Gölge e-Dergi Sayı 29

Page 1

Şubat 2010 / 29. Sayı


Merhaba, Gölge e-Dergi 3. öykü özel sayısı'nın konusu "Gurbet". Gurbet konulu öykünüzü 15 Nisan Tarihine kadar hayalsaati@gmail.com adresine yollayabilirsiniz. Öykülerin daha önce sanal veya somut hiçbir yerde yayımlanmamış olması gerekmekte. Times New Roman karakteriyle, 12 punto kullanılarak yazılacak hikâyeler, A4 ebadında 6 sayfayı geçmemeli.

Değerlendirme Gölge e-Dergi Yayın Kurulu Üyeleri tarafından yapılacaktır.

Gölge e-Derginin iki Öykü Özel Sayısı dâhil tüm sayılarını http://golgedergi.blogspot.com adresinden bilgisayarınıza indirip, okuyabilirsiniz. Önemli not: Bu bir yarışma değildir. "Yazarım" diyen herkese açıktır. Siz yazmasanız bile yazacağına inandığınız arkadaşlarınızı davet edebilirsiniz.

Gölge blogu http://GolgeDergi.blogspot.com

Gölge twitter da http://twitter.com/GolgeDergi

Gölge facebook'da http://www.facebook.com/group.php?gid=36357116499

Gölge Deviantart'da http://golgedergi.deviantart.com

Görüşmek üzere Gölge e-Dergi Ekibi

2


İÇİNDEKİLER Kapak

Melike ACAR

4 / Acımasız Talih Kuşu

Oğuz ÖZTEKER

6 / Pandorum

Masis ÜŞENMEZ

9 / Umut Işığı

Yazan - Çizen Nadir K. KUTLUHAN

13 / Hamam

Funda Özlem ŞERAN

21 / Onu Ararken

Yazan - Çizen Volkan AKMEŞE

25 / Kaptan Feza

Barış SAYDAM

28 / Aydınlanma Zamanı 3

Mustafa KILCI

30 / Deri Koltuk

Merve VERAL

32 / Xua-Xua

Yazan - Çizen Onur KÜÇÜK

39 / Hollywood’da Bir Hobbit

Hasan Nadir DERİN

45 / Lanet 4. Bölüm

Yazan - Çizen Meryem ÇİMEN

54 / Arayış

Fatih DANACI

59 / Matruşka Filmler

Barış SAYDAM

62 / Yoksul Ruhlu Öyküler

Yazan Çizen Mehmet İNANIR

69 / İçeride Resmim Dışarıda İsmim Var Atilla BİLGEN 73 / Urgan

Serkan KÖSE

76 / Holmes 5. Bölüm

Ozancan DEMİRIŞIK - Onur BAYRAKÇEKEN

85 / Guy Ritchie’den Sherlock Holmes

Ozancan DEMİRIŞIK

90 / Ertesi Gün

Yusuf SALMAN

94 / Zoryak

Sadık YEMNİ

102 / Thaggar Thayl 2.Bölüm

Yazan - Çizen Bülent SARILAR


ACIMASIZ TALİH KUŞU Birçoğumuz yeni yıla girerken piyango bileti alırız. Hâlbuki tüm sene boyunca tek bir bilet bile almamış, dolayısıyla Milli Piyango İdaresi’ne maddi anlamda herhangi destekte bulunmamışızdır. Buna rağmen – içtiğimiz sudan, üzerinde gezdiğimiz topraktan mıdır nedir – yumurtanın kapıya geldiği, yılın bitmek üzere olduğu günlerde şansımızı deneriz. İsteriz ki, nerede yaşadığını, neyle beslendiğini, hatta görüntü itibariyle neye benzediğini dahi bilmediğimiz Talih Kuşu bizim başımıza konsun; böylece son dakikada karamboldan atılan bir gol sayesinde paramız bol olsun, oyundan galip ayrılalım… Oysa bu kuş hiç de sandığımız kadar saf değildir. Sonuçta, paraya kıyıp aldığımız tam bilete amorti bile isabet etmez ve idarenin resmi internet sitesinde karşımıza şu iki cümle çıkar. Uzgunuz… Biletinize herhangi bir ikramiye isabet etmemistir. İlk aklımıza gelen soru şudur; “Acaba Milli Piyango İdaresi özelleştirildi de benim mi haberim yok?” Hemen ardından kendi kendimize bir açıklama yaparız, “Herhalde yabancılar satın aldı… Baksana Türkçe yazılan cümlelerde Türkçe birer harf olan Ü ve Ş kullanılmamış.” Sonrasında başka sorular beynimizin çeperlerine doğru hücuma geçer; “İyi de senede tek sefer piyango bileti alan bir vatandaş kazanamadı diye Milli Piyango İdaresi niçin üzülüyor? 30 TL verip de 30 milyon TL kazansaydım, talih oyunlarını düzenleyen kurumun asıl o zaman üzülmesi gerekmez miydi? Niçin sadece Biletinize herhangi bir ikramiye isabet etmemiştir, diye yazmamışlar ki? Neden daha farklı çözümler üretilmiyor, her değişik duruma göre ilginç cevaplar verilmiyor?” Misal mi, işte aklıma gelen örnekler: Cebindeki son parayla piyango bileti alan Mithat’a… “Yahu Mithat seninki de iş mi yani? Cebindeki son parayla hiç kumar oynanır mı? Bilmez misin ki, cüzdandaki 30 Lira, hayallerindeki 30 milyon Lira’dan daha gerçektir!” Emekli ikramiyesi ile piyango bileti alan Hüseyin Amca’ya… “Hüseyin Amca, ununu elemiş, eleğini asmışken ne diye böyle bir şeye kalkışırsın ki? Torunlarımı sevindireceğim diye düşünme, bu kuş senin için kalkmaz!” Nişanlısı ile evlenmeyi hayal eden Ercü’ye… “Ercü kardeşim, nikâh için piyangodan medet umduğuna göre, sizin bu nişanlılık evresi epey uzun sürecek gibi… Sana hiç, parayla saadet olmaz, demediler mi? İyisi mi yol yakınken vazgeç bu sevdadan, kızı da kendini de yakma boşuna!” Film yönetmeni Ferit’e… “Ferit’ciğim para bulup da gönlündeki filmi çekeceksin de ne olacak? Nasıl olsa gişede zarar edeceksin! Bu millet ne anlar senin filmlerinden? Yoksa sen kendini James Cameron mu sanırsın?” İşadamı Ahmet Bey’e… “Ahmet Bey, piyasaya olan borçlarınızı geri ödeyebilmek için boş yere riske girmek yerine niçin fabrikanın üretimi artırmayı ve genel giderleri azaltmayı düşünmüyorsunuz? Böylesi sizin için de, vergi dairesi için de daha hayırlı olur!” Tıp fakültesi öğrencisi Necla’ya… “Kız Necla, henüz okulu bile bitirmemişken ne diye muayenehane açmayı hayal edersin? Hipokrat senin gibi bir doktor adayını görse, herhalde üzüntüden hüngür hüngür ağlardı!” Akciğer kanseri Mustafa Ağa’ya… “Ağam, sen ki yıllarca filtresiz cigara tüttürmüş bir adamsın, yakışır mı sana parayla tedavi görmek? Ölürken bile ayakta dur ki aşiretindeki marabalar gururlansın! Benden duymuş olma ama çok istiyorsan sigara şirketini mahkemeye verebilirsin.”

4


Piyanist şantör Melih’e… “Sanatçıların şahı Melih’ciğim, her gece bardasın, gönlün de hovarda, icraatını yaparken rakılar da bedava! Kaset çalışması yapacaksın da ne işine yarayacak? Hazır henüz seni dinlemek için mekâna gelenler varken, eğlenmene, gününü gün etmene baksana!” Sanal dergi okuru Nalân’a… “Nalân’cığım, keyif veren her şeyi beleş mi sandın? Senin o dediğin ancak Gölge e-Dergi’de olur! Büyük ikramiyenin keyfini süreceğim derken, 30 Lira’yı yitirdin, gördün mü? Neyse, sanal dergininin yeni sayısını oku da moralin düzelsin.” Emekli Albay Özkan’a… “Komutanım piyangodan çıkacak parayla parti kuracaksın da ne olacak? Bu milletin refahını düzeltecek, işsizliği önleyecek, ülkeyi Avrupa Birliği’ne müdahil edecek, gayri safi milli hâsılayı yükseltecek politikacı mı kalmadı memlekette? Bırak talih kuşunu, Allah muhafaza tepene Genekon savcısı konabilir; benden söylemesi!” Yazamayan yazar Oğuz’a… “Oğuz’cuğum para bulup da kitap bastıracağım diyene kadar neden doğru düzgün ve edebi değeri yüksek öyküler yazmıyorsun? Memlekette bir sürü yayınevi var; yeter ki sen dişe dokunur bir şey yaz! Benimle de uğraşma…” İsmi ve niyeti belli olmayan diğer piyano bileti malullerine… “Kusura bakma kardeşim, şansını bir dahaki yılbaşında yeniden dene. Bu sefer bileti desteden sağ elinle çekmeyi unutma!” Tüm okurlarımızın yeni yılını kutlar; mutlu, umutlu, uğurlu ve huzurlu nice seneler dilerim. Oğuz ÖZTEKER oguzozteker@yahoo.com İllüstrasyon Sezer KORAL


PANDORUM

Uzay'dan babam çıksa yerim! Pandorum uzun zamandır uzay/korku filmi açlığımı yatıştırmak için merakla beklediğim bir filmdi. İlk fragmanları ortaya çıkınca ve IMDB'de olumlu yorumları görünce daha da heyecanlandırdı beni. Event Horizon ile tekrar ulaşılması çok zor bir başarı yakalayan bu tarz uzun zamandır dokunulmayan bir bölge. Alman/Amerikan ortak yapımı olan filmimiz Antibodies (2005) ile dikkatimizi çeken Christian Alvart'ı yönetmen koltuğuna oturtmuş. Dünya'da kıtlık baş gösterir ve başka gezegenlerde koloniler kurmak için insanlık harekete geçer. Elysium adlı bir koloni gemisi 60.000 insan ile yolculuğa çıkar. Yolculuk sırasında iki astronot Bower (Ben Foster) ve Payton (Dennis Quaid) derin uykularından uyanır. İkili geçici hafıza kaybı yaşamaktadır. Ne olduğunu, neden bu gemide olduklarını hatırlayamazlar. Geminin güç ünitelerinde problem vardır ve ilginç bir şekilde ortam ıssızdır. Payton merkezde bekleyip Bower'ı yönlendirmeyi teklif eder. Bower onlardan önceki ekibe ulaşmayı düşünmektedir. Ancak kısa zamanda gemide onlardan başka yetkili kimse olmadığını ve yamyam bir yaratık grubunun derin uykudaki insanlarla beslendiğini keşfedecektir. Bower bu yaratıklardan kaçarken köprüye ulaşmaya ve güç ünitesini yeniden devreye sokmaya da çalışacaktır. Bu arada yıkımdan kendileri gibi kurtulmayı başarmış ve vahşi şartlarda hayatta kalmayı başarmış insanlarla da karşılaşarak güç birliğine gider. Oysaki asıl tehlike çok daha yakınlarındadır. Travis Milloy'un senaryosunu yazdığı filmin ana hikâyesi bu şekilde. Biraz Alien'a (1979),

6


Ghosts of Mars'a (2001) biraz da Event Horizon'a (1997) benzetebiliriz. Ancak film ilerledikçe senaryodaki güzel sürprizlerle karşılıyoruz. Pandorum'un filmde geçen kelime anlamı uzayda uzun süre yolculuk yapan kişilerde görülen psikolojik bir problem. Pandorum'a kapılan kişi delirerek herkesi tehlike olarak görmeye başlıyor ve görevlerinin bitirilebilmesi için tüm insanları öldürmeye kalkabiliyor. Filmin asıl vurucu noktası ise yamyam yaratık ırkı. Evrim teorisine sırtını yaslayan açıklamaya göre her ne kadar gidilecek gezegen dünyaya benzeyecek olsa da insan ırkı oraya ayak uydurmak için bir evrim geçirecektir. Bu evrimi kısaltmak için de insan DNA'sı ile oynanır ve sonuçta insanlar gezegen yerine gemide yaşamak üzere evrilirler. Bu evrilen yeni nesil tek yiyecek kaynakları olarak uykudaki insanları bulacaklardır.

Christian Alvart'ın Elysium için çok uğraştığı belli. Her sahnede neredeyse farklı bir ışık kullanarak atmosfer olabildiğince canlı tutulmuş. Filmin en büyük kozu zaten bu atmosfer. Gerçekten çoğu sahnede ses ve görsellik yüzünden yerinizden hoplamanız olası. İyi efektlerin yanında kararında gore kullanımı ve aksiyon dozu filmi sürüklüyor. Alvart için Pandorum, gelecekte (bana göre) kariyerinin önemli bir yapı taşı olarak görülecektir. Yönetmenlik anlamında kendisinden çok daha büyük başarılar bekliyorum. Oyuncu kadrosunda ana yük tabii ki yeni uyanan ikilimizde. Dennis Quaid, Enemy Mine (1985) gibi kült bilim kurgu filmlerine imza atmış bir oyuncu olarak bence daha iyi kullanılabilirdi. Oysaki tek mekânda komuta ederek filmi bitiriyor. Asıl karakterimiz Bower rolünde Ben Foster oldukça başarılı. Gerçekten üzerine bir aksiyon yıldızından beklenecek bütün yük biniyor ve bu ağırlığın altından kolayca kalkabiliyor. Ama bana sorarsanız Vin Diesel gibi daha kaslı ve kendi fan kitlesi olan bir yıldız bu rolde daha çok ses getirirdi. Filmin bizler için hoş sürprizlerinden birisi de başında Dünya'dan çeşitli dillerden gelen mesajın ilk olarak Türkçe okunması. Önce kulaklarıma güvenemeyip başa sarıp tekrar dinlemek durumunda kaldım. “Allah'a emanet olun,” gibi bir cümle duyunca filme sevgim arttı. Bu yüzden çeşitli kusurlarını da görmezden geldim.


Özellikle ilk yarısı oldukça sürükleyici ve ilginç geçen filmin olaylar çözülmeye başlandıktan sonraki bölümü büyük bir düşüş yaşatıyor. Zorlama aksiyon sahneleri ile bu boşluk doldurulmaya çalışılmış. Seyirci bu bölümde filmden o kadar yabancılaşıyor ki aslında çok iyi bir finale bağlansa da ne yazık ki öldürücü bir etki veremiyor. O güzel finalin bu kadar kısa geçiştirilmesi büyük üzüntü yarattı. Pandorum tür meraklıları dışında genel seyirciye önerebileceğim bir film değil. Ancak bu tarz filmler sıklıkla çekilmediği için de es geçilmemesi gereken bir hazine. Özellikle kıtlığa ve evrime yaptığı yorumlar ile de boş bir aksiyon olmadığını kanıtlıyor. Açık bırakılan son ile de belki bir devam filminin çekilebileceğinin işaretini veriyor. Ama Can Evrenol'un film bittikten sonraki serzenişine ben de katılıyorum harfiyen. Başı ve sonu çok güzel olan bir hikâyenin pek de ilginç olmayan ortasını seyretmiş gibi bir hisle ayrılabilirsiniz filmden. Masis ÜŞENMEZ www.otekisinema.com

8






HAMAM Yıkıntıların arasında bir çıtırtı duyuldu. Aslında boyutlarına bakılırsa çıtırtıdan çok bir çatırdamayı ya da kırılmayı andırıyordu. Sanki koca bir çınar ağacı yıkılmış, yıkılırken de altında kalan çam ağacını dümdüz etmişti. Ancak bu mümkün değildi; artık yeryüzünde tek bir ağaç bile kalmamıştı. Bunu biliyormuş gibi huzursuzca kıpırdandı, zaten o çatırdama sesini çıkaran da oydu. İri gövdesiyle doğrulduğunda hem iki ayağının üzerinde durabildiğine, hem de bu kadar büyüdüğüne şaşırmıştı. Belki de dünya küçülmüştü ya da o, tanıdığı dünyada değildi artık. “Tanıdığım…” diye düşündü, birden çok garip gelmişti. Bu düşünceden çok, düşünebilme siydi garip gelen. Daha önce böyle bir şey olduğunu hatırlamıyordu. “Hatırlamak…” kelimesi takıldı bu sefer de aklına. Bir aklı vardı; düşünüyor ve hatırlıyordu. Hayal meyaldı biraz; üzerinden çok zaman geçmiş gibi pusluydu anıları. Zaten saklandığı delikte çok fazla bir şeye de şahit olamamıştı. Önce uğultuları duymuştu; yeri sarsan titremeyle birlikte hava da ağırlaşmıştı. Ardından o büyük gümbürtü geldi. O kadar uzun sürmüştü ki, sanki zaman durmuştu. Bir bakıma doğruydu aslında; zaman olmasa bile dünya durmuştu. Tabii mecazi olarak, bildiğimiz anlamda dünya durmuştu. “Bildiğim…” dedi farkında olmadan ve kendi sesini duyduğu anda farkına vardı konuştuğunun. Konuşması, düşünmesi ya da ayakta durması gibi değildi; olması gereken bir şeymiş gibi gelmişti ona. “Düşünüyorum, öyleyse varım” yerine “Varım, öyleyse konuşurum” tarzı bir mantık yürüttü, sanki mantık yürütmeye çok alışıkmış gibi. Ve yine aynı alışkanlıkla adım attı yana doğru, önündeki yıkıntı engeli şimdilik onu pes ettirmişti. Sonra bir adım ve bir adım daha, ardından yıkıntıların arasından düzlüğe çıktı. Kapkara gökyüzü, çakan şimşekler, kupkuru hava; hiçbiri bir şey ifade etmiyordu ona. “Etmesi mi gerekiyor?” dedi, bu sefer içinden. Etrafına baktığında gördüğü şeylerin hiçbirinin anlamı yoktu onun için. Ne olduğu belirsiz yıkık dökük, yanık kalıntılardı sadece. Fakat arkasına dönüp çıktığı yere baktığında bir his belirmişti içinde. Bir zamanlar evi olan o küçük delik, şimdi kim bilir hangi enkazın altında kalmış eski bir anıydı artık. Orası evi olamazdı; artık o küçük deliğe saklanamazdı. Bu iri cüsseyi sığdırması bir yana, saklanma durumu da şaibeliydi sanki. Neden saklanacaktı ya da kimden? Etrafta kimse yoktu ki. Ne insanlar, ne hayvanlar, ne de herhangi bir bitki vardı yaşayan… Peki kendisi niye yaşıyordu? Daha da önemlisi, “kendim” diye bahsettiği bu “şey” neydi? Eskiden olsa ne olduğunu gözü kapalı söylerdi; tabii eskiden olsa kapatacak bir göz kapağı ya da konuşacak bir ağzı da olmazdı. Ancak ne olduğunu bilirdi; küçük ayaklarını, koyu ve kalın kabuğunu, titrek antenlerini ve yaydığı o kokuyu tanırdı. “Tanımak…” dedi yine, bu sefer dışından ve yüksek sesle. Duyduğu ses ona tuhaf gelmiş ama hoşuna da gitmişti. Konuşmasının bir sonucu olarak görüyordu; tıpkı büyüyüp değişen gövdesiyle güçlenen ayaklarından sadece ikisinin dik durması için yettiğini görmesi gibi. Kalan dördü yanında sallanıyordu ve çokça işe yarayabileceklermiş gibi duruyordu. Aynı şekilde, açılıp kapanan ve sesler çıkaran ağzı ile sırtını titretmesiyle bir anda açılan kocaman kanatları da faydalı olabilirdi. Bir süre silkelenip üstüne başına baktı ve ardından kanatlarını iki yana açıp aşağı yukarı oynatmaya başladı. Uçmak önceden de yaptığı bir şeydi; fakat bu sefer farklıydı. Kanatlarının iki hareketiyle bir anda havaya yükseldi ve daha önce hayal dahi edemediği kadar yukarılara çıktı. Bu sefer her şey farklıydı; kendisi, gökyüzü, dünya… O dünyanın nükleer bir felaketle kıyameti yaşadığının ve aradan geçen kırk günde kendisi ve kendi türü dışındaki tüm canlıların yok olduğunu bilmeden uçtu hamamböceği.

*

*

*


“Yani diyorsun ki, özel bir şey yapmadın?” “Hayır” anlamında başını salladı, günler sonra bile hâlâ alışamadığı bir hareketti bu. Şimdi, karşısında duran açık renkli, uzun antenli ve kanatsız hemcinsine bakarken daha da garip geliyordu her şey. Tabii o “şey”e hemcins demek de öyle… “Ama anlamıyorum, nasıl olur? Ben eskiden çok güzel uçardım, şimdi kanadım bile yok! Herkesin var, benim yok!” “Üzülme, o kadar da büyütülecek bir şey değil. Hem herkesin de kanadı yok ayrıca…” Teselli edilmeye niyeti olmayan kanatsız hamamböceği isyan etti. “Nasıl büyütmem, kanat bu! Seninkiler kocaman diye rahatsın tabii, bir de bana bak!” “Tamam, affedersin… Ama benim de antenim yok mesela, seninkilerse upuzun.” “Anten mi? Ne yapayım anteni be?! İstediğim zaman ağzımı açıp konuşuyorum nasılsa, lanet olası bir antene ihtiyacım yok ki!” “Ne?” “Ne ‘ne’?” Bir an durup dikkatle baktı karşısındaki kanatsız böceğe. Söylediğini duymuştu ama ağzının kıpırdadığını görmemişti. “Sen demin konuştun mu?” Böcek ona delirmiş gibi baktı. “Elbette konuştum, deli misin be? Deminden beri konuşuyoruz ya!” “Hayır, onu demiyorum. Hani “anteni ne yapayım, ağzım var” gibi bir şey dedin ya…” “Yoo, demedim öyle bir şey. Sadece düşün… düm.” Son hecede birbirlerine baktılar tuhaf bir sırrı keşfetmiş iki şaşkın gibi. O sırada araya giren iki uzun ip ortalarında sallanmaya başladı, kanatsız hamamböceğinin antenleri titreşiyordu. “Yani şimdi bunu ben mi yapıyorum? Bir şey düşünüyorum ve sen…” “Bunu duyuyorum?” “Vay canına!” Bu sefer dışından konuşmuştu kanatsız hamamböceği. Antenlerini havaya kaldırmış, sağa sola hareket ettirirken artık olmayan kanatlarını dert etmiyor gibiydi. Hem niye etsindi ki? Antenleri sayesinde telepatiyle iletişim kurabilirken iki adi kanadı ne yapacaktı? O, mutlu bir şekilde antenlerini oynatarak uzaklaşırken “Keşke benim de böyle bir yeteneğim olsaydı,” diye düşündü hamamböceği. Şimdi o kocaman kanatları çok sıradan görünüyordu ona. “Yine de hiç yoktan iyidir,” dedi kendi kendine. Bu son birkaç günde, yaşayan hemcinslerini bulduğundan beri, kanatlı-kanatsız, küçük kanatlı-büyük kanatlı, bacaksız, az bacaklı-çok bacaklı, antensiz, uzun antenli-çok antenli ve hatta kafasız, değişik çeşit, renk ve şekillerde yüzlerce hamamböceği görmüştü. Kimi akıl almaz yetenekler geliştirmiş, kimiyse yemek yemekten bile aciz haldeydi. O yüzden kendini çok da kötü hissetmiyordu. “Kader bu…” demişti karşılaştığı o buruşuk kabuklu, yürüyemeyen, sakin sesli hamamböceği, kafası olmayan bir böceğin yemek yemeye çalışmasını izlerlerken birlikte. “Büyük patlama oldu ve her şeyi değiştirdi. İnsanlar yok oldu, canlılar öldü. Bir tek biz kaldık. Ama kör, ama topal… Ama kanatlı, ama kafasız… İşte buradayız. Dünya artık bizim, hep olması gerektiği gibi…” Ona garip garip bakmış ve hiçbir şey söyleyememişti hamamböceği. Hak verdiğinden ya da tamamen karşı çıktığından değil; sadece ne diyeceğini bilemediğinden. “Oh iyi oldu” mu demeliydi ya da üzülmeli miydi kendilerini her fırsatta kovalayan ve ölmeleri için türlü yollara başvuran insanoğlunun artık ortalıkta dolaşmamasına? “Adalet yerini buldu. Güçlüler yok oldu ve ezilenler yeniden doğdu. İlahi adalet bu…” Böceğin söyledikleri kafasını karıştırmıştı ama benzer sözleri ilerleyen günlerde de duydu. Özellikle adaletten ve şu pek meşhur olan “ezilenler” lafından bahsediliyordu. Kimileri geçmişteki hallerine bir gönderme olduğu için benimsemişti, kimiyse gayet ciddiye almıştı.

