SAYI 24 / EYLÜL 2009
KAPAK İÇİ YAZISI 24 güzel ay geçti. Biz, dergimizle, hep söz verdiğimiz gibi ayın ilk günü masanızın üzerinde olduk. Bizimle aynı günlerde yayın hayatına başlayan pek çok derginin bitişini hüzünle seyrettik. Siz dergimizi kendi bilgisayarınıza her indirdiğinizde, içimizdeki coşku biraz daha arttı. Dergileri yazarları-çizerleri oluşturur. Bizim de en iyilerinden yazar-çizerlerimiz var. Tam kadro, 24 ay boyunca karşınızdaydık. Dergileri her ne kadar yazarları-çizerleri oluştursa da bir derginin hayat damarı okuyucularıdır. Bir dergi okuru varsa yaşar. Gölge’yi yaşattığınız için teşekkür ederiz. Gölge’nin 2. güzel yılı bitti bu sayı ile. Gelecek sayıda 3. yılımıza gireceğiz. Sayenizde daha mutlu, daha umutlu ve yarınlarımızdan emin bir dergi olarak yola devam edeceğiz. 25. sayımızda görüşmek ümidiyle…
A. Hamdi YÜKSEL Gölge e-Dergi Editörü
Bu dergide yayınlanan tüm yazı ve çizimler yazarlarına-çizerlerine aittir. İzinsiz alıntı yapılamaz, yayınlanamaz. Yazıların içeriğinden yazarları-çizerleri sorumludur. http://golgedergi.blogspot.com Her zaman yeni yazar ve çizerlere ihtiyacımız var. Görüş, öneri, yorum, yazı-çizinizi yollayabileceğiniz adres hayalsaati@gmail.com Editör: A. Hamdi YÜKSEL Gölge Yayın Kurulu: Oğuz ÖZTEKER, Utku TÖNEL, Şükrü BAĞCI, Hasan Nadir DERİN, Rıdvan ŞORAY, Emre ÖZGEN
İÇİNDEKİLER 4 / Küçük Deniz Kızı Ponyo
Masis ÜŞENMEZ
7 / Biz Eskiden Yürürdük
Serdar KÖKÇEOĞLU
11 / 3M + T
Mustafa GÖÇER
15 / District 9
Fikret KARAKURT
17 / Deli Gömleği
Ceren ERDOĞDU
20 / Lanet
Meryem ÇİMEN
29 / Narsizm
Hakan Günay AYDINOĞLU
32 / Everlasting Moments
Barış SAYDAM
34 / Green Green
Yusuf SALMAN
38 / Öte Yer Fotoğrafçısı
Sadık YEMNİ
43 / Birinci Tekil Şahıs
Emre DEMİROK
47 / Akatsuki Gakuen / 2. Bölüm
Duygu SALTIK
58 / Kel Ama Karizmatik
Hasan Nadir DERİN
63 / Hayalet Köpek
Gökcan ŞAHİN
Can ÇELİKEL
73 / Star Wars Evreninden Haberler
Cansu KORKMAZ
74 / Gönderilmemiş Mektuplar
Merve VERAL
68 / Esir Kanı / 1. Bölüm
Miyazaki’den masallar
PONYO PONYO PONYO, SAKANA NO KO… YA YA... (KÜÇÜK DENİZKIZI PONYO) Hayao Miyazaki geleneksel Japon anime sanatının en önemli isimlerinden biri, hatta belki de birincisi. Her yeni projesinde daha hiçbir detay gelmeden piyasayı heyecanlandırmaya yeten bir isim. Miyazaki’nin 2d’den ödün vermeyen çizim anlayışı, şirin yaratıkları ve fantastik kahramanları üstadın rüya âlemine seyirciyi merakla sokuyor. Onun filmlerini seyretmek her defasında bana birinin kafasındaki fantezileri izliyormuşum hissi veriyor. Özellikle Ruhların Kaçışı ile tüm dünyada büyük bir hayran kitlesi edinen Miyazaki, sonraki filmi Howl’un Uçan Şatosu ile de ününü pekiştirdi. Böylece Prenses Mononoke, ya da Komşum Totoro gibi pek çok filmi de yeni nesil tarafından keşfedildi. Ülkemizde de büyük bir hayran kitlesi kazanan Miyazaki, bana bir yönetmenden çok bir hattat gibi geliyor. Her çiziminden taşan incelik ve sıcaklık günümüzün 3d animasyonlarının eksikliğini gözümüze sokuyor. 2008 yapımı son filmi Küçük Denizkızı Ponyo (Gake no ue no Ponyo / Ponyo on the Cliff by the Sea) ile yine Miyazaki’nin hayal gücünün sınırlarına bir yolculuk yapıyoruz. Ponyo’da ilerleyen yaşına rağmen Miyazaki’nin anlatacak ve çizecek çok fazla hikâyesi olduğu anlaşılıyor. Ancak bu sefer eskisi kadar doğa-insan savaşını anlatan sert
4
imalar, korkunç figürler bulunmuyor hikâyede. Yine bir Miyazaki hikâyesi olsa da, Ponyo yetişkinlerden çok çocuklara kendini sevdirmeye çalışan pozitif bir film. Miyazaki bu sefer masalcı dede rolüne bürünüp çocuklara bir hediye sunuyor. Belki de günümüz çocuklarının vahşet, savaş vb. konulara sahip görsellerden bir süreliğine uzaklaşıp, kendi naif dünyasına davet ediyor. Ponyo bir kırmızı balığın (ülkemizde denizkızı olarak geldi bana ise denizanası gibi geliyor) okyanusun diplerinden kurtulup karaya varması ve Sōsuke adlı beş yaşında bir çocuğun onunla arkadaş olmasını konu alan bir film. Sōsuke ve Ponyo’nun zaman geçtikçe birbirlerine karşı hissettikleri ilk aşkı ve Ponyo’nun insan olmaya çalışmasını anlatıyor. Yer yer Andersen’in Küçük Denizkızı hikâyesinden izler taşısa da genelde Japon masalları ile bezenmiş bir hikâye. Ponyo’nun karaya çıkması babası tarafından hoş karşılanmaz ve geri dönmesi için dalgaları yollar, ancak insan olmak isteyen Ponyo geri dönmek istemez. Bu durum dünyanın dengesini bozacak ve Sōsuke’nin yaşadığı şehri sular altında bırakacaktır. Sōsuke ve Ponyo sevgilerini ispat etmek için bir testle karşılaşacak ve böylece dengeleri tekrar oturtmaya çalışacaklardır. Doğayı, bu sefer denizi kirleten insan ile karşı karşıya getiren film çocuklara verdiği çevreci mesajlar ile o mavi suların altında yaşayanlara saygı duyulması gerektiğini salık veriyor. 2006 yılında çekimlerine başlanan hikâyede Miyazaki dalga çizimlerine kadar her şey ile tek tek kendi uğraşmak istemiş. Öyle ki proje bittiğinde 170.000 farklı grafik ile kendi rekorunu kırmış. Film Miyazaki’nin Studio Ghibli için çektiği sekizinci, kendisinin ise onuncu uzun metrajlı anime filmi. 2008’in temmuz ayında vizyona giren Ponyo, Japonya’da 481 kopya ile bir rekora imza atmış ve totalde 150 milyon $ gelir elde etmiş. ABD’de de 927 kopya ile vizyona girerek Studio Ghibli’nin rekorunu kırmış. Öyle ki önceki filmlerin kopya sayısına bakıldığında (Ruhların Kaçışı 26, Howl’un Uçan Şatosu 36) aradaki uçurum daha iyi anlaşılıyor. Ponyo’nun tema müziği ise ayrı bir eğlence. Sekiz yaşındaki Nozomi Ōhashi’nin seslendirdiği şarkıya ilk defada vurulmamak elde değil. Uzun süre yolda tek başıma yürürken şarkıyı mırıldandığımı fark ettim. Bu şarkının Japonya’da listelerde 3 numaraya kadar çıktığını ve 2008’de en çok satan 14. single olduğunu da belirtelim. Eleştirmenler tarafından oldukça beğenilen film yapısı itibari ile gelmiş geçmiş en şirin karakterlere
sahip anime olarak kabul edilen Komşum Totoro ile karşılaştırılıyor genelde. Japon Akademisi yılın en iyi animasyonu ödülünü Ponyo’ya vermiş. 2009 Tokyo Anime ödüllerinde de en iyi anime, en iyi yönetmen, en iyi özgün hikâye gibi dallar da dâhil olmak üzere 8 ödülü birden kucaklamış. Ponyo kesinlikle Miyazaki’nin en iyi işi değil, hatta diğer işlerine göre vasatın altında diyebilirim. Ama Miyazaki’nin vasatın altında bir işi bile piyasadaki birçok şişirme animeden çok daha iyidir. Öyle ki bu filmi seyredip içi sevgi ile dolmayan, filmden çıktığında ponyo ponyo diye şarkılar söylemeyen, iki ufaklığın birbirlerine karşı duydukları sevgiden etkilenmeyen bir anime izleyicisi düşünemiyorum. Ülkemizde geçen yıl FilmEkimi programında gösterilen Ponyo 31 Temmuzda da kısıtlı kopya ile vizyona girdi ve anime severlerin desteğini bekliyor ki daha sonra çıkacak farklı projeleri de Türk sinemalarında zevkle seyredebilelim. Çok sevdiğim şarkısının sözleri ile fazla uzatmadan bu yazımı noktalayayım; ponyo ponyo ponyo sakana no ko aoi umi kara yatte kita ponyo ponyo ponyo fukurannda manmaru onaka no onna no ko peta-peta pyon-pyon asitte iina kakechao migi-migi-bun-bun otetewa iina tunaijao anoko to haneru to kokoro mo odoruyo paku-paku chu-gyu, paku-paku chu-gyu anoko ga daisuki makkakka no ponyo ponyo ponyo sakana no ko aoi umi kara yatte kita ponyo ponyo ponyo fukurannda manmaru onaka no onna no ko Türkçesi; Ponyo ponyo ponyo, o bir balık kız Mavi okyanustan geldi Ponyo ponyo ponyo, O bir göbekli kız Peta-peta pyon-pyon Ayaklarının olması ne güzel! Koşmayı deneyeceğim onlarla! Migi-migi-bun-bun Ellerinin olması ne güzel! Ellerini tutmayı deneyeceğim onlarla! Onunla zıplarsam, kalbim dans eder Paku-paku chu-gyu, paku-paku chu-gyu Onu çok seviyorum! Ponyo ponyo ponyo, O bir kırmızı balık kız Mavi okyanustan geldi Ponyo ponyo ponyo, O bir göbekli kız Masis ÜŞENMEZ masisus@gmail.com www.otekisinema.com
6
BİZ ESKİDEN YÜRÜRDÜK Bars hava henüz kararmadan işten gelmiş, karısının çapkın bakışları eşliğinde bir keyif duşu almış, açık mavi kotunu ve iş gezisinde aldığı pembe tişörtünü giymiş ve ıslak saçlarını taradıktan sonra evin sokak kapısına yönelmişti. Karısı hazırlığa çok önceden başladığı için onu mutfakta bekliyordu. Onlara lezzetli bir yemek ve özel soslarla tatlandırılmış birer kahve sunmasını bekledikleri sokağa adım atmak için kapıyı açtıklarında; çok eskilerden, hatta tarih öncesinden bir dost kapıda ikisine gülümsedi ve yaramaz bakan gözlerini doğrudan Bars’a dikti. Lale’nin korktuğunu fark eden adam hiç değişmemiş sesiyle kendini tanıttı. “Bak bak hâlâ tanıyamadı; ODTÜ’nin duvarlarına beraber yazı yazdığımız günlerin üzerinden kaç yıl geçti? On yıl mı? Ben hiç değişmedim Bars!” Lezzetli akşam programı iptal olmuş; Lale’nin buzdolabındaki mezelerle donattığı IKEA masanın etrafında iki dost şaşkınlık, mutluluk, hüzün ve acı dolu garip bir duygu salatasını kaşıklamaya başlamıştı. Faruk eski dostunun, az sonra karısının hazırladığı yemekleri yiyeceği Bars’ın bileklerine ellerini koymuş; bu kadınsı sevgi gösterisi en çok Lale’yi şaşırtmıştı. Tepelerindeki ışık sadece iki adamı aydınlatıyordu, hemen yan taraflarındaki geniş kütüphaneyi dolduran pahalı mimari ve tasarım kitapları gölgede kalmıştı. Bars hesapsız, boşalmayı andıran doğal ve hastalıklı bir kahkahanın ardından ağzını sildi ve arkadaşının gözlerinin içine bakarak: “Ben de eski arkadaşlarım acaba ne zaman kapımı çalacak benden borç istemek için diyordum. Ankara’da kalanlar sürünüyormuş. Doğru mu?” Faruk önündeki ciğerden büyük bir parçayı çatalına yerleştirirken iyice keyiflendi. Bars’ın kendisine eski günlerin alaycı diliyle saldırması hoşuna gitmişti. Yeni eşin önünde sergilenecek yapay bir özlem gösterisinden ve birbirlerini övecekleri “ah o eski günler” faslının gelmesinden korkuyordu. “Sikeyim senin paranı. Seni görmeye geldim oğlum, o kadar parayla nasıl bir boka döndüğünü kendi gözlerimle görmek istedim.” Lale mutfaktan rahatsız gözlerle eşine baktı ve Bars’la göz göze geldiler. Bars, sorun yok anlamında göz kırparak karşılık verdi. Lale erkek muhabbetinin giderek kokmaya başladığını fark ederek yavaşça mutfağın kapısını kapattı. Sabaha karşı Bars eski dostuyla birlikte evdeki bütün içkileri bitirmiş, son on yılın kapsamlı ve eleştirel bir özetini yapmış, defalarca tuvalete gitmiş, bir kez kusar gibi olmuş ve havanın aydınlanmaya başladığını fark edince yatağa karısının yanına gelmişti. Lale gözlerini açar açmaz akşamdan beri beklettiği soruyu surdu. “Uzun süre kalacak mı?” “İki, üç gün. Ankara’daki karısı bunu evden atmış. Çantası bile yok. Yarın Tepe’ye alışverişe gidin bir şeyler alsın kendine. Az önce üstüne kustu…” Lale rüyasında koca gövdeli kuşların eğitim verdiği bir orgazm kursunda ders esnasında hülyalı gözlerle bahçeyi izlediği için gözlüklü bir kuş tarafından azarlandı. Yağmur başlayınca ders kesildi. Faruk ve Lale, Tepe’nin alışveriş merkezi manzaralı geniş asansöründe yukarı çıkarken; Lale’nin biraz utangaç davranması ve konuşurken gözlerini kaçırması Faruk’un dikkatinden kaçmadı. Ben onun gözünde uzaklık hissi veren bir ötekiyim, diye düşündü. Adam sepetine doldurduğu pantolon ve tişört ordusunu tek tek denerken, kabinin karşısında bekleyen Lale’yle aynalar yardımıyla garip bir göz oyunu oynuyordu. Aniden, “İşte adama benzedim!” diye bağırdı. Hızla içeri giren ve Faruk’un giydiği pantolonu, tişörtü kontrol eden, kısa bir süre de olsa kabinde adamla yalnız kalan Lale eve dönerken yaptığı şeyin yanlış olduğuna karar verdi. Dün gece aniden hayatlarına giren adamın çaktırmadan kadınların algılayabileceği garip bir koku yaydığını düşündü (veya trafiğin rutin dur kalklarında ona öyle geldi). Bars cuma gecesi çalışmakta olduğu tasarım ofisinden erken çıktı ve İstanbul’un insanı kanser eden cuma trafiğine takılmadan Caddebostan Plaj Yolu’ndaki eve geldi. Eski dostu Faruk gün-
7
düz satın aldığı yeni giysileriyle salonun bir köşesine oturmuş biraları devirmeye çoktan başlamıştı. Ayaklarını köşede dekor olarak dizilmiş kitaplara uzatmış evde DVD’sini bulduğu eski bir filme dalmıştı. Bars, karısını ise loş mutfakta sigara içerken buldu. Kadının salonda adamın yanında oturmuyor oluşuna bozulmuş ama eşiyle konuk arasındaki bu doğal gerilime çok da şaşırmamıştı. Zelzele bile olsa Faruk’un evden çıkmayacağını biliyordu. Karısı ise çoktan programını yapmıştı, yemeği hazırladıktan sonra kız kardeşine gidecek ve eski dostları yalnız bırakacaktı. Onları yalnız bırakmayı bir tür vazife olarak algılıyor, muhabbete katılmak değil, ortada gözükmek bile istemiyordu. Evdeki baş döndürücü üniversite yurdu kokusunu bulandırmaya niyeti yoktu. Lale gece yarısını biraz geçe eve döndü. İki bardak kırmızı şarabın hazırladığı hayali yastıklar her adımda kendisini takip ediyordu. Ev boştu. Erkekler sokağa çıkmıştı. Uyuduktan kısa bir süre sonra eşinin yorgun dudaklarıyla uyandı. Adam o kadar içkiliydi ki, gözlerinin kırmızılığı odanın karanlığında ürkütücü bir robotu andırıyordu. Lale kısık sesle, “Seni özledim,” dedi. Adam ayağa kalktı ve soyunmaya başladı, yabancı sözcükler devrilerek çıktı ağzından: “Seninle yatmak istiyor… Faruk.” Lale salondaki geniş koltukta gözlerini açtığında bir an başka bir evde, başka bir hayatın ortasında uyanmış gibi hissetti. Kocasının söylediği cümle henüz aklındaydı. Bars’ın normal, herhangi bir şeyden bahseder gibi söylediği o yıkıcı cümle uykuda bile kaybolmamıştı. Kocası yatağa düşüp uyuyakalmış ve kadın yastığını alarak sessizce salona gelmişti. Üçüncü kişi ise içeride uyuyordu, canavarımsı bir sesle. Dün gece eşinin söylediklerini unutacak ve misafire her zamanki gibi davranacaktı. Adam sessiz bir kahvaltının ardından çıktı ve saatler sonra elinde bir sürü torbayla geri döndü. Kadın Migros torbalarından çıkan, ev sahiplerini mutlu etmek için rastgele alınmış eşyalara bakarken ister istemez gülümsedi. Torbalarda ayakkabı süngeri, açacak, indirimli DVD, çeşit çeşit peynir ve prezervatif vardı. Prezervatifi görünce aniden gülümsemesi dondu ve çatladı. Hayal kırıklığını belli etmedi, gri paketi elinde sallayarak adama soru işaretleriyle gülümsedi sadece. Bars’ın baskısıyla üç kişilik bir grup olarak dışarıya çıktılar. Bağdat Caddesi’ni sahile bağlayan kalabalık Barlar Sokağı’nda, kapısında yan duran bir kayık olan balıkçıya oturdular. İki adamın ortama ters düşen sessizliğini bozmayı ilk başaran lezzetli rakı oldu. Lale’yi sıkan hatta boğan bir zaman yolculuğu yaptılar eski günlere. Lale sadece dikkat çekip konu olmamak için, sıkıcı yurt anılarını, bitmeyen devrimci yürüyüşleri ve ateşli protestoları dinler gibi yapıyordu. Bars Faruk’a yıllardır görmediği kardeşi gibi davranıyordu ve bu durum Lale’ye garip geliyordu; adam, karısıyla yatmak isteyen bu adamı gerçekten seviyor muydu yoksa oyun mu oynuyordu? Bu konular onu masadan uzaklaştırdı ve gözlerini yukarıdaki televizyona dikti. O zaman Faruk’un Bars’ı dinlerken bir an bile gözlerini ayırmadan kendisine baktığını fark etti. Bunu çaktırmadan yapma ihtiyacı hissetmiyor, rahat rahat yapıyordu. Zaten kimsenin hiçbir şeyi saklamadığı, her şeyin rahat rahat konuşulduğu garip bir ilişki vardı artık aralarında. İki yıldır evli olan ve ailelerin çocuk isteğine karşı birlikte, kararlı bir şekilde mücadele veren, pek çok konuda anlaşan çift o gece ilk büyük kavgayı etti. Bars, karısıyla yatmak isteyen Faruk’un itirafını samimi buluyordu. Tabii ki böyle bir şey gerçekleşmeyecekti ama Bars ve Faruk’un arasında kadının çok iyi anlayamayacağı, “hızlı” günlerden kalma bir tür doğallık ve içtenlik anlaşması vardı. Bars punk’lara hayran, özenti bir anarşist olarak girdiği üniversitede kısa sürede hızlı bir devrimci olmuş ve beş yıl süren eğitimin her anında yanında Faruk’u bulmuştu. Evlilik kurumunun ahlakçı kuralları onların arkadaşlığında geçerli değildi. Bars kendisine şüpheyle bakan karısını teselli etmek istedi: “Onunla yatmayacaksın. Sana o cümleyi niye söyledim bilmiyorum, sanırım çok sarhoştum. Belki de bilmeni istedim, bir uyarı gibi kabul et ve unut!” Lale pazar sabahı öğlene doğru uyandığında önce eşinin kendisini uyandırmamış olmasına, sonra ise evde kimsenin olmamasına şaşırdı. Onu uyur vaziyette bırakarak çıkmışlardı. Akşamüstü eve sadece Faruk döndü. İçkiliydi. Bars’ın küçük bir ev kazası geçiren bir arkadaşına gittiğini söyledi. Lale derhal eşini ardı ve onun haber bile veremeden, acele bir şekilde yakın arkadaşı Haluk’a
8
gittiğini öğrendi. Haluk’un kızı bahçede oynarken yere düşmüş ve kolunu incitmişti; bu kazadan sonra tek isteği çok sevdiği ve adıyla seslendiği Bars’ı görmek olmuştu. Bars’ı İngilizce telaffuz ederdi: Beers gibi. Faruk hazırladığı içkiyi terk edilmiş kadınlara özgü hüzünlü bir özensizlik içinde gördüğü kadına uzattı. Kadın fazla sorgulamadan aldı ve içmeye başladı. Eşinin hazırladığı bir senaryoda görevinin hayatlarına giren bu adamla yatmak olduğunu hissediyordu. Yine de bunun olmaması için mücadele edecekti. Onların sapkın oyununa katılmayacak, bu iki arkadaşı mutlu etmeyecekti. Faruk ilk kadehlerin ardından bir türlü sorulmayan sorulara yanıtlar vermeye başladı. Aslında evli değildi, karısı tarafından sokağa atılmış da değildi. 34 yaşında olmasına rağmen annesiyle yaşıyordu ve kadınlarla çok fazla ilgilenmiyordu. Sonra karşısındaki kadını uyandırmak için; “Ama sen çok özelsin,” dedi. Özel kadın zil sesinin ardından kapıya gitti, alt kapının düğmesine bastı ve odasına çekildi. Evi erkeklere bırakmanın, içkinin bunaltıcı etkisinden kurtulmak için uyumanın zamanı gelmişti. Yatağına uzandığında tuhaf bir şekilde misafirine acıdığını hissetti. Kötü bir adam değildi; eski arkadaşının karısına asılacak bir adam gibi de değildi. Başarısız, kaybetmiş ve nihayet çaresiz kalmış, çocuksu bir adamdı. Zararsız biriydi ama bekâr kadın arkadaşlarıyla tanıştırmak isteyeceğini sanmıyordu. İçki kadehinin her yudumunda adam daha da küçüldü gözünde. Bars hayatı boyunca karşı çıktığı bir şeyi yapmış olmanın verdiği isteksizlikle başarısız bir tokat attı karısına. Kadın sarhoş olmasına rağmen tokadın yönünden kolayca çekilmiş ve gülmeye başlamıştı. Bars karısının çekilmez sarhoşluğuyla daha önce de karşılaşmıştı; fakat ne olursa olsun bu dengesiz hareketleri kabullenemiyordu. Kadın içkinin etkisiyle kocasının kendisini misafire peşkeş çektiğini söylüyordu. Bars karısına artık onu anlayamadığını söyledi. Hâlbuki bu problem çift taraflıydı. Lale de kocasının eski dostuyla olan yakın ilişkisini anlayamıyordu. Bars üniversitedeki özgür yaşamlarına dair bazı detayları, karısının sarhoş olduğunu bile bile anlatmaya çalıştı. Hâlbuki kusursuz bir şekilde paylaşacakları tek iletişim şekli sessizlikti. Uzun süre konuşmadan yan yana uzandılar. Bars; “Faruk’un gelişi benim için önemli bir olay. Yıllardır kendimi kandırıyordum, bazı şeyleri görmemi sağladı!” dedi. Kadın hızla kafasını çevirip kocasına baktı; “İstersen evden gideyim, sizi baş başa bırakayım. Bunu mu istiyorsun?” “Hayır, lütfen alçak sesle konuş! Seni seviyorum.” Bars karısının nemli yanağına bir öpücük kondurup uyumak üzere kendi köşesine çekildi. Kocasının rahat bir şekilde uyuyabilmesine şaşıran Lale komodinin üzerindeki ışığı kapatıp bir süre düşündü. Hatta uzun bir süre düşündü. Sonra kararlı bir şekilde yataktan kalkıp koridorun sonundaki küçük misafir odasında yürümeye başladı. Amacı kısa süre önce hayatlarına giren ve düzenlerini bozan adamla beraber olmaktı. Bunun şu an uyumakta olan kocası için de bir sorun olmayacağını düşünüyordu. Şüphesiz artık kendisi için de bir problem değildi. Sahip olduklarını tamamen yitirmeyi göze alamazdı.
