KASIM 2009 SAYI 26
KAPAK İÇİ YAZISI Bu ay bilgisayarımda epeyce problem çıktı. Anakart işleci falan filan değiştirirken fark ettim ki e-dergi internet olmadan yapılamıyormuş. msn yolu ile bana yazı-çizi ulaştıran arkadaşlardan özür dilerim. Sanırım pek çoğunun bu ay dergide yeri yok. Bana mail yolu ile yazı çizilerini tekrar ulaştırırlarsa önümüzdeki sayıda yer alırlar. Bu sayımızda Kasım 2007’de kaybettiğimiz Metin Demirhan’ı anıyoruz. Çok zaman kaybetmeden hemen sizi derginin içine, dolu dolu sayfalara davet ediyorum... Görüşmek dileği ile
A. Hamdi Yüksel
Gölge e-Dergi ye ulaşmak için Http://Golgedergi.blogspot.com E-Mail adresi : hayalsaati@gmail.com Editörü : Ahmet Hamdi Yüksel Yayın Kurulu: Oğuz Özteker, Utku Tönel, Hasan Nadir Derin, Rıdvan Şoray, Mustafa Emre Özgen Kapak: A. Gökhan Gültekin http://telumaithor.deviantart.com Gölge e-Dergi internetten yayın yapan özgür ve özgün içerikli tam bağımsız bir dergidir. Tüm yazılardan yazarları, çizimlerden çizerleri sorumludur.
2
İÇİNDEKİLER 4 / Çok Keyifli Bir İş Oldu
Gölge Özel Röportajı
9 / İki Kuş
Yazan - Çizen Hakan TACAL
15 / Holmes 2.Bölüm
Ozancan DEMİRIŞIK ve Onur BAYRAKÇEKEN
23 / Ani Gelişmeler
Yazan - Çizen Bülent SARILAR
27 / Altın Portakal Güncesi
Hasan Nadir DERİN
40 / Esir Kanı 3. Bölüm
Can ÇELİKEL
44 / Prometheus
Yazan - Çizen Burak KARA
50 / Piamoesr’in Çemberi
Bülent ERİŞ
52 / Kült Bir Anime : Akira
Gökhan GÖK
56 / Yaşlı Çocuklar ve Neo-Tokyo
Yusuf SALMAN
58 / Zombieland
Masis ÜŞENMEZ
61 / Tozluta
Sadık YEMNİ
66 / Looking For Eric
Barış SAYDAM
68 / Bir Kulunu Çok Sevdim
Mustafa Emre ÖZGEN
72 / Herkes Gibisin
Merve VERAL
73 / Bir Garip Yolcuyum
Mustafa KILCI
75 / Bir Fantastik Kahramandı Metin
Mesut KARA
80 / Metin Demirhan Öldü Sananlara
Murat Tolga ŞEN
82 / Metin Demirhan
Kutsi AKILLI
ÇOK KEYİFLİ BİR İŞ OLDU Mahmud Asrar ile Image Comics ve DC için çizdiği çizgi romanları, ve Paris Manga fuarını konuştuk...
Mahmud hayırlı olsun diyelim, Haziran’da WAR MACHINE # 6 ve 7, Temmuz’da WAR OF KINGS: WARRIORS # 1, Ekim’de THUNDERBOLTS # 137 diye Marvel’de üç çizgi romana imza attın, Kasım’da da REALM OF KINGS ONE-SHOT # 1 geliyor. Marvel ile aran iyi sanırım. Herhangi bir Marvel serisinde sürekli çizer olarak kalacak mısın? Öncelikle teşekkür ederim. Evet, galiba Marvel’da benimle çalışmayı seviyorlar sanırım. Saydıkların arasında son dönem ürettiğim işler arasında en kayda değeri Thunderbolts diye düşünüyorum. O dergi için yaptığım işi şahsen daha tatmin edici buluyorum. Diğerleri daha ufak işlerdi doğrusu. Önümüzdeki aylarda iki Marvel dergisinde daha çalışacağım. Bunlardan birisi daha sürekli ve düzenli olacak gibi görünüyor. Şimdilik bunlar hakkında fazla konuşmamam gerekiyor ama daha önce yaptığım işlerden daha prestijli projeler olduklarını düşünüyorum. DC için de bir JLA çizdin. Bu sefer kahramanlar nasıl bir kötü olayla karşılaşıyor? JLA öyküsünde zaman üzerinde etkisi olan bazı kötü adamlar kahramanlarımızı ikişerli gruplar olarak değişik zamanlara gönderiyor. Örneğin Green Lantern ve Red Arrow vahşi batıda bir macera içinde bulurken kendilerini ve Wonder Woman ve Steel kendilerini Karayipler’de korsanlık yaparken buluyorlar kendilerini. Her öyküyü bir başka yazar ve çizer ekibi üretti. Ben de öykünün çerçevesini oluşturan ana bölümü çizdim. Yani tüm karakterleri çizme imkânı buldum, bu yüzden çok keyifli bir iş oldu diyebilirim.
4
Aynı tarihte hem Marvel, hem DC, hem de Image Comics’e çalışıyorsun. Yani her çizerin hayali olan marka şirketlerle. Ara sıra durup “Ben ne yapıyorum” deme fırsatını yakalayabiliyor musun? Demez miyim? Mesela Thunderbolts dergisini çizerken Power Man ve Iron Fist çizme imkânı buldum. Sayfaları çizerken aklıma çizgi romana yeni heves ettiğim dönemde hayranlıkla baktığım dergiler geliyordu. Daha önceleri ulaşılması imkânsızmış gibi duran bu işi kendim yaparken bulunca kendimi bazen durup “Ne oluyor yahu?” veya “Vay be!” dediğim oluyor. Hele DC için JLA sayfalarını yaparken bir acayip oldum doğrusu. Ama bütün bunların bana en sürreel geldiği an benim de içinde emeğim olan bir dergiyi raflarda görünce veya birilerinin bunlar üzerine yorum yaptığını duyduğum zaman oluyor. Bunun için ama gerçekten kendimce çok emek verdiğimi düşünüyorum. Gecem gündüzüm birbirine karışıyor ve birçok şey için vakit ayıramıyorum. Ama bütün bunların manevi karşılığını aldığıma inanıyorum ve bu her şeyin üstünde bir duygu. Dynamo 5 nasıl gidiyor? Dynamo 5’de de çizmeye devam edebilecek misin? Yakınlarda Dynamo 5 dergisinin 25. sayısını tamamladık ve şu an çıkmasını bekliyoruz. Bu sayı aynı zamanda benim içini çizdiğim son sayı olacak. Bir kaç ay önce derginin çizerliğini bırakıp kendimi daha değişik maceralara atma kararı aldım. Dynamo 5 dergisi benim bir nevi çocuğum gibi ve benim için yeri çok önemli. Bu yüzden ayrılmak zor oldu ama buna kendimi biraz mecbur hissettim diyebilirim. Dergi için kapak çizmeye ve karakter tasarımı yapmaya devam edeceğim ama bundan sonraki öyküleri bir başka çizer çizecek. Dergi için çok güzel planlarımız var. 25. sayıdan sonra gelecek seneye kadar bir ara vereceğiz ama döndüğünde çok güzel devam edeceğine inanıyorum. Tabii dergiyi bırakmam Marvel tarafından daha çok iş gelmesine sebep oldu. Ben de önümüzdeki aylarda mümkün olduğunca Marvel ve DC için çizerlik yapmayı hedefliyorum. Dynamo 5’de yaratılış sürecinde içinde bulunduğun kahramanlar vardı, şimdi ise başkalarının kahramanlarını çiziyorsun, Hatta JLA gibi bir takıma baktığımızda çocukluğunda okuduğun kahramanları çiziyorsun. “Ben bu kahramana ne katarım,” diye bir düşüncen oldu mu? Yani eline kalemi aldığında “Şu Superman’e Ayhan Işık bıyığı kondursam nasıl olur?” diye çılgın fikirler geliyor mu ara sıra? Eh, arada bir insanın düşünüp matrak şeyler yapası geliyor elbette. Ancak Marvel ve DC gibi 70–75 yıllık şirketlerin karakterleri üzerinde çalışma imkânı buluyorsanız o zaman bunların çok sıkı bir denetimden geçtiğinin farkına kısa sürede varıyorsunuz. Bu yüzden stilizasyon dışında fazla bir müdahale imkânı olmuyor. Şimdiye kadar çalıştığım işlerde proje bitirme süreleri çok geniş olmadığından, düşünme işi biraz içgüdüsel ve spontane bir hale dönüşüyor. Benim de aklıma hoş bir fikir geldiğinde sayfanın sağına soluna kendimden bir şeyler sıkıştırma fırsatını bulduğum sürece yapıyorum bir şeyler. Paris Manga fuarına da davetli olarak katıldın Eylül ayında. Nasıl geçti? Neler yaptın fuarda? Fuar çok keyifliydi gerçekten. Binlerce katılımcı olduğunu görünce doğrusu çok etkilendim. Çok hoş bir atmosfer vardı. Fuarda ağırlık Manga ve Anime üzerine olmasına karşın bir benim gibi çizgi roman üreten kişilere karşı çok güzel bir ilgi vardı. Herkes çok sıcak, misafirperver ve ilgiliydi. Birçok kişiye çizim yaptığım için çok yorucuydu aynı zamanda ama günü sonunda o yorgunluğa değiyor doğrusu. Tim Sale, Mike Ploog ve Stephane Roux gibi katılımcı olan diğer çizerler ile de çok sıcak ilişkiler kurduk ve çok eğlendik diyebilirim. Bu arada eşimle de Paris’i görme imkânı bulduk böylece. Çok güzel, modern ve gerçekten romantik bir şehir. İnsanları da korktuğumun aksine çok sıcak ve misafirperverdi. Gezimiz üzerine fotoğraflar eşliğinde detaylı bir blog yazısı hazırlamayı halen düşünüyorum. Umarım yakında üşenmeyip yazarım.
6
Peki manga fuarından sonra “Böyle bir etkinlik için Türkiye’de çok şeyin değişmesi gerek” dedin mi hiç? Demez miyim? Paris’e vardığımız ilk gün havaalanından otele giderken birçok yerde yeni çıkmış olan bir çizgi romanın dev afişlerini gördüm. Fuarın reklamlarını duvarlarda, metro duraklarında, dergilerde görmek mümkündü. Hatta bir McDonald’s restoranının dekorasyonunun bile fuar için özellikle düzenlemişlerdi. Şanzelize bulvarında Enki Bilal sergisi vardı. Bütün bunları görünce gerçekten insan hayranlık duyuyor. Keşke bizde de böyle olabilse, keşke kültüre ve sanata daha çok önem veren bir topluma sahip olabilsek diye düşünmeden edemiyor insan. Öte yandan şunu da unutmamak gerek ki Avrupa ve özellikle Fransa gibi ülkeler bu anlamda bütün dünyada bir istisna sayılabilir. Bu kültürel ilgi ve bilinçliliği dünyanın başka yerlerinde (ABD dâhil) bulmak çok zor. Biliyorum çok yoğunsun ama Türkiye için bir şeyler çizecek misin? Hiç teklif var mı böyle bir şey için? ÇAPA ile her zaman bir şeyler üreteceğiz gücümüz yettiğince. Bunu söylemekle beraber maalesef yakınlarda çok önemli bir çalışma yok. Deligücük’ün yeni albümüne ufak bir katkım olacak ama bundan öte şimdilik bir şeyler görünmüyor. Peki ÇAPA çizgi roman grubu ile yeni bir çalışma hazırlığı var mı? Az önce dediğim gibi ÇAPA ile fırsat buldukça her zaman bir şeyler yapmaya gayret edeceğiz. Birimiz yapmasak, bir diğerimiz her daim bir şeyler düşünüp hayata geçirmek için çabalıyor. Şu an üzerinde çalıştığımız yeni bir Karabasan projesi var. Vakit buldukça bunun için hepimiz bir şeyler üretiyoruz. Ben de bu kitap için bir şeyler yapmayı planlıyorum. Henüz ne zaman dergiyi tamamlayacağımız kesin değil ama bilgi için http://karabasan.info/ ve http://www.capacr.blogspot.com/ adreslerini takip edebilirsiniz. Gölge’ye zaman ayırdığın için teşekkür ederiz. Bana bir kez daha vakit ve yer ayırdığınız için ben çok teşekkür ederim.
8
12
HOLMES
İKİNCİ BÖLÜM: ŞAİR Oliver Grace’in cesedini o şekilde görmek epey sarsıcı olmuştu benim için. Çok kısa bir süredir tanıyor da olsam, kendisiyle muhabbetim olmuştu. İyi bir insana benziyordu. Yakışıklı da bir oğlandı… Bunu hak edecek ne yapmış olabileceği sorusu kafamı kurcalıyordu. Ben cesedi üzerinde ve çevresinde bazı tetkikler yaparken Watson’dan da Scotland Yard’a gidip olayı haber vermesini istedim. Açıkçası, hayatımda incelediğim hiçbir cesetten bu kadar az iz bulabildiğimi hatırlamıyorum... Doğruyu söylemek gerekirse, ‘hiçbir şey’ bulamadım. Scotland Yard dedektifleri mi? Ben hiçbir iz bulamadığıma göre onlar cesedi bile bulamazlar! Yarım saat kadar sonra içeri giren genç bir adam, “Bay Holmes! Sizi tekrar iş üstünde görmek ne güzel!” dedi neşeli bir sesle. Simsiyah saçları, çakmak gibi bakışları vardı. Elini uzattı. “Ben Scotland Yard’dan Komiser Paul Williams.” Gülümsedim ve bana uzatılan eli sıktım. “Memnun oldum Komiser. Lestrade’e hiç benzemiyorsunuz. Umarım yetenekleriniz de onun gibi değildir; daha becerikli olmanızı isterim.” Komiser Williams, oldukça ‘yapay’ bir kahkaha attı. “Hiç şüpheniz olmasın Bay Holmes, yetenekliyimdir,” dedikten sonra dostum Watson’a döndü. “Siz de Doktor Watson olmalısınız. Sizinle tanışmayı hep istemişimdir. Doktorluğunuzdan haberdar değilim, ama çok iyi bir yazarsınız Bay Watson. Yazdığınız öyküleri büyük bir heyecanla okurdum. Gerçi, işin sırrı sanırım Bay Holmes’ün müthiş yetenekleri ve zekâsıydı... Ama olayları okuyucuya çok güzel aktarıyordunuz. Bu da çok önemli, değil mi?” Watson pek belli etmese de övülmekten pek hoşlanır. Bu övgülerden büyük bir haz duyduğunu gözlerinden okuyabiliyordum. Elbette Komiser Williams’ın benim için söyledikleri de memnuniyet vericiydi ama yeniden işe atılmam bu konudaki açlığımı giderdiğinden, kulağıma etkileyici gelmediler. Watson gülümsedi ve kibarca, “Sağ olun Komiser. Ancak sizin de dediğiniz gibi, iş Holmes’te bitiyor. Benim yaptığım çok da zor bir şey değil,” diyerek -yalancıktan- bir tevazu gösterdi. Bu noktada devreye girme gereği duydum nedense. “Hayır Watson,” dedim. “Doğru, işin büyük kısmı bende bitiyordu. Ama senin yazdığın öyküler olmasa bu kadar ünlenemezdim. Bu kadar ünlenemeseydim de çözdüğümüz birçok olayı ancak gazetelerden takip ederdik.” Pipomdan bir nefes aldıktan sonra Komiser Williams’a döndüm. “Övgüleriniz için size de teşekkür ederim komiser.” “Teşekkür etmenize lüzum yok Bay Holmes. Sonuna kadar hak ediyorsunuz!” “Biliyorum,” dedim ve başımı salladım. “Ayıp olmaması için teşekkür ettim zaten... Her neyse Komiser Williams. Biz işinizi engellemeyelim. Gerekli tetkikleri yapın.” Paul Williams gülümsedi. “Teşekkürler.”
*
*
*
Sokağa çıktığımızda Watson’a döndüm ve “Ne düşünüyorsun?” diye sordum. “Komiser hakkında mı?” “Evet.” “Bilemiyorum. Daha pek tanıyamadık. Ama övgüleri hoşuma gitmedi değil...” Gülümsedim. “O besbelli zaten. Yine de ben adamdan pek hoşlanmadım. Davranışları abartılı geldi. Lestrade’i özleyeceğiz gibi geliyor.” Watson da güldü. “Eh, onun farklı bir havası vardı. Peki ya vaka, Holmes? Eminim şimdiden büyük ölçüde çözmüşsündür.” Başımı ‘hayır’ anlamında salladım. “Henüz değil. Bir kere, iki cinayet sırasında da katilin epey
vakti varmış. Kurbanlarını oldukça güzel tıraş etmiş. Etrafta hiç saç izine rastlamadım. Sıkı bir temizlik yapmış. Ayrıca iki kurbanın da saçları jiletle kesilmiş. Son derece ‘temiz’ bir tıraş olmuş. Eli bu tarz aletlere yatkın olsa gerek. Fakat hâlâ çok az bilgiye sahibiz. Ne gibi bir sebepten dolayı kurbanların kafalarını kazıyor? Sırf seri katil gibi görünmek ve işlediği cinayetlerle insanları etkilemek için mi, yoksa altında bambaşka bir sebep mi yatmakta? Grace ailesiyle ne gibi bir sorunu vardı? Sorular tükenecek gibi değil… Bu aileyi biraz araştırmalıyız.” “Bir şey sorabilir miyim Holmes?” “Tabii.” “Oliver Grace’in 221B’de seninle buluşacağını kim biliyor olabilir ki? Yani, biri seninle Oliver Grace arasındaki konuşmaya dolaylı ya da direkt olarak tanık olmuş olmalı...” Bu sorunun benim aklıma nasıl olup da gelmediğine hayret ediyordum. Bunu düşünmek çok basitti ve ‘ben’ düşünmek zorundaydım! Yaşlılıktan olsa gerek, diye geçirdim aklımdan. Fazlasıyla mühim bir soru sormuştu Watson. “Fevkalade! Esasında bu en kötü dedektifin bile aklına gelmesi gereken bir soru ama ben, nam-ı dillere destan Sherlock Holmes, her nasılsa akıl edemedim... Malikâneye gidiyoruz!” Watson gülümsedi. “Sağ ol Holmes. Gerçi bu övgü müydü yergi mi anlayamadım ama…” “Seni övdüm; kendimi yerdim. Hem bu şimdi pek de önemli değil. Grace Malikânesi’ne gitmeliyiz hemen. Bir araba çevir!”
*
*
*
Watson araba çevirirken, ben de düşüncelere daldım. Kâhya olayın en başından beri aklımdaydı. Fakat işlenen ikinci cinayette de kurbanın saçlarının ilk cinayetteki gibi kazınmış oluşu, bu eylemlerin planlı ve bir hayli profesyonel olduğunu düşünmeme yol açmıştı. Katil her kimse, ardında iz bırakmamıştı ve bu da pek kolay bir iş değildir. Kâhyanın böylesine profesyonel çalışacağına pek ihtimal vermiyordum. Adama kanım ısındığı için seçenekler arasından istemsizce elediğimi de itiraf etmeliyim. Hem ne gibi bir sebeple bu cinayeti işlemiş olabilirdi ki? Oliver Grace’i çok sevdiği bakışlarından ve tavırlarından belliydi. Acaba babası William Grace’le mi bir problemi vardı? Zihnime doluşan sorular, kuşkularımı kâhyanın üzerinden alıp götürmüştü. Ancak Watson’ın söyledikleri sayesinde kâhya bir kez daha ilgimi çekmeye başlamıştı. Konuşmamıza direkt tanık olmuştu ve Oliver Grace ile 221B’de buluşacağımdan haberdardı. Yemeğe gideceğimi de biliyordu. Fakat Grace ailesiyle ilgili ne gibi bir alıp veremediği olabilirdi? İşte bunu ancak kâhyayla görüştüğümüzde çözüme kavuşturabilecektik. * * * Kısa bir araba yolculuğunun ardından malikâneye ulaştık. Yol boyunca düşünmüştüm, Watson da düşüncelere daldığımı anlamış olmalı ki hiç konuşmadı... Arabadan iner inmez hızlı adımlarla malikâneye yöneldik. İçeri girip, çevreyi şöyle kısaca araştırdık. Watson bir hayret nidası koyuverdi. “Adam yok!” “Ne bekliyordun ki? Katil kâhya mı bilmiyorum ama tertemiz değil; bundan eminim artık. Eğer bu işe hiç bulaşmamış olsaydı şimdi onunla konuşuyor olurduk. Ayrıca bu evde kalmak isteyeceğini sanmam. Ondan şüphelenirsek geleceğimiz ilk yerin burası olduğunu adı gibi biliyor.” Watson yorgun bir sesle, “Ne yapacağız peki?” diye sordu. Saçma bir soruydu. Senelerdir benim yanımda olan birinin böyle bir soru yöneltmesi beni şaşırtmıştı. Galiba eski dostum bunamaya başlıyordu. Eh, diye düşündüm. Anlaşılan ikimiz de geçen yıllarda paslanmışız. Parlamak için güzel bir fırsat. “Ne yapabiliriz?” dedim. “Tabii ki malikâneyi arayacağız.”
16
*
*
*
Kâhyanın odasına girdim. Watson dışarıda bekliyordu. Çok büyük bir oda değildi burası. Duvara dayalı bir kitaplık vardı. Kâhyanın şiirle yakından ilgilendiği belliydi. Zira kitapların birçoğu şiir kitabıydı. Dostumuz Edgar Allan Poe’yu pek bir seviyordu... Yaklaşık elli-altmış adet yapıt vardı kitaplıkta. Bunları incelemek gerekli olabilirdi ama epey bir zaman kaybı olacaktı. Watson’ı çağırdım. Dışarıda boş boş duracağına kitapları incelemesi yararlı olabilirdi. Watson bir dakika içinde odadaydı. “Ne oldu Holmes?” diye sordu. “Kitapları incelemen lazım. Bu sırada ben odanın geri kalanına göz atacağım. Kitapların isimlerine falan da bak...” Watson cevap vermedi, hemen işe koyuldu. Ben de kâhyanın masasını incelemeye başladım. Klasik bir ahşap çalışma masasıydı. Üzerinde bir defter duruyordu. Kilitli değildi. Alıp açtım. Okumaya başladım... İlk sayfayı okuduktan sonra gülümsedim ve “Dostumuzun şiir yazdığını biliyor muydun?” diye sordum. Watson kafasını kitaplardan kaldırdı. “Şiir mi? Ne şiiri?” “Eşitlik, aşk, kahramanlık, özgürlük falan... İlginç.” Ve bir tanesini okudum: kahkaha atsan duyulmayacak azrailin siyahına bürünmüş bombaların bağırtılarından ya da bir espri patlatsan gülünemeyecek mermilerin çığlıklarından ama sevdiğini haykırsan dünyaya işte desibeli en yüksek çığlık ve en güçlü silah o olacak. “Epey güzel,” dedi Watson. “Adamın ismi de Bob Richards. Her neyse, sen işine devam et. Bu defteri daha sonra detaylıca incelemeliyiz.” Watson bir şey demedi ve işine döndü. Ben de çekmeceleri karıştırmaya başladım. İlk çekmece boştu. İkinci çekmecede ise bir klasör vardı. Üzerinde, ‘Gıda Alışverişi’ yazıyordu. Klasörü açtım ve belgeleri incelemeye başladım. Beş-altı dakika geçmeden bir iz bulduk. Klasördeki belgeler, malikâneye yemek satan şirketle ilgiliydi. Satışları Roger Richards yapmaktaydı. Soyadları Kâhya Bob ile aynıydı. Muhtemelen baba tarafından akrabalardı. İşin en güzel yanı ise şuydu: Belgelerde Roger’ın hem şirket hem de ev adresi yer alıyordu. Kâhyanın Roger’la olup olmadığını bilmiyordum ancak bu Roger muhakkak bir şeyler biliyordu. “Gidiyoruz,” dedim. Watson bıkkın bir sesle sordu (bu bıkkınlık yüzünden onu suçlayamazdım çünkü yaşlılık, oradan oraya koşuşturmayı zorlaştırıyordu): “Nereye?” “Roger Richards’ın evine. Kâhya Bob’un akrabası olmalı. Ondan bir şeyler öğrenebiliriz.”
*
*
*
Kısa bir süre içinde Roger Richards’ın evine varmıştık. Kapıyı çaldık ve beklemeye başladık. Bir dakika içinde açıldı. Pervazda dikilen orta yaşlı, yer yer gri teller gözüken ama gür siyah saçlı adama, “Merhaba Bay Richards,” dedim gülümseyerek. Roger Richards endişeli gözüküyordu. “Kimsiniz?” “Ben Sherlock Holmes,” diye yanıtladım onu ve Watson’ı göstererek ekledim: “Bu da dostum Doktor Watson.” Watson da başıyla selam verdi.
Öksürdüm. “Bob için geldiğimizi tahmin etmişsinizdir Bay Richards. Bob Richards için. Sizin akrabanız olduğunu ve burada kaldığını biliyoruz.” Eh, bilmiyorduk; bu yalnızca bir tahmindi. Ama böyle söyleyerek turnayı gözünden vurmuştum anlaşılan. Roger kaşlarını çattı. Gözlerine kararsız bir bakış yerleşti. “Bizi içeri almayacak mısınız?” diye teşvik ettim onu. Roger Richards kararsızlığını yitirdi ve büyük bir hata yapmışçasına, “Ah!” diye inledi. “Lütfen kusura bakmayın Bay Holmes. Siz de kusura bakmayın Bay Watson. Buyurun, buyurun...”
*
*
*
Roger Richards’ın bize gösterdiği yere oturduk. Kibar bir adama benziyordu. Pek de bir zayıftı. “Bir şey içer misiniz?” diye sordu. “Teklifiniz için teşekkür ederiz ama hayır Bay Richards. Hemen konuya girmek istiyorum.” “Siz bilirsiniz. Bir de… Lütfen bana Roger diye hitap edin.” “Peki, sağ ol Roger. Sanıyorum yaşananlar hakkında bilgin var.” “Var.” “Güzel. Öncelikle, bizden bir şey saklaman ne senin, ne de Bob’un işine gelecektir. Bundan emin olabilirsin.” “Biliyorum Bay Holmes. Zaten kuzenimin bir suçu yok, inanın yok! Göz yummak da istememişti.” “Bir dakika Roger,” diyerek sözünü kestim. “En baştan başla. Senin malikâneyle ne gibi bir ilişkin var?” “Benim yöneticisi olduğum küçük bir gıda şirketi var. Kiler için her ay gıda sağlıyoruz. Başka bir ilişkimiz yok.” “Bu işten ne kadar kazanıyordunuz?” “Beş bin pound.” Watson’a baktım. Gözleri parlamıştı. “Bu iyi bir para Roger,” dedim. “Evin pek de zengin evine benzemiyor ama...” “Ben yöneticiyim Bay Holmes. Şirketin sahibi Orson McCarragher adlı İrlanda asıllı biridir. Benim sabit bir maaşım var. Zaten paramla gösteriş yapmaktan nefret ederim.” “Peki, Bob’un ev sahibiyle sorunları var mıydı?” Roger başını salladı. “Bay Grace’le arası pek iyi değildi. Oliver’ı ise oğlu gibi severdi.” “Bu önemli olabilir. Peki başka?” Roger ayağa kalktı. “Bakın Bay Holmes. Kuzenim akşama doğru geleceğini söyledi. İstiyorsanız akşam onunla konuşursunuz.” Ayaklandım. Watson da öyle… Adamın başka bilgi vermeyeceği açıktı. Kararlı görünüyordu. “Akşam sekizde burada olacağım Roger. Yardımın için teşekkürler.”