14


Ä°llĂźstrasyon: Yusuf http://yggdrassil.deviantart.com


“Biz ezilenler olarak artık azınlık değil, çoğunluğuz!” diye bağırıyordu bir yıkıntının tepesine çıkan siyah dört bacaklı hamamböceği. “Ve çoğunluk olduğumuz için de…” Normal görünümlü bir başka böcek, “Ne çoğunluğundan bahsediyorsun ya? Çoğunluk yok, sadece biz varız, görmüyor musun?” diyerek onun lafını kesti. “Tamam işte, ben de onu diyorum! Sadece biz varız; yani ezilme diye bir şey yok artık. Sömürü yok, baskı yok, zulüm yok! Artık özgürüz!” Çevresindekilerden bazıları onu dikkatle dinlerken, bazısı da aldırmaz bakışlar atıyordu. Sonunda, kısa ve kıllı on altı ayağıyla yerde sürünen ve sırtında yıkıntılardan topladığı yükü taşıyan lacivert bir hamamböceği yorum yaptı ona. “Pekala Özgür Bey! Madem öyle, gel de şunları taşımama yardım et öyleyse!” Yıkıntının tepesindeki böcek ona tuhaf tuhaf baktı ama yardım etmek için bir girişimde bulunmadı. Belli ki özgürlük kadar önem vermiyordu eşitliğe.

*

*

*

Herkese yetecek kadar yiyecek vardı; ne de olsa her yer ve her şey yiyecekti artık. Yıkıntılar ve kalıntılar yeterli kaynağı sağlıyordu. Fakat bu sınırsız kaynağın dağıtımı bile sorun oluyordu bazen. “Bu benim yıkıntım! Git ve kendine başka bir yer bul, dört göz!” Bir kafasındaki, bir de antenlerinin ucunda beliren iki çift gözüyle kızgın kızgın bakan hamamböceği dikildi ayağa. “Nereden senin oluyormuş bakalım? Üzerinde mi yazıyor?” Yıkıntının tepesine çıkıp kaslı ayağını yere vuran böcek cevap verdi hemen. “Gerekirse yazarım!” “Beyler, sakin olun lütfen!” Araya giren kahverengi, tıknaz hamamböceğine döndü dört gözlü olan. “Ne beyi be? Dişiyim ben, geri zekâlı!” “Sensin geri zekâlı, dişiysen dişiliğini bil!” “Madem dişisin, çekil git işte! Burası benim, senin gibi karının tekine kaptıracak değilim malımı!” Dişi hamamböceği öfkeyle kıstı gözlerini, kafasındakiler yıkıntının tepesindeki böceğe bakarken anten uçlarındaki gözler araya giren hamamböceğinin üzerine yönelmişti. “Bana böyle davranamazsınız! Sizden hiçbir farkım yok, o yıkıntı üzerinde benim de hakkım var!” Araya giren böcek sadece “hıh” diyerek durumla ilgili yorum yapmaktan kaçındı. Yıkıntıyı sahiplenen diğeri ise ayaklarını daha bir sağlam basarak yanıtladı. “O sana öyle geliyor, güzelim! Kendine bir bak, etrafına bir bak! Elbette farkın var, herkesin farkı var! Hiçbirimiz aynı değiliz!” “Eee, ne olmuş yani?” “Yani farklıyız, yani eşit değiliz, yani ben senden üstünüm ve bu yıkıntının da sahibiyim! Şimdi defol git arazimden!” Onlar tartışmaya devam ederken yanlarından geçip gitti hamamböceği. “Arazim” lafı takılmıştı aklına, yeni moda olmuştu bu da. Zaman geçtikçe böceklerden bazıları belirli kalıntıların üstüne yerleşiyor ve başkalarını yanlarına yaklaştırmıyorlardı. “Benim malım, benim yıkıntım, benim arazim,” sözleri çokça duyuluyordu ve tartışmalar giderek büyüyordu. Üstelik üreme fonksiyonlarını hâlâ korudukları için sayıları günden güne artıyor, kalabalık sorunları daha da karmaşık hale getiriyordu. “Dünya hepimiz için yeterince büyük,” diyordu sırtında sarı tüyler olan bir hamamböceği, “kavga etmeye gerek yok.”

16


“Asla yetmez,” diye konuştu bir diğeri, gerçekten de kocaman görünüyordu. “Bazıları başka yerlere gitmeli, böylece kalanlara yer açılır.” “Kimin gidip kimin kalacağına kim karar verecek?” diye sordu beş ufak kanadı da pır pır eden biri. “Ben verebilirim,” diye önerdi siyah gövdesi kat kat olan antensiz bir hamamböceği. “Zaten aslına bakarsanız, bu işler böyle yürümez.” “Ya nasıl yürür, Bay Çokbilmiş?” diye çıkıştı yanındaki, cılız gövdesine göre gür bir sesi vardı. “Öncelikle işlerin nasıl yürütüleceğine karar vermeliyiz; kaynaklar nasıl kullanılacak, kim nereye yerleşecek, bu gibi şeyler işte… Sonra bir de bu işleri organize edecek birini seçmeliyiz aramızdan, bir yönetici yani!” “Yönetici mi?” diye sordu çoğu içinden, kimisi de dışından. “Evet, benim gibi biri mesela.” Öneriyi sunana hemen karşı çıktı uzun antenli ve kalın bacaklı biri, “Haydi oradan be! Neden sen oluyormuşsun, seni bu kadar özel yapan ne?” O daha cevap veremeden bir başkası katıldı tartışmaya, “Evet, niye sen olacakmışsın yönetici? Ben olurum!” “Olamazsın, senin kanatların bile yok!” “Senin de antenin yok!” “Ben olmalıyım; hem kanadım, hem de antenim var, üstelik çok iriyim.” “Ama kafan yok, salak!” Gerçekten de gövdesinin ucunda bir kafa yerine iki anten ve bir de ağız bulunan hamamböceği kendini savundu. “Neden, yönetici olmak için kafa mı gerekiyor?” “Eğer gerekiyorsa bende iki tane var!” diye bağırdı geridekilerden biri. Aslında iki sayılırdı; gerçekten de iki kafası vardı ve biri konuşunca diğer kafa ona dönüp cevap verdi. “Benden izin almadan konuşamazsın sen; bu vücudun kafası benim, senden daha büyüğüm!” Onlar daha kendi vücutlarını kimin yöneteceğine bile karar veremeyip tartışmaya başlarken diğer hamamböcekleri de kendi aralarında kavga ediyorlardı. Önce bir yönetici gerekip gerekmediğine, sonra yöneticinin kim olması ve nasıl seçileceğine dair tartıştılar. “Bence en güçlü, en akıllı ve en yeteneklimizi yönetici seçelim. Ondan daha az güçlü, akıllı ve yetenekliler de ona yardımcı olsun. Sonra bir alt kademedekiler ve onun altındakiler… Bunlar yöneticilerin dediklerini yapıp çalışsınlar, böylece düzenli olur her şey.” “Neden bir yönetici olmak zorunda? Hepimiz kardeşiz, eşitiz. Bir karar verilecekse oylama yaparız, çoğunluk ne derse o olur.” Hemen itiraz etti küçük gözlü, koyu yeşil bir hamamböceği. “Ne saçmalıyorsunuz siz? Ne kademesi, ne çoğunluğu! Eğer çoğunluk olursa, azınlık da olur; çoğunluk azınlığı ezmeye başlar, yöneticiler olursa çalışanları ezer, her şey eski haline döner!” Bir diğeri ona hak verdi. “Evet, doğru söylüyor. İnsanlar da böyle yapmadı mı? Eğer onların hatalarını tekrarlarsak sonumuz da onlar gibi olur!” “Haydi oradan! Aynı şeyi dinozorlar için de söylemişlerdi.” “Ne dinozoru, ne insanı be! Evrimci misiniz nesiniz?” “Hayır, devrimciyiz!” “Bırakın eski devirleri, şimdiye bakalım!” “Geçmiş hataları tekrarlamayalım!” Tartışmalar büyürken sesler yükseliyor ama hiçbir sonuca ulaşamıyorlardı. Hamamböceği bile söylenenler karşısında şaşkınlığa düşmüş, hangi önerinin akla daha yatkın olduğunu çözemiyordu. “Madem anlaşamıyoruz, o zaman bırakalım herkes istediğini yapsın.” “Olur mu öyle şey? Kafkanıza göre davranamazsınız!”


“Kafkamız mı? O da ne?” “Canım, dilim sürçtü işte, kafanız demek istedim.” “Peki ya kafası olmayanlar ne yapacak?” “Tamam öyleyse; aynı şekilde düşünenler bir yana çekilsin, ayrı fikirdekiler ayrılsın. Sonra da kim hangi grupla ve hangi şekilde yaşamak istiyorsa öyle yaşasın.” “Ayrılıyor muyuz yani?” “Başka çare var mı?” Binlerce küçük, büyük, kara, parlak göz birbirine baktı. Hamamböcekleri bir çözüm bulamamıştı ama başka bir yol da kalmadığı için kabul ettiler. Bir yöneticiyle yaşamak isteyenler bir köşeye çekildi ve en büyük yıkıntının tepesine yerleşerek diğerlerinden ayrıldı. Çoğunluğun sesine kulak verenler genişçe bir düzlük bulduklar etrafı kalıntılarla çevrili olan. Kendi başına yaşamak isteyenler etrafa dağıldı amaçsızca ve azınlıkta kalanlar yerleşmek için başka bir yer aradılar kendilerine. Şimdilik sorun çözülmüş gibi görünüyordu; ayrı ayrı birçok hamamböceği topluluğu kurulmuştu. Kimse birbirinin işine karışmıyor, herkes istediği gibi yaşıyordu. Hatta seçtiği topluluktan memnun olmayanlar sonradan başka bir gruba geçebiliyor; arada çıkan anlaşmazlıklar da tarafsız grupların arabuluculuğuyla çözümleniyordu. Bunun için genel bir kurul bile oluşturmuşlar, kurdukları bu yeni dünyaya da “Hamam” adını vermişlerdi. Zaten bir tek bu konuda hiç tartışma çıkmamış, isim oybirliğiyle kabul edilmişti.

*

*

*

“Beni dinleyin, ben Haberciyim! Son yaklaştı! Hepimiz öleceğiz!” Hamamböceği beyninde yankılanan bu tanıdık sesi duyumsayınca hemen etrafına bakındı. Kalabalığın arasında her nasılsa seçebilmişti o upuzun, titreşen antenleri. Yaklaşınca göz göze geldiler o ilk günlerde konuştuğu “telepatik” kanatsız hamamböceğiyle. “Selam, seni tekrar görmek ne güzel!” “Ben pek de aynı şeyi söyleyemeyeceğim; “son yaklaştı” diyorum, bunun nesi güzel?” Yine ağzını oynatmamıştı telepatik böcek, hamamböceği kelimeleri bir anda beyninde duymuştu sadece. Tam cevap vermek üzere ağzını açmıştı ki, böcek onu antenleriyle işaret ederek susturdu. “Konuşmana gerek yok, söylemek istediklerini aklından geçir yeter. Ben seni anlarım.” Önce şaşkınlıkla baktı hamamböceği, sonra farkında bile olmayarak düşündü. “Bunu nasıl yapıyorsun?” “Yetenek işte… Ama ne yetenek! Keşke hiç olmasaydı, keşke bunları hiç bilmeseydim!” Elinde olmadan seslice sordu hamamböceği, “Neyi bilmeseydin?” “Kıyameti! Sonu, yok oluşu!” “Kıyamet mi?” diye aklından geçirmesi yeterli olmuştu bu sefer, yüksek sesle tekrarlamaya çekinmişti. Endişeyle antenlerini salladı karşısındaki. “Dünya, yani Hamam yok olacak. Biz, hepimiz öleceğiz!” “Nereden biliyorsun bunu? Emin misin?” “Sana ağzını oynatma dedim, bu çok sinirimi bozuyor! Tabii ki eminim, biliyorum! Bu antenler ne işe yarıyor sanıyorsun, her şeyi hissediyorum!” “Ama nasıl?” Bu sefer ağzını oynatmamaya özen göstermişti Hamamböceği, neler olduğunu öğrenmek için can atıyordu. Yanıtlamadan önce derin bir iç çekti diğeri. “Senden sonra yeteneklerim ya da her neyse işte, gelişmeye başladı. Kendi düşüncelerimi başkalarının zihnine gönderebildiğim gibi, onların akıllarından geçenleri de okuyabiliyorum artık. Çok eğlenceli olduğunu söyleyemeyeceğim, bu böceklerin hepsi salak! Her neyse… Birkaç gün önce garip titreşimler almaya başladım. Önce bu salaklardan biri dalga geçiyor sandım ama mesaj başka bir yerden geliyordu; çok uzaktan, daha doğrusu, yukarıdan.”

18


“Ne mesajı?” Yine ağzını kullandığı için içerlemişti hamamböceği telepatik böcek ama durumun vahameti karşısında bunun üzerinde durmadı. “Tam olarak şöyleydi: “Ey dünyalılar, etrafınız sarıldı. Eğer kendi rızanızla teslim olmazsanız gezegeniniz yok edilecek.” Bir de bunun son uyarı olduğunu, sonradan yapılacak itirazları dikkate almayacaklarını söylediler.” “Söylediler mi? İyi de kim bunlar? Neden bizi yok etmek istiyorlar?” Hamamböceğine sinirli sinirli baktı diğeri, “Sence biliyormuş gibi mi görünüyorum? Telepatiğim dedim, medyum değil!” Bunu antenlerini işe karıştırmadan, doğruca ağzıyla söylemişti. Devamını getirirken de telaşlıydı. “Günlerdir herkesi uyarmaya çalışıyorum. Tüm Hamam’ı dolaştım, hem de şu kanatsız halimle! Ama kimse beni dinlemedi, ne yönetici bozuntuları, ne de çokbilmiş özgürlükçüler… Hepsi deli muamelesi yaptı bana. Öleceğiz diyorum, yok edileceğiz diyorum, kimsenin umurumda değil!” Boş bakışlarını karşısındaki telaşlı böceğe dikti hamamböceği. Doğrusu deli gibi görünmüyor da değildi ama ya dedikleri doğruysa? Ya birileri onları yok etmek istiyorsa? Ama kim olabilirdi ki, hamamböcekleri dışında herkes ölmemiş miydi? “Sence insanlar olabilir mi? Yani, onlar… Bizi öldürmek için geri gelmiş olabilirler mi?” “Neden olmasın? O pisliklerden her şey beklenir!” “Peki ne yapacağız?” Hamamböceğine yine pek de dostça olmayan bakışlarla bakıp yanıtladı telepatik böcek. “Bilmiyorum ama ben senin yerinde olsam o koca kanatlarımı açar buradan uçup giderdim! En azından kendimi kurtarırdım. Bu salakların kurtulmaya pek niyetleri yok çünkü!” Bunu söyledikten sonra antenlerini sinirli sinirli oynatarak çekip gitti kanatsız hamamböceği. Diğeri ise şaşkınlık ve endişeyle bakakaldı arkasından. İlerleyen günlerde de düşünüp durdu telepatik böceğin söyledikleri hakkında; doğru muydu, yalan mıydı karar veremedi. Zaten hiçbir değişiklik de yoktu etrafta; ne insanlardan bir iz vardı, ne de herhangi bir uyarı. Hayat olduğu gibi devam ediyordu Hamam’da, ta ki bir gün o tuhaf karaltılar belirene kadar gökyüzünde. Havada asılı duran dev postallara benzetmişti onları hamamböcekleri, eski anılarının bir yansıması olarak. Uçabilenler yanına yaklaşmaya cesaret edebilmişlerdi ama daha ne olduğunu anlamadan havaya yayılan dumanla yere düştüler. Dev karaltılar gaz püskürtüyordu Hamam’a, kısa sürede göz gözü görmez olmuştu ama hâlâ yaşıyordu hamamböcekleri. Sis dağılıp ortalık sakinleşince öksüre öksüre çıktılar saklandıkları yerlerden. Panik yerini korku dolu bekleyişe bırakmıştı. Yine de çok sürmedi bu bekleyiş; telepatik hamamböceğinin antenleri doğru algılamıştı. Dev postallar yavaş yavaş yaklaştı yeryüzüne ve gazla ölmeyen böcekleri ezmeye başladılar. Yere konan her büyük postalın altında onlarca hamamböceği can verdi çatırdayarak. “Büyük Ezilme”nin sonunda hiçbiri sağ kalmamıştı. Postal şeklindeki dev araçlardan birinin tepesindeki kambur sırtlı, cılız kollu ve koca kafalı yaratıklar rahat bir nefes aldılar. Kumanda masasının başında oturan iri gözlü yaratık yanındakine döndü. İkisinin de ağzı yoktu ama birbirlerini anlıyorlardı. “Pekala… Bu iş de bitti artık!” “Sonunda…” “Sana teslim olmayacaklarını söylemiştim.” “Ben de sana nükleer bombanın işe yaramayacağını söylemiştim.” “Nasıl yaramadı? Hepsini öldürdük ya! Sadece o tuhaf yaratıklar kaldı, onları da hallettik işte.” “Aman aferin! Madalya mı istiyorsun bir de? Programın gerisindeyiz zaten.” “Program bekleyebilir, daha çok işimiz var.” “Ne demek istiyorsun?” “Sıradaki gezegen, Mars… Uyarılarımıza sonunda cevap verdiler; teslim olmayacaklarmış, aslına bakarsan bize direneceklerini söylüyorlar.”


“Direnmek mi, neden?” “Ne bileyim! Başlarında “Kara Fatma” diye bir kralları mı kraliçeleri mi ne varmış, liderleri yani… Bizimle sonuna kadar savaşacaklarını söyledi.” “Bak sen… Bu Güneş Sistemi halkı da bir tuhaf ha, ille öldürülmek istiyorlar!” “Güneşe yakınlar ya, sıcaktan beyinleri pişmiş işte!” “Doğru diyorsun, burası da hamam gibi ya! Hadi, bittiyse işimiz gidelim artık, bunaldım.” “Tamam, gidelim bakalım, “Dünyalar Savaşı” nasıl oluyormuş görsünler!” Yaratıklar parlak gözlerini kırpıştırırken dev postallar hareket etti ve Mars’a doğru yol almaya başladı. Bu ne ilk, ne de son olacaktı. Funda Özlem ŞERAN

İllüstrasyon: Varol GÖKDAMAR http://vargoo.deviantart.com






SORUN “MOR ÖTESİ KUVVETLERDE” DEĞİL, KAPTAN FEZA’DA! Ümit Ünal, “Kaptan Feza”da 1970’lerin bilimkurgu filmlerine saygı duruşunda bulunarak, kaderin cilvesi sonucu aktör bir babanın mafya tetikçisi olan oğlunun trajik hikâyesini anlatıyor. Aktör bir babanın oğlu kötü kaderine teslim olurken, onun çevresinde yaşanan ya da yitip gitmeye mahkûm olan hayatlar da filmin yan hikâyelerini oluşturuyor. Bu noktada, şunu da belirtmek lazım ki; “Kaptan Feza” zaman zaman artık yönetmenin alâmetifarikası sayılabilecek izler barındırsa da, daha çok yönetmenin kariyerindeki “olmamış” ya da “araya sıkıştırılmış” bir iş gibi duruyor. Karakterler bir türlü derinleşemiyor, aralarındaki ilişkiler yerli yerine oturmuyor, karakterlerdeki kopukluklar olay örgüsüne de sirayet ederek filmin bütünlüğünü bozuyor. Her şeyden önce çok başarılı bir senarist olan Ümit Ünal’ın böylesi başarısız bir senaryoya imza atmasıysa, ayrıca şaşırtıcı. “Teyzem” (1987), “Hayallerim, Aşkım ve Sen” (1987) ve “Arkadaşım Şeytan” (1988) gibi filmlerin senaryolarını yazan, “Dokuz” (2002), “Ara” (2008) ve en son “Gölgesizler” (2009) filmlerini yöneten Ümit Ünal “Kaptan Feza” ile birlikte kariyerindeki en kötü filme de imza atıyor. Yönetmenin sinemasında her şeyden önce karakterlerin derinliği, karakterler ve otorite arasındaki gerginlik, karakterlerin otoriteyle yaşadığı sorunlar yüzünden sekteye uğrayan ait olamama durumu (bir anlamda aidiyet eksikliği ya da yoksunluğu) ve çürümeye yüz tutmuş gündelik hayatın içinde kaybolmuşluk hissi öne çıkar. “Dokuz” ve “Ara”da ülkenin kolektif bilincine inceden inceye nüfuz eden politik söylem, aslında bir anlamda Ünal’ın karakterlerinin yaşadığı varoluşsal sıkıntıların da


merkezini işaret eder. Darbeler ve sonrasında devletin sistematik şiddeti ve dayatmacı tutumu, iktidar ve birey arasındaki ilişkinin kopmasına; bireyin kendini yaşadığı ülkede bir yabancı ya da “gölgesiz” hissetmesine neden olur. “Gölgesizler” filminin finalindeki Candan Erçetin’in “Ben Kimim” parçası bu açıdan sadece “Gölgesizler” filmi özelinde değil, Ümit Ünal sineması genelinde de açıklayıcı bir öneme sahiptir. Devlet terörü yüzünden doğduğu topraklarda kendini kimsesiz, yersiz yurtsuz ve değersiz hisseden bireyin sıkıntısı Ümit Ünal sinemasının ana motifidir.

Yönetmenin filmlerindeki karakterlerin varoluşlarını şekillendiren bu ana motif, ne yazık ki “Kaptan Feza”daki karakterlere nüfuz etmiyor. İdealist hemşire Elif’in monologlarıyla seyirciye didaktik bir şekilde sunulan tiratlarda vurgusu yapılan devletin hapishanedeki eylemleri zor kullanarak bastırdığı, insanları içeride infaz ettiği şeklindeki bilgiler Ünal’ın şimdiye kadar yarattığı “derinlikli” karakterlerin tam tersi bir yerde duruyor. “Kaptan Feza”da karakterlerin belki de biri hariç (Solmaz karakteri) hepsi derinlikten yoksun ve karikatürize bir biçimde sunuluyor. Örneğin filmin ana karakteri olan Ömer, aktör olan babasını çocukken kaybediyor ve fakirlik içinde bir yaşama mahkûm oluyor. Ama Ömer’in geçmişiyle ilgili verilen bilgi sadece bununla sınırlı kalınca ve mafya tetikçiliği dışında ona bir alternatif yaratılmayınca, kadercilik vurgusu için seçilen bir “şantaj aracı”* olduğu fikri akla geliyor. O “kötü” hayattan kurtulmak için Ömer’e sunulan çıkış yoluna bir türlü film bir alternatif yol önermiyor, dahası böyle bir çaba içine bile girmeye çalışmıyor. Onun yerine karakterler kötü kaderlerine tevekkül etmekle yetiniyor. Bunun yanında, Ömer’in yanında çalıştığı Selami’nin babasıyla olan ilişkisi ve kendi babasıyla olan/olmayan ilişkisine de hiç vurgu yapılmıyor. Oysa Ömer ve Selami arasındaki nefret ilişkisinde de Selami’nin babası önemli bir rol oynuyor. Fakat filmdeki baba figürleri ya çerçevelenmiş bir resim olarak ya da televizyonda oynayan filmlerdeki simalar olarak karşımıza çıkıyor. Suretlerinden öteye geçen hiçbir inandırıcılıkları ya da duygusal değerleri yok. Ama filmdeki en önemli ilişkinin ana minvalinde de etki sahibiler. Ömer’den filmdeki bir diğer önemli karakter olan mafya babası Selami’ye geçersek; onun da kendi babasıyla * Yönetmenin vurgulamak istediği görüntüyü, fikri ya da herhangi bir şeyi seyircinin de onun gördüğü şekilde görmesini sağlaması. Bir anlamda seyirciyi manipüle etmesi.

