Mart 2010 Say覺 30
YAZ(AMA)MAK
Bilgisayarın başında öylece oturmuşum. Aklıma yazacak hiçbir şey gelmiyor. Delirmek üzereyim. Ne bir öykü konusu, ne de bir deneme. Klavye üzerinde anlamsızca dolaşıyor parmaklarım. Yazıp yazıp siliyorum. Sinirlerim, yavaş bir ritimden bir anda hızlanan bir müzik gibi iniş çıkışlar gösteriyor. Sakin olmaya çalışıyorum. Sevdiğim şarkılardan oluşan bir playlist yapıyorum belki bir şeyler bulurum diye ama nafile; kafam daha çok başka yerlere gidiyor. Yazamıyorum işte. Laptop yavaş yavaş ısınırken kahvem soğuyordu. Boş düşünce balonuyla baş başaydım. Daha dün akarken kalemim, bugün neden olmuyordu? Tam bunları düşünürken yazmaya başladığımı fark ettim. Derdimi anlatmanın en iyi yolu gene yazmak değil miydi? Biliyordum ki her insanın yaptığı her işte bir yerde öyle bir an geliyor ki tutulup kalabiliyordu. Keşke insanların beyninde de bir geri dönüşüm kutusu olabilse, hatta delete artı shift yaptığımızda tamamen yok olsa bazı şeyler. Bu kadar çok gereksiz bilgiyi, detayı silip atabilse… Belki o zaman yazarken de, başka bir iş yaparken de daha verimli olurduk. Bunun imkânsızlığını düşündüğüm sırada "Lanet" adlı köşeyi çizen yakın arkadaşım Meryem'in turuncu MSN uyarısı göz kırptı. Yeni karikatürünü gösterdi. Bayağı güzel buldum. Yazmak çizmek üzerine konuştuk biraz. İnsanın ilgi alanlarını paylaşabileceği birilerinin olması ne güzel diye düşündüm. Şanslıydım evet. Birilerine ulaşabiliyordum en azından. Ama yazmak benim için her zaman çok büyülü bir aktivite olmuştu yıllardır. Lise yıllarında günü gününe yazdığım günlükler zaman geçtikte haftalığa hatta yıllığa dönüşmeye başlasa da o anlara beni götüren, bana kalan tek hatıra orada yazdıklarımdı. Bazen açıp okuyorum; öyle bir duygu ki sanki onları yazan ben değilmişim gibi. Sanki bir başkası benim için yazıp vermişti. Ben mi yazmışım, ben mi demişim, ben mi düşünmüşüm bunları, soruları peş peşe geliyordu her geçen günü okuduğumda. Oysa bir sene bile insanı ne kadar çok değiştiriyordu. Reddedebiliyordu kendi kurduğu tezi defalarca. Üstüne yeni şeyler kuruyor ve yine yıkabiliyor yeniden başka düşüncelerin mimarı olabiliyorduk. Geçmişin tozunu alırken daha iyi anlıyordum bunu. Yazamamaktan geldiğim nokta gene yazmaktı. İşte, dönüp dolaşıp aynı yere gelmiştim. Bana göre yazmak, türü her ne olursa olsun bitirdiğinde, son noktayı koyup altına imzanı attığında hissettiğin o anki duyguydu. Ben de yazımı bitirirken içinde bulunduğum karmaşanın boyutunu biraz da olsa çözmüş, kendime gelmeyi başarmıştım. Mutluydum... Merve Veral merveden_95@hotmail.com Gölge e-Dergi ye ulaşmak için Http://GolgeDergi.Blogspot.com Editörü : Ahmet Hamdi Yüksel hayalsaati@gmail.com Yayın Kurulu: Oğuz Özteker, Utku Tönel, Hasan Nadir Derin, Rıdvan Şoray, Mustafa Emre Özgen Kapak:Yıldıray Çınar http://cinar.deviantart.com Gölge e-Dergi internetten yayın yapan özgür ve özgün içerikli tam bağımsız bir dergidir. Tüm yazılardan yazarları, çizimlerden çizerleri sorumludur. http://twitter.com/GolgeDergi
2
İÇİNDEKİLER 2 / Kapak İçi Yazısı
Merve VERAL
5 / 09 – 09 – 09
Yunus KOCATEPE
8 / Asok
Serkan KÖSE
12 / Sinemada Kurtadam
Fikret KARAKURT
17 / Hematofobi
Fatih DANACI
25 / Ödül
Yazan – Çizen Cengiz BOSTAN
32 / İhtiyarın Gözünden
Rafet Tolga CANKURT
34 / Ne Acayip Şeysin Sen Remake
Masis ÜŞENMEZ
40 / Aydınlanma Zamanı
Mustafa KILCI
41 / 2010 Oscar Tahminleri
Hasan Nadir DERİN
51 / Star Taksi
Atilla BİLGEN
57 / Alaca Doğan
Yazan – Çizen Anıl ŞAHAL
64 / Darker Than Black
Yusuf Salman
71 / Kaplumbağa Adayı Müneccim Sabri
Alper BİLGİLİ
76 / Depresif Bir Hikaye
Şeyda KOÇ
82 / Düş Öksesi
Sadık YEMNİ
89 / Ho Ho Ho
EskizTR Grubu
Merhaba, Gölge e-Dergi 3. öykü özel sayısı'nın konusu "Gurbet". Gurbet konulu öykünüzü 15 Nisan tarihine kadar hayalsaati@gmail.com adresine yollayabilirsiniz. Öykülerin daha önce sanal veya somut hiçbir yerde yayımlanmamış olması gerekmekte. Times New Roman karakteriyle, 12 punto kullanılarak yazılacak hikâyeler, A4 ebadında 6 sayfayı geçmemeli.
Değerlendirme Gölge e-Dergi Yayın Kurulu Üyeleri tarafından yapılacaktır.
Gölge e-Derginin iki Öykü Özel Sayısı dâhil tüm sayılarını http://golgedergi.blogspot.com adresinden bilgisayarınıza indirip, okuyabilirsiniz. Önemli not: Bu bir yarışma değildir. "Yazarım" diyen herkese açıktır. Siz yazmasanız bile yazacağına inandığınız arkadaşlarınızı davet edebilirsiniz.
Gölge blogu http://GolgeDergi.blogspot.com
Gölge twitter da http://twitter.com/GolgeDergi
Gölge facebook'da http://www.facebook.com/group.php?gid=36357116499
Gölge Deviantart'da http://golgedergi.deviantart.com
Görüşmek üzere Gölge e-Dergi Ekibi
09.09.09 Uykumun en güzel yerindeydim sanırım. Bu yüzden, telefon sesiyle uyandığımda biraz gerilmiştim. Galiba rüya bile görüyordum; şu anda, bundan pek emin olamıyorum çünkü pek fazla rüya gören biri değilimdir. Telefon sesi, ilk olarak, uzaklardan, çok uzaklardan gelen bir ses gibi geldi. Daha sonraki çalışını fark ettiğimde gözlerimi aniden açıp, tavana dikmiştim. Karanlıktı ve gözlerimin kapalıyken olduğu halinden pek farklı değildi. Hâlâ daha uyuyor gibi hissediyordum kendimi. Eğer telefon bir kez daha çalmamış olsaydı, tekrardan da uyuyacaktım sanırım. Ama telefon bir kez daha çaldı. Uyuşukça kalkıp lambayı açtım. Bu esnada, telefon dördüncü kez çaldı. Telefon, lamba düğmesinin yanında olduğu için, beşinci kez çalmadan cevaplayabildim. “Evet?” Bu saatte, büyük ihtimalle yanlış numarayı arayan birine karşı nazik olmayı düşünecek ya da isteyecek halde değildim. Karşıdan gelen ses, ilk olarak sadece fısıltı şeklindeydi. O anki ilk düşüncem, “Hâlâ telefon sapığı var mıymış ya?” olmuştu. Fakat tuhaf olan, fısıltının, anlayabildiğim bir şey söylememiş olmasına rağmen, bana bir şekilde tanıdık gelmesiydi. Bu yüzden, telefonu kapayıp, fişini çekme fikrimden vazgeçtim. Belki de bir arkadaşımı uyku tutmamış, bu yüzden canı sıkılmış ve eğlenmek için beni arıyordu. Tekrar konuşma girişiminde bulunan ben olmuştum; “Alo?” “Beni tanıdın mı?” Ses, artık fısıltı halinde değildi. Sesini duyduğum ilk anda ne hissettiğimi tam olarak anlatamam. Bu, daha önceden hissettiğim bir şey değil. Bu hissin ne olduğunu bilmiyorum, ama ne olmadığını biliyorum; korku değil, ürperti değil, mutluluk değil, ya da bildiğim herhangi bir şey değil… Rüya gördüğümü düşünecek kadar aptal da değilim. Rüya ile gerçeği ayırt edememek, bence imkânsız bir durum. Bazı kişilerin, kendilerinin rüyada mı yoksa gerçek hayatta mı olduklarını anlayamamaları, başarısız yazarların kitaplarında ya da başarısız yönetmen ve senaristlerin filmlerinde olan bir durumdur. Gerçek hayatta böyle şeyler olmaz. Rüya görmüyordum. Kesinlikle. Bu yüzden, ne kendimi çimdikledim, ne de başka bir gereksiz harekette bulundum. “Elbette ki tanıdım. Neredesin?” ‘Neredesin?” doğru bir soru olmamıştı belki, ama aklıma ilk gelen şey bu olmuştu. “Bilmiyorum” “Benimle nasıl konuşabiliyorsun?” “Bu dünyadayım. Tekrar.” Bu sefer ne hissettiğimi biliyorum; ürperti. Ancak, bu güne kadar, bu şiddette hissettiğim hiç olmamıştı. “Nasıl bir yerdesin? Belki seni bulabilirim?” “Karanlık… Sadece Karanlık bir yerdeyim.” “Nasıl telefon edebildin bana?” “Bunu da bilmiyorum. Karşıma bir telefon kulübesi çıktı. Tesadüfen.” “Buraya gelebilir misin?” İkinci yanlış sorum… Aslında, gelmemesini tercih ederdim. Benim bu halimle karşılaşması, ne benim için ne de onun için, hoş olmazdı. Beni hep eski halimle hatırlaması, ikimiz için de çok daha iyi. Başka bir sorun da; acaba onu görebilecek miyim? Duyabiliyorsam, görebilirim de sanırım. “Oraya gelmek için buradayım.” Öyleyse bir an önce evi toplamalıyım. Daha çok, kendimi…