*
*
*
Dışarı çıkar çıkmaz Watson’a döndüm. “Ben 221B’ye döneceğim. Sen de Scotland Yard’a git ve Komiser Williams’ı çağır. Eğer katil Robert Richards ise, tehlikeli olabilir. Sorguyu bir polis eşliğinde yapmak en iyisi. Dilersen Williams’a şu ana kadarki aşama hakkında bilgi de verebilirsin – ama fazla kaçırma! Saat sekizde Roger Richards’ın evinin önünde olun. Sakın gecikmeyin!” Bu sırada yoldan geçen bir arabayı çevirdim ve Watson’dan yanıt beklemeden araca atladım. Baker Sokağı’na ulaşıp eve adım atınca, bedenime ve zihnime bir yorgunluk çöktü. İçki dolabımdan bir viski şişesi ve bir de bardak alıp, en sevdiğim koltuğuma kuruldum ve bir yandan viskimi yudumlayıp bir yandan boşluğu seyrederek düşüncelere daldım. Zihnimde bir görünüp bir kaybolan fikir ışımaları arasında öylesine kaybolmuşum ki, neredeyse geç kalıyordum. Başımı kaldırdı-
18
ğımda saatin yedi buçuk olduğunu gördüm ve büyük bir süratle evi terk ettim. Roger Richards’ın muhitine doğru da aynı muazzam süratle yol alınca, saat daha sekiz bile olmadan kapının önünde dikilmiş buldum kendimi. Eh, diye düşündüm, en azından geç kalmadım. Ve kapıyı tıklattım. Gergin görünen Roger beni içeri buyur etti ve “Doktor Watson yok mu?” diye sordu. “Gelecek,” diye cevap verdim ama polisten yani Paul Williams’tan bahsetmemeyi tercih ettim. Zaten rahat olmayan ve kendini kuzenine ihanet ediyor gibi hisseden bu adama bir de polis çağırttığımı söylemem, edindiğim bütün avantajı silip süpürebilirdi. “Size bir şey ikram edebilir miyim?” diye sordu Roger nazikçe. Gülümsedim ama başımı iki yana salladım. “Evde yeterince ‘içtim’ Roger. Teşekkür ederim.” ‘Hay hay’ dercesine başını salladı ve oturup gözünü tavana dikti. Dakikalar birbirini kovaladı, sıkıcı bir sükûnet odada hüküm sürdü. Sonra, nihayet, zilin çaldığını işittim. Acaba gelen Watson ve Williams mıydı, yoksa katil adayımız Bob mu? Roger merakımı gidermek istercesine ayaklandı ama ben bu kadarıyla yetinecek değildim. Kendime hâkim olamayıp onu takip ettim ve o kapıyı açarken hemen berisinde dikildim. Kapı açıldığında ikimizin gözleri de hayret ve endişeyle büyüdü; ne yapacağımızı bilemedik. Gelen Bob’du. Vücudu mosmordu. Ölü değil, canlıydı ama aynı zamanda ‘gayet’ perişan durumdaydı. Zor bela nefes aldığı apaçıktı. Roger’ın vücudu titriyor ve dağ gibi adam gözyaşı döküyordu. Durumu ele alıp Bob’u kucakladım, yukarı taşıdım, bir kanepeye yatırdım. Su içirmeye çalıştım, olmadı; kalp masajı yaptım, etki etmedi. Suni teneffüsü bile düşündüm ama vazgeçtim. İşe yaramayacağı belli bir yöntem daha deneyerek boşu boşuna kendimi heder etmeyecektim. Adamın durumu haraptı. Kesin olan bir şey varsa, o da öleceğiydi… Katilimiz kâhya değildi, çünkü bizzat kendisi, bir cinayete –belli ki en ‘aceleci’ cinayete- kurban gitmekteydi. “Kurtarın!” diye fısıldadı Roger. “Kuzenimi kurtarın!” Ona pek de umut içermeyen bir bakış attım ve tam o anda, bileğimi kavrayan soğuk ve pütürlü bir el hissettim. Başımı çevirdim hemen. Robert ilk kez dikkatini bir şeyde, ‘ben’de toplamıştı. Gözlerime delici bir tavırla bakmaktaydı. Ağzını açmaya çalıştı ama dudakları birbirine kenetlenmiş gibiydi; konuşmakta zorlanıyordu. İkram ettiğim suyu bu kez içti ve böylece ağzını açıp, “Al…” demeyi başardı. Ve kelimeyi nefesi kesildi: Gözleri açık ve dosdoğru bana dikili halde, öldü. Neyi almamı istedi? Ya da bu bir kelimenin veya cümlenin başı mıydı, diye kara kara düşünürken, yine kapı zili işittim. Watson ve Williams teşrif edebilmişlerdi sonunda. Ama beklediklerinin tam aksi bir manzarayla karşılaşacaklardı. İçeri girdiklerinde, aynı bize biraz evvel olduğu gibi, onların da gözleri büyüdü ve hayretle cesedin yanına çöktüler. “Kafası niye kazınmamış?” diye sordu Willams. “Katil ilk kez zaman kıtlığı çekmiş,” dedim. “Veya yanında makas, jilet, her ne kullanıyorsa ondan yokmuş... Kendini seri katil gibi göstermeye çalışsa da, öyle olmaktan çok uzak. Belli ki William Grace’le bir husumeti vardı ve onu acımadan öldürdü. Oliver’ın cinayet hakkında bir bilgisi olduğunu sanmıyorum ama bir şeylere tanık olmuş ki o da öldürüldü. Bob ise…” Roger’a döndüm. “Neye göz yumdu?” Adam gözlerini kaçırdı. “Neden bahsettiğinizi anlamıyorum.” “Bugün seninle ilk konuştuğumda, ‘Göz yummak da istememişti’ dedin.” Roger iç çekti. “Ben de pek bir şey bilmiyorum. Size tüm bildiklerimi dürüstçe anlatacağım: Kuzenimin söylediklerine bakılırsa, William Grace bir adamla problem yaşıyordu. Bir arsa meselesi. Sanırım elindeki bir arsayı satmak istemiyordu ama söz konusu adam bunda ısrarcıydı. Ölüm kalım meselesi olduğunu söylüyor, satın almak için diretiyordu.”
Kafama vurdum. “Trende Oliver bundan söz etmişti. Babasının keyfinin bir arsa meselesi yüzünden bozuk olduğunu söylemişti laf arasında. Nasıl unuturum?!” Gözlerimi Roger’a diktim. “Bu çok önemli,” dedim. “Sorun yaşadığı şahsın ismi ne? “Bana ne isim verdi, ne de başka tek bir bilgi. Katilin beni de hedef bellememesi için diye tahmin ediyorum.” “Öyledir,” diye mırıldandı Watson. “Belli ki bu vakada bilgi öldürüyor…” “Haklısın. Çok haklısın.” Roger’a diktim gözlerimi. “Hiçbir şey bilmemen senin hayrına Roger; ama bizim değil… Kaybın için çok üzgünüm.” Williams araya girdi. “Ben de üzgünüm. Ama bazı gerekli tetkikler için birkaç arkadaşımı çağırmam gerekiyor.” Ortamı yumuşatmak için sırıtıp, “Bu aralar ister istemez harıl harıl çalışıyorlar,” diye ekledi sonra. Roger Richards gözündeki yaşları sildi. “Tabii.” Daha fazla burada durmamıza gerek yoktu. “Hadi Watson,” dedim, “çıkalım.” “Durun,” dedi Williams. “Ben de geliyorum. Size söyleyeceklerim var.”
*
*
*
Sokağa çıktık ve yürümeye koyulduk. “O güzelim şiirleri yazan adamın böyle eli kanlı bir katil olmayacağını tahmin etmeliydim,” diye mırıldandım. Ve içten içe ekledim: Bu aralar gereğinden fazla hata yapıyorum. Williams başta sessizdi ama çok geçmeden söze girdi. “Robert Richards’ın ölümüne şaşırdım diyemem. Bugün elde ettiğim birkaç bilgi yüzünden katilin o olmadığına kanaat getirmiştim.” Watson’ın bir kaşı havaya kalktı ve gereken soruyu benden önce yöneltti: “Ne gibi bilgiler?” “Elimizde daha güçlü bir şüpheli var. İsmi John Frank Mitchell. Şehrin öbür ucunda, devasa bir malikânede yaşıyor.” “İşi ne?” diye sordum. “Son birkaç yıldır çalışmıyor, ‘çalıştırıyor’. Tercüme büroları ve oralarda çalışan tercümanları var. Ve bürolardan en büyüğü, bir ay kadar önce yanmış. Yenisini arıyormuş.” Derin bir nefes aldım. “Söz konusu arsa problemini bulduk demeye çalışıyorsun herhalde?” Göz kırptı. “Eh,” dedi, “öyle görünüyor. Bir gidip bakmak istersiniz diye düşündüm. Siz daha deneyimlisiniz; önceden bir ağzını yoklasanız iyi olur… Eğer balığı yakaladıysak, haber verirsiniz; biz de soluğu orada alırız.” Bu adamın böylesine yardımsever davranması hâlâ tuhaf geliyordu bana: Scotland Yard görevlilerinin bu kadar ahlaklı ve alçakgönüllü olduğu pek görülmezdi. Eh, diye düşündüm, her şeyin bir ilki vardır. Zaten böyle bir fırsatı tepmek aptallık olurdu. Her şey uyuyordu. Çözümü nihayet bulmuş olabilirdik. “Adres?” dedim ve bir kâğıt parçası çıkarıp Williams’ın söylediği adresi not ettim. O Scotland Yard’a yönelirken, Watson ve ben de yeni şüphelimiz John Robert Mitchell’ın malikânesine gitmek üzere tren garına yöneldik. Değil sabahı beklemek, kaybedecek bir dakikamız bile yoktu…
*
*
*
Mitchell Malikânesi sahiden büyüktü. Devasayı bırakın, ‘dev’ bile denebilirdi. Boylamasına da -en az altı kat-, enlemesine de son derece genişti. Kirli beyaza boyalı, her nedense içeriyi göstermeyen siyah renkte camlarla kaplı, düzgün ve ihtişamlı bir yapıydı. Malikâneyi hâlâ hayranlıkla süzüyordu Watson. “Bakalım adamımız evde mi?” dedim ve kapı zilini çaldım. Bekledik, bekledik, bekledik ama ses yoktu. Sorumun cevabı belli olmuş gibi görünüyordu.
Derken Watson, “Bahçe,” dedi. “Şurada kapalı bir bahçe var.” Malikânenin sol köşesini işaret ediyordu. “İyi söyledin,” dedim. “Bir göz atalım. Gerçi ellerinde her türlü imkânın olduğu belliyken bahçeleri niye kapalı, merak etmemek elde değil.” Yarı açık kapıyı aralayarak kapalı bahçeye girdik. Etrafı her türden rengârenk çiçekler; laleler, sümbüller, nergisler, papatyalar, fundalar süslemişti. Birkaç tane ağaç bile vardı! John Frank Mitchell zamanının büyük kısmını burada harcıyor olmalıydı. Bir öksürük duyunca, donup kaldım. Ama hemen sonra mutluluğa kapıldım. Bu bir erkek öksürüğüydü. Adamın oğlu veya bahçıvanı falan yoksa, onu bulmuştuk. Sesi duyduğumuz tarafa yöneldik ve bir ağaca hayran hayran bakan yaşlı bir adam gördük. Başında bir şapka vardı. “Siz,” dedim, “Bay Mitchell mısınız?” Yavaş hareketlerle döndü. Şapkasını çıkardı. Çekingen bir tavırla, “Öyleyim elbet,” dedi. “Burası da benim bahçem diye biliyorum. Siz kimsiniz peki?” Cevap vermek istedim ama veremedim. Donup kalmıştım. Gördüğüm kadarıyla Watson da aynı durumdaydı. Adam şapkasını çıkarınca, tamamıyla dazlak olan parlak kafası ortaya çıkmıştı çünkü. Görünüşe göre Paul Williams doğru kaynaktan doğru izi yakalamıştı. John Frank Mitchell hem bir arsa arıyordu, hem de dazlaktı. Tekinsiz tavırlara sahipti üstelik. O çekingen ses tonunda insanı ürküten bir şeyler vardı. Birbirimize karanlık bakışlar fırlattık. Katil tam önümüzde duruyor olabilirdi. Ve biz, onun evinde, onun kapalı bahçesinde yalnızdık… İki kişiydik ama her şeyi yapabilecek bir katilse eğer, bu onu durdurmayacaktı. Bir nevi, diye düşündüm, çıkmaz sokaktayız. Ozancan DEMİRIŞIK ve Onur BAYRAKÇEKEN http://buzuldunya.blogspot.com İllüstrasyon Emrah ÇILDIR
http://emrahcildir.deviantart.com
22
ALTIN PORTAKAL 2009 GÜNCESİ Dergimizin sadık takipçileri geçen yıl Antalya Altın Portakal Film Festivali’ni 3 gün gibi kısa bir süre de olsa izleyip izlenimlerimi yazdığımı hatırlayacaktır. Bu yıl festivali baştan sona izleme fırsatım oldu. Böyle olunca bu kez sadece başka yerde izleyemeyeceğim filmleri değil, ustaların yakın zamanda gösterime girecek en yeni filmleri ile ulusal uzun metraj film yarışmasının merakla beklenen filmlerini de izleme fırsatım oldu. Buyurunuz yeni bir festival güncesine:
10 Ekim, Cumartesi Festivalin ilk günü sabah saatlerinde Antalya’da oldum. Ufak bir adres kargaşası yaşadıktan sonra bu yıl yine beni evlerinde, üstelik tüm festival boyunca konuk ederek büyük bir incelik gösteren Erol ve Nesrin Demiray çiftinin evine ulaştım. Kendilerine buradan bir kez daha teşekkürler. Yol yorgunluğunu atmak üzere biraz dinlendikten sonra geçtiğimiz yıldan bildiğim festival mekânlarının yolunu tutum. 14:30 – AKM’ye vardığımda gördüm ki 11:30’da belki izlerim diye düşündüğüm Seine’deki Paris (La Seine a rencontré Paris / The Seine Meets Paris) filmi öğleden sonraki bir seansa alınmış. İsabet olmuş demek ki. Bu seans için seçimim ise festivalde bu yıl 4 filmi gösterilen belgesel yönetmeni Joris Ivens’in Karayel (Pour le Mistral / For the Mistral) adlı belgeseli idi. Rüzgârı etkilerinden yola çıkarak görselleştirmeye çalışan bu film başarılı görüntüleri ile ilgi çekici bir belgeseldi. Siyah-beyaz başlayıp renkliye dönmesi, hatta sonradan film formatının bile değişmesi de başka bir ilgi çekici özelliği idi (makinist arkadaş formatı biraz erken değiştirdi ama olsun). Ancak filmin Türkçe altyazısının olmayışı, Fransızca konuşmaları İngilizce altyazıdan takip etmeye çalışmak belli bir sıkıntı yarattı. En azından seyircinin belli bir kısmı için. Filmin 30 dakikalık süresi hızla aktı geçti. Aslında yönetmenin 30 dakikalık diğer filmi Seine’deki Paris de bu seansa konup daha kapsamlı bir seyir zevki yaratılabilirmiş. 17:30 – Günün benim için sonraki filmi bir usta olan Claude Chabrol’un klasik filmlerinden Bir Kadın Meselesi (Une Affaire de Femmes / Story of Women) idi. Isabelle Huppert’in bir kez daha bir oyunculuk dersi verdiği bu filmde 2. Dünya Savaşı yıllarında kendi halinde yaşayan bir kadının
27
biraz da tesadüflerinin yönlendirmesi ile istenmeyen hamileliklere son vermeye başlamasını ve bu yolla epeyce para kazanmasını anlatıyordu. Trajik bir sona ilerleyen bu gerçek hikâye ChabrolHuppert ikilisi ile başarılı bir filme dönüşmüştü. Bu güzel filmin kötü tarafı ne yazık ki yine altyazılardı. Bu kez zaten tüm film boyunca altyazılar erken ya da geç girmişken son 20 dakikada neredeyse hiç altyazı verilemedi ve bu son dakikalar genellikle mahkeme sahnelerinden oluştuğu için epeyce konuşma vardı ve bu durum haklı olarak salonda bir huzursuzluğa yol açtı. 20:30 – Festivalin merakla beklediğim filmlerinden biri bizde genellikle Oldboy’un yönetmeni olarak tanınan Chan-Wook Park’ın yeni filmi Kan Arzusu (Bakjwi / Thirst) idi. Büyük ihtimalle gösterime de girecek olan bu filmde Park bu kez bir vampir öyküsü ile karşımıza çıkıyor. Park, mitolojik kökenlerini bir yana bırakıp vampirlik durumuna kanla bulaşan bir hastalık gibi yaklaşmış bu kez. Ama bilinen vampir özelliklerinin çoğu mevcut oluyor bu hastalığa tutulan kişide. Yaşamak için kan içme ihtiyacı, güneşe çıkamama, insanüstü bir güç gibi özelliklere sahip oluyor bu insan. Vampir olan kişinin bir rahip olması da farklı açılımlar katıyordu filme. Kan ve zaman zaman cinsellik dozunun fazlalığından dolayı salonu terk eden seyirciler oldu ancak kalanlar iyi bir filmle günü tamamladılar. Festivalin bu ilk gününde hiçbir yerde bir katalog ya da ayrıntılı bir program bulamadık. Etraftaki tek program, filmlerin gösterim tarih ve saatlerinin yer aldığı ve yönetmenlerinin yazdığı küçük bir broşür idi. Bunun dışında filmlerin konuları ya da süreleri gibi bilgileri bulacak yazılı bir materyal olmadığı gibi festivalin sitesinde de bu tip bilgiler çok kısıtlıydı. Bu yüzden İnternet’ten bu bilgileri toparlamaya çalışarak bir sonraki günün programını yaptık ve ertesi gün bir katalog edinebilmeyi umduk. 11 Ekim, Pazar Pazar sabahı Kartal Avcısının Oğlu (Die Stimme des Adlers / Eagle Hunter's Son) adlı filme gitmeyi düşünüyordum ancak beni konuk eden arkadaşlarımın bir Pazar sabahı kahvaltısı önerisine hayır diyemeyerek festival filmlerine bir sonraki seanstan başladım. 14:30 – Günün ilk filmi olan Samson ve Delilah (Samson and Delilah) ile ilgili olarak Aborijinler arasında geçen bir film olduğundan daha fazla bir bilgim yoktu. İki Aborijin gencinin bölgelerinden uzaklaşarak ülkenin farklı yerlerinde yaşadıklarını anlatan bu film yavaş temposu ve depresif atmosferi ile çok başarılı bir film değildi doğrusu. Ama filmle ilgili asıl aklımda kalan şey yine bir altyazı problemi oldu ne yazık ki. Belli ki film direkt olarak İngilizce altyazıdan çevrilmişti. Ancak Aborijinler kendi dillerinde konuştukları kadar İngilizce de konuşuyorlardı ve bu konuşmaların İngilizce altyazısı yoktu doğal olarak. Böyle olunca Türkçe altyazısı da olmadı ve bu durum da filmi anlamayı zorlaştırdı elbette. Yeri geldiğinde İngilizce bilirim diye geçinirim ama Avustralyalıların aksanlarını anlamak zaten zorken Aborijinlerin konuştuğu İngilizceyi çözebilmek daha da zordu. Bu durum da filmden aldığım zevki azaltmış olabilir elbette. 17:30 – Bir sonraki seanstaki Dev (Gigante) filmi güzel bir sürpriz oldu. Gündüzleri bir mağazada geceleri de bir barda güvenlik görevlisi olarak çalışan iri yarı ve heavy metal meraklısı ama karşı cinsle ilişkilerinde oldukça çekingen bir adamın aynı mağazada çalışan temizlikçi bir kadına olan aşkını anlatan film çok önemli olmasa da keyifle izlenen bir yapımdı. Film boyunca adamın kadını güvenlik kameralarından izlemesini ve peşine takılıp takip etmesini izliyorduk. Ancak başka bir
28
filmde gerilim unsuru olarak kullanılabilecek olan bu durum, adamın niyetinin kötü olmadığını bildiğimiz için tam tersine zaman zaman bir komedi öğesi olarak bile kullanılabiliyordu. 21:30 – Günün son filmi için Ken Loach ve Woody Allen’ın yeni filmleri arasından birini seçmem gerekiyordu. Muhtemelen her iki film de gösterime girecek ancak kazara gösterime girmezse hangisine daha çok üzülürüm diye düşünerek Allen’ın Kim Kiminle Nerede (Whatever Works) filmine gitmeye karar verdim. Son yıllarda bildik Woody Allen filmlerinden farklı filmler yapmaya başlayan üstat bu filme yine eskiye dönmüş adeta. Başroldeki karakteri rahatlıkla kendisi de oynarmış ama tercih etmemiş demek ki. Yoksa Larry David’in oynadığı karakter bildik nevrotik, hastalık hastası, dünya üzerine karamsar fikirleri olan, sanat çevresinden arkadaşları olan, entelektüel Woody Allen karakteri. Özellikle filmin ilk yarım saatinde bu karakterin fikirlerini dinlemek, zaman zaman seyirciye direkt olarak hitap edişini izlemek çok keyifliydi. Sonradan olay yaşlı ve bilgili adamla genç ve hayattan bihaber bir kızın evlilik hikâyesine dönüşüp işin içine kızın annesi ve babası girince ana karakter biraz geri planda kaldı ama sonuçta pek güzel bir filmdi. Festivalde de o ana kadar izleyicilerin en çok ilgi gösterdiği, salonu tümüyle doldurdukları ilk filmdi. En azından benim izlediklerim arasında. Filmin tek can sıkıcı tarafı görüntünün perdeye uygun şekilde ayarlanamaması yüzünden tepeden mikrofonların girmesiydi. En azından görüntüyü biraz yukarı alıp bu sorunu en aza indirmeleri konusunda o kalabalık salondan çıkıp uyarı yapan yine ben oldum. Eh bu gibi konularda takıntılı ol-
mak kolay değil tabii… Festivalin 2. günü biterken hâlâ bir katalog edinememek en büyük sorundu. Haydi, belki hafta başı yeni bir gelişme olur bu konuda diyerek bir sonraki günün filmlerini yine İnternet’ten araştırmak durumunda kaldım. Bu araştırma sırasında Halit Refiğ’i kaybettiğimizi öğrendim ve günü üzgün bir şekilde kapattım. 12 Ekim, Pazartesi 11:30 – Yeni haftanın ilk filmi olarak bir belgeseli tercih ettim. Dağları Yerinden Oynatan İhtiyar Adam (Yugong Yishan / The Old Fool Who Moved the Mountains) gibi ilginç bir ismi olan bu film, sabırla, her gün ufak ufak çalışarak evinin ödündeki dağları yana taşıyan ihtiyar bir adamın hikâyesini anlatan eski bir Çin masalından hareketle günümüzde genel geçer popüler müzikten farklı işler yapmaya çalışan bir grup müzisyen ve onların çaldıkları masalla aynı adlı mekânı tanıtıyordu bizlere. Nice güzel belgeseller izlediğimiz bu günlerde çok doyurucu bir belgesel olmadığını itiraf etmek gerek. Üstelik filmin süresine dair de öncesinde ne bizim ne de festival görevlilerinin bir bilgisi
olmadığı için yarım saatte bitmesi bir sürpriz oldu. Sonraki filme kadar iki buçuk saat geçirmek durumunda kaldık bir şekilde. 14:30 – Bu seans için Uzak İhtimal filminin festival galasına gitme niyetim vardı ama son tahlilde bu filmi izlemeyi Ankara’ya dönüşe bırakıp başka yerde izleyemeyeceğimi düşündüğüm Ders 21 (Lezione 21 / Lecture 21) adlı filmi tercih ettim. Bu film Beethoven’ın 9. Senfoniyi yazma sürecini ve ilk sahnelenişini bir dönem filmi anlayışı ile değil günümüzden bakarak ve başka bir hikâye içine yedirerek anlatmaya soyunuyordu. Ortaya çıkan sonuç farklı ama başarılı ve özellikle klasik müzik hayranlarının kesinlikle izlemesi gereken bir filmdi. Hatta salondan çıkarken “Bu film konservatuar-
larda ders niyetine okutulmalı,” diyen seyirciye hak vermeden de edemedim. 17:30 – Festivalin hınca hınç dolu olan filmlerinden biri de Theo Angelopoulos’un Zamanın Tozu (I Skoni Tou Hronou / The Dust of Time) filmiydi. Festivalin yabancı davetlilerinin de epey ilgi göstermesi ama biletler bittikten sonra salona girmeye çalışmaları filmin epey geç başlamasına neden oldu. Hâlbuki filmin oynadığı Cinebonus sinemasında festival filmlerine ayrılan daha büyük salondaki film iptal edilmiş ve yerine başka bir film konmamıştı. Bir şekilde salon değişikliği yapılabilirdi belki de. Filme gelince, Angelopoulos hayranlarını şaşırtmıyor, hayal kırıklığına uğratmıyor. Yine gayet iyi bir film var karşımızda. Yönetmenin tipik kamera kaydırmaları biraz azalmış gibi ama yine kronolojik olmayan hatta aynı planda farklı zaman dilimlerine sıçrayan, uzun yıllara yayılan ve tarihin bu yıllardaki dönüm noktalarına uğrayan bir hikâye izliyoruz. Yine göçmenlik konuları, aşk gibi temalar ön planda. Elbette Eleni Karaindrou’nun müziği de değişmez bir unsur. Angelopoulos bu kez uluslararası bir kastla çalışmış (ki bunun bazen yaptığı bir şey olduğunu da biliyoruz aslında). Oyuncu kadrosunda Willem Dafoe, Bruno Ganz, Michel Piccoli ve Irene Jacob gibi bambaşka ülkelerden gelen isimler var. Filmdeki ortak dil ise genellikle İngilizce. Filmde beni rahatsız eden konulardan biri olan dublaj kullanımı da belki de buna dayalıydı. Her ne kadar tüm bu oyuncular İngilizce biliyor olsa da konuşmalarda doğal olmayan bir şey vardı adeta. Çok emin olmamakla birlikte bunu sonradan dublaj yapılmış olabileceğine bağladım. Bir diğer konu da uzun yıllara yayılan bu hikâyede
30
Irene Jacob’un yaşlı olması gereken yıllarda ona yapılan makyajdı. Maalesef sadece saçı beyazlaştırmakla yaşlı hissi verilememiş. Üstelik yanında Bruno Ganz ve Michel Picocli gibi gerçekten yaşını başını almış iki isim varken. 20:30 – Günün benim için son filmi de uluslararası yarışma filmlerinden İngiliz Çilekleri (Anglické Jahody / English Strawberries) idi. O zamanki Sovyetler Birliği’nin Çekoslovakya’yı işgali dönemini fonuna alarak bu dönemde bir Çek kasabasında insanların yaşayışlarını etkileyişini ve iki gencin aşkını anlatan bu film dönemine naif bir bakıştı ancak bu işgalin etkilerini hissettirmekten uzaktı. Ancak ne yazık ki bu filmden akılda kalan da bir altyazı faciası oldu. Burada çeviri eksik değildi belki ama o kadar kötüydü ki adeta tüm metin İntermet’te bir çeviri programına verilmiş, oradan alınıp konmuştu. Bir noktadan sonra Türkçe altyazıya bakmak tahammül sınırlarını zorlamaya başladı ve
filmi İngilizce altyazıdan takip ettim. Gösterimden sonra filmin yapımcısı ve baş kadın oyuncusu ile bir söyleşi yapıldı. Genellikle filmde kullanılan siyah-beyaz görüntülerin gerçek olup olmadığına dair sorular geldi ve filmin işgali yeterince yansıtmadığı gibi konularda kimi eleştiriler alındı. Bu noktada yapımcı bu filmin işgali anlatan ilk Çek filmi olduğunu söylediğinde Mayıs ayındaki Ankara Film Festivali’nde aynı dönemi konu alan başka bir Çek filmi izlediğimi söylemek istemedim doğrusu. Pazartesi biterken hâlâ ortalıkta katalog tarzı bir şey yoktu ancak bir ara Alin Taşçıyan’dan kulağıma festival kataloğunun çok kalın olduğu çalınınca anladım ki en azından konuklara bir katalog verilmiş. Artık hedefim bu kataloğu ele geçirmekti. 13 Ekim, Salı Festivalde gösterilen kısa ve belgesel filmlerin programına herhangi bir şekilde ulaşamadığım için bu sabah seansında gösterilecek kısa filmlerin hangileri olduğunu bilmiyordum. Bu nedenle uygun olduğum halde 11:30 seansını boş geçtim. 14:30 – Bu seans için seçimim Filistin’in bu yıl Oscar’lara gönderdiği film olan Bu Denizin Tuzu (Le Sel de la Mer / Salt of This Sea) idi. Amerika’da doğup büyümüş ama esasen Filistin kökenli olan bir kadının yıllar sonra dedesinin ölümünün ardından köklerini bulmak üzere Filistin’e gelişini ve burada yaşadıklarını anlatan film başta kendisini Amerikalı olarak tanımlayan bir karakterin yaşadıkları sonucu geldiği farklı noktayı başarılı bir şekilde anlatıyordu. Üzerimde çok büyük etki bırakan bir film olmadı ama başarılı bir film olduğu bir gerçek. Filmi seçmeden önce hiç tahmin etmiyor-
dum ama Türkçe altyazı filmin kopyası üzerine gömülü olduğuna göre muhtemelen gösterime de girecek bu film. 17:30 – Festivalin uluslararası yarışma filmlerinden olan Ambulans (Hitna Pomoc / The Ambulance), Sırbistan’ın savaş sonrası yaklaşık 10 yıla yayılan tarihini bir ambulans şirketi çevresinde gelişen olaylara paralel olarak anlatmayı amaçlayan bir filmdi. Filmdeki karakterleri Sırbistan’ın farklı yönleri olarak görmek mümkün. İlk başlarda filmin tümüyle etrafında döneceği izlenimi veren yaşlı ve aksi, bir yandan da sürekli intihar etme çabasında olan bir adam, kimsesiz ve bir türlü dinmeyen gözyaşları ile etrafındakileri iyileştiren bir çocuk ya da yürüyemeyen ama iyi bilgisayar bilgisi ile etrafı ile iletişim kuran kadın gibi figürler belli ki görünen kişiliklerinin yanında Sırbistan’ın yakın tarihi ile alegorik ilişkiler de kurulabilecek olan karakterler. Özellikle bu yönüyle ilgi çekici bir film olan Ambulans uluslararası yarışma bölümünde izlediğim filmler arasında en iyisiydi belki de bana göre. Altyazı konusuna ise aynı şeyleri tekrarlamamak için artık girmek istemiyorum. Yazının en sonunda genel değerlendirmede tekrar konu ederiz. 20:30 – İsviçreli bir yönetmen çoğunlukla kendi ülkesinde Bollywood tarzı bir müzikal çekerse ne olur? İşte bu sorunun cevabını merak ettiğim için bu gece için seçimim Tanduri Aşkım (Tandoori Love) adlı filmdi. Hintli bir adamla İsviçreli bir kadının kültür farkına meydan okuyan aşkını anlatan bu film son tahlilde çok önemli ya da akılda kalıcı bir film değildi belki ama son derece eğlenceli bir filmdi bir yandan da. Pek çok orijinal Bollywood müzikali gibi 3 saat olmayıp 90 dakikada konuyu toparlaması da bir artıydı elbette. 3 saat yıpratıcı olabiliyor zaman zaman çünkü.
