİRİN http://cizer.deviantart.com

57


BLOOD: THE LAST VAMPİRE

Tespihimi Saya Saya

Sinema ile dirsek temasında bulunan anime sektörü son yıllarda elle tutulur birkaç örnek ortaya çıkarmaya başladı. Eskiden henüz yapım aşamasında bile burun kıvrılma potansiyeli bulunan bazı projeler izlemesi zevkli hatta bazen kaliteli yapımlara dönüşüyorlar. Ama ne olursa olsun bu tarz yapımlar izleyiciden bir nebze taviz, az biraz hoşgörü, arada bir de inceden bir kaytarma talep ediyorlar. Blood: The Last Vampire da bu bahsi geçen filmlere bir örnek. Anime sonrasında oluşan beklentilerinizi biraz indirgemenizde fayda var zira stil olarak çok sıradan bir materyalle karşı karşıyayız. Gelgelelim bazı basitliklere ve özensizliklere gözlerinizi yumarsanız ya da daha da iyisi bu basitliklerden zevk almaya bakarsanız, Blood eğlenceli bir film. Hikâye 2. Dünya Savaşı sonrası Japonya’daki bir Amerikan askeri üssünde geçiyor. Gizli bir hükümet örgütü adına iblis avlayan Saya isimli bir genç kız, buradaki okulda saklanan iblisleri bulmakla görevlendirilir. Saya okulda tanıştığı arkadaşı Alice’i bu iblislerden kurtararak kendisini ve Alice’i hedef alan bir sürek avı başlatacak, kökenine dair sırları da bu görevle beraber açığa çıkaracaktır. Animeyi izlemiş kişilerin kafasında az çok ne tarz bir film görecekleri canlanmıştır. Ama bu, filmden zevk almak için kesinlikle bir şart değil. Filmin ilk 35 dakikası animenin biraz daha hızlı ve mübalağalı bir özeti gibi. Akabinde konu daha derinlere inip, bir köklere dönüş ve kaçış öyküsüne dönüşüyor ve film kendi bağımsız yolunu çiziyor. Peki, iyi mi ediyor? Ya da yeniden bir köklere dönüş, kendini keşfetme senaryosu izleme ihtiyacımız var mıydı? Şu sinema sektöründe hiç mi kendiyle barışık, hayata pozitif bakan vampir-insan melezi mahlûkat yok?


Yönetmen Chris Nahon, Jet Li ve Tcheky Karyo’lu Kiss of the Dragon’u akabinde de Jean Reno’nun başrolünü Emre Kınay’la paylaştığı (ünlem işaretine lüzum var mı?) L’empire des loups’u hayata geçirmiş bir insan. Yani ortalama filmler konusunda adeta bir aksakal. Kotardığı hiçbir filmi hafızada 15 dakikadan fazla yer etmeyen bir yönetmenden ötesini beklemek hıyanettir, ayıptır, günahtır. Yukarıda bahsettiğim tavizleri ve hoşgörüyü devreye sokmalı yavaştan. Zira bu film ne olursa olsun affettirici bir iki unsura sahip. İlk planda gözümüze çarpan başrol oyuncusu Gianna Jun. Saya’nın ete kemiğe bürünmüş hali. Hemen ardından bir başka sevilesi babacan karakter Michael rolünde film-noir dedektifi fötr şapkalı Liam Cunningham. En sonuncusu da kötü CGI efektlerle donatılmış olmasına rağmen (ki bu kötü CGI biraz da kasıtlı bir seçim) çok etkileyici ve eğlenceli dövüş sahneleri. Saya’nın mantıksız derecede meşakkatli hareketlerle kılıcını kınından çıkartmasıyla vuku bulan bir arka sokak arbedesi var ki baştan sona şetaret. Afro vampirlerden, uçan şemsiyelere, çatı takiplerine kadar bilumum mantıksız öğeyi bir arada barındıran bu 5 dakikalık sekans o ana kadar gözlerinizi devirerek dinlediğiniz bütün mantıksız diyaloglara değer. Buna benzer bir iki sahne ve bir iki güzel oyunculuk performansı, bu kolay unutulabilir filmin günahlarını bağışlatan faktörler. Blood: The Last Vampire, potansiyeli itibariyle bundan 10 yıl sonra 2000’lerin kült vampir filmlerinden biri olarak anılabilecek bir filmdi. İkinci dünya savaşı sonrasında Amerika’nın boyunduruğundaki sefil ve fakir Japon varoşları, biraz rock’n roll, biraz milliyetçiliğin ötesinde var olma savaşı, biraz da iblis kesip biçme. Tüm saydıklarımdan biraz var ama hiç biri filmin kendi kimliğine sahip olmasına zemin sağlayacak kadar çok işlenmemiş. Karakter sahibi bir anime ve mangadan son derece vasat ve kişiliksiz bir film çıkmış ortaya. Keşke Blood: The Last Vampire bir TV dizisinin pilot bölümü olsaydı da, ileride göreceklerimizin ufak bir kısmı olarak bu kadarını kabullenebilseydik. Ama muhtemelen çok fazla gelir getirmeyen bu proje de rafa kaldırılıp unutulacak ve akabinde bir başka vampir ya da iblis melezi kendi türünü avlarken kökenine dair bir iki şeyi fark edecek. Sonra bu filmdeki her şeyi bir daha izleyeceğiz. Bir buçuk saatliğine hiçbir şey beklemeden eğlenmek istiyorsanız fena bir seçenek değil Blood: The Last Vampire. Benim şimdiye kadar hayıflandığım nokta Blood’ın ne olduğu değil, neler olabileceğiydi. Derinleşmeye çekinen ortalamanın altında bir senaryo ve ham diyaloglar yüzünden yarım kalmış bir film Blood. Yapımcılar, tüm işi izleyicilerin hayal gücüne bırakmaktan zevk alır gibiler. O halükârda; biraz ayakları yere basan oturmuş bir mitos, akılda kalıcı 3–4 karakter ve aralarındaki rekabet, gerilim ya da dayanışma, umursanacak kadar önemli bir maksat, güzel bir atmosfer… Hayal ettim, yapın böyle bir şeyler… Fikret KARAKURT karakurtf@gmail.com www.sineblok.com

59


ZOR KOPYA “Bir adı yok,” dedi Can ve gülümsedi. “Olsa bize hissettirirdi.” Mutfak masasının üzerinde duran iki pipoya bakarak içimi çektim. Can Dökmeci liseden beri arkadaşımdı. Tek dostumdu. Son yıllarda işi icabı sık sık yurtdışına gittiği için az görüşür olmuştuk. Yarım saat önce ziyaretime gelmiş ve hayatımı sonsuza dek değiştirmişti. Anlattığı şey deli saçmasından da öteydi, ama her kelimesine iliklerime kadar inanmıştım. “Ne diyorsun? Olmaz dersen bizim turnusolcü Hikmet’e gideceğim. Seni kardeşimden fazla severim Ferhat. Çeyrek yüzyıldır sürekli görüştüğüm tek arkadaşımsın. Suzan’ı... Suzan’ı tanırsın. Beş yıldır falan görmemiştim. Dün ansızın evime geldi ve... Boşanmış. Şimdi biriyle berabermiş. Yıllar önceki sevgilim. Beraber sinemaya giderdik. Seni hatırlıyordu. Ne yaptığını falan sordu. Hâlâ güzel. Yanında iki adet gümüş çerçeveli ilkokul fotoğrafı vardı. Kısacası bu işe böyle girmiş oldum. O yüzden aklıma ilk sen geldin. Evet dersen. Ben buradan çıktıktan hemen sonra eski pipoyu bir yere gömecek ve her şeyi unutacağım. Kural böyle. Seçim serbest. Ya eskisi, ya da kopyalanan gömülecek. Yenisi eskisinden kat kat...” Sağ elinin işaret parmağıyla yeni olana dokundu. “Babamın kapı gıcırtısı gibi gülüşünü, ter kokusunu, anlattığı komik fıkraları, hastalandığımda kapının kenarında durup endişeyle bana bakışını ve daha bir sürü inanılmaz sayıda ayrıntıyı hatırlayabiliyorum bu yeni pipo sayesinde. Annemi dün ziyaret ettiğimde hatırladığım şeylerle kadını şaşırttım. Rahmetli babam öleli neredeyse on yıl olacak. Her şey daha canlı şimdi. O yüzden eskisini gömeceğim. Seçim serbest. O bizden bir şey almıyor. Veriyor sadece.” “Hayır dersem?” Can yüzümden bunu yapmayacağımı açıkça okuduğu halde anlayışla başını salladı. “Ben kapıdan çıkar çıkmaz bütün konuştuklarımı unutacaksın.” Arkadaşımın çekik koyu kahverengi gözleri dinginlik, ısrarsızlık, kendinden memnunluk ışıyordu. Üzerindeki kirli beyaz renkli gömlek esmer tenine yakışmıştı. Saçlarında tek tük beyaz telcikler vardı. Bir ticaret firmasının dış ilişkiler müdürüydü. İşinin verdiği stresten sıyrılmış hali etkileyiciydi. Babasının piposunu kopyalayan şeyden çok olumlu etkilenmişti. Son görüştüğümüzde yarım saat iş alanındaki sıkıntılardan söz edip durmuştu. Can’ı kapıdan uğurladım. Metalik renkli Toyota Corona’sına binmeden önce elini salladı. “Önümüzdeki ay görüşürüz belki. Bir iki arkadaşı da çağırır...” “Senin işlerin çıkar yine.” “Bakalım.” Arabanın ardından bakarken düşüncelerim kıpraşıktı bayağı. Heyecanım üst kertelere fırlamıştı. Pipoyu kopyalayanı hissediyordum. Hava basıncı ve yerçekimi gibi her yerdeydi. Can’la tasarladığımızdan çok önce bir cenaze töreninde görüşecektik. Buraya geliş nedeninin bilgisinden sıyrılmış olacaktı. Bense lanetli bir mutluluğun sarmalında dolanmanın şokunda… Ona kızgın değilim. Kader tek gidişli bir yoldur. Araya çizgiyi ben çizdim.

*

*

*

Birkaç gün düşündüm. Bir sürü şeyi kopyalatabilirdim. Karım Meliha oğlumuz üç yaşındayken ölmüştü. Birbirimize sırılsıklam âşık olarak evlenmiştik. Oğlum Serdar aşk çocuğuydu. Meliha bir araba kazasında öldüğünde üç yaşındaydı. Şimdi altı yaşında. Ona yeni bir anne getirmedim. Annem ve babam tekrar evlenmem için çok ısrar ettiler. Henüz 42 yaşındayım. Taliplerim vardı. İçlerinde beğendiklerim de. Bir şey beni engelledi. Kısmet böylesineymiş. Düşüne düşüne sonunda iki nesnede karar kıldım. Çok sevdiğim rahmetli dedemin el yazması romanı. Karımın nişanlıyken bir kavganın ardından bana yazdığı uzun mektup. Bunlardan birini seçecektim. Dedem kitabını el yazısıyla saman yapraklı sarı bir deftere yazmıştı. Romanım

60


diyordu dalgayla. Roman falan değildi. Hayatı boyunca başından geçen önemli bulduğu olayları tespih taneleri gibi arka arkaya dizmişti. Kendince gırgır bir üslubu vardı. Bana vasiyet etmişti. İşletmeci olmadan önce edebiyatla, sanatla yoğun ilgim vardı. Bir ara yazmayı bile hayal ederdim. Sonra hayat gailesi denen çarkların içine girince işler değişti. Şimdilerde uzaklarda tüten bir vapur bacası gibi… Hoş, nostaljik, ama erişilemez uzak. Karımın mektubu ise inanılmaz dokunaklıydı. Okurken ağlamıştım. İyi kurulmuş cümlelerin içimde minik haset goncaları filizlendirdiğini hatırlıyorum. Meliha yazmalıydı aslında doktor olacağına. Esas yetenekli oydu. Aşkını, benden beklentilerini ne kadar etkin bir üslupla dile getirmişti. Ölümünden sonra her okuyuşumda beni yeniden ağlatan bir hitabet tarzı vardı. İki benden yetenekli canım ciğerim kimsenin yazdığı metinlerden birini seçecektim. İkisinin de anıları beynimde giderek yavaşlamaktaydı. Oğlumun gözlerinde karımı görür gibi olduğumda içimde bir suçluluk duygusu serpiliyordu. Giderek Meliha’yı daha az düşünüyordum. Bu normaldi, ama içimi acıtıyordu yine de. Bütün yüz hatlarını aldığım dedemse her sabah tıraş olurken bana aynada başka şeyler fısıldamaktaydı. Sarı yapraklı kalın defterin boş sayfaları hışırdıyordu. Can’la ortak arkadaşımız turnusolcü Hikmet, dedemi iyi tanırdı. Bir defasında yazılanları dijital ortama çıkarmak ve bir blogda yayınlamak için izin istemişti. Neden bilmiyorum, defteri vermemiştim. Oysa adamın ruhu şad olurdu. Birileri okur o yılların havasını solurdu. Bitmiş gitmiş bir yaşamın ardından bir iki e-posta alırdı. Garip bir kıskançlık saikıyla bir bahane uydurup arkadaşımı atlatmıştım. O ufuktaki silinmek bilmeyen baca dumanı nedeniyle belki. Sonunda dedemin defterini seçmeye daha yakın olduğumu gördüm. Eğer Meliha’nın mektubunu kopyalatırsam ömrümün sonuna dek anısıyla yaşamayı seçecektim belki de. Çok gençtim. Kendime yeniden bir aile hayatı kurmak istiyordum. Suçluluk hissim aşırı içki sonrası akşamdan kalmalık hali gibi üzerime yüklenmişti, ama geçecekti biliyordum. O an uzak değildi. Bu akşam her an benle birlikte olan kopyacıya seçimimi bildirecektim. Kopyacım neydi? Dünya dışı bir zekâ mıydı? Cin denen ışıktan yaratılma bir varlık mıydı? Mitolojilerde adı geçen olağanüstü bir varlık mıydı? Bu gibi sorular artık kafamı meşgul etmiyordu. Onu olduğu gibi, dünyanın manyetik alanı kadar doğal kabul ediyordum. Soluduğum oksijen atomları kadar buralıydı. Dünya yerlisiydi. Büromda gözüm bilgisayar ekranındaki rakamlarda bunları düşünürken şahsi ilişkilerim için kullandığım cep telefonum çaldı. Oğlumun bakıcısı Selma Hanım’dı. Serdar’ı arı sokmuştu. Hem de iki tane birden. Kadın hastaneye götürmek üzereydi. Cumartesi olduğu için okul yoktu. Selma Hanım’la birlikte evdeydiler. Kadının sesindeki panik çok normaldi. Çünkü oğlum, annesi gibi arı sokmasına karşı alerjikti. Arabamla on dakikalık mesafedeki hastaneye vardığımda Serdar komadaydı. Selma Hanım iki gözü iki çeşme başucunda durmaktaydı. Oğlum nefes alamadığı için ağzına hortum sokulmuştu. Anaflaktik şok, demişti doktor. Solunum güçlüğünü yenmek için ellerinden geleni yapmışlardı. Tam bunu alt etmeye başladıklarında bir başka sorun belirmişti. Kalp yetmezliği. Ben içeri girdiğimde kalp kasını desteklemek için yaptıkları iğnenin sonucunu beklemekteydiler. Oğlum sabaha karşı 4.04’de öldü. Selma Hanım’ı taksiyle çok önceden evine yollamıştım. Başucunda yalnızdım. Bağlandığı yaşam ünitesindeki kalp eğrileri düz çizgiye dönüşmeden az önce, ben geldiğimden beri ilk kez gözlerini açtı ve bana baktı. Hem onu, hem annesini aynı anda son kez görmenin sarsıntısıyla bir dilekte bulundum. Onu kopyala. Oğlumu kopyala. Ne olur. Ne olur.