26


olan ilişkisi ve Ömer’le arasında olan/olmayan bağ bir türlü ortaya dökülmüyor. Bir mafya babası olmasına rağmen tetikçisinin karşısında yaşadığı “eziklik” duygusunun altında yatanlar üstünkörü monologlarla yüzeysel bir şekilde dillendiriliyor. Filmin klişe karakterleri ve hikâyesinin yanında, bir diğer eksikliği de estetikten ve düzgün bir koreografiden yoksun çekilen çatışma sahneleri… B tipi filmlere saygı duruşunda bulunurken film, bu yanıyla da kendisini de saygı duruşunda bulunduğu filmlerden farklılaştıramıyor. Bu haliyle de kendini ciddiye alan bir B tipi film havası vererek, göndermede bulunduğu kült filmlerin sempatikliğinden ve basitliğinden de uzaklaşıyor. “Kaptan Feza” bir sinema filminden çok televizyon için çekilen filmlere benzese de, bir televizyon filmi için bile fazlaca tirat içeriyor. İlk yarım saatten sonra her karakter derdini ve hikâyesini tiratlar atarak haykırıyor ve bunların seyircide yankı bulmasını bekliyor. Ajitatif tiratlar bir yere kadar seyirciyi filme bağlasa da, bu metodun film boyunca sürmesi ajitasyona meyilli bir seyirciyi bile sıkacak kadar ileri gidiyor. Sözün özü, Ümit Ünal “Kaptan Feza”da 70’ler Türk Sineması’nda çeşitlemelerini gördüğümüz yeni olmasa da hala “etkili” olduğuna inandığı bir anti-kahraman yaratıyor. Bu anti-kahramanı mor ötesi kuvvetlerle çarpıştırarak, bizlere son derece demode, sıkıcı ve didaktik bir Kaptan Feza masalı anlatıyor. Tabii yerseniz… Barış SAYDAM http://avrupasinemasi.blogspot.com


AYDINLANMA ZAMANI III Hikâyemin bu ayki bölümünü anlatım tekniği karışıklık yaratmasın diye kahramanları ayrı ayrı belirterek yazdım. Bir defaya mahsus olmak üzere kısa bir hikâye ile bu ay da merhaba: Timur: Benden orada nasıl bir yer ile karşılaştığımı anlatmamı istemiştin ben de sana söyleyeyim ben orada soğuk, karanlık ve nefes almanın imkânsız olduğu bir havaya sahip bir dünya ile karşılaştım. İşte sana anlatacağım tamı tamamına budur... Yazar: Bilincini kaybeden Timur'dan gözlerini açtığı dünyanın tanımını yapmasını isteseniz ancak bu olabilirdi. Timur: Hey, hey dur bir dakika... Sana anlatacağım yalnızca bu mu? Bu mudur yani tek tarif edebileceğim şey? Yanılıyorsun ve ağzımdan bir şeyler yazarak okuyucunun yanlı yorumlarına ortak etmeye çabalıyorsun dostum. Bunu sana yakıştıramadım. Bak; sana nasıl bir yerde olduğumu anlatayım da sen gözlerinin önünde canlandır bakalım nasıl bir yerdeymişim: İlk izlenimimi yazdın zaten, söylemeye gerek yok. Sıra diğer izlenimlerimde. İzlenim dememe bakma sen gördüklerimi aktarmaktan başka bir şey olmaz anlatacaklarım. Bir göz kırpması... Neyse efendim şimdi buralar öyle bir yer ki havası geride bıraktığım dünyaya benziyor benzemesine de tek farkı burada güneş karanlık doğmakta. Güneş doğduğu andan itibaren insanı sizlerin deyimiyle yaşayan ölüye çeviriyor. Öyle bir etkisi var ki buraya gökten inen insanları görüyorum nur içerisindeler. Sonra sakinleri de bir garip hem. Sanki buraların sahibi benmişim, sanki ben bu dünyayı yöneten bir uzaylıymışım gibi davranıyorlar. Ne zaman bir yerlerde karşıma çıksalar benden kaçarcasına uzaklaşıyorlar. Uzaklaşamayanlar da önümde diz çöküp anlamadığım bir dilde konuşup benden bir şeyler istiyorlar. Hınzırca bir gülümsemeyle... Sanki ben onların ne istediklerini bilmiyormuşum gibi yalvarıyorlar bana; onları öldürmememi isteyip, hâlâ yapacak işleri olduğundan dem vuruyorlar. Benden adaletli olmamı istiyorlar. Sanki kendileri sizin tarafta çok adaletlilermiş gibi. Hatırlıyorum da ben de oradayken adaleti isteyenlere takmıştım kafayı, burada da taktım. Huy bu dünya değiştirse bile değişmiyor. Adalet istiyoruz diyenler yaptıkları işler neticesinde isteklerine kavuşmak için adaleti yok ettiklerinin; lady justice'ın ırzına geçtiklerinin farkında bile olmuyorlar. Kimin nasıl biri olduğunu, kimin haklı kiminse haksız olduğunu bilemiyorsunuz. Özel bir gücünüz yoksa tabii. Herkes ben olamaz değil mi? Bir göz kırpması daha... Son olarak bu dünyada her şey benim için iyi, güzel ama ah şu nereden geldiği belli olmayan metalik biplemeler olmasa keşke... Mikail: Timur bu konuşmayı yaparken size O'nun durumu hakkında bir açıklamada bulunsam iyi olacak anlaşılan. Bilincini kaybedip öteki âleme doğru yola çıkarken yanındaydım. Her zamanki gibi ölmesini bekliyordum ama bu sefer ölmedi aksine komaya girdi. Bir şeyler yapmam gerekli idi ve durumu O'na bildirerek Timur'un hastaneye kaldırılmasını sağladım. Şu anda Timur yoğun bakım ünitesinde ve derin bir komada yatmakta. Yazar: Timur'u hastaneye yetiştiren kız kardeşi telefonda olayı annesine ağabeyinin ona ihtiyacı olduğunu ve biran önce hastaneye yetiştirilmesi gerektiğini kendisine söyleyen bir hayaletten bahsederek anlatıyordu. Kızının anlattıklarını soğukkanlılıkla dinleyen Hülya Hanım ise keşke ağabeyinin durumunu Aleyna'ya anlatabilseydik diye düşünüyordu anlatılanları dinlerken. Son derece sakin bir ses tonu ile kızına durumda bir değişiklik olduğunda bizi de haberdar edin, dedi ve telefonu kapatarak eşinin yanına geçti. Eşinin yanına uzanırken de oğullarının birini iyileştirdikten sonra her zamanki gibi ölmeyip de tam tersine, komaya girdiğini ve kızlarının da O'nu hastaneye kaldırdığını anlatıyordu. Hülya Hanım’ın anlattıklarında bir şey eksikti: Hayalet kim, daha doğrusu ne idi ve nereden çıkmıştı? Mustafa KILCI

28


İllüstrasyon Celalettin CEYLAN http://robocat58.deviantart.com


DERİ KOLTUK Levent, ucunda oturduğu deri koltukta öne doğru eğilmiş ve ellerini başının arasına almış öylece düşünüyordu. Sessizliği bozan tek şey saatin tik tak edişiydi. Bu uzun süren karmaşanın içinden çıkmanın yolunu düşünürken sessizliği ilk bozan karşısında oturan genç kadın oldu. - Levent? - Evet? - İyi misin? - Kötü mü görünüyorum? - Soruya soruyla karşılık veriyorsun. - Ne fark eder? - …………………….. - Yaklaşık bir saattir konuşuyoruz. Hâlâ kafam karışık, içinden çıkamıyorum. Bazen konuşmak da fayda etmiyor sanki. - Neden böyle düşünüyorsun? - Çünkü tıpkı diğer insanlar gibi, benim de cevapsız sorularım ve sorunlarım var ve… - Kimse seni anlamıyor değil mi? - Evet. - Eskiden de beni böyle tamamlardın. Kısa süren bir sessizliğin ardından Levent devam etti: - Uzun zaman oldu değil mi? Burada seni ilk gördüğüm gün geldi aklıma. Şaşkınlığımı gizleyememiştim bir türlü. - Lütfen bu bahsi kapayalım. Konumuz bu değil. Ayrıca geliş sebebin farklıydı. Sadece bir tesadüf diyelim. - Tesadüf evet. Nereden bilebilirdim? Beni kabul ettiğin için ayrıca teşekkür ederim. - Aslında karşılıklı bir durum söz konusu, biliyorsun. Ama sorunu çözmemiz için biraz daha açık konuşmalısın benimle. - Yeteri kadar açık değil miyim sence? - Bir şeyler saklıyor gibisin; bu, buraya kaçıncı gelişin yine de emin değilim anlattıklarından. - Bu şehri terk ettikten sonra yeniden dönüşümün sebebini biliyorsun. - Nedenlerinin ucu hâlâ açık. - Anlattım ama sana. - Levent lütfen! Ben senin eski sevgilinim ve şu an yaptığımız işte duygusal zekâmı bir kenara bırakmam gerekiyor. Sen de bana yardımcı ol bitsin bu işkence. - Daha önce de söyledim sana ama inanmıyorsun, eskisi kadar inatçısın. Klasik bir deyimle hiç değişmemişsin. - Sen de öyle. Söylediğin her şey bir kördüğüm çözdükçe dolanıyorum. - Sen o şarkıyı severdin sahi “Ya her şeyim ya hiçim, sorma dünya ne biçim, bir kördüğüm ki içim, çözdükçe dolanıyorum,” dedi. İkisi de gülümsedi. Bu sırada genç kadın saate baktı bir yandan karşısındaki adamın gözlerinde geçmişi sorgularken eksik kalan parçaları bulacağına dair kendine söz vermişti. Hayatında ilk defa, özel hayatını mesleğiyle çözmeye çalışıyordu. Şimdilik bu kadardı. - Vaktiniz doldu beyefendi. - Beyefendi ha? - Evet, çünkü artık işimi yapmak zorundayım. Bir dahaki seansta hipnoz yöntemini uygulayacağım. Geleceğin günü ve saati biliyorsun. Şimdilik hoşça kal.

30

Merve VERAL merveden_95@hotmail.com


İllüstrasyon: İlteriş Kaan KOÇAK http://ilteriskaan.deviantart.com









HOLLYWOOD’DA BİR HOBBİT

Bad Taste

Sene 1961. Yeni Zelanda’da bir çocuk dünyaya geliyor. Bir muhasebeci ve bir fabrika işçisinin tek çocuğu olan bu oğlan daha küçük yaşta filmlere ilgi duymaya başlıyor. Ray Harryhausen filmlerine özel bir ilgi duyması onun ilerde de fantastik dünyalara ayrı bir ilgisinin olacağının bir göstergesi adeta. Aynı zamanda Thunderbirds ve Monty Python'un Flying Circus dizilerinin de hastası olan Peter Jackson isimli bu çocuğun filmlere ilgisini gören bir aile dostları ona Super-8 bir kamera hediye ediyor. Küçük Peter da hemen bir takım kısa filmler çekmeye başlıyor kendi kendine. Hatta 9 yaşında, hayranı olduğu King Kong filminin bile yeniden çekimini yapmaya çalışıyor o yıllarda elinde olan imkânlar dâhilinde. Bugün olsa olsa Jackson’un kendi arşivinde olan bu film herhalde Jackson’un hayalindeki film değildi. Neyse ki yıllar sonra birazcık(!) daha iyi imkânlarla bu filmi bir daha çekme şansı buluyor. Daha küçük yaşlarda Jackson bir şekilde kendisinin geliştirdiği özel efektler kullanmaya başlıyor. Gençlik yıllarında 2. Dünya Savaşı’na dair bir film çekiyor ve hatta sonradan iptal etse de bir vampir filmi üzerinde de çalışıyor. 1983 yılında, demek ki 22 yaşında, ilk uzun metrajlı filmi üzerinde çalışmaya başlıyor Jackson. Aslında bu proje de önce bir kısa film olarak başlıyor ama zamanla uzun metrajlı bir filme dönüşüyor. Roast of the Day adıyla başlayıp Bad Taste adıyla nihayete eren bu projenin çekim


süreci de ayrı bir hikâye. O yıllarda tam zamanlı bir işte çalışmakta olan Jackson film çekimleri için ancak hafta sonlarını ayırabiliyordu. Neredeyse hepsinin Jackson’un cebinden çıktığı mütevazı bir bütçesi olan filmde Jackson’un arkadaşları oynuyordu ağırlıklı olarak. Bolca da özel efekt içeren bu filmin çekimleri oldukça uzun sürüyor, 1983 yılında başlayan çekimler 1987’de bitiyordu. Ancak çekimin sonlarında Yeni Zelanda Film Komisyonu’ndan da destek bulunabiliyordu. Film çekildikten sonra geniş kitlede çok büyük bir başarı kazanmasa da Cannes Film Festivali’nde gösterilme şansı oluyor ve 12 ülkeye satılıyordu. Bu eğlenceli ve bol kanlı bilim-kurgu filmi yıllar içinde daha çok izleyiciye ulaşıp bir kült statüsü kazanacaktı ama o ilk andaki sınırlı başarısı bile Jackson’ın sonraki filmlerinin yolunu açacaktı. Bad Taste sonrası dönemde Jackson, çeşitli film senaryoları üzerinde çalıştı ve bu dönemde Stephen Sinclair, Danny Mulheron ve Fran Walsh ile beraber çalışmaya başladı. Bu isimlerden Fran Walsh, Jackson’ın bu tarihten sonraki tüm filmlerinin ortak senaryo yazarlarından biri olduğu gibi aynı zamanda Jackson’un eşi de olacaktı. 1987’den beri evli olan ikilinin biri kız, biri erkek iki de çocuğu var. Zaten Jackson’un özel hayatı ile ilgili bunun dışında da çok bilgimiz yok. O daha çok işleri ile anılmayı yeğleyen bir insan ne de olsa. Jackson ve diğerleri bu dönem pek çok senaryo üzerinde çalıştılar ama ilk hayata geçen Meet the Feebles isimli çok eğlenceli bir filmdi. Bu film bir tiyatro grubunun başından geçen olayları anlatan bir kukla filmiydi. Tıpkı Muppet Show gibi. Zaten filme tümüyle edepsiz bir Muppet Show parodisi olarak bakmak da mümkün. Edepsiz derken, +18 derecesinde edepsiz. Neler yok ki filmde. Cinsellik, hem de S&M derecesinde cinsellik ve hatta porno (ama kukla pornosu), bolca şiddet, uyuşturucu vs. vs. Bu özelliklerinden dolayı herkese göre bir film değildi Meet the Feebles ama Jackson’ın ilk dönem filmleri böyleydi zaten. Bu filmin Jackson açısından bir diğer önemi de özel efektlerde Richard Taylor ile çalışmaya başlaması idi. Nitekim o da neredeyse tüm filmlerinde Jackson ile birlikte çalıştı. Jackson’un sonraki projesi ise Danny Mulheron hariç yine aynı ekiple beraber yazdığı Braindead (Amerika’daki adıyla Dead Alive) idi. Jackson’un bu ilk 3 filmini düşük bütçeli bol şiddet içeren komik filmler olarak ortak bir kategoride toplayacak olursak herhalde bu filme Jackson’ın erken dönem başyapıtı demek yanlış olmayacaktır. Bu kez bir zombi filmi vardı karşımızda. Annesinin bir zom-

40


Havenly Creatures

biye dönüşmesi sonrasında onu ve onun zombiye dönüştürdüğü insanları evinin bodrumunda hapseden ve onların dışarıya zarar vermesini önlemeye çalışan bir gencin hikâyesini anlatıyordu bu film. Bu tip filmlerin Evil Dead serisi ile birlikte en iyilerinden biriydi karşımızdaki. Jackson’un ilk dönem tüm filmleri gibi bu da kült bir film haline döndü zamanla. 1994 yılına gelindiğinde belki de Jackson deli dolu, bol kanlı, edepsiz filmler çeken yönetmen imajından sıyrılmak için bambaşka bir projeye el attı. İlk dönem filmleri tümüyle fantastik dünyalarda geçerken bu kez gerçek bir hikâyeden uyarlanmış bir senaryo yazmaya girişiyorlardı Jackson ve Walsh ikilisi. Söz konusu gerçek hikâye, iki genç kızın arkadaşlıklarının karşısında bir engel olarak gördükleri aralarından birinin annesini öldürmelerinin hikâyesiydi. Jackson, bu şekilde anlatıldığında iki cani kız olarak görülebilecek karakterleri öyle duyarlı ve derinlemesine anlatıyordu ki kızları cani olarak görmek mümkün değildi. Zaten Heavenly Creatures adlı bu filmin temelini söz konusu cinayet değil, kızların tutkulu arkadaşlıkları oluşturuyordu. Bir lezbiyenlik iması yapılsa da bu tam anlamıyla hiçbir zaman doğrulanmıyor, önemli olanın bir anlık aşk ya da cinsellik değil, kopmaz arkadaşlık bağı olduğu görülüyordu. Son derece başarılı olan bu film ilk filmlerinde oynayan iki genç Yeni Zelandalı aktristin aynı derecede başarılı oyunculuklarını da gözler önüne seriyordu. Bu isimlerden biri bugün Two and A Half Men dizisindeki Rose rolü ile hatırlanabilecek olan Melanie Lynskey iken diğeri ise herhalde herhangi bir hatırlatmaya ihtiyaç duymayacak olan Kate Winslet’ti.

Heavenly Creatures’ın özel efektleri için Richard Taylor ile birlikte Weta Digital’i kuran Jackson bu filmin hemen arkasından yine Yeni Zelanda’da Forgotten Silver adlı bir televizyon filmine imza attı. Ama bundan sonra rotasını Hollywood’a çeviriyordu. Robert Zemeckis’in yapımcılığında çektiği The Frighteners yine hem korku, hem komedi unsurlarını barındıran ama Jackson’un ilk dönem filmleri kadar çılgın olmayan bir filmdi. Tümüyle Amerika’da geçen bir hikâye olmasına rağmen Yeni Zelanda’da çekilmiş olsa da bu hissedilmiyordu filmden. The Frighteners eleştirmenlerden olumlu notlar alsa da önemli bir gişe başarısı yakalayamadı. Ama Jackson bu filme beraber daha profesyonel görünümde özel efektleri de başarılı bir şekilde kullanabildiğini ve geniş seyirci kitlesine yönelik filmleri de çekebileceğini göstermiş oluyordu. Jackson bu filmden sonra uzunca bir süre çocukluğunun aşklarından King Kong projesi ile uğraşsa da bu projenin hayata geçirilmesinde yaşanan kimi zorluklar nedeniyle başka bir film seri-


sine yöneldi. Bu proje onun o zamana kadar giriştiği en büyük ve en riskli projeydi. Proje elbette üç kitaplık Lord of the Rings serisinin 3 filmlik uyarlamasaydı. Her şeyiyle zor bir projeydi bu. 3 film bir arada çekilecekti ve kitapların pek çok sadık hayranı vardı. Eğer ilk film hayal kırıklığı yaşatsaydı 2. ve 3. filmin ölü doğması kaçınılmazdı. Üstelik Peter Jackson’un kariyerinin de tekrar toparlanması epey güç olurdu. Burada risk alan sadece Jackson değildi aslında. Filmin haklarına sahip olan New Line, filmi geniş kitlelerce çok fazla tanınmayan, bu çapta bir prodüksiyona hiç imza atmamış bir isme tümüyle teslim ediyordu. Gerçekten de Jackson filme sadece yönetmen olarak dâhil olup yapımcıların her dediğini yapan genç bir yönetmen modunda değildi. Filmlerin senaryosunu yine Fran Walsh ve bu kez aralarında yeni katılan Philippa Boyens ile beraber yazdı (serinin ikinci filminin senaryosunda eski dost Stephen Sinclair’ın da katkısı vardı), oyuncuların seçimleri ile tek tek ilgilendi, filmlerin Yeni Zelanda’da çekilmesini sağladı ve filmin görsel ve dijital efektleri ve kostümleri neredeyse tümüyle Weta Workshop ve Weta Digital tarafından yapıldı (ki yukarda da belirttiğimiz gibi bu şirketler Jackson’un ortağı olduğu şirketlerdi). Yani filmler günahıyla sevabıyla tamamen Jackson’a aitti. Sonuç başarısızlık olsaydı tüm parmaklar Jackson’ı gösterecekti ama sonuç tam bir başarı olunca tüm övgüleri de onun toplaması şaşırtıcı olmadı. Gerçekten de her 3 film de hem seyircilerin hem de eleştirmenlerin büyük övgüsünü kazandı ve 2000’lerin ilk başyapıtlarından biri sayıldı pek çok isme göre. Hatta “sinema sanatı bu filmlerin çekilebilmesi için yaratılmış olmalı” gibi yorumlar bile duyduk bazı eleştirmenlerden (bkz. Tuna Erdem). Filmlerin başarısını göstermek için herhangi bir rakama gerek yok, izlemek yeterli ama yine de şöyle rakamlar verebiliriz: 3 filmin toplam hâsılatı 3 milyar dolar civarında ve kazandıkları toplam Oscar sayısı da 17 (11’i 3. filme ait olmak üzere). Diğer ödüllerine hiç girmiyorum bile.

42


Ayrıca Peter Jackson ev sineması için bu filmlerin uzun versiyonlarını da kurguladı. Filmlerin zaten uzun olan sürelerini daha da uzatmamak için kitaplarda yer alan kimi ayrıntılar çıkartılmıştı. Bunları filmde görmek, filmin ve kitabın fanlarına ayrı birer keyif yaşattı. Üstelik bu uzun versiyonlar öyle kimi filmlerde gördüğümüz gibi 5-10 dakikalık bir fazlalıktan ibaret değildi. Onunla ilgili de şöyle bir rakam verelim: Normalde üç filmin toplam süresi 558 dakika iken uzatılmış versiyonların toplamı 683 dakikaydı. Bir başka deyişle, film başına ortalama 40 dakika civarında bir ek vardı. Bu büyük projeden sonra Jackson bir kez daha King Kong’a döndü ve bu kez çocukluk hayalini gerçekleştirerek görkemli bir uyarlamaya imza attı. Ama bu kez istenen ve beklenen başarıya ulaşamadı. Evet, ortada yine çok iyi çekilmiş bir film vardı ama Lord of the Rings serisi için çok sorun olmayan film uzunluğu, bu film için temel eleştiri noktalarından biri oluyordu. Jackson yine 3 saatten uzun bir filme imza atmıştı ve bu orijinal filmin neredeyse 2 katı bir uzunluktu (ki yine ev sineması için daha uzun bir versiyonu da var). 2005’te vizyona giren King Kong sonrasında Jackson’ın bir sonraki filmin gösterime girmesi için 5 yıl kadar beklemek gerekse de o aslında boş durmadı. Öncelikle güvendiği genç bir yönetmene destek olmak amacıyla District 9 filminin yapımcılığını üstlendi. Lord of the Rings serisinin başından beri gündemde olan The Hobbit projesine dâhil olarak bir kez daha Orta Dünya’ya dönmeyi kabul etti. Ama bu kez yönetmen olarak değil yapımcı ve senaryo yazarlarından biri olarak. Yönetmen koltuğunda ise bu kez Guillermo del Toro olacak. Ayrıca bu kez Steven Spielberg ile birlikte yine en azından üç filmlik bir seri olması planlanan Tenten serisinin yapımcılığını da üstlenerek 3 boyutlu film çekme dalgasına o da katıldı. Bu serinin ilk filmini Spielberg, ikincisini ise Jackson çekecek. Üçüncü film için ise henüz kesinleşmiş bir karar yok. Bunun dışında Jackson sadece filmlerle de yetinmeyip 2006 yılında Wingnut Interactive şirketini kurarak bilgisayar oyunu alanına da


girdi. Microsoft’la beraber çalışan bu şirketin ilk projesi Halo: Chronicles’ın iptal olması sonrasında henüz bu şirketten yeni bir oyun göremedik ama başka bir proje için çalıştıkları da söyleniyor. Anlaşılan bizde bu ay gösterime girecek olan ve Jackson’ın daha mütevazı filmlerinden biri gibi gözüken The Lovely Bones’un ardından epey uzunca bir süre ya yapımcı ya da yönetmen olarak Peter Jackson’ın adını bolca duyacağız. Hasan Nadir DERİN www.sinemamanyaklari.com