14 Ekim, Çarşamba 11:30 – Geçtiğimiz sezon gösterime giren tüm filmler arasında en sevdiğim film olarak Hayat Var’ı seçmişken Reha Erdem’in yeni filmi Kosmos’u izlememek olmazdı. Filmden önce de kısa bir konuşma yapan Erdem’in söylediğine göre henüz filmi kendisinden başka kimse izlememişti. Bu kadar merakla beklenen bir filmin galasının Çarşamba sabahı 11:30’a konması ilginç bir programdı ama salon epeyce doluydu yine de. Filmden önce uzaktan da olsa geçtiğimiz yıla kadar Ankara’da Sinetek gösterimlerini düzenleyen arkadaşlarla karşılaşmak da hoştu doğrusu. Filme gelince, Reha Erdem yine çok iyi ve çok orijinal bir film çıkarmış ortaya. Kars’ta çekilen ama Kars’ın adının bir kere bile geçmediği, sadece sınır bölgelerinden birinde geçtiğini anladığımız bu
32
hikâyede bu bölgeye gelen ilginç bir yabancının hikâyesini izliyoruz. Doğrusu filme dair fazla bir şey de söylemek istemiyorum burada. Kesinlikle izlenip deneyimlenmesi gereken bir film ve festival sonunda aldığı en iyi film ve yönetmen ödüllerini de kesinlikle hak ediyor. Zaten yönetmen dalında benim de adayım Kosmos idi. En iyi film içinse iki gün sonra izlediğim başka bir film favorim olacaktı ama dediğim gibi Kosmos’a da hiç itirazım yok. Hatta en iyi erkek oyuncu ödülünü de bu filmin başrolündeki Sermet Yeşil’in almasını umuyordum ama bu gerçekleşmedi.
Film sonrasında Reha Erdem ve filmin ekibiyle bir söyleşi vardı. Erdem’in tavrı çoğunlukla ben filmde söyleyeceğimi söyledim, biraz da sizi dinleyeyim şeklindeydi. Görünen o ki izleyiciler de filmi pek sevmişlerdi. Bir sonraki filme yetişebilmek için istemeye istemeye söyleşiyi yarım bırakmak zorunda kaldığımı eklemeliyim. Ama zaten tam ben giderken söyleşiyi yöneten Cem Altınsaray da son soruyu almakta olduklarını söylemişti. 14:30 – Koştura koştura ve nefes nefese yetiştiğim film Bağımsızlık (Independencia) idi. Ancak koşturmanın olumsuz sonuçları da oluyor bazen. Belki yorgunluktan, belki bir önceki gece geç yatmanın etkisiyle itiraf etmeli ki filmde içimin geçtiği anlar oldu. Hâlbuki sessiz film estetiğiyle çekilmiş hatta perdeyi bile o şekilde kullanmış, hikâyenin arasında o günlere uygun olarak bir haber bandı giren film en azından görsel yapısı ile ilgiyi hak ediyordu. Hatta sessiz film benzerliğini daha da ileri götürüp hiç konuşma olmadan ara yazılar kullanılsa daha da iyi olurmuş. Ama dediğim gibi Amerika’nın Filipinleri işgali etrafında bir hikâye anlatan bu film üzerine bir değerlendirme yapmam yanlış olabilir. 17:30 – Bir sonraki seansta gösterilecek olan Rüzgar Yolculukları (Los Viajes del Viento / The Wind Journeys) adlı film Çar (Tsar) ile değiştirilmişti. İyi de olmuştu doğrusu. Çünkü yaptığım programa göre Rüzgâr Yolculukları’ndan daha fazla izlemek istediğim bir film olan Çar’ı izlemeden dönecektim Antalya’dan. Korkunç İvan ve bir din adamının çatışması üzerinde şekillenirken hem dönemin bir portresini çizen hem de genel olarak iktidar ve iktidar yardakçıları üzerine bir şeyler söyleyen bu film gerçekten etkileyici ve epik bir filmdi. 20:30 – Günün son filmi için karşımdaki seçenekler Costa-Gavras’ın yeni filmi ve yönetmenini bilmediğim ama başrollerinde Sophie Marceau ve Monica Bellucci’nin oynadığı bir filmdi. Gavras’ın filminin gösterime gireceğini umarak Dönüşüm (Ne te Retourne Pas / Don't Look Back) adlı diğer filmi seçtim. Hoş sanırım her durumda aynı seçimi yapacaktım. Sinema üzerine yazıp çizen biri ola-
rak filmleri yönetmenlerine göre takip ederiz tamam da insanın da bazı zaafları oluyor zaman zaman. Ancak iki güzel oyuncuyu aynı filmde görmenin zevki dışında pek de doğru bir seçim yapmadığımı kabul etmeliyim. Filmde Marceau ve Belluci aynı kadını oynuyorlar. Başlarda Marceau’nun oynadığı kadın film ilerledikçe Bellucci’ye dönüşüyor. İlginç bir konsept ama neden böyle olduğunu film açık etmeden anladığınız gibi yönetmenlik de bu ilginç konsepti taşıyacak güçte değil. Keşke başka birisi yönetseymiş demekten kendimi alamadım doğrusu. 15 Ekim, Perşembe 11:30 – Uluslararası yarışma filmlerinden Özgürlük (Tutta Colpa di Giuda / Freedom) günün ilk filmiydi (birbirine benzer isimde filmlerin pek çok olduğu festivalde bir önceki gün gösterilen Bağımsızlık’la karıştırmamak lazım). Bir hapishanede avangart bir müzikal sahnelemeye çalışan bir yönetmenin ve hapishanedeki bir grup mahkumun bu etkilik sayesinde hissettiklerini anlatan bu film yine rahat izlenen ama geriye de çok fazla bir şey bırakmayan filmlerden biriydi. Bir sonraki filmi beklerken bir önceki gün Kosmos filminin öncesinde gördüğüm Ankaralı arkadaşlarla karşılaştım. Filmleri değerlendirirken öğrendim ki festivalin konukları olarak otellerden birinde kalıyorlarmış ve yukarda bahsettiğim kalın festival kataloglarından almışlar. Muhtemelen basın bürosundan bulabileceğimi ama olmazsa kendilerindeki iki katalogdan birini verebileceklerini söylediler. Festivalin bitmesine az kalmıştı ama bir koleksiyoncu olarak izlediğim bir festivalin katalogu elimde olmazsa rahat edemeyecektim. 14:30 – Bu yılki festivalde çok fazla klasik film tercih etmedim doğrusu. Ama festival konuklarından ve jüri üyesi Károly Makk’ın Aşk (Szerelem / Love) filmini kaçırmak da istemedim. Politik nedenlerle hapiste olan kocasının dönmesini beklerken kayınvalidesine bakan, kocasının arkadaşlarına yardım eden ve rutin bir hayat süren bir kadının hikâyesini izliyorduk Aşk filminde. Özellikle başarılı kurgu anlayışı ve incelikli oyunculukları ile dikkat çeken film ne yazık ki seyircilerin pek ilgisini çekmedi ve zaten başta bu film için kalabalık olduğunu düşündüğüm salon giderek boşaldı. Hâlbuki festivallerden tanıdığımız bir ablamızın deyişiyle bu tip filmleri çok sevmesek bile bir sinemasever olarak görev olarak izlemeliydik.
34
Film sonrasında katalog avına çıkıp ulusal yarışma filmlerinin galalarının yapıldığı AKM’deki basın bürosuna ve sonrasında oradan yapılan yönlendirme ile Hillside otelindeki basın masasına gittim ama her ikisinde de katalog kalmamıştı. 17:30 – Bir köyde su sorunu vardır. Köyün kadınları bu sorun çözülene kadar kocaları ile birlikte olmamaya kadar verirler. Şener Şen ve Müjde Ar’lı Türk filmi Şalvar Davası’nın değil, bir Azerbaycan filmi olan Absurdistan’ın konusu bu. Bu konu ortaklığının yanında filmin içinde Türkçe şarkılar da duyuyoruz üstelik. Başkarakterimizin adının da Temelko gibi bize son derece yakın bir isim olması da cabası. Film ise gayet eğlenceli ama hafif bir yapımdı.
20:30 – Festivalin “Ustaların Gözünden” bölümünde yer alan Bir Sokak Çalgısı İçin Melodi (Melodiya Dlya Sharmanki / Melody for a Street Organ) filminin yönetmeni Kira Muratova ismini daha önce duymamıştım doğrusu. Belki de benim eksikliğim ama bu bölümde yer alan diğer isimler Haneke, Loach, Gavras, Allen gibi her sinemaseverin tanıdığı isimler olunca bu filmi de epey merak etmiştim doğrusu. Anneleri öldükten sonra babalarını arayan iki çocuğun sokaklardaki hikâyesini anlatan bu film özenli ve ayrıntılara dikkat eden bir yönetmenin elinden çıkmıştı belli ki ama 153 dakikalık süresi böyle bir film için fazlasıyla uzundu ve filmin trajik bir sonla noktalanması için fazlasıyla çaba harcanmış gibiydi. 16 Ekim, Cuma 11:30 – Benim için günün başlangıç filmi uluslararası yarışma filmlerinden Benden Doğuda (À L'est de Moi / East of Me) idi. Bu film henüz çok genç yaşta Prag’dan Paris’e gitmek zorunda kalan genç bir kızın ayakta kalabilmek için geldiği noktaları anlatıyordu. Doğrusunu söylemek gerekirse bildik bir hikâyeyi yine bildik bir sinema dili ile anlatan orta karar bir yapım olarak gördüm ben. 14:30 – Bir sonraki film yine uluslararası yarışma filmlerinden Kağıttan Asker (Bumazhnyy Soldat / Paper Soldier) idi. Venedik Film Festivali’nde en iyi yönetmen ödülü almış olmasıyla önceden merakımı çeken yapım gerçekten de vasat yarışma filmleri arasında öne çıkanlardan biriydi. Zaten sonunda jürinin de en iyi film ödülünü verdiği filmlerden biri oldu. Film iki süper gücün uzay yarışının en hararetli olduğu yıllarda uzaya ilk insanı göndermeye çalışan Rus ekibinin içinde yer alan Gürcü bir doktorun öyküsünü anlatıyordu. Özellikle sağlam görselliği ile öne çıkan film sonrasında fil-
min başrol oyuncusu ile Senem Aytaç’ın yönettiği bir söyleşi vardı. Söyleşide oyuncu çekim koşullarının zorluğuna değindi, oynadığı karakterin Gürcü olmasının öneminden bahsetti ve üzerindeki tişörtte de yer alan Yuri Gagarin’e duyduğu hayranlığı vurguladı. 17:30 – Günü uluslararası yarışmanın iki filmi ile açtıktan sonra sırada ulusal yarışmanın iki filmi vardı. Bu filmlerden ilki Kutluğ Ataman’ın yeni filmi Aya Seyahat’ti. Salon epey kalabalıktı ama film ilerledikçe seyircilerin neredeyse yarısı salonu terk ettiler. Hâlbuki ortada hiç de fena olmayan bir film vardı. Ama geleneksel anlamda konulu bir film olmayınca seyircinin tepkisini çekti. Peki, ne anlatıyordu bu film? Bir tesadüf eseri olarak Kâğıttan Asker filminde anlatılan olayların olduğu dönemde Türkiye’de de Erzincan’da uzaya çıkmak isteyen dört köylünün hikâyesini. Ama bunu bir belgesel formatında anlatıyordu. Geçmiş günlere ait olaylar sanki o günlere ait bir takım fotoğraflar bulunmuş gibi sadece fotoğraflar eşliğinde anlatılırken günümüzden kimi yazarlar, sosyologlar ve bilim adamları (Murat Belge, Etyen Mahçupyan, Bülent Somay v.b.) aynen gerçek bir belgesel gibi konu hakkında yorumlar yapıyorlardı. Bunu yaparken film aslında kurulmuş değerlere karşı çıkan, sonuç imkânsız gözükse de inandığı yolda ne olursa olsun devam etmeyi amaçlayan bir anlayışa övgülerini sunuyordu. İlginçtir, film çıkışında sevmediği halde sonuna kadar sabreden seyircilerden biri “Erzincanlılar dava açsa yeridir, resmen dalga geçmişler onlarla,” diyerek tüm filmi yanlış anladığını gösterecekti. Sırf farklı formatından dolayı bir özel ödül bile alabilirdi kanımca film ama salonu terk edenler arasından jüri üyelerinden biri bile olunca bu ihtimal pek yoktu belli ki. Nitekim olmadı da.
Kutluğ Ataman Antalya’ya gelmemiş olmalı ki önceden ilan edilmesine rağmen film sonrasında bir söyleşi olmadı. 20:30 – Festivalin en merakla beklenen filmlerinden biri Kosmos ise diğeri de Zeki Demirkubuz’un Kıskanmak filmi idi belli ki. Filmin galasının yapıldığı salon doldu taştı, insanlar ayaklarda kaldı, ek sandalyeler kondu. Film bittiğinde belli ki seyirciler de gayet memnundu sonuçtan. Demirkubuz bu ilk edebiyat uyarlaması ve dönem filminde gerçekten de çok başarılı bir atmosfer yaratmış ve soluksuz izlenen bir film ortaya çıkartmıştı. Demirkubuz için görüntüye, kostümlere, mekân tasarımına bu kadar önem verilen bir film bir yenilikti belki ama bildik Demirkubuz temaları ve takıntıları (Dostoyevski, kapanmayan kapılar gibi) bu filmde de mevcuttu. Bu kez 1930’larda geçen adı üs-
36
tünde bir kıskançlık hikâyesiydi anlatılan. Filmin başrolünde yer alan ve kendi adıma tanımadığım bir isim olan Nergis Öztürk çirkin bir kadın rolünde çok başarılı bir performans çıkarıyordu. Demirkubuz filmlerinde genelde iyi oyunculuk performansları ile karşılaştığımız için çok da şaşırtıcı bir durum değildi bu belki de ama Öztürk’ün belki bir tek Serhat Tutumluer hariç filmdeki herkesi ezip geçtiği söylenebilir. Sonunda en iyi kadın oyuncu ödülünü de aldı zaten. Hoş benim en iyi film adayım da bu film olmuştu aslında. Filmden sonraki söyleşide Demirkubuz derdinin dönem filmi yapmak olmadığını, yine her zaman anlatmaya çalıştığı gibi insan üzerine bir şeyler söylemek istediğini vurguladı. Oyuncular biraz da söyleşiyi yöneten Alin Taşçıyan’ın yönlendirmesiyle onunla çalışmanın zorluklarından söz ettiler. Ne yazık ki sıra seyircilerden soru almaya gelince soru soran üç kişiden ikisi filmle tamamen alakasız yerlere gidince Demirkubuz belli ki sinirlendi ve söyleşiyi kısa kesti.
Günün sonunda Ankara’dan tanıştığım arkadaşlardan festivalin kataloğunu da almaya muvaffak oldum. Festivalin bitmesine bir gün kalmıştı ama olsun. Ankara’ya gittiğimde kütüphaneme koyardım artık. 17 Ekim, Cumartesi 14:30 – Festival programında sürpriz film olarak anılan bir film vardı bu seansta. Bu filmin Francesco Maselli’nin Kızıl Gölge (Le Ombre Rosse) filmi olduğu birkaç gün önce belli olmuştu. Filmin yönetmeni de konuk olarak gelecekti. Doğrusu ülkemizde fazla tanınan bir isim değildi Maselli. Benim de bildiğim bir isim değildi. Yine de filmi izlemek için salona girdiğimde seyirci ilgisinin de çok az olduğunu gördüm. İtalya’da yaşlı bir profesörün gençlerle beraber bir sanat merkezi kurmak üzere çalışmalarını anlatan bu politik göndermeli filmin çok da ilgimi çekmediğimi itiraf etmeliyim. 16:30 – Kızıl Gölge filminin hemen sonrasında yönetmenle bir söyleşi olmadı. Bunun yerine festivale bugün için gelen Angelopoulos ve Maselli için bu saatte ayrıca bir söyleşi ayarlanmıştı. Ancak söyleşinin biraz geç başlaması yanında çeviri konusunda da problem yaşanınca bir de 17:30’da başka bir filme girmek zorunda olunca çok fazla dinleyemedim söyleşiyi. Ancak gördüğüm kadarıyla Angelopoulos konuşmayı da epey seven bir yönetmen. Dikkatimi çeken sözlerinden biri sinemaya ilk başladığında müzik kullanmaktan nefret ettiğini söylemesi oldu. Çünkü filmlerini sevenler biliyorlar ki bugün Eleni Karaindrou’nun müzikleri olmadan bir Angelopoulos filmi düşünmek mümkün değil.