“Ne zaman geleceksin?” “Tuhaf gelecek sana, ama bunu da bilmiyorum.” Bu sözlerin ardından, bir süre ikimiz de konuşmadık. Sormak istediğim, söylemek istediğim, bilmek istediğim, öğrenmek istediğim, anlatmak istediğim o kadar çok şey vardı ki hangisinin en önemlisi olup, ilk önce sormam gerektiğini bilmiyordum. Çok ani olmuştu bu. Büyük bir ihtimalle, onun benden çok daha fazla sorusu ve cevabı vardı. O da benimle aynı durumdaydı; konuşamıyordu. “Kapatmalıyım.” Ben daha cevap veremeden telefonu kapadı. Ardından duyduğum tek ses, düzenli aralıklarla devam eden, “biip – biip” sesi oldu. Bir süre telefonu kapayamayıp, bu can sıkıcı “biip” sesini dinledim. Telefonu kapadıktan sonra, uzunca bir süre, ne yapacağımı, ne yapmam gerektiğini bilemedim. İlk olarak, odayı toplamaya başladım. Ama buna fazla dayanamadım. Dağınıklığa fazla aldırış edeceğini sanmıyordum. Beni yeterince iyi tanıyordu. Sonrasında, sakallarımı kesmeyi, ya da, dişlerimi fırçalamayı düşündüm. Bunlardan da vazgeçtim. Tam manasıyla ne yapacağımı bilemez haldeydim. Mutfağa gidip, kettlea iki bardaklık su doldurdum. Bir dakika olmadan su kaynadı ve kettle’ın tuşu attı. Masanın üzerinde duran, üçü bir arada kahvelerden birini alıp, her zaman kahve içtiğim kırmızı bardağıma boşalttım. Kaynar suyu bardağa boşaltıp, kahve kavanozundan bir kaşık daha kahve ilave edip karıştırdım. İlk yudumu aldığımda, kahve kokusu başımı döndürdü. Kahve, her zaman kendime gelmemi sağlamıştır. Acaba o ne zaman gelecek? Birkaç saniye sonra mı? Birkaç dakika sonra mı? Birkaç saat sonra mı? Birkaç saat sonra mı? Birkaç gün sonra mı? Birkaç hafta sonra mı? Birkaç ay sonra mı? Birkaç yıl sonra mı? Bilmiyorum… Yapabileceğim tek şey beklemek. Daha önceden yapıyor olduğumdan farklı bir şey değil yani. Elimde fincanla, odama döndüm. Işığı açtım. Oradaydı. Fakat nedense, orada olması beni hiç şaşırtmadı. Çırılçıplaktı ve sadece oturmuş, yaptığım puzzle’a bakıyordu. Filmlerde ve kitaplarda anlattıkları gibi, şeffaf da değildi ve üzerinde de beyaz bir kefen yoktu. Kafasını yarım bıraktığım puzzle’dan kaldırıp, bana gülümsedi. Onu böyle gülümseyerek bana bakarken görmeyeli kaç yıl olmuştu… Ya da çırılçıplak görmeyeli… “Puzzle’ı hâlâ bitirmemişsin?” “İki kez bitirdim. Bu üçüncü yapışım.” Ayağa kalktı. Hâlâ gülümsüyordu. Gözleri dolmuştu. “Hazır mısın?” Gözlerimi kapatıp yutkundum. Sonra, gözlerine bakıp konuştum; “Hâlâ daha yaşıyor olmamın sebebi, bu anı bekliyor olmam.” Gülümseyerek dudaklarını, dudaklarıma yaklaştırdı. Dudaklarıma dokunduğu anda, ilk olarak kahve fincanımı artık tutamaz olduğumu fark ettim. Fincan yere düşüp kırıldı ve her yere kahve saçıldı. Birkaç saniye içinde de vücudum puzzle parçalarının arasına yığıldı ve yapmış olduğum kısmı tekrar dağıttı. Artık zaten puzzle’ın pek bir önemi yok. Artık hiçbir şeyin hiçbir önemi yok… Yunus KOCATEPE
ASOK
Asok, Tanrı’ların bile korktuğu cehennem! Kendimi bildiğimden beri bir çiftçinin oğlu olabileceğime inanmadım. Bu kadar basit biri olamazdım ama ben kimdim? Tanrı aşkına, ben kimdim! Rehil. İsmim bu ama ben Rehil olamam! Bilmiyordum ama hissediyordum. Ben bu kadar basit olamazdım. Önemliydim; öyle olmak zorundaydım. Bir gün malikânemizin önünden yaşlı bir kadın geçiyordu. Beni görünce gözleri şaşkınlıkla büyüdü ve yanıma gelip şöyle dedi, “Buraya ait değilsin. Asok’a git ve kendini bul. Efrazyin ismini de aklından çıkarma” Onlarca soru sormama rağmen tek kelime daha etmemişti. Günlerce söylediklerini düşündüm ve işte, yapacağımı yapmıştım. Asok’taydım! Mezara inmek gibiydi Asok’a girmek. Yüz binlerce yıl öncesinden ya da ölümün ötesinden uçarak üzerimden geçen yaratığın taşıdığı küçük, karanlık ve kel cücenin attığı çığlığı asla unutmayacağım. Daha göksel bir dua hayatım boyunca edemeyeceğimden eminim. Devasa bir yılanın evi gibi oval bir mağaraydı burası. Tepeden sarkıtlar ve yosunlar iniyor, sular damlıyordu; yerler rengârenk dikitlerle bezenmiş ve çamur içindeydi. Yankılanarak kulak zarımı ısıran hırıltılar ruhumu sardı. Sürekli kendini tekrar eden bir kadın feryadı sinirlerimi gerdi. Kadına – dünyasal bir varlığa – ait olmadığına inandığım kısık ses “Dövüş,” diyordu “Dövüş ki kutsanasın.” Bir adım daha atmaya cesaretim yoktu. Sonra “o” geldi ve yere yığıldım. Eğer şuurumu yitirip bayılmasaydım onu gördüğümde ölebilirdim. Korkudan beynim yanabilir, yüreğim kan pompalamayı bırakabilir, sinir sistemim eriyip kendi kendini dejenere edebilirdi. Sarkıttan alnıma damlayan suyla ayıldım ve dikkatimi ilk çeken suyun şapırtısından başka bir sesin olmayışıydı. Ne kadının çığlığı, ne hırıltılar, ne de “onun” kanımı donduran sesi. Aklıma ilk gelen soru ise beni neden öldürmediği oldu? Neden? Ve o nereye gitmişti? İyi ki de gitmişti ama… Ben… Değişmiştim. Ellerim? Kendimi övmek için söylemiyorum: Yerimde bir başkası olsaydı geriye kaçardı. Topukları kıçına vura vura koşardı. Delice bakışlarla çığlıklar atarak, düşe kalka, çarpa çarpa, kendini yaralaya yaralaya kaçardı! Cennete, huzura koşar gibi hayatı için kaçardı. Ve benden önceki herkes de bunu yapmış olacak ki kaçan hiç kimse sağ çıkamadı. Ben kaçmayacaktım! Ya da benden önceki hiç kimse kaçmamış mıydı? O yüzden mi ölmüşlerdi? Aklım… Devam ettim. Çamurun içinde ayaklarımı sürüyerek devam ettim. Ama bedenim her adımda farklılaşıyordu. Sanki koyu lacivert ya da karanlığa benzeyen koyu bir mor rengine dönüşüyordu. Vücudumda bir eksiklik hissediyordum. On dakika kadar sonra elimle başımı sıvazladığımda fark ettim. Uzun, siyah saçlarım yoktu. Bedenimde tek bir tüy bile yoktu! Ayaklarım büyüyor, ellerim biçimsizleşiyordu. Ellerimi yüzümde gezdirdiğimde burnumun küçüldüğünü, kulaklarımın düştüğünü ve kulak deliğimin yerinde hiçbir şey olmadığını fark ettim. Bu beni korkutmalıydı ama sadece şaşırtıyordu. Mağaranın serin havası, içimde kıpraşıp uyanmaya çalışan dehşet duygusunu afyon gibi uyuşturuyordu. Sakindim; hiç olmadığım kadar sakin. Ve kendimi hiç olmadığım kadar güçlü hissediyordum. Sanki çiftçinin oğlu değil de bir başkasıydım. O toprağı kazıyan ben değildim. Sanki ben… Burası…
8