*
*
*
Bars’ın gözleri yavaş yavaş açıldı. Henüz geceydi ve karısı yatakta yoktu. Az sonra kadın sessizliği hızlı hareketleriyle bölerek odaya girdi. Bars’ın meraklı gözleri eşliğinde yatağa uzandı ve bir süre bekledikten sonra gecenin kutsal sessizliğini emin bir şekilde bozdu: “Su içmek için mutfağa giderken gördüm… Seninki eşyalarını toplayıp gitmiş…” Serdar KÖKÇEOĞLU İllüstrasyon Celalettin CEYLAN http://robocat58.deviantart.com
10
DISTRICT 9
Yeni yönetmenler keşfedebildiğim vakit kendimi bir başka hissediyorum. Parmakla gösteriyorum; “Bak” diyorum, “bu adamı ben söylemiştim sana!” Görgüsüzüm bu minvalde… Bundan iki sene evvel internette rast geldiğim “Alive in Joburg” isimli kısa film kendimi böyle bir başka hissettiğim vakitlerden birine vesile olmuştu. Bahsi geçen kısa film, Güney Afrika’nın Johannesburg şehrine gelip buradaki varoş bölgelere yerleştirilen uzaylıların sosyal analizini yapan kurmaca belgesel tadında orijinal bir yapımdı. Şehir sakinlerinin uzaylılardan duydukları rahatsızlık, can güvenliğinin azaldığını iddia eden kamu görevlileri, uzaylılara enerji kaynakları sağlamak konusunda süregelen tartışmalar ve yetkililerle yapılan röportajlar mevzuyu inandırıcı kılmakla kalmıyor, üzerinde düşünmenize, kıyaslama yapmanıza vesile oluyordu. Didaktik bir alegori vardı lakin bu didaktik tavır izleyiciye kıssadan hisse çıkarttıracak kadar yavan bir tavır değildi. Aynı zamanda genel geçer sınıf ayrımı başlıklarıyla ırkçılığı daha farklı bir yoldan ele alan film ironinin dozunu arttırmak için Amerika’ya en çok göçmen tedarik eden kıta olan Afrika’dan Johannesburg’u konu alıyordu. Ha derseniz ki “Bunların hepsini 5 dakika içerisinde mi yapıyordu?” değil tabii… Ama böyle bir potansiyele zemin hazırlayabilmesi bile 5 – 6 dakikalık bir kısa film için büyük meziyet. Bu sebeplerden mütevellit, “Alive in Joburg” izleyen üzerinde mutlaka sıra dışı bir etki yapıyor ve bu esere imzasını atmış yönetmeni merak unsuru haline getiriyordu. Bu yönetmenin ismi Neill Blomkamp. Kendisi de Johannesburg doğumlu olan beyefendinin ilk uzun metraj film projesi Halo isimli dünyaca ünlü oyunun sinema uyarlaması olacaktı ama dağıtım hakları üzerinde çıkan bir anlaşmazlıktan dolayı bu proje Mayıs ayında askıya alındı. Peter Jackson’ın torpiliyle bu projede yer alan Blomkamp’in, meziyetlerini sergilemek için “Alive in Joburg”u daha kapsamlı bir şekilde ele almak en akıllıca hareket olur diye düşünülmüş olsa gerek. Haziran ayında internette District 9 isimli bir film hakkında gayet hararetli dedikodular dönmeye başladı, sıra dışı tanıtım kampanyalarıyla ilgili haberler takipçilerin meraklarını harlandırdı. “Alive in Joburg” diye baştan beri boşu boşuna sayıklamıyorum. District 9, “Alive in Joburg”un açtığı çentiği derinleştirmek, mevzuya biraz daha derinlemesine dalıp izleyicinin kafasını biraz daha kurcalamak maksadıyla devşirilmiş bir proje. District 9, “Alive in Joburg”ta tasvir edilen sosyolojik atmosferi temel alarak daha geleneksel bir hikâyeyi anlatma derdinde. Uzaylılarla ilk temas 30 yıl önce gerçekleşmiştir. İnsanlar bu gizemli
15
ırktan düşmanca bir saldırı ya da teknolojide ilerleme sağlayacak bir bilgi beklemektedir fakat uzaylılar sadece yok olan gezegenlerinden kaçıp Dünya’ya sığınan mültecilerdir. Uzaylılar, Johannesburg’deki varoş semtlerinde bulunan 9. Bölge’ye yerleştirilirken, Dünya ulusları bu mevzu üzerinde ne yapmaları gerektiğini tartışmaktadırlar. Uzaylıları denetlemekle görevli özel kuruluş Multi-National United (MNU), bu 30 yıl süresince uzaylıların sıra dışı silah sistemlerinin sırrını çözmeye çalışmaktadır. Ama sonuç başarısızdır. Bu teknolojiyi kullanılabilir kılmak için uzaylı DNA’sı gerekmektedir. Wikus van der Merwe isimli bir MNU çalışanının saha görevinde bir virüse maruz kalıp genetik yapısının değişmesiyle uzaylılar ve insanlar arasındaki gerilim doruk noktasına ulaşır. Wikus dünyadaki en çok aranan insan haline gelmiştir. Uzaylıların teknolojisinin ardındaki sırları Wikus’un DNA’sında çözebileceğini düşünen MNU’dan kaçıp saklanabileceği tek yer ise 9. Bölge’dir. District 9, konunun derinliği ve kendini ciddiye alışı kadar anlatım tarzıyla da (yüzde yüz olmasa da) kurmaca belgesel türüne yakın. HD çekimler, filmin gerçekçi ve karamsar tonuna destek oluyor. Yani Michael Bay kıvamı bir blockbuster beklemek çok büyük gaflet. İşin deneysel kısmını normal bir hikâye anlatırken bile maksimumda tutmayı amaçlar bir hali var Blomkamp’in. District 9’ın meramı seyirciyi efektlere boğmak değil elbette ama filmin görsellik açısından en ufak bir eksiği olmayacağını da müjdelemeli zira Neill Blomkamp’in mazisinde özel efekt süpervizörlüğü var. Kalibresindeki diğer filmlere oranla oldukça düşük bütçeli bir film olan District 9, bağımsız sinemacıların nelere muktedir olduğuna çok güzel bir örnek. Yazıyı yazdığım şu sıralarda film henüz gösterime girmediği için izleme şansım yoktu ama ön gösterimlere giden insanların yorumları insanı şevklendiriyor. Sayfalarca anlatıp Blomkamp’in nasıl bir dünya tasvir ettiğini size aktarmaya çalışabilirim (ki bu çalışmamış halim) ama muhtemelen ya siz ikinci sayfada okumayı bırakırsınız ya da ben cayarım. Bunun yerine önce internetten “Alive in Joburg”u izleyin ve akabinde de “District 9” için hazırlanmış internet sitelerine göz gezdirin. Benim şu anki galeyan ruh halime muadil bir coşku oluşacaktır derinlerde bir yerde: www.d-9.com/, www. multinationalunited.com Fikret KARAKURT karakurtf@gmail.com http://mannsporte.blogspot.com www.sineblok.com
16
DELİ GÖMLEĞİ Gözlerini açtığında güneş ufuk çizgisinde yeni yeni beliriyordu. Bakışlarını karşı duvardaki, hücresinin tek ve minik penceresine çevirdi. Gökyüzünü muhteşem bir kızıllık kaplamıştı ve güneş nefis bir yumurtanın sarısının yarısını andırıyordu. Ama onun buna aldırmadığı da bir gerçekti. 12 yıl boyunca aynı duvardaki aynı pencereden aynı güneşe bakmayı bırakalı epey olmuştu. Başını tekrar yastığa koydu. Tavanı izledi. Rutubetin tavanda oluşturduğu şekillerden, duvarlara kadar inen izlerden bir şeyler çıkarma oyununa başladı. Daha geçenlerde yavru bir pandanın kafasına rastlamış, hüzünlü gözlerine acımayla bakarak onunla uzun uzun sohbet etmişti. Ona ailesini anlatmıştı ya da ailesinden hafızasında kalanları mı demeli. Çünkü doktorların söylediğine göre son kişi de 11 yıl önce uzun süren tedaviler sonucu kurtulamamış, bir gece hastanede geçirdiği kalp kriziyle ölmüştü. Ağabeyimdi herhalde diye düşünürdü ara sıra. Artık üzerinde konuşacak kimsesi olmadığından anıları ve kişileri kolayca unutuyordu. Eskiden arkadaşları vardı ve yemek yemek, ilaç içmek ve televizyon izlemek için hücresinden çıkartıldığı zamanlarda onlara ailesini anlatmaya çalışırdı. Ama hiçbiri onu dinlemezdi. Yaşlı bir kadın sürekli kollarını havaya savurarak yanına sokulan bir cinden kurtulmaya çalışırdı. Orta yaşlı kel bir adam da anlamadığı bir dilde çevresine uzun söylevler çekerdi. Kimse onu dinlemediği gibi kel adamı da dinlemezlerdi. Ancak kel asla onun gibi pes etmedi, hücresinde bir gece soluk borusuna kadar soktuğu yatak çarşafıyla intihar etmiş bir şekilde bulunduğu ana kadar hep konuştu. Ama o çoktan salmıştı kendini. Madem kimse kendisini dinlemiyordu, o halde konuşmasının ne manası vardı ki? Sustu… Ancak içinde bir tavuk sürüsünün kümes içinde durmadan gıdaklaması gibi karmaşa vardı. Bu karmaşadan hep rahatsız olurdu ama onsuz geçecek bir günü de düşünemezdi. Birkaç yıl önce kendisinden bahsedilen bir haber izlemişti. Ekrana kocaman bir fotoğrafını koymuşlardı, yanına da yine devasa puntolarla “HAK ETTİĞİ GİBİ TIMARHANEDE” diye yazmışlardı. Bu görüntü ona çok ilginç gelmişti, uzun uzun ekrana bakmış, fotoğraftaki daha genç ve yumuşak yüz hatlarına sahip, omuzlarına kadar inen parlak siyah saçları olan yakışıklı bir adamdı. Kendisi ise (kapıların ve pencerelerin camlarından gördüğü kadarıyla) daha yaşlı, beyaz saçlı, yüzü kırışıklıklarla dolu bir adamdı. Tepesi zamanla dökülen saçları nedeniyle bir kabak gibi açılmış, artık kovalamaya tenezzül etmediği sineklerin sıcak yuvası olmuştu. Üstelik yüzünde sağ yanağını boydan boya kaplayan derin bir yara vardı. Geldiği ilk zamanlarda doktorlar bunun önemsiz bir bıçak yarası olduğu teşhisini koyup üzerinde fazla durmamışlardı. İşte fotoğraftaki kişiyle arasındaki en büyük farklılık da bu kavisli yaraydı. Çünkü onun o alaylı bir gülümsemeyle gerilmiş sağ yanağı pürüzsüzdü. Başta kızmıştı o haber programını hazırlayanlara, kendisine hiç de benzemeyen bir adama onun adını verip bir de fotoğrafını televizyonlara çıkarmaları büyük bir rezillikti. Hücresinde günlerce bağırıp durmuştu, o haber programını yayınlayan aptal kanalı mahkemeye vermek istiyordu. Ancak sonunda bakıcılar girip de onu bir temiz patakladıktan sonra sesi soluğu çıkmaz olmuştu. Neden burada olduğunu bilmiyordu. İlk yıllarda şaşkındı, kızgındı, sürekli olay çıkarıp dayak yerdi. Ama sonra zamanla alıştı buna, hem zaten hayatta bir akrabası da yoktu ki! Burada pek çok arkadaşı vardı, yalnız değildi. Bazen hasta bakıcılar ona hafif acımayla karışık katı bir ifadeyle bakıp kendini şanslı hissetmesi gerektiğini, buraya gelmeseydi kodesi boylayacağını söylerlerdi. O da suçunun ne olduğunu sorardı safça. Bakıcılar şaşkın şaşkın yüzüne bakar, hatırlayamadığına inanamazlardı. Etrafında hasta bakıcılar olmasına ve bir hastanede bulunmasına verecek bir cevap bulamıyordu hâlâ. Bazen konuşurlarken kulak misafiri olduğunda kendilerinden ‘hasta’ diye bahsetmelerinden bir anlam çıkaramazdı. Kendisinde hasta bir yan bulamıyordu. Gayet sağlıklı hissederdi. Arada fırtınalı havalarda nükseden baş ağrısı dışında bir problemi yoktu, hastaneye kapatılmasına neden olacak bir şeyden söz edilemezdi bile! Ayrıca neden herkese hasta deniyordu? Herkesin farklı isimleri vardı. Herkes farklıydı. Oysa
17
herkese hasta diyerek onları tek bir kimlik altında toplamalarını anlayamıyordu. Beyinleri bu kadar ismi hatırlayamayacak kadar meşgul müydü? Yoksa sadece üşengeçlikten mi herkese hasta diye hitap ediyorlardı? Bu aralarında şifreli bir konuşma bile olabilirdi. Ama ne olursa olsun o hâlâ alışılmamıştı kendisine hasta denmesine. Çoğu zaman bakıcılardan biri dürterek dikkatini çekmeden hayatta seslenmelere kulak asmazdı. İlk zamanlar üzerine hoyratça geçirdikleri deli gömleğinden de nefret ederdi. Kendini gerçekten deli gibi hissederdi ama öyle olmadığını biliyordu. Kafasından geçip giden konuşmalar aklının gayet yerinde olduğunun ispatıydı ona göre. Hâlâ sağlıklı düşünebiliyor, bakıcılar bir şey sorduğunda mantıklı cevaplar verebiliyordu. Ya da verebildiğini düşünüyordu. Pek bir fark yapmazdı artık nasıl olsa. Artık konuşmuyordu çünkü. Uzun bir süredir sadece kafasının içinde yapılan sohbetlere katılıyordu. Kafasının içinde çok daha eğlenceli konularda istediği yorumu yapıyor ve konuşmasının dinlendiğini fark edince daha da keyifleniyordu. Hatırlıyordu da eskiden aile içinde bile onunla ve konuşmalarıyla pek ilgilenilmezdi. O konuşmaya başladığında ya herkes bir ağızdan konuşmaya başlayıp sözcüklerini aralarında eritirlerdi ya da başka taraflara yönelip onu hiç duymamış gibi davranırlardı. O bundan her zaman nefret etmişti. Ama artık rahattı. İçinde anlamsız bir huzur hissediyordu bir süredir. Her zamankinden daha suskundu. Başını hücresinin penceresine dayadı. Neden burada bulunduğuna belki hayatı boyunca bir cevap bulamayacaktı. Güneşin parlaklığına, bulutların pamuksu şekillerine baktı. Her şey birkaç santim ötesindeydi ve dokunmak için parmaklarını uzatması yeterliydi. Ellerini cama dayadı, hüzünle gözlerini kapattı, sesleri dinlemeye başladı. Kuşlar, cıvıldıyor, baharın bütün güzelliklerini yaşıyorlardı. O ise burada, bu taş kafesin içinde bekliyordu. Ne beklediğini bilmiyordu ama herhalde sebepsiz yere burada olamazdı ya! Tekrar yatağına döndü, gözlerini tavana dikti. “Ah!’ dedi içinden. “yine o sevgili panda!” Ne zamandır görünmüyordu ortalarda. Derin bir iç çekişle ona dışarıda seslerini duyduğu neşeli kuşlardan söz etmeye başladı… Ceren ERDOĞDU İllüstrasyon Altuğhan Sinan AYDINOĞLU
SON