17:30 – Festivalin son gününün bombası Haneke’nin Altın Palmiyeli yeni filmi Beyaz Bant (Das weisse Band / The White Ribbon) idi. Haneke de bu kez bir dönem filmi ile çıkmıştı karşımıza ve 1. Dünya Savaşı’nın hemen öncesinde ve savaşın ilk günlerinde bir Alman köyünde yaşanan gizemli ve kimi zaman şiddet dolu olayları anlatıyordu. Bu kez siyah-beyaz bir film yapmayı seçen Haneke’nin adı ve filmin aldığı ödül beklentileri yükseltmişti. Ortada da gerçekten iyi bir film vardı. Ama kendi adımı en sevdiğim Haneke filmleri arasında yerleştirmedim henüz bu filmi. Yine de özellikle alt anlamları için gösterime girdiğinde bir kez daha izlemeye niyetliyim. 20:30 – Festivalin son günü ödül törenine gitmek yerine Kara Köpekler Havlarken adlı Türk filmini izlemeyi tercih ettim. Benim filmi izlediğim saatlerde filmin oyuncularında Volga Sorgu da en iyi yardımcı erkek oyuncu ödülünü almaktaydı. İstanbul’un kenar mahallelerinden iki gencin yükselme çabalarının duvara toslamasını anlatan bu film bir ilk film olarak eksikleri olsa da başarılı sayılabilecek bir filmdi. Ancak özellikle sonunun çok hızlı toparlanması önemli bir eksiklik olarak göze çarpıyordu. Festivali bu filmle bitirdikten sonra aynı akşam Ankara’ya geri dönüyordum, neyse ki oradaki Avustralya Filmleri Festivali’nin son gününe yetişecektim…
Güncemizi bitirdikten sonra bir kısmı yukarıdaki satırlarda gizli olsa da genel olarak festival izlenimlerine bakalım: - Yukarda birkaç kez belirttiğim gibi filmler hakkında detaylı bir bilgi verecek ayrıntılı bir broşür ya da katalog bulunmaması en büyük eksiklik idi. En azından konuklara verilen kataloğun biraz ufaltılmış bir versiyonu seyircilere satılabilirdi. - Katalog olmadığı gibi kısa film ve belgesel gösterimlerinde hangi filmin hangi seansta oynayacağına dair bir bilgi de edinemedik. Böyle olunca programıma onları dâhil edemedim ken-
38
di adıma. - Yine yukarda değindiğim bir konu daha. Zaman zaman altyazı faciaları yaşadık. Kimi zaman erken, kimi zaman geç gelen yazılar, sadece İngilizce altyazı metninden yapılan çeviriler, çok acemice çeviriler sık sık karşımıza çıktı. Bu tip festivallerde çoğunlukla film izlenmeden gelen diyalog metninden çeviri yapıldığını biliyorum ama bu konuda tecrübeli bir çevirmen gelen metinden o cümledeki bir kelimenin iki anlamı varsa o an neyi kullanması gerektiği bilecektir. Örneğin, “-Thank you -Welcome” şeklinde geçen bir konuşma “-Teşekkür ederim -Hoş geldiniz” şeklinde çevriliyorsa ciddi bir sorun var demektir (festivalden gerçek bir çeviri örneği). - Aslında yukarıdaki konuların asıl dayandığı nokta bu yıl festival ekibinin tümden değişmiş olması ve bütçenin azalmış olması idi. Belli bir acemilik hissediliyordu organizasyonda. Bütçenin azalmış olması da sürpriz filmden bile anlaşılabilirdi. Bu yıl çok az kişinin bildiği bir İtalyan filmi sürpriz film olmuşken geçen yıl bu film The Wrestler’dı. - Festival Antalya’nın farklı sinemalarına yayılmıştı. Ben sadece galaların yapıldığı AKM ve yakınındaki Cinebonus’ta izledim filmleri ama Antalyalı için iyi bir uygulama olmalı. - İzlediğim hiçbir filmde son jenerik kesilmedi. Genelde festivallerde böyledir zaten ama yine de teşekkür etmek lazım. Ama çoğunlukla son jeneriği sonuna kadar izleyen de bir tek ben kalıyordum. Hatta bir filmden sonra festivalde görev alan gençlerden biri gelerek “Sanatçıya saygı işini biraz abartmışsınız galiba,” deme ihtiyacı da duydu. Gördüm ki Ankara’da seyirci bu konuda çok daha duyarlı. - Festivalin oyuncu, yönetmen ve sinema yazarı pek çok konuğu vardı. Ama gördüğüm kadarıyla herhangi bir jüri görevi de olmamasına rağmen en çok film izleyen Sevin Okyay oldu. Hatta Antalyalı arkadaşımla aynı seansta farklı filmlerde kendisini gördüğümüze dair bir iddiamız da oldu ki, “Herhalde daha fazla film izlemek için kendini klonladı,” dedik. - Festival sırasında kaybettiğimiz Halit Refiğ için bir etkinlik yapılmaması, yapıldıysa bile bunun yeterince duyurulamaması bu yıl beni en rahatsız eden noktaydı. Yönetmenin Gurbet Kuşları filmi ufak salonlardan birinde yer alıyordu. Hatta Refiğ sineması ile ilgili bir belgesel bile vardı programda. Kendisini halkın festivali olarak tanımlayan bir festivalde bu filmler ufak bir program değişikliğiyle festivalin ana mekânlarından birine alınabilir, bu geniş kapsamlı bir şekilde duyurulabilir, öncesinde ya da sonrasında Halit Refiğ sineması ile ilgili bir söyleşi düzenlenebilirdi. Hatta program değişikliğine bile gerek yoktu, ana festival mekânlarında boş seanslar da mevcuttu. İş Halit Refiğ’in fotoğrafını girişe asmakla bitmiyor ne yazık ki. Tüm olumsuzlukların gelecek festivalde düzelmesi umuduyla sinemaseverlere sinema dolu bir hafta yaşattığı için festival ekibine teşekkürlerimizi sunmadan yazıyı bitirmeyelim ve umalım ki gelecek sene tekrar buluşalım. Hasan Nadir DERİN www.sinemamanyaklari.com
ESİR KANI III. BÖLÜM
İkili, dikkat çekmeden yürümeye çalışıyordu. Zengin bir halk olmadıkları belliydi. Düz ve sade giysilerle etrafta dolanan pek çok insan vardı. Yolun iki kenarında küçük tezgâhlar diziliydi. Bazıları sebze, bazıları da et satıyordu. Bir dilenci sokağın köşesine kıvrılmış ve ellerini açmıştı. İnsanlarda belirgin bir hareketlilik vardı. Telaşla koşturuyor, birbirleriyle hızlı hızlı konuşuyorlardı. Kaslı hamallar, at arabalarına yük taşıyordu. Aixon kasabanın göçe hazırlandığını anladı. Kasaba binaları gri-sarı taşlardan yapılmış ve sadeydi, genellikle bir veya iki katlıydılar. Yalnızca birkaçı diğerlerinden sıyrılıp yükselmişti. Bunlar kaliteli beyaz taştan yapılmıştı ve işlemeli kapıları vardı. Balok bunların lordun binası ve kışla olabileceğini tahmin etti. Dört yol ağzına gelince durdular. Diğer sokaklara baktılar, buraya kadar gördüklerinden pek farklı şeyler yoktu. Balok karşı tarafta iki katlı bir yapının kapısında asılı tabelayı gördü. ‘Rolvar’ın Hanı’ yazıyordu. Aixon’a gösterdi. Hana vardılar ve içeri girdiler. Giriş katı taverna olarak kullanılıyordu. Ahşap masalar, sandalyeler ve bir bar tezgâhı vardı. Masalar boştu. Aixon tezgâha bakınca, saçları dökülmüş, şişman ve bıyıklı adamı gördü. Elindeki bezle bir yandan kupaları silerken onlara bakıyordu. İkili yanına gitti. “Evet beyler, ne istiyorsunuz? Yemek? Oda?” “İkisi de,” diye yanıtladı Aixon. “Önce yemeği getir. Kasaba gidene kadar burada kalacağız.” Hancı bir an duraksadıktan sonra “ Pekâlâ, yani üç gün eder, günlük iki sikkeden… Altı bakır sikke. İkinizden de tabii ki.” Aixon ve Balok parayı verdiler. Hancı sikkelere memnuniyetle bakıp kemerindeki keseye koydu. “Tabeladaki isim, Rolvar. Sen misin?” diye sordu Balok. “Evet, beyim. Yemeğinizi şimdi getiriyorum.” Aixon ve Balok sıcak yahnilerini yiyip kupalarından bal likörlerini içerken karanlık tamamen çökmüştü. Masaların birazı dolmuştu. Bazıları gruplar halinde içkilerini yudumlayıp kahkahalar atıyor ve sohbet ediyordu. Bazılarıysa tek başlarına bir köşede oturmuş handaki ortamı seyrediyordu. Hanın müşterilerinin artmasıyla servis yapan adamlar da gelmişti. Belli ki hancı onlarla akşamlar için anlaşma yapmıştı. Balok’un dikkatini başka bir şey çekmişti. İki silahlı adam tavernanın köşelerinde ayakta bekleyip ortamı gözleriyle sürekli kolaçan ediyordu. “Şu adamlar galiba buranın fedaileri ha? Ne dersin?” diye Aixon’a sordu. “Ben de fark ettim onları, evet olabilir. Yoksa niye biri öylece durup da etrafı gözetlesin ki?” Yemeklerini yeni bitirmişlerdi. Az kalan içkilerini içerlerken masaya bir figür yaklaştı. Orta boylu bir kız ikiliye baktı. Uzun sarı saçları toplanmamış ve dağınıktı. Oval ve açık tenli yüzündeki yeşil gözleri canlılıkla parlıyordu. Tatlı bir gülümsemeyle, “Size daha fazla içki getireyim mi?” diye sordu. İki dost bir anda afallamıştı ve cevap vermediler. Kız soran gözlerle bakmaya devam edince Aixon kendini toparladı. “Ben istemiyorum.” Kız Balok’a döndü. Adam “ H-Hayır.” diye kekeledi. Bu kıza komik gelmişti, tekrar o gülümsemesini takındı. “Peki efendim,” dedi diğer masalara gitti. Balok kızın ardından bakakalmıştı. Aixon kolunu dürttü. “Ne var?” diye döndü. Aixon dostça gülümsüyordu. “Bu kadar belli etme. Bizi handan kovduracaksın!” Balok alaylı gözlerle baktı. “Ah, haydi, sen de hoşlandın öyle değil mi?”
40
“Eh tabi ki ama– ” “İyi öyleyse, yoksa sende bir sorun olduğunu düşünmeye başlayacaktım!” Yoldaşların kahkahası hanın gürültüsüne karıştı.
*
*
*
Aradan iki gün geçti. Göçten önceki son akşam yoldaşlar hancıyla konuşuyordu. Rolvar’la sohbetleri gelişmişti ve araları iyiydi. Gördükleri kızın adının Esea olduğunu ve hancının kızı olduğunu öğrenmişlerdi. Annesinin Esea’yı doğururken öldüğünü anlatmıştı Rolvar onlara. Aixon gülümseyerek söze girdi. “Rolvar, odandan ve likörlerinden memnun kaldık. İstersen bu akşam mallarını at arabasına yüklemene yardım ederiz.” Sonra kaşları çatıldı. “Unuttum, o iki adamını bunun için görevlendirmiştin değil mi?” Hancı içini çekti. “Aslına bakarsan pek sayılmaz. Onlar kendi yollarına gitmek istiyorlarmış, nedenini sordum bir şeyler gevelediler ama pek anlayamadım. Umurumda da değil. Sıkıldım onlardan, fedai olunca kibirlenmişlerdi. Muhtemelen hayatlarında ilk defa bir işe yarıyorlardı.” Balok buna sevinmişti. “Demek öyle, o zaman biz yardım edebiliriz istersen?” Aixon dostuna göz ucuyla bir bakış fırlattı. Niyetinin Esea’yı görmek olduğundan adı gibi emindi. Balok da yoldaşının imasını fark etmişti. Gülümsemesini bastırdı. Rolvar ciddileşmişti. İkiliyi bir süre süzdü. “Sizin iyi insanlar olduğunuza güveniyorum. Bir teklifim var. Yarın kasabanın Aviela’ya gideceğini biliyorsunuz. Buraya üç dört gün uzaklıkta… Kafilede bizim çadırımızda kalır mısınız? Ben ve Esea’nın orada yardıma ihtiyacı olacak, tabii korunmaya da. Anlattığınıza göre bir grup Ork’a karşı sadece ikiniz olduğu halde hayatta kalabilmişsiniz, hatta onların kaçmasına sebep olmuşsunuz. Bu yeteneği kendi gözlerimle de görmek isterim.” “Peki, Aviela’ya vardıktan sonra?” diye sordu Aixon. “Eh, onu o zaman düşünürüz genç adam. Benim teklifim bu yolculuk için.” Balok’un mutluluğu gözlerinden okunuyordu. “ Bu mükemmel! Çok teşekkür ederiz Rolvar.” Aixon kısa süre düşündü. Önüne gelen bu fırsatı tepmek büyük hata olurdu. Hancıya minnettarlıkla baktı. “Rolvar, bu çok cömert bir teklif. Bunu reddedemem, seninle geliyoruz.” “Bu çok iyi işte! Ben de yolculuk sıkıcı geçecek diye düşünüyordum.” Hancı sözünü bitirdikten sonra arka taraftaki kapı açıldı ve içeriden Esea çıktı. “Kızım bak, bunlar yeni dostlarımız. Bizimle kalmak karşılığında koruyucularımız olacaklar,” dedi Rolvar. Esea şaşkınlıkla önce babasına sonra ikiliye baktı. Yoldaşları, masalarına servise gittiği zamandan hatırlamıştı. İsimlerini öğrendikten sonra “Umarım işinizi önceki adamlardan daha iyi yaparsınız. Onların yerine gelmeniz iyi oldu. Bu akşam han boşaldıktan sonra eşyaları toplamalısınız.” Balok hevesle “Elbette leydim,” diye atıldı. Esea’nın yanıtı ise yoldaşların başını döndüren gülümsemesi oldu.
*
*
*
Sislerle birlikte gelen sabah Venorius sakinleri için evlerini terk etme vaktinin geldiğini anlatıyordu. Çift kanatlı kapının ardına kadar açılmasıyla bütün kasaba uzun bir hat halinde ağır ağır yürümeye başladı. Kafilenin en dışında koruyucu bir duvar ören askerler, önde kasabanın lordu Miley ve onun özel korumaları olan seçkin birlikler vardı. Kervana, ev denilen güven verici mekândan ayrılmanın üzüntüsü hâkimdi. Kasabalılar başlayacakları yeni hayatlarını düşünerek suskunluk içinde kalıyorlardı. Zarrand’ın adı ordusundan önce geliyor ve bu bile insanların yaşamını tehlikeye sokuyordu. Rolvar, kızı ve yeni adamları sarsılarak ilerleyen at arabasındaydılar. Rahattı ama yürüyenler-
den ayrılmamak için yavaş ilerlemek zorunda kalıyorlardı. Kervan muhafızlarının bu konudaki denetimi sıkıydı. Bu önlem kafilenin herhangi bir saldırıya karşı birlik olup savunma yapabilmesi için de gerekliydi. Kasabalılardan hiçbiri silahsız değildi, en azından botunda gizli hançeri olmadan kimse kervana katılmamıştı. Tehlikeli topraklar bunu gerektiriyordu. Aixon yolculuk sırasında dostunun ailesinin de kendi ailesiyle benzer bir kaderi paylaştığını öğrendi. Sevdiği herkes Zarrand’ın zalim ordusu tarafından katledilmişti. Yolculuğun ikinci akşamında kamp ateşinin etrafında oturuyorlardı. Sıradan konulardan sohbet ettiler ve yemeklerini yediler. Bugün nöbet sırası Aixon’daydı. Rolvar çadırına yatmaya gitmişti. Balok zor da olsa hancının kızından ayrılıp o da dostuyla kendisinin kullandığı çadıra girmişti. Aixon, ateşi söndürmek için küçük bir tasın içindeki suyu boşaltmaya hazırlanıyordu ki “Dur,” diyen Esea’ya baktı. “Ateş kalsın mı leydim?” diye sordu. Kız gecenin içine uzayan alevlerin yanına oturdu. “Yanıma gelsene Aixon,” dedi. Genç savaşçı şaşkın bir halde yakınına gitti ve ayakta bekledi. Esea sitem dolu bir bakışla “Eh, öyle kafamda dikilme, sürekli yukarı bakarak konuşamam,” dedi. Aixon yanına oturdu. Aralarına saygılı bir mesafe bırakmıştı. Kızın yeşil gözleri alevlerin kızıllığıyla mükemmel bir uyum içinde dans ederek savaşçıya bakıyordu. Sarı saçları oval, keskin çehreli yüzüne dağılmıştı. “Bana hikâyeni anlatır mısın Aixon? Buraya kadar nasıl geldin? Nereden geldin? Babama da bunları anlatmamışsınız. Yalnızca Orklarla yaptığınız bir dövüşü duyduk sizden. Ya öncesi?” Kız bunu sorarken bir yandan da Aixon’a yavaşça yaklaşmıştı. Hancının fedaisi yutkundu, yaşadığı heyecanı bastırıp düzgün konuşmaya çabalayarak her şeyi anlattı. Konuşması bitince soluklandı. “Peki, bundan sonraki planın ne?” diye sordu Esea.
42
Aixon içini çekti ve düşündü. “Öncelikle babamı bulmalıyım. Ölü ya da diri.” “Başka türlü rahat edemezsin değil mi?” “Hayır leydim.” “Bana Esea de. Aixon, bu yolun, kaderin seni nereye götürürse beni de yanına al. Seninle olmak istiyorum.” Kızın Aixon’a olan tutku dolu bakışları savaşçının başından beri sağlam tutmaya çalıştığı iradesini parçalayıp yok etti. “Esea,” dedi. Gri gözleri garip bir yoğunlukla Esea’nın muhteşem yüzüne bakıyordu. Elleri kızın saçına gitti, onu okşadı. Yüzleri birbirine yaklaştı. Heyecan dolu hızlı solukları birbirine karışıyordu. Dudakları birleşti. O gece Aixon ilk defa nöbetini tutmadı. Ertesi gün Aviela kasabası ufukta görünmüştü. Olaysız geçen yolculuk kafilenin moralini yükseltmiş ve hızlarını arttırmıştı. Herkes daha istekle ilerliyor ve oraya kadar başlarına bir şey gelmeden varabilmek için tanrılara dua ediyordu. Aixon ve Esea kimseye bir şey belli etmemeye çalışıyorlardı. Ne zaman göz göze gelseler başka yöne bakıyorlardı. Onlar görünüşte yalnızca bir leydi ve korumasıydı. Balok her şeyden bihaberdi. Kıza yaranmak için her yolu deniyordu. Aixon şüphe uyandırmamak için tepkisiz kalıyordu. Öğlene doğru Aviela’ya girdiler.
*
*
*
Torlon Kıtası’nı sonsuz kolları arasına saran gece tamamen karanlık değildi. Zarif bir hilâl, tanrılar tarafından, gizlice ilerleyenlerin yolunu aydınlatmak için gökyüzüne yükseltilmiş gibiydi. İki insan gecenin gölgeleri içine karışıp hiçbir şeyi umursamadan ilerliyorlardı. Hafif bir esinti ruhlarını okşuyordu. Geride bıraktıklarını ya gelecekte onları bekleyen hiçbir şeyi umursamıyorlardı. Ne Rolvar’la ne de Balok’la konuşmuşlardı. Aviela’ya geldikleri günün gecesi onlar için yeni hayatlarının başlangıcı olmuştu. Herkes uyuduğunda gizlice kaçmışlardı. Esea babasına olan vefa borcundan dolayı bir not bırakmıştı sadece. Yazdıklarına Aixon’un Balok için sözlerini de eklemişti. İkisi de birbirinin hayatını kurtarmıştı. Aixon bunu dostuna, eski dostuna borçluydu. Aixon ve Esea doğuya ilerliyordu. Medeniyetin başlayıp yayıldığı yerlere, Zarrand’a karşı durabilecek güçlü krallıklara gidiyorlardı. Genç savaşçı kendisine bir kılıç ustası bulacaktı. Usta bir dövüşçü olup babasını arayacaktı. Elbette ki yanında Esea da olacaktı ve onun da dövüş sanatlarını öğrenme isteği konusunda Aixon’dan geri kalır yanı yoktu. Aşkıyla omuz omuza savaşacak ve gerekirse onunla ölecekti. Gölge çift, yeni ufuklara doğru yitip gitti. Can ÇELİKEL İllüstrasyon Celalettin CEYLAN http://robocat58.deviantart.com
46
48
PRİAMOESR’İN ÇEMBERİ ‘Ankara’da ardı ardına yaşanan ölümler... Çember ve Kitap... Kaybettiği aşkı arayan bir gemi kaptanı... Ülkenin çok satan romanlarının yazarı... Çalışmak için gittiği İspanya’da, kara büyüyle tanışan bir adam... Annesinin öldürülmesiyle tüm hayatı değişen bir genç... Geçmişin ve geleceğin asla aynı olmadığı bir sürükleniş...’ ‘Önce gök kana bulandı. Ardından toprak. Bir ses duyuldu kulakları sağır eden. Depremlerle sarsıldı yeryüzü ve taş üstünde taş kalmadı. Kana bulanan gök yarıldı sonra. Tüm sular kaybolup gitti sonsuzluğa doğru. Hayatta kalanların hepsi kör ve sağırdı o an. Her şey yavaşladı. Zaman durdu. Işık yok oldu. Karanlığa büründü tüm dünya. Geriye dünyada kalan son toz zerreciklerinin arasında dolaşan şu soru kaldı sadece. Gerçekten neye inandığını biliyor musun?’ Gökkuşağının Sekizinci Rengi ve Işığın Karanlık Yüzü isimli romanlarımın ümit veren satış grafiklerinin ardından, üçüncü romanım Priamoesr’in Çemberi, Macera-Kurgu türünde yine Truva Yayınları tarafından basılarak raflardaki yerini aldı. Sözlerime kitabın arka kapak yazısını size aktararak başlamak istedim. Öncelikle hem ikinci romanımda hem de bu romanda bana sonsuz güvenini her zaman belirten Truva Yayınlarının değerli editörü Hüseyin Movit’e ve yine son düzeltmelerde bana değerli yardımları bulunan sevgili Ozancan Demirışık’a teşekkürlerimi sunmak isterim. İlk romanımla birlikte amacım Türk Fantastik Edebiyatında bir yer edinebilmek ve elimden geldiğince bu oluşuma destek verebilmekti. Umarım bu üçüncü basamak bir öncekinden daha büyük olur ve hedeflerime ulaşma imkânı bulabilirim. Priamoesr’in Çemberi, bu yılın okuyucu beklentileri doğrultusunda cepboy olarak 400 sayfa şeklinden basıldı. Olabildiğince çok kişiye ulaşması öncelikli hedef olarak belirlenerek fiyatı 9.90 TL olarak kararlaştırıldı. Kapak çalışması yine değerli grafiker arkadaşımızla ortak çalışmamız sonucunda doğdu. Priamoesr’in Çemberi, Balıkesir ili Erdek ilçesinde başlayan fantastik bir öykü. Bu kurduğum cümle, beni insanlara aktarmaktan en çok zevk aldığım noktaya sürüklüyor. Hayatın içerisinden fantastik bir hikâyeye. Tıpkı diğer romanlarımda olduğu gibi. Hikâye günümüz Türkiye’sinde başlıyor ve aynı zaman dilimi içerisinde şekilleniyor. Bu romanı yazarken yeni bir tarz yaratmaya çalıştım. Bunun ne olduğunu söylemek, sanırım okuyucu için sürprizleri kaçıran bir hareket olacaktır. Ancak bir cümleyle özetlemek gerekirse, “Her şeyi bilirken, hiçbir şeyi bilmemek,” olarak açıklanabilir. Bu süreç yazarlık anlamında aldığım bir riskti. Romanın sayfaları ilerledikçe elimi ne kadar ağır bir taşın altına soktuğumu daha iyi anladım. Önümde duran terazi çok ince bir ayar gerektiriyordu çünkü. Umarım başarmak istediğimi tüm okuyucular için gerçekleştirebilmişimdir. Romanı basım aşamasından önce okuyan ve eleştirilerine güvendiğim kişiler, hedeflediğime ulaşmış olduğumu söyleseler de tabii ki daha geniş okuyucu kitlesi tarafından benimsenmesini umut etmek kalıyor bana.