*

*

*

Aradan 18 yıl geçti. Bu akşam altmışıncı yaşımı ve emekliye ayrılmamı aynı anda kutluyorum. Küçük bir çikolatalı pasta. Altı adet mum. Mantarı açılmış bir şişe şampanya. Serdar’la beraberiz. Karşımda oturuyor. Her zamanki gibi sessiz, kıpırtısız, soluksuz. Sadece gözleri, annesinin

61



gözleri mana ışıyor. Hâlâ altı yaşında. Annem ve babam üç yıl önce birer ay arayla öldüler. Bütün arkadaşlarımla ilişkimi zamanla sıfırladım. Kadınlarla ev dışında oluşan bozulan çok kısa süren ilişkiler kurdum. Artık torunları olmadığı için annemle babam bana çok nadir gelirlerdi. Onlarla aşağıda sohbet ederken oğlum yukarıdaki odasında sessizce beklerdi. Bana gelmesinler diye sık sık ziyaretlerine gitmekteydim. Evlenmem, yeniden çoluk çocuk sahibi olmam için ısrar ettiklerinde bazen gerçeği onlara anlatmak istedim. Hep son anda caydım. O kopyacıyı iliğinde kemiğinde hissetmeden durumu normal kabul etmeleri mümkün değildi. Ruhi dengelerini bozmak istemedim ve ağzımı tuttum. Can’ı son kez oğlumun cenazesinde gördüm. Bana bir amaçla geldiğini unutmuştu gerçekten. Gözlerinde bir an bile buna işaret edecek yedek bir anlam yakalayamadım. Sonradan beni defalarca görmek istedi. Her seferinde atlattım. Bir yıl kadar sonra peşimi bıraktı. Dedemin sarı yapraklı defterini oğlumun gömülmesinden bir hafta sonra turnusolcü Hikmet’e verdim. Hem şaşırdı, hem sevindi. Bana birkaç kez bloğunda yayınladığını bildirdi. Hiç cevap yazmadım. Merak ettiğim halde bakmadım. Sonunda o da benle ilişkiyi kesti. Oğlumun gözleri hariç tek başına yaşamaya çok alıştım. O şey neyse oğlumu kopyalayarak diriltmedi. Gözleri canlı tutan bir ünite haline getirdi. Bu sabah ona masal okuduğumda bana sevgiyle gülümsedi. Hem o, hem Meliha aynı anda memnun memnun gülümsemekteydiler. Gözlerim doldu. Huşuyla kalbim beş kat genişlemişti sanki. Mumları üfledim. Bir defada söndüler. Oğlumun gözlerinde mutlu bir parlaklık var. Burada, babasıyla beraber olmaktan hoşnut. Pastayı kesip tabağıma bir dilim koydum. Çatalla ucundan bir parça kesip tadına baktım. Çikolatalı vişneli pasta nefisti. Bir zamanlar üçümüz de çok severdik. Birazdan, divanda yan yana oturup bir film izleyeceğiz. Şişede kalan şampanyayı içip bitireceğim. Belki divanda sızar kalırım. Uyandığımda beni seven gözlerin faunasında olacağım yine. Yarı dolu bardağımı kaldırıp oğluma ve Meliha’ya bakıp, “Şerefinize,” dedim. Oğlumun verdiği candan karşılığı görmenizi isterdim. Yalnız değilim. Ailemiz on sekiz yıldır tümlenmiş durumda. O nesneleri kopyalayan şeye şükranlarımı sunuyorum. Asla pişman olmadım seçimimden. Bana en derinden istediğim bir şeyi verdi. Tutkulu isteklerin gerçekleşmesinin böyle sarsıntı verici yanları olması normal. Kim bilir kaç bin yıldır devam eden zincir bende durakladı. Yanımda oğlumun aslı ve kopyası birine gidip göstermem imkânsızdı. Böylece kısa bir öykü yazıp bu tür öyküleri seven bir E- Dergi’de yayınlattım. Dünden beri dijital ortamda salınmakta. Ben ölünce gözler de anlamlarından sıyrılacaklar. Onu besleyen koza toz olup dağılacak. Ben gömülünce sizler anlattığım öyküyü unutacaksınız. Biriniz hariç. Ne yapalım, kural böyle. Sadık YEMNİ İllüstrasyon Celalettin CEYLAN http://robocat58.deviantart.com

63


MUTLULUK NEDİR? Düşünüp duruyoruz. Mutluluk neydi nasıl bir şeydi diye. En iyi arkadaşlarımdan biri ile dertleşiyoruz. Uzun zamandır mutluluğu göremedik mi bizimle saklambaç mı oynuyordu? Neydi? “Kurtsun” dedik yine ses yok bu sefer aldı bizi daha derin bir düşünce… Mutluluk, halkın kendini yönetmesidir. Yok, bu demokrasi Buldum mutluluk, yazlar sıcak ve kurak kışlar ılık ve yağışlı… Yok, bu da bir iklimdi sanki… Yok, yahu aaa buldum mutluluk 100 derecede kaynayan şey değil miydi? Dedik bu bizi aşar hadi gel modern çağımızın en yaygın iletişim ağında yani feyzbukta bunu soralım. Yazdım mutluluk nedir? Diye çok ilginç cevaplar aldım bazıları şöyleydi. Mutluluk, din ve devlet işlerinin birbirinden ayrılmasıdır. Mutluluk, anasona duyulan hayranlıktır. Mutluluk, iki mutsuzluk arasında yaşanan duygudur. Mutluluk, söylerken 3 heceli hissederken 3 harfli bir şeydir. Aşk’tır. Mutluluk, bir annenin çocuğuyla ilk kez göz göze geldiği andır ve o andan sonraki her göz temasında hissedilir. Mutluluk, güvendir, huzurdur, bulabilene aşk olsun bulamayana kolay gelsin. Mutluluk, çocukluğumdur… Sonra, Çağatay Metin adlı “endüstriyel tasarım” bölümü öğrencisi arkadaşım (aynı zamanda

64

İllüstrasyon Çağatay METİN


çizer olur kendisi) kendisine alınan bir hediyeye (grafik tablet ) öylesine sevinmiş ki “mutluluk” adı altında bir not yazmış ”Mutluluk: Bugün herhalde ömrüm boyunca alacağım en güzel ve anlamlı hediyelerden birisini aldım. Teşekkürlerim az kalacaktır, umarım her zaman bu hediyeye layık olacak işler ortaya koyarım. Ne diyeceğimi bilemiyorum, kendimi kelimeler yerine çizgilerle anlatsam belki de en iyisi. Hepiniz çok sağ olun.” Diyerek resmetmiş mutluluğunu. Görüldüğü gibi aslında herkes hem aynı hem de farklı şeylerle mutlu olabiliyor. Hatta “Shrek 2” filminde Shrek’in Fiona’ya ulaşabilmek için gittiği kötü perinin kartvizitinde “mutluluk gözyaşının ardında” yazıyordu. Kesinlikle doğru. Hanginiz çok hırslandığınız çok üzüldüğünüz hatta mutluluktan gözyaşı akıttığınızdan sonraki an kendinizi yenilenmiş gibi hissetmediniz? Mutluluk, analizi yapılacak çözümlenmesi kolay bir şey değil. Her şeyden önce evrensel bir tanım. Dünyada belki de verilecek cevaba itirazı olunmayan çok ender sorulardan birisidir. Sen desen ki mutluluk, yağmurda yürümektir, nefes alabilmektir, koşmaktır, müzik dinlemek deli gibi dans etmektir, gülebilmektir doya doya, sevdiğine sarılmaktır, güven verebilmek ya da alabilmektir kim diyecek ki “Hayır sen yalan söylüyorsun?” Ya da “Öyle şey olur mu birader saçmalıyorsun git adam gibi mutlu ol!” Böyle bir şey var mı? Tabii ki yok. Aslında yazmaya da niyetim yoktu ama bir anda basit bir soru gibi görülen mutluluğa cevap verirken bir anda öylesine büyüdü ve düşünmeye itti ki yazarken bile kafamdan binlerce mutluluk tanımı geçmeye başladı. En başında dedim ya hani saklambaç oynuyoruz sanki diye. Kaç kişi sobeleyebiliyor? Kaç kişi alabiliyor o duyguyu? Daha tozpembe bir mutluluktu bizim aslında çıkış noktamız. Biraz aştan bahsediyorduk derken iş buraya kadar uzadı. Yetmedi bir de küçük bir araştırma yaptım internetten. “Türkiye’de mutlu olduğunu ifade eden insanların sayısının yüzde 48,8 yükseldi,” diye bir haber çıktı karşıma. Bir de paragraf ilişti gözüme: “Öğrenim Yükseldikçe Mutluluk Artıyor” “Öğrenim durumuna göre mutluluk düzeyine bakıldığında ise öğrenim durumu yükseldikçe mutluluk düzeyinde de artış görülüyor. Üniversite mezunları içinde mutlu olduklarını belirtenlerin oranı yüzde 66,8’e kadar çıkarken, okur-yazar olmayanlarda bu oran yüzde 53,5’e kadar geriliyor. Yaş grupları açısından ise en mutlu grup yüzde 60,9 ile 18–24 yaş grubu olarak belirlenirken, 65 üzeri yaştakiler de yüzde 60,5 ile bu grubu takip ediyor.” Tahminimce bu mutlu üniversite mezunu arkadaşların hepsi iş bulabilen arkadaşlar. Zira geçen gün yeni mezun olan arkadaşım “Mezunum, yani artık işsizim,” dedi. Mezun olmanın sevincini böyle yaşıyordu demek ki. Evet, konudan öylesine saptım ki şu anda ne için mutlu olacağımı şaşırdım. Oranlar böyle diyor, çevremdeki insanlar şöyle diyor. Ben ise diyorum ki… Mutluluk, bu yazılanları okuyabilmek ve gülüp geçmektir. Bilgisayar başında çalışıp ya da miskin miskin otururken çok sevdiğiniz birinin MSN’de çevrimiçi olduğunu gördüğün andır. Radyo dinlerken en sevdiğin şarkının çıkıp bir anda sesini açmak için heyecanlanmaktır. Arkadaşlarımla gittiğimiz kafenin mönüsündeki “sahanda sucuklu yumurta”yı “Ahanda sucuklu yumurta,” okuduğum için herkesin gülebilmesidir. (Cidden öyle okudum uyku sersemi.)

65


Bir yaz gününde vapura binebilmek aşağıda oturup bacaklarını uzatıp denize vuran güneş ışınları eşliğinde dalgalarını dinleyebilmektir. Çok sevdiğin bir şiiri ya da şarkıyı son ses dinleyip kendinden geçmektir. Taze kahve kokusudur. İskelede martılara simit atmaktır. Ata binmek ve dörtnala ilerlemektir. Özgür hissetmektir. Fesleğenleri koklamaktır. Rüzgârda saçlarının savrulmasıdır. Dokunmaktır. Adrenalindir. Mutluluk, yazabilmek çizebilmektir. Çizgi roman, karikatür okuyabilmektir. Sıcak bir havada “gölge”deki hamağa uzanabilmektir, gökyüzünü izlemek isterken ağaçtaki yaprakların arasından gözünü kamaştıran güneştir. Sevmektir sevilmektir. ”Saçmalıyorsun arkadaşım hadi bitir şu yazıyı” diyenlere saygı duymaktır. Son satırı yazarken bir tebessüm bıraktırabilmektir. Ama belki de… Mutluluk, Herhangi iki uç noktadaki mesafeyi sıfıra indirebilmektir… Merve VERAL

66


DRABET Danimarka’dan Sınıf Manzaraları… Drabet (2005) Per Fly’ın Baenken (2000) filmiyle başlayan, Arven’le (2003) devam eden Danimarka’nın sınıfsal yapısını anlattığı üçlemesinin son filmidir. Yönetmen, serinin ilk filmi Baenken’de toplumun en alt kademesinde sayılabilecek, banklarda uyuyan ve hayatlarını bu şekilde sürdürmeye çalışan evsiz insanların yaşamlarını dramatik bir şekilde anlatıyordu. Normalde İskandinav toplumları hep refah seviyeleri yüksek, insanları mutluluk içinde yaşayan, sorunsuz toplumlarmış gibi tanıtılır. Oysa Baenken’de bunun doğru olmadığı, tersine diğer toplumlarda olduğu gibi İskandinav toplumlarında da sınıf farklılıklarının keskin bir şekilde var olduğu gösteriliyordu. Tıpkı Finlandiyalı yönetmen Aki Kaurismaki’nin “İşçi Sınıfı” üçlemesinde anlattığı gibi… Per Fly’ın üçlemesinin ikinci ayağı olan Arven’de ise, Danimarka’nın üst sınıfına mensup, zengin ve burjuva bir ailenin yaşamı ve mutluluk arayışı konu ediliyordu. Yönetmen, üçlemesinin son halkasında ise, orta sınıfa mensup Carsten’in yaşadıklarını anlatıyor. Gençliğinde toplumsal olaylarla oldukça ilgili olan ve komünist partiye de katılan Carsten; toplumsal baskı karşısında, tepkisiz kalmak yerine özgürlük için savaşmayı, eylemler yapmayı tercih eder. Fakat ilerleyen yıllarda evlenir ve bir aile kurar. Onun yerleşik düzene geçişi, aynı zamanda onun tepkisizliğe karşı olan savaşının da ironik bir sonucu gibidir. Gençliğinde mücadele ettiği tepkisizlik, uzlaşma, iletişimsizlik ve yabancılaşma gibi konular bu sefer Carsten’in hayatına girer. Uzun süre bu sıradan ve güvenlikli yaşamını sürdürse de, okuldaki öğrencilerinden Pil’le tanışmasıyla Carsten’in hayatı değişmeye başlar. Pil ona gençliğini ve aktivist olduğu dönemleri hatırlatır. Hayatı sıkıcı ve tekdüze bir şekilde giderken, Pil onun hayatına bir farklılık katar. Pil’in bir eylem sırasında, bir polis memurunu öldürmesiyle ise işler karışır. Bundan sonra,

67


suçluluk ve vicdan azabı içinde hayatları paramparça olan insanların yaşadıklarını izleriz. Carsten kendi seçimlerinin sorumluluğunu ilk başlarda Pil’e yüklese de, film ilerledikçe Carsten’in seçimlerinin onu nerelere götürdüğünü gözlemleriz. Karakteri yavaş yavaş çözülmeye başlar. Pil önceleri onu sıkıcı aile yaşantısından kurtarıp özgürlüğüne kavuşturmuş gibi görünse de, Carsten’in sonunu hazırlayan da bir anlamda yine o olur. Carsten’in yaşadığı içsel çatışma aynı zamanda onu Dostoyevski karakterleriyle de yakınlaştırır. İyinin ve kötünün, doğrunun ve yanlışın sürekli değiştiği ve bütün çatışan özelliklerine rağmen, aslında bir anlamda da gücünü bu çatışmalardan alan Carsten karakteri; bir süre sonra toplum/birey çatışması üzerinden de vicdani bir sorgulama süreci içine girer. Michael Haneke’nin sıklıkla üzerinde durduğu temalardan biridir; toplumsal yapı ve sınıfsal çatışmalar… Haneke genelde filmlerinde aile hayatı, yabancılaşma ve medyanın bütün bunlar üzerindeki işlevini sert bir şekilde anlatır. Per Fly’ın üçlemesinde bu öğelerin her birini göremesek de, Haneke’nin sadece bireyi suçlamayan, bütün bunlar yaşanırken toplumun da işlevini sorgulayan bakış açısına yakın bir duruşu görmek mümkündür. Carsten’in dediği gibi; “Bir polisin ölmesi sonucu herkes şiddeti tartışırken, silah zenginleştirme programları, küresel silah ticaretleri şiddet değil midir? Şiddet sadece görünen, fiziksel bir eylem midir?” Per Fly bütün bu soruları da filminde hatırlatmayı ihmal etmez. Danimarka’nın toplumsal sınıf yapısı üzerine çekilen bu üçleme, aslında ele aldığı konularla evrensel bir işleve de sahiptir: Her toplumsal sınıfın, yaşama alanları ve yaşadığı olaylara verdiği tepkiler farklıdır. Bununla birlikte şiddete bakış açıları ve onu kabulleniş şekilleri de farklılık gösterir. Üçlemenin her halkası bu mesaj çevresinde kendi izleğini oluştururken; yönetmenin eleştiri dozu da yavaş yavaş artmaya başlar. Baenken’de alt sınıfa mensup insanların sıkı arkadaşlıkları ve pamuk ipliğine bağlı yaşamlarını mizahla harmanlayan yönetmen, Arven’de burjuvanın soğukluğunu bütün çıplaklığıyla orta koyar. Drabet ise; üçlemenin en ağır ve en çarpıcı filmidir. Tıpkı Kaurismaki’nin üçlemesinin son halkası olan Match Factory Girl gibi, Per Fly’ın üçlemesinin son halkasında da umuda ve iyimserliğe yer yoktur. Barış SAYDAM http://avrupasinemasi.blogspot.com