NARSİZM Uzun zamandır canım sıkkın. Bütün dertler üst üste bindi yine. Birbirlerini çekiyorlar bence. Param suyunu çekti, ailemle aram kötü, sevgilim hiç olmadığı kadar çok kapris yapıyor bu aralar. Dost dediğim adamlar ya binlerce kilometre uzakta, ya da öyleymiş gibi davranıyorlar. Herkes sanki benim hayatımda olan biten her şeyi biliyor da benimle eğleniyorlar gibi. Bugünlerde hayat… Çok sıkıcı… Kanepede uzanıyorum. Bilgisayarımda çalan grunge müzik odamın duvarlarında dolandıktan sonra belli belirsiz doluşuyor kulağıma ve oradan da bir uğultuyla boğuşan beynime. Şarap beynimi ve vücudumu uyuşturmuş iyiden iyiye fakat bilincim yerinde. Odamın beyaz, kireç tavanını izliyorum; sanki orada görmem gereken çok önemli bir şeyler varmış gibi. Sol el bileğimi alnımın üzerine bırakmışım, sağ işaret ve orta parmaklarım arasında da gereğinden uzun süre külü temizlenmemiş sigaram duruyor. Bir nefes çekip dikkatle izlediğim tavana doğru üflüyorum dumanı. Elimi, parmaklarımın arasında sigaram olduğu halde göbeğimin üzerine koyuyorum, kül dayanamayıp devriliyor tişörtümün üzerine. Birden aklıma gelmiş gibi dönüyorum, aceleyle ayağa kalkıp arkamdaki kapıya doğru yöneliyorum. Aman tanrım, o da ne?! Aniden duruyorum duvara çarpmış gibi, kalakalıyorum. Az kalsın çarpışacaktık salonumun ortasında ayakta duran uzun boylu esmer kadınla. Uzanırken etkisini göstermeyen alkol şimdi başımı döndürüyor. Saatlerdir boş olan evimin, salonumun ortasında bu kadını görmeyi baş dönmesine, sarhoşluğa veriyorum önce. Gözlerimi ovuşturuyorum yeni uyanmış gibi, kadın gözlerini gözlerime dikmiş, dimdik duruyor karşımda. Ayık olsam aklımı kaçırırdım ama ilk tepkim “Sen de kimsin?” oluyor. Gözlerimi kısıp izliyorum onu dikkatle. “İçeri nasıl girdin?” “Kapıyı açık unutmuşsun. Zihninin kapılarını hep açık bırakıyorsun.” Hiçbir şey anlamıyorum söylediklerinden. “Sen de kimsin kadın! Ne işin var evimde?!” “Beni sen yarattın. Ben senin hayalî arkadaşınım. Öteki sen. Karakterinin açığa çıkaramadığın yanı. Olmak istediğin kişi… Bilirsin, filmlerdeki gibi işte…” Cebinden bir kısa Marlboro Light çıkarıp dudakları arasına yerleştiriyor. Az önce uzanmakta olduğum kanepeye oturuyor. Kendinden emin, gözlerini gözlerime dikmiş ve şimdi dikkatimi çekiyor; gözleri tıpkı benimkiler. Ama benim gözlerimin aksine son derece ukala bakıyorlar. Yine de sevimsiz bulmuyorum bu bakışları. “Hatırla…” diye devam ediyor anlatmaya. “Sevgilinle gittiğiniz kalabalık arkadaş toplantılarında boş boş bakmıyor muydun diğer masalara, benim varlığımın hayalini kurarak? On beş kişinin içinde konuşacak kimsenin olmamasıyla dalga geçerek beni çağırmadın mı yanına?” Durumun sıra dışılığı ve korkutuculuğunu unutup bahsettiği anları hatırlıyorum. Gerçekten de öyleydi. Ne kadar da sıkıcı bir insanım ben böyle, diye geçiriyorum aklımdan. Sanki bunu ona söylemişim gibi atılıyor: “Hadi ama… Canını sıkacak bir durum yok burada. O geri zekâlıların hiç biri konuşmaya değer değildi. Bunu benim kadar sen de biliyorsun. Aptal kız arkadaşının aptal arkadaşları…” “Onu seviyorum,” diyorum boş gözlerle odamın ortasındaki bordo renkli kilime bakarken. Bu hayalî arkadaştan pek hoşlanmadığımı düşünüyorum birden, “Sen neden geldin?” diye soruyorum. “Beni sen çağırdın,” diyor. Bir kaç hafta önceydi, otomobilimdeydim. Balçova’dan Alsancak’a geçiyordum. Otomobilimi kullanırken bir yandan telefonla konuşuyordum, kız arkadaşımla. Son zamanlarda onunla ilgilenmiyormuşum, mesela haftalardır güzel bir restoranda yemek yememişiz. Ben ona param yok, diyorum, o neler düşünüyor hâlâ. Allah’ın cezası… Kavga etmeye başladık telefonda. Kaprislerini çekecek halim yoktu. Önce yüzüne kapadım telefonu, sonra da tamamen kapatıp arka koltuğa fırlattım. Yanımdaki koltuğa dönüp “Görüyorsun değil mi?” dedim. Ses çıkmadı. Çıkmadı çünkü hiç kimse oturmuyordu yanımda. “İşte böyle,” dedim, “böyle çekiyorum ben bu kızı. Bir de geri zekâlı arkadaşları var tabii. Bu hafta Mango’dan bilmem ne almış, haftaya bilmem nereye uçacaklarmış… Başka muhabbetleri yok.” Kırmızı ışıkta durunca yola bakmayı bırakıp resmen yanımdaki koltuğa dönüp konuşmaya devam ettim. “Çok yoruyor bu kız beni. Ama çok da seviyorum, Allah kahretsin. Beni anlıyorsun değil mi Mustafa?” Birden bakışlarım değişti, aklım başıma geldi, önüme
29
döndüm. “Ne yapıyorsun oğlum sen? Kafayı yedin iyice. Dönmüş boş koltuğa…” Yeşil ışık yandı, Alsancak’a doğru sürdüm. “Hep erkek olacağını düşünmüştüm,” diyorum hayali arkadaşıma, boş gözlerle bordo kilimi izlemeye devam ederken. “Bu yüzden seni Mustafa diye çağırıyordum. Ben bu ismi çok severim. Sahi, senin adın ne?” “Mustafa.” Tatlı bir gülümseme var yüzünde, durumu komik bulduğu ortada. Aslında bana da komik geliyor bu durum. İkimiz de gülüşlerimizi dudaklarımızın arkasında gizlemeye çalışıyoruz bir süre. Dayanamayıp yüksek perdeden bir kahkaha atıyorum. Salonun ortasında ayaktayım, o da oturduğu yerden beni izleyerek yüksek sesle gülüyor. Ne kadar tatlı bir sesi olduğunu o an fark ediyorum. Şarabın da etkisi ile uzadıkça uzuyor kahkahalarım. Hayalî arkadaşımın da ne susmaya, ne de beni susturmaya niyeti var; deliler gibi gülüyoruz Mustafa’yla. Yerinden kalkıp yanıma geliyor, omuzlarımı kavrıyor iki eliyle. İlk kez dokunuyoruz birbirimize. Çok gerçekçi bir dokunuş oluyor, sanki gerçekten oradaymış gibi. Yine de gerçek olmadığını anlayabileceğim bir yumuşaklık var ve ilginç bir görüntü; bana dokunan yerleri bulanık, dalgalanıyor gibi görünüyor. Kendisi de şaşkın bir halde birbirine karışıyor gibi görünen parmaklarına bakıyor. İkimiz de gülmeyi kesiyor, neler olduğunu anlamaya çalışıyoruz. Bir elini omzumdan çekip yanağıma dokunuyor. Elleri sıcak. Birden dudaklarıma yapışıyor ve çılgınca öpmeye başlıyor dudaklarımı. Çekinmeden karşılık veriyorum arsızca. Öptüğüm tüm kadınlardan daha çok heyecanlandırıyor beni sımsıcak, benimkilerin biraz daha dolgun hali olan dudakları. İçim titriyor öperken. Aceleyle elbiselerimizi çıkarıyoruz. Eğer hemen bunu yapmazsak gizli bir güç bizi engelleyecek gibi hızlı, arzulu ve tutkuluyuz. Vücutlarımız tümüyle birbirine dokunurken birbirimize karışıyor, dışardan tek bir vücudun sahibi iki insan gibi görünüyoruz. Bana her dokunuşunda vücudumun bir parçası oluyor, sonra karamelin kaşıktan damlaması gibi uzayarak bedenimden ayrılırken bir parçasını bende bırakıyor. Muhteşem bir duygu. Arzuyla öpüyor tenimi hayalî arkadaşım. Onu kanepeye itip üzerine uzanıyorum. Uzun, siyah saçlarını arkasına savururken gözlerimin içine bakıyor. Dudaklarını öperken usulca süzülüyorum şehvetli hayalî arkadaşımın içine. Uzun yıllar sonra hapisten çıkmış bir adamın ilk seks deneyimi gibi sertim. Mükemmel bir his, rüyamda sevişiyor gibiyim sanki. O an fark ediyorum ki bu doğaüstü deneyimin yerini hiçbir şey dolduramaz artık sıradan hayatımda. Boynunu, kulaklarının arkasını kokluyorum -terlemiş, ben de terliyim. İkimizin kokusu aynı. Ve mükemmel. Kendimden geçmiş, gözlerimi kapatıyorum. Gözlerimi açtığımda kanepede uzanıyorum, yalnızım. Güneş ışıkları penceremin tam karşısından geliyor, penceremdeki kaktüs çiçeğinin etrafından dolanıp tül perdelerimin mikroskobik aralıklarından geçerek kirpiklerimin arasından gözümün içine sızıyor. Sabah olmuş, uzun bir uyku çekmişim. Şarabı fazla kaçırdığımdan başımın ağrıdığını hissediyorum. Birden aklıma geliyor, rüya mıydı yaşadıklarım? Mustafa salonumun kapısından içeri giriyor. Üzerinde benim gömleklerimden biri var ve uzun, yuvarlak hatlı bacakları mükemmel görünüyor. Gülümsüyorum mutlulukla. Demek gerçekmiş… Kendimi seviyorum, kendimle sevişecek kadar. Benden daha kendini beğenmiş bir insan var mıdır acaba bu dünyada? Hakan Günay AYDINOĞLU İllüstrasyon Yunus KOCATEPE http://yunuskocatepe.deviantart.com
EVERLASTING MOMENTS Bir aile üzerinden bir döneme bakmak…
İsveç’in bu yıl Oscar’a aday olan filmi Ölümsüz Anlar (Everlasting Moments, 2008); Larsson ailesinin inişli-çıkışlı hikâyesi üzerinden bizlere 1900’lerin başından başlayarak 2. Dünya Savaşı’nın hemen öncesine kadar uzanan bir dönemin panoramasını sunuyor. Yönetmen Jan Troell bir aile üzerinden bir dönemi aydınlatırken; teknik olarak da mükemmel bir yapıma imza atıyor ve anlattığı dönemi görsel olarak da akılda kalıcı bir şekilde betimlemeyi başarıyor. Özellikle yönetmenin ele aldığı dönemi anlatmak için sıklıkla kullandığı, eski fotoğrafları hatırlatan sepya rengi filmin dokusuyla muhteşem bir uyum sağlıyor. Hem dönemin değişken yapısını hem de Larsson ailesinin inişli-çıkışlı hikâyesini siyah-beyazın arasında kalan bu renkle anlatmak, bir yandan da farklı uçlar arasında gidip gelen hikâyeyi yönetmenin görsel olarak kodlamasına da olanak sağlıyor. Özellikle Sanayi Devrimi’nden sonra tüm dünyada hızlı bir değişim yaşanmaya başladı. Sanayinin gücünün farkına varan yatırımcılar bu fırsatı bir zenginlik aracı olarak görüp kısa zamanda fabrikalar kurdu ve bu fabrikaların üretimlerini arttırmanın yollarını aradı. Üretimi arttırmak için fazladan mesai yapan işçiler, fabrika sahiplerini zengin ederken kendi emeklerine yabancılaşmaya başladı. Fazla mesainin yanında düşük ücretle ve herhangi bir sosyal hakkı ve sigortası olmadan çalışan işçiler fakirleşirken; sermaye sahipleri ucuz emek sayesinde zenginliklerine zenginlik kattı. Sermaye ve emeğin çatışması, zengin ve fakir arasındaki ayrımın artması ve toplumdaki sınıfsal farklılıkların dikkat çekici boyutlara gelmesi, sosyalist düşüncelerin işçiler arasında kabul görmesini sağladı. Düşük eğitimli, bol çocuklu, işçi sınıfına mensup fakir bir ailenin yaşantısı üzerinden 1. Dünya Savaşı’na doğru giden yolda etkili olan bu toplumsal değişimleri ve kırılma anlarını filmin arka planında yansıtan yönetmen; bu sayede bir aileyle bir ulusun birbiriyle koşut olarak değişen hikâyesini de anlatma fırsatı yakalıyor. Sosyalizm işçiler arasında yayılırken, yönetmen sosyalizme yoğunlaşmak yerine sosyalizmin etkilediği hayatları anlatarak; klişe ve didaktik bir yola sapmadan, duyarlı ve bütünlüklü bir bakış açısı yakalıyor. Toplumsal kırılma anlarının ailede yarattığı ağır tahribatlar üzerinden bu olayların insanlara etkilerini sorgulayan film; burjuva ve işçi sınıfı arasındaki farklılığı da yine bu sorgulama süreci sayesinde açık ediyor. 1. Dünya Savaşı’yla birlikte kocasını da savaşa yollayan ve çocuklarına bakmakta güçlük çeken
32
annenin tacize uğrayacağını tahmin ettiği halde kızını bir soylunun evine göndermesi; aslında bir anlamda dönemin de profilini bizlere sunmaya yeterli oluyor. Fakir insanlar geçinmek için imkânları zorlarken, diğer taraftan da burjuva her fırsattan istifade etmenin peşine düşüyor. Yetişkin erkeklerin emekleri limanlarda ve taş ocaklarında sömürülürken, çocukların emekleri ve bedenleri de soyluların evlerinde sömürülüyor. Yönetmen Troell, gerçekçi bir arka plan yaratarak dönemin atmosferini son derece canlı bir şekilde ekrana yansıtıyor. Ama dönemin bütün ağırlığına ve işçi sınıfı için zorluğuna karşın; bir fotoğraf makinesi sayesinde karakterlerine de umut aşılamaktan geri durmuyor. Son derece katı, güç ve karanlık bir döneme ışık tutan film; Larsson ailesinin atlattığı bütün badirelere rağmen ayakta kalışıyla da kapitalizme, sömürüye, savaşa, yoksulluğa ve çürümeye karşı güçlü bir mesaj veriyor. Bir fotoğraf makinesi bir kadının hayata bakışını ve bir kocanın eşine yaklaşımını değiştirirken; bir çocuğun dünyayı kavrayışını da şekillendiriyor. Sepya tercihi işte bu noktada, hem o eski sararmış fotoğrafların rengini vererek dönemin ölümsüz anlarına bir yolculuk imkânı tanıyor. Hem de bir ailenin ölümsüz anılarına sıcak ve hüzünlü bir bakış atmamızı sağlıyor. Barış SAYDAM bar_saydam@hotmail.com http://avrupasinemasi.blogspot.com
GREEN GREEN “Çok çok önce, bir adam ve bir kadın birbirine âşık oldu. Bir nedenden dolayı, yasak aşk yaşamak zorunda kaldılar. Kavuşmalarına imkân yoktu. Ama onlar birbirlerine yeniden doğduklarında kavuşacaklarına dair söz verdiler.” Modern Japonya’da ormanın içlerinde konuşlanmış Kanenone Erkek Lisesi bir Kız Lisesiyle birleşerek karma eğitime geçecektir. Bunun nasıl bir sonuç getireceğini denemek amacıyla okula bir aylığına bir grup kız öğrenci getirilir. Ergenliğin ve birkaç yıldır ormanın içinde hemcinsleriyle yapayalnız kalmanın verdiği şaşkınlıkla bocalayan Kanenone Lisesi öğrencileriyle misafir öğrenciler arasında komik olaylar gelişir. Öncelikle belirtmeliyim ki, Green Green oldukça açık saçık bir anime. Bir tür Hentai olmaktan uzak olsa da, illa ki bir şeye benzetmek gerekirse, ergen Japonların oynadığı bir Amerikan Pastası serisi filmi gibi. Serinin başında sunulan dört karakter Ichibanboshi Hikaru, Bacchiguu, Tenjin Taizou ve Takazaki Yuusuke birbirinden ayrılmayan dört arkadaştır. Yuusuke aralarında, belki de okulun tamamında normal olan tek insandır. Yaşlarının da getirdiği hormonsal değişimlerle iyice coşan üçlümüz (Hikaru, Taizou ve Bacchiguu) bir yandan hepimizin ortaokul-lise sıralarında aklından geçen şeyleri iyice abartarak anlatırken, diğer yandan aşırılıklarıyla ana karakterler olan Yuusuke ve Midori’ye yoğunlaşmamıza yardımcı oluyorlar. Zaten ilk bölümden itibaren Midori’nin Yuusuke’ye olan ilgisini çözmeye çalışıyoruz. Okula gelecek olan kızları taşıyan otobüsün kapısı açılıyor. Ve okuldaki en normal insan olduğu için zorla ileri sürülen Yuusuke’nin boynuna bir kız atlıyor. Başta Yuusuke olmak üzere herkes şokta! Son birkaç bölüme kadar da çözülmüyor bu problem. Serinin yönetmeni de, yapımcısı da amacın eğlenmek olduğunu gayet rahatça açıklıyorlar röportajlarında. Studio Matrix’in yapımını üstlendiği, Noboru Yamaguchi’nin yazdığı, Chisaku Matsumoto ve Yuji Muto’nun yönettiği Green Green 13 bölümden oluşuyor. En başlarda cinsellik üzerinden komedi olarak gelişen bu küçük seri, sonlara doğru gittikçe dramatik olmaya başlıyor. Bazı eserler vardır, çok kaliteli olmasa da güzeldir. İşte Green Green de çoğu zaman seviyesiz esprileri ve bozuk kurgusuna rağmen oldukça
34
eğlenceli, çerez gibi bir anime. Animelerin çoğunda alıştığımız klişe karakterler Green Green’de de oldukça fazla. Bir lisede bulunması gereken “feminist kız”, “çirkin kız”, “içine kapanık, sönük kız”, “saf kız”, “fiziksel olarak fazla gelişmiş kız” gibi her türlü “kıza” ev sahipliği yapan seri, bu yönüyle biraz da yönetmenin iç dünyasını – istesek de istemesek de – bize açıyor. Dediğim gibi biraz açık saçık bir anime olmasının yanında, bu açık saçıklığı da bir adım ileriye taşıyarak bize kocaman çizgi göğüsler ve bol bol iç çamaşırı gösteren insanları biraz sığ buldum önce, ama itiraf etmeliyim ki, ergenlikte erkek erkeğe yaptığımız muhabbetleri hatırlayınca en azından “bakış açısının doğru yansıtılması” açısından uygun olduğunu söyleyebilirim. Kadın kavramının sadece ergenlik çağındaki insanlarda değil, Japonlarda da ne gibi düşünceler uyandırdığına en güzel örneklerden biridir aslında. Sürekli zıplayan ve ısrarla gözümüze gözümüze sokulan göğüsler ve iç çamaşırları bir yerden sonra, hatta ilk bölümlerden sonra bile diyebilirim sıkmaya başlasa da, ana hikâyeyi takip ederken Baka Üçlüsü’nün maceralarını da kaçırmamak gerekiyor. Zira eğlencenin tam ortasında yer alıyor bu üçlü.