50
Roman, Ankara’da işlenen cinayetlerin çevresinde şekilleniyor. Olayı sürükleyen karakterlerin başında Taner Işık isimli yazar ön plana çıkıyor. Bu karakter muhtemelen kendimden bazı ayrıntılar katarak özdeşleştirdiğim bir hikâyeyi yansıtmakta. Kendisi ilk romanıyla iyi bir çıkış yakalayan ancak daha fazlasını isteyen genç bir yazar. Bir sonraki romanı için farklı bir hazırlık yapmaya çalışırken, kendini cinayetlerin tam ortasında buluyor. Daha doğru bir anlatımla, romanı için gereken malzemeyi gerçek hayatta aramaya kalkarak belki de hayatının dönüm noktasına sürükleniyor. Yaşanılanların fantastik boyuttaki temsilcisi, Delfin Can isimli bir medyum. Aslında medyumluktan çok uzak ve hayat hikâyesi acılarla dolu bir insan. Hikâyenin temelini oluşturan Kara Büyü Kitabı ve Priamoesr’in Çemberiyle ilgili bağlantıyı tamamlamakla önemli bir görev alıyor bu karakter. Romanın dengeleyici kişisi, Burak isimli genç bir adam. Onu bu hikâyeye katan nokta annesinin öldürülenler arasında yer alması. Annesinin hikâyesini okuyucuya saklamak gerekirse, bu cinayet onu hayatının belki de en ilginç macerasına sürüklerken bir yandan da hayatı boyunca özlemini çektiği bir kişiye kavuşturuyor. Hayatın içerisinde bu fantastik hikâyenin, hayata ait olan bölümünü Çoşkun Kaptan isimli sıradan birisi temsil ediyor. Hayatı boyunca kaybettiği gerçek aşk için acı çeken bu sıradan gemi kaptanı, aslında sürüklenişin içinde kendiyle yüzleşiyor. Bulamadığı cevaplara ve geleceğe yelken açıyor belki de. Son romanımı öncekilerle karşılaştırdığımda söyleyebileceğim en olumlu taraf, karakter derinliğinin oldukça sağlam olması. Okuyucu her sayfada bir başka hayat hikâyesinin içerisinde buluyor kendini ve bu, yazılanların okuyucuyu sahiplenme başarısını oldukça arttırıyor. Benim romanlarımın en büyük özelliği olan sağlam kurgu, bu romanla birlikte en yüksek seviyeye çıkıyor. Yazının başında anlatmaya çalıştığım geliş gidişler, okuyucuya muhtemelen çok zevkli dakikalar yaşatmayı garantiliyor. Her ara bölümün ardından gelen geçmişe ve geleceğe dönüşler bu sağlam kurguyu perçinleyerek, okuyucunun kafasında hiçbir soru işareti bırakmayarak yolculuğuna devam etmesini sağlıyor. Priamoesr’in Çemberi isimli romanımın olabildiğince çok kişiye ulaşması dileğiyle sözlerimi bitirirken, herkese iyi okumalar diliyorum. Bülent ERİŞ
METAMORFOZ ve KAYIP GENÇLİK ÜZERİNE KÜLT BİR ANİME: AKİRA Kabul edelim ki başarıyla çizilmiş anime ve mangalardaki patlamalar, yıkılan yapılar ve izbe evreni izlemek heyecan uyandırıcıdır. Nasılsa olmayacak gözüyle baktığımız bu sert gelecek, çizgi romanın mantığından da oldukça farklıdır. (1) Çizilen bu distopya, kaos ve şiddetten beslenen kopkoyu gelecek tasviri kuşkusuz ki sadece görüntüsünün verdiği haz için ilgi çekici değildir. Animelerde en çok kullanılan tema olarak göze çarpan siberpunk ve mecha bir dışa vurum, günümüz hayatının anlamsızlığı ve öfkeyle yetişen neslin simgesidir. Daha çok Japon kültürünü ifade eden bir araç gibi görünse de, bu devrimci bakış açısı geleneksel bir tabloyu ifade eder. 21.yy. da sanayileşme, toplumun birbirine yabancılaşmasının doğurduğu kopukluklar, yaşanan ekonomik ve ekolojik felaketler gibi global etkenler de animelerdeki şiddetin bir dışa vurumudur. 1993 yılında Japon eleştirmen Ueno Toshiya, savaşın tüm şiddetiyle yaşandığı Saraybosna ziyaretinde geniş bir panel üzerine Akira’dan bir sahne çizilmiş görünce şaşırır. Bombaların altındaki, yıkık dökük binalar arasında, karşısında duran şey aslında Bosna’daki asi gençlerin sisteme karşı açıkça isyanıdır. (2) Japonya’da animasyonlarda ısrarla kullanılan mahşer teması (3) olarak da adlandırılan siberpunk gelecek tasvirinin sebebi oldukça açıktır: Atom Bombası. Kuşkusuz ki Japonya’ya atılan atom bombası sadece savaşta yenilgisine sebep olmamış, köklü bir gelenek ve inanca sahip Japonların duygusal olarak da yenilmelerine yol açıp,
52
gelecek kaygılarını arttırmıştır. Savaş sonrası, sanayideki muazzam ilerlemesi ise yabancılaşma ve mekanikleşmeyi doğurmuştur. Ancak bu ekonomik iyileşme bile (4) toplu intihar vakalarını önleyememiştir. Sosyal karamsarlık ve sonucu olarak görünen umursamazlığın sonucu olan kayıp gençlik AKİRA’nın çıkış kaynağıdır. Bir manga çizgi romanı olarak hayatına başlayan Akira’nın 1989’da Katsuhiro Otomo tarafından çekilen kült filminde, yönetmen ana tema olarak bir grup ergen motosiklet çetesi ve içlerinden birinin kontrol edemediği güçlere sahip olmasının yarattığı trajediye odaklanmıştır. Çetenin karizmatik lideri Kaneda ile bir geri planda kalmış, güvensiz Tetsuo’nun yakın görünen arkadaşlığın altını kazıyan Otomo bastırılmış duyguları ifade etmede oldukça başarılıdır. Sıradan bir yaşam sürerken arkadaşı/koruyucusu olarak adlandırdığı Kaneda’yı, gücün kendi tarafına geçtiğinde ezmeye çalışan Tetsuo, bastırdığı tüm duyguları açıkça dışa vuracaktır. Freud’un “düşüncenin her yerde olabilmesi” (5) denilen bu üzücü durumda, kişi özel güçler kullanarak dünyayı değiştirmesi ya da en azından kendini kurtarması teması maalesef ki sadece kötü sonuçlar doğurmaya yol açar. Bu durumda kişi yadsıdıkça gerçekten uzaklaşacaktır. Tetsuo’nun sürekli ertelediği Kaneda yüzleşmesi, ancak bir ucubeye dönüştüğünde gerçekleşir. Bu bile tam yüzleşme sayılmaz zaten filmin sonun-
da kendinden kurtulmak için bile yardım isteyeceği kişi Kaneda’dır. Tetsuo’nun elde ettiği güç, birçok açıdan oldukça sorunludur. Öncelikle o, taşıyacağından daha fazla güce sahip olmasının altında ezilen ergen bir gençtir. Tetsuo açısından bakılırsa oldukça havalı yeni güçleri sayesinde kendini bulmuştur. Ancak ergenlikten bir geçiş olarak adlandırabileceğimiz bu durumda anti-kahramanımız çuvallarlar. Gücünü etkili kullanmayı öğrenmek yerine kendini göstermek, eski dostlarını ezmek gibi ergen imajları ile ilgilenir. Diğer bir sonuç ise daha trajiktir. Dünyaya karşı öfkeli gençlerin simgesi halinde görmemizin kaçınılmaz olduğu Tetsuo, yeni yıkıcı gücünden hoşlanır. Tetsuo’nun bu canavarlaşan (6) yeni kimliğinden kimi zaman korkan ama daha çok onu kutsayan tavrını Japonya’nın derinden hissettiği belirsizliğin bir yansıması şeklinde yorumlamak mümkündür. Tetsuo, Japonya’nın uluslararası etkisinin üst düzeye ulaştığı savaş sonrası dönemde, pek çok millet Japonya’dan çekinir hale gelmesinin katıksız bir karşılığıdır ki buna Japonların kendileri de dâhildir. Filmin askeri ve politik kanadından baktığımızda bu kendini üstün görme eyleminin toplumun her kanadına sirayet ettiğini görmekteyiz. Özellikle askeri kanadı fes etmeye çalışıp bundan çıkar sağlamaya çalışan yozlaşmış politikacılarda hissedilse de, kendi çıkar-
ları için darbe yapmayı bile göze alan bir askeri erkten de söz edilmektedir. Halk ise bu oluşum içerisinde oradan oraya savrulmaktadır. Gelecek nesil gençlerinin bunları düzeltme gibi bir çabalarının olmadığını da görürüz. Sosyal çöküntü filmin başından sonuna kadar ısrarla, umut ışığı barındırmadan devam eder. Okuldan atılmakta dahi beis görmeyen bu genç motosiklet çetesi için yaptıkları eylemlerin de pek bir anlamı yoktur aslında. Ne Kaneda ne de Tetsuo yaptıkları eylemlerin politik tarafını anlamayacak kadar sığ karakterlerdir. Zaten Akira’nın ne olduğunun açıklandığı sırada Kaneda sıkıcı bir ders dinliyormuş gibi tavır takınır hatta karşısındaki kızı gel bir şeyler içelim uzun uzun devrim konuşuruz diyerek alaya alıp anlatıcıyı saçmalıkla suçlar. Filmde motosikletin bir ergen simgesi, güç karşılığı olarak görülmesi kaçınılmazdır. Onlar için motosiklet isyankâr ruhlarını besleyen, asi olduklarını cümle âleme ispatladıkları bir mecradır sadece. Filmin birçok yerinde Kaneda’nın motosikletinin kuvvetinin bahsedilmesi ya da insanların sürekli onun motosikletine binmek istemeleri ana karakterin güçlülüğüne yapılan vurgudur. Filmde herhangi bir yetişkin kadının olmaması ise bu gençlerin açıkça duydukları anne özleminin bir sonucudur. Sonuçta annelik boşluğu, yetişme sürecinde bir sorun yarattığı gibi gelecek konusunda da karamsarlığı destekleyerek, kapana sıkışmışlığı ifade eder. Kurtulmanın yolu ise değişimden geçmektedir. Akira’da tüm karakterler açıkça değişimi savunur. Politikacılar askeri dikta yönetiminin değişmesini, asker yozlaşmış toplumun değişmesini, toplum ise yeni kurtarıcının gelip hem politik hem de askeri sistemi değiştirmesini diler. Akira’nın özünü tanımlamak gerekirse doğru kelime: metamorfozdur. Genel olarak bakıldığında animasyonda hareketin önemini de göz önüne alırsak, yaşanan metamorfozlar açıkça klasik öykü anlatıcılığının kalıplarıyla oynamak demektir. Bu yapıbozumcu tavır filmin genel yapısına oldukça uygundur. Öykü anlatıcılığı açısından basit bir hikâyeyi metamorfoz kavramı ile birleştiren Otomo görsel olarak etkileyici olması dışında derdini net olarak anlatmayı başarmıştır. Akira’daki metamorfoz, hem yıkımı hem değişimi hem de sosyal çıkışsızlığı anlatmanın çarpıcı bir yoludur. Burada genç bir bedenin metamorfoz teması olarak seçilmesi önemlidir. Serseri imajından korkutucu derecede deformasyona uğramış birine dönüşen Tetsuo’nun, gelecekten umudu olmadığından tekrar geçmişe dönmesinin altı çizilir. Mutasyonun devam etmesi kendi üzerindeki kontrolü kaybetmesi ile hafızası çocukluk anıları ortaya dökmeye başlar. Tetsuo’nun bir nevi çocukluğa dönüşü, güçlerinin zevkini çıkarırken, “sen de kimsin” diye posta koyduğu Kaneda’dan başka yardım isteyecek kimsesi olmadığını fark etmesine yol açar. Ancak artık olan olmuştur. O artık sadece gelece-
54
ği belirsiz asi bir genç değildir. Yeni kazandığı özellikler onu insanlardan uzaklaştırmış hatta ekrandan taşacakmış gibi görünen bir ucubeye çevirmiştir. Başlarda zevk aldığı bu gücün el değiştirmesi kişisel felaketini hazırlamıştır. Filmde öğrendiğimiz üzere Tetsuo’nun kendi içinde yaşadığı yıkımın çok daha büyüğü Akira sayesinde eski Tokyo’nun başına gelip kıyametle sonuçlanmıştır. Bu bireysel olarak oldukça trajik, toplum açısından bakıldığında ise korkutucu bir bakış açısıdır. Şüphe götürmeyecek şekilde Tetsuo’nun felaketini tetikleyen unsur askeri yöntemdir. Daha önce askeri üstte kontrol altında tutulurken sadece sokak serserisi olarak bir nevi eski hesaplarını kapatmakta kullandığı güçlerine olan bakış açısı ordunun lazerle müdahalesiyle değişir. Burada Tetsuo’nun kontrol edilme şekline bir parantez açmak gerekir. Otomo bize Tetsuo’nun açıkça uyuşturucu ile kontrol edildiğinin bilgisini verir. Ayrıca ilk klinikten kaçışta bir uyuşturucu krizi yaşadığını da görürüz. Bu kaçış, daha çok histeri şeklinde görülen bir yoksunluk sendromu sayesinde uyuşturucu bulacağını umduğu barmeni öldürmesiyle sonuçlanır. Uyuşturucunun yasadışı ya da yasalarca kullanılarak bireyleri/toplumu kontrol altına almaya çalışıldığı net bir şekilde görülür. Barmen’in bara gelenlere LSD benzeri ilaçlar satması, ya da sokaklardaki insanların gerçekleri yadsımak için uyuşturucu kullanması bunun bir kanıtıdır. Kaneda’nın kırmızı ceketinin arkasındaki kapsülde bunu destekler. Ayrıca deforme çocuk karakterlerin de sürekli halüsinasyonlar ile kendilerini göstermeleri uyuşturucuya bir atıftır. Tetsuo’yu kontrolden çıkaran olay ise ordunun müdahalesi ile kolunun kopmasıdır. Güçlerini yeni kol yaratmada kullanmaya çalışan Tetsuo böylece gücün dengesini kendisine çevirmiş, dönüşüm sürecini tetiklemiştir. Tetsuo’nun dönüşümü bir ergen bulanımı ve çıkışsızlığı simgelediği için açıkça baştan kaybettiği bir savaşın içine dâhil olmasına sebep olmuştur. Akira filmde sonsuz enerji olarak tanımlanır. Bu sonsuz enerjiyi kontrol altına almaya çalışan ordu ve politikacıların tetiklemesiyle kıyamet yaşanmıştır. Ancak Tetsuo’nun trajedisi kıyametten daha farklı görülebilir. Filmin sonundaki Ben Tetsuo’yum cümlesi ve izleyiciye dikilen göz bize artık değişimin başladığı ifade eder. Burada genç, kırılgan ama en azından özünde iyi olan bir genç devrimcinin en azından kendini feda ederek bir şeyleri başladığını yorumlamak mümkündür. Bu başlangıç belki onun düşüncesi ya da bilinçli bir seçimi olmasa da süreci başlatan bir adımdır. Bu bakış açısı bize kaostan kurtulmak için her şeyi yerle bir edip sil baştan başlamak gibi pek de tasvir edilmeyen bir düşünceyi savunsa da, bazen bir çıkış olmadığından zorunlu hale gelebilir. Akira bu çıkışsızlık hissi ve dönüşümün önemini anlatan kült bir bilimkurgudur. (1) Çizgi romanlar, genelde kötülük yapan taraf ile halkı kurtaran super-hero arasındaki geçer. Halkın durumu sonuca ulaşmada etkili değildir ancak çoğu animede yapılan felaketin sorumlusu zaten halkın kendisidir. Halkın bu durumda bir kurtarıcıya ihtiyaç duymaktan çok kurtarıcı konumunda yer alması önemlidir. Bu kurbandan kurtarıcıya evrimleşmek Akira’nın temel olgularından birisidir. (2) Uneo Toshiya, (Metal kıyafetler: Japon animasyonundaki kızıl savaşlar, 1998) (3) Susan J Napier (Anime from Akira to Howl’s Moving Castle, 2008) (4) Japonya Dünya’nın 2. büyük ekonomisidir. (5) Sigmund Freud (Totem ve Tabu, 1983) (6) Frankenstein Canavarı. Burada da Frankenstein canavarı gibi bir yaratım söz konusudur. Doktor’un yeni deneği Tetsuo’nun kontrolden çıkması kaçınılmazdır.
Gökhan GÖK
YAŞLI ÇOCUKLAR VE NEO-TOKYO
Akira teknolojinin kendini aştığı, gittikçe içi boşalan hayatları çevreleyen post-apokaliptik bir Tokyo ortamında geçen, Yangu Magajin adlı dergi tarafından 1982–1993 yılları arasında yayınlanan siyah-beyaz bir manga ve bu mangadan uyarlanmış olan, 1988 yılında çekilmiş bir Anime film. Mangasından bahsetmek gerekirse, biterken 6 cilt şeklinde düzenlenmiş, her bir cildi ortalama 350 sayfa olan, çoğu konuda “yeterli” bir manga. Hatta o kadar yeterli bulunmuş ki, zamanında tamamıyla İngilizce’ye çevrilen ilk mangalardan olmakla kalmamış, üstüne iki adet film, birkaç tane de video oyunu yapılmış. Üçüncü Dünya Savaşı’nda bir tür kitle imha silahıyla vurulmuş olan Japonya’da, savaştan yaklaşık kırk yıl sonra Neo-Tokyo (Yeni Tokyo) adlı şehirde geçiyor hikâye. Aşırı gelişmiş teknoloji, elektrikle çalışan taşıtlar, silahlar, binaların üzerlerinden geçen yollar, holografik reklâmlar ve daha birçok bilim-kurgu film klişesiyle birlikte, çok sağlam bir felsefeye sahip olan Akira’nın filmi mangasına oranla oldukça yüzeysel olsa da, yine de haydi deyip izleyince tamamen anlaşılamayacak kadar karmaşık bir yapıya sahip. Neo-Tokyo’da Kaneda’nın liderliğindeki bir motosiklet çetesinde yer alan Tetsuo, bir gün yolun ortasındaki bir çocuğu ezmemeye çalışırken kaza yapıyor. Kaneda çocuğa baktığında yaşlı bir insanın yüzüne sahip olduğunu fark ediyor. Çocuk bir süre sonra görünmez olarak ortadan kayboluyor. Tetsuo bu kazadan sonra hastaneye kaldırılıyor. Bünyesinde meydana gelen olağanüstü değişikliklerden dolayı ordu tarafından gözetim altına alınıyor. Mangası ile filmi arasında başlangıç sahneleri dışında çok bir fark yok. Ama dediğim gibi, 2000 küsür sayfalık bir eserin önemli bir kısmını film yapmaya çalışınca arada kaybolan birçok şey oluyor. Katsuhiro Otomo, Akira’nın mangasını yapmakla kalmamış, filminin yönetmenliğini de Izo Hashimoto’nun senaryo konusunda desteğini de alarak yapmış. Başından sonuna kadar kargaşa içinde geçen hayatları konu alan Akira’da, bir yandan sokak çeteleri insanlara bulaşıyor; diğer yandan gençlik toplum ile çatışıyor; arada muhalif gruplar ordu karşıtı silahlı ve silahsız gösterilerde bulunuyorlar. Politik sistem tamamen yozlaşmış durumda. Ordunun bununla ilgili çok büyük bir problemi olmasa da, ileride güç dengelerinin oturması adına, ordu ile siyasetçiler arasında da sürtüşmeler başlıyor. Öte yandan halk, kurtarıcıları olan Lord Akira’nın dönüşünü bekliyor. Akira’nın kim olduğu, daha da doğrusu ne olduğu konusunda neredeyse hiç kimsenin hiçbir fikri yok. Nereden gelecek, ne yapacak bilinmiyor, ama sokaklar onun adıyla inliyor. Arada savaşın Akira yüzünden çıktığını söyleyenler varken, ordu ise “akıl almaz bir enerji” olduğunu düşündüğü Akira’yı kontrol altına almak için insanlar üzerinde çeşitli deneyler yapıyor. Tetsuo’da bu deneylerin bir parçası olmuşken, olaylar kontrolden çıkıyor. Deneylerde yer alan çocukların çeşitli mistik güçleri var ve bu güçler ordunun kontrolü altında tutuluyor. Fakat Tetsuo’nun güçleri kontrol edilecek gibi değil. Zaten bir asi bir genç olan Tetsuo, bu gücü kullanarak önüne gelen her şeyi yıkıp geçmeye başlıyor. Akira, gençlerin topluma yabancılaşmasını, gelişen teknolojinin insan hayatının diğer yönlerini iyice kısıp içini boşaltmasını, yozlaşmış politikacıları, genel olarak modern hayatın götürülerini eleştiriyor. Akira’nın gayet realist bir anlatım şekli var. Günümüzde gerçekleşmekte olan, ya da yakın gelecekte gerçekleşmesi muhtemel olan olaylara oldukça fazla gönderme yapan manga ve film, aynı zamanda her an etrafımızda görebileceğimiz (zihin gücüyle kafa patlatan değil de, hani kişilik olarak) karakterler içeriyor. İnsan ne olursa olsun “Acaba?” diyor arada.
56
Mangası kesinlikle filminden çok çok başarılı. Yani mangadan filme geçiş şekli konusunda çok sıkıntısı olmasa da, en azından birkaç film haline (Death Note gibi) getirilebilirmiş gibi duruyor. Sıradışı anlatım biçimiyle batı dünyasının ilgisini de oldukça çekmiş olan Akira gerçekten bahsedilen zaman gelirse, o zaman bile güncelliğini koruyacak kadar sağlam temellere oturtulmuş bir eser ve bir yerde DVD’si ya da cildi görülürse ne olursa olsun kaçırılmamalı. Önemli Karakterler: Akira : Hikâyenin üzerine kurulduğu çocuk. Tokyo’nun yok oluşundan sorumlu tutuluyor. Yine ordunun Esperler üzerindeki deneylerine benzeyen deneyler sonucunda içindeki güç ortaya çıkmış. Sonra dondurularak, neden olduğu yıkımın merkezinde bulunan kratere yerleştirilip üzerinde inşaat yapılmaya başlanmış. Kendisini düşman olarak görenler de var, kurtarıcı ve hatta Tanrı olarak da. Zaten Akira’nın temsil ettiği imaj güç sahibi bir çocuk ile saf enerji arasında gidip geliyor. Shotaro Kaneda : Motosiklet çetesinin lideri olan genç. Hikâyenin ana karakteri aslında. Arkadaşları üzerinde liderlik dışında da çok etkisi var. Onlar tarafından oldukça seviliyor, o da arkadaşlarına değer veriyor. Okulda sürekli dersleri sabote ederek, sağa sola laf yetiştirerek hayatını yaşasa da, Tetsuo’yu durdurma ihtimali olan nadir bulunur kişilerden. Tetsuo Shima : Kaneda’nın çetesinin bir üyesi ve aynı zamanda onun en iyi arkadaşı. Kazadan sonra elde ettiği güçleri kötü yönde kullandıkça, Kaneda ile arasındaki arkadaşlık da bozulmaya başlıyor. Oldukça asi bir karakter. Zaten her şey ordunun onu bir yerde kapalı tutmasına karşı çıkmasıyla başlıyor. Esperler : Ordu araştırmalarında yer alan üç çocuk. Aslında 40’lı yaşlarda olmalarına rağmen büyümemişler. Sadece yüzleri değişmiş. Bunun nedeni araştırma için kullandıkları ilaçlar, yer aldıkları bilimsel deneyler olabilir. Kiyoko’nun ışınlanma ve kâhinlik, Takashi ve Masaru’nun ise zihinle maddeyi yönlendirebilme özellikleri var. Kei : Muhalif güçlerin bir üyesi. Aynı zamanda Ryu’nun kardeşi. Kaneda ile başlangıçta pek anlaşamasalar da, gittikçe yakınlaşıyorlar. Kei’nin en önemli özelliği, vücudunun psişik güçler için bir köprü oluşturması. Yani başka medyumlar tarafından güçlü bir aracı olarak kullanılabiliyor.
Albay Shikishima : Ordu tarafından yürütülen gizli araştırmaların başındaki insan. Bu deney ve araştırmalarda yer alan çocuklarla ilgileniyor. Manganın ve filmin başlarında kötü niyetli, robotlaşmış bir asker gibi görünüyor fakat asıl amacı Neo-Tokyo’yu daha büyük felaketlerden korumak. Bunun için de elinden geleni yapıyor. Yusuf SALMAN www.konseptdisi.blogspot.com salmanyusuf@yahoo.com
ZOMBIELAND Melez türlerin oluşumu seksenler sineması ile başladı diyebiliriz. Sinemanın kurallarının yeniden yazıldığı o günlerde türler arası filmlere rağbet yoğundu. İnsanlar ilk başta karışık kaset tadındaki bu filmleri bir bilet parasına her türlü duygularını tatmin edebildiği için sevmişlerdi. Oysa daha sonra o ilk zamanki ünlerini arar oldu melez türler. Tüketim toplumu onları da çabucak harcadı ve unuttu. O zamandan günümüze kalan melez türlerden biri de korku/komediler oldu. Korku/komedi türü için en büyük örneklerden biri tabii ki Ghostbusters'dır. Yakında üçleme olacak olan hayalet avcıları korku öğelerinin yanına komediyi katan güzel seyirliklerden biriydi, ancak sonrasında bu tarzın o kadar çok suyu çıkarıldı ki birçok sinemasever türden uzak durmaya başladı. Oysaki korku filmlerinde tadında kullanılan komedi öğeleri seyirciye onca kan revan arasında nefes aldırarak rahatlamasına yardımcı olur. Benim için bu tarzda en sevdiğim filmler Army of Darkness ve Shaun of the Dead'dir. Bu ay sizlere bu listeye bir ekleme yaptıracak bir filmi tanıtmak istiyorum, işte o film Zombieland. İki binli yıllardaki zombi çılgınlığını İngiliz komedi anlayışı ile yorumlayan Shaun of the Dead'in Amerikalı kuzeni olan Zombieland ilk haftadan box office listesinin tepesine yerleşerek dikkatleri üzerine çekti. Ruben Fleischer'ın ilk büyük işi olan Zombieland'in arkasında iki senaryo yazarı Rhett Reese ve Paul Wernick bulunuyor. Dört buçuk yıldır ellerinde olan bu projeyi ilk başta televizyon için düşünmüşler ancak ortam oluşamayınca sinemaya uyarlamaya başlamışlar. Filmimiz klasik bir zombi filmi konusuna sahip. Dünya zombilerin kuşatması altındadır, insan nesli tehlikededir. Bu post apokaliptik dünyada kalan içine kapanık, palyaço fobili genel anlamda korkak bir çocuk olan Colombus (Jesse Eisenberg) ailesinin yaşayıp yaşamadığını öğren-
58