İmgeler beynimde uçuşuyordu. İçimdeki As’lan heyecanla uyanmıştı ve koşuyordum. Dört ayak üstünde ve havada süzülerek, kanatlarını açarak. Süratle dönemeçleri dönüyor ve sese doğru gidiyordum. Sesleri beynimin içinde duyuyordum. Anlamsız, bir ya da iki kelimeden oluşan garip, tiz mırıltılar. Dehlizin sonundaki ışığı gördüm ve bacaklarımla yeri daha kuvvetli ittim, kanatlarımı daha hızlı çırptım. Kedi gözlerimle – ki öyle olduklarını nasılsa biliyordum – dehlizin sonundaki uçurumdan zıpladım. Her yanı kayalarla sarılmış koca bir meydandı burası. Aşağıda insanlardan ve insanımsı yaratıklardan büyük bir kalabalık vardı ve beni hayranlıkla izleyip coşkuyla bağırıyorlardı. “Kôl! Kôl! Kôl! Kôl!” Bedenimi aşağıya yönelterek ortadaki ringe bir meteor gibi indim. Ayaklarımın altında parçalanan toprak beni itmek istiyor, basıncı azaltmak istiyordu ve buna izin vermedim. Ayağımın altındaki kaya ortadan çatladı. Büyük bir gümbürtü duvarlarda yankılandı. Sonra… Sonra ne olduysa bitkinleştim. Nefes nefeseydim. Dizlerimin ve dirseklerimin üzerine çöktüm ve yana yığıldım. Saçlarım yüzümü örtüyordu. Kan ter içinde kalmıştım. Saçlarım! Ellerime ve bedenime baktım, normal bir insan gibi görünüyordum. Ama… Gençleşmiştim; o yaşlı yazman değildim. Ben… Hayır, ben zaten yaşlı yazman filan değildim ki! Ben çitçinin genç oğluydum. Gözlerimin önünde görüntüler uçuşmaya başladı. Tahta çıkıyordum. Ayamı kesiyordu biri. Avuç içime baktım ve işaret parmağımın kökünden bileğime kadar çapraz bir yara izi görünce irkildim. Halkım bağırıyordu. Ben… Ben... Lanetli… Yanıma bir kılıç attılar ve ringe iki metre boyunda biri girdi. Elinde çift başlı bir balta vardı. O görüntüler… Ve ben… Kılıcı elime aldım. Adam baltasını kaldırıp kalabalığa baktı. Çığlık atıyordu ama ben… Lanet! Birden… Hatırladım… Hatırlıyordum. Ben lanetli As! Ben Lanetli As’tım! İlk hayatımda… Asok’u ben kurmuştum. Ama Ok neydi? Ok kimdi? Hatırlıyorum, burada savaş kölelerini ve suçluları dövüştürürdüm. Burada akan kandan göl yaptırmıştım. Ölülerin kanının döküldüğü Ekin Gölü… Ama bu binlerce yıl önceydi. Hâlâ buranın var olması… Sırtıma bir kırbacın inmesiyle düşüncelerimden uyandım. “Kalk köle! Dövüş!” diye bağırdı bir ses. Kılıcımı elime aldım ve dizlerimin üzerine oturdum. Boşluğa sarhoş gibi bakıyordum. Sırtıma kırbacını bir daha indirdi. “Dövüş diyorum,” diye bağırdı yeniden. Gözlerimi ona çevirdim. Ringin çevresini saran insanlar bana küfürler edip dövüşmemi söylüyordu. Ben As’tım! Kırbaçlı adama döndüm ve gözlerinin içine bakarak dişlerimin arasından konuştum, “Dövüşüyorum”. “Duydunuz mu?” diye bağırdı kalabalığa çürük dişlerini gösterip gülerek, “Dövüşüyormuş. Dizlerinin üzerinde!” Sonra baltalı rakibime döndü: “Bitir işini,” deyip ringden çıktı. Baltalı bağırarak üzerime geldi. Her saniye daha çok yaklaşıyordu ve o an geldiğinde bedenimi savurarak kılıcımı öne uzattım. Çevremde dönerek dizlerimin üzerinden ayağa kalktım. Durduğumda herkes susmuştu. Baltalının bedeni aşağıdan yukarıya doğru çizgi çizgi olmuştu. Önce kafası boynundan kayıp yere düştü, sonra bedeni. Herkesi saran şaşkınlık ölüm sessizliğini beraberinde getirmişti. Kalabalıktan biri “Kafkas,” diye bağırdı ve insanlar onu yavaş yavaş tekrarladı “Kafkas! Kafkas! Kafkas!”
10
Mağara bu sesle inliyordu. “Kafkas! Kafkas!” Hayır, bu sadece öldürüş şeklimin adıydı. Ben Lanetli As’ım. Şimdilik bilmelerine gerek olmasa da… Üzerime ağ atıldı ve bedenim sarılıp ringden çıkarıldı. Beynimde ölümün ötesinden bir görüntü belirdi. Yeni bedenime girmeden önce asılı olduğum bulut… Mavi bir buluttan sarkan milyonlarca damarın ucu insanların ense köküne giriyor ve gökte kuklalar gibi, cansız bedenler gibi sallanıyoruz. Ayaklarımızın altından büyük, kandan bir okyanus haşmetle dalgalanıyor. Bizlerse rüzgârın emriyle doğuya savruluyoruz. Değil elimizi, göz bebeklerimizi bile kıpırdatmaktan aciz yaratıklarız Gökyüzünde, ense köklerine damarlar giren, ipin ucunda sallanan bir sinek gibi sallanan milyonlarca ruhuz ve yeni bedenimizi bekliyoruz. Ve damarlar kopuyor. Gümüş ipler göbeğimize girip herkesi bir kadına doğru çekiyor. Ve şimdi, zindana götürülüyorum. Serkan KÖSE Serkan.kose@hotmail.com.tr İllüstrasyon Celalettin CEYLAN http://robocat58.deviantart.com
http://www.dergilik.com
SİNEMADA KURTADAM
12
“The Wolfman (2010)
Bilindiği üzere (veya takip etmeyenlerin birazdan öğreneceği üzere) Şubat ayı içerisinde “The Wolfman” isimli yüksek bütçeli bir yapım vizyona giriyor. Kurtadam kavramını kaba hatlarıyla sinemaya kazandıran 1941 tarihli filmin yeniden çevrimi, bu “kıllı” mevzua genel bir bakış atmak akılda kalan kurtadam filmlerini sıralamak için yerinde bir fırsattır. Kurtadam kavramı sinemaya, sessiz film döneminden itibaren eski efsaneler ve halk söylenceleri yoluyla girizgâhını yapmış olsa da eli yüzü düzgün ilk “Kurtadam” filmi olarak nitelendirilebilecek eser “The Wolf Man”dir. Bela Lugosi’nin devrinden kalma yaratık filmlerinden sıyrılıp Talbot’un hikâyesini kurtadamlık mecrasında dramatik bir altyapıya oturtarak anlatan film, sinemada bir alt türün doğmasına vesile olmuştur. Bizim neslin Michael J. Fox’la tanıdığı “Teen Wolf”un orijinali “I was a Teenage Werewolf” bir başka klasik kurtadam filmidir. Film popüler sinemada hak ettiği yeri bulamasa da hayranlarının gözünde çoktan kült mertebesine erişmiştir. “The Curse of the Werewolf” (1961) Oliver Reed’in (Ömer Muhtar mezarında ters dönmüştür kuvvetle muhtemel…) akılda kalıcı performansıyla unutulmaz kurtadam filmlerinden biri olarak arşivlerde yerini almıştır. Mevzunun sinema tarihindeki başlangıç kıpırtılarını ve modern sinemaya açtığı yolu böylece geride bıraktığımızı varsayarak (en azından kendi adıma) 80’lerden itibaren değişime giren korku sinemasının ortaya çıkarttığı ve televizyonda gece kuşağında titreye titreye izlediğimiz naçizane kurtadam filmlerine geçiş yapabiliriz. “Gremlins”in yönetmeni Joe Dante’nin Amerikan korku sinemasına katkıları çok büyüktür muhakkak. Lakin hiçbir filmi 1981 tarihli “The Howling” (Çığlık) kadar ses getirmemiştir. Halloween, A Nightmare on Elm Street, Friday the 13th gibi 80’lerin 7–8 filmlik serilerine müdahil olmasının yanı sıra sinemada ilk kurtkadın olgusunu da ortaya çıkartmıştır. Bugünün efektleriyle kaşarlanmış bir sinemaseverin bile burun kıvıramayacağı makyaj ve köstüm çalışmaları dışında filmin göndermeleri ve halk söylencelerine dokundurmaları yerindedir. Devam filmlerini göz ardı edersek korku sinemasına katkısı büyüktür. Hemen ardından John Landis gelir. “An American Werewolf in London” çoğumuzun muhtemelen izlediği ilk kurtadam filmidir. Lakin işin acı yanı el altında izleyebileceğimiz en iyi kurtadam filmidir aynı zamanda. Çok mu iddialı bir yorumdur ona emin olamadım ama bu film yaratık tasarımı, atmosferi, korku-komedi dengesi ve bilhassa unutulmaz değişim sahnesiyle sinema tarihinin en unutulmaz deneyimlerinden biridir. Kurtadam olarak adlandırdığımız lanete maruz kalmış karakterler genelde aristokrat, orta tabakadan tecrit insanlar olarak resmedilirler ve metafor bu ayrıma bir dokundurma
An American Werewolf in London (1981) Company of Wolves (1984)
olarak vuku bulur. Lakin bu örnekte kurtadamımız, aristokratların membaında bir orta direk olarak dehşet saçmaktadır. Efsaneyi ele alışına ve yenilikçi tavrına sadece küçük bir örnektir. “The Howling” gibi bu film de yaşına rağmen hâlâ etkisinden hiçbir şey kaybetmemiş bir şaheserdir. Benim diyen her korku filmi hastasının dimağında mevcut bulunması gereken bir filmdir. “Crying Game” ya da “Interview with the Vampire” gibi mühim filmlerin arkasındaki Neil Jordan’ın da bu mevzua el atmışlığı vardır. Ama yine her zamanki gibi olaya kendi bakış açısından yaklaşmış, alıştığımız çerçevenin dışından katkıda bulunmuştur. “Company of Wolves”, kırmızı başlıklı