İşte en önemli karakterler: Takazaki Yuusuke: Diğer karakterlerin çoğunun aksine gerçek hayatta rahatlıkla karşılaşılabilecek bir insan olmasına rağmen, serinin konseptine ve genel ergen özelliklerine biraz uzak kalmış. Herkese iyi davranmaya çalışan, kimseyi kıramayan, hatta bu “kıramama” özelliği yüzünden arkadaşları tarafından başına birçok çorap örülen bir karakter. Daha çok bir yetişkin insanın özelliklerini taşıdığını belirtmeliyim.
Chitose Midori: Serinin sonuna kadar neden Yuusuke’yi sevdiğini, onu da bırakın Yuusuke’yi nereden tanıdığını anlamaya çalıştığımız, kanımca üç ana karakterden en cıvık olanı. Cıvık derken kötü bir imaj oluşmasın gözünüzde. Midori çok başıboş davranmasına, kontrolsüz ve zaman zaman tutarsız olmasına rağmen oldukça iyi niyetli ve bir o kadar da saf bir karakter. Zıt karakterlerin birbirini dengelemesi klişesine sarılarak böyle bir kişilik iliştirilmiş olabilir Midori’ye. Kaldı ki seride birçok klişe görebileceğimizi biraz önce örnekleriyle söylemiştim.
Kutsuki Futaba: Serinin en normal iki karakterinden birisi olarak göze çarpıyor. Fiziksel özellikleri bile daha gerçekçi oluşturulmuş, özellikle diğer karakterlerle karşılaştırınca. Biraz kendi halinde, pek bir şeye karışmıyor. Kendisine karışılmasından da hoşlanmıyor. Sert bir karaktere sahip olmasının nedeni esasında gerçek duygularını saklamaya çalışması. Başlarda biraz erkek düşmanı profili çizen Futaba, sonlara doğru biraz duruluyor ve serinin akışıyla paralel bir şekilde rayına oturuyor.
Kutsuki Wataba: Futaba’nın kardeşi olan Wataba sürekli elinde bir kaktüsle dolaşan, hatta ona Togemura-san diye hitap edip onun mistik güçlerinden faydalanmak için çeşitli yöntemler uyduran bir kız. Yani anlayacağınız, dizimizin deli kızı Wataba.
Reika Morimura: Sürekli Midori ile uğraşan kötü kalpli, “gıcık” kız olarak pek de iyi bir başlangıç yapmıyor Reika. Büyük oranda senaryo hatasından kaynaklanan bir sorun da şu ki: başlarda gerçekten öyle olduğuna emin oluyorsunuz. Sonlara doğru gerçek kimliği ve orada bulunmasının nedenini anlıyoruz.
Tadatomo Ijuuin (Bacchiguu): Serinin tartışmasız en kötü niyetli ve sapıtmış karakteri. Şişman, gözlüklü, sivilceli ve terbiyesiz ergen tanımına cuk oturmuş. Seri boyunca çeşitli oyunlarla kızlarla birlikte olmaya çalışıyor, uçuk fanteziler kuruyor ve birçoğunu gerçekleştirmeye çalışırken başına bir şeyler geliyor. Baka Üçlüsü’nün en uçuk kaçık ve yönetmen ve yapımcıların da artık kabul ettiği tabirle “sapık” karakteri.
Ichibanboshi Hikaru: Baka Üçlüsü’nün aslında diğerlerine göre çok daha yakışıklı ama bir o kadar da beceriksiz olan karakteri. Elinde sürekli gezdirdiği çapkınlık rehberi tarzı bir kitapta yazan yöntemleri eline yüzüne bulaştırıyor sürekli. Tüm başarısızlığına rağmen “kadın dilinden anlayan adam” pozlarını terk etmeye de niyeti yok.
36
Tenjin Taizou: Üçlünün en saf elemanı. Hepsinden daha yaşlıymış gibi bir görüntü veriyor izlerken ama düşünce tarzı oldukça naif ve komik. Bir koku fetişisti olan Tenjin’in en büyük zevki ise kadın kokusu eşliğinde yemek yemek. En az üçlünün diğer iki elemanı kadar beceriksiz. Ama yine de hoşlandığı kız hakkında en temiz düşüncelere sahip olan karakter Tenjin. Yaptığı hatalara siz bile kızamayacaksınız, okuldaki kızlar nasıl kızsın?
Sanae Minami: Serinin içine kapanık, kırılgan kızı. Sürekli bir hastalıkla boğuşuyor ve sosyal olaylara verimli şekilde katılamıyor. Ayrıca Tenjin’in âşık olduğu karakter olmasına rağmen, çekingenliği ve Tenjin’in ne yapacağını pek bilmemesi nedeniyle aşırı ilgi karşısında korkmakla yetiniyor.
Bir Hentai oyunundan animeye uyarlanmış olan Green Green 13. bölüme kadar direkt veya dolaylı olarak +18 derecesinde cinsellik içermiyor. ABD’de yayınlanmayan 13. ve son bölümü ile bir mantığa oturuyor. 13. bölüm senaryo olarak diğer bölümlerden farklı olsa da dizi beklenmeyen bir son ile bitirilmiş. Senaryosu, olay örgüsü kopuk olsa da gayet eğlenceli ve yer yer çok komik bir “çerez anime”, keyfini çıkarın! Yusuf SALMAN
ÖTE YER FOTOĞRAFÇISI Öte Yer Fotoğraf Arşivi 1902 ile 2010 arasındaki zaman dilimine ait fotoğraflar. Tanesi sadece 10 TL. Bu dünyadan göçmüş sevdiklerinizin, çocukluğunuzun artık mevcut olmayan mekânları ve geçmişte merak ettiğiniz daha nice kimselerin fotoğrafları için bize başvurun. Milyarlarca fotoğraflık arşivimizden çok memnun kalacaksınız. Parmağım kapıya dokunduğunda her an dağılıp gidiverecek ortam beklentim sönüverdi. Kapı yüzeyindeki grimsi mavi boyanın pürtüklü yüzeyi buram buram gerçeklik soluyordu. Sıcak bir yaz sabahında yatakta ter içinde uyanıp bölük pörçük hatırlayacağım bir rüyanın içinde değildim. İşgünüydü. Bankadan öğlene kadar izin almıştım. Sol ayakkabımın burnu hafifçe sıkmaktaydı. Hava sıcaktı. Tansonu İş Hanı’nın üçüncü katında klima milima hak getireydi. Gömleğimin koltukaltında şimdilik ping pong topu büyüklüğünde olan ter lekeciklerinin belirdiğini hissediyordum. “Hoş geldiniz. Kendinizi tanıtır mısınız lütfen.” Sıradan bir iş hanından beklemediğim iç düzen nedeniyle şaşırmıştım. Bir sekreter bölmesi, gelenlerin oturması için sandalyeler, dolaplar ve diğer büro aksesuarlarının hiçbiri mevcut değildi. Altı metreye sekiz metre ebadındaki uçuk sarı badanalı bomboş odayı görünce yanlış adrese geldim ya da rüyaya dönüyorum beklentisi oluşmamıştı içimde. İliklerime kadar hissettiğim şey profesyonelce bir ciddiyet ve organize erkin çığlığıydı. Bankada kredi araştırmaları yapan bölümün başı olarak bunu kolayca kestirebilecek biriyim. “Adım Kenan. Kenan Kovan. Şeyde çalışıyorum. Biliyor musunuz, burayı çok başka türlü hayal etmiştim.” Siyah pantolon, uçuk mavi gömlekli, orta yaşlı adam gülümsedi. “Haklısınız Kenan Bey. Arşivimiz yan bölümde. Burayı sadece alımlama ve arzu edilen görsel malzemeyi sergileme yeri olarak kullanıyoruz. Tek kişilik bir müesseseyiz aslında.” Kısa kır saçlı, etkileyici yüzlü adamın sözlerinden ve boş mekândan çok olumlu etkilenmiştim. Asansörle üçüncü kata çıkarkenki umutsuzluğumdan hızla sıyrılmaktaydım. Karşımda işinin erbabı biri durmaktaydı. Eğer şansım varsa kalbimin en harlı isteğine karşılık bulabilecektim. “Sizi dinliyorum Kenan Bey” “Ben… Şey… Çok sevdiğim, bana otuz beş yıl bakmış olan halam geçenlerde öldü. Kendisini çok severdim. İlanınızı görünce, onunla ilgili…” “Anlıyorum Kenan Bey. En çok bunun için gelinir buraya. Özel bir anı var mı aklınızda? Orta boylu, narin yapılı olmasına rağmen vakar ve güç ışıyan adama düşüncelerimi dürüstçe açmaya karar verdim ve “Bu ilanı ilk kez gördüğümde önce şaka sandım. Karıma bile bahsini etmedim, ama telefonla aradım ve sanırım sizle konuştum.” “Bendim.” “Sonra iş hanında gerçekten bir yeriniz olduğunu görünce hayal kırıklığı yaratacak bir arşiv ya da şarlatanca bir girişimden şüphelendim.” “Şu anda peki?” “Beklenti çıtam çok daha yüksek, ama… Ama sabah akşam sayılarla, para hareketliliğiyle meşgul olan aklım milyarlık materyal kaynağınızı realize edemiyor.” “Anlıyorum Kenan Bey. Halanız. Oradan başlayalım. Adı soyadı, doğum tarihi ve en son nerede oturduğunu söyleyin lütfen.” Bir çırpıda istenileni yaptım. Adam pantolonunun cebinden çıkardığı çakmak büyüklüğündeki siyah bir nesneyi kapının tam karşısındaki duvara yöneltti ve “Şu kimse mi?” dedi. Halamı yirmi yaşlarında o sırada ikamet ettiği evin oturma odasında gördüm. Elinde çay
38
bardağı vardı. Ne kadar gençti. Onu bu yaşta hatırlamam mümkün değildi. Daha doğmama yirmi yıl falan vardı. Birkaç eski fotoğrafta gördüklerimden aklımda kalandan çok farklıydı. Kadını böyle genç, kocaman ve inanılmaz netlikte görmek nedeniyle kalbim huşu ile meteoroloji balonu gibi genişlemişti. Sözcükler ağzımdan güçlükle dökülüverdi. “Evet, ama bu… Bu… Nasıl erişebiliyorsunuz bu fotoğraflara?” “Açıklayacağım. Özel bir an talebiniz var mı?” Olmaz mıydı? Halamı düşündüm. Okuldan üşümüş, acıkmış, titrer bir şekilde yolda eve gelirken kafamdan geçen güzel dolmanın yaprak sarmanın, gününe mevsimine göre fasulye veya bezelyenin kokusu karşılardı beni. İstediğim tatlı yokluklar içinde bulunup buluşturulmuş yapılmış olur, tüm dertlerim ayakkabılarımla beraber kapının önünde kalırdı. “Dokuz ya da on yaşındaydım. Bir gün… Çok acıkmıştım. Canım bezelye çekmişti. Son derslerde hep bunu düşünmekteydim. Konuşmaya gerek kalmayan bir insandı halam. Lisanlar üstüydü diyalogumuz. Beden dili dersleri veren psikologlar yanında halt etmişti. Kadın dudağımın kıvrılmasından ne olduğunu hemen anlardı. Beni hissetmiş. Düşüncelerimi yani. O gün pırasa pişirecekmiş. Hatta kesmiş iki tanesini. Sonra vazgeçip bezelye yapmış. İçeri girdiğimde ve o kokuyu duyduğumda neredeyse ağlayacaktım. O gün nedense…” “Anlıyorum Kenan Bey. Şu olmalı.” Elimdeki hiçbir fotoğrafta bulamadığım bir derinlikten bakmaktaydım geçmişe. On yaşındaki Kenan masada oturmuştu. Önündeki bezelye tabağı boştu. Yüzü gülüyordu. Halamı profilden görüyordum. Sol yanımda ayakta duruyordu. Yüzünün çevrik olduğu yerde kendi boyunda iki şeffaf yaratık durmaktaydı. Kaşları, gözleri, yüz hatları falan mevcut değildi, ama insan suretliydiler. Halamın çocukluğunun yarısı İstanbul’da, yarısı Eskişehir’de geçmişti. İstanbul’da tanıştığı görünmez arkadaşları, ışık insanlar Eskişehir’e kadar onunla gelmiş, yerleşmiş, bir koloni kurmuşlardı. Birçoğuyla buluğ çağıma dek ben de oynadım. Hiç yaşlanmadılar. Uzun zamandır seslerini duymuyor, yaptıkları küçük şakaları hissetmiyor, geceleri kalkıp onlarla anne ve babamdan gizlice oynamıyordum. Halamın ölümünden sonra yine seslerini duyar gibi oluyordum. İşin garibi onları çoktan unutmuştum. Güncel hayatın, ailemin, bankanın içinde spritüel kimliğimi kaybetmiştim. Ama ölümün şokuyla silkinip hepsini tekrar hatırlar olmuştum. 9 aylık oğlum da bazen sağımdaki solumdaki boşluğa bakıp gülümsediğinde, odasında biz yokken uyanıp kendi başına kahkahalar atıp oynadığında yakınımda olduklarını hissediyordum. Gözlerim dolmuştu. Uyanıp bütün bunların rüya olduğunu anlamaktan korkuyordum. “Bunu nasıl…” dedim. “Nereden buluyorsunuz bu fotoğrafları?” “Tek bir fotoğraf satın alabilirsiniz. Buna talip misiniz?” “Evet.” “On lira.” Cüzdanımı çıkartıp onluk bir banknotu adama uzattım. Parayı alıp pantolonunun cebine tıktı. “Bu sahne belleğinizde canlı duracak,” dedi. “Aşağı yukarı altı ay kadar sonra yavaştan yapıbozum başlayacak. Bu süreç uzun sürer, merak etmeyin. Şu anki netlik biraz kaybolur, ama son nefesinize kadar baki kalacak bir alım gerçekleştirdiniz.” “Nereden buluyorsunuz bunları? O şeffaf varlıklar? Halamın ışıktan dostlarıydı.” “Ata ruhları der bazılarınız. Çevrenizde kıpır kıpırdırlar.” “Peki, bütün bu görüntüleri nasıl temin ediyorsunuz?” “Size bir izah borçluyum. Ben bu gerçekliğe çok benzeyen komşu bir evrenden geliyorum. Genetik açıdan pek yabancınız sayılmam, ama kendimizin gerçekleştirdiği değişimler nedeniyle aramızdaki makas epey açıldı. Şöyle izah edeyim. Yan yana duran yüzlerce tünel hayal edin. Ben üç yüzdeyim. Siz birde. Buralarda zaman değişik hızla akıyor. Biz sizden iki yüz yıl kadar ilerideyiz. Size komşu ikinci tüneldekiler şu anda bir iki ay ilerinizi yaşıyorlar. Ben ikinci tünele geçip 1902 ile 2010 yılı arasındaki her ana ve yere gidebilecek bir teknolojiye sahibim. Buraya kadar açık mı?” “Ama görünüşünüz pek şey değil.” “Tebdil-i suret Kenan Bey. Bizim artık tek ve sabit bir görünüşümüz kalmadı. Değişken bir
yumağız.” Kandırıldığım hissine sahip değildim. Muhatabım doğru söylüyordu. Bu arada, sabah akşam bir şeyleri hizaya sokan aklım bir noktayı yakalamıştı. “Neden bizim tünelden değil de komşudan alıyorsunuz bu malzemeyi?” “Fiziki zorunluluk. Sizin tüneldeki geçmişten alınan bir malzemeyi yine size sunmak mümkün, ama çok enerji gerektiren bir iş. Masraflı yani. Bu nedenle en yakındakini tercih ediyorum.” Kredi isteyenlere sorduğumuz ilk soruyu düşündüm ve “Peki bunu niçin yapıyorsunuz?” “Ben bir girişimciyim.” “Kendi dünyanızda bizim onlukların geçeceğini sanmıyorum.” Adam gülümsedi. “Öyle tabii. Gelirimi üzerine rakamlar basılı kâğıtlardan değil, izlenen fotoğraflardan temin ediyorum.” “Nasıl yani?” “Komşu gerçekliğe ait malzeme sizler tarafından izlenince kıvam değiştiriyorlar. Değerleri artıyor. Geleceğin kıymetli antikaları oluyor. Ben bunları depoluyorum. Siz gözleyince malzeme bir çeşit anlam derinliği kazanıyor.” Söylediklerini kavramakta zorlanmaya başlamıştım. Adam bunu sezmiş olmalıydı. Sağ eliyle karşı duvarı işaret etti. “Resme dikkatli bakın. Bir şeyler farklı mı?” Birden az önce bilinçsizce fark ettiğim bir noktayı keşfedince hayretten dona kaldım. Belleğimde iyice eprimiş bir sahne olmasına rağmen bir şeyi fark etmiştim. Okul üniformamın yakasında beyaz bir kurdele vardı. Yirmi beş yıl önce bazı okullarda çalışkan öğrencilere kurdele takılırdı. Ben iyi bir öğrenciydim, ama hiçbir zaman kurdele takmamıştım. Bitirdiğim ilkokulda böyle bir adet yoktu. “Kurdele,” dedim. “Örneğin.” “Başka bir fark göremiyorum,” dedim. “Eski bir anı bu. Çok normal. Gülümsemeniz de farklı. Burada kendi dünyanızdakinden çok daha içten, esrikçe bir hazla gülümsemektesiniz. Bu gülümseme siz izledikten sonra iyice değerlendi. Bir iç içe geçmişlik, yavaş çekimli, sırlı bir devinim kazandı. Dünya zamanıyla 209 yıl sonra bayağı kâr getiren bir sahne olacak. Bizim dünyamız çok değişti. Eskiye özlem var haliyle. Bu tür malzemelere talep giderek artıyor.” Bir sessizlik anı oluşunca içimi çekerek bezelye yiyen çocuğa, halama, o şeffaf şeylere baktım. Ayrılma zamanının yakın olduğunu sezmekteydim. Adam elini uzatınca otomatik olarak aynısını yaptım. Derisi, dokunuşu bilinen insan eli gibiydi. “Nasıl diyorsunuz halk dilinde, hakkınızı helal ediyor musunuz? Sizden bir şey aldım ve bir şey verdim.” Başımla onayladım. “Bir şey daha soracağım. Her şeyi açıkça anlattınız. Yakalanmaktan korkmuyor musunuz?” Adam ona yakışan bir şekilde gülümsedi yine. İri kahverengi gözleri neşeyle yanmaktaydı. “Masalvari ya da aşırı dünyevi yapılan bilimkurgu filmlerinin etkisindesiniz,” dedi. “Her zihni bir gemi kabul etsek, her istekli için ayrı bir liman mevcut.” Minareyi çalan kılıfını hazırlardı. Elde tek bir kanıt bile mevcut değildi. Tansonu İş Hanı’nın üçüncü katında yan yana duran kim bilir kaç liman vardı. “Tekrar gelmek mümkün mü?” “Maalesef. Polaroid bir fotoğraf gibi. Tek kullanımlık bir hat söz konusu.” “Ne yapalım. İyi günler.” “Hoşça kalın.” Kapıya doğru yürüdüm. Eşikte durup arkama baktım. Karşı duvardaki görüntü silinmişti. Adını sormayı ancak şimdi akıl ettiğim adam bıraktığım yerde duruyordu. Kapıyı açıp, dışarı çıktım. Hol, hatırladığım gibiydi. Tekrar sıcağı ve tozu hissetmeye başlamıştım. Asansöre doğru giderken şişmanca bir kadının dışarı çıktığını gördüm.