mek için Teksas'tan Ohio'ya doğru yola çıkmaya karar verir. Colombus'un korkaklığı zombilerden kurtulmak için bazı kurallar geliştirmesini ve hayatta kalmasını sağlamıştır. Bu yolculukta kendisine tam bir Teksas kovboyu olan Tallahassee (Woody Harrelson) eşlik edecektir. Tallahassee hayatın anlamını zombi avlamakta bulmuştur ve sapıklık derecesinde bir tutku ile dünyadaki son twinkie (bir çeşit kek)'leri aramaktadır. Ekibimiz yolunda ilerlerken kendileri gibi ayakta kalmaya çalışan Wichita (Emma Stone) ve Little Rock (Abigail Breslin) adlı iki kız ile tanışırlar. Başlarda birbirlerini kazıklamaya çalışsalar da kısa zamanda birlikten kuvvet doğar ilkesi ile hareket etmeye başlarlar. Böylece dört kafadar gore dolu eğlenceli bir maceraya doğru direksiyon sallarlar... Tallahassee: 12 yaşında bir kız tarafından esir mi alındık? Columbus: Evet ama bilirsin kızlar erkeklere göre daha çabuk gelişir. Zombieland'in özel efektleri daha önce Michael Jackson'un Thriller klibinin de efektlerini üstlenmiş olan Tony Gardner'a emanet edilmiş. Yaratılan zombiler ise Romero'nun ağır hantal yaşayan ölü zombileri gibi değil, “28 Gün Sonra” ile ünlenen yeni nesil virüslü, Usain Bolt kadar hızlı koşabilen zombiler olmuş. Özel efekt uzmanları eğlenceyi arttırmak için filmin içindeki kurallar gerçekleşirken yazılar ile vurguyu güçlendirmeye karar vermişler. Filmin geneline yayılan zombilerden korunma kuralları toplam 32 adette sıralansa da hepsini görememekteyiz. Şimdiden kült mertebesine ulaşmak üzere olan açılış sahnesinde verilen ilk kurallar ise şu şekilde;
Kardiyo: Koşmak zombilerden kaçmak için en iyi yoldur. İlk gidenler hep şişman ve hantal olanlardır. Formunu koru. İki kez ateş et: Bir kurşun zombilere hiçbir zaman yetmez daima iki kere ateş et! Tuvaletlere dikkat: Tuvaletini yaparken bir zombi tarafından avlanmak istemezsin. Bilmediğin yerlerde tuvalete girerken dikkatli ol! Emniyet kemeri: Daima emniyet kemerini tak. Ne zaman bir zombinin arabana çıkacağı belli olmaz. Ana ekip Harrelson dışında genç oyunculardan kurulmuş. Özellikle Harrelson'un karakteri filmde öne çıkıyor. Zombi avlama teknikleri son derece vahşi ve yaratıcı. Harrelson ayrıca karakteri yaratırken kendinden oldukça fazla şey koyduğunu belirtiyor. Örneğin kıyafetleri tamamen kendi seçmiş. Ayrıca filmin çekimlerinin tamamlanmasını müteakip bir gazeteci ile tartışmasından sonra “Karakterime fazlaca bağlanıp etkisinden kurtulamadığım için kendisini zombi olarak gördüm ve içgüdüsel olarak saldırdım,” demiş. Eline pompalı tüfeğin en çok yakıştığı adamlardan biri olduğu gerçeğini bize bir kez daha bu filmde gösteriyor. Filmin diğer genç oyuncuları da ona oldukça yardımcı olmuşlar. Filmin asıl sürprizi ise konuk oyuncu Bill Murray. Aslında bu rol için Patrick Swayze ile anlaşılmış ancak rahmetlinin kanserle boğuşması nedeni ile vazgeçilmiş. Little Rock: Bill Murray de kim? Tallahassee: Tamam, daha önce bir çocuğa rastlamamıştım. Ama yani bu Gandi kim diye sormaya benzer. Little Rock: Gandi? O da kim? Filmin soundtrack’i de rock dinleyicileri için hazine niteliğinde. Metallica, Van Halen, The Velvet Underground, Blue Öyster Cult ve daha birçok ismi görmek mümkün. Benim gibi zombi filmi manyağı rock dinleyicileri için daha iyi ne olabilir sorarım size? Eleştirmenler, film için genelde olumlu görüşlerde bulunuyorlar. Zaten film şimdiden İMDB'nin en iyi 250 film listesine girmiş görünüyor. Eleştirmenlerin ortak görüşü ise filmin oldukça komik olduğu, ancak fazla gore içerdiği, bunca kana rağmen ise korku pek hissettirmediği yönünde. Filmin fragmanlarından pek anlaşılmasa da gore’un yoğun olarak kullanıldığını ve tür sevenlerin oldukça hoşuna gideceğini belirtmek isterim. Ancak ufak kardeşinizi bu filme götürmemeye özen gösterin. Film için, Shaun of the Dead ile kalite olarak oldukça yukarılara çıkmış olan zombi korku komedi alt türünde çıtayı daha da yukarı çektiği söyleniyor. Zombieland, 42. Sitges Film Festival'inde seyirci özel ödülünü de almış. Filmin daha ilk haftadan yakaladığı başarı ve Amerika'da bir Zombi filminin box office listelerine en yüksek girişi yapması neticesinde devam filmi için kollar sıvanmış. Harrelson filmin son sahnesini çektikten sonra senaristlere sarılmış ve “Hiçbir filmimin devamını çekmek istemedim ama ilk defa bu filmden sonra istiyorum,” demiş. Zombieland türün meraklılarının yanında patlamış mısır sever seyircileri de avucuna alabilen bir yapım. Korku komedi türü içinde ibresi komediden yana, ancak gore sahnelere rağmen bunu başarabilmiş olması ise ilginç bir durum. Henüz ülkemizde kesinleşmiş bir gösterim tarihi yok ne yazık ki. Umarım beyaz perdede seyretme keyfinden çok uzun süre uzak kalmayız. Zombieland'in Aralık ayında vizyona girecek Türk korku komedi zombi filmi Ada'nın başarısını da pozitif yönde etkileyeceğini düşünüyorum. Bekleyip göreceğiz... Masis ÜŞENMEZ www.otekisinema.com
Aybala’ya
TOZLUTA İsmet Berdemir beş gün önce öldü. Bedeni bir buçuk saattir toprağın altında. Katili benim. Hırslı, aşırı kıskanç, acımasız, kötücül ve kendini beğenmiş biriydi. On sekiz yıl önce babamın ölümüne neden olmuştu. İntikam soğuk yenmesi gereken yemektir derler. Öyle yaptım. Dindar değilim, ama Tanrı’nın varlığına ve onun zihninin bir bileşeni olduğuma inanırım. Sabrımın geçen zamana yaptığı basınç karşıma akıl almaz nitelikte bir imkân çıkardı. Onu kullandım ve babamın katilinin soluğunu kestim. Polisin modern araştırma laboratuarları için tek bir iz bile bırakmadım. Kendisine beslediğim kin herkes tarafından bilinmekteydi. Buna rağmen kimse benden şüphelenmedi. Az önce cenazesinde de bulundum. Dostu azdı. Sevmeyenleri yüzümde kendi düşüncelerini okumak için beni sık sık süzdüler. Onları hayal kırıklığına uğrattım istemeden. Sakindim. Rahatlamıştım. Sonunda derimin altında tenimi yakan ve kaşındıran zehirli dikenlerden yapılma alt deriyi söküp atmıştım. Mutluydum ve değişimin tadını çıkarmaya hazırdım. Kızlarağası Hanı’nın Cevahir Bedesteni bölümüne girince cenaze nedeniyle kapattığım dükkânımın önünde limon sarısı bir döpiyes, aynı renkte topuklu ayakkabı, takmış takıştırmış orta yaşlı bir kadının durduğunu gördüm. Vitrindeki eski parfüm şişesi koleksiyonuna vurulmuştu. Beş yıldır bu mesleğin içindeyim. Nesnelere vurulmanın ne olduğunu iyi bilirim. Hem kendimden, hem de müşterilerimden. “Merhaba, ben de tam gitmek üzereydim.” O nesneden sıyrılma gücüm var temennisi sözleri. İsteğine vites küçülterek fiyatı kırma taktiği. “Tam vaktinde geldim desenize.” Kadının bol fondötenli yüzünde gülümseme belirirken, ela gözleri bir tedbirlilik haliyle ışımaktaydı. Yenilenen algı sistemimle kadının her bir azasına ayrı ayrı bakabilmekte, hepsini bir arada görebilmekteydim. “Hava bulutlu. Yanıma da şemsiye almamışım.” Elimle holün bitimindeki kapıyı işaret ederek, “Daha bir iki saat yağmaz merak etmeyin,” dedim. Kadın gözlerini yüzümden ayırmadan başını salladı. “Belki...” Kapıyı açıp müşterimi içeri buyur ettim. Çocukluğunu altmışlı yetmişli yıllarda yaşayanlar dükkânımda nostalji zerreleri solurlardı. O sıralarda kullanılan ve çok büyük bir kısmı çoktan çöpü boylamış eşyaları bir arada görenler minik bir gençleşme şokuyla sarsılır, ama talip oldukları nesnenin aslında pek makul olan fiyatını duyduklarında kırk küsur yıl önce beş liraydı ayol demeden duramazlardı. Nimet Hanım’ın çantasında sekiz yüz yirmi altı lira vardı. İstediği şeyin fiyatı sekiz yüzdü. Mümkün olduğu kadar fiyatı kıracak ve sonunda şu elli parçalık parfüm koleksiyonunu alıp evine götürecekti. Sadece çantasındaki paranın miktarını değil, düşünce ekranında kıpırdaşan şeyleri de sezebiliyordum. Geliniyle çok sıkı kapışmışlardı geçen hafta. Pişmandı. Biricik oğlu sevmiyordu böyle şeyleri. Belki kadına da buradan artacak parayla bir şeyler alıp havayı yumuşatmayı deneyebilirdi. Evet. Öyle yapacaktı. Bunları nasıl mı biliyorum? Çünkü İsmet Berdemir’den ölesiye nefret ediyordum ve onu bertaraf edecek olanla her türlü paktı imzalamaya hazırdım. Tabii böylesini hayal bile etmem mümkün değildi. Sabah uyanınca gözlerimi bir parmak şaklatmasıyla uçuşuverecek bir gerçekliğe açıyorum duygum hâlâ yatışmadı. Durmadan aynada eski yüzümün tıpa tıp aynısını bulmanın şaşkınlığını yaşıyorum. Çocukken evdeki Tokalon marka pudra kutusunun üzerindeki bir resimden korkardım. Tokalon Petalia pudraları kutusunun üzerindeki gülümseyen, saçları siyah küçük bone altında gizli duran, cinsiyetini kestiremediğim kimseden korkardım. 1930’larda bir Fransız firma tarafından üretilen pudra kutusunun üzerindeki Pierrot’nun siması rüyalarıma girer ve uykularımın içine kâbus
tohumları ekerdi. Sürekli olarak bu kutuyu yok etme hayalleri kurardım. Her şeyi kökten değiştirecek olan çözüm bu kutulardan biriyle geldi. Üç ay kadar önceydi. Meral adında Alsancak’tan tanıdığım yaşlı bir müşterim ablası vefat edince ondan kalan bazı eşyaları görmem için bazılarını dükkânıma getirmişti. Bu kutuyu hayatımdan çıktıktan bunca yıl sonra tekrar gördüğümde eski korkularım depreşmedi. Çocukluk duygularım travmatik değildi. Unutmuştum hatta. Sadece şaşkınlık. Şaşkınlık ve bir şeyler olacak sezgisi. Beynin ücra köşelerindeki bir kaşıntı. Getirdiklerini tümüyle birlikte satın aldım. Karton kutu haftalarca vitrinde durdu. Kimse ne olduğunu bile sormadı. Bol bol bakıyor, ama üzerine konuşmuyorlar gibi bir duygu edinmiştim. Bir gün seksenine merdiven dayamış bir kadın geldi. Kutunun fiyatını sordu ve paketlememi rica etti. Pierrot resimli kutu gidince kendimi bir garip hissettim. Kızını gelin veren bir anne gibiydim sanki. Dükkânda kapağını açtığım an canlanıyordu sık sık gözümde. İçinde uçuk kahverengi toz vardı. Bir tutamcık toz. İçimden gelen bir hisle tozları çöpe dökmedim. Yıllarca gıda mühendisi olarak çalıştım. Yarım yüzyılda kimyasının, özellikle renginin değiştiğini, biraz topaklandığını düşündüğüm pudrayı görmekten ve dokunmaktan haz duymaktaydım. Evet. O gün ilk kez dokundum. Parmağımın ucunda beliren minik elektrik şoku bedenim tarafından soğuruluverdi. Hoş bir duyguydu. Susuzken ilk yudum serin suyun boğazdan aşağı inmesi gibi. Aramızda bir bağ oluşmuştu. Travmatik yerden değildi. Zamanında bu kutudan korkmuş ve bunu atlatmıştım. Daha derin, gönüle nakışlanmış bir bağ gibiydi. Özlemeye başlamıştım. Bazen sabahları kapıyı açarken o kutuyu masamın üzerinde görebileceğimi hayal ederdim. İki hafta sonra dükkânıma genç bir bayan geldi. Yanında kendi gibi kızıl saçlı olan beş yaşlarındaki oğlu vardı. İki hafta önce gelen yaşlı kadının torunuydu. Kadın adını söylemişti, ama unutmuştum. Meliha Hanım’ın iki gün önce vefat ettiğini evde kondan kalan bazı eşyalar olduğunu, istersem gidip bakabileceğimi söyledi. Genellikle eşyalar buraya ayağıma gelir. Çok özel durumlarda evlere giderdim. O kutunun hatırına dükkânı kapatıp kadınla beraber gittim. Meliha Hanım Fuar’ın Lozan kapısına yakın oturuyordu. Hava güzeldi. Yolda sohbet ederek yürüdük. Kadın Meral hanımın ablasını da tanıyordu. Bahsi açıldığında ‘Anneannem gibi o da uykusunda öldü. Nefes tıkanması.’ dedi. İkisi de seksenini devirmiş insanlardı. O yaşlarda ölüm her an çat kapı içeri girebilirdi. Çatı katı odasında Meliha Hanım’dan kalan iki mukavva kutu dolusu eşya vardı. Kadın öldükten sonra torunu ve kocası buraya kaldırmışlardı. Eski takılar, 45’lik plaklar, üstleri kristal cam süslemeli düğmeler ve kozmetik malzemesi kutularından ibaret küçük, zevkli ve para eder bir koleksiyondu. Özellikle de parfüm şişeleri. Kadın bir ara aşağıya indiğinde yukarıda yalnız kaldım. Üzerinde Pierrot’nun olduğu kutuyu alıp eski ve tozlu bir masanın üstüne koydum. Kapağı açtım. İçinde o tozları bulamayacağımdan korkmuştum. Duruyordu. Meliha Hanım kutuyu satın aldığında açıp içine bakmamıştı. Ağırlığından boş olduğu belliydi, ama bunu biraz garip bulmuştum. Acelesi var gibiydi. Kadının sonradan bu kehribar rengi granüle tozları görmüş olduğunu düşünmekteydim. İnsanın 150 lira verdiği kutunun içine bakmaması mümkün müydü? Bu tür eşyalara meraklı birinin hele. Parmağımla tozlara dokundum. O tanıdık şokla birden içimde yabansıl bir dirilme hissettim. Aklım ve bedenim hızlı bir değişiklik geçirmekteydi. İlkinden çok farklıydı. Zihnim kedinin sırtını kabartması gibi bir teyakkuz haline geçmişti sanki. Kapalı, ya da yapışık duran kompartımanlar açılıyordu idrak odamın içinde. Algı gücüm evren gibi hızla genişlemekteydi. Bunu çok açıkça hissetmekteydim. Kendi iddiasız kadın bedenimin içine sığamaz hale gelmiştim. Bedenimin genişleyip büyüyerek çatı katı odasına sığmaz hale geleceğini hayal etmekteydim ki, onu gördüm. Tozun içinden dışarıya süzüldü. Daha doğrusu hep öyleydi, ben bunu görebilir duruma gelmiştim. İnsan şekilli değildi. Bütün odayı dolduran, her hücreme dokunan bulutumsu bir yaratık gibi algılıyordum. “Gene beraberiz.” “Kimsin sen?”
62
“Bir hayat nüshasıyım. Bu dünyanın mamulatıyım merak etmeyin. Evrim eğrisindeki minik sıçramalardan biri. Kendimle varım. Zihin etkinliğimin tesirindesin şu anda.” “O iki yaşlı kadın?” “Rüyalarında ahiret yolculuğu yaptılar.” “Onları sen mi?...” Zihnimin içinde tozun sesini dinlerken aşağıya giden kadını hatırlayıp basamaklara baktım. Geldiği yoktu. Keskinleşmiş algılarımla iki kat aşağıda kadının telefonla konuştuğunu duyabilmekteydim. “Çok yaşlı ve hastaydılar. Beni hissediyorlardı, ama ruh kapları çok eskimişti.” “Yani?” “Seni dinledim. Düşüncelerini, hayallerini, gönlünün en kapalı kapılarının arkasındaki paslı sürgülerin çekilme sesini.” Anlattıklarında varlığıma yönelik bir tehdit algılamıyordum. Benden bir şey istediği kesindi yalnız. “Sonra?” “Sana en çok istediğin iki şeyi de verebilirim.” “Neymiş onlar?” “Soğuk, ama leziz mi leziz bir intikam yemeği. Bu küçük isteğin. Ve yepyeni bir algıyla zamanın aşındırıcı sürtünmesinden azade olmak.“ Bu şeylerden biri bile ruhumu satmam için yeterdi. Körün istediği bir gözdü. Vaat edilen bin. Kabul ettim tabii ki. İki mukavva kutu eşyayı arabama yükleyip dükkânıma götürdüm. Pierrot resimli kutu ise vitrindeki yerini almıştı yeniden. Mazmoz olarak. İsmet Berdemir ara sıra dükkânıma gelir ve koleksiyon malzemeleriyle ilgilenirmiş gibi yapardı. Esas niyeti hislerimin şiddetini ölçmekti. Çay ikramımı kırmaz havadan sudan sohbet eder ve çeker giderdi. Gözlerimde ona karşı duyduğum kini okumaktan zevk alan yanı çok belirgindi. Çare-
sizliğimden keyfi yağ bağlıyordu adeta. Ona olan öfkemin çıkışsızlığından bal yapan bir arı gibiydi. Bundan on sekiz yıl önce babamla birlikte müteahhitlik yapmaktaydı. İnşaat mühendisi olan babam ortağından ayrılmak niyetindeydi. İsmet Bey bunu biliyordu. Birlikte yaptıkları son projede inşa edilecek binaları az göstererek, fiyatı kırarak aldıkları bir işi babamın sırtına yükleyerek ortaklıktan çekilivermişti. Babam bu işten inanılmaz zarar etmiş ve o ana kadar sahip olduğu her şeyi kaybetmişti. İsmet Bey belgelerde sahtecilik yapmıştı. İyi bir avukat bunu mahkemede kanıtlayabilirdi, ama zaten kalbi zayıf olan babam daha ilk celsede bulunamadan ölüp gitmişti. Ben o sırada 18 yaşındaydım. Tek çocuk olarak mahkemede davayı savunacak en uygun avukatı bulmam mümkün değildi. Annem de bu işlerden anlamazdı. Sonuçta babamın üzerine olan üç daire ve bankadaki parası elimizden gidivermişti. Neyse ki, annemin ailesinden kalan küçük bir geliri vardı da, sokaklarda kalmamıştık. İsmet Bey’in hislerimin şiddetinden zevk alan yanı takip eden yıllarda benle ilişkiyi sürdürmesine neden olmuştu. Alsancak’ta karşılaştıkça benimle babacan bir şekilde konuşurdu. Dükkân açınca elinde bir buket çiçekle hayırlı olsun ziyaretine gelmişti. Mutluydu. Artık sabit bir yerim vardı. İstediği zaman gelip hiddetimden ve çaresizliğimden bal üretebilirdi. Sadece bu değildi. Bana bakışlarında şehvetin de izini görebiliyordum zaman zaman. Hayalinde kim bilir hangi hizmetleri vermekteydim. Bunu da belli ederek tiksintimi körüklüyordu haliyle. Tokalon kutusu cıvayla parlatılmış zokanın ucundaki kıvır kıvır karides gibi baştan çıkarıcıydı. Birçok müşterinin dikkatini çekiyordu. Satın almak isteyenlere satıldığını bildiriyordum. Sıkça gelen müşterilerimden biri, ‘O halde niye hâlâ vitrinde tutuyorsun’ deyince alıcının yurtdışında olduğu mavalını uydurmuştum. Sonunda beklediğim şey oldu. İsmet Bey’in bir doksanlık iri yarı kalıbı kapımın önünde beliriverdi. Heyecanımı belli etmemek için onu görmezden geldim ve okuduğum şeye dalmış numarası yaptım. “Tünaydın efendim.” “İsmet Bey siz misiniz?” Adamın bembeyaz takma dişleri pırıldadı. “Ta kendisi. Nasılsınız görmeyeli?” Alaycı, kendinden aşırı emin halleri asfalyalarımı attırmalıydı, ama öyle olmadı. Koca göbekli, kart, kurnaz ve kötücül torik zokanın etrafında dolanıyordu. Kendinden emin görünümümü gizlemek için masamın üzerindeki birkaç şeyi düzelttim ve “Çay içer misiniz?” diye sordum. İri mavi gözleri halimde bir yenilik ve başkalık saptamıştı. Merakla parlamaktaydı. “Bugün tıpkı rahmetli babana benziyorsun.” Bu sözleri beni tahrik etmek için kullanırdı ve her zaman başarılı olurdu. Yüreğim kanar, öfkeden yüzüm kızarır ve kekelerdim. Bu defa öyle olmadı. Dükkânda başka müşteri yoktu. Vitrinden Tokalon kutusunu alıp masanın üstüne koydum. “Bakın burada sizin için bir şey var.” İsmet Bey bendeki şiddetli değişimin niteliğinden etkilenmişti. Gözlerinde ilk kez korku dalgasının öncüsü olan bedbeklenti zerrelerini gördüm. Yüz kiloluk bedeninin heybeti sönen bir körük gibi biraz büzülmüştü. “Nedir?” Karton kutunun kapağını açarak içindeki tozu gösterdim. Bir tutam tozda kaderini seyretti saniyeler boyunca. Sonra beklediğim şeyi yaptı. Sol elinin işaret parmağıyla toza dokundu. “Kaç... Kaç para bu?” “150 ama, satıldı. Sahibi şu anda yurtdışında. İki gün sonra gelip alacak.” Kutunun kapağını kapattım ve vitrine koydum. Arsız bir çocuğun önünden çikolata kutusunu kaçırıyor gibiydim. İsmet Bey elini bana doğru uzatmıştı. Toparlanarak kendine çeki düzen verdi. Saatine baktı. Acil bir işi olduğunu hatırlayarak çekti gitti. Çaydan maydan vazgeçmişti. O akşam dükkânı kapatıp giderken Tokalon’u yanımda götürdüm. Dükkândaki işi bitmişti. Onu bir banka kasası beklemekteydi. Bundan önce bir iki şey yapmam gerekmekteydi. Ertesi gün veteriner bir dostumla buluştum. Lisedeyken yediğimiz içtiğimiz ayrı gitmeyen arkadaşlardık. Hep iyi dostlar kalmıştık. Uyuşan tiplerdik. İkimiz de kitapları, filmleri seviyorduk. Hayalciydik, bekârdık ve çocuk sahibi değildik. Ona sebebini sormadan bir şey yapmasını rica ettim. Ne istediğimi du-
64
yunca küçük bir şok geçirdi haliyle. Ama çok iyi dostumdu. İstenileni yaptı ve sol ayak parmaklarımdan en küçüğünü dibinden kesti. Cebimde parmağım, ağrı kesici haplarım taksiyle eve geldim. Ertesi gün dükkânı açmadım. Küçük parmak demeyin ağrısı müthişti. Ağrı kesicilerin şiddeti hafiflediğinde gözlerim doluyordu. Üçüncü gün ağrılarım bayağı hafiflemişti, ama yürürken bazen ansızın çakan bir şimşek şeklinde beliriyordu. O gün evde kuyumcu bir tanıdığımdan ödünç aldığım bir hamlaçla kesik parmağımı yakarak küle çevirdim. Camlar açık olmasına rağmen evin içi yanık et kokusuyla dolmuştu. Ayak parmağımın külüyle Tokalon kutusundaki tozları karıştırıp kutuyu kiraladığım banka kasasına koydum. Dördüncü gün dükkânımı açtım. Gelen çaycıya bir ada çayı söyledim. İlk yudumumu alırken haber geldi. İsmet Bey gece uykusunda ölmüştü. Telefonla arayan uzak bir arkadaşımdı. İsmet Bey’e olan duygularımı biliyordu. Herkes biliyordu. İsmet Bey 72 yaşındaydı. Maşallah 102’yi bulur gibi görünmekteydi. Maalesef bu mümkün olmayacaktı. Varislerinden hiçbiri otopsi yapılsın istememişti, ama gene de düşmanı çok olduğundan cesedi adli tıbbın masasını boyladı. Bir şey bulamadılar. Ciğerlerinden bolca ev tozu çıktığı rivayet edildi. İsmet Bey bir tutam tozda kaderini bulmuştu. Google’a Tokalon Petalia yazmam yetmişti. İtalyada adı Pedrolino olan halk masalı kahramanı Pierrot’nun Columbine’e aşkı dillere destandı. Kökü Anadolu’ya dayanan 4000 yıllık bir öyküydü. Romeo ve Juliet, Ferhat ile Şirin, Kerem ile Aslı şeklinde çeşitli öykülere de model olmuştu. Youtube’den bulduğum şarkının ilk satırları zihnimde dans etti durdu bir süre. Sonunda dayanamayıp Türkçeye çevirdim ve yeniden besteledim. Ay ışığının altında, dostum Pierrot, Kalemini ödünç ver, böylelikle bir kelime yazabilirim. Mumum yandı bitti, ışığım namevcut artık Tokalon kutusunun içindeki yaşam şekli bu öyküler kadar eskiydi. Bu öyküleri esinleten zihindi belki de. Homo Sapiens’den daha yaşlıydı. 218 yıl önce İzmir’e Libertà adlı bir İspanyol gemisiyle gelmişti. O zamandan beri bir sürü yer değiştirmiş, kutulardan yuvaların içinde ev ev gezmişti. Şimdi bana talip olmuştu. Columbine rolünü teklif ettiği ilk kimseydim kendi deyişiyle. Bunu kabul etmiş ve bedenime ait tozlarla birleşmeyi gerçekleştirmiştim. Şu ana kadar yüzlerce sıfatla anılmıştı haliyle. Tozdan ve İspanyol gemisinden esinlenerek ona Tozluto adını takınca çok beğendiğini söyledi. Yeni bir aşk masalı yapımdaydı. Tozluto ve Tozluta. Her zaman hayalci, dar mekânlara, sıradan yaşamlara sığmayan biriydim. Annem sık sık yıldızın çok oynak kızım derdi. Yıldızımın son kıpırtısı muhteşem. O şey benim bedenimde yeniden diriliyor. Birlikte kim bilir nelere tanık olacağız. İçimde korkunun zerresi yok. Aşk hikâyelerine esin kaynağı olan bir şeyin kötücül yanı asla ağır basamaz. “Nimet Hanım,” dedim sarı döpiyesli kadına. Adını hiç söylememişti, ama bunu unutmuştu haliyle. “Bugün şanslı gününüz. O eşsiz parfüm şişesi koleksiyonunu size 700 liraya bırakmaya karar verdim.” Kadının yüzü gülmüştü. “Ah, sağ olun, ben de...” Nimet Hanım parfüm şişeleri ve gelini için aldığı kırmızı vazo ile kapıdan çıkarken gözlerinde mutluluk kelebekleri kıpır kıpır bana el salladı. Aynı şekilde karşılık verdim. Bu arada kesik sol ayak parmağım tatlı tatlı kaşınmaktaydı. Yeni hayatım da belki böyle bir şeydi. Kopan gidenin yerini dolduran latif bir hayal.