68


SATIYORUM... SATIYORUM... SATTIM “...talihin böyle bir lütfuna uğramış bir adamla temas kurmak kendince de kısmetinin açılacağına yarayacağı gibi garip fikirlere kapılmıştı.” Hüseyin Rahmi GÜRPINAR, Şıpsevdi Alaaddin kalorifer dairesine giden metal basamakları birer birer inerken, bu kadar huzursuz edici bir yere neden “Huzurevi” dendiğini merak etti. Gökyüzüne siyah küller kusan bacası ve yarım yüzyıllık sarı, çatlak duvarlarıyla şehrin unutulmuş bir köşesine çöreklenmiş veremli bir kocakarının kadavrasıydı sanki bu bina. Dış yüzünden bile daha çarpık ve karanlık olan içerde ise Alaaddin, bu “kadın”ın paslanmış kaburgalarından bağırsaklarına doğru iniyordu şimdi. Hayır… Bağırsaklarına değil. “Rahmine” demek daha doğru olurdu. Çünkü orada az sonra bir mucize gerçekleşecek; her tarafı ölüm kokan ve sadece ölümü tanıyan bu hastalıklı binanın en derin yerinden yeni bir yaşam doğacaktı. O kadar derine inmişti ki Alaaddin, artık her an cehennemin ön kapısı ile karşılaşabileceğini düşünüyordu. Ama zaten son altı yıldır hep cehennemde değil miydi? Korkmamalıydı. Bu iniş ancak ve ancak cenneti bulması ile sonuçlanacaktı çünkü... Bunu biliyordu. El fenerinin miyop ışığının gösterebildiği kadarı ile burası uzun zaman önce ölmüş insanların, uzun zaman önce unutulmuş eşyaları ile doluydu. Tozdan oluşmuş perdelerinin arkasından Alaaddin’i izleyen eski fotoğraflar, terkedilmiş paslı çaydanlıklar, topal sandalyeler, ölü çiçekleri yutmuş kırık vazolar... Bir de, “Huzursuzluk evi”nin bilinçaltını oluşturan bu yeraltı dünyasının ıslak, boğucu ve sarı renkli aroması. Üst katlarda hep hâkim olan ucuz kolonya ile karışmış keskin sidik kokusu nedense kalorifer dairesinde çok daha yoğundu. Ayda 120 milyon lira karşılığı, huzurevindeki yaşlıların altlarını değiştiren, tuvaletlerini temizleyen ve onlardan biri öldüğünde de (ki bu çok sık olurdu) resmi işlemleri yaptıran 26 yaşındaki Alaaddin için bu koku, kaçıp kurtulması gereken her şeyi temsil ediyordu. Hayatının altı yılına hiç çıkmamacasına sinmişti bu koku. Öğleden sonraları tüm işlerini bitirdiğinde; yani Nurullah Amca’nın bezini değiştirme, geceden kirlenen çarşafları yıkayıp iplere asma, tüm tuvaletleri temizleyip, paspaslama ve Fehmi Bey’le tavla oynayıp ona yenilme görevleri tamamlandıktan sonra Alaaddin çayını alıp televizyonun karşısına oturur ve ülkenin en iyi müzik kanalı olan Padişah TV’yi açıp hayallere dalardı. Havada hep asılı duran o kokuyu bile unutarak, gece yarısına kadar gözünü hiç ayırmadan yayınlanan klipleri izler, düşünür ve düşlerdi. Sonra bir günü daha devirip kendi yatağına gittiğinde yine düşünür; ama bu defa öfkelenirdi bu adaletsizliğe. Kendisi bütün hayallerini yitirdiği, bütün fırsatları kaçırdığı ve bütün gençliğini erittiği bu kirli sarı kafeste hapisken, pop denilen o büyülü dünyanın ilahları rüya gibi bir hayat yaşıyor, şöhret, para ve aşklardan oluşan bir cennette hüküm sürüyorlardı. Alaaddin iskeletimsi gövdelerden sidikli iç çamaşırları çıkarırken, onlar en güzel kadınların dolgun vücutlarından ipekli iç çamaşırlarını çıkarıyorlardı. Alaaddin ölümden bir önceki bu son durakta vakitlerini tamamlamaya çalışan bir avuç yarı-ceset tarafından sevilip takdir edilirken, onlar ayaklarına kapanmaya hazır milyonlarca genç kız tarafından tapılıyorlardı. Bildiği kadarı ile bunun tek bir adı vardı: Haksızlık. Ayda 120 milyon lira değil, günde 120 bin dolar kazanmak; 98 yaşındaki ninelerin değil, 18 yaşındaki manken kızların yanında olmak ve o hiç gelmeyen, tıka basa dolu belediye otobüslerine değil, kendisine ait olan üstü açık son model bir Mercedes’e binmek istiyordu Alaaddin. Ne var ki hayalleri ile arasında huzurevinin sarı duvarları, sinekli camları ve kendi yazgısı dikiliyordu. Bu engellerin tümünü birden aşması ise imkânsızdı. Sonra bir gün o adam geldi.

69


Huzurevinde o güne kadar kalmış herkesten daha yaşlıydı. 104 yaşındaki Nurullah Amca’dan bile. Kırışıklıkların, dalgaları oluşturduğu bir kahverengi lekeler deniziydi derisi. Yine de düzenli olarak, saçında tek tük kalmış birkaç teli tarar ve takım elbisesini giyip pencerenin yanına otururdu her gün. Hiç kimse ile tek kelime konuşmadan. Aralarında sürekli onun yaşını tahmin etmeye çalışıp iddialara giren yaşlıların meraklarını gidermek amacıyla Alaaddin, adamın dosyasına bakmıştı o hafta. Doğum tarihi bilinmiyordu. Mevcut akrabalar kısmı da boştu. Yazan tek şey, bu çok çok yaşlı sessiz adamın adının Cihan Özfağust olduğuydu. Kendilerinden daha yaşlı birinin gelmesiyle birlikte Azrail’in listesinde birkaç sıra gerilediklerini düşünerek keyiflenen diğer yaşlılar, Cihan Bey’i çok iyi karşılamışlardı. Ne var ki Özfağust, Fehmi Bey’in tavla oynama tekliflerini, Rıfkı Bey’in “memleket meseleleri” ile ilgili nutuklarını ve hatta Behice Teyze’nin flört girişimlerini karşılıksız bırakıp, garip türkuaz gözleri ile dalgın dalgın dışarıyı seyrederdi hep. Sadece öğleden sonraları, Alaaddin işleri bitirip televizyon karşısına geçtiğinde Cihan Bey ilgisini uzak derinliklerden koparır, düşünceli gözlerini bir ekranda, bir de o ekrana büyülenmişçesine bakan genç adamın üzerinde gezdirirdi. Alaaddin ise bilirdi uzaktan kendi rüyalarının gözetlendiğini. Bu adamın kendisini anladığını anlamıştı. Sonra konuşmaya başladılar. Diğerleri ile tek kelime konuşmayan Özfağust, Alaaddin’i gece yarılarına kadar dinliyordu. Sonra kendisi sabahlara kadar bir şeyler anlatıyordu genç adama. Tarih, astronomi, felsefe, edebiyat, teoloji ve kulak misafiri olmaya çalışan Behice Teyze’nin anlayamadığı nice başka konular. “Onlardan biri olmak için her şeyimi verirdim,” demişti Alaaddin, Padişah TV’de starların kliplerini seyrettikleri bir gece. “Her şeyini mi ?” diye sormuştu yaşlı adam endişeli gözlerle. “Her şeyimi,” demişti Alaaddin. O gece Cihan Özfağust, Alaaddin’e güçlü mevkide olan bir tanıdığından bahsetti. Eğer Alaaddin bunu gerçekten istiyorsa belli bir ücret karşılığı yardım edebilirdi o kişi. Alaaddin gerçekten istiyordu. Daha sonraki günler boyunca bu iktidar sahibi kimseye nasıl ulaşması gerektiğini tekrar tekrar anlattı. Son konuşmalarında ise bir hediye verdi Alaaddin’e. Ve huzurevine gelişinin 24. Haftasında Cihan Özfağust öldü. Haberin duyulduğu akşam Behice Teyze de hastalandı ve o birkaç gün boyunca Alaaddin her zamankinden iki kat fazla koşturdu. Ama bu defa şikâyetçi değildi. Çok yakında bu cehennemden kurtulacağını bildiğinden tüm bunları yeni yaşamına geçmeden hemen önceki son eziyetler olarak görüyordu. Artık Padişah TV’yi bile izlemiyordu! Her akşam erkenden yatağına gidiyor ve Cihan Bey’in hediyesini çıkarıp uzun süre inceleyerek, yaşlı adamın kendisine söylediği tarihin gelmesini bekliyor, bekliyordu... Son basamağı da indikten sonra Alaaddin dağılmış düşüncelerini geri çağırdı. Bundan sonra geçmişe değil sadece geleceğe bakmalıydı. En alt kat sökülmüş eski kapılar, kırık pencere pervazları, paslı borular ve küflü süngerlerden oluşan bir mezarlıktı. Ama Alaaddin buraya sahnede milyonların önüne çıkan bir pop starı edası ile indi ve eğilerek çürümüş, sessiz izleyicilerini selamladı. Gösteri başlamak üzereydi... Gece yarısına sadece bir saat kalmıştı. Hemen işe koyuldu. Getirmiş olduğu tebeşirle tam ortaya geniş bir çember yaptı. Sonra bunun tam bir yuvarlak olmadığını görünce silip yeniden, ama bu kez daha dikkatli bir biçimde çizdi. Galiba olmuştu. Şimdi en zor kısımdaydı sıra. Sonraki elli dakika boyunca Alaaddin, Özfağust’un bir kâğıda çizmiş olduğu düzinelerce küçük işareti, sırasını bozmadan, teker teker çemberin iç kısmına kopyaladı. Tüm dikkatini vermesine rağmen defalarca silip yeniden çizdiği işaretlere o kadar uzun süre bakmıştı ki artık onları notalara, küçük

70


çöp adamlara benzetiyordu. Gece yarısına iki dakika kala Alaaddin ter içinde doğruldu ve eserine baktı. Anlamsız işaretler ve ürkütücü sembollerden oluşan, acayip bir saate benziyordu yaptığı. Bu kadar önemli bir şahıs bandosuz karşılanmazdı tabii. Zaten Cihan Bey “Seremoni müziği olmadan gelmez,” demişti. Alaaddin montunun ceplerine sığdırdığı beş tane el radyosunu çıkardı ve pillerini kontrol ettikten sonra, bunları simetrik olarak çemberin beş köşesine yerleştirdi. Huzurevindeki pek çok yaşlının yegâne arkadaşı olan bu küçük radyoları yürütmesi sorun olmamıştı (ki bunların arasında Rıfkı Bey’in “memleket meselelerini”, Behice Teyze’nin ise en son magazin haberlerini dinledikleri radyoları da vardı). Radyoların birini açtı ve Özfağust’un kendisine yazdırmış olduğu frekanslardan ilkini dikkatlice ayarladı. “Yüz-numara FM”de genç kızların sevgilisi yakışıklı mega-star Tavus’un yeni hit’i Cayır Cayır çalıyordu: “Gel bana ah seni şeytan… Hadi gel bana. Yak beni, kavur beni… Cayır Cayır!” Alaaddin şarkıya eşlik etmeyi çok isterdi ama buna vakti yoktu. Hem zaten eğer bu gece işler umduğu gibi giderse, o zaman Tavus’un kendisi, Alaaddin’in şarkılarını ezberleyecekti bundan sonra. Yukarda bir yerlerde patlayan bir gök gümbürtüsü binayı temellerine kadar titretti. Misafiri bir an önce eşikten geçmek için sabırsızlanıyor olmalıydı. Onu bekletmek olmazdı. Hemen ikinci radyoyu da açarak FM bandının en sonunda yer alan “Çilekeş Radyo”yu kolayca buldu. Burada ise arabeskimizin tartışmasız kralı olan Herdaim Tatlıseks en içli parçasını söylüyordu: “Sen, sen değilsin artık... Şeytan görsün yüzünü! “ O anda birkaç saniye süren orta şiddetli bir deprem oldu. Kalorifer dairesi hafifçe sallandı, kazanlar ürkütücü bir sesle uğuldadılar. (Kapının ardındaki her kim ise “Tak-Tak” diyordu galiba... “Al beni artık içeri. Tak-Tak...”) Alaaddin çılgınca bir hızla “Sevgi Böğürtlenleri FM”, “Çok Keyifli Radyo” ve “The Zıkkım FM”i ayarladı. “Böğürtlen FM”de fantezi müziğimizin genç sanatçılarından Küçük Sübyan, Mart ayındaki kedileri hatırlatan ince ses tonu ile güzel bir eseri seslendiriyordu: “Şeytan diyor ki kapat eski defterleri, Aç yeni bir sayfa! “ Her şey tamamdı. Sonuna kadar açılmış radyolardan çıkan sesler şimdi birbirine karışıyor, ortaya tuhaf ritimli, adeta ayinsel niteliğe sahip, kakofonik bir müzik çıkıyordu. Bir deprem daha oldu. Bu defaki çok daha şiddetliydi. Alaaddin sertçe savruldu ve kafasını borulara çarparak yere düştü. Titreyen tavandan sıvalar döküldü. Duvarlar sarsılarak çatırdadı. İğreti yığılmış eski borular tangırdayarak ortalığa saçıldılar. (“TAK-TAK… Bak kim geliyor!”) Gözlerinin kararmasına aldırmadan emekleyerek çemberin ortasına geçti. Bayılmamalıydı. Eğer onu şimdi çağıramazsa bir daha asla gelmezdi. Titreyen ellerle Özfağust’un hediyesini kutusundan dikkatlice çıkardı. Mezar böceklerinin zırhlı parlak kabuklarını hatırlatan, kehribar rengi bir gövdeye sahip, garip bir cep telefonuydu bu. Ne tanıdık bir tasarıma sahipti, ne de üzerinde herhangi bir marka yazılıydı. Cihan Bey bu telefonun 60.000 yıl önce Sodom şehrinde yapıldığını söylediğinde bunun doğru olduğunu anlamıştı zaten Alaaddin. Arkada gittikçe tizleşen melez müzik ürkütücü bir çığlık halini alırken Alaaddin derin bir nefes aldı ve titreyen parmaklarla üç haneli telefon numarasının tuşlarına bastı.