44











ARAYIŞ Yatağımdan kalkmamak için direniyordum. Deliksiz bir uyku dinlenmem için yeterli olmamıştı. Fazla alkolün beraberinde getirdiği baş ağrısı daha da halsiz hissetmemi sağlıyordu. Neredeyse her sabah yaşadığım, bazen ağır gelmeye başlayan aynı yorgunluk tarafından hapsedilmiştim yine. Gözlerimi kapayıp tekrar uykuya dalmak istediysem de yapmadım. Yapamazdım. Zamanı verimli kullanmalıydım. Tek bir hayata iki insan sığdırmaya çalışıyordum ve her geçen saniyenin değeri ölçülemezdi. Düşüncelerimle boğuşurken harcadığım vakit bile fazlaydı. Bugün cumartesiydi ve ancak hafta sonlarını değerlendirebilirdim. Hafta içi geçimimi sağlayıp, para kazandığım işi yaparken; cumartesi ve pazar da mutluluğu yakalamak için arayışa çıkmalıydım. Yataktan doğrulurken pijamalarımda ıslaklık hissettim. Kıllarını düzenli olarak aldığım kasık bölgesinde bir yapışkanlık vardı. Pijamamı kaldırıp içine baktığımda büzülmüş cinsel organımın etrafında hâlâ ıslaklığını koruyan menilerin yoğun kokusunu duydum. Aslında rahatsız olmazdım bundan. Ne de olsa bana ait, içimde var olan bir sıvıydı ve hayatın en güzel zevkini yaşamamı sağlıyordu. Yalnız gecelerimde beni terk etmez ve asla yarı yolda bırakmazdı. Belki yaşlanınca ama şimdi değil! Üzerime yapışmış spermleri temizlemeliydim. Dün gece uykumda yaşadığım ama hatırlamadığım küçük maceranın izlerini yok etmeliydim. Duş almak için banyoya giderek tüm elbiselerimi çıkardım. Kirli sepetinin içine zorlukla sıkıştırdığım kıyafetlerim çamaşır makinesini çalıştırmam gerektiğini söylüyordu. Son bir kaç haftadır ev işlerini ihmal ettiğimin farkındaydım ama bunu ne zaman telafi edeceğimi bilmiyordum. Aslında bu pisliği hep ben toparlıyordum. Bir kadının yapması gereken tüm işleri yapıyor, bir erkeğin kazanması gerekenleri sağlıyordum. Bu evde iki farklı kişi yaşıyordu, belki de işleri paylaşmanın zamanı gelmişti. Artık genç vücudum yaşlanmaya başlamıştı ve iki kişilik yaşamakta zorlanıyordu. Evin gerçek bir kadına ihtiyacı vardı. Duş kabininin kapısını aralayarak içeri girdim. Ürpermeme neden olacak soğukluktaki su, kısa olan saçımdan süzülürken tüm bedenimin çekildiğini hissettim. Göğsüme ulaştığında ise her uzvum titremeye başladı. Oradan uzaklaşmak istedim ama kaçacak gücü kendimde bulamadım. Yaşadığım çaresizlik korku filmlerindeki duş sahnelerini hatırlamama neden oldu. Alfred Hitchcock, Sapık filminde aynısını yapmıştı. Bir başka filmde ruhani varlıklar duş alan bir kadına tecavüz ediyordu. Ben de o iki kadın gibi savunmasızdım şimdi. Ancak bir fark vardı. Ben erkektim! Alkolün etkisiyle ağrıyan başım, saçlarımı yıkarken yaptığım masajla az da olsa geçmişti. Buna neden olan akşamı düşündüm. Düne dair hafızamda çok fazla detay yoktu. Gece boyunca her zamanki gibi dışarıda olan bedenim umutsuzca arayıştaydı. Sayısını bile hatırlamadığım kadar bira da beni zehirlemiş olsa gerekti. Eve dönüşümü değil ama yatağa yatışımı net bir şekilde anımsıyorum. Serin olmasına rağmen üzerime almadığım battaniyeyi ve yatağa uzanışımı ise, gözlerimi kapadığımda attığım taklalar hafızama kazımıştı. Islatmadığım tek bir nokta bile kalmamıştı vücudumda. Duvarda asılı olan havluyu alarak kurulanmaya başladım. Daha ufak bir tanesiyle ise aynanın karşısına geçerek saçlarımı ve yüzümü kurulamak için yüzüme bastırdım. Tıpkı bir kadın gibi başımı öne eğerek kısa ve seyrek saçlarımdaki nemi aldım. Nihayet bunu da tamamlamıştım. Yere bakan bakışlarımı kaldırdığımda havluya bulaşmış renkleri gördüm. Üzerine çeşitli desenler serpiştirilmişti sanki. Aynaya baktım ve yüzüm o eski rock gruplarındaki şarkıcılar gibi boyalıydı. Kirpiklerimdeki rimeller aşağı akarken, göz kalemi ise kapaklarını boyamıştı. Tıpkı o, adı neydi… Alice Cooper gibi olmuştum.

54


Önce güldüm bu duruma, ama sonra sinirlendim kendi sorumsuzluğuma. Geceden hiçbir şey kalamazdı gündüze. Akşam evden çıkan kadın eve girdiğinde dişiliğini terk etmek zorundaydı. Kadınlar gece yaratıklarıydı çünkü. Bu en temel ve basit kuraldı. Yıllardır hiç bozulmayan! Aynı beden gece kadınken, gündüz erkek olmalıydı. İkimizin de farklı ihtiyaçları vardı, artık yorulmaya başlamıştım. Aynanın sol tarafındaki dolabı açtım. İçinde bir kadının ihtiyaç duyacağı tüm malzemeler vardı. Cilt maskelerinden, bakım setlerine; toniklerden, gözaltı bakım kremlerine kadar… Yüzümdekilerden arınmak için temizleme jelini çıkardım. Onun doğasına özgü ne varsa her şeyi temizledim. Hiçbir iz kalmamalıydı gece yaşayan kadından. Gündüz bana ait olmalıydı ve eşimi bulmak için dışarı çıkmalıydım. Gözlerine kalem çekili birini ise hiçbir normal kadın istemezdi. Hava kararana kadar benimdi bu beden; asıl sahibi, erkek uzuvlarına ve zevklerine sahip bana… Sadece akşamı feda etmiştim diğer benliğim olan kadına. İki taraflı bir anlaşmaydı bu. Kurallarını benim koyduğum, ikimizin de uymak zorunda olduğu bir oyundu. Dün gece bir tanesi çiğnenmişti. Karanlık bastığında peruğunu takabilir, kendi arayışı için dışarı çıkabilirdi. Ama eve attığı adımla birlikte dantelli iç çamaşırlarından, yüzündeki makyajdan, her şeyden arındırmalıydı vücudumu. Bu onun zevkiydi. En çok da giymekten hoşlandığı kırmızı renkli kıyafetlerini düzenlemeliydi. En sevdiği renkti ve dolabın çoğunu işgal ediyordu. Temizlenen yüzüme yakından baktım. Az da olsa sakallarım çıkmıştı. Dün akşam hava kararmadan hemen önce tıraş olmuştum. Bu sabah az da olsa görülebiliyordu. İyi bir kız bulabilirsem belki sertliğini hissettirebilirdim ona. Hayatın tüm zevklerini tattırabilir, eksik hissettiğim yanımı doldurabilirdim dokunuşuyla. Yeni bir kız düşüncesi birden dün geceyi daha da şekillendirdi kafamda. Yine o dışarı çıkmış ve yalnız dönmüştü. Buraya kadar her şey olağandı. Her zaman olduğu gibiydi. Farklı bir tecrübeyi asıl bundan sonra yaşamıştım. Rüyamda bir kadın görmüştüm. Sarı saçlarıyla, ince dudaklarıyla, kan kırmızısı çamaşırlarıyla canlı ve diri. Makyajsız cildiyle cennetteki huriler kadar güzeldi. Dolgun göğüslerinin tamamını sutyeni örtemiyor, meme başları az da olsa dışarı taşıyordu. Daha önce hiç görmemiştim onun yüzünü, ne rüyamda ne de bir başka dünyada. Yeşil gözleri elmacık kemikleriyle birleşiyor, kusursuz suratını oluşturuyordu. Çenesi, dudaklarının altına özenle yerleştirilmişti ve bir heykeltıraşın ellerinden çıkmışçasına kusursuzdu. Sivri kulaklarının arkasına saçlarını saklamıştı. Uyuduğum yatakta karşılıklı oturuyorduk. Belki saatlerce birbirimize baktık ve konuşmadık. Ellerimiz birbirine kenetleniyor, sadece yüzlerimize değdiğinde ayrılıyordu. Çok saf ve arınmış hissediyordum ona dokunurken. Belki aradığım kadını rüyalarımda bulmuştum. Ne de olsa kendi yarattığım bir dünya idi ve olmasını istediğim kişiyi koymuştum içine. Gerçek hayatta milyarlarca insan vardı ve herkes kendi sınırlarını çizmişti. Ama girmek istediğinde hep kapalı oluyordu kapıları. Diğerlerini reddediyor, dışarı sürüklüyorlardı. Ben de aynısını yapmıştım ve sadece bir kişiyi kabul etmiştim. ‘Rüyalar kısadır’ derler ama o yatakta geçirdiğim anlar hayatımın kalanını geçirmek isteyebileceğim kadar uzundu. Belki bir daha sahip olamama korkusu bu denli genişletiyordu aslında ölçülemeyen zamanı. Tüm zevkleri yaşadım onunla beraberken. Tüm erkeklerin anlattığı gibi güzel bir kadın zihnime girmişti, güzelliği ise boşalmama neden olmuştu. Sabahki uykusuzluğumun ve ıslaklığımın nedenini daha iyi anlıyordum şimdi. Banyodaki işimi bitirmiştim. Yatak odasına geçtim. Belime sardığım havluyu çıkardım ve çırılçıplak bir halde yatağıma oturdum. Yıllardır olduğu gibi bugün de dışarı çıkıp, kalabalık bir yerde kahvaltımı yapmalı, sonra büyük alışveriş merkezlerinde dolaşmalıydım. Öğlen yemeğini de buralarda yiyip o özel kişinin karşıma çıkmasını beklemeliydim. Onu ararken, ilk bakışta aşkı yaşamanın


haylini kurmalıydım. Bana ait anları en iyi şekilde kullanmalıydım. Zamanı gelince de bedenimi o lanet kadına emanet etmeliydim. Bu tıpkı Şeytan ile yapılan bir anlaşma gibiydi. Ama aslında sadece Tanrı’nın bir isteğiydi ve hep böyle kalacaktı. Kırmızılı kadını düşünmeye başladım. Rüyama giren ve ıslanmama neden olan, dış dünyada bulamadığım hayatımın aşkını. Acaba bugün dışarı çıkmama gerek var mıydı? İnsanlar çift yaratıldıysa diğer yarımı aramalıydım. Ama biliyordum ki her insanın kendine özgü doğası vardı. Çift olanlar ise aynı bedende yaşamaya mahkûm olanlardı. İşte bu yüzden dün bana gelen kadını başka bir yerde bulamazdım. Uzun zamandır aradığım aşkı terk edemezdim. Evde kalıp uyumaya çalışacak, onu tekrar görecektim. Evet, bugün başkalarına ihtiyacım yoktu. Yıllardır ilk defa yapacaktım bunu ve bir hayli heyecanlandım. Sabah kalktığımda hatırlamadığım geceyi net bir şekilde canlandırmış olmama şükrettim. Eğer bunu başaramasaydım belki de hayatıma giren aşka ihanet edecektim. İçkinin sarhoşluğuyla geçmiş anılarım silinseydi asla affetmezdim onu. Alkolü sevmezdim, ama akşamları sudan bile fazla içerdi o. Yeni bir anlaşmaya ihtiyacımız vardı artık. Alkol olmayacaktı. Mikrobunu akıtmayacaktı bedenime, zihnimi kemirmeyecekti şişesiyle. Kendi kendime sürekli tekrar ettim yeni kuralları: “Ben gündüzleri dışarı çıkmayacağım, o ise geceleri fazla içmeyecek; ben gündüzleri dışarı çıkmayacağım, o ise geceleri fazla içmeyecek.” Hâlâ çıplak oturuyordum aynı yatağın üzerinde. Hava kararmaya başlamıştı ve ben uyuyamamış, bu yüzden de aşkımı görememiştim. Arayış halinde olduğum yıllardan sonra bana kendi isteği ile gelmişti. Ama lanet olsun ki kavuşamamıştım ona. Uykuya aç olan bedenim neden isteklerime karşı geliyordu? Bu kadar zor olmamıştı hiç. Yoksa onun bir oyunu muydu? Hayatımı, mutluluğumu almaya mı çalışıyordu ya da kıskanıyor muydu? Arayışımı tamamlamaya yaklaşmıştım, hazmedemiyor muydu? Yo, hayır bunu yapmazdı. Ona tanıdığım birçok haktan sonra cesaret edemezdi. Her zaman fazlasını isterdi ama kuralları hatırlattıkça vazgeçerdi, boyun eğerdi bu bedenin gerçek sahibine. Ama bugün yeni kurallar getirmiştim. “Ben gündüzleri dışarı çıkmayacağım, o ise geceleri fazla içmeyecek.” İkimiz de kabul etmek zorundaydık. Akşam ezanının sesi dışarıda yankılanıyordu. Tıpkı önceden olduğu gibi yalnız geçirmiştim gündüzü. Ama biliyordum ki bir daha olmayacaktı. Tek başıma boşluğa gülümsediğim günler yakında bitecekti. Sadece uyuyamamış ve rüya görememiştim. Buna inanıyordum, inanmalıydım. Bana gelen aşk, ihanet etmezdi. Yoksa tek arkadaşım o muydu? Saçma! Gerçek olamayacak kadar saçma! Son Allah sesi de kesilmiş, güneş kızıllığını yitirmişti artık. Akşam olmuştu.

*

*

*

Oturduğum yataktan kalktım. Dolabıma doğru yürürken cinsel organı bacaklarıma değiyordu. Buna hemen bir son vermeliydim. Sorumsuzluklarından bıkmıştım artık. Görmekten nefret ediyordum sallanan şeyini. Ortalık çok dağınıktı ve bu pisliği ben toplayacak değildim. Ev işleri gündüz yapılmalıydı, akşam ise eğlence zamanıydı. Evin ve bu bedenin gerçek sahibi o ise bazı sorumlulukları almak zorundaydı. Gardolabın kapaklarını açtım. Çekmecelerden bir tanga çıkararak bedenime fazlalık olan

56


yerlerimi örttüm. İstediğimde kapatabiliyordum – ufacık penisine tanga bile yeterliydi, bir de kendisine erkek diyordu – ancak eşsiz güzelliğe sahip vücuduma gölge düşürüyordu. Bir erkeği elde etmem an meselesiydi ve her şey kusursuz olmalıydı. Tıpkı benim gibi. O kabul etmese de tanıdığım en güzel kadındım. İçi elyafla doldurulmuş sutyenlerimi taktım. Kılsız bedenim üzerinde rahatça arka tokasını ilikledim. Bir gün gerçek göğüslere sahip olduğumda sahtelerine ihtiyacım kalmayacaktı. Uzun boyumla uyumlu iç çamaşırlarımla banyoya gittim. Aynanın karşısında durdum. Hayır! Gerçek değildi gördüğüm. Bu kadar uzun sakalı fondöten bile kapatamazdı. Tıraş olmak zorundaydım. O küçük beyniyle kasıtlı yapmıştı bunu. Aynanın sağındaki dolaptan tıraş malzemelerini aldım. Yüzüme biraz köpük sıkarak kayganlaştırdım. İlk kez yapacaktım ve yüzümü kesmek istemiyordum. Ancak jileti ustalıkla kullandığımı fark ettim. Ne de olsa genlerimiz aynıydı ve erkekliğinden kalan yetenekleri değerlendiriyordum. Sorunsuzca biten tıraşın ardından içeri geçtim. Evin duvarlarına baktıkça içime yayılan huzursuzluğu hissettim. Birden boğulacak gibi oldum. Daraldım. Ama neden? İkimiz de fazla zaman geçirmezdik ve yalnızca uyumak için kullanırdık burayı. Yoksa dışarı çıkmamış mıydı bugün? Arayışı için sadece hafta sonları varken evde kalmış olamazdı. Diğer günler çalışmak zorundaydı. Nasıl da kandırmıştım gündüzleri çalışması için. Kuralları hep o koyardı ama yeterince akıllı olmadığını biliyordum. Kurallar. Evet, yenileri vardı. O gündüzleri dışarı çıkmayacak, ben ise geceleri fazla içmeyecektim. Bunlara uyacağımı sanıyorsa yanılıyordu. Ama bir dakika! Dışarıya çıkmadığına göre arayışı sona ermiş olmalıydı. Ya da çok yakında bitecekti. Bunun için daha az zamanı olmasına rağmen benden hızlı davranamazdı. Anlaşmanın en önemli kuralı: “Önce bulan kazanır.” Hemen hazırlanmalıydım. Dolaptan güzel bir elbise geçirdim üzerime. Peruğumu özenle giyerek, uğurlu tokamı taktım sarı saçlarıma. Bugün şansımın yanımda olmasına ihtiyacım vardı. Eve dönüş yolunu zor bulmuştum. Daha ilk günden yeni kuralı ihlal etmiştim. Aslında fazla almamamı söylüyordu yalnızca, sınırını belirlememişti. Biliyorum, onun da alkole ihtiyacı vardı en az benim kadar. Ben, karanlık arzularının bir yansımasıydım. Kötü dediği her şeyin dışavurumuydum. Kabul etmese de olmayı istediği kişiydim. Aynı zamanda nefret ettiği… Dışarıda geziyor, eğleniyordum. Erkeklerle flört ediyordum. İstediğim erkeği elde edebilirdim ama her kadına ulaşamazdı o. Sadece gününü boşa harcıyordu. Zorlu olan bizdik ve arzularımız gerçekleşirdi her zaman. Yaşamın kaynağıydık. Ama kabul etmem gereken ortak noktamız vardı. İkimiz de aşkımızı eve getirecek kadar ilerleyemiyorduk. Kadın bedenim tam anlamıyla tatmin olamıyordu. Başka dünyalarda yaratılmış gibi farklı özelliklere de sahiptik. O mantıklı olmaya çalışan, ben ise daha hızlı yaşayan; o kuralları koyan, ben kendi kuralları olan; o kadın arayan ben ise onun gibi birini arayan… Kapıdan içeri girmiştim. Bedenini geri çağırıyordu artık. Peruğumdan sıyrılmayı, yüzümdeki boyaları temizlememi söylüyordu kuralları. Ertesi güne dinlenmiş bir beden istiyordu erkek dediği yanı. Ancak istediğini alamayacaktı. Sabahın ilk ışıklarına kadar onu bekleyecek, karşılaştığımızda ise kadın kalacaktı bu vücut. Sonsuza dek ve mutlu… Ama erkeksiz bir hayatla tatmin olur muydum? Bu yüzden ihtiyaç duyuyordum ona. Mutluluğun anahtarı elinde miydi? Dışarıda ararken aslında evde miydi onca zamandır? Aynı bedeni paylaştığım diğer yanım mıydı hayatımın aşkı? Ondan nefret ediyordum. Aynı zamanda arzuluyordum. Banyoya tekrar giderek aynadaki görüntüye baktım. Kime ait olduğunu anlamaya çalıştım. Bazen kadınsı ve pürüzsüz suratım beliri-


yor, bir an sonra onun erkeklere özgü sivri ve keskin hatları görünüyordu. Her ortaya çıkışında biraz daha şehvet duyuyordum. Ama… Arada biri daha oluyordu aynı surat. Daha önce görmediğim ve tanımadığım birine bürünüyordu. Tek bir yansıma pek çok kişi olmuştu. Aynadaki ben, diğerini arzulamaya devam etti. Ama hak etmiyordu sevgimi. Aradığını zaten bulmuştu. Ucuz bir fahişeye rüyalarında da olsa kavuşmuştu. Bedenini almak isteyecekti yakında. Bunu kabullenemem. Kaybetmeye tahammül edemem. Bir şeyler yapmalıyım. Sabah olduğunda kadın halini görünce yeterince şaşıracaktı. Makyajımı temizlemeyecek, elbiselerimi çıkarmayacak, her şeyden önce kadınlığımı geceye emanet etmeyecektim. Ama bu da yetmezdi. Daha farklı ve acımasız bir şeyler olmalıydı. Aynadaki kaltak bulduğu ucuz aşkıydı. Rüyalarda gördüğünü sandığı kadın, yansımalarla hayat bulan biriydi. O aşağılık adama iyi bir ders vermeliydim. Ben, onu arzuluyordum ama bir kere bile olsa beni istememişti. Sarı saçlı bir görüntüyü seçmişti. Ona dokunarak boşalmıştı. Ah, ne yazık! Daha iyisini yapabilir, saatlerce zevkin içinde boğabilirdim onu. Ama hiçbir zaman tercih etmedi. Hep dışarıda aradı. Tıpkı benim gibi o da diğerlerinde bulmaya çalıştı mutluluğu. Artık onu istediğime karar vermiştim. Bugün arayışımı tamamladığıma inanıyorum. Hem de yanı başımda duran aşkımı, yıllardır beraber yaşadığım erkeği bulduğumu biliyorum. Ama o, sabah olunca beni reddedecek. Maalesef bunu da görebiliyorum. Bu durumda sadece bir şey var yapılacak! Hayır, kadın olmayacağım. Vazgeçtim bu düşünceden. İntikam duygusuyla bu beden işkence çekmeyecek. Eskisi gibi gündüzleri çalışan bay erkek olacak. Hava karardığında ortaya çıkan kadın ise dışarı çıkmayacak. Hayatının aşkı ile yaşayacak, birlikte zaman geçirecek. Ama o diğeri, aramıza giren diğer yüz kaybolmalı. Mutluğumuza engel olacak ne var ise ortadan yok olmalı. Aynadaki fahişeyi gördüğümde öldüreceğim onu. İnce boynunu kesip, kanlarının etrafa saçıldığını göreceğim. İçimize giren yabancının kirli kanını kovacağım. Kötü tohumu daha yeşermeden kurutacağım. İşte, bak! Aynadaki o yüz yine geldi. Sarı saçlarıyla, kırmızı dudaklarıyla karşımda duruyor ve gülümsüyor. Tıpkı bana benziyor. Onun boğazını keseceğim ve arayışımız bitecek. Fatih DANACI

58


MATRUŞKA FİLMLER Ocak ayında İstanbul Modern Sanat’ta “Matruşka Filmler” programı kapsamında gösterilen filmler, seyircilerin hem sinema sanatı ve onun işlevleri üzerine düşünmesini hem de Türk sinemasında fazlaca örneğine rastlamadığımız “gizli kalmış/bırakılmış” bir alt türü hatırlamasını sağlıyor. Yazının ilerleyen kısımlarında tek tek değineceğim programdaki filmler kendi özellerinde bir filmin üretim aşamalarını, setteki insanların yaşamlarını ve bu insanların ürettikleri metanın yaşamlarından ayrı düşünülemeyeceğini gözler önüne seriyor. Bir yandan da bizlere sinemayla hayat arasındaki neredeyse organikleşmiş o güçlü ve şaşırtıcı ilişkiyi gösteriyor. Yavuz Turgul’un Aşk Filmlerinin Unutulmaz Yönetmeni (1990) filmi aslında bir anlamda bizlere bütün bir programın özetini sunarak; sinemayla hayat arasındaki birlikteliğin de ipuçlarını verir. Açılış sekansıyla birlikte filmin ana karakteri olan yönetmen Haşmet Asilkan, bizler için kameranın önündeki adamdır. Fakat film içinde Haşmet kendi yönettiği film sayesinde aynı zamanda kameranın arkasına da geçer. Böylece yaratılan “yönetmen” imajına gerçek hayattaki gerçek bir yönetmen eşlik eder. Bu geçiş bizlere sadece yönetmenin çektiği filmin değil, onun yaşamının ve kendisinin de kurgulanabilir olduğunu hatırlatır. Onun varoluşunu belirleyen film çekme tutkusu ve hikâye anlatmaya olan inancı, insanın yapamadığını sinemanın yapmasından; diğer bir deyişle kendi yaşamında bırakamadığı izi filmlerinin bırakacağına inanmasından kaynaklanır. Ama bu noktada başka bir gerçeğin farkına varırız: Sinema hayattır, ama hayatı göstermez. Gerçek zamanla eş zamanlı akan görüntünün/görüntülerin kaydedilmesinden oluşur, fakat bu “gerçeğin görüntüsü” değildir. Haşmet’in yarattığı imgeler dünyası hayattan güç alsa da, aslında hiçbir zaman hayatı göstermeyecektir ve geride bırakılan iz her zaman eksik kalmaya mahkûm olacaktır. Yavuz Özkan’ın yönettiği Film Bitti (1989) ise bizlere sinemayla hayatın birlikteliğini, daha doğrusu sinemanın hayatı taklit etmede ne derece usta olduğunu gösterir. Film içinde bir aşk üçgenin içinde sıkışan ama zamanla bu üçgenin zincirlerinden kurtularak aşklarını tazeleyen oyuncu çift,


gerçek yaşamdaki birlikteliklerinde de film içindeki filmdekine benzer bir tıkanma dönemi yaşar. Film içinde film bir anlamda esas filmin gerçekliğine dönüşür. Bu oyunbaz yapının içinde çift bir yandan ilişkilerindeki sorunları bir yandan da bu sorunların nasıl çözümleneceğini gösterir, ama uzun süre gerçekle kurguyu örtüştüremez. Onların film içinde ve dışında yaşadıkları karmaşa, bizlere de sinemanın gösterirken gizleyen, taklit ederken yeniden üreten, tüketirken de düşündüren çok katmanlı yapısını açık eder.