Sadık YEMNİ
LOOKING FOR ERIC
Bir Ken Loach masalı: Postacı Eric’ten Kral Eric’e…
“En iyi bildiğim şeyler ahlak ve yükümlülüklerdir, bunu da futbola borçluyum. Ahlâka dair ne öğrendiysem, futboldan öğrendim. Çünkü top hiçbir zaman beklediğim köşeden gelmedi.” Albert Camus Futbolun zamanla bir oyundan çok güçlüyle güçsüz arasındaki mücadelenin ve sınıfsal eşitsizliklerin karşılaşma alanı haline gelmesi, futbolun hayatla olan bağının da gittikçe organikleşmesine sebep olur. Hayatta hiçbir amacı olmayan insanlara bile aidiyet duygusu kazandıran futbolun, sadakat temeli üzerine kurulu bir takım oyunu olması, ahlaki kuralların ve sorumlulukların önemine de vurgu yapar. Çünkü tıpkı hayatta olduğu gibi top hiçbir zaman beklendiği köşeden gelmez. Ama bu belirsizlik hayatta insanları olumsuzluğa doğru iterken, futbolda tam tersi şekilde bir kenetlenmeye ve inanca yöneltir. Futbol, insanlara ayakta kalmanın, mücadelenin ve dayanışmanın gücünü göstererek, bir karşı koyuş ruhu aşılar. Hayat, insanlara ters köşeden goller atarken; futbol da ters köşelerin inadına, hakemin son düdüğüne kadar insanlara maçın bitmeyeceğini hatırlatır. Tekil mücadeleden çok, bir takım oyununu destekler. Serdar Akar’ın Dar Alanda Kısa Paslaşmalar filminde bizlere özetlediği gibi: “Hayat futbola fena halde benzer. Futbol, şahsi beceri gerektirir; ama aslında toplu oynanan, insanların bir takım halinde oynadıkları bir oyundur.” Dar Alanda Kısa Paslaşmalar hayatın futbola fena halde benzediğini, iyi bir takımın yoksa kişisel olarak ne kadar yetenekli olursan ol kaybedeceğini gözler önüne serer. Tıpkı Ken Loach’un Looking for Eric’inde olduğu gibi… Loach’un filmini de Serdar Akar’ın Dar Alanda Kısa Paslaşmalar filmi gibi hayatla futbolun kesiştiği alanlar üzerinden başkarakteri Eric Bishop’ın hayata tutunmak için takım arkadaşlarına güvenmesi gerektiğini hatırlatır. Eric’in dönüşüm süreci de “Kral” Eric Cantona aracılığıyla; yani futbol sahasının gerçek hayatla örtüştüğü ortak alanlar sayesinde gerçekleşir. Yönetmen Ken Loach bundan önceki filmlerinde olduğu gibi yine işçi sınıfına mensup insanların hayatlarından kesitler sunar. Postacı olan Eric’in yaşama mücadelesine bizleri de ortak eder. Evdeki işleri istediği gibi gitmeyen, çocuklarıyla bir türlü iletişim kuramayan, arkadaşlarına güvenmeyen, evle iş arasında bir uğraşı kalmayan sıradan bir işçidir Eric. Toplumda insanların sürekli gördüğü ama dikkat etmediği, sorunlarını dinlemediği ve umursamadığı pek çok insandan biridir. Onu tek dinleyen kişi, kişisel kahramanı Eric Cantona olur. Ve Cantona’nın futbol sahalarındaki deneyimleri sayesinde verdiği tavsiyeler postacı Eric’in yaşamını değiştirmesini sağlar. Can-
tona; cesaretin, kendine güvenin, imkânsız olanı başarmanın simgesidir ve dâhilerin bile eksikliklerinin olabileceğinin en büyük kanıtıdır. Ben insan değilim, ben Cantona’yım diyen Eric Cantona’nın kendine olan özgüveni, karizması ve şaşırtıcı zekâsı yanında, takım arkadaşlarına olan saygısı ve takım oyununa bağlılığı da postacı Eric’in değişiminde neden Cantona figürünün seçildiğini bizlere açıklar. Filmlerinde genelde işçi sınıfına mensup ve toplumda “görünmeyen” ve “görülmek istemeyen” insanların hikâyelerini sınıfsal çatışmalar, fırsat eşitsizliği, kapitalizm ve modernite bağlamında anlatan Ken Loach, bu sefer Eric’in hikâyesini efsane bir futbolcudan ve dolayısıyla futboldan güç alarak anlatıyor. Hem ucuz olduğundan hem de insanın bütün duygularını olduğu gibi yansıtabileceği ender alanlardan biri olduğundan işçi sınıfının da en büyük eğlencesi olan futbol; aynı zamanda sınıfsal farklılıkların ve güçlü/güçsüz ayrımının da çatışma alanı olarak simgesel bir anlama sahip. Futbol maçları; ağır çalışma şartlarında yoğun bir mesaiyle çalışan insanların ev ve iş arasında gidebileceği ve içlerini dökebilecekleri ender serbest alan etkinliklerinden biri. Bu yüzden futbol, hem bireysel anlamda kişinin toplumsal hayatta dışa vuramadığı duyguların tezahürü için bir zemin yaratıyor. Hem de toplumsal anlamda bireylere birlikteliğin ve takımdaşlığın gücünü gösteriyor. Dar Alanda Kısa Paslaşmalar filminde belirtildiği gibi; bireylere istediğin kadar yetenekli ol, iyi bir takımın yoksa kaybedersin mesajı veriyor. Simon Cuper’in “Futbol Asla Sadece Futbol Değildir” kitabında bahsettiği gibi son zamanlarda futbolun endüstrileşmesiyle birlikte reklâm gelirleri, sponsorluk anlaşmaları, yayın hakları, Avrupa maçlarından gelen paralar vb. saha dışı faktörler en ince ayrıntısına kadar hesaplanarak, futbolun saha dışı faktörleri sahada oynanan oyunun önüne geçti. Futbolun endüstrileşme sürecinin futbolun ruhunu öldürdüğüne inanan Ken Loach, Eric ve arkadaşlarının Manchester UnitedBarcelona maçını izlemek için barda toplandığı sekansta, kendine has üslubuyla bunu eleştirerek; kapitalizmin futbolun sadakat ve takım oyunu üzerine kurulan düzenini tehdit ettiğini gözler önüne serer. Loach Looking for Eric’de bir yandan kapitalizmin toplumsal hayatta insanlara etkilerini futbol üzerinden sorgularken; bir yandan da işçi sınıfının yegâne eğlencesi olan futbolun son yıllardaki değişimine ayna tutar. Looking for Eric klasik Ken Loach temalarından pek çoğunu içerse de; netice itibariyle Loach’un diğer filmlerinden daha hafif kalır. Eric’in dönüşüm sürecini mizahi ve gerçeküstü öğelerden destek alarak anlatan yönetmen, klasik temalarına bağlı kalsa da sonuçta Eric’in hikâyesini bir komedi filmi formatında anlatmayı tercih eder. Bu tercih nedeniyle film belki Loach filmografisinde hiçbir zaman üst sıralarda kendine yer bulamayacak. Ama yönetmenin son yıllarda çektiği zorlu ve uzun soluklu projelerden sonra Looking for Eric’i bir dinlenme yeri olarak gördüğünü de hatırlatmakta fayda var. Looking for Eric tanınmamış herhangi bir yönetmenin filmi olsaydı, büyük övgüler alabilirdi. Ama filmin yönetmeni Loach olunca, filmin algısı da ister istemez değişiyor. Loach’tan yeni bir My Name is Joe beklemiyorsanız eğer, hafif bir seyirlik olarak Looking for Eric oldukça doyurucu bir film. Barış SAYDAM bar_saydam@hotmail.com http://avrupasinemasi.blogspot.com
“BİR KULUNU ÇOK SEVDİM” ADLI ARABESK FANTEZİ PARÇANIN PSİKOLOJİK VE SOSYOLOJİK AÇIDAN ANALİZİ Geçenlerde Facebook’tayım pek çok yaşıtım gibi… İşi gücü sallamışım, anlamsız videolara bakıyorum. Kim ne paylaşmış, kimin doğum günüymüş, kim beni hangi gruba davet etmiş, Türk’sem kaç arkadaşımı hangi gruba çağırmam gerekiyormuş, şunu da paylaşmazsam ne olurmuş falan filan… Sonra bir şey gördüm! Cedric, çizgi film karakteri Cedric bile sarhoş olmuş, tam da, hani derler ya, yurdum gencine özel bir video ile Facebook’ta dönmekte. Cedric’in elinde şişelerle ya da yatağının üzerinde otururken resimler geçerken fonda “Bir Kulunu Çok Sevdim” adlı parça çalıyor! Yok, artık dedim, bu kadar da olmaz! Bir şarkı nasıl olur da böylesine kanımıza işleyebilir, herhangi bir çizgi filminin karakterine dahi uyarlanır! Bir şarkı nasıl bu kadar sevilir!? Neden bu kadar ilgi görür yıllar sonra bile, bir çekirdeği olmalı bunun diye düşündüm. Şarkı sözlerine baktığımda ise işin aslı ortaya çıktı. Sözlerde “ortalama bir Türk” vatandaşının ilgisini çekecek derin anlamlar ve göndermeler vardı! Bu basit bir şarkı değildi, adeta toplumdaki bireylerin çok büyük kısmını oluşturan “Arabesk Anarşist”lerin, 1980 sonrası şehir kültürünün, acının, umudun, maneviyatın, aşkın şarkısı; lanet olsun ki bunların hepsinden biraz içeren, öyle enteresan bir “şey”di işte! Peki, nasıl oluyordu da… Nasıl oluyordu da… Yani nasıl oluyordu da oluyordu!? İşte bu sorunun cevabını bulmak için, alabildiğine öznel bir bakış açısıyla kelime kelime, melodisinin inceliklerine kadar şarkıyı analiz etmemiz gerekiyor! Başlangıçta, beyin kıvrımlarına nüfuz eden bir melodi çınlatıyor kulaklarımızı. Onlarca keman aynı anda, aynı “baygın” notaları çalıyor ve “geliyoruz”, “durduramazsınız, baymaya, kafalarınızın içindeki spagettileri süngerleştirmeye geliyoruz” diyor! Keşke melodiyi tarif edebilsem. Büyük ihtimalle klavye çalıyor. Çözemiyorum enstrümanı, o derece ilginç bir ses! İbrahim Tatlıses’in, o afro ya da daha bilinen bir tabiriyle bonus saçlı dönemlerinde seslendirdiği bu parçada sesi oldukça farklı geliyor kulaklarımıza. Oldukça farklı! Ne ekvatora dik gelen güneş ışınları gibi direkt saplanıyor kulak zarlarımıza, ne de TSM eserleri gibi ağırlaştırıyor kan dolaşımımızı! Taşa sürtünen bir yastık gibi ilerliyor çekiç, örs ve üzengi üzerinde! Öyle derin anlamlar, öyle gizli mesajları var ki sözlerin… Döndüm kıbleye doğru açtım ellerimi Yalvardım Allah’ıma duysun diye beni Burada görmekteyiz ki derin manevi duygular, kayıtsız inanç ve İslam dininin özellikleri kendini hissettiriyor. Dua ederken kıbleye dönmek şart olmadığı halde öznemiz duasının “daha sağlam” hatta “garanti” olması için bir anda, tahmin mi ediyor ya da Sırlar Dünyası formatında dizilerde olduğu gibi içine doğarak mı bilinmez birden Kıble’nin yönünü belirliyor, Müslümanlara özel bir hareket olan ellerini açarak dua etmeye başlıyor. Mutlak yaratıcısından medet umuyor, “Allah’ıma” diyerek yaratıcısına olan saygısını gösteriyor ve sahipleniyor!
68
Damla damla gözyaşım dökülürken gözümden Çektiğim acıları yaşıyorum yeniden Burada ağlama eylemine vurgu yapılmış. Türk insanı olarak duygularımızı dile getirmede kullandığımız yöntemlerden biri de ağlamaktır malum. Ağlarız! Milli takım 3-2 yenince ağlarız, düğünlerde oğlumuz, kızımız evlenirken ağlarız, mezun olunca ağlarız, değer verdiğimiz biri ölünce ağlarız, eski okul arkadaşımızı alışveriş merkezinde görüp aradan kaç yıl geçtiğini fark edince yine ağlarız…
Ağlama vurgusunu sanatsallaştıran ise “damla damla” dökülüyor olması! Yani mübalağa da var burada. Dökülen gözyaşları acının boyutunu gözler önüne seriyor ama damla kelimesi ise insanda acıma duygusu yaratıyor bir yandan. Bir kulunu çok sevdim o beni hiç sevmiyor Kalbimi ona verdim artık geri vermiyor İşte can alıcı cümleler… Karşılıksız aşk, mecazlar, kelime oyunlar ve yine mutlak yaratıcıya sitemler! Aşk konusunda hassas olan Türk insanına birden bire sevdim ama sevmedi, ortada kaldım sap gibi deyince, “vah vah” durumuna bürünüp hem acıyor; biraz da empati kurabilirseniz durumun ne kadar feci olduğunu görüyorsunuz. Üstelik tüm bunlar yetmiyor, karşılıksız aşkın suçu pas vermeyen kız tarafına yükleniyor! Hem pas vermiyor hem de suçlu o oluyor bir anda! Büyük bir çelişki olmasının yanında böyle durumdaki bir bayanın, hem âşık edip hem süründürmesi o bayanda ciddi kişilik bozukluklarının olabileceğinin habercisi! Elim kolum bağlanmış çaresizim Allah’ım Bu canımı sen verdin benden almak istiyor İşte yine çaresizlik, bir mecazla anlamı güçlendirilerek aktarılıyor dinleyiciye. Haykırıyor çaresiz âşık, derdini haykırıyor ve elinden hiçbir şey gelmediğini söylüyor. Oldukça bilinen bir deyim eli kolu bağlanmak! Çokça da kullanılır. Akılda kalıcı yani. İkinci mısrada ise, âşık olunan bayanın bir katil olabileceğini anlatan, psikopatça cümlelerle
karşılaşıyoruz! Can almaktan bahseden sanatçımız, böyle bir bayana hâlâ âşık! Tabi burada “Allah’ın verdiği canı, Allah alır” felsefesi de kendini hissettiriyor… Hor gören şu gururun tükenmek bilmez mi? Sevginle yanan kalbi üzdüğün yetmez mi? Çok güzel sözler bunlar çok! Aşkta gurur olmaz diyor burada pek sevgili İbrahim Tatlıses. Gururun beni hor görüyor, anamı ağlatıyor! Yeter diyor, biraz acı, acı biraz! Böylece dinleyenlerin duygularına sinyaller gönderilerek acıma katsayısının yükselmesi sağlanıyor, yine insanlar hüzün içinde boğulup maddesel dünyadan koparak hüzün denizine şişme bir bot ile açılıyorlar! Tabii bot ile açılma fazla uzun süremeyecek haliyle. Çünkü şarkı devam ediyor ve o taşa sürtünerek ilerleyen yastık da kendimizi toparlamamızı ya da kaybetmemizi, en azıdan bu işi “dengeli” olarak yapmamızı tamamen engelliyor. Bir anda aşığa olan sitem ve isyan ile biz de apar topar kıyıya dönüp bu sefer arsız, vicdansız, lanet olası o sevgilinin suratına tükürmek için bütün nefretimizi dudaklarımızın ucunda topluyoruz! Yeter diyoruz, yeter artık nasıl bir insansın sen lanet olası! Adam öldü be burada öldü! Sen hâlâ yanan kalbi üzüyorsun(!) Mecaz süper ama… İyi niyet uğruna yaşıyorsak dünyada Seven garip olsa da sevilmeye değmez mi? Bütün iyi niyetler kapıda kalmıştı çünkü 100 Dolar’ın üzerindeki adam kapıyı kilitlemişti… Bu dünya gelip geçiciydi çünkü, öyle diyor ya, amaç da Amel Defterine güzel şeyler yazdırmak zaten. Mongol bile olsam sevilmeyi hak etmiyor muyum diyor, ediyor da kendince! Ölüm hatırlatılıyor, zaten gidiciyiz, gel tadını çıkaralım zorlama insanı diye işi tatlıya bağlamaya çalışıyor…
70
Bir kulunu çok sevdim o beni hiç sevmiyor Kalbimi ona verdim artık geri vermiyor Ooof of! İşte, yine, tekrar o aynı isyan! Yine o mecazlar, yine o sitemler… Yoğun tekrarlar geri dönülmez kalıntılar bırakacak spagettilerimizin üzerinde… Ne diyebilirim daha… Elim kolum bağlanmış çaresizim Allah’ım Bu canımı sen verdin benden almak istiyor Sormak istiyorum, madem bu kadar rahatsızsın, madem sevgili bu kadar acımasız, vahşi, o zaman ne işin var böyle egosu tavan yapmış, cani duygular besleyen bir insanla? Git gecekondu mahallene, orada mutlaka bir genç kız vardır annesi fakir evlere temizliğe giden, babasını zaten yıllar önce kaybetmiş… Gözü yükseklerde olmayan… Öyle isyan etmekle olmuyor, gözü yükseklerde sensin, bu yüzden acınmayı hak etmiyorsun diyorum! Biz de böyle bir duruma bakıp da üzülüyor, ağlıyor kendi kendimizi heba ediyoruz! Ortak noktalar bulup üzülmeye, efkârlanmaya; bol bol alkol tüketmeye sonra da böyle anlamsız şeyleri yıllar boyunca üzerimizde kültürümüzün bir gereği gibi taşımaya mecbur ediyoruz kendimizi! Ben en çok Cedric’e üzülüyorum…
Mustafa Emre ÖZGEN
HERKES GİBİSİN… “Gözlerim gözünde aşkı seçmiyor, Onlardan kalbime sevda geçmiyor, Ben yordum ruhumu, biraz da sen yor Çünkü bence şimdi herkes gibisin.” Nazım Hikmet’in yazdığı (ve Cem Karaca’nın seslendirdiği) can acıtan, en anlamlı ama aynı zamanda en samimiyetsiz bulduğum şiiridir. Neden bilmiyorum. Ben birisini unutsam şahsen böyle bir şiir yazmak gereksinimi bile duymam. Sanki demek istediğinin tam tersiymiş gibi gelmiştir hep bana. Size sorsam mesela? Hayatınızdan çıkarıp attığınız tamamen herkes gibi olduğunu düşündüğünüz biri için bu zahmete girer misiniz? Çünkü hiç duygunuz kalmamış düşünün herkes gibi yoldan geçen bir yabancı artık o. Tanımadığınız birine şiir yazar mısınız? Yazarsınız belki de… Unutmuş olduğunu düşünerek yazarsın Onun canını acıtmak için yazarsın Kendini avutmak için yazarsın Ama illa yazarsın… Ben de o durumda bulundum bir kez. Gerçekten ona baktığımda herkes gibi biri olduğunu gördüm. Bir kere bile fazladan çarpmadı kalbim.”Bu muydu? Bir görüşte kalbimin kimyasını değiştiren insan?”dedim ve geçtim. Kurduğum cümle bunu geçemezdi. Kalemimi kaldırmaya değmezdi bile. Aynı duygular değil miydi yaşanan? Hem de ben bu kadar yazma heveslisiyken. Şiir duyguyla yazılan bir şey değil miydi? İçimde duygu barındırmadığım birine nasıl şiir yazabilirdim ki? Siz yazabilir misiniz? Ama düşününce de böyle tezatlar çıktı ortaya. Şiir bir sanatsa, sanat duygu ile yapılan bir şeyse hiç duygu olmadan nasıl böyle anlamlı sözler bulunabilir? Bilmiyorum. İki farklı tarihte yazılmış şiir. 2 sene arayla. Emin olamamış mıydı acaba? İnkâr sezerek okuyorum her mısrasını. Peki, bir insan ne zaman inkâr eder? Birinin yokluğunda kendinle yalnızken iyi taraflarını görmek için kendine bahaneler uydurduğunda mı? Bir şeyi aslında deli gibi isteyip de ondan aynı zamanda nefret ettiğinde olabilir mi? Nefret de bir duygudur şeytanın da bir melek olduğunu düşünürsek. Hepsi bir yana, belki de kabullenmenin sınırlarını zorladığımız anların bıçak gibi kestiği bir şiirdi bu. Gönlünle baş başa düşündü kendinden emin… Ve Nazım Hikmet sona yaklaşırken der ki: “Artık kalbimde kalbine yok bile kinim Bence artık sen de herkes gibisin” Merve VERAL merveden_95@hotmail.com
72
BİR GARİP YOLCUYUM Uzaktan, çok uzaktan gelen melodi bana hiç yabancı değil. Ne diyordu bakalım bu parçada. Hah evet: Ölüm geldi dört yanım bağladı; Kılma cenazemi lâzım değilsen… Şimdi kendimi gözlerden uzak tutabileceğim bir yer lazım bana. Burası iyi gibi sanki. Kendimi attım mı şu çimenlere Karanlığa gitmek için hazır olacağım. Ne güzel geldi şu hafif ıslak çimler yorgun bedenime… Bulduğu sık ağaçların altındaki çimlerin üzerine zar zor kendini atan Timur bir yandan da az önce yaptığı işi düşünüyordu. Yaptıkları zaten zor durumda olan durumunu daha da içinden çıkılmaz bir hale getirmişti. Ama yine de mutlu idi. Çünkü bir anne adayını kurtarmış ve ne olduğunu bile anlamaya fırsat bulamayan eşine geri vermişti. “Fakat,” dedi “her ne olursa olsun olanları bir daha asla hatırlayamayacaklar.” Kapanan gözlerinin habercisi olduğu yaşamının askıya alınma işleminden önce aklından geçen son düşünceler bunlar olmuştu. Sonra gözleri karardı ve her zamanki gibi o dipsiz kuyuya atılan kurşun bir külçeymişçesine düşmeye başladı. Düştü, düştü, düştü… Zemin… Soğuk ve balçık kaplı… Açılan ve karanlığa alışan gözlerin gördükleri… Çevre… Sessiz ve karanlık… Algılama… O… “Sesini duyuyorum ama kendini göremiyorum kahretsin; ama sanki O her şeyi biliyor ve kızgın gözleri ile bedenimi delip geçiyor…” Sessizlik, haddinden fazla gürültülü olan ah o sessizlik… Açılan ağızdan dökülen sözler: — Ooo, hoş geldiniz beyimiz nerelerde kaldınız? Gözlerimiz yollarda kaldı. Ne o, neden asık suratın sana başka ne dememizi isterdin, nasıl hitap edelim sana haşmetmaab? Acı dolu bir iç çekme ve gülümseme ile bakan Timur ayağa kalkmaya çalıştı. Fakat boşa kürek çekiyordu. Çünkü kara balçığın içinden çıkan kollar O’nu bir kozaymışçasına sarmıştı. Ne kadar çabalarsa çabalasın en ufak bir şekilde hareket edemiyordu ve ayrıca canı çok yanıyordu. En ufak bir kılını hareketine bile bedenini saran kollar ters tepki veriyorlardı. Göremediği sesin sahibini gördükten sonra O’ndaki değişikliği fark eden Timur adeta donup kalmıştı. Karşısındaki, her zaman görüştüğü parlak siyah tüylere sahip panter değil arka ayakları üzerinde duran kırmızı gözlere ve çatallı bir dile sahip ağzından akan salyaları asit etkisi yaratan simsiyah bir keçi idi. “İyi, hiç yoktan rengi tutuyor.” — Aydınlıkta Patron’a karşı nasıl bir anlaşma yaptığını biliyoruz yakışıklı. Bak sana şunu söyleyeyim: Sen o anlaşmada ne yapmayı kabul ettiysen bil ki buraya yaptığın o ilk yolculuktaki eyleminin sonucu olarak imzaladığın anlaşmanın aynısını burada da yapmayı kabul ettin aslanım. Tek fark var orada kötüleri burada da iyileri haklıyorsun. — Ve ayrıca bana kalırsa seni şuracıkta o balçık sandığın arkadaşıma yem ederim ama emir büyük yerden; her ne yaparsan yap senin kılına zarar gelmeyecek. Sanırım Patron O’na madik atmana rağmen sana hayran. Kıymetini bil, el üstünde tutuluyorsun. Duyduklarına inanamıyordu Timur. Neler oluyordu? Yani şimdi kendisine yol gösteren ve birilerini öldürmesini isteyen o şey Patron’un yani Şeytan’ın bir uşağı mıydı? Yani şimdi Aydınlıkta öldürdükleri Tanrı için, Karanlıktakiler Şeytan için miydi? Peki, neden burada yaptığı onca şeye karşı-
lık Aydınlıkta ceza almıyordu? Kafasındaki soruları bir çırpıda silip attı. Acele etmesi lazımdı. Daha X5’in sahibi ile görülecek bir hesabı vardı. Eğer yaptıklarına ilişkin Aydınlıkta bir şey söylenmiyorsa da elbette birilerinin bildiği bir şeyler vardı. — Şimdi beni serbest bırak ve bana yeni görevimin ne olduğunu söyle. — Tabii ki de haşmetmaab, siz nasıl isterseniz öyle olsun… Yerde hareketsiz yatan Timur’un kulağından giren şey yeni görevi hakkındaki görüntüleri adeta beynine kazımıştı. Kolay bir işe benziyordu; en fazla 23 yaşındaki bir kızı yok etmesi yeterli idi. “Kaderde varsa düzülmek neye yarar ki üzülmek,” diye söylenerek ayağa kalktı. Ayağa kalkmasıyla üstüne bulaşan balçık üzerinden akıp gitmişti. “Keçi doğru diyormuş, bu şey yaşayan bir organizma,” diye düşündü. Bir plan yapması gerekiyordu ki kendini birden yeni görevinin bulunduğu yerde bulmuştu. Şimdi tam karşısında idi görevi. “Anlaşılan Patron burada hiçbir işi şansa bırakmıyor,” diye düşündü ve dudağının bir kenarını kıvırarak gülümsedi. Elini sırtına attığında da eli sırtına çapraz asılmış palanın sapına gitti. Her iki eline de sırtındaki palaları alarak karşısında şaşkın ve korkudan donmuş bir halde duran kızın boynuna indirdi. Kızın başı gövdesinden ayrılmış bedeni ayakta iken yere bir top gibi düşmüş ve ayaklarının dibine kadar gelmişti. Tam kafayı yerden almaya hazırlanıyordu ki ikinci bir kafanın daha bir bedenden ayrılmış halde ayaklarının dibinde durduğunu gördü. Bu ikinci kafa yardımcısına aitti. Galiba palaları havada hedefine doğru savururken biçtiği o parlak ışıktan yardımcı çıkmıştı. Fakat olan olmuş, biten bitmişti. Garip bir duygu kapladı içini. Ne yapması gerekiyordu? Sonra her şey zihninde berraklaştı. Açık açık kabul etmemişti bir yardımcısı olmasını ve bu durum her ne kadar kabullenmiş gibi görünse de canını sıkıyordu. “Bir taşla iki kuş vurmak diye buna denir işte. Bir cesede bir ceset bedava kampanyasından bonus kazandım ve sözde yardımcımdan kurtuldum. Artık hem burada hem de Aydınlıkta bir ayak bağım olmayacak,” diye düşündü. İçinden “Bekle beni Aydınlık geliyorum,” diye de üstüne ekledi. Yattığı yerden ağır hareketlerle doğrulan Timur nerede olduğunu anımsamaya çalıştı. Karanlığa gitmiş, orası hakkındaki gerçekleri öğrenmiş, görevini yerine getirmişti. Bir de şu ayak bağından kurtulmuştu orada. Bu güzel olacaktı. Çünkü işini yaparken kimsenin kendisine karışmasını istemiyordu. Ayağa kalkıp yürümeye hazırlanırken bir el omzundan tutarak kendisine çevirirken bir yandan da soru soruyordu: — Yaptığını sana yakıştıramadım Timur; insan hiç canını Karanlıkta bırakıp gider mi?
74
Mustafa KILCI
BİR FANTASTİK KAHRAMANDI METİN, KEŞKE ŞİMDİ ARAMIZDA OLSAYDI Giriş Yerine Üzücü Bir Not Yazıyı dergiye, Ahmet Yüksel’e göndermeye hazırlandığım sıralarda aldığım üzücü bir haberle sarsıldım. Sinemamızın çok önemli isimlerinden kültür insanı Halit Refiğ’i yitirdik. Geçirdiği rahatsızlık nedeniyle bir süredir tedavi gördüğü hastanede hayatını kaybetti Halit Refiğ. Yitirdiklerimizin ardından yazmak zor. Ahmet Yüksel Gölge için Metin’i anma yazısı istediğinde de zorlanmıştım. Yazdığım bütün yazılar, yaptığım söyleşiler, çalışmalarım hep insanları yaşarken hatırlamak, onlar için sağlıklarında bir şeyler yapmak içindi. Anma yazılarını ayrı tutarak söylüyorum, ölümler üzerine kara gözlüklerinin arkasına saklanarak cenazelerde boy gösterip konuşanlara, yaşarken hayatlarında hiç güzel cümleler kurmayıp ölüm sonrasını bekleyenlere, ölü sevicilere ve akbabalara tepkimi şöyle dillendirmiştim “Yeşilçam Hatırası”nın giriş yazısında: “Akbabalık yapmanın dönemi olamazdı. Önemli bir devlet adamı ya da bir sanatçı hastalanıp komaya mı girdi, hemen televizyon programları yapar, kitaplar çıkarırlar. Fakat bekledikleri olmaz, o günlerde hayatını kaybetmez o devlet adamı ya da sanatçı. Olsun, ne gam, onlar akbabalıklarını yapıp görevini yerine getirdiler ya, kendileriyle gurur duyabilirler. Yeşilçam da, onlar için sadece bir malzemeydi sonuçta. “Oportünistçe” olsun tavırları, ne fark eder, devir “rant” devriydi nasılsa. Kemal Tahir’in, Ayşe Şasa’ya her dönem geçerli olabilecek kulaklara küpe öğüdünü okumuştum M. Nedim Hazar’ın “Gökdelen Mağarada İki Senarist” başlıklı yazısında. “Maskaralık yaptığın sürece seni baş tacı ederler ama ciddi bir şey yaparsan kimse ilgilenmez. Yolunu seç.” Yıllar önce söylenmiş bu söz, bugünün dünyasını, ilişkilerini açıklayabilmek için de çok anlamlı, yapılan işlere baktığımızda. Aşk ve hüzün ticareti yapanlar, halkla ilişkiler ve AR-Ge şirketleriyle hedef kitle belirleyip yazılarını popüler olmaya ve çok satmaya göre yazanlar, televizyon prog-
Gurbet Kuşları -1964 Yönetmen: Halit REFİĞ
ramlarında baktıkları aynalarda “Ne görüyorsun?” sorularını, “Güzellikler, acı, hüzün” diye yanıtlayanlar, paparazzi içerikli belge-seller yapanlar, hırsızlar, yalancılar, dedikoducular baş tacı edilmiyor mu günümüzde? İhanetin tarihinin ve yükselme hikâyelerinin yazılmadığı, hiçbir yaptırımın olmadığı, aksine bunların kışkırtıldığı günümüzde elbette maskaralık geçer akçe olacaktır. Halit Refiğ’den Osman Seden’e, Lütfi Akad’dan Ertem Göreç’e, Atıf Yılmaz’dan Meduh Ün’e, Ülkü Erakalın’a, Tunç Başaran’dan Zeki Ökten’e, Şerif Gören’e kadar birçok yönetmenin çektiği, mahalle arkadaşlıklarının, dostlukların, dayanışmanın, insani değerlerin anlatıldığı filmleri, örnekse “Üç Arkadaş”ı, “Mahalle Arkadaşları”nı, Karanlıkta Uyananlar”ı, “Güle Güle”yi izledikçe değişimi görebiliyorduk. Halit Refiğ de, Metin Demirhan da işin kolayına kaçmadan, duruşlarından ödün vermeden yaşayan hayal kahramanlarıydı sanki. Halit Refiğ ile çeşitli zamanlarda sohbet edebilme, söyleşi yapabilme şansım olmuştu. Bunları “Yeşilçam Hatırası”nda yayınladım. Metin Demirhan’la da sanırım son görüntülü söyleşiyi ben yapmış ve yayınlamıştım “Fantastik Türk Sineması” belgeseli nedeniyle.