Paris”tir. Bu sefer mevzunun Paris’e taşınması ve kurtadamların istedikleri zaman değişebilmelerine yardımcı olan bir serum geliştirmiş olmaları dışında pek bir farklılığı yoktur. İlk filme nazaran çok zayıf bir film olsa da (yönetmen koltuğunda John Landis yoktur bu sefer…) yine de öncülünün hatırına, kurtadamların hatırına, romantizmin hatırına izlenebilir. 2000’li yıllar, bu tarz alt-türlerin kendine yeni yollar çizmesi için güzel bir on yıl oldu. Hatta tam 2000 yılında, bu türün şimdiye kadar verdiği en başarılı örneklerden biri çevrilmişti bile. Bahsettiğim film tahmin edileceği gibi “Ginger Snaps”. İki genç kız kardeşin başrolünde olduğu bu başarılı film şu sıralar modern klasikler arasındaki yerini çoktan aldı. Ginger’ın bir kurtadam tarafından ısırılıp değişmeye başlamasını kız kardeşi Brigitte’in anlatımıyla izlediğimiz film göndermeleriyle insanın içini ürpertmeye muktedir. Kolay bir seyirlik olmamasına rağmen kendisine kemik bir hayran kitlesi yaratmış ve devam filmleriyle (Ginger Snaps: Unleashed ve Ginger Snaps Back: The Beginning) bu kitleyi büyütmüş başarılı bir seri Ginger Snaps. İlk film halen en kaliteli eser olsa da mutlaka tüm seri baştan sona bir kere tecrübe edilmesi gerekir düşüncesindeyim. Avrupa’dan Christophe Gans ve Paco Plaza alt-türe ilginç katkılarda bulundular. Christophe Gans’ın “La Pacte des Loups”u geniş oyuncu kadrosu ve komplo teorisi dışında, ortaçağ atmosferini başarıyla yansıttı ve güzel bir tür karması olarak oldukça değerli bir filmdi. Paco Plaza’nın “Romasanta”sı
14
Wolf (1994)
kız ve büyükannesinin hikâyesine kurtadamları dâhil ederek daha sürrealist daha sıra dışı bir kurtadam filmi peyda etmiştir. Yine müteakip yıllarda vizyona giren Michael J. Fox’un başrolünde olduğu “Teen Wolf” isimli yeniden çevrim (“How I Met Your Mother”ın 4. Sezonundan Murtaugh bölümünü hatırlayanlar basket maçındaki Teen Wolf esprisine çok gülmüşlerdir) filmin önceki versiyonuna nazaran daha eğlenceli ve hareketli bir yapımdır. Çok bahsi geçmese de ve çok başarılı bir film olmasa da yine bizim neslin aklında yer etmiş filmlerden biridir. 90’lara geldiğimiz zaman akılda kalıcı iki tane kurtadam filmimiz var. İlki Mike Nichols’ün elinden çıkma “Wolf”. “Wolf”, kurtadam fetişistlerini tatmin edebilecek kadar geniş bir organ repertuarına sahip olmasa da, Jack Nicholson’ın şairane performansıyla adım adım dönüşümünü tamamlayan Will Randall’ın hikâyesi izlemeye değer. En azından ikili ilişkileri anlatma konusunda aksakal bir yönetmenin kurtadam kavramını bu denklemin içinde kullanması ortaya eşi benzeri az bulunur bir film çıkartıyor. Michelle Pfeiffer ve James Spader’ın da başarısını göz ardı etmemek zaruridir. İkinci film ise John Landis’in efsanevi “American Werewolf” serisinin ikinci filmi “An American Werewolf in
Ginger Snaps (2000) Dog Soldiers (2002)
ise tarihi gerçeklerden yola çıkarak İspanya’nın ilk kayıtlı seri katilinin hikâyesini anlatırken, tek planlı değişim sahnesiyle unutulmazlar arasına girdi. Bir başka önemli kurtadam filmi ise yeni dönemin en başarılı yönetmenlerinden sayılabilecek Neil Marshall’ın (The Descent, Doomsday) ilk uzun metraj filmi “Dog Soldiers”. İskoçya’nın ormanlık kesiminde rutin eğitimlerini yapan bir İngiliz timinin başına gelenleri anlatan film, komedi ve aksiyonu
korkuyla harmanlayan çok eğlenceli bir yapım. Neil Marshall’ın deyimiyle “İçinde askerler olan bir kurtadam filmi değil de içinde kurtadamlar olan bir asker filmi” var ortada. İleride yönetmenin gediklisi olması muhtemel Sean Pertwee’nin performansına bilhassa dikkat. Kaçınılmaz noktaya yani kurtadam ve vampir mevzusunu tekrar diriltmede çok büyük paye sahibi olan Underworld serisine geliyoruz. Vampirler ve kurtadamlar arasında yüzyıllardır süregelen savaşın ortasında bir Romeo-Juliet hikâyesi anlatan Underworld serisi son on yıl içerisinde ortaya çıkmış en zengin mitosa sahip filmlerden biri. Ama kurtadam ve vampir kavramlarını modernize etmeye çalışırken ortaya vasatın üzerine çıkamayan, sıradan bir aksiyon filmi çıkartmış olması hakikaten affı zor bir suç. Sahip olduğu potansiyelin (World of Darkness’takilerin yoğun kanuni talepleri cevap alamamış olsa da kendi adıma bariz bir hırsızlık olduğunu iddia edebilirim) farkında bile olmayan, kahramanlarının karizmasının 10’da birini bile değerlendiremeyen (Raze ve Lucian!!!) Underworld, en amiyane tabirle körler ülkesindeki tek gözlü kral (çok büyük laflar bunlar!). Ardından gelenlere bir örnek teşkil eden Underworld’ün son filmi ise nispeten daha sade ve daha çekici bir devam filmi olmasına rağmen harcanan potansiyel açısından öncüllerinden arta kalır yanı yok. Kalan sürede Van Helsing, Skin Walkers, Blood & Chocolate gibi çok da telaffuz edilmesi gerekli olmayan filmler de ortaya çıkartmış olan bu alt tür halen çift gözlü kralını aramaya devam ediyor. Temennimiz bu türün fikir babası sayılabilecek “The Wolfman”in yeniden çevrimi, beklediğimiz kral olsun da devamı gelebilsin, biz korku severler hak ettiğimiz kurtadam filmlerine daha fazla vakıf olalım. Bir sonraki sayıda görüşmek üzere. Fikret KARAKURT Karakurtf@gmail.com http://mannsporte.blogspot.com
16
HEMATOFOBİ Kesilen parmağını musluğun altında tutuyordu. Borulardaki pas ve kirle akan sarı renkli su, kan kırmızısıyla karışınca ortaya farklı bir renk çıkmıştı. Bu uyumu Alper herkesten iyi bilirdi. Yaşamını çizim yaparak kazanan biri için temel öğretilerden biriydi çünkü. Güzel sanatlar ya da resim alanında eğitim almamasına rağmen var oluşuyla beraber gelen yeteneği sahip olduğu tek diplomaydı. Mutfakta domatesleri doğrarken parmağında açtığı kesik aslında çok derin değildi ancak canını yakıyordu. Kesilen yer işaret parmağının ucuydu ve su ile her temasında tazeleniyor, bu yüzden durmak bilmiyordu. Vücudu kaybettiklerini tekrar oluşturacaktı ancak şimdi direnmeye çalışıyordu. Başı dönmeye başlamış ve beş aydır bozmadığı diyeti için iradesi zayıflama emaresi göstermişti. Belki kaybettiği kan bir şırıngayı bile dolduramayacak kadar azdı ama hematomonya olan biri için yeterince fazlaydı. Damlayan her damla için açlık hissi daha da artıyor, tıpkı bir vampir gibi avlanması gerekliliği içgüdülerini tetikliyordu. Tanımadığı birinin boynunu delmek ve sonrasında yapacağı ziyafet düşüncesi heyecanlanmasına neden oluyordu. Ama yapamazdı. İkiz kardeşine verdiği ve tutması gereken bir sözü vardı. Her ne kadar tüm benliğiyle kana susamış olsa da dayanmalıydı. İçeride oturan kardeşini yanına çağırıp yaşadığı acıyı göstermek istedi. Çektiği ıstırabın ona karşı duyduğu sevgi ve önemden kaynaklandığını ispatlamak istedi. Ama durumunu gördüğünde olacakları biliyordu. Çoğu genetik özellikleri aynı olmasına rağmen farklı oldukları tarafları da vardı. Bunlardan biri de kana karşı tutumlarıydı. İkizlerden biri açlık duyarken, diğerinin fobisi vardı. Hatta gittiği psikolog yaşadığı durumun adı bile olduğunu söylemişti. Kendisinin dünyada yalnız olmadığının kanıtı olan bu isim hematofobi idi. Alper bir gösteriye ihtiyacı olmadığına karar verdi. Bir keresinde Eser’in düşebileceği duruma şahit olmuştu çünkü. İki aylıkken sokakta buldukları kedileri, Eser’in otururken salladığı ayağına saldırmış, tırnaklarıyla açtığı çizikten akan kan bayılmasına neden