Nuri Bilge Ceylan’ın Mayıs Sıkıntısı’ndaysa (1999), Ceylan’ın varlığı filmdeki Muzaffer karakterinde vücut bulur. Esas yönetmen filmde kendi muadilini kullanarak, kendi bakış açısını da çektiği film aracılığıyla paylaşma imkânı bulur. Muzaffer karakteri tıpkı Aşk Filmlerinin Unutulmaz Yönetmeni filmindeki Haşmet gibi iki farklı anlama sahiptir. Haşmet gibi Muzaffer de hem filmin içinde hem de dışındadır. Başka bir ifadeyle hem gerçektir hem de kurgudur. Atıf Yılmaz’ın Hayallerim, Aşkım ve Sen (1987) filmi sinemanın bireyi dönüştürücü gücünü bir gencin romantik hikâyesiyle anlatırken; diğer taraftan da sinema perdesinde âşık olunan temsili karakterle o temsili karakteri canlandıran oyuncunun gerçek hayattaki kimliği arasındaki farklılıklara vurguda bulunur. Filmin başrolündeki karakterin gençlik düşleriyle o düşleri canlandıran kişiyi bir türlü örtüştürememesi, bizi yeniden yazının başındaki yoruma götürür: Sinema hayattır, ama hayatı göstermez. Çoğu zaman perdede gerçekmiş gibi gösterilen yaşamların izleri yaşanılan gerçeklikte sürüldüğünde hayal kırıklıkları kaçınılmaz olur. Çünkü sinema, yaşanan gerçekliği ustalıkla taklit ederken, bir yandan da onu dönüştürür.


Hayallerim, Aşkım ve Sen filminin bir diğer dikkate değer noktası da; sinemanın insanın en temel ihtiyaçlarından biri olan hayal kurma ihtiyacını karşılamadaki işlevidir. Bununla birlikte sinema aracılığıyla hayal kurmakla hayat kurmanın benzeşen özelliklerinin de altı çizilir. Sinemayı tutkuyla takip eden birinin gözünden bireyle sinemanın, daha geniş anlamıyla sanatın, birbirlerini tamamlayan organik ilişkisine de tanık oluruz. Sinema Gerçekliğin Gücünü Arttırabilir mi? Oğuzhan Tercan’ın ilk uzun metrajlı çalışması olan Uzlaşma (1991); sinemanın gerçeği fragmanlaştırarak parça parça ederken bir yandan da birleştirip etkisini arttırıp arttıramayacağını sorgular. Tercan özellikle filmin ilk yarısında Theodor Angelopoulos’un kullandığı sekans çekimlerine benzer bir şekilde geçmişi ve şimdiyi kesme yapmaksızın aynı kadraja dâhil ederek zaman ve mekânda bir birliktelik yakalar. Bu teknik sayesinde montajın “görünürlüğünü” azaltan yönetmen, gerçekten yaşanmış olaylara dayanan hikâyesini anlatım tekniğiyle de güçlendirmeye çalışır. Yaşanmış hikâyeyi olduğu gibi yansıtmaya çalışırken, sinema aracılığıyla anlatılan gerçekliğin gücünü de arttırmayı amaçlar. Uzlaşma’nın gerçeklere dayanan olay örgüsünde de Aşk Filmlerinin Unutulmaz Yönetmeni filmindeki yönetmen Haşmet karakterinin saf bir inançla ve belki de varoluşsal nedenlerle filmini bitirme çabasında da; sinema, bizleri bir filmin hiçbir zaman asla bir film olarak kalmayacağı gerçeğiyle yüzleştirir. Yaşanan ya da yaşanmakta olan gerçekliğe tutulan kamera aracılığıyla kaydedilen gerçek zamanlı görüntüler, sinemanın hem özgürlüğün hem de manipülasyonun girift bir şekilde hareket ettiği bir alanı işaret eder. İşaret edilen alan, direnişin olduğu kadar iktidarındır da. Kameraya kaydedilen görüntü, kayıt edilen kadar kayıt edenindir de. Kayıt edenin gerçeği de kayıt edilen gerçekliğin içine sızar. Sinema, üretilen bir meta olduğu kadar üreticisini dönüştüren bir işleve de sahiptir. Bu yüzden, sinema üzerine bir şeyler söyleyen ya da söylemeye çalışan bütün bu filmler ister istemez yaratıcılarının kendi içsel serüvenlerini, kendi dönüşümlerini de belgelemiş olurlar. Bir yandan da bir film neyi değiştirebilir sorusunu zihinlerimize düşürerek, bizlerin sinemanın ve sanatın dönüştürücü gücü üzerine düşünmemizi ve sinemanın bize kattıklarını ve bizden aldıklarını sorgulamamızı sağlarlar. Barış SAYDAM









İÇERİDE RESMİM DIŞARIDA İSMİM VAR Sıcak çayımdan henüz ilk yudumu almıştım ki, tok ve güçlü bir ses dışarıdan kahvehaneye doğru pervasızca girdi. Lafın maruz kaldığı kimsenin ne gelmişi, ne de geçmişi kalmıştı. Bela, aleni bir şekilde geliyordu ve bundan sakınmalıydım. Kavga dışarıda başlasa bile eninde sonunda içeriye taşınacaktı, bu durumda masanın altına saklanmak en doğru karar gibi gözüküyordu. İki elimle masanın kenarlarını sıkıca kavradım, artık tek bir hareketle oturduğum sandalyeden kolayca yere doğru kayıp, vücudumu olası saldırılardan koruyabilirdim. Aldığım bu kararın güveniyle etrafıma bakındım, koca salonda en ufak bir panik havası yoktu. Ne oyun oynayanlar istifini bozmuştu, ne de aralarında muhabbet edenler. Çaycı bile boşları gülerek topluyordu. Sesin televizyondan geldiğini düşünerek ekrana baktım, çıtı pıtı bir kız şarkı söylüyordu. Yaşadıklarımı bir yanılsama olarak kabul edeceğim sırada o güçlü ses bir daha kükredi. Ağız dolusu küfretmesine karşın, ilginçtir karşı tarafın hiç sesi çıkmıyordu. Yanıt verilemeyecek kadar iriyarı olmalı, diye içimden geçirdim. Böylesi daha iyi oldu. Karşılık verse adam kesin deliye dönerdi. Hasmını parçaladığı yetmezmiş gibi bakarsın hırsını alamayıp bize bile bulaşırdı. Ama ya kavga edemediği için içeriye barut fıçısı gibi girerse? Şuraya bak, başka yer kalmamış gibi gidip en öne oturmuşum. Kapıyı açar açmaz, ilk göreceği insan benim. Lanet olsun, diye düşündüğüm sırada çaycı, dışarıdaki sesi yeni duyuyormuşçasına önce kulak kabarttı sonra da gülerek okey oynayanlara, “Gözünüz aydın Tarık Baba geldi,” dedi. Korkusundan gülmüş olmalıydı, buna emindim ama okey oynayanlara neden öyle seslenmişti? İçeriye girdiğinde ilk onlara dalacaksa asıl benim gözümün aydın olması lazımdı. O sırada kapı açıldı ve gök gürültüsüne benzer ses içeriye girdi. “Ulan şerefsiz çaycı kapının önündeki mamçakları neden kışlamıyorsun? Allah’ıma işkembelerini dökecektim. Alt tarafı Azrail’e bir osuruk borcum kalmış, onu da bu vesileyle öderdim ama sana iş çıkacak diye vazgeçtim.” “Eyvallah Tarık Baba…” Altmış yaşlarında ufak tefek bir adamdı içeriye giren. Koltuk değnekleri sayesinde zor bela ayakta duruyordu. Sağ ayağı diz kapağından itibaren dışa doğru kıvrık dururken sol ayağı ise belirgin biçimde geriye doğru çekikti. Ve sadece sağ ayak tabanının burun kısmı yere temas ediyordu. Kirli beyaz sakalları neredeyse göz çukurlarına kadar uzamıştı. Kalın, çatık kaşlarının altındaki mavi renkli gözleri, yuvasından dışarıya doğru o kadar çıkıktı ki bakan her insana yerinden fırlayacakmış hissini veriyordu. Derisi ancak zencilerde görülen esmerlikteyken gri gür saçları ise dağınık ve yağlıydılar. Anlaşılan zavallı vücudunun tüm erkekliği yalnızca sesine toplanmıştı ve sedasının bu akıl almaz kocamanlığı ancak siluetinin görülmediği anlarda işe yarıyordu. Tarık Baba’nın cüssesini görünce tedirginliğim kayboldu. Soğumaya başlayan çayımdan ufak bir yudum aldıktan sonra yan masada oturan adama doğru yanaşıp, tanıyıp tanımadığını sordum. “Tarık Baba’yı mı? Onu buralarda herkes tanır.” “Bağırıp çağırmasını duyunca kavga çıkacak diye endişelendim ama bereket karşısındaki ona uymadı.” “Onu tanıyan hiç kimse söylediklerini ciddiye almaz, tam tersine üzerine giderler.” “Küfür duymak için mi?” “Aynen. Ama beni dinlersen hiç bulaşma sonra paçanı kurtaramazsın. Aslında garibanın tekidir. Çocukken felç geçirip sakat kalmış. Bir motoru vardır; onunla mendil, sakız filan satar. Sakatlık parası alır, ramazanlarda fitre toplar sonra da getirip tüm parasını kumara yatırır.” “Kumara mı?” “Hastasıdır. Seyret şimdi hemen okeye oturacaktır. Cebindeki parayı vermeden de rahat


edemez “ “Suç kahvecide, oynatmaması lazım.” “Öyle ama adam hasta, kumara oturmazsa yataklara düşer. Oynatmazsan, oynatacak bir yer illaki bulur.” Bu sırada Tarık Baba okey oynayanların yanına gitti. Bir süre sessizce oyunlarını seyrettikten sonra saydırmaya başladı. “Lan ıspanaklar ne o öyle oyun bilir gibi oturmuşsunuz okeye. Kalkın da işin üstadına yer verin bakayım.” “Cukka sağlamsa gel otur, yok gazozuna oynayacaksan ikile?” “Nasıl oynayacağımı sana mı soracağım cücük? Daha babandan anana nakil olmadan önce biz bu oyunu oynuyorduk.” “Bana ezan okuma baba; varsa paran, geç otur bu düdük makarnasının yerine.” Bunun üzerine masanın sağ tarafında oturan kilolu adamı eliyle dürterek,“Kalk lan oradan alafranga bebesi, kalk da baban masadakileri göbeğinden işetsin,”dedi. “Şimdi olmaz, görüyorsun oynuyorum.” “Dobiçe bak, adam olmuş da babasına laf yetiştiriyor. Ulan ebegümeci, zaten ütülüp duruyorsun, seni bu dallamalardan kurtardığıma dua edeceğine iplikçi karının götü gibi ötüp duruyorsun.” “Bak, baba dedik sana ama ağzını bozmaya devam edersen yaşına başına bakmam.” “Ulan cumartesi çocuğu, ananı tanırmışım gibi ne baba deyip duruyorsun? Yok, anam methini çok duydu illaki tanıştıracağım, diyorsan durduğun kabahat.” “Anamı karıştırma.” “Karıştı bile, haydi şimdi gücün yetiyorsa ayır. Ulan denyo, benim içerde resmim dışarıda ismim var.” Dobiçko tam Baba’ya dalacağı sırada masadakiler araya girip adamı dışarı çıkarttılar. Baba boşalan sandalyeye keyifle otururken ben yanımdakine dönüp, “Gerçekten sabıkası var mı?” diye sordum. O ana kadar sessizce olanları izleyen yanımdaki adam önce bana yaklaşıp, “Zamanın birinde kumardan içeriye düşüp fişlenmiş o günden beri bu lafı söyler durur. Yoksa bırak hapsi, nezarethanede bile yatmışlığı yoktur,” diye fısıldadı sonra da Baba’ya dönüp, “Geçen gün karakola gittim, resmin yoktu,” diye laf attı. “Neeeeeeee? Resmim mi yok? Ulan aynasız tekaüt sakın duvara bakmış olmayasın? Orada Atatürk var, beni görmen için defter karıştırman lazım defter.” Gülerek bana dönüp, “Görüyorsun adama laf yetiştirmenin imkânı yok, zaten aklı olan da ona bulaşmaz,” dedi. Başımla onaylayıp tüm dikkatimle izlemeye başladım. Dağıtılan okey taşlarını hızla ıstakaya yerleştirdikten sonra sağa sola laf yetiştirmeye devam etti. “Ne o birden sesiniz soluğunuz kesildi, çok mu korktunuz? Meraklanmayın bu sefer fazla acıtmayacağım.” Beklentisinin aksine rakipleri arka arkaya bitince önce kendi kendine söylendi sonra da sağa sola çatmaya başladı. “Bu da oyun mu lan kaz yumurtaları. Taşların kurulu gelmesi yetmezmiş gibi okeylerde her el sizde. Kıçınızın kıllarıyla balık avlıyorsunuz sonra da Tarık Baba’yı yendik diyorsunuz. Tüm suç şu yanımda oturan pilakide. Şansımı alıp götürdü. Kalk başka yere otur.” “Ne alaka?” “Bana nağme yapma, kalk dediysem kalkacaksın. Hey gözlüklü zırtapoz, sen neden öyle bakıyorsun? Senin yüzünden taş gelmiyor.”.

70



Gözlüklü zırtapoz bendim. Cevap vermek için ağzımı açıyordum ki yanımda oturan adam engel oldu. Çaresiz bakışlarımı başka yöne çevirdim. Ama Tarık Baba yine de kaybetmeye devam etti. Bu sefer cam kenarında sessizce çayını içmekte olana kafayı taktı. Her halinden bu muhitin yabancısı olduğu belli olan delikanlıyı süzdükten sonra, “Hey lahmacun pidesi tüm uğursuzluk sende. Bırak çayı ve gözümün önünden yok ol,”dedi. “Bana mı söyledin? “Senden başka ortalıkta malak var mı?” “Efendi ol.” “Vay vay labunyaya bak kalkmış bize efendilik dersi veriyor. Keser götü gibi konuşacağına, topukla bakayım.” “Buraya çay içmeye geldim ve bitirmeden kralı çıkartamaz beni” “Bana bak dallama, fazla dallanma çık dışarı.” “Son defa söylüyorum, terbiyesizleşme” “Çok korkuttun beni saplı sultan. Bekle şu eli bitireyim sevabına Şengül hamamına götürüp pazarlayayım seni.” “Yetti lan!” demesiyle yerinden fırlayıp Tarık Baba’nın üstüne atlaması bir oldu. Milletin şaşkınlığı geçip araya girene kadar da epeyce hırpalandı ama yine de susmadı. “Tabii benim gibi yaşlı sakat adamı kim olsa döver. Delikanlılık bu mu? Sıkıysa Pire Nuri’ye dayılansana? Ama nerede sende o yürek.” “Pire Nuri mi? O nereden çıktı?” “Senin çıktığın yerden denyo. Ne o yusuf yusuf atmaya başladın değil mi Nuri’yi duyunca” “Senin de, Nuri dediğin o adamın da gelmişini geçmişini…” Aradığı yanıtı duymanın mutluluğuyla önce güldü sonra da o gür sesiyle bağırmaya başladı. “Nuriiiiiiii. Burada sülalenin hatırını soruyorlar, sen uyuyorsun.” Çay ocağının arkasında gazete okuyan iri yarı adam birden ayağa fırlayıp, “Kim ulan bu kendini bilmez?” diye haykırdı. Pire Nuri, kahvehane sakinlerinin parmaklarıyla gösterdiği delikanlıyı evire çevire döverken Tarık Baba da kahkahalarla gülüyordu. Atilla BİLGEN İllüstrasyon : Gökçe BEDİRLİ http://gokceyazin.deviantart.com

72


URGAN Ve ben kara maskesiyle sahneye çıkan cellâttım. Urganın düğümünü atarken adamı merdivenlere getirdiler. Kalabalık, sahneye meraklı gözlerle bakıyor; sanki tiyatro gösterisini sunuyormuşum gibi beni alkışlıyordu... Düğümü hızlıca atarak adamın çilesine bir an evvel son mu vermeliydim, yoksa işi yavaştan alarak idamı olabildiğince geciktirmeli miydim; karar veremiyorum. Hem ne kadar yavaş olursam olayım, zaman onun gözlerinde bir oktan daha hızlı geçmeyecek miydi? Zavallı adam… Gardiyanlar girdi koluna ve merdivenleri çıkmaya zorladılar idam mahkûmunu. Sanki ayakları kurşun gibi ağır, nasıl da zorlukla kaldırıyor adımını. Bir, iki, üç… Tam on iki basamak. Ölüme giden on iki adım. Korkakça geçilen ikinci basamak. Başı önünde, yere bakıyor. Ayağındaki prangalar hızlı çıkmasına izin vermiyor. Üçüncü basamak. Sanki her bir basamağı iki ayağıyla kutsuyor. Dört… Gözlerine yaşların yavaşça dolduğunu hissediyorum. Fısıldayarak konuşuyor ve duyuyorum: Karımı ben öldürmedim, diyor. Onu ben öldürmedim. Korkudan yalan söylediğini, gerçekleri çarpıttığını düşünüyorum. Belki dediğine inanıyordur da... Beşinci basamak… Görmek istiyorum neler olduğunu, mazinin karanlık sislerini dağıtıp ne olup bittiğini öğrenmek istiyorum ve Tanrı’nın gözleriyle bakıyorum geçmişe. Bir kadın var sürekli dayak yiyen. Bir kadın, azarlanıp dövülen. Bir çocuk var işkenceyle vücudu dağlanan. Kadın zayıf, güçsüz ve çelimsiz; korkak. Her şeye son vermek istese de bunu yapabilecek gücü kendinde bulamıyor. Geçiremiyor bıçağı erkeğinin boğazına. Onu öldürememekten ve boğuşurken ölmekten korkuyor. Bir kadın var her gece ağlayan, gözyaşları döken. Bakışları her geçen gün bir delininkine daha çok benzeyen. Komşularına gizliden gizliye diyor ki: “Kocam beni öldürecek.” Bir gece, adam yine aynı sadist sarhoşluğuyla karısına tecavüz edip, ucu sivri, demir çubukla dövüyor kadını. Kadının gözlerinde o akşam bir ışıltı. Aklına bir fikir geliyor ve yediği dayak canını pek yakmıyor. Ertesi gün ölü bulunuyor evde. Demir çubukta kan izleri… Komşular emin, adam öldürdü zavallı kadını… Ve papazın idam emri. Altıncı basamak… Sanki dünyanın zirvesine çıkıyor ve düşmekten korkuyor. Lanet herifi hızlı çıkarmaları için bağırıyorum gardiyanlara. Onuncu basamak… Adamın gözleri artık bana bakıyor. Gözyaşları yok. Kızgınlık ya da çaresizlik de yok. Ölümü kabullenmiş. Özgür hissediyor kendini ve bağırıyor. On birinci adım… “Karımı ben öldürmedim!” Kalabalıktan bağırışlar ve yuhalamalar yükseliyor. On ikinci adım “Karımı ben öldürmedim!” Boşa çaba. O kalabalıktan hiç kimse inanmıyor ona; inansa bile hiçbir şey değişmeyecek. Çıkıyor sandalyeye. Boğazına geçiriyorum urganı. İşte şimdi ağlamaya başlıyor. Hıçkıra hıçkıra ağlıyor. Bir tekmede kaydırıyorum sandalyeyi. Boşlukta asılı kalıyor adam bir süre ve tam boğulup ölecekken, yere düşüyor. İp sağlam bağlanmadığından çözülüyor. Kahkaha sesleri yükseliyor



kalabalıktan. Adamı saçlarından tutup kaldırıyorum. “Bu kadar kolay öleceğini mi sandın?” diyorum ve urganı yeniden bağlıyorum. Bu defa hiçbir gemicinin çözemeyeceği, İskender’in kesmeye kıyamayacağı kadar güzel bir düğüm atıyorum. Sandalyeyi koyuyorum urganın aşağısına ve “Çık,” diyorum adama. Adam yeniden dünyanın zirvesinde. Tanrı’ya bakar gibi göğe bakıyor. Sonra bana dönüyor ve “Karımı ben öldürmedim,” diyor. “Biliyorum,” diyorum ve bir tekme daha vuruyorum sandalyeye. Boşlukta sallanan bedenini izliyorum birkaç saniye ve havaya tekmeler atan bedeni tutup kalabalığa çeviriyorum. Bakmasını istiyorum oraya, onlara. Bütün çırpınışları ve korkusu yüzünde çarpılıyor ve şaşkınlıkla gözlerini bir yere sabitliyor. “Tanrı’yı mı görüyor yoksa Azrail’i mi? diye merak ediyorum. Baktığı yere çeviriyorum gözlerimi. Kalabalığın arkasında, kukuletalı pelerinin içinde karısı, buruk bir tebessümle kocasının ölümünü izliyor. Serkan KÖSE İllüstrasyon: Necmi YALÇIN http://necmiyalcin.deviantart.com


HOLMES 5. BÖLÜM Zafer ve Yenilgi YAZARIN NOTU: Bu bölümü yani Holmes’ün finalini okumadan evvel, Gölge Dergi’nin 25, 26, 27 ve 28. sayılarında yayınlanan ilk dört bölümü tekrar okumanızı tavsiye ediyorum. Küçük ayrıntılar bile öykünün perde arkasına ışık tutacak. Hafızanıza güveniyorsanız bu notu yok sayın ve doğrudan öyküye buyurun. Paul’ün söyledikleriyle sanki zaman durdu. İçeri yeni giren ve elinden kahvesini düşüren Watson’a baktım. Yüzünde, okuyamadığım bir ifade vardı. Hem huzurlu hem huzursuz gibi. Hem rahat hem rahatsız gibi. Hem mutlu hem mutsuz gibi. Hem tebessüm hem gözyaşı gibi. Her şey zihnimde bir bütün oluşturuyordu artık. Vakanın başından beri çözemediğim ipuçları bir araya geliyordu. Hepsi de Watson’ı işaret ediyordu. Nasıl bu kadar aptal olabilmiştim? Nasıl bu kadar ‘kör’ olabilmiştim? “Arsa,” dedim. “Muayenehane. Megan. Alopesi Areata. Artık anlıyorum Watson. Artık biliyorum.” Buruk bir gülümseme yerleşti suratına. “Biraz geç kaldın büyük dedektif. Katili başkasından öğrendin. Vakayı çözemedin.” Her şeye rağmen böyle sakin sakin konuşmamızı Paul Williams ve Maggie G. Slam hayret dolu gözlerle izliyorlardı. “Bir bahse girmiştik seninle,” dedim. “Paul’ün katil olmadığını düşünüyordum. Sense cevabı bildiğin halde aksini iddia ediyordun. Ama bahis bahistir. Evimin oradaki Fransız restoranına gideceğiz. Bana ısmarladığın yemek sırasında her şeyi anlatacaksın Watson. Her şeyi.” Williams ve Slam’e başımla veda ettim. Bir şeyler diyecek oldular ama gözlerimle susturdum onları. Watson önde ben arkada, beraberce dışarı çıktık ve yola koyulduk. Restorana ulaştığımızda, oturup siparişimizi verdik. “Seni dinliyorum,” dedim. Ve Watson hikâyesine başladı…