76
Fotoğraf: Mesut Kaya
Bir Fantastik Kahramandı Metin Fantastik kahramanlarımdan biriydi Metin Demirhan, tıpkı Giovanni Scognamillo gibi. 90’lı yılların sonunda ne zaman Beyoğlu’na çıksam, yolum Atlas Pasajı’ndan geçse Metin’i Giovanni Scognamillo ile Atılgan’ın önünde sohbette görürdüm. Metin’le tanışıklığımızın başlangıcı daha eskiye uzansa da arkadaşlığa, dostluğa evrilmesi de o tarihlerde başlar. Öküz dergisinde “Artizler Kahvesi”ni yazdığım günlerdi. Metin “iyi bir iş” yaptığımı, her anlamda beni desteklediğini söylüyor, kendi çalışmalarından söz ediyordu. Yeşilçam’ın “Zagor”u, “uçan Süpermen”i Levent Çakır’ın hâlâ özenle koruduğum bir fotoğrafını vermişti, Levent Çakır söyleşisinde yayınlamam için. Öncesinde de kitap, lobi, film ve fotoğraf alışverişlerimiz olurdu. Fanzinleri ve bazı sinema dergilerini, kitapları Metin’den, Atılgan’dan alırdım. Böylece sohbet edebilme fırsatımız olurdu. Daha çok fantastik edebiyat, çizgi roman ve sinema meraklılarıyla dolu olurdu Atılgan. Müdavimleri de vardı sık sık sohbet ve alışveriş için uğrayan. O küçücük dükkâna kocaman bir dünya sığdırıyordu Metin. Atlas Pasajı’na girdiğimde, Metin’e ve Suat Bilgi’nin ‘Çalıntı’ dükkânına uğrar, ayaküstü sohbetler yapardık. Metin hayata kenar süsü olan insanlardan değildi. Düşleri, yapmak istediği “büyük işleri” ve yaptıkları vardı. Biz büyümüştük ve kirlenmişti dünya fakat Metin içindeki çocuğu öldürmemişti. Çocuksu bir yürüyüşü vardı. Dünyayı Kurtaran Adam “furyası” başladığında dergilerde Dünyayı Kurtaran Adam ve Cüneyt Arkın özel sayıları yapılırken, afişleri, lobilere kapış kapış ve fahiş fiyatlarla satılırken filmin yönetmeni sevgili Çetin (İnanç) ağabey ile tanışmış ve bir söyleşi yapmıştım. Çetin ağabey, Cüneyt Arkın Belgeseli çekiyordu o günlerde. Birlikte sete gitmiş, Cüneyt Arkın’la da bir söyleşi yapıp Öküz’de yayınlamıştım. Çetin ağabeyle Atlas Pasajı’nın arka girişindeki çay ocağında buluşacağım gün Metin’e de uğramış, ayaküstü sohbet etmiş, Çetin ağabeyle buluşacağımı söylemiştim. Tanışmak istediğini, dükkâna uğrarsa mutlu olacağını söylemişti Metin. Mesajını Çetin ağabeye iletmiştim, Metin’le ilgili bilgi vererek. Sonrasındaki tanışma anlarını Çetin ağabey de Metin de anlattı. Metin’in dükkânla ilgili bir nedenle polisle bir sorun yaşadığı ve dükkânda polislerin olduğu zamana denk geliyor Çetin ağabeyin uğradığı an. Metin’i bu sıkıntılı andan Çetin ağabey kurtarıyor. Böylece aralarında Metin’in ölümüne dek süren kalıcı ve güzel bir dostluk başlıyor. “Dünyayı Kurtaran Adam 2” projesi bir devam filmi olarak bu dostluktan doğuyor. Sonrasında yapılan diğer film nedeniyle (Dünyayı Kurtaran Adamın Oğlu), Metin de Çetin ağabey de hak-
lı bir öfke ve üzüntü yaşamışlardı. Bu süreci yaptığımız söyleşide Metin şu cümlelerle anlatmıştı: “5-6 yıl öncesinde benim yakın arkadaşım Cem Koçak’la bu filmi izlediğimiz bir sırada ya neden bu projeyi geliştirmiyoruz dedik. Çetin İnanç’la da tanışmıştım o sıralar. Bunun için bir hikâye yazalım diye yola çıktık, başladık yazmaya. Bir yılda bir hikâye yazdık, Çetin İnanç’a söz ettik film yapalım diye. Aradan iki yıl geçti tam ciddi bir girişimde bulunacağız, yapımcıyla görüşecektik ama 1999’da depremler tam bir kaos ortamı yarattı ve ardından gelen kriz bizim bu projeyi rafa kaldırmamıza neden oldu. Yani Dünyayı Kurtaran Adam 2 projesi Cem Koçak, ben ve Çetin İnanç’ın projesiydi. Bu en azından 20-30 makalede ve söyleşilerde duyurulmuştu. Hatta internet aracılığıyla yurt dışında birçok dergide haberleri çıkmıştı. Lucas filmin, Star Wars’ın offical sitesinde dahi ‘Turkish Star Wars 2’ çekiliyor diye haber çıkmıştı. O dönem kriz içinde bulunuyor olmamız, Çetin İnanç’ın Amerika’ya seyahat etmek zorunda olması bizi biraz projeden uzaklaştırdı. ‘Dünyayı Kurtaran Adam’ın devamı ya da tekrar çevrimi Çetin İnanç’sız, Aytekin Akkaya’sız ve Cüneyt Arkın’sız olmaz ve olacağına da inanmıyorum. Mehmet Ali Erbil’in dünyayı kurtaracağına da inanmıyorum... Kartal Tibet’in neden böyle bir projeye girdiğini de aklım almış değil. En azından bu projeyle benim ve arkadaşımın ilgilendiğini biliyorlardı. Bizden yardım isteyebilirlerdi. Belki daha iyi bir film ortaya çıkardı. Çetin İnanç’la görüşmelerim devam ediyor, elimde bitmiş bir öykü ve senaryo var. Tekrar yapımcı arayışına girişeceğiz. ‘Dünyayı Kurtaran Adam’ın devamını yani kaldığı yerden başlayan hikâyeyi çekmeye kararlıyız. Varsın ‘Dünyayı Kurtaran Adam’ın bir oğlu olsun, istiyorlarsa bir torun yazarız, eniştesinin oğlu yazarız, onu da çekerler. Çekmezlerse biz çekeriz.” Çetin İnanç da devam filmi diye yansıyan filmle ilgili olarak düşüncelerini, şu cümlelerle anlatmıştı “Fantastik Türk Sineması Belgeseli” için yaptığımız söyleşide: “Bizim filmle ilgisi yok o filmin. Mehmet Ali Erbil, ‘box office’i olan bir adam. Reyting alıyor TV’de, gişe yapıyor sinemada. Cüneyt Arkın’ı da almışlar. Oynar, aktör. Oynaması doğru mu yanlış mı onu da kendi bilir. Bana göre yanlış. ‘Dünyayı Kurtaran Adam’ın Oğlu’nu da yapma. Türk sineması bu kadar mı aciz? 20 sene önce yapılmış absürt, dünyanın en kötü kült filmini sen al, devamını yap. Demek ki sen hiç bir şey bulamıyorsun. ‘Dünyayı Kurtaran Adam’ın Oğlu’nu yapacağına ‘Uzaydaki Kahraman’ diye bir film yap. Niye o ismi kullanıyorsun? “Dünyayı Kurtaran Adamın Oğlu”nda oynadınız. İlk filmden Çetin İnanç yok, Aytekin Akkaya yok. Onların da içinde olduğu bir devam filmi projesi vardı, gerçekleşemedi. Bu yeni film devam filmi sayılabilir mi?” diye sorduğum Cüneyt Arkın da şöyle yanıtlamıştı soruyu: “Dünyayı Kurtaran Adam’ diye bir isim var. Cüneyt Arkın da orada ‘Dünyayı Kurtaran Adam’ı sembolize ediyor. Ama mesele o değil. ‘Dünyayı Kurtaran Adam’ın Oğlu filmini çekmek gerekir miydi?’, mesele o. Orada bir şey var, ‘Cüneyt Arkın efsanesine ithaf edilir’ diyor bu film. Cüneyt Arkın efsanesi seyircinin gönlünde mi yaşamalıydı, yoksa gündeme gelmeli miydi? Bunun cevabını verdiğin zaman o soruya da cevap vermiş oluyorsun.”
Giovanni Scognamillo ve Metin Demirhan’ın birlikte hazırladıkları “Fantastik Türk Sineması” kitabından yola çıkarak bir belgesel yapmaya karar vermiştim. Düşüncemi önce Giovanni Scognamillo’ya anlatıp onayını aldım. Projenin danışmanları Giovanni Scognamillo, Metin Demirhan ve Yılmaz Atadeniz olacaktı. Metin Demirhan ve Yılmaz Atadeniz’le de konuşup her konuda yardımcı olacaklarını, çalışmaya destek verdiklerini öğrendiğimde, cesaretlenip çalışmaya başlamıştım. Söyleşilerin, çekimlerin bir kısmını Sarkis Paçacı’nın Beyoğlu’nda, Ağacamii Sokak’taki (şimdiki Atıf Yılmaz Sokak) fantastik dükkânı Naregatsi de yapıyorduk. Metin Demirhan’la da, 13 Ekim 2006’da Naregatsi’de buluşup söyleşi yapmıştık. Sonrasında da çok sık görüşüyorduk. Daha çok Suat Bilgi’nin Çalıntı Cafe’sinde bir araya geliyorduk. Suat, Çalıntı Dergi’yi yeniden yayınlayabilmek için çabalıyordu. Metin de derginin sinema editörü olacaktı. İkisi de heyecanlı bir telaş içindeydiler. Metin bir yandan kısa film projelerini hayata geçirmeye çalışıyor, “Baltam Gelecek Kellen Gidecek” adını verdiği filminin çekimlerini sürdürüyordu. “Kült bir korku filmi” yapmak istiyordu. Yeşilçam geleneğine bağlı “trash movie” (çöplük sineması) B sınıfı hatta kendi deyimiyle Z sınıfı, absürt film projeleri düşlüyordu. Filmler, fanzinler, dergiler, yeni kitaplar hazırlamak istiyor, internet siteleri, bloglar oluşturuyordu. Hep çok heyecanlı ve çocuksuydu. Her zaman anlatacak yeni bir projesi, yeni düşleri vardı. “Metin Demirhan’dan Bilimkurgu, Korku, Fantazya ve Serüven Sineması Üzerine...” alt başlığının yer aldığı fantastiksinema.blogspot.com adlı sitede şu cümleler yer alıyordu: “Merhaba; Aradan geçen zaman içerisinde blog yavaş yavaş oturmaya başlıyor sanıyorum. Daha fazla yazı ve görsel malzeme ekleme imkânı bulabiliyorum artık. Geniş bir yelpazede FANTASTİK SİNEMA’yı anlatmak ve paylaşmak olan amacım, yeni dostlar kazanmamla birlikte daha heyecanlı bir hal almış durumda. Bu ay, Denizden Gelen Dehşetler, C.H.U.D., The MIST, Herschell Gordon Lewis’in Kanlı Dünyası, 70’li Yılların Canavarları Saldırıyor ve Crio H. Santiago ya da Mad Max İmitasyonlarının Filipinli Ustası
78
gibi makaleler ekledim siteye. Umarım beğenisiniz. Ayrıca kardeş bloğum Maske&Yumruk’u da güncellemeye başlayacağım; Eski ve yeni Türk sineması ile ilgili yazıları okuyabileceksiniz. Bu arada görmüşsünüzdür bu bloğa Barışarock 2007 etkinlikleri sırasında çektiğim ROCKXAN! adlı kısa Teen Slasher filmimin Youtube linkini de koydum. Ayrıca Baltam Gelecek Kellen Gidecek! adlı bitmek üzere olan uzun metrajlı filmimin de Teaser Trailerleri ve de küçük bir çekim aşaması videosunun da linkleri var orada... Teaser Trailerler biraz acemice oldu ama idare edin... Görüşmek üzere... Sevgilerimle. Metin Demirhan” Yaşımız ilerledikçe hep sağlıkla ilgili hastalık ve ölüm haberleri alır olmuştuk artık. Artık telefonları açmaya korkar olmuştum kötü haber alacağım endişesiyle. Daha geçtiğimiz günlerde iki arkadaşımı daha kaybetmiştim aynı hafta içinde. 2007 yılının Ekim ayında da yanılmıyorsam ilk Suat Bilgi aramıştı “kötü” haberi vermek için. Sonra da diğer telefonlar ve e-postalar gelmişti arka arkaya: “Metin beyin kanaması geçirdi, hastaneye kaldırıldı. Yoğun bakımda.” Sonbahar hüzünle, acıyla gelmişti. Ailesi, arkadaşları günlerce umutla beklemişti iyi haberi alabilmek için. Ne yazık ki beklenen iyi haber gelmedi. Metin Demirhan 1 Kasım 2007 sabahı ayrıldı aramızdan. Yaşadığımız koşullarda “kaçınılmaz son” için sıra hangimizdeydi? Metin’in hayata dönmesini beklerken sıranın hangimizde olduğunu konuşur olmuştuk Suat’la. Bu koşullarda bizi de ya kalp krizi ya beyin kanaması gibi sağlık sorunları bekliyordu. Hayat bizi yanıltmadı ve “kötü sürprizini” esirgemedi. Ben de 1 Ağustos 2008 sabahı fenalaşıp hastaneye kaldırıldığımda beyin damarlarımda tıkanma olduğunu, felç geçirdiğimi bilmiyordum henüz. Sol elimde ve ayağımda kalan hasar zamanla düzelecek olsa da yitirdiklerimizin acısı onarılır bir hasar değil. Onlarla birlikte çocukluğumuzu, gençliğimizi, geçmişimizi de yitiriyoruz, her geçen gün biraz daha eksiliyoruz.
Mesut KARA
METİN DEMİRHAN ÖLDÜ SANANLARA... 21 Şubat 2009... Kanal D stüdyoları... Saat gece yarısını çoktan geçmiş... Okan Bayülgen'in hazırladığı Disko Kralı'nın konukları stüdyoda hararetli bir şekilde "Erotik Türk Sineması"nı tartışıyorlar. Aslında tartışmaktan öte, yere yatırmış tekmelemeye çalışıyorlar. O dönemin ve o furyanın fenomen erkek oyuncusu Aydemir Akbaş ile aslında bir "erotik star" olmayan fakat Killing serisinde canlandırdığı fettan kadın karakteri ile o kadınların cisimleşmiş hali olarak stüdyoda bulunan Mine Soley çok da kibar ve biraz da mahcup bir şekilde gelen eleştirileri karşılamaya çalışıyorlar... Asıl oyuncular sayılabilecek Zerrin Egeliler, Arzu Okay, Figen Han gibi isimler akıllıca davranıp başlarına gelecekleri sezdikleri için programa katılmamışlar... Daha ilk dakikalardan itibaren kıymeti isminden menkul bazıları ise ortalığı boş bulmuş bir şekilde ve bizim insanımıza has bir özellik olan "bilmediği sevmediği şeylerden herkes adına nefret etme" patavatsızlığı ile aradan geçen 30 yıla rağmen aslında pek de bilmedikleri bir konuda ahkâm kesiyorlar ve stüdyonun demirbaşı sayılabilecek (aynı zamanda 4 erotik filmde rol almış) bir isim de onlara arka çıkıyor! Bir de üniversite tezini "Erotik Türk Sineması" üzerine vermiş bir kızımız var ki hiç konuşmamasından bu tezin bizim lisede son gün hazırladığımız abuk dönem ödevleri gibi bir şey olduğunu anlıyorum. 3 gün önce... Hayatım sakince akıp giderken akşamüstü mail kutuma düşmüş bir e-posta ile irkiliyorum. Başlarda "Öteki Sinema" bloguna olan tutkumu bilen bir arkadaşın yolladığı bir şaka zannettiğim şey giderek ciddileşiyor, verilen telefonu arıyorum; karşımda "Makina" ekibinden Aziz Kedi... "Seks furyası ile ilgili bir program yapıyoruz, katılırsanız çok seviniriz..." diyor, "Elbette, teşekkürler..." deyip kapatıyorum ve sıradanlığıma karışmış bir kafa ile dönüveriyorum. "Neden ben?" sorusu ilk aklıma gelen şey oldu. Evet, blogda "seks furyası" üzerine çok yazı yazıp o insanlara takdir-i iade etme amacı taşıyorduk ama koskoca Türkiye'de, ulusal bir TV'nin yayınına çıkıp konuşabilecek çok daha başka insanlar da olmalıydı... Aklıma ilk gelen isimler "Erotik Türk Sineması" kitabının yazarları kıymetli Giovanni Scognamillo ile rahmetli ağabeyimiz Metin Demirhan oldu. Bu gecikmiş yayına mutlaka katılması gereken asıl isimler onlardı... Başka hiç kimse, amaçlanan "Erotik sinema ile Türk insanını barıştırma" gayretini başaramazdı çünkü... Onların teknik bilgisi ve sinema sevgisi olmadan böyle bir konu tartışıldığında ortalık karışırdı ve karıştı da... Karın ağrıları, yemeden içmeden kesilme ve kafamda "Sevgili Okan o öyle değil aslında böyle!" ile geçen binlerce hayali konuşmadan sonra "Türk Seks Sineması" konulu "Disko Kralı" başlamak üzere... Evden çıkmadan önce, epey yanlış bir zamanlama ile (programa çıkmama 8 saat kala!) 2 şişe birayı, Metin Demirhan'ın mantar panomdaki resmine bakıp "Senin için abi," deyip hızlıca kafama dikerek içiverdim. Yayın başladığında ilk çıkan grupta değildim ve aslında son yarım saatte Bayülgen'in önündeki notlarda tesadüfen ismimi görmesiyle çağırması olmasa, programın tamamını kulisteki monitörden izlemek zorunda kalabilirdim. (Arada sırada gelip benimle sohbet ederek sıkıntımı geçiren Aziz ve kız arkadaşına teşekkürler...) Fakat aslında son derece ıstıraplı anlardı... İçeride arkadaşları dövülürken eli kolu bağlanmış biri gibi hissediyordum ve sürekli "Ah orada bir
80
Metin abi olacaktı, nasıl yerdin sen o lafları!" diye söyleniyordum ki ancak, ölmüş ama yaşayanların hayatını hâlâ anlamlandırabilen birinin başaracağı bir şey yaşandı; stüdyonun elektrikleri kesildi! Öyle ki mecburen verilen reklâm arasına rağmen bir türlü gelemeyen elektrikler yüzünden yayın karanlıkta başladı ve az önce gemi azıya almış birçok değerli(!) eleştirmen-yazarın 30 yıl öncesinin sinemasını pataklama isteği bu sayede sonlanmış oldu. İnanıyorum ki bu Metin'in bir işareti idi... O sıkıntı biraz daha devam etseydi Metin'in iyiden iyiye cisimleşerek adamın boynunu gövdesinden bile ayırabileceğini düşündüm sonradan... (Masada yuvarlanan bir kafa, kanlar fışkıran bir vücut, panik içinde kaçışan izleyicilere ve gür bir Demirhan Kahkahası... Tam da Metin abinin seveceği bir sekans) Öncesinde ya da sonrasında Disko Kralı'nda bu tarz bir "elektrik kesilmesi" vakası yaşanmadı, o yüzden bu olaya gayet "supernatural" bir yaklaşım getirebiliyorum ki zaten böyle bir şeyi öteki tarafa geçenlerden sadece Metin Demirhan başarabilirdi! O işareti de aldıktan sonra programda yer alabildiğim sürece tüm çabam Metin'in anlatmaya çalıştığı şeyleri savunmak adına oldu... Elbette oradaki varlığım ancak Metin Ağabey’in gölgesi kadar kıymetlenmiş olabilir... Metin Demirhan ölümünün 2. yılında hâlâ bizlerle... O ölmedi. Tüm büyük ve iyi insanlar gibi ilham ve işaret vermeye devam ediyor ve bazı insanların ölümünün sadece fiziksel bir yokluk olabileceğini ispatlıyor. Yıldönümünde mutlaka şerefine içeceğim. Öte tarafta binlerce fantastik öğenin tepesindeki tahtında oturup bizleri izlerken hayal ediyorum seni ağabey... Çok yaşa sen sinema yazanların Kralı. Murat Tolga ŞEN Öteki Sinema – otekisinema.com
METİN DEMİRHAN Metin Demirhan’la Horoz dergisi zamanında tanışmıştım. Taa filmlerin beta kasetlerden izlendiği zamanlar. Oky ile yeni tanışmıştık ve film değiş tokuşu hakkında konuşuyorduk. Sohbet ilgisini çekti, yanımıza geldi ve yıllar süren bir arkadaşlık başladı. Metin Demirhan’ı tanımak için, Metin Demirhan’la şahsen tanışmak gerekirdi. Tabii şahsen tanışmanız da, onu tanımak için yeterli olmazdı. Çünkü o “Metin Demirhan”dı. Eğer onu uzun zamandır tanımıyorsanız, 30 saniyelik periyotlarla kişilik değiştirebilir – bunu istemsiz yaptığı asla sanılmasın – hiçbir şekilde üzerinde etki yaratılmasına ya da onun hakkında bir kanı oluşturulmasına izin vermezdi. Karşısındakini çözümlemek için karakter değişikliklerini uygular, onu analiz eder, sonra da zırhtaki zayıf noktayı bulur, başlardı “lastik” oynamaya. Lastik, onun özel buluşu – oyunuydu. Oyun için bir kurban, bir de Metin Demirhan gerekliydi. Kurbanını gerer, gerer, gerer, birden bambaşka bir kişilik sunarak rahatlatır, sonra tekrar gererdi. “Lastik”in asla kopmaması gerekirdi, çünkü kurban çıkıp giderse, oyun bozulurdu. Film ve çizgi roman, onun için ayrılmaz bir ikiliydi. Özellikle uzmanı olduğu pulp ve kült filmlerden aldığı ilhamı, kendi hayal dünyasıyla birleştirir ve benzeri olmayan, “Metin Demirhan işi” çizgi romanlar çıkarırdı. Yumuk gözlü adamlar, bacağı şarap açacağı gibi kıvrılan kadınlar, z şeklinde kollar, orgazma ulaşan taşlar, penis şeklinde uzay gemileri, hiç küfür etmeyen kötü adamlar, ağzına geleni söyleyen iyi adamlar ve yarısı balona sığmadığı için tam gözükmeyen (dolayısıyla dava açılmayan) küfürler, çizgi romanımızdaki Metin Demirhan damgalarıdır. Conan’ın bir macerasında, bir çocuk Tanrı’nın bacaklarında görülen çapraz yara bantları da. Alfa Yayınlarında çalışırken, Ali Recan’ın tatilde olduğu bir zamanda, Buscema’nın eksik bıraktığı yerleri tamamlamış bana söylediğine göre.
82
Çizgi romanlarında, özellikle bantlarında arkadaşlarını çizer, çizdikleriyle onları çileden çıkartmaktan özel bir zevk alırdı. Tarık’la Orkun, bundan en çok nasibini alan iki arkadaşıydı. Derginin çıktığı günler, Metin’e uğradığımda, Tarık’ın elinde dergiyle dükkâna gelip “Ya oğlum, sen manyak mısın ya? Ne bu oğlum ya? Ulan millet sahici zannediyor,” diye sızlandığını çok görmüştüm. Bir önceki jenerasyon mizah dergisi okuyucusu arasında, Metin Demirhan’ın çizgisini, tanımayan yoktur sanırım. Kaligrafi konusundaki ustalığı da, piyasada bilinirdi. Onun belki de en az bilinen yanı, renklendirmedeki yeteneği idi. Çünkü çok az sayıda renkli iş yapmıştı. Rh+’ı hazırlarken, büro olarak kullandığımız Tan Cemal’in evinde, başka işler de yapmaya çalışıyorduk. Papyonla, cici elbiselerle çıkılan Beyoğlu zamanında, dönemin en önemli randevu eviymiş kullandığımız mekân ama biz daha masumane işler yapıyorduk. Grafik, illüstrasyon, ne gelirse. Dolayısıyla, etrafta da bol miktarda ekolin vardı. Metin bir gün ekolinleri eline almış oynuyordu. “Ben de renkli yapsam mı bir sayfa?” diye kendi kendine mırıldandığını duydum. Ben de kıllık olsun diye “Yok Metin, olmaz. Ekolin kullanmayı bilmediğini kendin söyledin. O işi nasıl basacağız sonra? Madem berbat bir şey basacağız, bari ‘bir denemeydi’ falan diyebilelim. Bir tek realistik çizersen olur,” dedim. Aleni atmasyondu. Metin ne çizerse çizsin, basmak zorundaydım. Çünkü elimizde yeterince profesyonel iş yoktu ve Metin, ne kadar sallarsa sallasın, belirli bir kalitenin altına düşmezdi. Neyse, söylediklerim Metin’i daha da kışkırttı. Bildiğim kadarıyla ilk defa bir realistik çizgi denemesi yaptı. Ve muhteşem boyadı. Saman kâğıda basıldığı için kaybolan renkleri gördüğümde, içim cızlamıştı. Ertesi hafta kapağı çizmesini ve renklendirmesini söyledim. Karşılıklı çok“Lastik”leştiğimizden, lastiğe geldiğini zannettiği için, üç gün boyunca hiç ilgilenmedi. Renklerini gerçekten çok beğendiğimi ve samimi olarak derginin kapağını onun çizmesini istediğimi anladığında oturup, o güne kadar çalışmadığı kadar ciddi çalışarak, kapağı yaptı. Acemi olduğunu söylerken, inanılmaz kombinasyonlar yaratıp, yan yana kullanmayı hayal bile edemediğim renkleri kâğıdın üzerine sürüyor ve harika işler çıkarıyordu. Ne yazık ki, Rh+ battı. Son sayı siyah beyaz çıkmasına rağmen, 5. sayıdan itibaren renkli çizen Metin, renkli basılamayacağını bile bile, 8. sayıda da renkli çizdi. Ondan sonra, dükkânına defalarca ekolin götürüp bırakmama rağmen, kapakların hiç açılmamış olduğunu gördüm. Hani derler ya “Çizgi romancılar en çok benimsedikleri kahramanlarına kendilerinden çok şey koyarlar.” İşte o hesap. “Manyak Savaşçı” da, birçok anlamda Metin’di. İnsanları çok sinirlendirmesine rağmen, gerçekten yardıma ihtiyaçları varsa, yardım etmekten kaçınmaz, elinden geleni ardına koymazdı. Muhabbet ve hırlaşmayla geçen uzun yıllardan sonra, bir gün geldi, lastik koptu, “Manyak Savaşçı” aramızdan ayrıldı. Mazeretlerim yüzünden, hastaneye gidip, onu son kez görememem de, içimde hep ukde olarak kaldı. Kutsi AKILLI