“10 liraya eski fotoğraflar,” dedi. “Eski fotoğrafçı. Bu kat mı?” Alacalı bulacalı bir kumaştan şalvarımsı bir pantolon giymiş, takmış takıştırmıştı. Yüzünde iki milimetre kalınlığında fondöten sürülüydü. Esmer tenine iyi giden siklamen rengi ruj sürmüştü. Kırk ortalarında falan olmalıydı. Kilosuna rağmen sıcaktan rahatsız bir hali yoktu. “Bu kat. Şu mavi kapı.” Kadının ela gözleri hızla ciddi pantolonumu, gömleğimi, saç tıraşımı ve bunlara uygun yüz ifademi süzüp, beni kategorize etti. “Reklâmda denilen şeyler doğru mu? Pul kadar bir şeydi. Tesadüfen gördüm. Milyarlarca fotoğraf. Arşivleri o kadar büyük mü gerçekten?” Yüzünde, ağzımdan çıkacak söze göre hareket edeceğini belli eden bir ifade belirmişti. “Tek kelimeyle muhteşem,” deyip 209 yıl sonra çok kıymetlenecek olan gülüşüme benzediğini sandığım bir ağız hali takındım. Kadının gözlerinin içi gülmüştü. “Tahmin etmiştim,” dedi. “İyi günler.” “İyi günler,” deyip asansörün kapısını araladım. Eve gidince burada olup bitenlerden tek kelime bile etmeyecektim. Karım beni iyi tanırdı. Çok ısrarla yinelesem söylediklerimin her kelimesine inanırdı. Ama bu sırrı kendime saklayacaktım. Belki oğlum on beş yaşına geldiğinde ikisine birden anlatırdım. Uçsuz bucaksız zaman tünellerinden birinde kıpırtısız duran bir kompartıman kiralamıştım. On liraya üstelik. Dışarıdaki günlük hayat denen yere varınca biraz durup debelenen kalabalığı seyrettim. İnsanlar üçüncü kattaki muhteşem şeyden bihaber koşuşturmaktaydılar. Güneş, gökyüzünde iyice dik konuma geldiği için sıcaklık artmıştı. Ensemde boza piştiğini hissederek arabamı park ettiğim yere doğru yürüdüm. Siyah bir Opel geriye çıkışımı çok zorlaştıracak bir şekilde tam dibime park etmişti. Sahibini görmek için boşuna etrafıma bakındım. Dilimin ucunda galiz bir küfür şekillenirken birden kafamda bir şimşek çaktı. Şu anki esrikliğim, aşkın ruh düzeyim, hayatımı kökünden değiştirme arzumun şiddeti altı ay bile sürmeyecek, eski düzenimin çarkında çakılı kalmaya devam edecektim. Hayat böyle bir şeydi. Devinim merkezine yakın duranları taze kavrulmuş kahve çekirdeği gibi öğütürdü. Pul kadar bir şeydi. Tesadüfen gördüm. Arabamın kapısını açarken aklım bir kez daha vites büyüttü. Öte Yer Fotoğrafçısının reklâmını internette sörf yaparken bulmuştum. O şişman kadın büyük bir ihtimalle gazetede görmüştü. Reklâmın rüyalar da dâhil her yerde, soluk aldığımız havada bile bulunduğunu düşündüm. Herkes biliyordu o halde. Herkes. Kimse ayrıcalıklı değildi. Herkesin geçmişinde böyle bir anı kompartımanı, bazen çok acımasız, bunaltıcı, tekdüze ve dayanılmaz olan hayata katlanmasını sağlayacak kıymetli bir tebessümü vardı. Sadık YEMNI İllüstrasyon Şükrü BAĞCI sembol.deviantart.com
42
BİRİNCİ TEKİL ŞAHIS Kendisi hakkında neler düşündüğümü bilse ne olurdu acaba? Yine dizlerim titriyor, yine kalbim çarpıyor, kendimden utanıyorum, konuşmaya devam ediyor, keşke hiç susmasa aslında onu duymuyorum bile. Sanki bir cangıldayım, etrafımdan harikulade kuş sesleri geliyor ama dillerini anlamıyormuşum ya da rüzgârın yaprakların arasından geçerken yaprakların alkış tutması gibi ya da, kabarıp sahile vuran ardından şefkatle kumları okşayan denizin sesi gibi. Mutlaka bir şey diyor olmalılar. Ne kadar güzel… Bir matadorun pelerini kadar kırmızı dudakları, o ağzı, beni içine sonsuz mutluluklara çeken bir kara delik, al al olan yanakları karlı dağların zirvesini kaplayan pembe bir sis gibi, ah hele o gözleri, o gözleri… Rüzgârda dalgalanan göz alabildiğine uzanan buğday tarlaları gibi… Benimle ne konuştuğunu sanıyor acaba? Dur ben de bir şey diyeyim; — Öyle mi? Peki siz ne dediniz? — İlk önce ne diyeceğimi şaşırdım. Sonra yüz ifademden dolayı olacak geri adım attı, ben de kendilerini şikâyet edeceğimi söyleyip, çıktım. — İyi etmişsiniz, ne biçim insanlar var. Seni seviyorum, seni seviyorum. Saçlarını arkadan toplamış, en sevdiğim ayakkabısını giymiş, ayak bilekleri ne kadar da ince ve… Ah hafif bir makyaj mı? Hayır, kendi rengi, kesinlikle beni çıldırtmak için yaratılmış. Konuşurken heyecanlanıyor. Ama o bakışları… Saçmalama! — Sonra eve gittim, bir de ne göreyim, çocuk bakıcısı balkonda elinde sigarayla telefonla konuşuyor. Yani telefonla konuşurken de mi sigara içilmiyor? O gözleri ne derin bakıyor. Acaba o da benden… Tövbe tövbe… — Ya çocuk? — İçeride uyuyor. Ne yapıyorsun burada, dedim. Sigara içiyordum, dedi. Öyle diyeceğini tahmin etmiştim. — Ben de ne yapayım biraz kızdım artık. Bu zamanda iyi bakıcı bulmak çok zor. — Haklısınız. Eee? Çocuklar nasıl? Lütfen konuşmaya devam et… — İyiler, büyüğü ayaklanmaya başlayınca biraz yaramazlaştı tabii. — E normal tabii. — Biraz sıcak oldu değil mi? — Iıı… Bilmem. — Şu üstümdekini çıkarayım. — Hayır! — Efendim? — Yani evet sıcak oldu diyecektim. Allah kahretsin. Çıkartma, dur çıkartma… — Bir türlü yaz gelmedi derken bunaltıcı bir hava yaşıyoruz — Aslında böyle daha iyi hiç değilse arada yağmur yağıyor. Acaba zıt görüş bildirmese miydim? Acaba bozuldu mu? Hay aksi! Yoo, hâlâ konuşmaya devam ediyor. Bana niye öyle bakıyor? — Şu çantayı tutar mısın canım? — Tabii. — Ayakkabımın içinde bir şey var, çıkartayım. — Taş kaçmıştır. — Hah! Evet düştü. Şu ayağımın haline bak, nasıl kızarmış, bu ayakkabı da sıkıyor. Mahvoldum! — Neyse biraz giymeden durayım. Eee? Sen nasılsın? — İyiyim işte ne yapayım, sabah oluyor akşam oluyor. — Doğru, geçen gün tatile çıktık bir de bakmışsın tatil bitivermiş.
43
Evet, bence o an geldi. Gözlere bakma zamanı. Gerçi gözlerimin rahatsız edici olduğunu söylüyorlar ama buna değer. Evet, şimdi her zamanki gibi kısa bir süre gözlerine bakacağım herhalde birkaç saniyeden bir şey olmaz. Tam içine, gözlerinin tam içine o zaman onu gördüğümü hissedebiliyorum. Hâlâ konuşuyor, onu dinlemiyorum. İşte gözlerindeyim, beni içine çekiyor. Ah tamam bu kadar yeter, yüzü neden ciddileşti? Acaba bakışlarım… — Sen de bir ses duydun mu? — Yoo. Neyse değilmiş. — Herhalde dışarıdan geldi — Evet, ne diyordum? Ha inşallah bir de eylülde falan gideriz diyorum. — Zaten en güzel zaman… — Yaa değil mi? Sen? — İşte fırsat bulursam bir ara gideceğim. — Kiminle gideceksin? Allah Allah niye soruyor acaba? — Bilmem, ya bizimkilerle ya da kendim giderim. — İyi bari, boş zamanlarında ne yapıyorsun? Haspinallaa! — Hiiç ne yapayım, bir şeylerle meşgul oluyorum işte. Bakalım ne çıkacak. Nereye bakıyor? O da benim ağzıma mı bakıyor ne? Vızzzzz! — Hey! Şu sivrisineğe bak, ne kadar büyük. — Durun öldüreyim. — Bende gazete vardı. — Ona haberleri mi okuyacağız? — Ha ha ha... Üf ne espriydi ama! Onu güldürmeye bayılıyorum. Paat! — Duvara yapıştı. Nasıl? Orada iyi durdu mu? — Ha ha… Hadi devam et. — Biraz daha sola mı alsak? — Ha ha ha ay ne âlemsin! Biliyorum. Ah bana dokundu! — Geçen gün bir film aldım, bayıldım bayıldım. — Adı ne? — “I Confess” — Hitchcock’un mu? — Evet, oyuncunun adı neydi? — İtiraf ediyorum. — Efendim? — Filmin adı. — Seyrettin mi? — Ha… Hayır, Montgomery Clift. — Hı? — Oyuncu. — Hani seyretmemiştin? — Iıı bilmem, sık duyulan bir isim. — Bir rahip var filimde rahibin dürüstlüğü ve dürüstlüğü arasında yaşadığı gerilimi anlatıyor. Uff! Gerçekten gözleri kadar derin.
44
tir.
— Ha… Hatırladım, seyretmiştim galiba mesaj kaygısı gütmeyen bir gerilimdi. — Bence her şeyde bir mesaj vardır. Demek ki herkesin bir sırrı var diyor bence. İtiraf ediyorum, seni… Gaarrrçç! — Bu da ne? Hah sonunda başardılar demek. Bak müzik de başladı. — Evet. — Bu parçanın adı neydi? — I will wait for you. — Sen de her şeyi biliyorsun. Yine gözbebekleri büyüdü — Geçmiş olsun, çıkabilirsiniz. Bu hafta asansörün üçüncü bozuluşu artık değişecek demek— Teşekkür ederiz. — Önden buyurun. — Sağ ol. Neden en güzel şarkıları asansörde çalarlar? — Çıkmıyor musun? Ne düşünüyorsun? — Neden en güzel şarkıları asansörde çalarlar, diye düşünüyordum. — Bazen her şey bir ana bedeldir demek istiyorlar, ha ha ha. Ahh! Yine derinlere daldı. — Görüşürüz canım. Çok geç kaldım. — Hoşça kalın. Bu gün bana bir hafta yeter… Evet, bazen bir an her şeye bedel… Acaba ne demek istedi? Emre DEMİROK İllüstrasyon Mert GÜRKAN http://mertgurkan.deviantart.com
46
DUYGU SALTIK http://risedarkmoon.deviantart.com
KEL AMA KARİZMATİK, SERT AMA SEVİMLİ Bruce Willis. Günümüzün en çok kazanan ve filmleri en çok kazandıran oyuncularından birisi. Ama bu konuda bir istikrarı yok. Bir filmde çok iyi bir gişe başarısı yakalarken hemen arkasından çektiği filmin gişesi yerlerde sürünebiliyor. Eleştirmenler açısından da benzer bir durum geçerli. Hiç bir zaman çok iyi bir oyuncu olarak kabul görmedi ama iyi bir yönetmen ve sevdiği bir proje olunca gayet iyi performanslar çıkardığını da biliyoruz. Amerika’da Cumhuriyetçi olarak bilinir (kimi zaman Cumhuriyetçi adayları açıkça desteklemiş kimi zaman da bu nitelemeyi reddetmiştir), silahlanma yanlısıdır, Amerika’nın başka ülkelerde güç kullanımını onaylar. Ama filmleri iyi ya da kötü olsun, politik görüşünü onaylayın ya da onaylamayın, filmlerine ilgi duymamak mümkün değildir. O bir stardır çünkü. Starların da ortak özelliği budur herhalde. Bir şekilde ilgi göstermeden duramazsınız onlara. Bu ay sinemalarımıza Suretler (Surrogates) filmi ile konuk olacak olan Willis’in de bu günlere nasıl geldiğine bir bakalım o halde. Walter Bruce Willis, 1955 yılında o zamanki Batı Almanya’da dünyaya geliyor. Doğum yeri bizi yanıltmasın, Amerikalı bir ailenin oğlu. Annesi bankacı, babası ise bir asker. Belki de Willis’in bugünkü politik görüşleri o günlere dayanıyor. Willis ailesi 1957 yılında Amerika’ya geri dönüyor ve baba Willis fabrikada çalışmaya başlıyor. İlerleyen yıllarda, 1972’de Willis’in anne babasının boşandığını görüyoruz. Bu yıllarda okuduğu okullarda Willis’in çeşitli oyunculuk denemeleri yaptığını da görüyoruz ama bunlar çok ciddi denemeler olmuyor. Liseyi bitirdikten sonra ise pek çok işe girip çıkıyor. Güvenlik görevlisi oluyor, barlarda çalışıyor hatta bir ara özel dedektiflik bile yapıyor. Ama bir süre geçtikten sonra oyunculuk eğitimi almayı da araya sıkıştırıyor ve kimi tiyatro oyunlarında oynuyor, bazı televizyon dizilerinde ufak roller alıyor. 1985 yılına kadar Willis’in hayatı böyle gidiyor. O yıl bir televizyon dizisi için ağzı kalabalık, hiç bir şeyi ciddiye almayan, gününü keyfini çıkara çıkara yaşamayı seven, zıpır ve sorumsuz ama şeytan tüyü olan bir dedektif rolü için seçmeler yapılıyordu. Willis de bu seçmelere girdi ve pek çok adayın arasından bu rolü kaparak çıktı. Elbette bu dizi Mavi Ay’dan (Moonlighting) başkası değildi. 1989 yılına kadar süren bu dizi ile Willis biraz da kendisine benzeyen bu karakter ile seyircileri kendisine hayran bırakmayı başardı. O şeytan tüyü sadece karakterde değil, kendisinde de vardı. Çoğunlukla televizyon dizileri ne kadar başarılı olursa olsun televizyon dünyasından filmlere geçiş çok karşılaştığımız bir durum değil. En azından televizyon yıldızları çoğunlukla filmlerde yan rollerde kalmışlardır. Bunun istisnaları da var ve Willis de bu istisnaların en önemlilerinden biri. Henüz dizi devam ederken Blake Edwards’ın yönetmenliğinde iki filmde başrol oynamayı başardı Willis. Kör Talih (Blind Date) ve Sunset isimli bu filmler çok büyük başarılar değildi beki ama Willis açısından Hollywood’un ilk basamakları oluyordu. Bu arada o yıllarda yeni ünlenmeye başlayan bir başka oyuncuyla da hayatını birleştiriyordu. 1987 yılında evlenen Demi Moore ve Bruce Willis’in evlilikleri 2000 yılında sonra erecekti ama onlar belki de evliliklerine sığdırdıkları 3 çocuklarının da etkisi ile hep dost kalacaklardı. Boşandıktan sonra da farklı ortamlarda onları bir arada sık sık gördük. 2005 yılında Demi Moore, Ashton Kutcher ile evlenirken Willis konuklar arasındaydı. Tıpkı bu yıl içinde Willis, Emma Heming ile evlenirken Moore’un ve hatta Kutcher’ın konuklar arasında olması gibi. Bu arada bir magazin notu olarak her
58
ikisinin de 1978 doğumlu çıtırlarla(!) evlendiğini de belirtmiş olalım. Willis’in özel hayatına dair bu kısa parantezden sonra tekrar kariyerine dönelim. Onu asıl yıldızlığa taşıyan film yine Mavi Ay dizisi devam ederken rol aldığı Zor Ölüm (Die Hard) filmi olacaktı. Bir aksiyon filmi olarak çok başarılı olan bu filmde bir anlamda dizideki karakterinin daha sert bir versiyonunu canlandıran Willis kariyerine damgasını vuran rollerden birini oynuyordu. 80’lerin bol kaslı, sert mizaçlı, pek konuşmayan Stallone, Schwarzenegger, Seagal gibi aksiyon yıldızları yanında yine sert ve vurduğunu deviren ama yeri geldiğinde esprisini patlatmaktan da geri durmayan bir karakteri canlandırarak ayrı bir yerde duruyordu. Bu karakterin günümüzün daha gerçekçi aksiyon kahramanları ile o yılların aksiyon starları arasında bir geçiş noktası olduğunu söylemek yanlış olmayacaktır. Zor Ölüm o kadar tutmuştu ki ilerleyen yıllarda başka filmler de bu filmin adıyla anılmaya başlandı. Hız Tuzağı (Speed) için “Otobüste Zor Ölüm” ya da Dağcı (Cliffhanger) için “Dağda Zor Ölüm” tanımlamasını yapanlar az değildi. Haksız da sayılmazlardı doğrusu. Bu büyük başarıdan sonra Willis’in televizyona çok fazla zaman ayırmadığı bir gerçekti. Dizideki partneri Cybill Shepherd ile özel hayattaki anlaşmazlıkları ve onun da başka nedenlerden dolayı diziye yeterince vakit ayıramaması yüzünden belki daha 3-4 yıl sürebilecek olan Mavi Ay dizisi sona erdikten sonra Willis sinema kariyerine hızla devam etti. Bugün Willis dendiğinde ilk hatırlanan filmlerden olmasa da Norman Jewison yönetmenliğindeki In Country filminde bir Vietnam savaşı gazisini canlandıran Willis bu rolü ile sinema dalındaki tek Altın Küre adaylığını da alacaktı (daha önce Mavi Ay ile yeterince adaylık ve ödül almıştı aslında). Sonrasında seslendirmede de iddialı olduğunu arka arkaya Bak Şu Konuşana (Look Who’s Talking) ve Bak Bu Da Konuşuyor (Look Who’s Talking Too) filmlerinde bir bebeği seslendirerek gösterecekti. Zor Ölüm’ün devamını bekleyenleri de fazla bekletmedi ve 1990’da Zor Ölüm 2 (Die Hard 2) ile karşımıza çıktı. Bu film ilki kadar sevilmese de yine de hayranlarını hayal kırıklığına uğratmıyordu. Ancak sonraki bir kaç yıl Willis için çok iyi geçmeyecekti. Şenlik Ateşi (The Bonfire of the Vanities), Hudson Hawk gibi iddialı projelerin (üstelik ikincisi kendi projesi idi) gişede çökmesi, zaten
çok iddialı bir film olmayan ama Demi Moore ile beraber oynadığı için ilgi görmesi beklenen Ölümcül Düşünceler’in (Mortal Thoughts) de başarılı olamaması zor günler yaşattı belki ona ama Son Görev (The Last Boy Scout) ve Vuruş Mesafesi (Striking Distance) gibi orta karar aksiyon filmleri ile hayranlarına ulaşmaya devam ederken Billy Bathgate ile bir gangster filmini de kariyerine katıyordu. Bu dönemdeki belki de en başarılı filmi Ölüm Kadına Yakışır’da (Death Becomes Her) işin içine aksiyonu katmadan da komedi yeteneğini gösterme fırsatı buluyordu. Kendisini Bruce Willis olarak çok kısa bir rolde gördüğümüz Robert Altman şaheseri Oyuncu’yu (The Player) da unutmamak lazım ama rolü sadece bir cameo niteliğinde olduğu için filmin başarısını ona bağlamak mümkün değil elbette. Bu dönemi kapattığı söylenebilecek Gecenin Rengi (Color of Night) filmi ise hem film olarak hem de Willis’in performansı açısından çok kötü eleştirilere neden olacaktı. O dönem gişede de çöken bu film erotik içeriği ile ses getirmişti yine de ve sonradan video piyasasında önemli bir gelir getirdi. Anlaşılan filmi sinemada izlemeyenler, Jane March ve Bruce Willis’in çok konuşulan sevişme sahnelerini evde izlemeyi tercih etmişlerdi. Üst üste gelen bu başarısızlıklar ve orta karar başarılardan sonra 1994 yılında, Willis inandığı bir projede hem istediği yüksek ücretten feragat edebileceğini hem de gerçekten iyi bir oyunculuk performansı gösterebileceğini ispatlıyordu. Kariyerinde sadece bir film olan Quentin Tarantino’nun Ucuz Roman (Pulp Fiction) isimli projesine güveniyor ve filmin geniş oyuncu kadrosu içinde yer almayı kabul ediyordu. Filmin başrolünde değildi belki ama filmin bölümlerinden birinin onun karakteri üzerine kurulduğunu da unutmamak lazım. Herhalde bu filmde rol almasının ne kadar doğru bir tercih olduğunu burada vurgulamak gereksiz bir çaba olur. Aynı yıl gösterime giren Yaşamın İçinden (Nobody’s Fool), temel olarak bir Paul Newman filmi idi ama Willis açısından tıpkı Ucuz
Roman gibi projeye inandığında gayet düşük bütçeli filmlerde yan rollerde de oynayabileceğini ve gayet iyi performanslar verebileceğini gösteren bir yapımdı. Devam eden bir kaç yıl Willis için gayet verimli olacaktı. Önce John McClane karakterine geri dönen Willis gayet başarılı bir Zor Ölüm bölümü ile karşımıza çıkıyordu. Bu kez yanında Ucuz Roman’dan arkadaşı Samuel L. Jackson, karşısında ise eşsiz Jeremy Irons vardı. Bir kez daha ilk filmin yönetmeni John McTiernan’ın ellerine teslim edilen seri 3. filmi ile bir kez daha kıvamını buluyordu. Arkasından 4 yönetmenli Dört Oda (Four Rooms) projesinin Tarantino’ya ait bölümünde ufak ama keyifli bir rolle karşımıza çıkan Willis sonrasında Terry Gilliam’ın başyapıtı 12 Maymun’un
60
(Twelve Monkeys) başrolünde karşımıza çıkıyor ve ilk bilimkurgu filminde gayet iyi bir performans çıkarıyordu. Ama filmin başarısı Willis’in performansının çok daha üzerindeydi. Sonrasında Son Adam (Last Man Standing) ile bu kez Yojimbo’nun (ve dolayısıyla A Fistful of Dollars’ın) bir yeniden çevriminde rol alıyordu. Çok başarılı bir film olmasa da Willis’in performansında bir sorun yoktu. Sonrasında Beavis and Butthead serisinin sinema filmine sesi ile destek veren Willis’in önünde bir bilimkurgu daha vardı. Bu kez kamera arkasında Amerikan filmlerine öykünen bir Fransız olan Luc Besson vardı. Doğrusu bu kez Besson Fransız çizgi romanlarının havası ile Hollywood filmlerinin temposunu çok güzel harmanlamış ve ortaya hem eğlenceli, hem hareketli ve heyecanlı, hem de kimi yerlerden ödünç alınmış öğelerine karşın orijinal bir dünya tasarımı olan bir film çıkmıştı. Bugün Willis denince ilk akla gelen filmlerden birinin de 5. Güç (The Fifth Element) isimli bu film olmasına şaşmamak lazım. Hemen her yıl en az 2 filmle karşımıza çıkan Willis’in her filminin iz bırakmasını ummak hata olur. 97-99 arasında Willis orta karar aksiyon filmlerinden Çakal (The Jackal), Şifre Merkür (Mercury Rising) ve Kuşatma (The Siege) ile karşımızda oluyordu. Alan Rudolph’un Şampiyonların Kahvaltısı (Breakfast of Champions) da ilginç ama başarısız bir deneme olarak kalıyordu. Yine de Willis’i bu filmde kendisi için çok farklı bir rolü kabul ettiği için kutlamak lazım. Dönemin Willis açısından en popüler filmi ise Armageddon idi. Willis bu kez dünyayı bir göktaşının çarpmasından kurtarması istenen bir ekibin lideri olarak karşımıza çıkıyordu. Michael Bay’in bildik taktiklerini uygulayarak seyirciyi tavladığı bu film, eleştirmenlere göre gayet vasat bir filmdi ama çok iyi hâsılat yaptığını da unutmamak lazım. 1999 yılında Willis’in bir kez daha inandığı bir yönetmen ve inandığı bir proje ile karşı karşıya geldiği görüyoruz. Daha önce kariyerinde çok önemli bir film olmayan M. Night Shyamalan’ın yazdığı ve yönettiği Altıncı His (The Sixth Sense) filmindeki ölü insanları gördüğünü iddia eden bir çocuğa yardım eden psikiyatrist Malcolm Crowe rolü ona kariyerindeki en iyi eleştirilerden bazılarını getirecekti. Film de dönemine damga vuran filmlerden biri olacaktı. Bu başarının üzerine bir yıl sonra Shyamalan’ın yeni filminde başrolde yine Willis vardı. Karşısında ise Samuel L. Jackson. Ölümsüz (Unbreakable) adlı çizgi roman uyarlaması olmasa da o alanla yakın bağlantıda olan bu film belki Altıncı His kadar sansasyon yaratmadı ama en az onun kadar iyi bir filmdi. Willis’in performansı da yine gayet başarılıydı. 2000’li yılların ise Willis açısından çok parlak olmadığını görüyoruz. Yine hayranlarını sinemalara toplamayı başardı belki ama bu dönemdeki çoğu filmi geleceğe kalamayacak filmler oldu.