71



(“Birinci rakam dünyalar arası koddur, burası ile aşağısı arasında bağlantı kurar; ikincisi, kendilerinin bulunduğu bölgeye daha doğrusu katmana ulaşmanı sağlar; üçüncü rakam ise doğrudan ofisini bağlar Beyefendinin. Anladın mı Alaaddin ?”) Karşı tarafın açmasını beklerken geçen o uzun ve derin sessizlikte, pek çok şey duydu Alaaddin. Fısıltılar, inlemeler, gülüşmeler, alaylar, hiç duymadığı bir dilde söylenen garip ama güzel şarkılar. Birden hattın diğer ucunda telefon açıldı. Alaaddin hiç duraksamadan daha önce defalarca çalışıp ezberlediği sözcükleri tane tane söylemeye başladı. “Sint mihi dei acherontis propitii. Igneii, aerii, terreni, aquatici spiritus salvete! Yitik Hayaller Taciri... Duy Beni. Teklifini Kabul Ediyorum Seni Çağırıyorum... Quid tu moraris ? GEL!” Önce hiçbir şey olmadı. Sonra aniden o sıcak ve havasız kalorifer dairesinde buzlu bir rüzgâr esti. Odaya geniz yakıcı bir kükürt kokusu yayıldı. Duvarlar bir anda küflü siyah yosunlarla kaplandı. Bütün köşelerde gölgeler kıpırdadı. Radyolar bir patlama ile sessizliğe gömüldüler. Yitik Hayaller Taciri gelmişti. Gözlerini sımsıkı kapamış bir halde titremekte olan Alaaddin, ensesinde kötü kokulu bir nefes hissetti. Ve Tacir konuştu: “Hayırlı akşamlar yeğenim. Buyur sen mi seslendin bana?” Alaaddin gözlerini kırpıştırarak açtı ve hayretler içinde bakakaldı. Göreceğini düşündüğü şey elbette ki bu değildi… Parlak kırmızı bir takım elbise içinde, biraz ter biraz da “Fahrenheit” kokan, bıyıklı, iri göbekli, saçları dökülmüş, esmer bir adam vardı karşısında. Makam ve gösterişe düşkün sert bir genel müdür, otoriter bir patron havasına sahipti şüphesiz. Ama Alaaddin’in beklediği kişi kesinlikle bu değildi. Güldü. “Ben, seni daha farklı hayal etmiştim be hocam!” dedi, düş kırıklığını açıkça belli eden bir ifade ile. Kaçırılmış Fırsatlar Genel Müdürü bıyığını sıvazladı. Tepesi atmıştı. Eh. Mademki isteği buydu, o zaman bu aptal çocuk hayal kırıklığına uğratılmamalıydı! Gerçek şeklini, iki buçuk saniyeliğine karşısındakine gösterdi. Alaaddin şimdi yerdeydi. Bir yandan öğürerek kusuyor, bir yandan da gördüğü görüntü karşısında anında erimiş olan sağ gözünü tutarak acı içinde kıvranıyordu. Tacir siyah salyalar saçarak böğürdü: “ECCE SIGNUM! QUOD ERAT DEMONSTRANDUM. PORCUS… VADE RETRO! MAJOR E LINGINQUO REVERENTIA!!! Dikkat et Alaaddin... Ben, senin dileklerini gerçekleştirmesi için sihirli lambandan çağırdığın küçük bir cin değilim !” Alaaddin anlayacak durumda değildi. Burnundan ve kulaklarından sürekli kan geliyor, tüm vücudu titriyordu. Karşısındakine bir kez daha bakacak olsa, diğer gözünü de kaybedeceğini biliyordu. “E-evet...” “Ben bir tacirim. Bir iş adamıyım ve buraya iş yapmaya geldim!”

73


“Ö-özür dilerim efendim...” “Ağbi diyeceksin bana. Şimdi kalk!” Alaaddin bir yandan gözünü tutarken bir yandan da kalkmaya çalıştı. Etobur ihtiyaçlarını şimdilik erteleyerek karşısındaki saygısıza ikinci bir şans tanımaya karar veren İkinci Şanslar Prodüktörü eski görüntüsüne döndü ve Alaaddin’in kalkmasına yardım etti. Keyfi yerine gelmişti. “Merak etme yeğenim, gözünü de tamir ederiz ek bir ücret almadan. Müesseseden!” Aladdin’e göz kırptı. “Gel benim oraya gidelim. Hem çaylarımızı içeriz, hem de iş görüşürüz.” Daha bu sözcükleri duyarken Alaaddin tamamen farklı bir mekâna geçmiş olduklarını fark etti. Müdür Bey’in makam odasıydı burası. Masası, kalemlikleri, kül tablası, kliması (klima açık olmasına rağmen burası çok çok sıcaktı) ve Alaaddin’in oturduğu misafir koltuğu ile herhangi bir genel müdür odasından farkı yoktu. Dev ekran televizyon, büyük bir müzik seti ve sehpanın üzerindeki düzinelerce gazete... Her şey fazlasıyla normal görünüyordu. Çayları geldi. Açık sarı renkte, sidik kokulu bu sıvıya çay denebilirse tabii… Alaaddin çayını karıştırdığı kaşığın oluşturduğu girdapla savrulan larvalar ve “iribaş” denilen o küçük kurbağa yavrularından gördü bardağın içinde. Müdür bey konuştu: “Evet yeğenim, şu kontrat işini halledelim. Söyle bakalım nedir benden istediğin?” Alaaddin başını öne eğip bir süre sustu. Sonra sağlam kalan tek gözü ile Tacir’in gözlerine baktı. “Çok ünlü, çok popüler, çok yakışıklı ve çok zengin olmak istiyorum. Herkes beni tanımalı, herkes beni sevmeli, şarkılarımı ezbere söylemeli. En güzel kadınlarla yatmak istiyorum, en iyi arabalara sahip olmak istiyorum. Her gece haberlere, magazin programlarına, şovlara çıkmak istiyorum...” İkinci Şanslar Prodüktörü, Alaaddin’i sipariş alan bir garson ciddiyeti ile dinliyordu.Alaaddin, heyecandan ayağa kalktı, kavrulmuş ve erimiş göz pınarından akan yaşları umursamadan devam etti. “Değişmeliyim... Değiştir beni. Dönüştür beni! Kayıp rüyalarımı bul ve iade et! Kaçırılmış fırsatlarımı telafi et! Yaşamasını beceremediğim bu harcanmış hayatımı düzeltmem için bana ikinci bir şans ver!” Müdür Bey çayından bir yudum aldı. “Peki yeğenim anlaşıldı. Her zamanki standart menüden istiyon yani. Para, şöhret, kadınlar, vesaire. Birkaç yüzyıl önce, yine böyle bir kontrat yapıyoz - senden iyi olmasın - Alman bir doktor arkadaş, tüm bunların yanında başka bir şey daha istemişti.” “Ne... Ne istemişti ?” “Bilgi. Yeryüzünde bir insanın bilebileceği tüm bilgileri. İstersen sana da böyle bir şey ayarlayalım.” Alaaddin bu defa duraksamadı. “Hayır, bilgi istemiyorum. Bilmek istemiyorum. Ben mega-star Alaaddin olmak istiyorum.” “Hallederiz yeğenim, oldu. Şimdi, sana 24 yılda 24 albüm yaparız. Bütün radyolarda şarkıların çalar, bütün televizyon kanallarında kliplerin gösterilir, gazetelerde röportajlar ayarlarız. Her yerde senin yüzün olur. Bu surat değil tabii. Az sonra senin yüzünü gözünü düzeltiriz, o kolay. Mankenler, aktrisler, hepsi sana hasta olacak merak etme! Araba işi de tamam, bir sürü tanıdık var. Ha, bu arada ilk albümün hazır bile. Yarın piyasaya çıkıyor. Tüm müzik marketlerde… Ben senin yerine doldurdum bak…” Alaaddin’e bir kaset uzattı. Kapağında, Alaaddin’i çok uzaktan andıran, yakışıklı bir genç ada-

74


mın, deri ceketle poz verdiği bir fotoğraf vardı. Kapaktaki gösterişli yazıları okudu: “ALAADDİN” ------ “ŞEYTAN DOLDURUR” Alaaddin mutluluktan uçuyordu. Tacir çayını bitirdi. “Gelelim ödeme konusuna. Biliyosun, normalde ödeme tek seferde, anlaşmanın 24 üncü yılında yapılır. Ama ben seni sevdim, efendi çocuksun, güzel bir kardeşimsin. Bu yüzden sana kolaylık yapacam. Ödemeyi 4 taksitte yaparsın. Her 6 yılda bir uğrarım ve ruhunun dörtte-bir’lik parçalarını alıp giderim. Şimdi 26 olduğuna göre de 50 yaşına geldiğinde ruhunun son çeyreği için gelirim, seni de alırım ve hep beraber döneriz.” “Nereye?” “Nereye olacak yeğenim? Bizim çukura. Biraz sıcaktır, ama merak etme orada senin kafanda bir sürü ünlü var! Politikacılar, iş adamları, yazarlar, şarkıcılar, oyuncular, futbolcular, mankenler... Dediğim gibi çok sıcak bir ortamdır. Muhabbeti bir kurdunuz mu, sonsuzluk göz açıp kapayıncaya kadar geçer.” Alaaddin’in gözü masanın üzerinde duran, yarısı bir dosyanın altında kalmış pirinçten isim levhasına ilişti birden. Genel Müdür’ün isminin yarısı görünüyordu: “ME-------” Alaaddin ürperdi ve Özfağust’nun kendisine uzun uzun bahsettiği o korkunç ismi farkında olmadan mırıldandı: “Mephistopheles!” “Bilemedin,” diye düzeltti Tacir, isim levhasının üzerindeki dosyayı kaldırıp adının tamamını Alaadin’e gösterirken: “MEDYA” Müdür Bey çekmeceden belgeler çıkarttı. “Şimdi şu kontratı doldurup kendi kanınla imzalıyorsun. Ondan sonra Mega-star Alaaddin dönemi resmen başlıyor. Hayırlı olsun yeğenim. Uzat bakalım elini. Anlaştık değil mi?” Alaaddin kulaklarından yeniden sızmaya başlayan kanı fark etmeden, kendisine uzanan ele birkaç saniye baktı... Sonra gülümsedi. Star olma karşılığı ruhunu Medya’ya satmak bugüne kadar yaptığı en iyi anlaşma olacaktı. Sarımsı çayını bir dikişte bitirdikten sonra eğildi ve Yitik Hayaller Taciri’nin elini öptü. “Anlaştık Ağbi !”

*

*

*

“Düşüyor, iş tamamlandı.” Johann Wolfgang von GOETHE, Faust Murat BAŞEKİM İllüstrasyon Galip KARADENİZ http://gailee.deviantart.com

75


M.K. PERKER’den INSOMNIA CAFE Daha çok, Vertigo tarafından yayımlanan ve Eisner Ödülü’ne aday gösterilen AIR ve CAIRO adlı grafik romanlarla tanın M.K. Perker’in yeni eseri INSOMNIA CAFE (Uykusuzluk Kafe’si) merakla bekleniyor. Kitap, 2009 yılının Kasım ayında Dark Horse tarafından yayımlanacak. Türkiye’de doğan ve yurtdışındaki ilk iki çizgi romanında yazar G. Willow Wilson ile çalışan sanatçı, bu son grafik romanında hem çizimleri yaptı hem de senaryoyu yazdı. Insomnia Cafe de, tıpkı Air gibi, gerçeğin uç noktalarında geziniyor. Eserde, henüz yazılmamış kitapların kütüphanesini keşfeden ve nadir bulunan kitapları açık artırmayla satan bir adamın maceraları anlatılıyor. CBR News, yeni projesi hakkında bilgi almak, kitaplara olan sevgisini öğrenmek ve Türkiye’deki çeşitli dergilerde yayımlanan çizgi bantlarını değerlendirmek üzere kendisiyle görüştü. Insomnia Cafe’de olaylar zor günler geçiren bir kitap taciri ile henüz yazılmakta olan kitaplardan oluşan sihirli bir kütüphanenin etrafında geçiyor. Perker, CBR’ye “Peter Kolinsky uykusuzluk çeken, elyazması kitaplar hakkında eskiden uzmanlık yapmış biridir. Geçmişte bazı kötü olaylar yaşamıştır,” diye açıklama yaptı ve şöyle devam etti; “Kahramanımız, ellerindeki çalıntı elyazması kitapları satabilmeleri için bir suç şebekesine yardımcı olunca, saygın müzayede firmasındaki işini kaybetmiştir. Ancak organize suç örgütünün elebaşı olan Oblomov, Kolinsky’yi bulur. Elyazması ve çalıntı bir Kuran’ı satması için ondan yardım ister. Oblomov’dan kaçmaya çalışan Kolinsky, Insomnia Cafe’yi işleten Angela ile karşılaşır. Angela, kahramanımızı şu anda yazılmakta olan tüm kitapların raflarında bulunduğu “Arşiv” olarak adlandırılan gizli bir yere götürür. Böylece Kolinsky, bir şeylerden kaçmaya, bir şeyleri de kovalamaya başlar.” Perker Arşiv’de yer alan kitapları “Eski zamanlardaki elyazması kitapların bir benzeri,” şeklinde tanımlıyor ve konuyu şu şekilde açıklıyor; “Arşiv, henüz yazılmakta olan tamamlanmamış kitaplardan meydana geliyor ve ilginç bir prensiple işlevini yerine getiriyor. Yazar kitabını tamamladığı anda bu eser Arşiv’deki raftan kayboluyor. Yani Arşiv’deki bir kitabı okurken aslında o eserin yazar tarafından kâğıda dökülmekte olan orijinal halini elinizde tutuyorsunuz. Kitabın el yazısıyla veya daktiloyla yazılması hiç de önemli değil.” Konuşmasına devam eden Perker şunları da ekliyor; “Insomnia Cafe, kanayan bir kitap sahnesi ile açılıyor. Dolayısıyla kitapların da Arşiv, Uykusuzluk Kafe’si ve ilginç karakterler gibi eserin önemli öğelerinden biri olduğunu düşünebiliriz.” Perker’in edebiyata ve şiire olan düşkünlüğü, çizgi romanlara ve filmlere olan tutkusuna eşdeğer. Eserinin başkahramanı gibi, o da kitapların varlığından son derece memnun. “Birer nesne olarak kitaplarda, özellikle sert karton kapaklı eski kitaplarda, mistik bir yön bulurum. Onları görmek bile beni mutlu eder,” diye açıklıyor. “Bu tip eski ve garip kitapları nerede bulsam hemen alırım; hatta bunların koleksiyonunu yapıyorum. New York şehrinin tarihini anlatan böylesi kitapların birinde, yaşlı bir New York’luya onun gezilerini düzenleyen genç bir bayandan yazılmış mektuplar buldum.