olmuştu. Akşamlarını böyle bir sonla bitirmek istemiyordu. Temizlediği parmağını musluğun altından çekti. Hayatında çok fazla yara ya da kesiği olmamış, bu konuda her zaman dikkatli davranmıştı. Lavabonun yanında duran kâğıt havludan bir parça kopardı. Kesik yere koyarak peçetenin tüm sıvıyı emmesini izledi. Aslında parmağını yalamak, kaybettiği kanın pıhtılaşmadan tadına bakmak istiyordu. Ama bunu tercih etmezdi. Başkalarının sahip oldukları her zaman güzeldi. Kendi kanı iğrençti ve kötü kokuyordu. Bu yüzden daha da sert bastırdı peçetenin kuru olan tarafıyla. Hiçbir iz kalmamalıydı elinde. Kardeşinin şüphelenmesine olanak tanımamalıydı. Birazdan beraber yemek yiyeceklerdi ve kan görmesine müsaade etmemeliydi. Tıpkı bir seri katilin yaptığı gibi – öldürdüğü zamanlar kendisinin de yaptığı gibi – tüm delilleri ortadan kaldırmalıydı. Islak elini kuruladıktan sonra ufak bir parça kâğıdı parmağına yapıştırdı. Buzdolabından yara bandı alarak tam bir turla etrafını sardı. Gözüken her yerini kapamış, parmak ucu zonklayana kadar sıkmıştı. Yarım kalan domatesi kesmeye devam etti. Hem kendisi hem de kardeşi için bıçağı daha dikkatli tutuyordu artık. Salatayı hazırladıktan sonra dolaptaki iki parça bifteği aldı. Aynı dikkatle onları da doğradı. Yumuşak etin üstündeki kan, iştahının kabarmasına neden oldu. Kan arzusu bir anda midesindeki yemeye karşı olan açlığı bastırdı. Daha önce hiç hayvan kanı denememişti. Kurbanlarını özenle seçiyordu. Erkek, kadın, fakir ya da zengin… Ama hiç hayvan yoktu aralarında. Belki de denemeliydi. Ne de olsa bir daha insan öldürmeyeceğine ve bu hastalığı yeneceğine dair söz vermişti. Bu, diğer canlıları kapsamıyordu. Aklını bu düşüncelerden uzaklaştırmaya çalıştı. Arzuları mantığının önüne geçmemeliydi. Ama kestiği domatesin suyu, bifteğin üzerindeki kan, hatta salata içindeki nar ekşisi, her kırmızı şey orucu-
nu bozması için mazeret üretiyordu. Her geçen gün daha da zorlaşmaya başlamıştı. Kendini motive edecek bir şey bulmak giderek imkânsızlaşıyordu. Problemsiz bir yemeğin ardından televizyon izlemek için salona geçtiler. Eser parmağındaki bandı sormuş, Alper de tırnağını yanlış kestiğini söyleyerek belki de akşamlarının mahvolmasını önlemişti. MTV’nin rock akşamıydı ve ikisinin de kulağına hitap eden parçalar televizyondan yükseliyordu. Her şarkı bir öncesinden daha iyi oluyor, hafta sonunu evde geçirdiklerine seviniyorlardı. Alper işi gereği metal müziği yakından takip etmek zorundaydı. Eser’in ise dinlediği tek türdü. Aslında her ikisi de zevklerini ablalarına borçluydu. Metal müziğin yükselişe geçtiği 80’lerin başında küçük olmalarına rağmen ablaları yetişkindi ve etkilenmelerinde büyük pay sahibi olmuşlardı. Ayrı yaşamalarına rağmen her ritimle yanlarında hissediyorlardı. Reklâm filmleri şarkıları böldüğünde yeterince açık olan ses daha da yükseldi. İkisi de aniden ortalarında duran kumandaya yöneldi. Konuşmamışlardı ama Eser, kardeşinin almasına izin verdi. Yine sözlere ihtiyaç duymadan anlaşmışlardı tıpkı çoğu ikizin yaptıkları gibi. ‘Mute’ tuşuna basıldığında odaya sessizlik çöktü. Tek ses Eser’in kucağında yatan kedinin diyaframından gelen gurlamaydı. Okşanmaktan mest olan Sarman – adı da kendi türüyle aynıydı – etraftaki bakışların üzerinde olduğunu hissedince bıyıklarını oynattı. Araladığı gözleriyle tehlikeyi süzdü. Kendini güvende hissettiğinde ise gerinerek kendini teslim etti. Eser kedinin bu tepkisine gülerken kardeşine baktı ve “Bana verdiğin sözü hâlâ tutuyorsun. Bunun senin için çok zor olduğunu da biliyorum ama tüm bunlar senin için,” dedi. Son günlerde Alper’deki eksikliği fark ediyordu. “İyi niyetini anlıyorum fakat yıllardır bu ihtiyacımı karşılıyorum ve hiç yakalanmadım. Bu söz ise giderek ağırlaşmaya başladı,” diye Alper yanıtladı. Duygularını, yaşadığı zorlukları itiraf etmek istiyordu ama yapmadı. “Asıl konu masum insanların hayatları. Eğer yakalanırsan da benim hayatım. Çünkü sen olmadan hep bir parçam eksik olacak biliyorsun.” “Biliyorum.” Çoğu zaman haklı olduğunu kabul ediyordu Alper. Eser bu konuda yüzlerce kez konuşmuştu. Daha fazlasının gereksiz olacağına karar verdi ve farklı bir şey sordu. “Peki, en son aldığın proje nasıl gidiyor?” Alper değişen konudan dolayı mutluydu. Bir sürü öğütten kurtulmuştu. “Yaklaşık üç ay önce bir proje aldım ve diğer tekliflerin hepsini reddettim. İzmirli bir grup için cover (kapak) hazırlamam gerek ama yaratıcılıktan çok uzaktayım bu günlerde.” İstemeden de olsa konuşmanın yönünü değiştirmekten korktu. “Albümdeki şarkılar ne üzerine?” “Dokuz parçadan oluşan konsept bir albüm. İlk bayan vampir olarak kabul edilen Countess Elizabeth Bathory hakkında,” dedi. Projeyi almadan önce bir hayli bilgisi vardı bu konuda. Ne de olsa, ikisinin farklı amaçları da olsa yaptıkları şey aynıydı. Kan içmek! Ama kendini tasvir etmekte zorluk çekiyordu. Bu belki bir yazarın yazdıklarını okumaması, ya da yönetmenin çektiği filmi izlememesi gibi bir şeydi. Alper de kendisine benzeyen birinin resmini ya da yaptıklarını çizemiyordu. Eser, birçok şey demek istese de konuşmadı. Kardeşiyle benzerliğini, onun da bir katil olduğunu haykırmak istiyordu ama aralarındaki bağı koparmamak için yıllardır yaptığı gibi sessiz kaldı. İşkence çeken bedeninin zayıfladığını görüyor, üzerine gitmiyordu. Reklâmların bitmesiyle aralarındaki muhabbet de sona ermişti.
18
*
*
*
Eser, ertesi sabah evden erken ayrıldığında ikiz kardeşi hâlâ uyuyordu. Zaten yetişmesi gereken bir işi de yoktu. Birileri albüm çıkarmak istediğinde ayağına geleceklerdi. Yatağından henüz kalkmamıştı. Gece boyunca gördüğü rüyalardan dolayı keyifsizdi. Uzun süredir uyuyordu ancak hâlâ yorgun hissediyordu. Tüm o kâbuslar dinlenmesine izin vermemişti. Girdiği yolda iradesiyle beraber, bilinçaltı da çökmeye başlamıştı. Yatağında oyalanırken gün boyunca yapacaklarını düşündü. Odasına kapanıp boş bir kâğıt üzerinde çalışacak, hayal gücünü zorlayacaktı. Ancak biliyordu ki sonuç öncekilerden çok da farklı olmayacaktı. Yine dokunulmamış boş bir sayfa ya da anlamı olmayan çizgiler öfkesini arttıracaktı. Zor da olsa kalkmayı başardı. Dün yedikleri yemek hâlâ midesindeydi. Çiğnemeden yuttuğu yudumlar tok uyanmasına neden olmuştu. Yüzünü bile yıkamadan çalışma kâğıtlarının bulunduğu hobi odasına gitti. Bu odaya kardeşi daha çok ‘fobi odası’ diyordu. Ortak zevkleri çoğunlukla aynı olmasına rağmen iç dekorunu, Alper’in daha derinlerde yatan karanlık ve karmaşık dünyasındaki elleri tasarlamıştı. Çizimlerinin bir yansıması gibi her yer karanlıktı ve odanın tavanlarından aşağı doğru sarkan korku figürleri insanın ürpermesi için yeterliydi. Duvarlarda kendi ellerinden çıkan birkaç tablo vardı ki bunların biri Cehennem alevleri içinden yükselen bir zebaninin yüzüydü. Suratındaki gülümseme tabloya yakınlaştıkça daha da hissedilir hale geliyordu. Sanki kalemdeki grafit, aynı Cehennemin sıcak madenlerinden yapılmışçasına her darbesiyle resme hayat vermişti. Onun yanındaki tablo ise diğerinden uzak sürrealist bir çizimdi. Çapaya benzeyen kuyruğu olan kılıç balığının, uzamış ve yosuna benzeyen solungaçları tuvali kaplıyordu. Pullu gövdesine yerleştirilmiş yelken ve direği ise ayrıntılarıyla resmedilmişti.