*

*

*

Bir doktorun ya da akrabasının; ‘hastalık’ diye anılan, sayısız insanın hayatını zehir eden, olmaz olası illetle boğuşması ne ironik, değil mi? Ben bunu yaptım. Eşimin hastalığıyla boğuştum. Öyle bir boğuşmaydı ki bu, tanımadığım hatta kimi zaman adını bile bilmediğim pek çok insanın ölümüne yol açtı. Efsane hafiye Sherlock Holmes’le beraber uzun yıllar katilleri yakalayan, hak ettikleri cezaların verilmesini sağlayan ben, Doktor John Watson, bir katile, aşağılık bir suçluya dönüştüm. Peki pişman mıyım? Bilmiyorum. Olmalı mıyım? Eh, anlattıklarımı okuduktan sonra buna siz karar vereceksiniz. Alopesi Areata. Saçkıran. Buydu eşim Megan’a musallat olan hastalık. Aslında ölümcül bile değildi; ama yaşamımızı bir karabasana çeviren olaylar silsilesinin başlangıcıydı. Yeni işi toplantıdan toplantıya koşan bir işadamının asistanlığı olan Megan, saçları tutam tutam dökülüp de biçimsiz bir hal alınca, işinden oldu. ‘Gösteriş ve görsellik bizim için önemli Bay Watson, üzgünüm,’ demişti patronu. Durum bununla da sınırlı kalmadı: Hastalık önce alopesi totalis evresine geçti (yani Megan’ın saçları tamamıyla döküldü), sonra da en beter evreye, Alopesi Universalis’e ulaştı. Bu, vücuttaki kılların hepten

76



dökülmesi demekti… Belki dışarıdan bakıldığında hafif bir hastalık gibi görünüyor, ama sebep olduğu sosyal ve psikolojik sorunlar Megan’ı boğucu bir bunalıma sürükledi. Bir türlü yeni iş bulamıyor, her yeni başarısızlığında eve daha çok kapanıyordu. Bir süre sonra, doğru dürüst yemek bile yiyemez hale geldi. Ben çalışmadığım için evi çekip çevirebiliyordum: Temizliği, alışverişi, yemeği hallediyor; Megan’ı neşelendirmeye ve hayata yeniden adapte etmeye çalışıyor; ona umut aşılamak için elimden geleni ardıma koymuyordum. Ama işe yaradığı söylenemezdi. ‘Her ihtimale karşı’ diye sık sık oynadığım piyango tutup da elime bir miktar para geçince, uzun süredir aklımda dönüp duran ama yeterli paramız olmadığı için uygulayamadığım fikre dört elle sarıldım: Bir muayenehane açmak. Bir taşla iki kuş vuracaktım böylece: Hem maddi sıkıntımızı giderecek, hem de Megan’ı açtığım muayenehanede çalıştırıp hayata yeniden tutunmasını sağlayacaktım. Biraz uzun soluklu bir plan gibi görünüyor, biliyorum, ama elimde bundan başka hiçbir çözüm yoktu. Bir nevi son umudumdu. İşler hiç de beklediğim gibi olmadı ama. Ne zaman bir mekânı gözüm tutsa ve almak istesem, bir başkası çıkıyor ve benden daha fazla para ödeyerek orayı elde ediyordu. Ev değiştiremeyeceğime göre, gidip gelebileceğim kadar yakın bir mesafede olması gerekiyordu muayenehanemin. Ve yaklaşık bir aylık uğraş sonrası, her ihtimal birer birer çürüyünce, bu tanıma uyan tek bir yer kalmıştı. İki odalıydı, yeterince ferah ve geniş olduğu da söylenebilirdi. Üstelik evime epey yakındı. Sahibi, varlıklı bir İngiliz soylusu olan William Grace’ti. Mekân bomboş durduğuna göre, satın almakta zorluk çekmeyeceğimi düşünüyordum. Heyhat, ne kadar da yanılmışım! Malikâneye Bay Grace’le görüşmeye gittiğimde, hiç beklemediğim bir tepkiyle karşılaştım. Adam o mekânı oğlu Oliver Grace’e miras bırakacağını söylüyor, ‘Şimdilik boş da dursa ileride önemli işlevleri olacak, size satamam,’ diyordu. Onu bırakın, kiralamaya bile yanaşmıyordu ve tavırları son derece rahatsız ediciydi. Ne kadar dil dökersem dökeyim, içinde bulunduğum müşkül vaziyeti ne kadar anlatırsam anlatayım, ne yüzündeki aman vermez ifadeyi kaldırıyor ne de kararından dönüyordu. Son çare olarak, evimde bir yemeğe davet ettim onu. Aç gözlülüğünden midir yoksa savunmasız bir anına denk geldiğinden midir bilmem, kabul etti. Oğluyla gelmesini istiyordum (onunla daha tanışmamıştım bile) ama her nedense, “Yalnız geleceğim,” diye tutturdu. Çaresiz, “Tamam,” dedim. O gün yemekte, adamın bana karşı bu sert tavrının sebebini öğrendim. Oğlu Oliver iflah olmaz bir Sherlock Holmes hayranıydı. Gerçi sen bunu biliyorsun Holmes. Oliver’la tanıştın, hatta onu az-çok tanıyacak zamanın oldu. Her neyse… Bu hayranlıktan hoşlanmadığını hatta nefret ettiğini söylüyordu William Grace. Çünkü oğlu şirkette işleri devralmaktansa benim yazdığım en nadide vaka dökümlerini ülke boyu dolaşıp buluyor, okuyor, hatmediyor, zihninden yeni hikâyeler bile uyduruyordu. Hatta en sonunda işi, arkadaşlarını toplayıp aynı bizim gibi hafiyeliğe soyunmaya kadar vardırdığını öğrendim. Grace İnşaat Şirketi’nde babasının boşalan koltuğuna yani patron mevkiine geçip de işleri ele almak, en az istediği şeydi. Hiç kimse ve hiçbir şey onu ikna edemiyordu. William Grace de pek çok baba gibi, bu durumu değiştirmek için elinden geleni yapıyor; oğlunu Sherlock Holmes sevdasından ve diğer ‘boş meşgalelerden’ kurtarmaya çaba gösteriyordu. Bay Grace’e o yemek boyunca, karımın da yardımıyla, aydınlatıcı bir nutuk attım. Kimi zaman oğullarımızın bize benzemeyebileceğini, bizim yaptıklarımızı yapmak istemeyebileceklerini, belki de kendi hedeflerinin peşinden gitmelerine izin vermenin en iyisi olacağını söyledim. Ne var ki, adam aydınlanmak şöyle dursun, öfkeden küplere binip evi terk etti. Giderken, baştan beri yüzüne bile bakmadığı, bir geçmiş olsunu bile çok gördüğü Megan’ın saçıyla ve hastalığıyla ilgili çirkin bir espri de yaptı. Zaten alttan alta bu adamın saçmalıklarından ve bana karşı tutumundan bıkmış, tabiri ca-

78


izse boğulmuştum. Karımla ilgili söyledikleri bardağı taşıran son damla oldu. Kendimi kaybettim; neredeyse hemen oracıkta üzerine saldıracaktım. Ama dişimi sıktım, hâkimiyetimi yitirmedim. Ve William Grace o burnu havada tavırlarıyla evine, huzurlu zannettiği yuvasına döndü. Madem bu kadar pis bir insansın, madem başkalarını zerre umursamıyorsun, madem karımın saçsız olması seni güldürüyor, diye düşündüm, o zaman hem hayatına hem saçlarına veda edeceksin Bay Grace… Ve o gece ilk cinayetimi işledim. Kurbanı boğmayı tercih etmiştim çünkü yıllarca insanların kanamalarını durdurmuşken şimdi onları kanatmak benim için zor olacaktı. Zaten ağır bir işi daha da ağırlaştırmaya lüzum yoktu. İz bırakmak gibi bir kaygım olmadı çünkü seninle katil yakalaya yakalaya, zayıf noktalarını ister istemez tespit etmiştim Holmes. Senin bulabileceğin her türlü izi itinayla temizledim. Cinayet işleme kararını o kadar çabuk vermiştim ki. Ve o kadar süratli uygulamıştım ki… Daha önceleri hep, nasıl yapabiliyorlar, diye merak eder fakat işin içinden çıkamazdım. Nasıl soğukkanlılıkla bir insanın canına kıyabiliyorlar? Ama işte bu kadar basitti. Ve beklediğim gibi vicdan azabı da çekmemiştim. Pişman bile değildim. Evet, belki Oliver Grace babasının ölümüne üzülecekti; ama hayallerinin peşinden gitmekte, her ne istiyorsa onu yapmakta özgürdü artık. Üstelik ona miras kalan mekânı da satın alabileceğimi düşünüyordum. Hem, oğlundan başka William Grace’in yasını tutacak pek kimsenin olduğunu sanmam. İşçilerine de bana olduğu gibi kötü davrandığından, sert ve aşağılayıcı bir patron olduğundan eminim. Bilirsin Holmes; seninle yarışamasam bile, ben de insan sarrafıyımdır. Belki senin kadar sık tahminlerde bulunmam, ama bulunduğumda da doğru çıkması muhtemeldir. Uzun lafın kısası: Bir adam öldürdüm ve evime dönüp huzurlu bir uyku çektim… Burada devreye sen giriyorsun Holmes. Her nasılsa bir kez daha tesadüflerin odağı olmayı ve belaya bulaşmayı başardın. Birmingham’dan dönerken, babasını öldürdüğüm Oliver Grace’le karşılaştın, hatta kendine itiraf edemesen de bu hevesli genci sevdin. Sonra malikâneye gidip eserimi gördün: William Grace’in cesedini… Elbette ‘son bir vaka’ya dört elle sarılacaktın. Ve elbette, çaldığın ilk kapı benimki olacaktı. Şimdi bu kadar kendimden emin konuştuğuma bakma. William Grace’in öldürüldüğünü ve senin de bu vakayı araştırmaya niyetli olduğunu duyurmak için evime ilk geldiğinde, hayrete düştüm. Senin bile bulamayacağın izleri hiçbir polis tespit edemeyeceğinden, yakayı yırttığımı düşünüyordum. Ama sen, cinayeti araştırarak katile yani bana ulaşmak niyetindeydin. Buna izin veremezdim. Üstelik yaramı da deşmiştin. “Korkuyorsun herhalde. Neyse, sensiz de yapabilirim,” demiştin. Yıllarca, her vakada, alttan alta beni ve zekâmı küçümsediğini hissederdim. Zaman zaman bu konuyu tartıştığımız bile olmuştu. Sen altından girer üstünden çıkar, şüphelerimi giderirdin. Ama şimdi, beni yakalamak yani seninle beraber vakayı araştırmamı sağlamak için önüme ‘korkaklık’ ve ‘yetersizlik’ yemlerini atınca, “Öyle olsun bakalım,” dedim kendi kendime. “Ayak işlerinde kullandığın yetersiz ortağının seni bile alt edebileceğini göreceksin.” Verdiğim en zor karar buydu işte. Seninle beraber olayı araştırıyor gibi görünecek ama önüne engeller koyacaktım. Ve gerekirse… elimi tekrar kana bulayacaktım. Bunu yapmaktan nefret edecektim, kendimden de tiksinecektim; ama hapse girip eşimi başıboş bırakmaya niyetim yoktu. Hayatımı demir parmaklıklar ardında geçirmek de istemiyordum tabii. Ve aramızdaki kıyasıya mücadele başladı. Hep bir adım öndeydim. Sen katilin yanı başında olduğundan habersizdin; çünkü bana karşı tüm kalkanlarını indiriyordun. Her bulgunu, her fikrini ilk benimle paylaşıyordun. Bu benim en büyük avantajımdı. Ve hakkıyla yararlanmayı başardım. Bu süreçte neleri fark edemediğini birer birer anlatacağım Holmes. İlk olarak, Oliver Grace’i nasıl öldürdüğümü açığa kavuşturayım. Babasının öldüğünü görüp vakayı üstlenince, Oliver’la Baker Sokağı 221B’de buluşmak üzere sözleşmiştin. Evime gelip beni


ikna ettiğinde ise buluşmaya iki saat kalmıştı; yani vakit boldu. “Önce bir yemek yiyip Baker Sokağı’na geçelim,” dedin ama işime gelmiyordu bu. Gerekli ayarlamaları yapmam için o süre değerliydi. Megan’ı bahane ederek evde kaldım. Öncelikle Oliver Grace’e ulaştım. Babası öldüğü halde, bize olan hayranlığı bakiydi. Sesimi duymak onu heveslendirdi. Övgüler yağdırıp durdu. Benimse derdim başkaydı: Hemen Baker Sokağı’na gelmesi gerektiğini, buluşmanın erkene alındığını söyledim. Nedenini merak etti, ama sabretmesini, Holmes’ün de orada olacağını ve gerekli açıklamaları yapacağını söyledim. “Hay hay,” dedi. İkimiz de yola çıktık; ikimizin de hedefi Baker Sokağı’ydı. Amaçlarımız ve duygularımız ise büsbütün farklıydı. Onu bilemiyorum; ama ben korkuyordum, tedirgindim, çünkü birini daha öldürmek zorundaydım… Yıllardır değişmeyen kilit sayesinde, yedek anahtarımla 221B’ye girdim. Oliver kapıyı çaldığında açtım. Selamlaştık. Bana yine övgüler yağdırdı. Yazdığım vaka dökümlerine bayıldığını söyledi. Hatta bir-iki tanesini yanında getirmişti; imzalattı. Hayranlığının ne kadar büyük olduğunu görmüş oldum. Babasının ölümünden bile daha güçlü bir hayranlıktı bu. Yani William Grace’i öldürdüğüm için pişman olmamı gerektiren sebepler azalıyordu. Ama Oliver’ı öldürmek sahiden zor olacaktı; bu kez vicdanım da sızlayacaktı. O kadar kalpsiz değildim. Fakat her şeyi boş vermiştim artık. Önemli olan seni alt etmekti Holmes. Önemli olan tek şey, sana karşı zafer elde etmekti. Yukarı çıkıp oturduk. “Holmes hemen gelecek,” dedim ve odadan çıktım. Gerekli alet edevatı alarak geri döndüm. Ve onu öldürdüm… Oliver Grace’in canını aldım. Bu kez vicdanım sızladı, bu kez pişman oldum. Ama yine de, vazgeçmek niyetinde değildim. Girdiğim bu yolda kalacaktım. Adımlarımı atmayı sürdürecek, hatta gerekirse bu adımları hızlandıracaktım. Aynı William Grace cinayetindeki gibi özenli davranarak (bunun özen gösterecek kadar zamana sahip olacağım son cinayet olduğundan bihaberdim tabii), bıraktığım her türlü izi temizledim ve yetişmek için koşa koşa restorana geldim. Oliver’ı öldürmüşken 221B’nin kapısında seni beklemek istemiyordum. Restorana nefes nefese vardım. Eşim uyuduğunda vaktin geç olduğunu fark ettiğimi, dolayısıyla yetişmek için koştuğumu söyledim. İnandın tabii. Şüphelenmeni gerektiren hiçbir sebep yoktu çünkü. Baker Sokağı’nda eve ilk ben girdim ve cesedi kendim bulmuş gibi yaptım. Bir tür ‘ters şüphe denklemi’… Evet, ilk cinayetle ilgili her şey aydınlandı sanırım. İkinci cinayetin perde arkasına da bir göz atalım. Yine bir buluşma söz konusuydu. Sayemde baş şüphelimiz haline gelen kâhya Bob’un kuzeni Roger Richards, eğer akşam gelirsek onu bizimle konuşturacağını söylüyordu. Bu kez beni salan bizzat sen oldun Holmes. Scotland Yard’a gidip Paul Williams’ı çağırmamı ve akşam 8’de Roger Richards’ın evinde olmamızı istedin. Bu, Williams’ı almadan önce yeterince vaktim olacağını gösteriyordu. Ama olaylar pek de düşündüğüm gibi gelişmedi. Bob’u bulmakta zorlandım ve alet edevatım da yetersizdi. Nihayet sokak ortasında ona rastladığımda (saat 7’ye geliyordu, anlaşılan eve erken gidecekti) harekete geçtim. Issız bir sokaktı, bundan da yararlanıp hızlıca Bob’u öldürdüm; daha doğrusu öldürdüğümü sandım. Onu boğduğumda bayılmıştı, nabzı da atmıyor gibiydi. Yanılmışım. İz bırakmamayı yine başarmıştım ama Bob’un eve gelip sana ipucu verecek kadar ömrü kaldı. “Al…” demişti. “Alopesi areata,” demek istiyordu. Ama sen çözemedin. Sonradan bu ipucunu aklına bile getirmedin. Hâlbuki her şeyin çözümü olabilirdi. Alopesi areata’dan haberin olmasına hatta Megan’ın hastalığının bu olduğunu bilmene rağmen, başarısız oldun… Peki kâhya Robert Richards ya da sık sık andığımız şekliyle Bob, karımın hastalığını nereden biliyordu? Cevap basit. William Grace, oğlunun haberi olmasın ve dikkati çelinmesin diye; ben ne zaman eve gelsem Bob’u uzaklaştırmıştı. Bu da zeki kâhyanın merakını cezp etti tabii. Kapıyı dinle-

80


yerek, aramızda geçen konuşmanın bir kısmına kulak misafiri oldu. Bir arsa meselesi olduğunu ve satın almak için talip olan kimsenin Alopesi Areata denen hastalıkla ilgisi olduğunu öğrenebildi. Ama doğal olarak sesimi tanımıyordu: Söz konusu şahsın Doktor Watson olduğu anlayamadı. Yine de neredeyse başımı yakacaktı. Hata benim. Robert Richards’ı gözden kaçırdım. Hiçbir şey bilmediğini zannettim. Şüpheleri onun üzerine çekecek kadar da aptaldım. Bu yüzden sonum gelecekti neredeyse. Mağlup olacaktım. Zafer değil yenilgi elde edecektim. Ama bir hata da sen yaptın Holmes. Böylece sorunum çözülüverdi. Sırada Paul Williams meselesi var. En teferruatlısı da bu. Şüpheleri Williams’a çekmek için, katilin o olabileceğine dair bir varsayım ortaya attım ve bahse girme numarasıyla seni heveslendirdim. Kaybeden, evinin arka sokağındaki Fransız restoranında güzel bir yemek ısmarlayacaktı, biliyorsun. Ve şimdi buradayız. Her şeyin açığa çıktığı mekân bizzat o Fransız restoranı oluyor. İronik… Şimdi Williams’ın neler yaptığını anlatacağım. Onu kaçırdığımda, sorgulama fırsatım da oldu ve her şeyi öğrendim çünkü. Zeki adamdı doğrusu. Senin yapamadığını yaptı: Doğru bulgulara erişerek katil olduğumu anladı. Evet Holmes, yüzündeki o muzaffer gülümsemeyle, yine de mağlup olduğumu söylemeye çalışıyorsun. Ve haklısın. Ama unutma: Benim amacım, seni yenmekti. Yendim de. Beni ele veren Williams oldu. Varsın öyle olsun. Yaptığı en akıllıca şey, ne senin ne de benim aklıma gelen bir faktörü devreye sokmak oldu: Bob’un ölümünden sonra kuzeni Roger’la tekrar konuşmak. İkimiz de Roger’ın hiçbir şeyden haberi olmadığını zannediyorduk ve büyük ölçüde haklıydık. Ama Bob’un tuttuğu günlük, her şeyi değiştirdi ve işleri benim için karmakarışık bir hale soktu. Williams, Roger’dan günlüğü aldı (neden daha evvel polise vermediğini bilmiyorum; muhtemelen ölüye saygısızlık olmasın diye), evine gidip okudu ve hayretlerden hayretlere sürüklendi. Artık katilin Doktor Watson olduğunu biliyordu. Gözlerine inanmak istememişti, defalarca okumuştu (bunların hepsini bana anlattı), ama sonunda kaçınılmaz olanı kabullenmek zorunda kalmıştı. Biz o sırada Williams’ın eski eşiyle görüşüyorduk. Eve döndüğümüzde yardımcın Grace ilginç bir haber verdi: Bir adam gelip, karımın hasta olduğunu, hemen eve gitmem gerektiğini söylemişti. Bu yemi yuttum: Süratle eve koştum. Ama Megan, onu bıraktığımda nasılsa şimdi de öyleydi. Eve gelip durumunun kötüleştiğini iddia eden adam, Williams’ın ta kendisiydi. Seninle görüştüğü sırada beni oyalamak istemişti. (Sonradan, Grace’e sana verilmek üzere bir telgraf da teslim ettiğini öğrenince, bu şüphemin doğruluğunu tescil ettim.) Williams’ı orada bulmayı umarak evine gittim ama yoktu. Son bir umut Scotland Yard’ı denedim ve tam dış kapıdan çıkarken yakaladım Williams’ı. Şehir dışında yaşayan anne-babasını ve eski karısını öldürmekle tehdit ettim onu. Sana hiçbir şey ama hiçbir şey söylememeliydi… Çaresiz, kabul etti. Seninle konuşurken daha doğrusu konuşamazken çok tedirgindi; sonunda da çekip gitti. Ama dertlerim bununla bitmedi. Williams evine döndü ve bir saat kadar sonra elinde bir zarfla çıktı. Korkuyla etrafına bakınıyordu. Ben hemen üzerine çullandım ve zarfı alıp kontrol ettim. Her şeyi açıklayan bir mektup vardı içinde. Mektubu imha ettim. Williams’ı ise kaçırmaktan başka çarem kalmamıştı. Sabah seninle beraber Scotland Yard’a gelerek, kaybolduğundan ilk kez haberim oluyor gibi yaptım. Sen hemen Baker Sokağı Çetesi’ni soktun devreye. Bunu yapmasaydın Wiggins şimdi yaşıyor olacaktı; muhtemelen ben de hâlâ ‘kayıtsız şartsız zafer’ konumunda olacaktım. Williams’ı arama konusunda bana ihtiyaç olmadığını, eşimle ilgilenmemi söyledin. Canıma minnetti, ama eve gitmektense Williams’ın yanına koştum elbette. Kollarını, bacaklarını ve gövdesini çevreleyen halatı ve ağzındaki bağı çıkarmaya çalışıyor ama başaramıyordu. İtiraf etmem


lazım: Adamın gözlerindeki kin ve öfke beni ürkütüyordu. Tanınmamak için siyah giyinip kukuleta taktım. Sokakta tuhaf bir görüntü oluşturuyordu bu, evet, ama Williams bir idam mahkûmu, bense bir cellât gibi göründüğümden, herhangi bir tehlikeye rast gelmedim. Williams’ı, geçici olarak tuttuğum depodan, bu saatlerde boşaldığını tahmin ettiğim Botanik Bahçesi’ne taşıdım. Oradayken birinin bizi bulabileceğini zannetmiyordum. Ama yanılmışım. Senin Wiggins, nasıl yaptıysa (belki de sokakta bizi görmüş ve takip etmiştir) bahçeye geldi; hatta tam olarak bulunduğumuz noktaya erişmeyi başardı. Aramızda kıyasıya bir dövüş geçti. Kuvvetim değilse de tecrübem sayesinde Wiggins’i alt etmeyi başardım. Onu da esir alıp bağladım ama çok az halatım olduğundan, hareket kabiliyetini yeterince kısıtlayamamıştım. Bu yüzden, siz Thames Nehri çevresinde aramanızı gerçekleştirirken, Wiggins bana hiç çaktırmadan düğümü çözmeyi başardı. Bıçağı kaptığım gibi üzerine atladım ve rastgele sapladım. Bu sırada cebine bir İrlanda flaması koymuştum. Tam o anda suratıma bir tekme geçirdi; kendimi yerde buldum. Kalktığımda Wiggins gözden kaybolmuştu. Yerde kan izleri vardı ama takip edemezdim. Paul orada dururken Wiggins’in peşinden gitmek gibi bir şansım yoktu. Williams’ı bahçenin biraz daha uzak kısmına taşıdım. Ama o sırada sen, Wiggins’ten aldığın küçük ve basit ipucu sayesinde bahçeye girmek üzereydin. Girdiğinde, Williams ağzındaki bağı tükürdü ve bağırmaya başladı. Sen onun dayak yediğini düşünmüştün ama bağırıp duran Williams’ı susturmaya çalışmaktan başka bir şey yapmıyordum. Bizi buldun Holmes. Dibimize kadar sokuldun. Bıçağı Williams’a saplayıp kaçacak kadar vaktim kalmıştı. Öldüremediğim ilk kurbanım da o oldu. Dört kişinin canını almıştım: Roger ve Wiggins, biraz geç de olsa ölüme kavuşmuşlardı. Ama Williams sağ kaldı ve her şeyi mahvetti. Bahçeden kaçtıktan sonra nefes nefese eve vardım. Megan’a görünmeden kendimi banyoya attım ve hızlı bir duş alıp giyindim. O sırada kapı çaldı: Sendin Holmes. Sakin ve huzurlu bir tavırla, bir saat evvel birini öldürüp bir diğerini komaya sokan ben değilmişim gibi, anlattıklarını dinledim. “Wiggins öldü, Paul ise hastanede…” diye başladın ve her şeyi kendi gözünden aktardın bana. Benim açımdan tek yeni haber, Williams’ın sağ kalmasıydı. Bu, kötü tarafıydı. Komada oluşu ve durumunun ağırlığı ise iyi tarafı… Hastaneye gidip Paul’ün başında nöbet beklememiz gerektiğini söyledin ama ben, eşimin durumuyla ilgili duygu sömürüsü yaparak, sabaha kadar gelemeyeceğimi belirttim. Hem Williams’ın komadan çıkmayacağını düşünüyordum, hem de eğer çıkarsa kaçma şansı elde etmek için, mümkün olduğunca uzak durmaya çabalıyordum. Eninde sonunda hastaneye gidecektim tabii, ama erteleyip zaman kazanmam lazımdı. Evden çıkmadan önce, kapalı alan korkusu olan John Frank Mitchell’ın asistanı Maggie G. Slam hakkındaki şüphenden bahsettin. Wiggins, yanında bir İrlanda flamasıyla ölmüştü. İçten içe huzura kavuştum. Flamayı Wiggins’in üzerine yerleştiren bendim. Şüpheleri bir başkasına çekmeyi istemiş ve başarmıştım. Durum bununla da sınırlı kalmadı: Benden Maggie G. Slam’i araştırmamı istedin. Eh, dört elle sarıldım bu işe. Şüpheyi Slam’e yöneltmek için kafamdan bir hikâye uydurdum. Yok ateistmiş de, babası korsanlar tarafından öldürülmüş de, İrlanda göçmeni ve milliyetçisiymiş de, örgüt kurmaya hazırlanıyormuş da… Bu alakasız bilgilerden, onun katil olabileceği neticesine ulaşacağından emindim Holmes. Öyle de oldu. Ama hesaba katmadığım, Maggie G. Slam’in bizzat hastanede bulunması ihtimaliydi. Takdir edersin ki, aklımın ucundan bile geçmemişti. Slam tüm bunları yalanlayıp gerçek hikâyeyi anlattı. Bense bilgiyi kadının yaşadığı semtteki bir veletten para karşılığı aldığım yalanını uydurdum. Şüphelenmediniz. Hikâyemin ‘güzel’ kısmı, Paul Williams’ın uyandığı dakika bitiyor Holmes. Bildiğin gibi, sana kahve getirmek için odadan çıktım; döndüğümde Williams katili açıklıyordu.