76


Mektuplar 1950’li yılların sonunda yazılmıştı ve üzerlerinde tarihler, notlar vardı. İstanbul’da da sürekli uğradığım antik kitaplar satan bir sahaf bulunur. Burada, yıprandıkları için üniversitelerin kütüphanelerinden atılan kitaplar ve ansiklopediler satılmaktadır. Bu eserlerin, 1930’lu, 40’lı yıllarda Türk aydınları tarafından incelemiş ve okunmuş olması, çok hoşuma gidiyor. Şunu da belirteyim, kötü karakter Oblomov’un adı da değerli Rus yazarı Gonçarov’un aynı adlı eserinden alınmıştır.” MK Perker, G. Willow Wilson ile birlikte hazırladıkları “Cairo” ve “Air” adlı grafik romanlarla epey ilgi gördü, hatta Eisner Ödülü’ne aday gösterildi. Bu eserlerin her ikisi de Vertigo tarafından yayımlandı. Perker’in de, Wilson’ın da ABD’de yayımlanan ilk eserleri bunlar olmasına rağmen, birbirlerini daha öncesinde tanımıyor olmaları hayli ilginç. Perker’e göre, bir yazar ve bir çizer olarak onların bu mutlu beraberliğinden Vertigo’nun editörü Karen Berger sorumlu… “Willow’un yazım tarzını seviyorum, karakterini seviyorum ve onu ailemden biri olarak görüyorum,” diye açıklıyor Perker. Ancak Insomnia Cafe’de tek başına çalışmak, Perker’e öyküyü kendi metotlarına göre tasarlama imkânı vermiş ve bu durum, bir başka yazarın senaryosunu çizmekten çok daha farklıymış. “1990 Yılından bu yana – o zamanlar 17 yaşındaydım – profesyonel bir yazar/çizer olarak çalışıyorum. O günlerden beri, kendi çizimlerim için senaryolarımı kendim yazarım. Ancak metni geleneksel bir yöntemle değil, çizimlere başlamadan önce, karelere göre hazırlarım. Bu yöntemin öykü anlatımına çok faydası olduğunu düşünüyorum. Böylece, duraklamaları ve diyalog bulunmayan kareleri de yazabiliyorsunuz. Öykü de çok daha akıcı oluyor,” diyor Perker. Insomnia Cafe, Perker’in ABD’de tek başına hazırladığı ilk eseri olsa da, Türkiye’de ve Avrupa’da birçok kısa öykü yazıp, çizmiştir. Bunların bir kısmı Türkiye’de Çınar Yayınevi tarafından iki cilt halinde basılmıştır. Perker’in çizgi bantlarının bazıları ise Heavy Metal dergisinde yayımlanmıştır. Ayrıca, “Gothic Comics Theater” adlı Edward Gorey tarzı antolojide de, kara mizah nitelikleri taşıyan, siyah beyaz bir çalışması bulunmaktadır. Tüm bunlara ek olarak, Türkiye’de haftalık olarak yayımlanan bir dergide, “Utangaç Bir Balık İçin Buzlu Camdan Akvaryum” adlı yeni bir serisi başlayacaktır. “Değişik çizim tarzları kullanarak her hafta kısa bir öykü hazırlıyorum; senaryolar da genelde bir şiirden oluşuyor. Belki ileride bu öyküler Birleşik Devletler’de de yayımlanır,” diyor Perker. CBR için Yazan: Shaun MANNING Çeviri: Oğuz ÖZTEKER


DAVID CARRADINE ÇEKİRGENİN SON SIÇRAYIŞI John Arthur “David” Carradine, 1936 yılında Hollywood California’da adeta sanatçı olmak için doğmuştu. Babası bir heykeltıraş ve aktör olan Carradine, küçük yaşta piyano ve resim çalışmalarına başladı. Gençliğini resim, müzik, binicilik, uzak doğu dövüş sanatları, bale eğitimleri alarak geçirdi. Damarlarında dolaşan İrlandalı, İngiliz, İskoç, Alman, İtalyan ve hatta Cherokee kanı zamanla yarattığı farklı karakterlerde kendisine yardımcı oldu. Küçük rollerle başladığı kariyerinde ilk çıkışını bir Broadway müzikali olan The Royal Hunt of the Sun’daki rolü ile yaptı. 1965 yılında Dünya Tiyatro Ödüllerinde kazandığı en iyi çıkış yapan aktör ödülü ile başarısını da cilalamış oldu. 1972 yılına gelindiğinde Carradine tüm dünyada kendisine ün getiren Kung-Fu dizisindeki Kwai Chang Caine karakterine can verdi. 1972 – 1975 arasında süren Kung-Fu dizisi Carradine’e Emmy ve Golden Globe adaylıkları da getirdi. Kung-Fu dönemine göre aslında çok önemli bir dizidir. Her ne kadar başrolde uzun yıllar Bruce Lee’nin adı geçtiği, hatta projenin ondan çalındığı söylense de bu iddialar dedikodu olarak kalmıştır. Bir Çinli dövüş ustasını vahşi batıya getirerek adalet dağıtan bir kahramana dönüştüren dizi zamanın Amerikan–Uzak doğu çekişmeleri düşünüldüğünde oldukça cesur bir yapımdır. Dizide Caine karakteri Çinli bir yetimdir ve uzun uğraşlar sonucu Shaolin mektebinden takdirle mezun olur. Buradaki kör usta Po, Caine’e çekirge (grasshopper) lakabını takar. Cüneyt Arkın filmlerinden de aşina olduğumuz kör dövüş ustası imajı aslında bu Po karakterinden gelmiştir. Caine bir gün ustasına kör olarak nasıl zorlanmadığını sorar ve ustası ona odanın tüm detaylarını anlatır, hatta Caine’in ayağında duran çekirgeyi bile söyler. Caine ustasına “Nasıl bu sesleri duyabiliyorsun?” diye sorar. “Peki ya sen nasıl duyamıyorsun çekirge,” der usta ve böylece Caine’in lakabı çekirge olarak kalır. Dizinin bitmesinden sonra Carradine kazandığı şöhret sayesinde Martin Scorsese’nin Hollywood’daki ilk işi Boxcar Bertha (1972), bir bilim kurgu klasiği olan Death Race 2000 (1975), II. Dünya Savaşı filmi Bound for Glory (1976), Ingrad Bergman’ın Hollywood için çektiği tek filmi The Serpent’s Egg (1977)’de rol alır. Aktör için 1970’ler oldukça verimli geçer. 80’lere gelindiğinde Carradine, Patrick Swayze’ı üne taşıyan, yine ülkemizde oldukça popüler olmuş North&South’da rol alır. 1986’da Kung Fu: The Movie’de Caine’liğe geri döner. Bu filmde oğlunu Bruce’un oğlu Brandon Lee oynamaktadır. Kung Fu: The Legend Continues (1993 – 97) ile kariyerine Caine’in torunu olarak bir süre devam eder. İrili ufaklı 100den fazla rolde karşımıza çıkan Carradine yavaş yavaş kariyerini noktalamak üzere iken 2003’de Quentin Tarantino’nun yeni filmi Kill Bill’in baş kötüsü olarak küllerinden doğar ve yeni jenerasyona kendini sevdirir. Bill karakteri ile kariyerinin aslında bir özetinin yapar Carradine. Zen felsefesi ve uzak doğu dövüş sanatları ile yarattığı kötüleri hep bir kalitenin üstünde olmuşlardır. Asla boş yere adam öl-

78


dürmezler. Her zaman soğukturlar ve tek hamlede işlerini bitirirler. Asla çılgın, deli kötü karakterlerden değildirler. Bu özellikleri onları daha da korkunç yapmaktadır. Bir söyleşisinde yarattığı kötü karakterle ilgili şöyle der: “Seri katiller de normal insanlardır. Hitler’i ele alalım. Adam on binlerce insanı kendi görüşlerine inandırıyor. Büyük bir karizmaya sahip demek ki. Oysaki ufak tefek, çelimsiz, çirkin bir adam… O zaman bu gücü nasıl eline aldı? Ben de kötü karakterleri oynamaya başladığımda bunları düşündüm. Sofistike ve karizmatik karakterler olmalıydılar. Dedim ki kötüler aslında kötü olduklarını düşünmez. Kendilerine göre iyi insanlardırlar.” “Bill’de ise durum daha farklıydı. Tarantino’nun filminde tüm karakterler kötü ama Bill değil. Bill bir savaşçı ve sadece âşık...” Aynı röportajda ölümden korkup korkmadığı ile ilgili soruyu şöyle cevaplar “Ölmekten korkmuyorum. Bitirilmemiş birçok işim var, ancak bu beni korkutmuyor. Ölümün kaçınılmaz olduğunu da düşünmüyorum. Sadece bir dedikodu bu.” “Hayatımın bir döneminde çekmecemde dolu bir 45lik vardı. Her akşam kafamı uçurmayı düşünür, sonra da hayatıma devam ederdim. Bir gün Plaza Oteldeki odamdan aşağı baktım ve atlamayı düşündüm. Atla ve bitsin dedim, ama sonra da ne s.kime öleyim ki dedim. Hayatımın birkaç noktasında ise öldüğümü düşündüğüm oldu. Bir araba kazası geçirdim ve Sunset’te arabam 5 tur spin atıp döndü. Ama onları da atlattım. Ölümle birçok kez burun buruna geldim ama hiç korkmadım.” Başından 5 evlilik geçen Carradine için eski eşlerinden biri olan Marina Anderson “Onun içinde bir kötülük vardı. Sadece çevresinin görebildiği bir kötülük,” der. 4 Haziran günü Bangkok’da son filmi Stretch’in çekimlerinde iken otel odasında ölü bulunan Carradine’ın önce intihar ettiğinden şüphelenildi. Ancak polisin ve ailesinin yaptığı açıklamalara göre Carradine bir seks oyunu sırasında kaza ile kendini öldürmüştür. Eski eşlerinden ikisi bu olayın doğru olduğunu kendi evlilikleri sırasında da Carradine’in bu gibi seks fantezilerinin olduğunu doğrulamışlar. Ama yine de ölümünün ardındaki sis perdesi de henüz kalkmış değil. Gölge dergi olarak 70’lerin ve 80’lerin dövüş filmlerinde sıkça rol alan, irili ufaklı rolleri ile dünya sinemasında hoş bir seda olarak kalacak üstadın anısına saygı ile bu yazıyı noktalıyorum. Masis ÜŞENMEZ http://www.otekisinema.com

79


TAKIM ELBİSELİ ADAM BÖLÜM V SAPIK

Ed saatine baktı bir kez daha, iyiden iyiye sıkılıyordu canı. Neredeyse otuz dakika geç kalmıştı beklediği güzel bayan. Şarabından bir yudum daha aldı, kadehi bırakıp cep telefonunun kapağını ani bir hareketle açtı. Hareket öylesine hızlıydı ki yan masada tek başına oturan bir adam göz ucuyla Ed’e bakmıştı. “Gelemeyeceksin sanırım tatlım, eğer acil bir işin çıkmışsa…” Üç nokta koydu ve kısa mesajı bitirmeden yolladı. Kadehine baktı tekrar, son bir yudumu vardı, gözlerini kapayıp içmeye hazırlanırken arkasından gelen hoş bir bayan sesi ile bir anda açtı gözlerini… “Gece başlamadan bu kadar içersen, gecenin sonunda seni uyurken izlemek zorunda kalmak hiç hoşuma gitmeyecek sevgilim.” Bozuk ve garip Türkçesi ile cevap verdi Ed: “Hayatım, gelmeyeceğine öyle emin olmuştum ki!” “Ed, biliyorum çok geç kaldım ama ne yaparsın işte…” “Tatlım, trafik deme sakın.” “Nedenmiş?” “Çok klişe bir mazeret de ondan.” “Sen öyle diyorsan öyle olsun sevgilim…” İki yetişkin âşık bir müddet sadece birbirlerinin gözlerinin içine baktılar. Ne Ed gözlerini İrem’den, ne de İrem gözlerini Ed’den alabiliyordu. Ed bir Amerikalıydı. “Birileri” için önemli olabilecek bir şirketin İstanbul’a gönderdiği bir temsilciydi. Uzun boylu ve sarışın bir adamdı. Arkaya doğru taradığı sarı saçlarını bir şeyler sürerek şekillendirirdi. Kaşları hep çatıktı, nadir güler fakat hep somurtmazdı. Siyah takım elbisesinin içine kırmızı bir gömlek giymiş, gömleğe yakın tonda kırmızı bir kravat takmıştı… İrem ise Ed’den biraz daha kısa, fakat bir o kadar da güzel, kumral bir bayandı. Yeşil gözleri ile bakışları derin ve etkileyiciydi. Mini eteği ile rahatça sergilediği bacakları erkeklerin yanında bayanların da ilgisini çekmiş, gömleği ise daha ciddi bir hava katmıştı. Uzun düz saçlarını iki yana salmış bu çekici bayan, yavaş ve tane tane konuşur, konuşurken karşısındakini bir çeşit sihir ile kendine bağlardı. Ortamdaki romantik havayı garsonun sesi bozmuştu “Ne arzu edersiniz efendim?” Ed garsona yönelmişti fakat tekrar İrem’in gözlerine baktı ve: “Biz birer kadeh daha beyaz şarap alalım, henüz karar vermedik,” dedi. Garson masadan uzaklaşırken İrem alaycı bir ses tonuyla “Yalancı!” dedi Ed’e. “Ne yani, güzel saniyelerimizi bozdu aptal adam! Önce birkaç yudum daha şarap içelim, sonra karar vermiş oluruz.” Birkaç dakika sonra şaraplar gelmiş, iki sevgili ise bir şeyler konuşmaya çoktan başlamıştı… Aralarındaki diyalog iş, koşuşturmaca, insanlar ve aileleri olarak devam etti. Ed eşini kaybetmişti. Üstelik öylesine garip bir hikâyeydi ki bu, insanın tüyleri diken diken oluyordu. “Ed, bak cidden seni üzmek istememiştim ama…”

80


“Hayır, İrem anlatıp anımsarsam biraz daha iyi hissedeceğim. Çünkü uzun zaman geçip de hatırlarsam onu, bu kez suçlu hissediyorum kendimi.” “Pekâlâ, dinliyorum…” “5 Şubat’tı, 1999 yılı. Queens’te yaşıyorduk o zamanlar. Eşim hamileydi, Carla… Hatırladıkça o güzel yüzünü hâlâ kötü oluyorum. O akşam, benzinciye uğradım. Birkaç çizgi roman, dergi ıvır zıvır şeyler almıştım. Evimize döndüğümde ise uzaktan garip bir siluet gördüm. Garaj’dan biri çıkıyordu. Aynı anda da garajın kapısı yavaş yavaş kapanıyordu. Tam kim olduğunu seçememiştim. Ben eve ulaştığımda garaj tamamen kapandı, ama gözlerim beynime kazınacak o korkunç anı görmüştü işte!” “Neydi Ed?” “Carla, elleri ve ayakları bileklerinden… Tanrım kesilmişti! Garajın kapısının önünde uzanmış yatıyordu! Lanet herif kestikten sonra tekrar yerlerine koymuştu hem de! Bütün vücudu kan, morluk ve kesik içindeydi! Sayamadığım kadar çok bıçak yarası vardı İrem!” “Ed yeter istersen.” Ed ağlıyor ama susmuyordu: “İrem ve, ve… Başını da kesmişti! Lanet bir oyun gibi Carla’nın başını garaj kapısının diğer tarafında buldum!” “Ed…” “İrem, çok uzundu o gece benim için… Bütün sokağı karış karış aradım. 911’i aradım. Birkaç kişiyi yakalayıp, teşhise çağırdılar beni ama tanıyamamıştım adamı…” “Peki sonra?” “Olay sonuçsuz kaldı…” Ed gerçekten çok üzüldüm… Nasıl desem, adeta bir film gibi yaşadıkların roman gibi ne bileyim…” “Sana söylemediğim bir şey daha var İrem.” “Nedir?” “Bu olaydan sonra bir kitaba başladım, hani arabamda göz attığın o karalamalar…” “Hatırlıyorum.” “Onlar başladığım romanın ilk birkaç sayfası. Böyle bir durumda değil de, daha neşeli bir anda söylemek istiyordum ama…” “Ed, sen gerçekten…” “Ne?” “Çok…” “Çok ne İrem?” İrem elini Ed’in eline götürdü… “Senden öğreneceğim ve duymak istediğim çok şey var…” Aradan geçen birkaç saatin ardından İrem’in Nişantaşı’ndaki evine gelmişlerdi. Ev loştu. Geniş bir daire, fakat az eşya vardı. Gecenin ilerleyen saatleriydi. Sabah ezanına az bir zaman kalmıştı. Ezan sesine alışık değildi Ed, bu yüzden hem hayranlık duyuyor, hem de şaşkınlık besliyordu. “Ed!” dedi İrem, “mükemmel bir akşam yaşattın bana, fakat şimdi sıra bende…” Ed kendini İrem’in kollarına bırakmıştı. İki âşık, deli gibi sevişiyordu şimdi… Güneş doğuyordu yavaş yavaş… İrem, üzerine bir gecelik almış, balkonda gökyüzünü izliyordu. Hafif esen rüzgâr, kumral saçlarını dalgalandırmaya yetiyordu güzel bayanın. Kollarını demirlere dayamış, sadece gökyüzüne bakıyordu… Yavaş adımlarla Ed elinde iki kadeh ile balkona geldi, giyinikti.