İllüstrasyon : Alper LÖKÇÜ
Odanın ortasında duran kare şeklindeki masanın üzeri bitmemiş taslaklarla doluydu. Yarım kalmış çizimler ya da daha başlamadan buruşturulmuş kâğıtlar kaybettiği zamanı yüzüne vuruyordu. Hayal gücünü sınırlamamak için eski çizimlerini yere fırlatarak masayı temizledi. En iyi işçiliğini yapabilmesi için yeni bir başlangıca ihtiyacı vardı. Sandalyesine oturup Countess Elizabeth’i düşündü. Yaptıklarını, kurbanlarını, sapkınlıklarını, ulaşmaya çalıştığı güzelliğini çizmek istedi ama başarılı olamadı. Her zaman yaptığı iş, ilk defa yapıyormuşçasına zor geldi. Bir başlangıcın ardından gerisi gelebilirdi belki ama yaratıcı yanı bugün ölüydü sanki. Çizime odaklanan bakışları netliğini yitirdi. Kâğıda bakan gözleri, geçmişi görmeye başlayarak beş aydır yaşadığı açlığı hatırlamasına sebep oldu. Bu süre içinde neye yoğunlaşmaya çalışsa bir müddet sonra yine geçmişi karşısına çıkıyordu. Kurbanlarının yüzlerini hayalinde canlandırırken hem zevk hem de acı duyuyordu. Aynı duygular peşini bırakmamıştı. Acıları ve arzuları çarpışıyordu. Her açlığın sonunda duygusal bir çöküş yaşar, yapmamayı dilerdi. Kolunda yatan ölü bedene karşı pişmanlık duyardı. Ama bu isteğin, doğasından gelen temel bir gereksinim olduğunu biliyordu. Ve karşılamak zorundaydı. Dağılan düşüncelerini topladı. Oturduğu masanın karşısında asılı olan aynaya baktı. Belki o zaman kendini, aslında kendi gibi olan Countess’i canlandırabilirdi. Kan içerkenki halini hiç seyretmemişti, hiçbir zaman böyle bir fantezisi de olmamıştı. Vahşi bir hayvana benzediği bu anlara tanık olanlar sadece kurbanlarıydı. Eğer varsa bir de Tanrı! Şimdiye kadar savaşan ejderhalar, kuru kafalar, sapık katiller, korkunç yerler hepsini çizmişti ama genç kalmak için kan içen bir vampiri resmetmemişti. Aynada kendine tekrar baktı. Normalden iki kat daha fazla kilolu gösteriyordu. En ufak hareketinde kafasının yansıması değişiyor, farklı şekillere bürünüyordu. Geçen sene almışlardı onu. Tesadüfen girdikleri bir dükkânda saatlerce gülmüşlerdi karşısında durarak. Her zaman tek bir bedene sahip olmak isterlerdi. Birbirlerinden hiç ayrılmazlardı o zaman. Belki kardeşi yardım çığlıklarına cevap verebilir, muhtaç olduğu kan karşısında bu denli aciz kalmazdı. Aynadaki hali bir katile benzemiyordu. Kâğıda dökülen yeni bir resim de yoktu hâlâ. Kalemi elinden bırakarak saçlarıyla oynamaya başladı. Başladığı noktadaydı ve öfkesini kontrol etmeye çalıştı. Eskiden ilham perileri gelmediğinde bile kötü de olsa çizebilirdi. Şimdi ise boşluğun içinde boğuluyordu. Dağıttığı saçlarını düzelterek belini sandalyesine dayadı. Bu sefer ortaya bir şeyler çıkarmaya niyetliydi. Öncelikle onlardan biri olmalıydı. Dönemin ve Contess’in zihniyle düşünmeliydi. Osmanlı’ya karşı mücadele eden soylu Macar ailesini hayal etti. Zihnindeki insanlar 16. yüzyıla ait kıyafetler içerisindeydi. Koltuğunda oturarak insanlara emir veren bir hanımefendinin kendini beğenmiş yüz ifadesini düşündü. Çizmesi gereken katil ruhlu kadın tam da buydu. Hayalinde canlandırdığı dünyayı yaşamaya başladı. Hizmetçilerinden birini yanına çağırdı. Soyunması için talimat verdi ancak kız itiraz etti. Kendisine karşı gelen olmamıştı daha önce. Her isteği sorgusuz yerine getirilirdi. Beyaz önlüklü kıza yaklaşarak cezasını vermeliydi. Kraliyet yüzüğünün bulunduğu eliyle vurunca ağzından çıkan kan yüzüne sıçradı. İşte her şey o anda başlamıştı. Yüzünün gerilip daha da güzelleştiğini hissetti. Yaşamın kaynağı olan kanın, güzelliğin ardında saklanan sır olduğunu keşfetti. Savunmasız kıza aç bir kurdun avını parçaladığı gibi saldırdı. Kız yere düşüp öldüğünde ise akan kanları vücuduna sürdü, değen her damlayla gençleşti. Diğer hizmetkârların sessiz bakışları arasında zemini kanla kaplanan sarayda, şehvet içerisinde kan banyosu yaptı. Dini bir ritüeldeymişçesine transtaydı Alper. Az önceki düşünceleri rüyadan bile gerçekti. Bir süre sonra zihninde oluşan saray ve sadist sahibesinin görüntüsü yok oldu. Ne çizdiğini hatırlamı-
yordu. Kızıla boyanan düşünceleri dağıldığında kâğıdına baktı. Kırmızının her tonunu gördü. Sarayın önünde duran insan figürü vardı, o da silikti ve anlaşılması zordu. Sadece tek bir renk hâkimdi gökyüzüne, toprağa. Açık, koyu; pastel, canlı her çeşidini dökmüştü çizimine. ‘Scarlet’, ‘Crimson’, ‘Red’ diyebilirdi ancak resimlerine verdiği isimler Türkçeydi ve sadece ‘Kırmızı’ geliyordu aklına. Tasvir ettiği sarayın yerleri o kadar çok kanla kaplanmıştı ki tüm detaylar boğulmuştu. Üç saatlik bir uğraşın ardından kâğıdı buruşturdu ve harcadığı bir günü daha ait olduğu yere, çöpe attı. Kan içemeden yaşayacağı her an değersiz bir çöpten farklı değildi. Kardeşine verdiği sözü hatırladı. Artık ağırlaşmıştı ve mutsuz, boş günler geçirmeye tahammülü kalmamıştı. Kısa süren hayatta istediği gibi yaşamaya hakkı vardı ve bunları tüketmek istemiyordu. Hem bu sapık fantezilerden biri değildi. Sadece böyle yaratılmıştı. Ağzına ilk kan değdiğinde damağında bıraktığı ekşi tadın bağımlısı olmuştu ve bu planladığı bir şey değildi. Bir an için Eser’in zihnine girmesi gerektiğini düşündü. Her zaman haklı çıkardı o. Tarafsız olmaya çalışarak onun adıyla yüksek sesle konuşmaya başladı: “Aynı yumurtadan yaratıldık. Zevklerimiz, saçlarımız, hatta konuşmamız bile aynı. Ama bir konu var ki bu özellik, farklı iki dünyadan gelmiş olduğumuzu gösteriyor. Birimiz kandan korkarken diğeri kana açlık duyuyor. Bu tıpkı matematiğin eşitlik ilkesi gibi. Eski Yunan, Hint mitolojilerinde insanların iki başlı dört kollu ve dört bacaklı olduğu söylenir. Tanrıların gönderdiği yıldırım ile ikiye ayrılıp hayatları boyunca diğer ruh eşlerini aramaya çalıştığından bahsedilir. Şanslıyız ki doğduğumuz andan itibaren birbirimize sahibiz ve biz aslında birbirimiziz. Aynı kişiyiz, yaratılışımızla gelenlerle bir bütünüz. Değişmenin, değişmeye çalışmanın bir yararı yok. Ben kandan korkuyorum ve sen elinden geleni yapıyorsun. Sen de onu istiyorsan ben de aynını yaparım ulaşman için. Çünkü ben seni tamamlayan diğer yarınım.” Aniden sustu ve ayağa kalktı. Tekrar Alper olmuştu. Yüzünde mutluluğun ifadesi vardı, sanki hayata tekrar dönmüştü. Doğru olanı yapmaya karar verdi. Hareketsizce beklediği süre boyunca saçlarıyla oynarken kapı zilinin çaldığını duydu. Ayakları sese doğru hareket etti. Yüzündeki ifade silinmemişti ve hâlâ duruyordu. Yavaş adımları istikrarlıydı, yer ayağının altında kayıyordu ve yürüdüğünü dahi hissetmiyordu. Zihni o kadar boşalmış ve rahatlamıştı ki zaman, mekân kavramı anlamını yitirmişti. Bu duyguyu çok iyi biliyordu. Kan içmeden önce de aynısını yaşıyordu. Kapıyı açtığında kardeşini göreceğinden emindi. Ancak karşı dairelerinde oturan üniversite öğrencisiyle karşılaşmıştı. Açlığı daha da arttı. Mini eteği ve beyaz gömleğiyle ikizlerden birinin karşısında duran Gül, kısa bir tereddütten sonra “Alper,” demesi gerektiğine karar verdi. Tek taraflı bir konuşmanın ardından içeri girdi. Alper susmuş ve sadece dinliyordu. Yanından ayrılıp mutfağa gittiğinde ise aklında olan tek şey vardı. İçerden gelen konuşmalarının farkında bile değildi. Eline aldığı bıçakla Gül’ün yanına geri döndü. Az önce kelimelerini peşi sıra sıralayan kız susmuş, bir süre sonra da bağırmaya başlamıştı. Çığlık atan kızın ağzını eliyle kapayıp hobi odasına doğru yöneldi. Çaresizlik içinde debelenmesinden dolayı bir miktar kan süzülmeye başlamıştı bile. Bu, Alper’in daha da heyecanlanmasına ve şuurunu tamamen yitirmesine neden oldu. Bıçağını kızın boynuna batırmadan önce gözlerine baktı ve Tanrı’nın olmadığına bir kez daha inandı. O anda odada iki kişilerdi ve ikisi için de Tanrı, Alper’di. Kurgusu ne ise onu oynayacaklardı. Bıçak, boynundan aşağı yavaşça inerken köprücük kemiğine kadar rahatlıkla hareket etti. Kas ve sinirlerini parçalayarak geri çıkardığında açtığı delikten kan, tazyikiyle fışkırmaya başladı. Ağzını dayadı ve ayların vermiş olduğu susuzluğunu, açlığını dindirmeye çalıştı. Odadaki her şey kırmızıya boyamıştı. Az önce yaptığı resme çok benziyordu. Titreyen bedeni son kanı da dışarı attığında Alper, yaşadığı zevkin doruklarına ulaşmış oldu. Bir kez daha yaptığı şeyin kutsal ve tadılması gereken bir zevk olduğuna inandı. Yediği yemekten sonra
22
karnı ağrıyabiliyordu, seksten sonra duygusal bir çöküntüye giriyordu ancak damarlarına karışan tazelikten sonra asla acı çekmiyordu. Ta ki zihni yaptıklarını yargılayıncaya kadar! Gözüne sıçrayan kanları sildiğinde cansız beden yerde yatıyordu. Islanan saçları kurumuştu ve yüzünü örtüyordu. Ayağa kalktı ve masasına gitti. Sandalyesine oturduğunda kapının yanında bekleyen bir izleyicisinin olduğunu fark etti. Arka ayaklarının üstüne oturmuş kedi halinden memnun bir halde bekliyor, şahit olduğu vahşete yabancılık çekmiyordu. Ona baktı. Ruhun bir aynası olan gözlerinde kendini aradı. Sırasıyla kardeşini ve ablalarını gördü. Daha fazlasına izin vermeyen hayvan yerdeki kıza yaklaşarak akan kanı yalamaya başladı. Sahibini taklit edercesine kurbanıyla oynuyordu. Gördükleriyle varlığını hisseden Alper ilham almış parmaklarıyla resmini çizmeye başladı. Daha bitirmeden adını koymuştu. ‘Son Kurban.’