82



“Watson,” diyordu. “Katil can dostunuz ve ortağınız Doktor Watson.”

*

*

*

Son lokmamı da yuttum. Watson dakik bir anlatıcıydı. Öyküsünü; ben yemeğimi bitirmeden ne önce ne de sonra noktalamıştı. Tam vaktinde. “Sözde bu vakayı anlatan bendim,” diye mırıldandım, “ama damgayı vuran yine sen oldun Watson. Asıl hikâye sende gizliydi. Benimki buzdağının görünen kısmıydı yalnızca.” Cevap vermedi. Hem buruk hem kendinden emin bakışları, yüzüme yönelmişti. “Seni polise teslim edeceğim Watson. Hislerimin bu işe karışmasına izin veremem. Pek çok masum insanın canını aldın ve sırf onlara olan borcum nedeniyle, asılmana izin vermeliyim. Sen de kefaret için bunu kabullenmek, ölüme kucak açmak zorundasın.” Hesabı ödeyip, çıktık. Sokakta, soğuk rüzgârın altında yürürken, “Ölümden korkmuyorum,” dedi. “Çünkü Megan’a iyi bakacağını biliyorum Holmes. Onun anılarındaki John Watson’ı lekelemeyeceğini biliyorum.” Başımla onayladım. “Bana güvenebilirsin.”

*

*

*

İdam ipi sallanıyor. Suçlu, ölümü bekliyor. Azrail’e teslim ettiği üç kurban gibi boğularak veda edecek bu hayata. Bense izliyorum. Dostum, ortağım, Doktor Watson’ın ölümünü izliyorum. Uzun, çok uzun süre sonra ilk kez, gözlerimden birkaç damla yaş dökülüyor. “Her şeye rağmen zafer kazandığını düşünüyorsun,” diye mırıldanıyorum. “Ama ölüm seni mağlup etti Watson.” SON

Yazan: Ozancan DEMİRIŞIK Olay Örgüsü: Onur BAYRAKÇEKEN ve Ozancan DEMİRIŞIK www.buzuldunya.com İllüstrasyon: Mehmet SEVİNÇ http://mehmetsevinc.deviantart.com

84


GUY RİTCHIE’DEN “SHERLOCK HOLMES” “Lock, Stock and Two Smoking Barrels” ve “Snatch” gibi birbirinden leziz filmler çekmiş olmasına rağmen, Guy Ritchie beyazperdenin altın çocuklarından değildir. Sık sık benzetildiği Quentin Tarantino gibi, filmlerini heyecanla bekleyen büyük bir kitle yoktur. Ya da ‘kalmamıştır’ demek daha doğru. Aşk yaşadığı Madonna’yı oynatmak ve içine ‘kalite’ yerleştirmeyi unutmak gibi büyük hatalar yaptığı Swept Away yüzünden her türlü seyirciyi kendinden soğutunca, ne eli yüzü düzgün bir film olan Revolver, ne de ilk iki filmindeki tarzına döndüğü Rock’n Rolla, Ritchie’nin kariyerini kurtarabilmiştir. Anlayacağınız, ‘Bir bakalım, bu sefer bize o eski keyfi yaşatır belki’ denen yönetmenlerden biri haline gelmiştir. Ama her şeye rağmen, onun bir Sherlock Holmes filmi çekeceğini duyup da meraklanmamak mümkün değildir. Sherlock Holmes benim için özel bir roman karakteri sayılmazdı. Ta ki Onur Bayrakçeken adlı, Holmes tutkunu dostum, bu karakteri konu alan bir dizi öykü yazmamızı önerene kadar. Gayet ilginç, sürpriz dolu bir fikirle kapımı çalınca hayır diyemedim ve beş bölüm süren macera başladı. (Gölge Dergi’nin 25-29. sayılarını kapsayan bir macera.) Bu süreç neticesinde, Sherlock (evet, ar-


tık ilk adıyla hitap ediyorum) benim için özel bir karakter haline geldi: Bununla beraber Sherlock Holmes filmi de, eskiden olsa daha mesafeli bakacağım, şimdiyse duygusal yaklaştığım bir eser haline… Ritchie’nin Sherlock Holmes’ünün fragmanları bende şu izlenimi uyandırmıştı: İnsanı sıkmayan ve bolca eğlendiren, ama Holmes’ün zekâsındansa dövüş sanatlarına merakının yansıtıldığı, vurdu-kırdıyla başlayıp vurdu-kırdıyla biten, polisiyeden tümüyle uzak bir film geliyor.

Sinemaya gidip o kızıl (veya duruma göre siyah, mavi, yeşil, her ne renkse) koltuklara oturana kadar da böyle düşünüyordum. Ama sevinerek söylüyorum ki, Guy Ritchie beni şaşırttı. İlk sahneden son sahneye kadar Sherlock Holmes ruhuna sadık kalarak, geç de olsa sadık bir Sherlock Holmes hayranı haline gelen birini, yani beni koltuktan memnun kaldırmayı başardı. Evet, bu filmde bol kepçeden aksiyon var. Hiçbir Sherlock Holmes hikâyesinde bu kadar aksiyonu, hatta çeyreğini bile göremezsiniz. Holmes öyküleri, keskin bir zekânın tüm engelleri nasıl birer birer aştığını anlatır. Ve aynı konsepti kullanarak her öyküde okuyucuyu şaşırtmayı, keyiflendirmeyi başarır. Ama kaynak aldığı eserlere ve karaktere rağmen, bir Sherlock Holmes filminde bunun olmasını bekleyemeyiz: Çoğu kişi anlamamakta ısrar etse de, sinemayla edebiyat birbirlerinden tamamen farklı sanatlardır. Modern edebiyatta direkt sinemaya aktarılıp gayet akıcı ve etkileyici olabilecek romanlar var mıdır? Vardır. Ama bunlar bile azınlıktır. 1900’lerdeki edebiyatı ise doğrudan sinemaya aktarmak zordur, neredeyse imkânsızdır. İnanmıyorsanız, Sherlock Holmes’ün pek çok başarısız uyarlamasını izleyebilirsiniz. Aralarından pek azı ‘sinema filmi’dir. Guy Ritchie neyi başarıyor? Sherlock Holmes’ü ve çevresindeki karakterleri kullanarak bir ‘sinema filmi’ yaratmayı. İçine aksiyon da koyuyor, mizah da koyuyor, güzel kadınlar da koyuyor, karizmatik kötü adamlar da koyuyor, büyü de koyuyor; ama bir noktayı ıskalamıyor: Bu bir Sherlock Holmes filmi. Zekice planlar ve heyecan verici sürprizler olmadan, Holmes’ün tümdengelim

86


yöntemini baskın bir öğe olarak kullanmadan, iyi bir Sherlock Holmes filmi çekilemez. Bunu bilen Guy Ritchie, Holmes’ün düşmanına atacağı dayağı her hamlesine dek planladığı ve sonuçları bütün ayrıntılarıyla bildiği o açılış sahnesiyle, ilk oltayı atıyor seyircilere. Irene Adler’lı kılık değiştirme sahnesiyle ikinci olta geliyor. Ama bunlarla da sınırlı kalmıyor. Filmin belirli noktalarında, olay örgüsünde köşe taşı denebilecek sürprizlerle, bir Sherlock Holmes filminde olduğumuzu, bunun bir aksiyon filmi olduğu kadar polisiye bir film de olduğunu hatırlatıyor. Kimi seyirciler hoşlanmasa da, ikinci filme köprü olan ‘gizemli düşman’ öğesi (kimliğini söylemiyorum, ‘spoylır’ olmasın) benim hoşuma gitti. Seyirciye gerekeni veren bir ‘hazırlık’ süreci bu: İkinci bir Sherlock Holmes filmi çekilecek ve ilkinden daha heyecan verici, daha keyifli bir seyirlik sunulacak.


Filmle ilgili en ciddi eleştirilerden biri, Watson’ın bambaşka bir karakter olarak sunulması. Evet, haklılar: ‘Edebi’ Doktor Watson ile ‘sinemasal’ Doktor Watson arasında dağlar kadar fark var. Ama merak ediyorum: Bu eleştiriyi yapanlar, edebi Watson’ın ‘gerçek’ işlevinin farkında değil mi? Ben farkındayım: Doktor Watson karakteri, Holmes’ün sırlarını açık etmeden öyküyü anlatabilmek için ‘aracı’ bir karakter olarak Conan Doyle tarafından yaratıldı. Olay örgüsünde önemli yer tutmaz. Çözüme giden adımları o atmaz; takip eder. Holmes’e arada sırada bazı fikirler verir, olayı onunla araştırır ve nadiren de vakanın ilk kıvılcımları atılırken kurbanla bir ilgisi olur. Watson’ı seviyoruz, ama silik bir karakter olduğunu da kabul etmek zorundayız. Bir sinema filminde onu böyle yansıtamazsınız. Yedinci sanatın dinamiklerine ters düşer. Guy Ritchie için, Holmes ve Watson’ı sık sık didişen ama birbirlerine sadık, gayet zeki (hem de komik) sıkı dostlar olarak sunmak bulunmaz bir fırsat. Yönetmenin çoğu filmi, iki ya da daha fazla dostun kendi başlarına açtıkları belalardan kurtulma mücadelelerini mizahi bir dille anlatır. Bu yönden ve yönetmenliğindeki klasik bazı noktalar sayesinde, Ritchie’nin Sherlock Holmes’a kendinden bir şeyler kattığı (senaristlerin de yardımıyla elbette) söylenebilir.

Oyunculara gelirsek… Robert Downey Jr., Natural Born Killers’taki o dinamik ve eşsiz performansından beri severek takip ettiğim sağlam bir oyuncu. Sherlock Holmes karakterine cuk oturduğunu, filmi izleyen pek çok insan kabul edecektir. Bu konuda otorite sayılmam ama kullandığı İngiliz aksanının da gayet inandırıcı olduğu kanısındayım. Downey’yi, Iron Man ve Sherlock Holmes başta olmak üzere bir sürü projeyle, beyaz perdede uzun süre beğeniyle seyredeceğiz gibi görünüyor. Jude Law, filmde yansıtılan Watson’a uyan ve işini iyi yapan bir oyuncu. Holmes’ün ‘yaramaz’ kişiliğini sık sık kontrol altına almakla uğraşan, ama yeri geldiğinde onun kadar muzipleşebilen bir yardımcı karakter olduğuna bizi inandırabiliyor. Yani kendinden bekleneni yapıyor. Irene Adler rolündeki Rachel McAdams hakkında ne diyeceğimi bilemiyorum. O kadar güzel bir kadın ki, göründüğü her sahnede, en iddiasız haliyle bile ekrana kilitleniyorsunuz. Ne var ki, bu rol için fazla Amerikalı ve fazla naif kaçtığını söylemeden edemeyeceğim. Daha saf, daha masum

88


bir karakteri canlandırsa cuk otururdu: Ama Adler gibi güçlü ve suçlu bir kadını canlandırdığına göre daha sert gözükmesi gerekirdi ve o sevimli ses tonuyla, o ‘hanım hanımcık’ suratla bunu başarması zaten zor. Kötü adam Lord Blackwood olarak Mark Strong’un fazla klişe durduğu kanısındayım. Gerçi klişe kötü adam kalıplarına göre hareket eden bir Blackwood’u, ne yapıp da özgün bir karaktere dönüştürebilirdi bilmiyorum. Strong’un oyunculuğu konusunda biraz nötr kalacağım, ama şunu söylemem size bir fikir verecektir: Oyunculuktan mıdır senaryodaki rolünden midir bilmem, filmden sonra aklınızda zerre yer edecek bir rol değil. Ve Lestrade… Filmde beni en şaşırtan ve memnun eden şeylerden biri, Dedektif Lestrade rolündeki Eddie Marsan’dı. Senaryoda kısa bir yer teşkil ettiği halde Lestrade’ı bu kadar parlatabilmek her babayiğidin harcı değil. Oyuncu seçimi için Guy Ritchie’nin ve harika performansı için Marsan’ın elini sıkmak gerek. Aklınızda şöyle bir sorunun yankılandığını işitebiliyorum: Peki bu filmin zayıf yanları yok mu? Var elbette, hiçbir film hatta hiçbir sanat eseri kusursuz değildir. Sherlock Holmes’ün zayıf yönlerinden en göze çarpanı, bazı sahnelerde ciddi anlamda düşen tempo ve birbirine gergin değil gevşek iplerle örülü kurgusu. Yani birtakım senaryo sorunları da mevcut, ama izlerken can sıkacak ölçüde olduklarını düşünmüyorum. Zaten bir filmi beğendiyseniz ve o iki saat boyunca sürüklenip gittiyseniz, ister istemez bazı hataları gözden kaçırıyorsunuz. Galiba söylenmesi gereken pek çok şeyi söyledim. Gerisi seyircinin kendi fikirlerine kalmış. Şöyle bir kapanış yapayım: Sağlam oyunculuklarla bezeli, keyifli ve zekice bir aksiyon-polisiye izlemek isterseniz, koşa koşa gidin. Ama eğer ‘Sherlock Holmes öykülerinden en ufak bir sapma olmasını bile kabullenemem’ diyen bağnaz hayranlardansanız, bir adım geride durabilirsiniz. Ozancan DEMİRIŞIK


ERTESİ GÜN Ertesi gün derse yetişmesi gerektiği için saati 11’e kurmuştu. Ayrıca başını yastığa koyar koymaz uyuyanlardandı maalesef; keşke biz de öyle olabilsek. Alarm çaldığında kalktı ve saate baktı. Saat 3 olmuştu bile. “Kahretsin,” diye bağırdı. Bu son şansıydı ve artık kaçmıştı. Bir dersten daha kalacaktı. Battı balık yan gider hesabı, başını tekrar yastığa koydu. Koyar koymaz tekrar alarm sesini duyup gözlerini açtı. Bu sefer saat 11’di ama çocukluğundan gelen “annebeşdakkadahacılık” onu rahat bırakmıyordu. Göz kapakları ağırlaşıyordu ve artık dayanamıyordu. Kafasını yastığa koyar koymaz alarm sesini duydu. Saat sabahın 9’u olmuştu. “Kahretsin,” dedi ve tekrar yatmaya çalıştı. Çalışır çalışmaz ise… Daha sonra çalar saatin bozuk olduğunu anladı. Saat resmen ters çalışıyordu yahu! Olayın uzay-zaman sürekliliğiyle filan da alakası yoktu. Keşke olsaydı. Hayatında minicik bir aksiyon olurdu. Sürekli geriye giden toplumu ortaçağa ulaşmadan döndürmeye çalışırdı. Belki kahraman ilan edilirdi. Belki tutuklanırdı, bilinmez. İşin daha da garibi, bu düşüncelere dalar dalmaz uyuyakalmasıydı. Uyandığında saatin geriye doğru gittiği bir rüya gördüğünü anladı. Giriş katında kalıyordu. Penceresinin hemen önündeki iki tane Apaçi’nin konuşmasını dinlemek zorunda hissetti kendini. - Abicim, ben tuttum bu karıyı kolundan. Dedim ki, benim hayatıma istediğin zaman girebilirsin ama istediğin zaman çıkamazsın. - He abi, haklısın abi. Karı milleti değil mi işte, hep Amerikan sinemasına özeniyolar. Herkes onlar gibi olmak istiyo kardeşim! - Sonra baktım laga luga yapıyo bana. Dedim evden çıkmayacaksın. Çıktığını görürsem bittin kızım sen, dedim. Kafasını pencereden çıkardığında kendisini ikisinin tam ortasında buldu. - Öyle bir çıkıyorlar ki, siz bile şaşırırsınız. Apaçilerden birisi bir yandan kafasındaki tüyleri düzeltirken, diğer yandan Kamil’in zaten küçücük olan kafasını yukarıdan kavramıştı. - Sen de kim oluyorsun? - Ya abi onu bırak da, gerçekten Türk müymüş bu sizin Kızılderililer? Hem ne işiniz var binlerce kilometre uzakta, benim penceremin önünde. Başka konuşacak yer mi bulamadınız? - Beyaz adam çatal dilli! - Şimdi karıştırma çatal bıçak takımını da bir barış çubuğu ver bakayım. Apaçilerden yaşlı olanı sakinleşmiş gibi duruyordu. Ama paketi evde unutmuştu. Elindekini üç kişi paylaşmaya karar verdiler. Akşam üçü beraber yeni inşa edilen tiyatronun önünde bekliyorlarken saat sabahın 8’iydi daha. Herkes takım elbise giymişti ve herkes gergindi. - Bin atlı akınlarda çocuklar gibi şendi zaten, sonra bir Mehmet amca vardı gemilere takılırdı. Çapayı tutardı vallahi, sonra güverteye tırmanır gibi yapardı ama tırmanmazdı. Öyle iki eliyle asılır, geminin gittiği yere kadar suda sürtüne sürtüne giderdi. - O kıza ne oldu sonra? Sabah anlatıyordun, araya bu hıyar girdi. - O kızı dün rüyamda gördüm. Bisikletimle alıyordum bir kafeden, sonra teker patladı. Yolun kenarında birkaç dakika öpüştük, sonra o karşıya geçti. Otobüse binip gitti. Ben bisikletimle kalakalmıştım. Otobüsün peşinden koşmaya çalıştım ama ayaklarım çıplaktı, yollar ise taşlı… Ağlaya ağlaya uyandım, bir baktım kız yanımda oturuyor. Sonra birden uyku bastırdı, alarmın sesine uyandım, kahretsin diye bağırdım. Çünkü kız hâlâ oradaydı. - Sevmiyor muydun ki? Hem çek bir kenara konuş, “Ne ayaksın lan sen,” de.

90



- Biz diyemiyoruz, onlar diyorlar sadece. Biz deyince ayı oluyoruz çünkü. Zaten saatlerdir beraberken bu adamlarla ve neden saatlerdir bu adamlarla beraber olduğunu hâlâ anlayamamışken, lafı daha da uzatmak istemiyordu, koşmaya başladı. Acilen tuvalete de gitmesi gerekiyordu. Koşarken terlemişti, ceketini havaya fırlattı. Kocaman bir yarasa ceketi kapıp uzaklaşmaya çalıştı ama taşıyamayıp denize düşürdü. Kamil bu arada etraftaki kafelerden birine girdi. Tüm tuvaletler doluydu, bir tanesi hariç. Onun da önünde içeri girilip işenirse patlayacağı iddia edilen bir leğen dolusu sıvı duruyordu. Koridorun karanlık kısmında sağa sola, yukarı aşağı sallanan bir kapı gördü ve hızlıca yürüdü. Kapı bir tuvalete açılıyordu tabii ki! İşini bitirdiğinde kapının yine yer değiştirdiğini fark etti. Bu sefer tüm kabin sallanıyordu. Kapıyı açtığında kendisini üç arkadaşıyla birlikte bir gemide buldu. Bu öyle lüks bir yat veya masum bir balıkçı teknesi değildi. Kocaman bir yük gemisiydi sanki ve bir sürat teknesinden daha hızlı, daha çevik ve daha ahlaksız bir şekilde ilerliyordu karanlık sularda. Kapıyı kapatıp uyumaya çalıştı ama bu sefer olmuyordu. Zamanın sürekli geriye gittiği bu paralel evrenler arası geçiş serüveninde – ki bile bile aynı rüyayı tekrar görmekten daha öte bir şey değildi bu – gittiği her yerde yeni bir görev bekliyordu sanki onu. O görevleri yapmazsa uyuyamazdı. Diğer bir deyişle, uyanamazdı belki. Belkisi de yok bunun, rüya olduğunu bilmesine rağmen uyanamıyorsa ve rüyasında kendi istediğini değil, başka şeyleri zorunlu olarak yapıyorsa bu işte bir gariplik olmalı, uyanamamalı Kamil, belki de ölmeli. Hatta rüyasında aldığı her yarayı uyandıktan sonra fark etmeli vücudunda. Ya da rüyasında yediği her boku uygulayan, hiç tanımadığı birisi olmalı şu hayatta. Kapıyı tekrar açıp Canan, Mert ve Bahar’a yaklaştı. Onlara ne yaptıklarını sorsa kesin “Geleni yapıyoruz, ehi ehi…” gibisinden şeyler söyleyeceklerdi. Sonra geminin arkasına sımsıkı tutunmuş, arkadan çıkan köpükler arasında bir yukarı bir aşağı süzülen yaşlı bir adam gördü ve onun yanına gitti. İyice inceledikten sonra, - Kim bu hacı? - O öyle takılırmış buradaki gemilere. Ama çok ters bakıyor, korkuyoruz bir şey yapacak diye. Halletsen şunun işini? - Bilmem ki… Rüyadayız ama şimdi adam öldürmek filan… Evet, şimdi kendime bakıp tüm vücudumun sıçrayan kanlarla kaplı olduğunu göreceğim, bu herkesin başına gelebilir. Bilinçaltımla kendimi ters köşeye yatırmayı da severim aslında. - Bak şurada bir kürek var. Sürekli sallanan güvertede ayakta durmakta zorluk çekiyordu. Küreğe ulaştığında onu koltuk altına destek olarak kullandı ve geminin ön taraflarına daha yakın, denizin üstünde süzülen daha güzel bir küreğe ulaşmak için elindeki küreği kötü emellerine alet etti. Bir şekilde o “güzel” olanı elde edip geri döndüğünde ne geminin arkasındaki yaşlı adam, ne de arkadaşları ortada yoktu. Bir anda tüm ışıklar söndü. Sol tarafındaki kapı açılıp, içeriden tüm elbiseleri ıslak birisi emekleyerek çıktı. Kafasını kaldırmak üzereydi ki Kamil küreğin köşesini tüm gücüyle saplamayı başardı. Maalesef Mert’ti bu, yaşlı adam çoktan sıkılıp bırakmıştı gemiyi, kim bilir hangi geminin arkasında sürükleniyordu şimdi. Ama Mert kafasına bir şeyler yemeye alışıktı, o yüzden genç yaşına rağmen kel bile kalmıştı kafasındaki yarıklardan dolayı. Ah bile demedi, ayağa kalkıp yara bandı aramaya koyuldu. Sonra Kamil’in sağ tarafındaki kapı açıldı ve ışık yandı. Kamil kapıdan girip üst kata çıktı. İhtiyacı olan tek şey oradaydı. O ki paralel evrenler arası kolpa geçiş kapısı, o ki beşiğin amcası, hamağın teyzesi, çekyatın kuzeni! Yatağa uzandı ve uyandı. Saat 10’du, gayet kabul edilebilir bir saat… Soğuk bir duş alıp tüm hazırlığını yaparak okula doğru yürümeye başladı. Akşam oynanacak