81


“Senin için hazırladım,” dedi, “lütfen…” “Ed, çok naziksin, seni çok…” “Sus! Lütfen bu kelimeleri şimdi harcama…” Güneş kendini tamamen göstermişken kadehlerini bitirmişlerdi. İrem, Ed’in dudaklarına bir öpücük daha kondurup: “Biraz izin verir misin, duş alacağım,” dedi. “Fazla bekletme,” dedi gülümseyerek Ed… İrem sabahlığını koltuğa atmış, banyoya doğru yürüyordu. Duşa girdi, kabini örttü, suyu açtı… O meyve kokulu şampuanından biraz avucuna döktükten sonra elini saçlarına götürdü. Köpükler yüzünden akıp giderken birden kabinin arkasında fötr şapkalı, üzerinde ağır bir kıyafet olan silueti fark etti. Ed sandı, şaşırmıştı, banyonun içinde şapkanın ne anlamı vardı, üstelik yanında şapka falan da yoktu. “Seni yaramaz,” dedi, “biraz sonra…” Kabin açıldı, Takım Elbiseli Adam, başını hafif sağa eğmiş, dudaklarını biraz bükmüş, “Ben sana demiştim,” dercesine İrem’e bakıyordu! İrem korkmuştu, önce bağırmak istedi ama sesinin çığlık atacak kadar çok çıkmadığını fark etti. Gözlerini korkudan kocaman açarak tek kelime edebildi. “Kimsin?” Takım Elbiseli Adam, soruyu gayet ciddiye alarak cevabını verdi… “İrem, güzel bayan, biraz önce içtiğiniz kadehte yanınızdaki insanın kattığı bir zehir vardı. Korkarım benimle geliyorsunuz…” Mustafa Emre ÖZGEN me.ozgen@windowslive.com

82

b


BİR GRANDVILLE YOLCULUĞU BRYAN TALBOT RÖPORTAJI

Çizer Bryan Talbot, İngiliz çizgi romanının mühim isimlerinden biri. 1970’lerin İngiliz yeraltı çizgi roman sahnesinden doğmuş Talbot, Milattan Sonra 2000 gibi çağdaş bir esere geçiş yapmış ve daha sonra da kendi çizgi romanlarını oluşturmuştur. İki adet Luther Arkright kitabı ve toplumcu oyun örneği olan Kötü Bir Farenin Hikâyesi (The Tale of One Bad Rat) onun adını yalnızca bir İngiliz çizer olarak değil uluslararası üne sahip bir mizah yaratıcısı olarak da pekiştirdi. Ödüllü çizer yepyeni çizgi romanı Grandville’de bizimkiyle benzer; fakat ufak farklılıkları olan bir dünyaya saldırıyor. Bu steampunk dünyada, İngiltere Napolyon Savaşı’nı kaybediyor ve Fransa İngiliz toplumunu egemenliği altına alıyor. Kargaşa ve ayaklanmalarla dolu yıllardan sonra, İngiltere az da olsa bağımsızlığını yeniden elde ediyor; lakin Fransa İmparatorluğu’nun gölgesi altında yaşamayı sürdürüyor. Ve bu romandaki tüm kişiler birer hayvan. Talbot’un Dark Horse’den çıkacak çizgi romanında yepyeni macerasıyla Steampunk Hayvanlar Çiftliği ile tanışıyor. Daha fazla bilgi edinmek için İngiliz çizeri yakalamayı başardık. Newsarama: Seninle konuşuyor olmak çok hoş, Bryan. Grandville ile ilgili okuduklarımdan şunu çıkarabilirim ki, bu roman tabiri caizse insan biçiminde (antropomorfik) bir steampunk romanı gibi geliyor bana. Bryan Talbot: Kesinlikle haklısın. Roman steampunk polisiye gerilim. Bunu Quentin Tarantino’nun hayvanlarla çektiği ve biraz da Sherlock Homes’a benzer bir eser olarak tanımlıyorum. NRAMA: Bu kitapta yer alan dünyayı nasıl tarif edersiniz?

83



BT: 19.yy steampunk Paris’inde – Güzel Dönem ( La Belle Epoch) – otomat robotlarla, buharla çalışan faytonlarla ve uçan araçlarla dolu bir yerde geçiyor. Paris, Grandville’ye karşılık geliyor. Burası dünyaya yayılan ve Aslan ( Lion) 12. Napolyon tarafından yönetilen Fransız Hükümdarlığı’nın merkezi. Birkaç insan var; fakat alt sınıflar, hizmetçiler. Takma adları ise hamur suratlılar. NRAMA: Antropomorfik yaratıklar bir yana, bu aslında İngiltere’nin Napolyon Savaşlarını kaybediş tarihi için farklı bir seçenek sunuyor. Tarihleri uyarlama fikrinde sizi cezbeden nedir? BT: Bence bu fikir çok hoş. “Şöyle olsaydı ne olurdu?” fikrinden yola çıkmak ve üzerinde oynamak eğlenceli. Ayrıca diğer gerçeklerden, düşünceleriniz doğrultusunda yorumlar yapabilmek için yararlanabilirsiniz. İlk çizgi romanım Luther Arkwright’ın Maceraları (The Adventures of Luther Arkwright), İngiltere’de – Thatcher hükümeti iktidarda iken ve Milliyetçi Cephe gibi caddelerde yürüyüş yapan ırkçı çeteler varken – 70’lerin sonu ve 80’lerin başındaki ayaklanmanın arka planına karşı oluşturulmuştu. Bir düşlem olmasına rağmen Grandville’ de siyasi yergi yapıyorum. NRAMA: Bu romandaki başkahraman bir porsuk, Scotland Yard dedektifi LeBrock. Biraz ondan bahseder misiniz? BT: Oldukça azimli büyük çalışan sınıftan bir aynasız. Sherlock Holmes’ in sahip olduğu tüm hafiyelik yeteneklerine sahip; fakat aynasız olmasının yanı sıra doğuştan bir boksör ve acımasız olabiliyor. NRAMA: Bu oldukça iyi kurgulanmış, yaratıcı bir roman, Bryan. Peki, bu Grandville fikri nereden geldi? BT: JJ Grandville adı altında çalışan 19.yy çizeri Jean Ignace Isidore Gérard’ın çalışmasından esinlenildi. Çağdaş giysiler içersinde birçok hayvan resmetti. Ayrıca kısmen, 19.yy’ın sonunda görüntülü telefon, demirden yapılmış uçan araç, mikrobik savaş silahları sahneleri çizen, bilimkurgu çizeri Albert Robida’dan da esinlenildi. İnanılmaz derecede hayalperest biriymiş.


NRAMA: Son kitabınız Alice in Sunderland’de dijital sanat, kalem ve mürekkebi karıştırarak oldukça yoğun ve görkemli bir biçim kullandınız. Bu kitapta sanata yaklaşımınızı nasıl tarif edebilirsiniz? BT: Oldukça basit. Çizim tahtasında karakalem kullanıldı ve mürekkeple üzerinden geçildikten sonra bilgisayara aktarılarak renklendirilmesi yapıldı. Renklendirme biraz ressamın işine benziyor, çizimden daha fazla zamanımı aldı. NRAMA: Bu kitaptaki çizimlerinizde, Hergé’nin çizimlerine benzer, oldukça çağdaş bir Avrupa üslubu görüyorum. Bunu yapmanıza öncülük eden nedir? BT: Kötü Bir Farenin Hikâyesi (The Tale Of One Bad Rat)’den beri, doğrudan Avrupa temiz çizim üslubundan etkilenen bu çizin tekniğini kullanıyorum. Fakat Grandville’de bazı dış hatlarda gölgelendirme, saç, giysi, gölgeler vesairelerde ise siyah fırça işi kullandım. Böylece harmanlanmış bir iş ortaya çıktı. En önemli şey ise açık ve anlaşılır görüntüler sunmak. NRAMA: Bu kitabı okuduğumda, klasik Luther Arkwright kitaplarında olan bir steampunk üslubu gördüm. Grandville’de bu türü daha fazla inceleme isteği mi doğdu acaba? BT: Evet, ama farklı açıdan. Arkwright çok değişik bir öyküydü, dişli ve kendi halini düşünen, tecrübeli. Grandville ise lunapark trenine binmekten daha heyecan verici. Mizah da cabası… Dark Horse’tan Grandville Ekim’in sonlarına doğru Amerika Birleşik Devletleri’nde kitapçılarda olacak. Newsarama için yazan Chris ARRANT Çeviri: Funda AKKAYA



Bu şehirde kanun yok, kurallar yok. Sadece kağıtlarda yazıyor o da göz boyama amaçlı. Eğer güçlü ve zenginsen hayatta kalırsın. Öbür türlü köle olursun; seni himaye eden pisliklere hizmet edersin ya da yok olursun. Bu yüzden Pein yeni kayıt olduğu okulunda güçlülerden oluşan bir grup kurmak ister, kendisi ve sevgilisi Konan’ın güvenliği için. Kendisinin doğuştan gelen özel bir gücü vardır. Rinnegan efsanevi göz yeteneğine sahiptir bu yüzden de sıradan insanları grubuna almaz; okulunda Kakuzu ve İtachi’yle tanışır onlar da arkadaşları Hidan ve Kisame’yi de gruba alırlar. Konan da kendi sanat bölümünden Sasori Deidara ve Tobi’yi gruba katar böylece ‘Akatsuki’(şafak) grubu kurulmuş olur. Okulda herkes onlardan korkar çünkü hepsinin kendine özgü korkutucu güçleri vardır bu yüzden onlara saygı duymak zorunda kalırlar. Böylece önce kendi okullarında sonra da çevre okullarda söz sahibi olurlar. Öğrencilerin artık bu civarda barınabilmeleri Akatsuki’nin insafına bağlıdır... Onlara haraç vermek zorunda kalırlar. Fakat bir gün Akatsuki hiç beklemediği bir sürprizle karşılaşır. Hueco-Mundo okulu haraç vermeyi reddeder. Akatsuki bunu sindiremez ve okula saldırır. Okulu yerle bir eder... Fakat neye bulaştıklarının farkında değillerdir. Başka güçlü bir grup da bu civarda söz sahibidir ‘Espadalar’! Kendi okullarında saldırıya uğramışlardır. Bunun intikamını almak için harekete geçerler. Fakat başka bir problem daha vardır; pein gün geçtikçe kendini yiyip bitirmektedir. onun güç ve itibar tutkusu , Akatsuki’yi içten içe parçalamaya başlar ... Yazan-çizen; Duygu SALTIK http://risedarkmoon.deviantart.com Kapak: Anne K. HAUSER http://arreanain.deviantart.com

88












STAR WARS : KLON SAVAŞLARI Yıl 1977. Hollywood’da bilim-kurgu ve fantezi türünün henüz ciddiye alınmayan yapımlar olduğu bir dönemde George Lucas adlı genç bir sinemacı tarafından yazılıp yönetilmiş olan Star Wars adında bir film az sayıda sinema salonunda gösterime giriyor. Bir anda büyük sükse yapan film kısa süre içinde ABD genelindeki çok sayıda sinema salonunda vizyona sokuluyor, gişelerin önünde upuzun kuyruklar oluşuyor. Gerisi ise sinema tarihi... O dönem sadece Star Wars adıyla gösterime giren, sonraki yıllarda ise seri geliştikçe “Bölüm IV: Yeni Bir Umut” alt başlığını alacak filmde genç Luke Skywalker ile yaşlı ve bilge Obi-Wan Kenobi arasında geçen bir sahnede ilk kez Klon Savaşları’nın adı geçiyor. O zamandan beri dünya genelindeki milyonlarca Star Wars hayranının aklında tüm galaksiyi sarsmış olan bu büyük savaşın ne olduğuna, nasıl başladığına ve neler yaşandığına dair soru işaretleri oluşuyor. İlerleyen yıllarla birlikte Star Wars efsanesi sinemaya sığmayıp kitaplar ve çizgi romanlar gibi yan ürünlerle genişledikçe o döneme dair bazı tüyolar veriliyor. Fakat hayranların Klon Savaşları’nın başlangıcıyla ilgili sorularının cevaplanması için ilk filmden tam 25 yıl sonra, 2002 yılında gösterime giren “Bölüm II: Klonların Saldırısı” filmini beklemeleri gerekiyor. Hayranlar ilk defa bu filmde Eski Cumhuriyet Düzeni’nin temellerinin nasıl sarsılmaya başladığını, galaksiyi ikiye bölen Ayrılıkçılar’ı ve Bölüm IV-V-VI’da izledikleri güçlü ve acımasız Galaktik İmparatorluk’un kuruluşuna ön ayak olan olayları izliyorlar. Ve filmin finalindeki Geonosis Savaşı ile nihayet Klon Savaşları’nı başlatan ilk çatışmaya şahit oluyorlar. 2005 yılında gösterime giren“Bölüm III: Sith’in İntikamı”filmiyse Cumhuriyet’in yıkılıp İmparatorluk’un kuruluşuyla sonuçlanan Klon Savaşları’nın bitimini izleyicilere gösteriyor. Fakat yıllar boyunca süren bu savaş dönemiyle ilgili detayları öğrenemeyip sadece başını ve sonunu görmek sıkı Star Wars hayranlarını tatmin edecek bir olay değil. İşte bu aşamada devreye filmlerde göremediğimiz olayları kitaplar, çizgi romanlar ve animasyon serilerle aktaran, tamamına kısaca “genişletilmiş evren” denilen yan ürünler devreye girmekte. 2002’de gösterime giren Bölüm II ve 2005’te gösterime giren Bölüm III arasında geçen üç yıl içinde Klon Savaşları’nda yaşananları anlatan o kadar çok roman piyasaya sürülüyor ki bunların tamamını okuyabilmek için ancak çok sıkı bir Star Wars fanatiği olmak lazım, tabii Bölüm III’den sonra piyasaya sürülmeye devam eden Klon Savaşları romanlarını saymıyoruz bile. Ayrıca 2003 yılında epey kısa bölümlerden oluşan Klon Savaşları adlı bir animasyon seri de yayınlanıyor, fakat aşırı kısa hikâyeleri ve genelde yaşça daha küçük kitlelere de hitap edebilmesi için düşürülmüş tonu serinin hayranlarının o döneme dair istediği detayları bulabilmeleri için yeterli değil. Bunların yanı sıra 2008 yılında ilk bölümü sinemada yayınlanan, ardından TV’de devam eden, gene Klon Savaşları adlı daha gelişmiş bir animasyon seri başlıyor. Bu yeni animasyon seriyi beğenenler kadar beğenmeyenler de var, fakat gene her yaştan kitleye hitap etme çabası serinin sertlik ve karanlık tonunu düşürmekte ve o savaş döneminde yaşanan olayların kasvetli atmosferini tam olarak verememekte. İşte bu aşamada hayranların imdadına çizgi roman serileri yetişiyor. Lucasfilm’den Star Wars çizgi romanlarının telifini alarak yayın hakkını elinde bulunduran Dark Horse Comics tarafından Klon Savaşları dönemini sayfalara aktarması için usta bir yazar-çizer ekibi kuruluyor. Konsepti ve karakterleri çok iyi tanı-

99



yan Haden Blackman, John Ostrander, Scott Allie, Welles Hartley gibi yazarlar ve filmlerin görselliğini başarıyla sayfalara yansıtan Jan Duursema, Brian Ching, Stephen Thompson, Doug Wheatley, Tomas Giorello gibi çizerlere teslim ediliyor. Önceleri Star Wars başlıklı farklı çizgi roman serilerinde ayrı ayrı yayınlanan bu hikâyeler sonra Dark Horse Comics tarafından Klon Savaşları adlı ciltlerde kronolojik sırayla bir araya getirilerek toparlanıyor. Toplam dokuz ciltten oluşan bu seri o savaş döneminde yaşanmış olan olaylar hakkında pek çok detayı içermesinin yanı sıra filmleri aratmayacak bir görsel şov sunmakta. Aksiyonu ön planda tutup hikâyeleri fazla detaylandırmayan animasyon serilerden tatmin olmayan ve de yıllar boyunca basılmış çok sayıda romanı takip etmeyi zor bulan Star Wars hayranları için hiç kuşkusuz Dark Horse’un yayınlamış olduğu dokuz ciltlik çizgi roman serisi Klon Savaşları’nı takip etmeye dair en ideal çözüm olarak sivrilmekte. Bu noktada romanların aşırı detaylı anlatım tarzıyla filmlerin görsel stilini aynı anda sunabilen tek sanat stili olarak çizgi romanın bariz bir avantajı var. Klon Savaşları boyunca yaşanan tüm politik mücadeleler, iç çekişmeler, ihanetler, dostluklar ve de düşmanlıklar usta yazar ekibinin hazırlamış olduğu diyaloglarla epey detaylı bir şekilde okurlara sunulmakta. Ayrıca birbirinden farklı gezegenlerin görkemli manzaraları, şiddetli savaşların acımasız sertliği, filmlerden tanıdıklarımızın yanı sıra tanımadığımız yepyeni karakterlerin simaları da usta çizer ekibinin kalemleriyle hayat bularak okurları o mekânların içine götürmekte. Eğer filmlerden daha fazlasını arayan sıkı Star Wars fanatiklerinden biriyseniz o zaman çok çok uzaktaki bir galaksinin en karanlık dönemlerini anlatan Klon Savaşları çizgi romanlarının sizi fazlasıyla tatmin edeceğinin garantisini verebiliriz. Hakan BUHURCU