Bu dönemde aksiyon filmi olarak Şeref ve Cesaret (Hart’s War), Güneşin Gözyaşları (Tears of the Sun), Rehine (Hostage), 16 Blok (16 Blocks) gibi yapımlarda yer alırken, aksiyon ve komedinin iç içe geçtiği Komşum Bir Katil (The Whole Nine Yards) ve devamı Katil Komşum Geri Döndü (The Whole Ten Yards), Şanslı Slevin (Lucky Number Slevin) ve Haydut (Bandits) gibi filmlerini de bu dönemde gördük. Soderbergh’in Ocean’s Eleven’ında da oynaması söz konusuydu ama sonuçta devam filmi olan Ocean’s Twelve’de kendisini canlandırmakla yetindi. Seslendirme yapmaya da devam etti. Rugrats Go Wild ve Orman Çetesi (Over the Hedge) bu dönemde seslendirme yaptığı filmlerdi. Ama Willis’in 2000’leri boş geçirdiğini söylemek de yanlış olur. Yine bölümlere ayrılmış ve geniş bir oyuncu kadrosu barındıran Günah Şehri’nde (Sin City) bu kez Tarantino’nun kankası Robert Rodriguez ile beraber çalışacaktı. Aynı adlı çizgi romanın beyazperde uyarlaması olan bu film adeta çizgi romanı kare kare perdeye taşıyarak farklı bir tarz yaratıyor ve en iyi çizgi roman uyarlamaları arasında yerini alıyordu. Çoğunlukla sevdiği yönetmenlerin birden fazla filminde yer alan Willis’in, Tarantino ve Rodriguez’in ortak projesi olan Grindhouse’un Rodriguez ayağı olan Dehşet Gezegeni’nde (Planet Terror) de küçük ama etkili bir rolü vardı. 2007 yılında ise 12 yıl sonra yeni bir Zor Ölüm filmi daha karşımızdaydı. Bu kez yönetmen koltuğunda Len Wiseman vardı ve serinin fena olmayan filmlerinden biri ile John McClane karakterine hasretimizi gideriyorduk. Bir süredir sinemalarımızda görmediğimiz Willis’i bu ay bir başka çizgi roman uyarlaması olan Suretler filmi ile konuk edeceğiz. Bundan sonra ise sırada Kevin Smith yönetmenliğinde başrollerden birini üstleneceği aksiyon komedi A Couple of Dicks ve 80’lerin aksiyon starlarını birleştirecek olan Sylvester Stallone’nin yazıp yönettiği The Expendables filmindeki kısa rolü var. İrili ufaklı rollerde kimler yok ki bu filmde: Sylvester Stallone, Dolph Lundgren, Mickey Rourke ve hatta çok kısa bir rolde Arnold Schwarzenegger. Daha yeni kuşaktan Jet Li ve Jason Statham’ı da unutmamalı elbette. Sonuç çok başarılı olur mu, bilinmez ama bu isimleri beraberce görmek için izlenmesi gereken bir film gibi duruyor. Belli ki Willis daha uzunca bir süre bazen iyi, bazen kötü filmlerle perdelerimize konuk olmaya devam edecek. Bize de onu takip etmek düşüyor. Hasan Nadir DERİN www.sinemamanyaklari.com
62
HAYALET KÖPEK Size yıllar önce edindiğim ve bir daha kurtulamadığım bir lanetin öyküsünü anlatacağım. Olağandışı şeylere inanır mısınız bilmiyorum; ama eğer beynimde ömür boyu halüsinasyon görmeme neden olan bir hastalık yoksa ve deli değilsem bu anlatacaklarım doğrudur. 2008 yazıydı, yani on yıl önce. Haziran’ın sıcak günlerinden biriydi. On üç yaşındaydım o zamanlar. Haylaz mı haylaz bir çocuktum. Hatta haylazın ötesinde, her şeye zarar vermekten büyük zevk duyan bir şeytan gibiydim. Özellikle hayvanlara... Kedilerin kulaklarını kestiğim, karınca yuvalarını dağıttığım çok olmuştu. Gördüğüm tüm salyangozların kabuğunu kırar, yakaladığım kelebeklerin kanatlarını koparırdım. Eğer sinek yakaladıysam tüm bacaklarını tek tek cımbızla çeker, acı içinde kıvranmasını seyrederdim. Uğur böceklerini terlik pabuçla kandırmaz, doğrudan terlik pabuçla öldürürdüm. Sapanla vurduğum kuşlar bir daha uçamaz, bacaklarını kırdığım köpekler kaçamazlardı. Sadece hayvanlar mı? Hayır. Bana karşı çıkan veya dediklerimi yapmayan arkadaşlarımı da nasıl patakladığımı çok iyi hatırlıyorum. Çünkü hepsinden güçlüydüm ve onları dövmeye hakkım olduğunu düşünüyordum. Buna rağmen sokakların popüler çocuğuydum. Gelelim şu lanetin başlangıcına… Bir gün bizim sokaktaki bakımsız bir arsada kahverengi yavru bir köpek bulduk. Çok sevimli bir şeydi, en azından bizimkiler onun ne kadar sevimli ve tatlı olduğunu söyleye söyleye bitiremiyorlardı. Köpek hoplayıp zıplıyor, durmadan kuyruğunu sallıyordu. Onunla oynayan herkesin mutluluğu gözlerinden okunuyordu; ama ben kendimi mutlu değil yalnız hissediyordum. Diğer hayvanlara olduğu gibi o köpeğe karşı da en küçük bir sevgi duymuyordum. Aksine benim hiç görmediğim bir sevgiyi üzerine çektiğinden nefret duygusu sinsi sinsi tüm bedenimi ve düşüncelerimi sarmıştı. Bir kenarda, yerdeki karıncaları ağaç çöpleriyle ezerek can sıkıntımı gidermeye çalışıyorken yeni model bir çöp kamyonu sokağa girdi. Ve o şeytani fikir geldi aklıma.
*
*
*
Birkaç ay önce klasik gri çöp kutularını kaldırmışlardı bizim mahalleden. Yerine kapağı ayak pedalıyla açılan ve çok daha modern görünenlerinden koymuşlardı. Onlarla birlikte çöp kamyonları da değişmişti. Eski model aşırı gürültülü kamyonlar yerine, çöp kutularını vinç gibi kaldırıp içindekileri kutunun altındaki kapaklar sayesinde boşaltan modeller getirilmişti. Bu yeni kamyonların şovlarını izlemek gerçekten keyifliydi. Malum, çocuklar yeni şeylere meraklıdırlar. Kamyon arsanın önündeki kutuya yaklaşırken aklımdaki planı uygulamaya koyuldum. Koşa koşa eve gittim ve annem kapıyı açana kadar parmağımı zilden çekmedim. Kapının açılması uzun sürmedi. “Anne, çabuk poşet ver, büyük olsun…” dedim yerimde zıplarken. “Ne oldu oğlum, niye istiyorsun poşeti?” “Anne, çabuk ya, anlatamam şimdi. Büyük poşet olsun ha.” “Tamam, tamam.” Annem söylenerek içeri gitti ve tam istediğim gibi bir poşetle döndü. Onu kaptığım gibi koştura koştura apartmandan çıktım. Çöp kamyonu daha yeni kaldırıyordu kutuyu. Bizimkiler ilgiyle izliyorlardı. Köpek de yanlarındaydı; ama kamyon gidene kadar az önceki ilgiden yoksun kalacaktı. Bu da benim planım için çok uygun bir durumdu. Kamyon kutuyu en üst noktaya kaldırırken harekete geçtim. Poşetin ağzını açarak köpeğe yaklaştım. Elimle yere vurunca köpek beni fark etti, kuyruğunu bir sağa bir sola savurarak önüme geldi ve elimi koklamaya başladı. Onu yakaladığım gibi siyah poşetin içine attım ve ağzını sıkıca kapadım. İnledi, havladı, umursamadım.
63
Köpeğin sesini duyan çocuklar bana döndüler ve poşette bir şeyin kıpırdandığını görünce ne yaptığımı anladılar. “Bıraksana köpeği,” dedi Buğra isimli bir çocuk. “Hadi oradan, sanki senin köpeğin,” dedim. Bu sırada çöp kamyonu kutuyu boşaltmıştı. Birazdan yere indirecekti. Kamyonun, kutuyu indireceği yere yaklaştım. “Boğulacak lan köpek, bırak şunu,” dedi Buğra. Yine umursamadım. Elim boş olsaydı küfürlü bir hareket yapacaktım; ama iki elimle de poşeti tutmaktaydım. Bu arada, kamyon kutuyu indirmeye başlamıştı. Buğra bana doğru hamle yapıp poşeti elimden kapmaya çalıştı. Sıkıca tuttuğum için başaramadı. Çocuğu tekmeyle ittirdim. Arkasına düştü. Dirseğine baktı, hafiften kanıyordu. Çöp kutusunun neredeyse yere indiğini son anda gördüm. Elimdeki poşeti hızla kutunun altına attım. Ve kutu bir saniye sonra tok bir sesle yere indi. O kadar ağırdı ki, altında ezilen kanlı canlı köpeğe rağmen hiçbir şey yokmuş gibi betona oturdu. Kahkahalarla gülmeye başladım. Diğer çocukların kimi çığlık atıyor, kimi ağlıyordu. Dirseği yaralanan Buğra, beni annesine şikâyet etmekle tehdit ederek uzaklaştı. Arkasından ettiğim küfrü de hatırlıyorum; ama bunu söylemeyeceğim. İşte bu noktada anım yok oluyor. O andan sonra gün boyunca ne olduğunu hatırlamıyorum. Ama o gece yarısını çok iyi hatırlıyorum.
*
*
*
Ranzanın üst katında ter içinde uyandım o gece. Nefes nefeseydim. Kâbus görmüş olmalıydım. Atletimi kontrol ettim, düşündüğümden de ıslaktı. Değiştirsem iyi olacaktı. Yorganı üstümden konserve kapağı açar gibi attım ve doğruldum. Yandaki merdivenlere ayağımı koymuştum ki aşağıda gördüğüm şeyle donakaldım. Üstümdeki ter adeta buz parçacıklarına dönüştü. Bembeyaz bir köpek şekli odanın ortasında duruyordu. Işık yayıyordu; ama odayı aydınlatacak kadar değildi. Nasıl desem… Fosfor sürülmüş gibiydi. Önce gözlerimi kocaman açarak, sonra da yok olması umuduyla sürekli kırparak köpeğe bakarken başı yavaşça bana doğru döndü. Gözü veya diğer ayrıntıları belli olmuyordu ama bana baktığından emindim. Tir tir titreyerek ayağımı merdivenden çektim ve aceleyle yorganın ucunu aradım. Bu sırada gözümü öyle sıkı kapatmıştım ki, ağrımaya başlamışlardı. Nefes nefese, gümbürdeyen kalbimin sesini kulaklarımda hissederek aradım yorganı. Sonsuzluk kadar uzun bir süre sonra bulmayı başardım ve üzerimi olanca çabuklukla kapattım. Bütün vücudumla yorganın altındaydım şimdi ve hava giren tüm boşlukları kapatmaya çalışıyordum. Eminim, dışarıdan görünüşüm bir yaprak sarması gibiydi. Nasıl olduysa bir şekilde uyumayı başarmışım. Çünkü sabah kalktığımda başım yastıkta, üstüm normal bir şekilde örtülüydü. Gün boyunca gece gördüklerimin rüya olup olmadığını düşündüm. Ama bir türlü kesin bir karara varamadım. O gece üzerimi düzeltenin annem olup olmadığını da kendisine soramadım. Vereceği cevaptan korkuyordum belki. Ya beni yorganın altında ter içinde bulduğunu söyleseydi… Bir bakıma o köpeğin rüya olmadığını…
*
*
*
Tam üç yıl onu o gece gördüğüme yarı inanarak geçirdim. Hiçbir zaman gece ranzadan aşağı bakmaya cesaret edemedim. Ama o üç sessiz yılın ardından yine karşıma çıktı. Yıl 2011’di ve ben on altı yaşında azılı bir lise öğrencisi olmuştum. Artık hayvanlarla uğraşmak gibi basit işler yapmıyordum. Yeni görevim okul serseriliğiydi. İnsanlara bulaşmak böceklerle uğraşmaktan daha zevkliydi. Çünkü insanlar tepki veriyorlardı. İnsan yaptığı şeylerden dolayı bir tepki görmek ister, değil mi?
64
Kendi odamda ders çalışma bahanesiyle ertesi günkü sınav için kopya hazırlıyordum. Normalde yanımdakilerden çekebilirdim ama önceki sınavda yakalandığım için öğretmenler elbette daha dikkatli olacaklardı. Bundan sonra kendi kopyamı kendim hazırlamak zorundaydım, en azından bir süre. Masamda küçük kâğıtlara ufacık yazıyla gerekli olabilecek bilgileri yazarken göz ucuyla sağ tarafımda bir şey gördüğümü sandım. Ne olduğunu anlamak için refleksle o yana döndüm ve üç yıl öncekinin daha da üstünde bir korkuyla sıçradım. Küçük beyaz köpeğin beyaz silueti oradaydı ve bana bakıyordu. Gözlerimi ovuşturdum, sımsıkı kapayıp açtım; ama görüntü yok olmadı. Panikle yerimden kalktım. Dizimi masanın köşesine fena halde vurup sendelesem de hızım kesilmedi. İki saniye sonra oturma odasında babamla karşı karşıyaydım. Onun bendeki bu paniğin sebebini sormasını bekledim bir an ama bunu yapmadı. Her zamanki gibi televizyonun karşısındaki çekyatta uzanmış, açık televizyonun gürültüsünü umursamadan uyuyakalmıştı. Annem zaten mutfaktaydı. Üzerimdeki aşırı panik hali, babamın bu doğal durumunu görünce azaldı. Bu da dizimdeki acıyı tüm kuvvetiyle hissetmeme sebep oldu. Bir an önce buz koymazsam fena halde şişecekti. Mutfağa yürüdüm, anneme dizimi masanın köşesine çarptığımı söyledim. Annem dikkatsizliğime söylenerek buzdolabından birkaç kalıp buz aldı ve şeffaf bir poşete koyup elime tutuşturdu. Dizime koyduğum buzun soğukluğu üzerimdeki panik duygusunu da alır gibiydi. Bu da beynimin, mantık dişlilerini çalıştırmasını kolaylaştırıyordu. İlk düşündüğüm, az önceki görüntünün bir hayal olabileceğiydi. Ama o kadar gerçekçi ve sürekli bir hayalin olup olamayacağını bilmediğimden kendimi ikna edemedim. Üstelik daha önce de aynı şeyi yine görmüş ve bir şekilde üstesinden gelmiştim. O köpeği çöp kutusunun altında ezmek vicdanımda bir yara açmış olmalıydı ve bu nedenle iki seferdir tuhaf halüsinasyonlar görüyordum. Bundan ötesini düşünmeye gerek duymadan televizyon karşısına geçtim ve pek de ne izlediğimin farkında olmadan o koca plazma ekrana baktım. Kopya yazma işi yatmıştı, uyuyana kadar odaya gitmeyi bile düşünmüyordum. Hatta uyumak için gidip gidemeyeceğimden de emin değildim. Neyse ki normalden biraz daha geç de olsa cesaretimi toplayabildim. Ranzanın üst katına hızla tırmanıp yorganı üstüme çektim ve gözlerimi sıkı sıkı kapatarak uyumaya çalıştım. Ranza diyorum da, sanırım bir kardeşim olmamasına rağmen odamda neden ranza olduğunu söylemeyi unuttum. Aslında bir kardeşim vardı. Ben on yaşındayken onu kaybettik. Henüz dört yaşındaydı ve bir kaza sonucu öldü. Her ne kadar onu düşününce içim sızlasa da ölenle ölünmüyor. Her neyse üzerimdeki lanete geri döneyim.