*
*
*
Eser eve girdiğinde ölüm sessizliği her yerdeydi. Tanımadığı bir koku burnuna yayılmıştı. Yolunda gitmeyen bir şeyler olduğunu hissedebiliyordu. Kardeşine seslenmişse de yanıt alamamıştı. Ancak nereye bakacağını biliyordu ve çalışma odasına doğru yürüdü. Kapının yanında durduğunda odanın sadece bir kısmını görebiliyordu. Kardeşi çalışma masasında oturuyordu. Gözleri tek bir noktayı deliyor ve hiç kıpırdamıyordu. Önünde tamamlanmış bir resmi ve ayakucunda da kedisi yatıyordu. Biraz daha ilerleyip içeri girdiğinde dengesini kaybetti. Yerde kayan ayağı neredeyse düşmesine sebep oluyordu. Toparlandığında kardeşinin bakışlarını takip etti. Alper’in son kurbanının yerde uzanmış olduğunu gördü. Şimdi odanın tamamına hâkimdi ve her yer kanla kaplıydı. Ufak bir göl oluşmuştu gidersiz bir kuyuda. Böyle bir şeye daha önce tanık olsa bayılırdı ama vücudu direniyordu şimdi. Dayanmak zorundaydı. Çünkü ruhunu paylaşacağı kimse olmayacaktı artık. Yalnızdı ve tek kalacaktı. Eksiklerini tamamlayan ruh eşi gidecekti, gitmek zorundaydı. O anda yapması gerekeni biliyordu, salona gitti ve telefonun ahizesini eline aldı… Fatih DANACI İllüstrasyon E. Gökhan ALTUN http://wishmaster6.deviantart.com
24
İHTİYARIN GÖZÜNDEN Burnuma dolan keskin ter kokusu beni yarım dakikalık uykumdan uyandırıyor. Oysaki biraz önce otobüsün ritmik bir şekilde titreyerek ilerleyişi bir beşik etkisi yaratmıştı üzerimde. Şimdi ise bu titreyiş uykudan uyandıran, acımasız bir sarsıntıya dönüşüyor benim için. Ter kokusu hâlâ burnumda, etrafıma bakınıyorum. İş çıkışı saatleri olduğu için otobüste iğne atsan yere düşmez, kokunun kaynağı da çevremdeki herhangi bir kişi olabilir. Oldukça uzun bir yolumun olduğunu bildiğim için insanlara bakıyorum. Aslında otobüste oturacak yer bulabileceğimi sanmıyordum ama gençlerden birisi artık ayakta durmaya zorlanan bedenimin oturması için kendi yerini önermişti. Ben de itiraz etmeden oraya oturmuştum. Zamanında biz de yaşlı insanlara yer verirdik, demek ki kendine döneceğini unutmamak gerekiyormuş. Gerçi ben de dikkat etmezdim delikanlı hallerimde böyle şeylere ama insanlara iyilik etmek vardı kanımda. Yarım dakikalık uykulara alışık olan bedenim çabucak mayhoş ruh halimden uzaklaşıyor, ben de çevredeki insanları daha rahat inceleyebiliyorum. Karşımda oturmuş benden az daha genç bir bey var. Görüntüsünden asalet akıyor, tam bir İstanbul beyefendisi! Yaşını da hiç göstermiyor vallahi! Yaşlandıkça artan kıskançlık duygum yeniden alevleniyor. Artık kendime bakabilecek yaşı bile geçtim, elimdeki bastondan güç almazsam yürüyemeyeceğim maazallah. Adamın bakışları da benim üzerime kayıyor, bunun üzerine başımı cama doğru çeviriyorum. Dışarıdaki trafiğin hali çok acı! Zaten uzun olan yol herhalde bu trafikte git, git; bitmez. Otobüste duraklarda olsun, trafik ışıklarında olsun bir duruyor bir hareket ediyor. Hele de yol az daraladursun otobüsün dur-kalkları her adımda bir oluyor neredeyse. Otobüslerden bu yaşıma kadar hep nefret ettim, insanların balık istifi yapıldığı, korkunç bir ulaşım aracı. Ama başka bir şekilde evime ulaşamıyorum. Adamın bakışlarımın üzerimden çekildiğini hissettiğimde tekrar etrafıma bakınmaya başlıyorum. Fakat bu sırada aklıma bir şey geliyor; benim onu kıskandığım gibi onun da bakışlarında güçlü bir duygu vardı. Asıl olansa bakışlarının korku dolu olmasıydı. Düşününce anladım, bu adam basbayağı benim gibi bir yaşlı olmaktan korkuyor! Dönüp de şu sözleri diyesim geliyor: “Sen benim yaşıma geldiğinde benden daha beter olursun, bak da ibret al!” Ama kelimeler dökülmüyor ağzımdan, zaten artık zar zor konuşuyorum. Bu adama da laf söylemek hiç içimden gelmiyor. Ne kadar beyefendi olursa olsun yaşlanmak korkusu sarmış dört bir yanını, onu kıskanmak yerine, ona acıyabilirim. Biz hiç böyle miydik? Sonra durup yanındaki kadına bakıyorum. Üniversiteli olduğunu düşündüğüm bir kız. Şu uçuk kaçık tiplerden! Zamane gençlerinin de üzerinde ne olduğu hiç belli olmuyor vallahi. Hele o saçlar ne hal? Kaç ayrı renk var yahu orada? Gözlerim de artık o kadar iyi görmüyor… Katarakttı, oydu, buydu bir ameliyattan ötekine. Gözlükler desen gırla gidiyor. Bazen şaşırıyorum hangisi yakın, hangisi uzak gözlüğüm. Kıza bakmaya devam ediyorum. Elinde üç tane kalın mı, kalın kitap var. Bir tanesini önüne açmış okuyor. Az göz gezdireyim diyorum, saçındakinden daha fazla renkle işaretlemiş kitabın dört bir yanını. Bu karmaşık renklerin arasına bir de küçük not kâğıtları yapıştırmış! Bu karmaşıklıktan nasıl da kitabı anlıyor, şaşıyorum doğrusu. Bizim gençliğimizde hiç böyle zor değildi Allah için. Paramız yoktu evvela ama arkadaşlarımızla vakit geçirmeye vaktimiz vardı, gezmeye tozmaya vaktimiz vardı. Ailemizle geçirdiğimiz vaktin ise haddi hesabı yok. Ah gençliğimde şu İstanbul’u bir uçtan diğer uca yürüyerek geçtiğimi hatırlarım! Şimdi bindiğim şu otobüsün gittiği yolları biz ayağımızda yama yapmaktan hali kalmamış ayakkabılarla yürürdük!
32
İllüstrasyon : Gökçe BEDİRLİ http://gokceyazin.deviantart.com Gençlik hayallerimi otobüsün ani freni ve gürültülü kornası silip atıyor. Yine bir kazadan ucuz kurtulduk! Eskiden olsa herkes bir panik olurdu, anlatamam. Şimdi ise gündelik hayatın bir parçası oldu trafik kazaları. Gün geçmiyor ki bir araba diğerini paramparça etmesin! Ben bile alıştım artık bu trafik çıkmazına, o yüzden çevreme bakınmaya tekrar başlıyorum. Ayakta duran insanlar birbirlerine yapışmış duruyorlar. Şoförde de kabahat! Neyine doldurursun bu kadar yolcuyu arabana? Mübarek insan değil, pazar malı! Üst üste, alt alta, ne yöne baksan bir santim açıklık yok. Hava bile zar zor yer bulmuş kendine! Otobüs yoluna devam ediyor, inenler ve binenlerle bir boşalıp bir doluyor otobüs. Ama ben hiç kıpırdamıyorum bile yerimden, nasıl olsa son durakta ineceğim. İstanbul beyefendisi çarçabuk kalkıyor. Yerine çalışan bir işkadını geçiyor. Onun da elinde evraklar, dosyalar gırla gidiyor. Bir de elinden düşürmediği telefonunda insanlara emir yağdırıp duruyor! Bu karmaşadan sıkılıyorum ve başımı cama yaslayıp gözlerimi kapatıyorum. Çarçabuk yorulan bedenim bir o kadar çabuk uykuya dalabiliyor. Keskin ter kokusundan da artık eser yok, rahatlıkla uyuyabilirim… Birinin beni hafifçe dürtmesiyle uyanıyorum. Genç adam kibarca konuşuyor: “Amca, son durak!” Başımı sallayıp bastonuma yaslanarak otobüsün merdivenlerine geliyorum. Diğer yolcular çoktan inmiş! Ben de ağır ağır iniyorum merdivenlerden. Ah bu yolculuklar, beni mahvediyor!... Rafet Tolga CANKURT
NE ACAYİP ŞEYSİN SEN REMAKE
The Fly (1958)
The Fly (1986)
Remake: film, şarkı gibi eserlerin tekrar paketleyip, yenilenip piyasaya sunma durumu. Bilindiği üzere Hollywood hikâye bulmakta gitgide zorlanıyor. Çarkın dönmesi için yaratıcı senaryolara ihtiyaç var ama artık çağımızda anlatılacak her hikâye anlatıldığı için remake'ler uzun süredir Hollywood'un can simidi olmuş durumda. Aslında Yeşilçam'ın en güçlü olduğu yıllara baktığımızda da birçok filmin Hollywood filmlerinin senaryolarından yerelleştirilerek yaratıldığını görürüz. O zamanın senaryo yazarları da zaten bu durumu yadsımaz, aksine aynı senaryoyu farklı isimler ve mekânlarla defalarca çektiklerinden dem vururlar. Hollywood bu yerelleşme olayına ise son yıllarda başladı. Bu işin fitilini ateşleyen film The Ring oldu. Ring'in başarısı Hollywood'un iştahını kabarttı ve ardı ardına önce Uzak Doğu'yu sonra İspanya'yı ve Avrupa sinemasını kare kare remake'lemeye başladı. Bu durumun da en büyük nedeni kitap okumayan popcorn Amerikan izleyicisinin altyazı da okumaması olarak açıklanmakta. Oysaki 80'li yıllara ve daha da öncelere gittiğimizde remake'lerin çok farklı bir konumu var sinemada. Daha sinema endüstrisinin yeni yeni doğduğu yıllarda ortaya çıkan ilginç senaryoların, ilerleyen yıllarda büyük yönetmenlerin belki de genç yaşlarda seyredip “ben daha iyisini çekerim” hayallerinin bir ürünü olmuş remake filmler. Bu şekilde The Fly, The Thing veya Invasion of the Body Snatchers gibi pek çok orijinalinden bile daha iyi diyebileceğimiz yapım mevcut. Bu yazımda da sizlere remake'lerin iyilerini ve kötülerini tanıtmak istedim. Genel olarak korku gerilim türünde filmleri seçtim bu listeyi oluştururken. Ancak sıralama yapmayı sevmediğim için numaralandırmadım. İşte karşınızda en iyi ve en kötü 10 korku/gerilim remake'i.