101


MASA SAATLERİ Canım çok sıkkın. Oysa ne güzel başlamıştı gece… Uzun zamandır aradığım kadını bulmuştum. Beyoğlu’nda bir barda takılırken görmüş ve ilk görüşte âşık olmuştum. Altı aydır boştaydım ve yeni bir sevgili iyi gelecekti. Yanına yanaştım, güzel olduğunu söyledim, iltifat ettim, sohbet ettim ve kendime bağladım. Daha tanışalı iki saat olmamıştı ki beni evine davet etti. Harika bir geceydi. Ama sabah oldu, büyü bozuldu. Benden nefret etti ve hâlâ ediyor. Benim suçum mu? Evet, ona göre benim suçum. Sabah yanında çırılçıplak uyandım. Bir kadının güzelliği sabah, uyanmadan önce anlaşılır. Makyajsız, yapmacıksız, ifadelerle bozulmamış bir yüzdür o sabah aydınlığıyla yıkanan yüz. Ve o yüz güzelse o kız gerçekten güzeldir. Öyleydi. Gerçekten güzeldi. İzlemeye doyamıyordum. İncecik sarı saçlarını okşayarak seyrettim dakikalarca. Bu güzel anı o nefret ettiğim ses bozdu. En büyük kâbusum olan ses. Saatin alarm sesi. Sıçradım, arkamı döndüm. Yatağın yanındaki dijital masa saati garip bir melodiyle ötüyordu. Tuttum, kaldırdım ve tüm gücümle duvara fırlattım. Cam şişenin patlaması gibi bir ses çıktı. Yanımdaki güzel kız uyandı. Ne yaptığımı gördü. Çıplak bedenini çarşafa sardı ve bağırıp çağırarak kovdu beni. “Def ol, git,” dedi. “Bir daha da gelme. Deli misin nesin?” Gittim. Bir daha gelmemek üzere. Lanet olası masa saati yüzünden. Zaten her şey onlar yüzündendi. Hayatımın içine sıçmıştı masa saatleri. Sekiz yaşımdan beri.

*

*

*

1994’ün ılık bir eylül ayıydı. İkinci sınıfa geçecektim ve okulların açılmasına bir hafta kaldığını hatırlıyorum. Babam Eminönü’nde seyyar satıcılık yapıyordu o zamanlar. Fakirdik, ufak bir gecekonduda yaşıyorduk. Evin tek çocuğuydum ama kıt kanaat geçiniyorduk. Babam her hafta başka şeyler satarak eve para getirirdi. Onun çok iyi bir baba olduğunu söyleyemeyeceğim. Akşama kadar ayakta, bağırıp çağırır, eve siniri tepesinde gelirdi. Annemle ben, her akşam bizi azarlamasına alışmıştık. Hatta bir iki kez annemi dövdüğünü de bilirim. Ama hiçbir zaman işler çığırından çıkmadı. Annem hiçbir zaman babamdan şikâyetçi olmadı. Her neyse, babam o gün koca bir kolide onlarca masa saati getirdi. Kimi alarmlı, kimi alarmsız, kimi kurmalı, kimi pilli, rengârenk, çeşit çeşit saatler. Babamın dediğine göre o günlerde o tip saatler çok modaydı, iyi satış yapmayı umuyordu. Saatler başta çok hoşuma gitti. Koliyi odanın ortasına boşaltıp oyunlar oynadım. Yan yana, arka arkaya dizdim, alarmlarını kurdum, çaldırdım. Bir şeyler yaptım işte. Sıkılınca tekrar koliye koydum. Sonra saatleri unutup televizyon başına geçtim. Zaman geçip uyku vaktim gelene kadar da başımı kaldırmadım. Annemin o hiç sevmediğim “Hadi oğlum, saat dokuz buçuk oldu,” uyarısını duyunca mecburen yatağıma yollandım. Her zaman yatağa gitmekten nefret eder, ama başımı yastığa koyar koymaz uyuyakalırdım. O gece de aynısı oldu. Gecenin yabancı olduğum bir saatinde o güne kadar gördüğüm en korkunç kâbuslardan biriyle uyandım. Akşam oyunlar oynadığım masa saatleri alarmlarını çalarak evin içinde beni kovalıyorlardı. Ufacık kolları, kısacık bacakları ve akrep-yelkovan yerine öfkeyle bakan suratları vardı. Dehşet içinde yatağımın üstüne kaçıyordum. Sonra yatağımın etrafını sarıyor ve o gıcık alarmlarıyla tehdit ediyorlardı. Nasıl oluyorsa birkaç tanesinin yatağıma tırmandığını görüyordum. Korkudan

102


ölmek üzereyken uyanmıştım. Soluk soluğaydım ama rahatlamıştım. Bir saniye önce saatlerden korkarken, şimdi çığlık atıp babamı uyandırmış olmaktan korkuyordum. Çünkü öfkelenebilirdi. Bir an sonra babama bile aldırmadan tüm gücümle çığlık atacağımı nereden bilebilirdim? Eminim, doğarken bile o kadar büyük bir çığlık atmadım. Onlarca masa saatinin gerçekten yatağımın etrafında olduğunu gördüğüm o an kadar hiçbir zaman korkmadım. Sanki birileri gelip onları yatağımın etrafına özensizce serpiştirmişti. Pencereden gelen hafif ışıkta hepsini gayet net bir şekilde görebiliyordum. Rüyamdaki gibi bana saldırmaya kalkmıyorlar, sadece oldukları gibi cansızca duruyorlardı; yine de tehditkâr bir görünüşleri vardı. Ya da bana öyle geliyordu. O kâbusu görmeseydim bu durumu nasıl karşılardım bilmiyorum, ama o kadar dehşet verici olmazdı sanırım. İki dakika sonra odamın ışığı açıldı, annem ve babam kaşları çatık, gözleri kısık bir halde içeri girip bana baktılar. Babam yerlere saçılmış saatleri görür görmez, “Bunların ne işi var burada?” diye kükredi. “Baba vallahi ben getirmedim,” dedim. Kesik ve tuhaf çıkan sesimi duyunca ancak fark edebildim ağladığımı. Şimdi saatlerden değil, babamın dayağından korkuyordum. Neden odama geldiğini tamamen unutmuştu. Yerlere saçılmış mallarını görünce tepesi atmıştı. “Sen getirmediysen ben mi getirdim?” Ses çıkarmadım, sessizce ağlamayı sürdürdüm. Annem hemen koşup saatleri toplamaya başladı. Bir yandan, “Sen git yat, ben hallederim,” diyordu babama. Söylenerek dışarı çıktı babam. Annem yanıma oturdu, kızgındı ama sevecen olmaya çalışıyordu. “Gecenin bu saatinde bunlarla mı oynadın?” “Anne, valla ben getirmedim. Valla billa!” “Eee kim dağıttı bunları o zaman?” “Rüyamda bana saldırıyorlardı! Çok korktum. Ama ben getirmedim. Kendileri gelmişler.” “Aklın alıyor mu hiç senin? Saatler kendi kendine yürür mü?” “Belki hırsız girmiştir,” dedim kendimi kurtarmak için. “Oğlum, hırsız niye bunları alıp senin yatağının etrafına sersin?” Cevabım yoktu. Ağlamam şiddetlendi. Annem bana inanmayacaktı, köşeye sıkışmıştım. “Ah ah, uyurgezer mi oldun, ne oldun başımıza?” diye söylenerek saatleri toplamaya devam etti. Yorganı kafama çektim, annemin tüm saatleri koliye yerleştirip gitmesini bekledim. Daha annemin gidip gitmediğini göremeden uyuyakaldım. O durumda nasıl uyuyabildiğime şaşıyorum, ama çocukluk işte.

*

*

*

İki gün geçti. Babam saatlerin yarısını satmış, geriye yirmi – otuz tane kalmıştı. O ilk gün hevesle oyunlar oynadığım saatler şimdi korkunç canavarlar gibi geliyordu. Onların olduğu koliye yaklaşmıyordum bile. Neyse ki geçen günkü olaydan sonra babam saatleri kendi yatak odalarına götürmüştü. O gün babam erkenciydi. Öğle vakti annem bulaşıkları yıkar, ben de mutfakta, annemin yanında oyuncak arabalarımı sürerken babam kolisiyle içeri geldi. “Hanım,” dedi, “bizim Bohçacıgillerden Hüsnü ölmüş, bugün cenazesi varmış, hazırlan da yetişelim.” “Aa, şu uzun Hüsnü mü? Hani geçen sene kızını evlendiren?”

103


“Evet, o.” “Yapma ya, gencecik adamdı. Ellisine gelmiş miydi?” “Hadi hanım, çene çalma da hazırlan. Nerdeyse kalkacak cenaze…” Annem bulaşık eldivenlerini çıkarıp yatak odasına koştu. On dakika sonra giyinmiş olarak geri geldi. “Çocuğu götürecek miyiz?” “Yok yok, gelmesine gerek yok. Kocaman çocuk oldu. Bir saat dursun evde, ne olacak,” dedi babam. Babam kapıya çıkıp kundurasını giyerken, evde bıraktığı saatler aklıma geldi ve babamın çatılan kaşlarını bile umursamadan bacağına yapıştım. “Baba, ne olur, ben de geleyim. Ne olur! Hadiii!” “Allah Allah, oğlum evde kal işte, ne işin var senin cenazede? Biz bir saate geliriz.” “Yaa Baba, korkuyorum ben evde.” “Ulan eşek kadar adam oldun. Neden korkuyorsun?” Ne kadar ısrar etsem de işe yaramadı. Babam beni üzerinden itip kapıyı kapattı ve dışarıdan kilitledi. Kapıya yapışıp yumruklasam da çoktan uzaklaşmışlardı. Korkarak arkamı döndüm, sanki her an saatler çıkıp gelecek ve etrafımı saracaklarmış gibi geliyordu. Bir süre kapıya yaslanıp sessiz sessiz ağladım ama sonra yorulup sustum. Kendi kendime o gece olanların sadece rüya olduğunu telkin ettim, belki de annem haklıydı, uyurgezerlik yapıp kendim dağıtmıştım saatleri. Rüyamda da o yüzden görmüştüm. Dakikalar hiçbir şey olmadan geçince biraz sakinleştim. Babam bir saat sonra geleceklerini söylemişti. Çok da uzun bir süre değildi. Oturma odasına gidip televizyonu açtım. Tom’un Jerry’yi kovalamasını seyrettim bir süre. O bitince Mickey farenin maceralarına geçtim. Çizgi filmler hoşuma gitmiş ve korkumu almıştı. Önceleri sürekli saate bakıyordum, ama sonradan yavaş yavaş unuttum ve kendimi o sihirli kutunun büyüsüne kaptırdım. Mickey’nin macerası bitmek üzereyken ve babamın geleceğini söylediği saat on dakika önce geçmişken zırrrr diye bir sesle yerimden sıçradım. Ses kulağımı tırmalayan bir tizlikle aralıksız çıkıyordu. Odanın kapısına döndüğümde kapının eşiğinde gri, metalik, yuvarlak bir masa saatinin durduğunu fark ettim. Önceden orada değildi, çünkü az önce odaya girerken öyle bir şey görmemiştim. Bu da saatin kendi kendine oraya geldiğini gösteriyordu. Ben bakarken hareket etmiyordu, ama oraya gelmesinin başka yolu yoktu. Alarmının sesi aynı şiddette sürüp beynimin içine işlenirken koltuktan sıçradım ve pencerenin önündeki kanepeye uçarcasına zıpladım. Gözlerimi saatten kaçırdığım o bir saniyede iki adım yaklaşmıştı saat. Üstelik artık tek başına değildi. Kapının eşiğinde beş tane daha vardı artık. Onların alarmları henüz çalmıyordu. Önlerindeki metalik saatin, diğerlerinin komutanı olduğunu düşündüm o an. Bir komutan ve bir sürü sadık asker… Tıpkı asker oyuncaklarımla oynadığım senaryolardaki gibi. Bir an gözümü cama çevirecek oldum ve tekrar baktığımda komutan saatin odanın ortasına kadar geldiğini, diğer beşinin de hemen arkasında olduğunu gördüm. Bu kadar da değildi. Şimdi kapının eşiğinde on tane daha saat vardı. Ve aralarında bazıları arada bir ötüp susuyordu. Kendi aralarında konuşuyormuş gibi… Komutan ise durmadan zırrr sesini çıkarıyor ve sanki kulaklarımı delmek istiyordu. Saatler tıp oynuyor, diye düşündüm. Ben bakmadığım zaman hareket ediyor, ama ben bakarken kıpırdamıyorlar.