*
*
*
Ertesi sabah uyandığımda o hayalet köpeği bir daha görmek gibi bir sorunum pek yoktu. Onun hayal olduğuna kendimi inandırmayı başarmıştım. Alarm sesiyle kalktım, kahvaltımı yaptım, okuluma gittim, sınavımı oldum ve sıfır almayı garantileyip eve geldim. Ne olduysa o akşam hava karardıktan sonra oldu. O beyaz hayalet köpek tekrar karşıma çıktı. Üstelik çok kötü bir yerde: banyoda. Hafta ortasıydı ve banyo yapıyordum. Islık çalarak şarkı söyler ve sabunlanırken banyo kapısının hemen önünde onu fark ettim. Önce bir türlü engelleyemediğim panik duygusu sardı vücudumu. Bu kez gözümü köpekten ayırmamaya çalıştım. Zaten kaçacak yer yoktu. Kapıyla aramdaydı ve ben epey uygunsuz bir durumdaydım. Av sırasında vahşi bir ayıyla karşılaşan ve onun kendisini fark etmesini istemeyen bir avcı gibi kıpırdamadan seyrettim köpeği. Küçük bir şeydi. Rengi dışında çöp kutusunun altında ezdiğim köpeğin aynısıydı. Kulaklarının biçimini bile hatırlıyordum. Kafası bana dönüktü, yüzüme bakıyor olmalıydı. Birkaç saniye kıpırdamadan öylece durdu. Bu haliyle bir köşeye konulsa beyaz bir heykel sanılabilirdi. Sonra kuy-
ruğunun kıpırdadığını gördüm. Tıpkı o gün benim elimi koklarken yaptığı gibi bir sağa bir sola sallamaya başladı. Ve bembeyaz bir dil sarktı ağzından. Sonra nefesini duymaya başladım. Artık yanılmak imkânsızdı. Bu oydu işte. Öldürdüğüm köpeğin hayaleti. Ya bu gerçeği kabul edişimin verdiği rahatlık, ya da vücudumun salgılayabileceği miktarda adrenalini tüketmiş olması nedeniyle artık o kadar büyük bir panik hissetmiyordum. Şimdi başka bir korku peyda olmaya başlamıştı: Bu köpek benden ne istiyordu, bana bir şey mi yapacaktı? Ama bunun cevabını o an için alamıyordum. Dakikalardır birbirimize bakıp duruyorduk. Sonunda ses tellerim bir cümle kurmayı başarabildi: “Ne istiyorsun?” Köpek havladı. Tek bir kez. Mutlulukla. Sonra kuyruğunu daha da hızlı sallamaya başladı. Bu kadarı yeterliydi, artık onun gerçekliğinden emindim ve gitmesini istiyordum. Gözümü kapatıp açtım, hâlâ oradaydı. Küvetin perdesini çekip banyoma devam ettim ve bittiğinde artık orada olmadığını gördüm. Halden anlayan bir hayaletti anlaşılan.
*
*
*
O günden sonra onunla sık sık karşılaştım. Başlarda aniden belirmesi ödümü koparıyordu; ama nasılsa sonradan alıştım. Görmezlikten gelerek kurtulabileceğimi düşündüm, olmadı; def olup gitmesini söyledim, olmadı. Ne yaparsam yapayım karşıma çıkmaktan bıkmıyordu. Neyse ki uzun süreli yanımda kalmaya niyetli olmuyordu. Beş ya da on dakika etrafımda dönüp dolaşıyor, sonra yok oluyordu. Bunu bir iki arkadaşa başkasının başına gelmiş gibi anlattım, gülüp alay ettiler, seni keklemiş, dediler. En yakın dediğim arkadaşım bile böyle dedi. Bu yüzden de kimseye açıkça söyleyemedim. O köpek yüzünden yaşadığım dalgınlık annemler tarafından âşık olduğum yönünde anlaşılıyordu ki buna sinir oluyordum. Annemlerin imalarına sert tepki verince neden böyle davrandığımı soruyorlardı ama cevap veremiyor, belki de karşılarında kızarıyordum. Bunun sonucu olarak aşk acısı çektiğime daha da fazla inanıyorlardı. Hatta bir keresinde eve geldiğimde babam rakı sofrasını kurmuş, gel dertleşelim gibi şeyler söylemişti. Ve o sırada on dakikadır peşimden gelen köpek bacaklarıma sürtünmekteydi. Evet, bana o derece yaklaşabiliyordu artık. Onun tüylü bedenini hissedebiliyordum. Ama o buz gibi his beni adeta yerime çiviliyor ve tir tir titrememe sebep oluyordu. Binlerce kez yalvardım varlığından pek de emin olamadığım Tanrı’ya. Şu hayaleti başımdan almalıydı, yoksa delirecektim. Ama yanıt yoktu, icraat yoktu…
*
*
*
Ve bugün size geldim doktor bey, çünkü bugün çok daha fena bir şey oldu. Aklımı kaybetmeme sebep olacağından korktuğum bir şey. Belki siz kurtarırsınız beni bu dertten. İlaç verirsiniz, hipnoz yaparsınız, ne bileyim bir şekilde bu hayaletleri başımdan alırsınız. Sonuçta göreviniz bu. Bugün ne mi oldu? Köpek bu kez yalnız gelmedi. Yanında paytak paytak yürüyen sevimli bir çocuk da vardı. Una bulanmış gibi bembeyaz ama yine de her ayrıntısı seçilebilecek kadar net. Gelip bacağıma tutundu ve o ince sesiyle, “Abi beni salıncağa götür,” diye söylendi. Yıllar oldu o sesi duymayalı, ama tanıdım. O kardeşimdi. Daha dört yaşında ölen kardeşim. Ranzanın alt katının sahibi. Bir çözüm bul doktor. Onun o sesini her gün duymak istemiyorum. Bu beni deli eder. Mahvolurum. Bir çözüm bul! Lütfen!
Genç adamı dikkatle dinledi doktor. Hiç araya girmedi, sesini bile çıkarmadı konuşması bo-
66
*
*
*
yunca. Sadece önündeki bir deftere bakıp durdu. Genç fark etmese de nefes bile almamıştı - ki bu onun için normal bir şeydi. “Tüm anlattıklarını dinledim ve elimdeki bilgilerle karşılaştırdım. Bazı şeyleri dosdoğru anlatmakla beraber yalan da söyledin,” dedi. Sesi sakin ve duygusuzdu. Hatta fazla sakin ve fazla duygusuz. Genç, yarı uzanmış olduğu psikolog koltuğunda doğruldu. Şüpheyle karşısındaki adama baktı. “Örneğin,” diye devam etti doktor. “Kardeşini kimin öldürdüğünü biliyorsun. Onun salıncakta sallanma isteğine sinirlenip salıncağı tüm gücüyle ittiren ve düşmesine sebep olan kimdi? Kardeşinin durman için yalvaran sesini hatırlamıyor musun? Tabii ki hatırlıyorsun, çünkü burada her şeyi hatırlarsın. Yüzünde oluşan o sinsi gülümsemeyi de, onu korkutmak için tüm gücünle salıncağa abandığını da biliyorsun. Onun başını taşa çarpıp ani bir beyin kanamasından ölmesine sebep olanın bizzat sen olduğunu da. Sonra annenlere salıncak çarptı diye yalan söylemiş olman belki hayatının zehir olmasını engelledi; ama burada bir işe yaramaz. “En azından o köpeğe yaptıklarını doğru anlattın, takdir ediyorum. Ama elimdeki defterde, ki biz buna Amel Defteri deriz, tüm olanlar açık şekilde görünüyor. Bu arada kardeşin öldüğünde on değil on üç yaşındaydın. Yani köpeği öldürmenden sadece üç ay önceydi. Ve yaptıklarından sorumlu olmaya başlamıştın. “Şu siren seslerini duyuyor musun? Kapının hemen dışındaki cesedini almaya geliyorlar. E, ben de artık öbür tarafa götürmesi için Azrail’e izin vermek zorundayım.” Genç adamın şaşkınlık ve dehşet içinde kıvranan ruhunu almaya gelen bir karaltı göründü. Bu karaltı, onu yukarıya değil, aşağıya doğru götürecekti. Uzunca bir süre için. Gökcan ŞAHİN
ESİR KANI I. BÖLÜM
Kahdan Kasabası’nda herkes için sıradan bir gündü. Hava, öğlen ve güneş tam tepede olmasına rağmen kurşuni rengindeydi. Gri bulutlar güneş ışınlarına geçit vermeyip yeryüzünü kasvetli bir gölgeye sarıyordu. Bu hava kasabadaki kölelerin yüzüne de yansıyordu. Kölelerin her biri zincirle diğerine bağlanmıştı ve uzun bir sıra halinde ilerliyorlardı. Çıplak ayaklı, paçavralar içindeki esirler iri muhafızların aşağılamalarıyla, kasabanın çevresine yapılmakta olan sura taş taşıyordu. Çoğu muhafızın üzerinde yalnızca tüylü, dizine gelen şortlar ve botlar vardı. Kafalarında ise kurt kafasından miğferler duruyordu. İri ve kaslıydılar. Ellerindeki kırbaçlar her an savrulmaya hazırdı. Aixon’un taşıdığı taş ağırdı, zorlukla taşıyordu. Sura ilerlerken zincirle bağlandığı önündeki yaşlı adam inliyordu, elindeki taşı daha fazla taşıyamayacağı belliydi; zayıf ve güçsüz kolları titriyordu. Birkaç adım daha zorlukla ilerledi ve düşürdü. Onları izleyen muhafız hemen adamın yanına geldi ve toplu kırbacını açtı. “Seni Ork pisliği!” diye bağırdı ve kırbacını havayı yararak adamın sırtına savurdu. Adamın zaten yırtıklarla dolu olan paçavrasında bir yırtık daha açıldı. Esirin derisinde çapraz uzun bir kan çizgisi belirmişti. Köle acıyla haykırdı. Muhafızın sakallı ve bıyıklı yüzünde gaddar bir gülümseme belirdi, yaşlı adamın ayak bilekliklerini anahtarıyla açtı. Adam köle bakıcısının yüzüne korkuyla bakıyordu. Muhafız aynı gaddar şekilde gülümsedi ve kirli dişlerini gösterdi. “Kıpırdama,” dedi yaşlı köleye. Esirin yüzü korkuyla buruşmuştu, başına ne geleceğini tahmin ediyordu. “Lütfen yapmayın!” dedi. “Yalvarı–” “Kes sesini!” diye gürledi muhafız. Kölenin arkasına geçti, sağ dizinin arkasına sert bir tekme attı. Yaşlı köle, bir iniltiyle tek dizinin üzerine çöktü. Muhafız, boştaki eliyle sapının biraz uzağından kırbacını tuttu. İki elinin arasında kalan bölümü kölenin ön boynuna getirdi ve doladı. Sağ ayağını kölenin sırtına bastırarak köleyi boğmaya başladı. Yaşlı adam önce boğuk sesler çıkardı, ardından ellerini kırbacı çıkarmak için boynuna getirdi, ama boşunaydı. Bu birkaç saniye daha sürdü. En sonunda yaşlı adamın gözleri kapandı, boynu öne düştü. Muhafız onu bırakınca adam çimlere yüzüstü yığıldı. Bu sırada köleler durmuş, olayı izliyordu. Muhafız onlara döndü, “İşinize, haydi!” diye bağırdı. Esirler ölen adamın yanından yürümeye başladılar. Kölelerin bazılarında korkmuş veya dehşete düşmüş ifadeler vardı. Bazılarıysa öfkeyle gözlerini kısmıştı. Aixon’un yüzünde hiçbir duygu yoktu. Ne korku, ne dehşet, ne de öfke. O artık alışmıştı. Aylardır sürgündeydi. Yıkılmış ve ele geçirilmiş Cyran Krallığı’nın bir ucundan diğerine sürüklenip sonunda Kahdan Kasabası’na gelmişti. Burası krallığın güneydeki son sınır kasabasıydı. Kral Vanj, başkent Sevu’nun düştüğü savaşta kahramanca savaşarak ölmüştü. Kral Zarrand tüm krallığı ele geçirmişti. Kuzeyden gelen insan Kral Zarrand daha şimdiden kendine yakın tüm krallık ve kabileleri işgal etmiş ve emri altına zorla sokmuştu. Ele geçirdikçe güçlenmiş, zenginleşmişti. Bunun sonucunda ordusunu gittikçe büyütmüştü. Askerlerinin tamamı insandı. Ele geçirdiği yerlerdeki işe yarayabilecek insanlar köle bakıcıları tarafından seçilip çalıştırılıyordu. Bazı güçlü ve iş yapabilen esirlerse krallığın bir yerinden diğerine sürülüyordu. Aixon da bunlardan biriydi. Kral Zarrand Cyran’ı tamamen ele geçirmeden önce ülkenin kuzey sınırında yaşıyordu. Şimdiyse en güneydeydi.