92


tiyatro oyunu Kızılderililerle ilgiliydi. Buraya kadar pek garip bir şey yok. Sınıfa girip arkadaşlarının yanına oturdu. Canan, Mert ve Bahar da aynı şekilde garip rüyalar görmüşlerdi. Ve bu rüyaların ortak noktası son kısımdaki gemi sahnesiydi. İşte şimdi ilginçleşiyor. Kimya hocası bir leğen getirdi sınıfa ve bu leğenin içine amonyak döküp okulu patlatabileceğini iddia etti. Öğrenciler inanmadılar ve hoca laboratuara amonyak almaya gitti. Bu sırada giriş katındaydı sınıf ve pencerenin önünde konuşan iki Apaçinin sesi duyuluyordu. - Abicim, ben tuttum bu karıyı kolundan. Dedim ki, benim hayatıma istediğin zaman girebilirsin ama istediğin zaman çıkamazsın. - He abi, haklısın abi. Karı milleti değil mi işte, hep yeni Türk dizilerine özeniyolar. Herkes onlar gibi olmak istiyo kardeşim! - Sonra baktım laga luga yapıyo bana. Dedim evden çıkmayacaksın. Çıktığını görürsem bittin kızım sen dedim. Canan kafasını pencereden çıkardığında kendisini ikisinin tam ortasında buldu. - Öyle bir çıkıyoruz ki, şaşırırsınız. - Sen de kim oluyorsun? - Ya abi onu bırakın da, gerçekten kafa yapıyor mu bu barış çubuğu? Hem ne işiniz var binlerce kilometre uzakta, benim penceremin önünde. Başka konuşacak yer mi bulamadınız? Lafı uzatmak istemedi, kafasını sıraya koyup derin bir uykuya daldı. Kalktığında saat 3 olmuştu bile. “Kahretsin,” diye bağırdı. Yusuf SALMAN ergunyusufsalman@gmail.com www.konseptdisi.blogspot.com


Şişşşttt şişşşttt geliyor! ZORYAK Mesut Sarıdal sol elinin işaret parmağıyla yanağındaki kesiğe dokundu. Yüzeysel bir sıyrıktı. Kanama hemen durmuştu. Parmağına bulaşan kırmızı leke tünel çağrışımı için görsel bir bilet gibiydi. Zihnindeki grafitili tünel kayıtlarında bir dirilme oldu. Kısa yol kuruldu ve kendini orada buldu. “Geldin mi?” Gri kot pantolon ve siyah tişört giymiş on beş yaşında bir delikanlıydı bunu diyen. Ayaklarının dibinde iki galvanizli kova durmaktaydı. Yüzünde ergenlik sivilceleri olan delikanlının sabırsız ve kınayıcı ses tonu Mesut’a tatsız bir duygu vermekteydi. Daha gece beraberdik ya diyecekti vazgeçti. Bu tür göreceli zaman serzenişleri geçersizdi burada. “Renklerimiz ne,” dedi onun yerine. “Koyu renk gözlü delikanlı memnuniyetle ayağının dibinde olan pırıl pırıl kovalardan birini hafifçe tekmeledi. “Kobalt mavisi ve altın yaldızı.” Mesut’un bilinci açıktı. O sırada sabahın dokuzu olduğunu, evinin banyosunda bulunduğunu, hatta muhtemelen şu anda parmağının ucundaki kan lekesini seyrettiğini biliyordu. Bu yarı loş tüneldeki mevcudiyeti yedek gerçeklik babındaydı. Son altı aydır Mesut bu yanın işgüzar girişkenliğini deneyimlemekteydi. “Bak sen.” “Hadi kap fırçalardan birini. Mavi benim, yaldız senin. İyi mi?” Mesut içini çekerek gülümsedi ve başıyla olumladı. Gidip altın yaldız dolu kovanın içinden kalın saplı fırçayı aldı ve duvara gri yüzeye kocaman bir Z yazdı. “Aferin lan. Yazın bayağı okunaklı.” Arkadaşının adı Erdal’dı. 1577 Erdal Karan. Lise ikide bir yıl aynı sırada oturmuşlardı. Yakışıklı çocuktu ve espri makinesiydi adeta. Kızları mıknatıs gibi çekerdi. Liseden sonra bir daha hiç karşılaşmamışlardı. Bir rastlantıyla ortak arkadaşlarından birinden iki yıl önce beyin kanamasından öldüğünü duymuştu. Yaşıtıydı. 41 yaşında yaşam lambası sönmüş gitmişti. Müteahhidin malzemesinden para çaldığı açıkça belli olan bu tünelde eski arkadaşıyla karşılaşmaya altı ay kadar önce başlamıştı. Burada buluşuyor ve duvarlara aynı kelimeyi yazıp duruyorlardı. Her karşılaşmalarında tüneli boyasız buluyorlar ve yeniden renkli harflerle beziyorlardı. “Haydi, seninkini de görelim bakalım.” Erdal pürtüklü gri yüzeye mavi boyayla O yazdı ve geri çekildi. Harfleri sırayla yan yana dizdiler. ZORYAK. Birinci kelime tamamlanmıştı. Bu ikinci aşama için başlangıç sinyali olmaktaydı. Mesut ikinci kelimenin ilk harfini yazınca, boyası damlayan fırçasıyla yanında duran arkadaşı, ”Şişşşttt şişşşttt geliyor!” dedi. Gelenlerin öncüsü olan koku burnunun direğini sızlatmaya başlarken Mesut kendini banyoda parmağındaki kan lekesine bakıyor buldu. Kalın bir kitabı elinden düşüren birinin yerden aldığında kaldığı sayfanın kapanmamış olduğunu fark ederek ferahlaması cinsinden bir hisse kapıldı. Mesut bir hesap insanıydı. Kontrolünden çıkan şeyleri sevmezdi. Az sonra giyinmiş olarak oturma odasına girdiğinde sessizde tuttuğu cep telefonunda üç arama ve iki mesajın bulunduğunu gördü. İki arama ve bir mesaj sekreterindendi. Saat 11:00’deki randevusunu hatırlatmaktaydı. Mesut sol bileğindeki pırlanta işlemeli Rolex saatine baktı. 10:39’du. Fanassi–Menrfa şirketinin Almanya sorumlusu Helmut Falraud ile buluşmasına ışınlanma dışı bir

94



yöntemle yetişmesi mümkün değildi. Parmağındaki leke yardımıyla geçtiği yerde iki saate yakın zaman geçirmişti. Parmaklarına baktı. Tırnaklarını kontrol etti. Diplerinde boya lekesi yoktu, ama kaç defa sabunlamasına rağmen yağlı boya kokusunu hafifçe de olsa almaktaydı. O diğer kokuyu da. Sabah kalktığında sadece bir yudum içtiği kahve fincanını alarak oturma odasına geçilen geniş terasa çıktı. Boğaziçi Köprüsü ayaklarının altındaydı. Gri bir kış günü makyajlıydı İstanbul. Üzerinde sadece bir şort ve beyaz fanila vardı. Soğuk tenine dokunmaya başlarken köprü üzerindeki trafik hareketliliğine şöyle bir göz attı ve içeriye girdi. Fincanı içindeki kahveye dokunmadan sehpanın üzerine koydu ve telefonunu alıp son gelen mesajı okudu. Şu anda bürodayım… İş çıkışı buluşalım… Qelepir’de 19:00 gibi… Dün akşam neredeydin? Nurten… Nurten uzatmalı nişanlısıydı. Cümlelerin arasındaki çift noktalar bıkkınlık üniteleri gibiydi. Kadın evlenmek için sabırsızlanmaktaydı, ama Mesut o dalga boyundan iyice kopmuştu. Güzel ve zeki bir genç kadındı. Varlıklı bir ailedendi. Onu hâlâ çok seviyordu, ama aralarına ZORYAK girmişti. Teninin çekiciliği bile sönmekteydi hızla. Kadın bunu farkındaydı. Geçici bir arıza sanıyordu. Öyle değildi. Arayan diğer numara eski ortağı Orhan’dı. Dün akşam Squash’a niye gelmedin diyecekti herhalde. Mesut telefonu sehpanın üzerine bırakarak çalışma odasına gitti. Bürosunun en alt gözündeki yassı kasanın şifresini açtı. Mor kadife zeminde Fatih 13 model siyah bir tabanca ve iki dolu şarjör yatmaktaydı. Mesut bir atış poligonuna üyeydi. Bu silahı yıllarca önce satın almıştı. Eskiden bu kasanın içinde enerji artırıcı beyaz tozlar falan da olurdu. Birkaç aydır o tozlara el sürmemekteydi. İsteği kalmamıştı. Tabancayı aldı ve kontrol etti. Şarjörde 12, namluda 1 kurşun emrine amadeydi. Evvelsi gün tabancayı temizlemiş ve azami dolu hale getirmişti. Kasayı kilitlemeden kapattı. Çekmeceyi yuvasına sürdü. Tabanca kucağında oturma odasındaki divana oturdu. Ayaklarının altına bir puf koyarak gözlerini yumdu. Değişim yoldaydı. Yol hızla tükeniyordu. Şişşşttt şişşşttt geliyor! Mesut Sarıdal, Fanassi–Menrfa Turkey ilaç firmasının genel müdürüydü. 2004 yılında kurulan firmadaki yükselme hızı birçokları için kıskançlık jeneratörüydü hâlâ. İki buçuk milyar doları aşkın bir satış potansiyelini idare etmekteydi. Fanassi–Menrfa birbirine rakip Fransız Rhone-Nourance ve Alman Hoeust AG adlı iki ilaç firmasının 1999 yılında birleşmesiyle oluşmuş dev bir trösttü. Dünya çapında 27 adet araştırma merkezleri vardı. Kardiyoloji, kan inceltici ilaçlar, tümör bilimi, sinir sistemleri, metabolizma bozuklukları, iç hastalıklar ve aşılar ana ilgilenme konularıydı. Kazançlarının üçte birini insan ömrünü uzatan mucizevî ilaç Menrfatoline’ne borçluydular. Bu ilacın formülü büyük bir gizlilikle korunmaktaydı. Haklarında yığınla şayia çıkmıştı bu yüzden. Menrfatoline’nin kaplumbağa kanından elde edilen Tortezin’den elde edildiği şayiası en revaçta olanıydı ve bu sav kendileri tarafından üretilmişti. Organik bir köken kullanıcıları rahatlatan bir etki yapmaktaydı. Kaplumbağa zararsız ve sempatik bir hayvan olduğu için kullanıcılarda olumlu etki yapmaktaydı. On yıl kadar önce Özbek bilim adamları kaplumbağa kanından elde edilen Tortezin adlı ilacın ömrü uzattığını ve hatta radyasyondan bile koruduğu iddiasıyla çıkıp bu ilaçları piyasaya sürmeleri işlerine yaramıştı. Menrfatoline ilk kez 2014 baharında piyasaya çıkmış ve birkaç yıl içinde dünya çapında en çok sözü edilen ilaç olmuştu. Şu anda aşağı yukarı dört yüz milyon insan Menrfatoline kullanıyordu. Kullanıcıların çoğu yaşlılardı. Ömürleri ortalama beş yıl uzamaktaydı. Rakip firmalar kendi ürettikleri ilaçla başa çıkamayınca karalama kampanyalarına başlamışlardı. Menrfatoline’e sigortalı

96


zombi yaratma ilacı adını takmışlardı. Şu anda ilacın dünya çapında kullanılmasından bu yana dört buçuk yıl geçmişti ve Menrfatoline hâlâ bir numaralı yaşam uzatıcı olarak yerini korumaktaydı. Dünya çapında toplam 23 milyar dolarlık bir satış hacmine sahipti. Mesut telefonunun titreyerek belleğine mesaj biriktirmesine kayıtsız gözlerle baktı. Gazetelere verdiği bir demeçte; yirmi dört saat ışık altında uyumadan yiyip içip olduğu yere pisleyen ve şişen tavukları yiyenlerin, minicik hücrede semirmiş koskoca besi hayvanlarını etinden yapılan hamburgerleri çocuklarına yedirenlerin yaşlıları hayatta tutan ilaç için zombi ilacı demeleri ne kadar ironik diyen Helmut Falraud’le maalesef bugün görüşemeyecekti. Yarın da. Hiçbir zaman. Çünkü ZORYAK geliyordu. ZORYAK kelimesiyle önce rüyasında tanışmıştı. Bundan bir iki hafta sonra İstanbul’da ve birçok şehirde duvar yazıları şeklinde ortaya çıkmıştı. ZORla YAşatılanlar Kulübü sözcüklerinin kısaltmasıydı. Bu yazılar belirdikten sonra haklarındaki şikâyetlerde büyük bir artış olmuştu. Mahkemelerde açılmış yüzlerce dava vardı şu anda. İnsanları altına işeyen, pisleyen, yaşlı, güçsüz, umarsız ve bilinci kısık durumda gereksiz yere hayatta tutmakla suçlanıyorlardı. Bitkisel hayat şeklinde bir öbür dünya kurdukları da sıkça dile getirilmekteydi. Hastaların yarıdan çoğunun sürekli kâbuslardan şikâyet etmesi de konu edilmekteydi haliyle. Bu nedenle Menrfatoline’ne suni cehennem ilacı adı da verilmekteydi. Şişşşttt şişşşttt geliyor! ZORYAK geliyordu. Emareler gırlaydı. BÖD’de, Bitkisel Öbür Dünya’da yaşayanların bir eyleme kalkışacak halleri yoktu, ama onların eşleri, çocukları çoğu belli etmese de şikâyetçiydi. 23 milyar dolardan pay alan eczaneler, doktorlar, hemşireler, hastane personeli, aracı firmalar, ilacı imal eden laboratuarlar, karton kutusunu basan matbaacılar, hissedarlar, ortaklar Menrfatoline kullanı-


mının sürmesini istiyordu haliyle. Bu ilaç piyasadan çekilirse sadece Türkiye’de yüz binin üstünde kimsenin gelirinde ciddi bir düşme ve işsizlik yaşanacaktı. Altına pisleyen, adını bile hatırlamayan yaşlı hastalar sayesinde ikinci arabasının taksitini ya da çocuklarının gittiği özel okulun ücretini ödüyordu bir sürü kimse. Menrfatoline’nin suyu ısınmıştı diğer yandan. Mesut iki üç yıl içinde piyasadan çekileceğini düşünmekteydi. Çeşitli emareler vardı. Kurumdaki bazı üst düzey şahısların erken emekliliğe ayrılmaları gibi mesela. Bugünkü konuşmaları gerçekleşseydi Falraud’un buna benzer şeyler ima edeceğinden emindi. Birkaç yıl dayanın başka ilaca geçeceğiz diyecekti belki de. Mesut daha 43 yaşındaydı. Emeklilik için çok erkendi, ama bazı arıza belirtileri göstermişti. Vicdanı dirilmişti. Bu iş böyle bir lüks kaldırmazdı. Süratle saf dışı edileceği kesindi. . Bütün dünya bitkisel öbür dünya kuran ilaç firmasına bayağı ilgi göstermekteydi. Bir sürü ZORYAK sitesi kurulmuştu. Amerika’da firmalarını suçlayan B klas bir film bile yapılmıştı. Adı Afterlife before death’di. Ohio, Cleveland’taki bir hastanede çeşitli gariplikler yaşanıyordu. Bilgisayar kayıtlarında karmaşa, ışıklandırmalarda düzensizlik, o kadar temizlenmesine rağmen kadavra kokan koridorlar ve çalışanlara sürekli depresyon yayan ortam. İki doktor sevgili başroldeydiler. Filmin sonlarına doğru dev hastane binasında yatan ve Minervatoline kullanan yaşlı hastaların iradesinin bu olaylara sebebiyet verdiğini ve ilacın yapımında yüksek dozda spermine ve cadaverine kullanıldığını keşfediyorlardı. Yarı ölüler tam ayaklanırken serumla ilaç zerkini durdurup daha büyük bir felaketi önlüyorlardı. Bu arada ilaç firmasının silahlı ajanlarıyla da gerilim artırıcı serüven yaşıyorlardı. Minerva, Menrfa aynı anlamı ifade etmekteydi. Menfra ya da Minerva Romalıların Helenleşmesi devirlerinde, milattan iki yüzyıl önce halkın inandığı şair, eczacı, tüccar, büyücü, sihirbaz, müzisyen ve bakire tanrıçaydı. Yunan tanrıçası Athena ile eş tutulacak kadar popüler olmuştu bir aralar. Bu anlam benzerliği nedeniyle açılan dava hâlâ sürmekteydi, ama yarım milyon dolara çekilen filmin yapımcıları birkaç milyonu cebe indirmişlerdi bile. Eğer tazminat ödemeye mahkûm edilirlerse Afterlife before death iyice kültleşecek ve yapım firması bir sonraki filmlerinden epey para götürecekti. Zaman Fanassi–Menrfa aleyhine çalışmaktaydı yani. Aşırı kullanılmışlık, idrar, diyet yemeği dışkısı, giderilemez yaşlılık parfümü karışımı koku burnunun direğini sızlattığında Mesut gözlerini açtı. Oturma odasının hole açılan kapısının ağzında Erdal durmaktaydı. Üzerinde az önceki kıyafeti vardı. İki elinde birer pırıl pırıl galvanize kova tutmaktaydı. “Geldin ha sonunda?” Erdal biraz mahcupça omuzlarını silkti. Evine ilk gelişiydi. Mesut tabancayı divana koydu, üstünü yastıkla kapatıp doğruldu. “Bu defa hangi renk?” “Sabahkinden. Mavi ve altın yaldız.” Mesut altın yaldız kovasının içinde duran fırçayı aldı ve “Nereden başlıyoruz?” diye sordu. “Şu duvar iyi.” Mesut başıyla olumladı ve elindeki fırçayla kirli beyaza boyanmış duvara kocaman bir Z harfi yaptı. Erdal yanına aynı büyüklükte bir O yerleştirdi. O’nun sağ yarısı 1200 dolara yaptırdığı Edward Hopper’ın Gece Şahinleri adlı tablosunun harika kopyasını boyamıştı. Mesut buna zerre kadar aldırmadan O’nun yanına R harfini koydu. “Bir şey için özür dilerim,” dedi Mesut fırçayı kovaya daldırırken. “Daha önce… Aklımdan çok geçirdim, ama kısmet şimdiyeymiş. Lise üçteyken yılbaşı gecesi partideydik. Yanında çok güzel bir kız vardı. Aysun. O gece sizi arabaya almamıştık. Yer vardı. Ben istemedim. Çekememezlikten. Ters yöne gideceğiz lafı mavaldı yani.”

98


“Biliyorum.” Mesut Y harfini çizip fırçayı kovanın içine bıraktı ve arkadaşına baktı. Erdal boya yere damlamasın diye dikkatli tutmaktaydı. Özeninden değil, komiklik olsun diye yapıyordu. “Başkasıyla gittiniz ve kaza yaptınız. Bizim şoför neydi adı, İsmet, o da sarhoştu, biz de kaza yapabilirdik, ama piyango size çıktı.” Yaptığı A’ya beğeni ile bakan Erdal, “Bunun için vicdan azabı çektiğini söyleme sakın,” dedi. Mesut ucu boya yüklü fırçayla yanına gitti ve K harfini boyadı. “Eğer unutmamışsam bir anlamı olmalı,” dedi. Erdal içini çekti ve “Sanırım öyle,” dedi. “Aysun’a bir şey olmadı. Benim sağ ayağım kırıldı sadece. Azıcık topal kaldım. Hayatımda ne değişti bu yüzden bilmiyorum. İnan ki. Unutmaman hoşuma gitti ama.” “ZORYAK için de seni seçtim.” Erdal başını salladı. “Doğru. ZORYAK biziz.” Mesut altı ay önce rüyasında ilk kez kendini o tünelde bulunca yanına eylemi için bir eş bulmayı düşünürken iki kova dolusu boyayla Erdal gelivermişti. Zihninin tayin ettiği biriydi yani. “Şişşşttt şişşşttt geliyor! sözcüğünü rahmetli dedem ederdi sık sık,” dedi Mesut. “Onun çizgi romanlarında bu başlıkla bir serüven de vardı. Çapkın Hırsız’dı. Hiç unutmam.” “Tinercileri kiralayıp sokaklara ZORYAK yazdırman harika bir fikirdi. ZORYAK biziz ve de… Sana bir şey soracağım. O ilacı kullananların büyük bir kısmının kâbuslar içinde yüzdüğü doğru mu?” “İstatistikler yüzde 2 diyor,” dedi Mesut hafifçe sırıtarak. “Sence kaç?” “Yüzde 40 falan olmalı. Adamları yıllarca Kâbusistan’da yaşatıyoruz. ” “Niye işi bırakmadın önceden?” “Bıraksam ne olacaktı? Yerimi alabilecek en az on kişi vardı. Belki yirmi…” “O da doğru.” “Bunun için çok şeyim. Bazen…” “Üzülme Mesut ben varım bak yanında.” Mesut tam cevap vereceği sırada kapının zili çaldı. Mesut saatine baktı. Temizlikçi kadın bugün gelmeyecekti. Birini beklemiyordu. Tahmin ettiği kimse olmalıydı. Kapının kilidi içine giden anahtarla açılma sesi verince bundan emin oldu. “O mu?” “Nişanlım Nurten.” “Biliyor mu olan bitenleri?” Mesut başını olumsuz anlamda salladı. “Birkaç kez psikoloğa gittiğimi, son haftalarda işlerimi aksattığımı ve bir şeylerin yolunda olmadığını sadece.” “Bakalım görecek mi?” Mesut başını içeri giren genç kadına çevirdi. “Merhaba Nurten.” “İş yerine telefon ettim. Gitmemişsin. Telefona da cevap vermeyince… Bu ne?…” Kestane rengi uzun saçlı, biraz uzun yüzlü olmakla birlikte harika iki iri mavi göze sahip olan genç kadının yüzündeki şok ifadesi altın yaldızlı boya kadar belirgindi. Bakışları duvardaki yazılara yöneldi. Sonra yerdeki kovalara. Erdal’a ve işe gitmeyen nişanlısına. “Kendimi tanıtayım, adım Erdal.” “Mem… Memnun oldum. Ne oluyor burada Mesut?” Neyse ki, Erdal sıksın diye elini uzatmamıştı kadına.



Mesut çok şık bordomsu ince bir palto giymiş kadına gülümsedi. “Erdal liseden arkadaşımdır. Bir süredir birlikte grafiti yapıyoruz. İlk kez buradayız yalnız.” “İşe niye gitmedin?” “ZORYAK nedir biliyorsun değil mi?” Nurten başıyla olumladı. Gözleri dolmaya başlamıştı. ZORYAK’ı Türkiye’de milyonlar iyi tanımaktaydı. Televizyonlardaki haberlerde binlerce defa gösterilmişti. Mahkeme celselerinde terim olarak kullanılıyordu. Genç kadın oturma odasının boyanmasının birlikte inşa ettikleri gelecek planlarının yerle bir olması anlamına geldiğini hızla okumuştu. “Mesut nedir bunlar?” Kadının hâlâ bir şeyleri değiştirmek için umudu vardı. Şu anda Avusturya’da ski yapan annesi ve babası Nurten’i çok beğenmekteydi. Tam da biricik oğullarını çekip çevirecek bir kadındı. 32 yaşındaydı. Hemen çocuk yaparlarsa aile denen kadim çemberin içinde mutlu olabilirlerdi. “Nurten sigortacıdır. Kendi şirketi var,” dedi. Erdal takdirle başını salladı. Nurten korkmaya başlamıştı. Burnunun kırışmasından kokuyu almaya başladığı da belliydi. ZORYAK materyalize olmaktaydı. Mesut işi daha fazla uzatmamaya kararlıydı. Elindeki fırçayı kovaya bıraktı. Gidip yastığın altına koyduğu silahı aldı. Erdal’ın yüzünde kıl oynamamıştı. Nurten’se on dakika içindeki ikinci derin şokunu yaşamaktaydı. “Ne… Ne yapıyorsun Mesut?” Mesut, “Şişşşttt şişşşttt geliyor!” dedi ve tabancayı sağ şakağına dayayarak tetiği çekti. Sadık YEMNİ İllüstrasyon: Mehmet SEVİNÇ http://mehmetsevinc.deviantart.com












Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.