104



Korkudan donakalmış halde, gözlerimi sonuna kadar açmış, bakışlarımı bir an bile üzerlerinden ayırmadan duruyordum kanepenin üzerinde. Arkamda demir parmaklıklı pencereler vardı ve daha fazla gidebileceğim bir yer yoktu. “Çıkın gidin yaa,” dedim bağırarak. Oysa sesim sinek vızıltısı gibiydi. Küfür bilsem küfür ederdim ama pek bir şey bilmiyordum henüz. “Ya gitsenize başımdan!” Ama gitmiyorlardı. Hemen karşımda halının üzerinde dizilmiş bana bakıyorlardı. Hepsi aynı saati gösteriyordu: 13:45. Babam sözünü tutsaydı on beş dakika önce gelmiş olacaktı. Keşke şimdi gelseydi, o anda kapıdan anahtar tıkırtısını duysaydım, ne kadar sevinirdim… Koşa koşa babasının kucağına atlar ve güvende olurdum. O bir şekilde kurtulurdu saatlerden. Lütfen babamlar gelsin, lütfen… Saatlerin yelkovanları dönüyor, komutanın zili aralıksız çalıyor, kalbim son gücüyle atıyor; ama babam gelmiyordu. Gözümü kırparken bile santim santim yaklaştıklarını fark etmiştim. Gözümü kırpmadan durmam ise olanaksızdı. Beş dakika sonra komutan, kanepenin dibindeydi. Bir daha gözümü kırpsam üstüne çıkmış olacaktı. Askerler ise odanın tamamına dağılmış, kaçacak tek bir boşluk bırakmamışlardı bana. Komutanla birlikte yirmi altı tane saat saydım. Hepsi o kadar olmalıydı. Çünkü birkaç seferdir içeri yeni saat girmiyordu. Kanepenin üstünde kıvranıyor, inliyor, kaçacak yer arıyordum. Ama yoktu işte, yoktu. Gözümü kırpmamaya çalıştığımdan gözüm sızlıyordu. Sonunda dayanamadım ve kırptım. Gözümü kırpmam, açmam, ayak bileğimde korkunç bir acı hissetmem ve tüm gücümle bağırmam bir oldu. Metalik saat bileğimin hemen yanındaydı. Yelkovan dik bir şekilde ayak bileğime batmıştı. Fazla derin değildi ama kan sızmaya başlamıştı bile. Ayağımı hemen çekmeye çalıştım ama kılıcını saplamış komutan da ayağımla beraber geldi, üstelik acımı katlayarak. O acıyla kanepeye çöktüm ve elimle çıkardım, kurtulduğumu düşünürken popomda iğne batmış gibi bir acı duydum. Başka bir saat yelkovanını kaba etime saplamıştı. İki üç tane saat de kanepeye çıkmış, kılıçlarını hazırlamıştı. Popomdaki saatten de kurtulup kanepeden indim. Ayağıma çivi gibi batan yelkovan ve akreplere aldırmadan kapıya doğru koştum. Yolun yarısına bile varmadan ağır saatlerden birine takılıp yüzüstü düştüm. Gözümü kapadığım birkaç saniye içinde hepsi etrafımı sardılar. Gulliver’in cüceler ülkesinde esir alınması gibi minicik saatlere mahkûm olmak isteniyordum. Kendimde bulduğum son güçle son anda ayağa fırladım ve kanlar içindeki ayağımla saatlerden birine tüm gücümle vurdum. Saat duvara çarptı ve paramparça oldu. İçindeki yaylar ve çarklar gözüktü. Sonra bir diğerine vurdum. Gözümü kapatmadığım sürece savunmasızlardı ve birkaç dakikada hepsini halledebilirdim. Ama ayağım çok acıyordu ve bazıları tekmeyle kırılmıyordu. Hemen sağ tarafımdaki sandalyeyi fark ettim. İşime yarayabilirdi. Gözlerimi saatlerden ayırmadan sandalyeye doğru yürüdüm ve iki elimle güçlükle kaldırdım. Şimdi ceviz kırar gibi kırabilirdim onları. Göz kırpma zorunluluğunun yine belirmesi planı zora soktu. Onlardan olabildiğince uzaklaşıp kısacık bir an gözümü kırptım. Sadece bu anda bile etrafımı sardılar, ama zarar vermeye vakit bulamadılar. Sandalyenin ayağını saatlerden birine vurdum. Devrildi. Defalarca vurup işe yaramaz hale getirdim. Üç dört tanesini daha öyle hallettim. Ama tekrar göz kırpma isteğim gelince bu işin kolay olmayacağını anladım. Sandalyeyle çok yavaştım ve yine bazılarını yok etmeye yetmiyordu. Daha iyi bir yöntem bulmalıydım. Aklıma onları yatak odasına çekmek ve babamın hırsızlara karşı önlem olarak başucunda tuttuğu ağır sopayla yok etmek geldi. Geri geri kapıdan çıktım ve gözümü kırpmamaya çalışarak yatak odasına koştum. Yolda gözümü kırpıp arkama baktığımda gerçekten de peşimde olduklarını gördüm.

106


Sırıttım. İşleri bitmişti. Babamın yatağına vardım, sopayı buldum. Henüz pek büyük olmayan ellerimle kavradım. Ve önüme gelen tüm saatleri paramparça ettim. En sona komutan saat kalmıştı. Çünkü Cüneyt Arkın filmlerindeki gibi önce asker saatlerini yollamıştı üstüme. Onunla baş başa kalınca tüm gücümü sopaya verip hâlâ zırıldayan sesini kestim. Metal olduğu için yamulması çok zor oldu, ama başardım. Artık ben bir kahramandım. Tüm düşmanları yok eden bir süper kahraman… Tıpkı çizgi filmlerdeki gibi…

*

*

*

Babamın öfkeli sesi kendisinden önce geldi. Anneme kızıyordu. Anahtarı kapıya sokup çevirdi ve kapıyı açtı. “O kadına yüz verme diyorum, sen gidiyorsun sohbet ediyorsun. Onun yüzünden…” diyordu içeri girerken. Oturma odasını görünce sustu. Elimdeki sopayı bırakıp yatak odasından çıktım ve odanın kapısından sessizce izledim. Ayaklarım delik deşikti ama yaralarımdan kan akmıyordu artık. İlk darbe hariç hiçbiri deriyi kesmekten başka bir şey yapmamıştı. Annemle babam salondaki manzaraya bakarken ne diyeceğimi bilemediğim için sessiz kaldım. “Ulan bu ne? Ne yapmış bu çocuk yine! Valla hak etti, bu kez dayağı hak etti. Ulan bunlar bizim ekmek paramız! Sen ne diye parçalasın hepsini!” Boku yemiştim. (Bu lafı biliyordum.) Zaten eve öfkeli gelmişti, şimdi sinirden deliriyor olmalıydı. O an arkasını döndü ve benim gizli gizli kapıdan baktığımı fark etti. “Gel lan buraya, it oğlu it!” Gelmedim, ama gidemedim de. Yine kaldım yerimde ve dayağı yedim. O güne kadar yediğim en büyük dayağı. Her tarafım morluk içinde kaldı. O saatleri kırdığım sopayla (zaten delinmiş) kıçıma öyle bir vurdu ki, düşününce hâlâ acıyormuş gibi geliyor.

*

*

*

Canım hâlâ çok sıkkın. Ah be güzelim! O saati kurmak zorunda mıydın? Ah be baba! O saatlerden eve getirmek zorunda mıydın? Gökcan ŞAHİN İllüstrasyon Celalettin CEYLAN http://robocat58.deviantart.com

107




SİYAH KANAT Taksim’den on liraya almıştım yıllar önce. Odamın dekoruna eklemek, belki de sadece görüntüsünden hoşlandım diye simsiyah bir kanadı duvarıma asmak için. Tüyleri yumuşak ve düzdü. Süzüldüğünde havayı yalayan tüyler, siyah renkli duvarımın tuğlalarına değiyordu. Dev bir kuşun ya da Pegasus’un kanatları kadar da kocamandı. Bilgisayarımda amaçsızca internete giriyor, Google sayfasına anlamsız kelimeler yazarak açılan sayfalara bakıyordum. New York, Phantom of the Opera, Elvis Presley, Seks, Evrim, birbiriyle ilişkisi olmayan kelimeler… Yazıları okuduğum monitörün üstünde ise siyah renkli kanadım. Karanlık hayatımın yansıması kararmış bir kanat. Odamdaki eşyalar çoğunlukla koyu renkteydi, genellikle de siyah. Odaya tezat olacak derimin rengi ise beyaz. Hem de güneşin altında kızaran, su toplayan beyazlıkta. Zenci olmak istemişimdir hep. Pembe avuç içleri olan Afrika yerlileri gibi… Ama derilerinin farklı koktuğu söylenir. Şimdi ise evin diğer odalarından gelen yoğun, mide bulandırıcı koku hâkim burnuma. Evin kaç odası olduğunu hatırlamıyordum bile. En son ne zaman dışarı çıktığımı da… Buna gerek de yoktu. Üç katlı evin eski ahşap zemini yürürken ses çıkarıyor, tahtakurularının sesleri onlara eşlik ediyordu. Ahenkli bir koro ile odamda olmaktan şikâyetçi değildim. Öyle de yapıyordum. Önümde hâlâ internet açıktı. Yıllarımı aynı monitörün karşısında geçirmiş, bildiğim çoğu şeyi kitaplarla değil, ekrandan okuduklarımla öğrenmiştim. Evimi dünya haritası üzerinden bile görebiliyor, siber âlemde insanlarla arkadaşlık kurabiliyor, hatta web cam üzerinden seks bile yapabiliyordum. Evet, seks! Soyunarak başladığımız ön sevişme, kendimizi tatmin ederken son buluyordu. Bunun için karşımdakinin eline ihtiyacım yoktu. Tek elim işimi görüyordu. Hatta bir keresinde anneme yakalanmıştım. Annem… Kötülüklerin annesi. Siyah kanatları olan kara bir melek. Yine karşımda asılı duran kanada baktım. Kıpırdamıyordu artık. Elimin erişebileceği uzaklıktaydı. Uzandım ve ince tüylerini okşadım. Annemin saçları gibi narindi. Yavaş dokunmak zorundaydım zarar vermemek için. Anneme de öyle. Yavaş yavaş taradığım saçlarına zarar verirsem sonu karanlık oda olabilirdi. Bodrum kattaki, aslında içinde yaşadığım odaya benzer ışıksız mahzendi sonu. Ama orada kanadım ve bilgisayarım yoktu. Koku rahatsız etmeye başladı. Muhtemelen akşam yemeği için kızaran kuzunun kokusuydu bu. Adi kasabın sattığı ucuz etlerden olmalıydı. Ya da annemin kurbanlarının… Geceleri hep çığlık vardı evde. Zevk çığlığı, ölüm feryadı ya da her ikisi. Ayırt edemezdim.

110


Çünkü bilmiyordum farkını. Sanırım bir keresinde duymuştum ve o zaman anlamıştım. Ama zamanı hatırlamıyordum. Bu aralar saatler dakikalardan, dakikalar saniyelerden oluşmuyordu. Siyah kanat duvardaydı hâlâ. Askılarıyla duvara çivilemiştim onu. Yüzden fazla tüy vardı üzerinde. Acaba gerçek kanat mıydı? Kuşlardan çok anlamazdım. Gece bazen seslerini duyar, bunun ise bir kargaya ait olduğunu bilirdim. Aslında bilmeye gerek de yoktu. Önümde bilgisayar vardı ve Google’dan aratabilirdim. “Kuşlar” yazdım, resimler ve bilgiler çıktı ekrana. Ama hepsi sevimliydi ve renkliydi. Renkleri çok sevmezdim. “Siyah kuşlar” yazıp, tekrar arattım, yine bir şey bulamadım. Kuşlara özlem duydum. Hiç kuş beslememiştim. Zaten çoğu şeyin yasak olduğu gibi o da yasaktı. Şarkı söylemek, hayvan beslemek, gürültü çıkarmak, odadan dışarı çıkmak! En son çıktığım zamanı şimdi hatırladım. Eski virane evin üçüncü katından aşağı atlayıp, Taksim’e gitmiştim. İşte o zaman almıştım siyah kanadı. Pişman olup geri döndüğümde onu anneme verdim ama istememiş, fırlatmıştı bir kenara. Tam bir hafta karanlık odada kalmıştım. Acıkmaya başlamıştım. Kuşlar yenir miydi acaba? İnsan eti yenebiliyorsa o da yenmeliydi. Jeffrey Dahmer, Albert Fish, Armin Meiwes, Issei Sagawa daha birçoğu öldürdükleri insanları yiyorlardı. Sanırım bunlara biz de eklenmiştik annemle beraber. Şeytanın orospusu, kara kanatlı annemle beraber. Eve gelen erkekleri öldürüp, bana yediren annemle, masum ve suçsuz ben... Ben suçlu değilim, hiçbir zaman olmadım da… Koku artık rahatsız ediyordu, dayanamıyordum. Pencereyi açtım, bekledim. Değişmemişti. Burnumu kapadım, kokuyu damaklarımla hissediyordum bu sefer. Evden çıkmalıydım. Evet, kesinlikle yine evden kaçmalıydım. Siyah kanadım vardı artık. Beni uzaklara uçuracak, suçsuzluğumu ispatlayacak siyah tüylü, kocaman bir kanat. Duvardaki yerinden söktüm, arkası çok tozlanmamıştı onca zamandan sonra. Sırtıma taktım ve gün batımının hafif rüzgârında kendimi camdan aşağı bıraktım. Annemin çürüyen cesedinin kokusunu artık duymuyordum… Fatih SENA İllüstrasyon Neslihan AYAN

111


BİR HAYALDİ GERÇEKTEN GÜZEL Mehmet Siyah Kalem ve gizemli resimleri aslında dünya çapında sanat tarihçileri arasında oldukça bilinen, konuşulan bir konu, birkaç sene önce Londra’da yapılan Turks sergisinin kataloğunda bu resimlere en geniş yerlerden biri ayrılmıştı. Siyah Kalem’i konu alan tiyatro oyunları, hatta çizimlerindeki Şamanist dans figürlerinden ilham alan dans koreografileri yapılmış, ama kendi ülkemizde şaşırtıcı şekilde az tanınıyor. Siyah Kalem’in resimleri 20.yüzyıla kadar Topkapı Sarayı’nın kütüphanesinde, gözlerden uzak bir halde, 500-600 yıl hapis kalmış. Gün ışığına çıkmaları başka bir çalışma için arşivlerde çalışan sanat tarihçimiz Mazhar İpşiroğlu’nun ve Sabahattin Eyüpoğlu’nun tesadüfen onları fark etmeleriyle mümkün olmuş. 6 asra yakın bir mahkûmiyetin ardından özgürlüğe kavuştuklarında ait oldukları kültürde bu kadar az ilgi görmeleri, yalnızca küçük bir camia tarafından bilinmeleri üzücü. Sanırım sürekli benzer konuları işlemekten ya da yıllardır aynı ideolojik çatışmalara odaklanmaktan edebiyatımız bazen burnunun dibindeki böyle gösterişli ve zengin konuları ıskalayabiliyor. Onlara bakıyoruz, ama ne kadar zengin olduklarını göremiyoruz. Ya da Siyah Kalem’in resimlerini parçalayanlar gibi bize yabancı gelen, alışılmadık bir şeye baktığımızda korkuyor, onlarda kendi korkularımızın ürettiği bir karanlık görüyoruz. Biraz da bu yüzden bu roman sadece Siyah Kalem üzerine değil, aynı zamanda “görmek” üzerine bir roman. Siyah Kalem bu parşömenlerle obaları gezer, parşömenlerdeki resimlerle ilgili öyküler anlatırmış. Bir nevi çizgi romanın atası denebilir yaptıklarına. Ayrıca o dönem onun gibi çizmeye çalışan, bazıları çok başarılı eserler veren takipçileri olduğunu biliyoruz. Ama resimlere el konulup kapalı kapılar ardına saklanınca bu sanat akımı gelişme imkânı bulamamış. Eğer o dönem bu çalışmalar gözlerden uzak tutulmasalar, aksine destek görseler, bugün hem resim sanatında hem de çizgi roman gibi diğer görsel sanatlarda dünyada en güçlü ekollerden birine sahip olabilirdik. 600 yıl boyunca gelişme imkânı bulsaydı bu kadar özgün bir sanat akımının ne noktalara gelebileceğini hayal etmek insanı sarsıyor. Bu konuyu işleyen bir romanın gerçeklere dayandığı kadar hayallerden de güç alması gerekiyordu, zira Siyah Kalem’in eserleri arasında o dönemin inanışlarıyla ilgili yılan kuyruklu iblisler önemli yer tutuyor. Klasik edebiyat kadar fantastik edebiyattan da keyif aldığım ve her iki alanda da eserler verdiğim için Siyah Kalem’in resimleri bana başkalarından biraz daha yüksek sesle ko-

112


nuşmuş olabilir. Bunca zamandır bu konuyu temel alan bir edebi eser yazılmamış olması da beni motive etti, çünkü Siyah Kalem kültürümüzde ve toplumsal hafızamızda daha fazla yer almayı hak ediyor. Aslında böyle olması 600 yıl önce ölmüş birinden çok bizim için faydalı, Siyah Kalem kültürümüzü ve sanatımızı renklendirebilecek, sanatçılarımıza pek çok ilham verebilecek bir kaynak. Bir Hayaldi Gerçekten Güzel’de İki genç yazar, bir koleksiyoncunun davetiyle, Büyükada’da görkemli bir konakta Mehmet Siyah Kalem’in resimlerinden ilham alan öyküler yazmaya, sanat tarihinin en büyük sırlarından birine ışık tutmaya çalışıyorlar. Geçmişlerindeki bir olay yüzünden birbirlerinden nefret eden iki adam, konaktaki gizemli ve çekici bir kız için de kıyasıya rekabete giriyorlar. Konağın olağanüstü yakışıklı ama zekâ özürlü bahçıvanı kıza âşık olduğu için, Büyükada’da hayaller ve sanatla harmanlanmış tutkulu bir mücadele yaşanıyor. Bu arada zengin koleksiyoncunun sırları ve herkesten sakladığı asıl planı, yazarlarımız için sürprizlerle dolu günleri kaçınılmaz kılıyor. Barış MÜSTECAPLIOĞLU İllüstrasyon Mehmet SİYAHKALEM

113
























Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.