68
*
*
*
Gün bitip köleler barakalarına çekildiğinde alacakaranlık çökmüştü. Barakalar tamamen ahşaptandı. Eski yataklarda çarşaf, yastık hiçbir şey yoktu. Kulübeler tahtakurusu yuvasıydı. Yatakları ve duvarları kemiriyor, açılan deliklerden kışın soğuk rüzgârının girmesine sebep oluyorlardı. Aixon yatağına oturdu. Derin bir nefes alıp etrafına bakınmaya başladı. Saçları uzundu ve kahverengiydi. Gözleri ise ilginç bir şekilde griydi. Aylardır esir olarak çalışmaktan diğer birçok esir gibi onun vücudu da kaslaşmış ve yapılanmıştı. İnsan standartlarına göre orta boyluydu. Uzun siyah saçlı bir adam yanına geldi. “Hemen yatacak mısın?” dedi ve hafifçe gülümsedi. “Biraz laflarız diye düşünmüştüm.” Aixon da gülümseyerek “Balok… Yatmayacağım elbette. Gel.” Balok, Aixon’un yanına oturdu. “Şu yaşlı adam,” – yüzünü buruşturdu – “onu tanıyordum.” “Nereden?” “Bir asker arkadaşımın babasıydı. O arkadaşım da ilk kuşatmada ölmüştü.” Aixon başını üzüntüyle sağa sola salladı. Sonra kaşları şaşkınlıkla yukarı kalktı. “Asker arkadaşın mı? Sen orduda mıydın?” “Evet.” “Bana bundan hiç bahsetmemiştin.” “Kuzeydeki kuşatmada, her şeyin ilk başladığı zaman Matuv’la birlikte savaşmıştık. O ölmüştü, bense yaralıydım. Düşman çok kalabalıktı. Zarrand’ın saldırısıyla çok kişi katledildi. Kalanlar çok az kişiydi. Ölümcül yarası olmayanlar daha da azdı. Yakında ölecek olanları zaten sağ bırakmadılar. Bizleri esir aldılar. Bugün ölen adam da Matuv’un babasıydı. Sanırım artık onun soyundan kimse kalmadı.” Aixon içini çekti. “Üzücü. Yani sen önceden Jark’ta mıydın?” “Evet. Sen nerede yaşıyordun?” “Telak’ta.” Balok’un gözleri şaşkınlıkla büyüdü. “Telak! Bize çok yakınmışsın.” Aixon hafifçe gülümsedi. “Evet.” Balok konuşmaya devam etmeden önce duraksadı. “Sana bir şey soracağım ama hoşuna gitmezse cevaplama…” Aixon merakla Balok’a baktı. “Sor,” diye teşvik etti. “Ailene ne oldu? Telak’ın yakılıp yıkıldığını duydum.” Aixon’un meraklı bakışları bir anda kayboldu. Yüzünü Balok’tan çevirip önüne bakmaya başladı. Gri gözlerinde donuk bir ifade vardı. “Annem…” bir an duraksadı. Balok’un yüzüne endişe gelmişti. “Özür dilerim, söylemiştim istemiyorsan cevaplama.” “Öldü,” diye yarım kalan sözünü bitirdi Aixon. “Babama ne olduğunu ise aslında bilmiyorum… Kasabaya girdiklerinde tarlayı sürüyorduk. Bir tarlamız vardı, her şey çok çabuk oldu. Etrafımızı sardılar, eğer direnseydik bizi kesin bir şekilde öldürürlerdi. Zaten ne yapabilirdik ki? Annemi öldürdüler. Beni ve babamı aldılar. İkimizi ayırdılar, onu nereye götürdüklerini bilmiyorum. Ne yaptıklarını da…” Balok üzüntüyle içini çekti. Elini Aixon’un omzunun üzerine koydu. “Üzülme, belki esir olarak hâlâ hayattadır. Tarlada olduğunuzu söyledin, yani baban iş yapabilir durumda, ona bir şey yapmamışlardır.” Aixon acı bir şekilde güldü. “Onların bunu yapmak için bir sebebe ihtiyacı yok.” Sonra Aixon’un gözlerindeki donuk ifade kayboldu. Balok’a döndü, “Peki senin ailen? Onlara ne oldu?” Balok’un yüzü kederlendi. Aixon’a baktı. “Onlar–” birden sözü kesildi. Dışarıdan bağırışlar gelmeye başlamıştı. Barakadaki herkes konuşmalarını aniden kesip dışarıya dikkat kesildi. Sessizlikte dışarıdan gelen sesler daha iyi duyulmaya başlanmıştı. İnsanların haykırışları ve çığlıkları vardı. Daha sonra bunlara kılıcın kılıca vurma sesleri de eklendi. Sonra havayı yaran okların vınlaması geldi. Dışarıda birçok insan haykırdı. Birkaç ok baraka-
nın tahta duvarına ve kapısına saplanıp kaldı. Daha bunun üzerinden bir saniye geçmişti ki kapı zorlanmaya başladı. Eski paslanmış menteşeler yerlerinde oynuyordu. Kapıya ardı ardına vuruldu, basit kilit kırıldı ve düştü. Birden herkes ayağa kalktı ve birbirleriyle heyecanlı bir şekilde konuşmaya başladı. Kuvvetli bir darbe daha indi ve kapı gümbürtüyle açıldı. İçeriye tiz cıyaklamalarıyla Goblinler doluşmaya başladı. İnsanların üzerine atlamaya başladılar. İçeri giren ilk Goblin en yakındaki yaşlı adamın üzerine atladı. Adam tepki veremeden yaratık kısa kılıcını karnına sapladı. Esir bir haykırışla yere yığıldı. Sonra köleler tek tek katledilmeye başlandı. Bir kölenin kafasına dikenli Goblin sopası geldi ve adamın yüzündeki deliklerden havaya kan sıçradı. Başka bir yaratığın mızrağı kurbanının bacağına saplandı ve genç köle feryat ederek yere yığıldı. Esiri yaralayan iri yapılı pis Goblin eğri büğrü mızrağını gencin göğsünün ortasına sapladı. Kanlı mızrağını çekerken yüzünde kötülük dolu bir çarpılma vardı. Köleler silahsızdı ve sayıları gittikçe azalıyordu. 40 kişilik barakada 20’den az kişi kalmıştı. Balok etrafına baktı. Yerler ve duvarlar kana bulanmıştı. İnsan cesetleri artıyordu. Acı dolu feryatlar devam ediyordu. Balok, “Onlara karşı silahsızız yakında herkes katledilecek. Buradan çıkmalıyız,” dedi. Aixon duruma bakıp, düşünüyordu. Kapıya uzak bir kuytudaydı yatağı. Ama her an oraya da gelebilirlerdi. Bunu düşünmesiyle birlikte Balok’un sesi düşüncelerini böldü. “Buraya geliyorlar! 3 kişi. Silahsız dövüşebilir misin?” Aixon Goblinlere bakıyordu. Gri gözleri onlara kenetlendi. Yüzü ifadesizdi. “Elimden geleni yapacağım,” dedi sakin bir sesle. * * * Goblinler kısa mesafeyi çabucak aşıp ikilinin yanına geldiler. Biri Aixon’nun önüne, diğeri Balok’un karşısına, sonuncusu da tehlikeli bir şekilde ikisinin ortasında durdu. Aixon’un önündeki tipik bir Goblindi. Kahverengi derisi ve aynı renk kılları vardı. Ortalama insan boyundan daha kısa, bir cüceden ise daha uzundu. Gözleri küçük ve sarıydı. Sağ elinde kısa ve enli bir pala vardı. Aixon kaslarını hazır olmak için gerdi ve dizlerini hafifçe büktü. İlk hamleyi Goblinin yapmasına izin verdi. Yaratık palayla Aixon’un göğsüne bir saplama hamlesi savurdu. Aixon sağa sıçrayıp kurtuldu. Durmadan tekrar sola sıçradı ve düşmanının öne çıkan kolunu sol eliyle yakaladı. Sertçe asıldı ve yaratık öne sendeledi. Aixon yaklaşan Goblinin yüzüne sağ eliyle hızlı bir yumruk attı. Yaratık darbenin etkisiyle sersemleyip sallandı. Aixon ortadaki Goblinin hâlâ kendisine saldırmamasını fırsat bilerek karşısındaki yaratığın işini bitirmek için harekete geçti. Rakibinin boynunu tuttu ve bacağını onun bacaklarının arkasına getirdi. Yaratığı boynundan tutarak ittirdi ve Goblin sırt üstü yere düştü. Aixon Goblinin pala tutan parmaklarına eliyle acı verici bir baskı yaptı. Yaratık, tiz bir şekilde ciyakladı ve parmakları gevşedi. Aixon silahı kolaylıkla çekip aldı. Silahı sağ eline geçirdi. Goblin panikle geri çekilmeye çalıştı. Aixon çok kısa bir süre baktı. Palayı göğsüne sapladı. Yaratık son nefesini çığlık atarak verdi. Aixon kanlanan palayı çıkardı ve hemen Balok’a döndü. Balok çok zor durumdaydı. İki Goblin tarafından sıkıştırılmıştı. Sürekli eğiliyor, kaçıyor, üzerine gelen paslı bir mızrak ve küçük, tek başlı bir baltadan kurtulmaya çalışıyordu. Silahsızdı. Tüm bunlara rağmen çok iyi direnmişti. Çevik ve dayanıklıydı. Gene de birçok yara almıştı. İrili ufaklı kesikler kanıyordu. Aixon hemen oraya gitti. Ayak sesini duyan mızraklı Goblin yanına döndü ve üzerine gelen palayı son anda gördü. Kısa pala Goblinin göğsüne saplandı, ilerledi ve kaburgalarından birini çentti. Goblinin nefesi kesildi, öylece kalakaldı. Aixon silahı çekip çıkarttı ve paladan üzerindeki paçavraya Goblinin kahverengimsi kanı sıçradı. Goblin, inleyerek yere yığıldı. Aixon geriye kalan tek Gobline baktı. Aslında o da yoldaşının aniden saf dışı kalmasına şa-
70
şırmıştı ve Aixon’a bakıyordu. Ama bu şaşkınlık anı ona pahalıya mal oldu. Balok Goblinin bacaklarının arasına bir tekme attı. Yaratık zayıf bölgesini tutarak bağırdı. Balok hemen ardından yüzüne yumruğunu geçirdi. Goblinin kafası darbenin etkisiyle yana savruldu ve yere düştü. Balok tam Goblinin üzerine atlamadan önce Aixon ona seslendi. Yoldaşı dönüp baktı. Aixon kısa palayı ona fırlattı. Balok silahı yakaladı ve Gobline döndü. Yaratık, yediği yumruğun etkisinden tam olarak kurtulamamıştı. Kurtulamadı da. Çünkü kısa pala Goblinin boğazını yarıp deşti. Balok silahı çekti. Aixon’a döndü. “Hadi gidelim!” dedi. Aixon başıyla onayladı. Etrafa bakındı. Artık insanlardan pek kimse kalmamıştı. Diğer Goblinlerin onları görüp üzerine atlaması çok yakındı. Aixon bir an ölen ve ölürken çığlık atarken insanlara baktı. Acı içinde feryat ediyorlardı ve kesin bir darbeyle susuyorlardı. Tam bir katliam vardı. Aixon’un kalbi acıyla burkuldu ve yüzünü buruşturdu. Artık onların kaçabileceği tek bir açıklık vardı. Son insanlar da ölmek üzereydi ve sıra onlara gelecekti. Aixon “Hadi!” dedi ve Balok’la birlikte kargaşanın arasından koşmaya başladılar. Cıyaklayan Goblinlerin arasından geçtiler. Kısa bir süre bir koşuştan sonra – köle barakaları büyük yapılar değildi – kapıya yaklaşmışlardı ki kanlı gözleri olan sıska ve kısa bir Goblin Aixon’un karşısına dikilip mızrağını ileri geri sallamaya başladı. Yaratık eğri mızrağıyla Aixon’un karnına doğru saplama yaptı. Aixon, sağ ayağını sol ayağının arkasına atıp vücudunu yan çevirdi. Mızrak karnının önünden havayı yararak geçti. Aixon hızla hareket etti. Yanlamasına bir adımla Goblinin yanına geldi ve yüzüne sert bir yumruk vurdu. Yaratık acıyla bağırdı ve geriye sendeledi. Aixon hemen Goblini iki eliyle mızrağından yakaladı. Mızrağın altından yaratığın karnına bir tekme attı. Düşmanı tekmenin etkisiyle geriye savrulurken Aixon mızrağı kendine çekti. Yaratığın elleri iki yönlü kuvvete dayanamadı, elleri mızrağı bıraktı ve sırt üstü yere düştü. Aixon ele geçirdiği Goblinin mızrağıyla birlikte hızlı iki adımla yerdeki düşmanının yanına vardı ve mızrağı sapladı. Goblinin gözleri tiz bir çığlıktan sonra kapandı. Aixon mızrağı çekti ve Balok bağırdı “Hadi gidelim! Peşimizdeler!” dedi ve koşmaya başladılar. Barakadan çıktılar. Goblinler her yerdeydi. Dört bir yanda köle bakıcıları ve askerler Goblinlerle savaşıyor, yerde cansız bedenler yatıyordu. Koşmaya devam ettiler. Arkalarında onları takip eden Goblin güruhunun sesi geliyordu. Aixon, “Surun olmadığı yere gitmeliyiz!” dedi. Balok onayladı ve birlikte kasabanın güneydoğusuna döndüler. Savaşan bir grup insanla Goblinin yanından geçtiler ve bir evin köşesini döndüler. Surun yapılmamış bölümü görünmüştü. Normalde orası büyük dikenli tellerle çevriliydi. Ama şimdi, Goblinler tellerin büyük bölümünü parçalamıştı ve kasabadan dışarı açılan geniş bir boşluk vardı. Orada da bir grup Goblinle insan askerler savaşıyordu. “Kargaşadan fark edilmeden geçebiliriz,” dedi Balok. “Evet. Ama ben olaysız geçebileceğimizi sanmıyorum.” “Ben de,” dedi Balok. Sessizce ilerlemeye başladılar. Birkaç adım gitmişlerdi ki Aixon birden durdu. Balok soran gözlerle ona baktı. Aixon mızrağını Balok’a uzattı ve fısıltıyla konuştu. “Palayı daha iyi kullanabilirim, değiştirelim.” Balok başıyla onayladı. “Tamam.” Silahlarını değiştirdiler ve ikisi de kendi silahını sağ eline aldı. Sessiz ve hızlı bir şekilde ilerlediler. Parçalanmış tellere ve savaşan topluluğa vardılar. Adımlarını yavaşlatıp askerlerin ve Goblinlerin arasından geçmeye başladılar. İkili savaşan bir yaratıkla askerin arkasından geçiyordu. Goblin kısa ve kalitesiz kılıcıyla askerin gövdesinin soluna doğru kesme yaptı. İyi donanımlı ve eğitimli savaşçı – sıradan bir muhafız değildi – uzun kılıcıyla darbeyi kolayca savuşturdu. Hareketine devam edip Goblinin kılıcını yana açtı, açılan boşluktan kılıcını sapladı. Uzun kılıç Goblinin
göğsüne gömüldü. Yaratık yere düştüğünde asker Aixon’la Balok’u gördü. Kısa bir süre bakıştılar. Aixon adamı dikkatle inceledi. Ne düşündüğünü anlamaya çalışıyordu. Köle oldukları için onları yakalamaya mı çalışacaktı? Yoksa savaşta hayatta kalmaya çalışıp onlarla ilgilenmeyecek miydi? Ya da artık hiçbir şey düşünemeyecekti. Bir mızrak askerin karnının önünden dışarı çıkmıştı. Asker şaşkınlıkla mızrağa baktı. Ağzı hafifçe açıktı. Silah geri çekildi. Bir an, hızla akmaya başlayan kanına baktı. Yüzüstü düştü. Onu öldüren Goblin vahşi bir zevkle haykırdı ve mızrağını havaya kaldırdı. Sonra ikiliyi gördü. Daha fazla vakit kaybetmek istemeyen Aixon “Hadi!” dedi ve kasabanın dışına koşmaya başladılar. Telin dışına çıktılar. Koşarlarken Balok arkasına baktı. Mızraklı Goblinin yanına birçok yoldaşı katılmıştı. “Yanına yandaşlarını da çağırmış!” dedi. Aixon “Onlar fazla hızlı koşamaz! Eğer sürekli koşarsak onlardan kurtulabiliriz!” “Evet ama ormana gitmeliyiz! Orada bizi bulamazlar!” “Ormanın nerede olduğunu bilmiyorum.” “Ben biliyorum, gel!” Balok yön değiştirdi. Şimdi güneydoğuya değil doğuya gidiyorlardı. 20 dakika boyunca koştular. İlerledikçe altlarındaki zemin yeşillenmeye ve bodur bitki örtüsüyle kaplanmaya başlamıştı. Ormanın uzun ve iğne yapraklı ağaçları görünmeye başlamıştı. İkisi de koşmaktan yorulmuştu. Arkalarına baktılar. Onları kovalayan ne bir Goblin ne de başka bir yaratık vardı. Balok, “Gitmişler, biraz dinlenebiliriz,” dedi ve yere oturdular. Hızlı solukları yavaşlarken Balok, “ormana varabilirsek, güvende oluruz.” “Emin misin? Orada ne gibi yaratıklar olduğunu bilmiyoruz,” diye sordu Aixon. “Tehlikeli görünmüyor.” Aixon buna bir cevap vermedi, gözlerini ağaçlara dikti. Güneyden esmeye başlayan soğuk rüzgâr kahverengi saçlarının hafifçe salınıp yüzüne düşmesine neden oluyordu. Bir süre daha oturdular ve sonra ormana yürümeye başladılar. Giderlerken Aixon “Burada bir orman olduğunu nereden biliyordun?” diye sordu. “Biraz harita bilgisi,” diye yanıtladı Balok. Kısa bir süre yürüdüler, vardıklarında ortalık iyice kararmıştı. Ormanın girişi gözlerinin önünde iğne yapraklı gölgeler halinde tehlikeli ve davetkâr bir şekilde yükseliyordu. Gökte yıldız yoktu. Ormanın içinden hiçbir canlının sesi gelmiyordu. Ama bu tehlikesizlikten çok pusuya yatmış karanlıkları anlatıyordu. Başka çaresi olmayan ikili ormanın gizlerle dolu karanlığına girdi. Belki de bir daha hiç çıkmamak üzere… Can ÇELİKEL
72
Clone Wars Dizisi 2. Sezon’da Cartoon Network’te! 2009 yılının ilk aylarından itibaren Cartoon Network’te yayınlanan Clone Wars animasyon dizisinin ilk sezonu geçen ay bitti. İkinci sezon için de Cartoon Network ile anlaşıldı, ikinci sezonun Kasım ayında yurtdışındaki Cartoon Network’te gösterilmesi planlanıyor. George Lucas ise, Clone Wars’u en az 100 bölüm olarak istediğini ve ratingleri umursamadığını açıkladı. Türkiye’deki ikinci sezon yayın tarihi belli değil, fakat bu gelişmeler Türk Cartoon Network’üne de yansıyacaktır. Live Action Dizisinin Setleri Bölüm 3 ve Bölüm 4 arasını anlatacak olan Live Action TV Dizisi için Tunus veya Çek Cumhuriyetinde çekileceği konuşuluyor. Ünlü koleksiyon sitesi rebelscum.com’a gelen haberlere göre, Bölüm 1: Gizli Tehlike’nin çekildiği Tunus çöllerindeki setlerin onarıldığı ve yakın bir tarihte orada yeni bir Star Wars dizisi çekileceği konuşuluyormuş. Başka bir kaynağa göre de George Lucas, son filmi Red Tails’ın çekimlerini gerçekleştirdiği Çek Cumhuriyeti’nin setlerini oldukça beğenmiş ve buralarda daha çok film çekebilmek için Çek yetkililerle görüşmeye başlamış. Bununla birlikte Avustralyalı bir sinema sitesi, birkaç ay önce yeni dizinin Avustralya’da çekileceğini duyurmuştu, fakat daha sonra Lucasfilm’den net bir açıklama ile birlikte haberin asparagas olduğu duyuruldu ve haber sinema sitesinden kaldırıldı. Size aktardıklarımız şu an için resmi bilgiler değil, gelişmeler oldukça sizlerle paylaşmaya devam edeceğiz. Battlefront: Elite Squadron Oyun severleri ve Star Wars hayranlarını en tatmin edici bilgisayar ve konsol oyunu olan Battlefront serisinin üçüncü ve en yeni oyunu Elite Squadron bu sonbaharda oyun severler ile buluşacak. Bu oyunun sadece PSP ve Nintendo DS’ye çıkacağını hatırlatalım. Alışılagelmiş PSP ve Nintendo DS ve Battlefront oyunlarından farklı olarak Elite Squadron’da karakterleri daha çok ekipman ile donatabiliyorsunuz, gezegen içinde başladığınız bir savaşa bir gemiye atlayarak uzayda devam edebiliyorsunuz. Ayrıca alışılagelmiş PSP ve Nintendo DS oyunlarının grafiklerinin daha da iyisine bu oyunda rastlayabiliyorsunuz. Oyunun çıkış tarihi bu sonbahar olarak LucasArts tarafından duyuruldu. Clone Wars: Republic Hereos Star Wars’un bir oyunu daha Ekim 2009’da oyun severler ile buluşacak. Clone Wars zamanında geçen bu oyun bütün konsollar ve PC’ye çıkacak. Clone Wars dizinin 1. ve 2. bölümleri arasında geçecek olan bu oyunda tanınmış Jedi karakterlerden herhangi birisi ile onun güçlerini kullanarak savaşabileceksiniz. İsterseniz tek, isterseniz arkadaşınızla birlikte bir takım oyunu oluşturabilecek ve level’ları birlikte geçebileceksiniz.
Lost’ta Star Wars Esintileri Something Like Hoth adlı bölümde Hurley ve Miles, kendilerini 1977 yılında bulurlar ve Hurley, Empire Stikes Back senaryosunu yazmaktadır. Aynı zamanda babası ile olan ilişkisini Star Wars’dan alıntılar yaparak anlatmaktadır. Bu bölümdeki Star Wars esintileri hem Lost hem de Star Wars hayranlarını oldukça şaşırtmıştı. Gölge e-Dergi için derleyen Cansu KORKMAZ http://yildizsavaslari.com
GÖNDERİLMEMİŞ MEKTUPLAR Gönderilmemiş bir mektup var elimde… Üstünde ne bir adres ne de bir imza. Bir gün eline geçmesi olasılığı, şişenin içine sıkıştırılıp denize atılan mektubun ulaşmasıyla aynı olasılık gibi hatta daha da imkânsızı… Peki, neden yazdım? Hitap çok önemli değildi. Bir dostuma, bir karşı cinse, herhangi bir eşyaya hatta bir toprak parçasına bile yazmış olabilirdim. Yazıp öylece bıraktım. Çok uzun değil. Kısa bir duygunun hikâyesine bir mektup süsü verilmiş sanki gerçekten gönderecekmiş gibi. Oysaki bir mektup kâğıdı ya da zarf yoktu ortalıkta. Bir defterin içinde başında “sevgili günlük” ile başlayan birkaç satırdı sadece. Siz de yazar mısınız birilerine ya da bir şeye mektup? Messenger, e mail SMS falan değil ama… Onlarda yazarken ağladığınızı belli edecek dağılan bir mürekkep izi ya da bozuk bir el yazısıyla yoğunlaşan duyguları göremezsiniz hiçbir zaman… Adı üzerinde sanaldır. 2002 yapımı bir Türk filminin ismidir “Gönderilmemiş Mektuplar” başrollerinde Türkan Şoray ve Kadir İnanır’ın oynadığı. Ama ismi nedense öylesine çekici geldi ki, benim de bir gönderilmemiş mektubum var mıydı acaba, diye düşündüm. Ne demekti gönderilmemiş mektup? Söyleyemediklerin olabilir mi? Mesela sen? Var mı birine ya da bir şeylere birkaç cümle borcun? Bir özür bir iki kelime falan söylemek isteyip de vazgeçtiğin küfür de olabilir yani illa ki güzel sözler olmasına gerek yok. İçinde kalmıştır. “Şunu da diyemedim be, keşke söyleseydim,” dediğin de olur. Dağa taşa çıkıp bağırmak isteyip de susturulmaktan, yanlış anlaşılmaktan korktuğun için ağzına fermuar çektiğin… Benim de var işte ama söyleyemiyorum, ne yapacağımı bilemedim. Bak gene düzgün başlayıp, saçma bitirdim. Kanımda var duygusallaşmış kalıplaşmış kelimeler, elimdeyse fazla tutamam, satmam lazım. Biriken gözyaşı gibi… “İçinde kalmasın” denilen duygu insanı kemirip, yiyip bitiren bir duygudur. Boğazını düğümlemekten beyninde dönen tilki sayısını arttırmaktan başka hiçbir işe yaramaz. Söyle, haydi korkma, mutlaka vardır içinde kalan, ne duruyorsun? Korkuyorum çünkü… İle başlayan binlerce bahanen var biliyorum. Neye yarar korkmak? Beynini ele geçirip kıvranmaktan ve sonrasında yaşanacak pişmanlıktan başka? Yok, yahu korkmana gerek yok, kelimeler bazen silahtan daha etkili olsa da, yaşarken öldürse bile acı olanları… Ama varsa içinde söyleyebilecek güzel cümlelerin… Bırak! Elinde sımsıkı tuttuğun uçmak için çırpınan bir beyaz güvercin gibi havalansın heyecanla gitmek istediği yere. Nasıl olsa rotasını bulup konması gereken dala ulaşacaktır… Merve VERAL merveden_95@hotmail.com
74