EN İYİLER • The Fly (1986) / orj. The Fly (1958) Kurt Neumann'ın Sinek'ini de seven çoktur ama David Cronenberg bir remake yapıyorsa bir bildiği vardır, derim ben. Jeff Goldblum ve Geena Davis'in en iyi performanslarını sergiledikleri bu başyapıtın remake olduğuna inanmak mümkün gelmiyor.
Cape Fear (1991)
Cape Fear (1962)
• The Thing (1982) / orj. The Thing from Another World (1951) John Carpenter'ın bilinmeyenden korkan insanlığa bir armağanı olan The Thing, Kurt Russell ile karlar içinde bizleri muhteşem bir gerilime sürükler. Ama o da 50'lerde ortaya çıkan felaket/canavar filmleri furyasının ilginç temsilcilerinden birinin remake'idir. Ancak Carpenter hikâyeyi kendi sinemasına özgü bambaşka bir şekle sokmuştur.
- Cape Fear (1991) / orj. Cape Fear (1962) Martin Scorsese yönetmen koltuğunda ve Robert De Niro, Nick Nolte, Jessica Lange, ve Juliette Lewis gibi hepsi birbirinden ünlü oyuncular var. Bir de arkanıza Gregory Peck ve Robert Mitchum ile zamanında hit olmuş bir gerilim filminin senaryosunu alırsanız kötü bir iş çıkabilir mi? Belki Scorsese'nin en iyi filmlerinden değil ama defalarca seyredilebilecek bir eğlencelik. Juliette Lewis özellikle genç yaşına rağmen döktürüyor. • Bram Stoker's Dracula (1992) / orj. Count Dracula (1931) ve/veya Nosferatu, eine Symphonie des Grauens (1922) Vampir sinemasının medarı iftiharı Kontumuz onlarca kez sinemaya adım atmış, şekilden şekle girmiştir. Hatta zenci bile olmuştur. Ancak Francis Ford Coppola'nın çektiği 1992 versiyonu kadar büyük bütçeli bir yapımı olmamıştı hiç. Gary Oldman'ın muhteşem performansı ile can bulan Dracula sevdiği kadını elde etmek için türlü komplolarla Keanu Reeves'e hayatı dar ediyordu. En büyük eleştiri filmin bir aşk filmi kokan senaryosu olsa da seyircide genelde olumlu bir etki bıraktı. • The Ring (2001) / orj. Ringu (1998) Uzakdoğu korku sinemasını tüm dünyaya bir Amerikan filminin tanıtacağını kim bilebilirdi? Japonya'da
fenomen olan bir seriyi Gore Verbinski çok iyi bir şekilde Amerikan kültürüne entegre etmişti. Sinemada kanımın nasıl çekildiğini unutamam. Başarısı sonrası ne yazık ki kötü Uzakdoğu remake piyasası oluştu. Bu döngüyü ne yazık ki kırabilen böyle bir film daha da çıkmadı. • Invasion of the Body Snatchers (1978) / orj. Invasion of the Body Snatchers (1956) Dünyadaki tüm filmler yakılacak olsa ve bana sadece bir uzaylı istilası filmi kurtarma hakkı verilse hiç düşünmeden 1978 yapımı filmi seçerdim (Çok fantastik oldu sanırım). Donald Sutherland'in ağzını açıp ciyakladığı sahne bir klasiktir. Bu kadar sevdiğim bir filmin remake olması aslında remake'lerin ne kadar değerli olduğunun da başka bir kanıtıdır.
Invasion of the Body Snatchers (1956)
Invasion of the Body Snatchers (1978) • The Hills Have Eyes (2006) / orj. The Hills Have Eyes (1977) Wes Craven'ın ilk versiyonuna göre üstüne koyarak ilerleyen bir yapım. Son beş yılın en iyi remake'i diyebilirim. Ama beğeneni kadar beğenmeyeni de var tabii. Alexandre Aja'yı bu yıl da Piranha-3D adlı remake ile izleyeceğiz. Bakalım onda da bu kadar başarılı olabilecek mi? • Dawn of the Dead (2004) / orj. Dawn of the Dead (1978) Benim gibi Zombi sineması delileri için iki filmin de yeri ayrıdır, ancak 2004 yapımı Dawn of the Dead sanki ilk filmin nitrojen takılarak tuning yapılmış hali gibi. Hızlı ve öldürücü. • Willard (2003) / orj. Willard (1971) Remake'inin orijinalinden kat be kat üstün olduğu yapımlardan biri daha. Back to the Future'ın ezik babası Crispin Glover'ın en büyük rolü olan Willard'da fareleri ile intikam almaya çalışan psikopat bir arkadaşın maceralarına ortak oluyoruz. • Funny Games U.S. (2007) / orj. Funny Games (1997) Michael Haneke'nin Amerikan seyircisi için orijinalinden tam 10 yıl sonra çektiği filmi başta eski seyircisi için çok yadırgansa da remake olması iyi bir film olduğu gerçeğini değiştirmiyor. Tim Roth için bile seyretmeye değer.
36
Psycho (1998)
Psycho (1960)
EN KÖTÜLER • Psycho (1998) / orj. Psycho (1960) Bazı klasiklere dokunmak lanetliymiş gibi geliyor. Psycho da bunlardan biri. Gus Van Sant gibi bir ismin Psycho'yu çevireceğini duyduğumda çok heyecanlanmıştım, ama ortaya çıkan gudubeti görünce Hitchcock'un ne büyük bir insan olduğunu bir kez daha anladım.
• The Invasion (2007) / orj. Invasion of the Body Snatchers (1956) Suyunun suyu olan bu yapım artık Body Snatchers'a dokunmamak gerektiğini bize gösterdi. İyi oyuncuların bile kötü oynadığı ve her detayın gözümüze battığı bu film bir de bitişte ‘sonsuza kadar mutlu yaşadılar’a kayınca seyircinin nefret duygularını kazandı. • House of Wax (2005) / orj. House of Wax (1953) Aslında bu listenin en eli yüzü düzgün yapımı olsa da sırf Paris Hilton'un ününden yararlanmaya çalıştığı için bile listeye girmeyi hak ediyor. Ama yine de çekilir bir yanı var. • Halloween (2007) / orj. Halloween (1978) House Of 1000 Corpses ve Devıl's Rejects gibi iki ilginç ve beğenilen filmden sonra Rob Zombie özellikle ikinci yarısında gitgide sıkıcılaşan ve köklerine saygısızlık eden bir filme imza attı. Keşke hiç çekilmeseydi bu film. • The Omen (2006) / orj. The Omen (1976) Gereksiz bir yeniden çevrim daha, bu kadar güzel bir seri neden böyle bir işkenceye çevrilir? Kesinlikle uzak durulması gereken filmlerden. • One Missed Call (2008) / orj. Chakushin ari (2003) O kadar kötü bir film ki uzun süre kafanızı duvarlara vurmak isteyeceksiniz. Altyazı sevmeyen Ame-
rikan seyircisine, madem öyle işkence çekin, diye tasarlanmış sanki. Genel anlamda daha önce de değindiğim gibi Ring dışındaki tüm çevrimlerde bu sorun var.
The Wicker Man (2006)
The Wicker Man (1973)
• The Wicker Man (2006) / orj. The Wicker Man (1973) 2000'lerin en kötü filmi diyebiliriz rahatlıkla. Nicholas Cage'in çöküşünün fitilini ateşleyen filmin youtube'daki dalga geçen klibini mutlaka görün derim. Ama film o kadar kötü ki insan seyretmeden yapamıyor, öyle de bir yanı var. O yüzden sıcak da baktığım bir yapım.
• The Ring Two (2005) / Ringu 2 (1999) İlk filmin başarısını tekrarlayamayan ikinci film ne yazık ki sıkıcılıktan kurtulamıyordu. Nakata'nın yönetmen koltuğunda oturması bile başarısı için yeterli olmadı. • Dark Water (2005)/ orj. Honogurai mizu no soko kara (2002) Karanlık Sular'ın orijinal versiyonunu seyretmediyseniz çok şey kaçırıyorsunuz demektir. Hideo Nakata'nın Ring'den sonraki en büyük başarısıdır. Peki, bu Hollywood dışkısı için ne demeli? Olmamış, diyor ve devam ediyoruz. • The Fog (2005) / orj. The Fog (1980) John Carpenter klasiği The Fog un remake'ini de Hollywood yüzüne gözüne bulaştırmış itina ile. Seyredilmemesi, tüm kopyalarının itina ile yakılması gereken ender yapımlardan. Masis ÜŞENMEZ www.otekisinema.com
38
İllüstrasyon : Celalettin CEYLAN http://robocat58.deviantart.com
AYDINLANMA ZAMANI IV
Timur: Hocam nerelerde kaldın? Seni beklemekten gına geldi. 5 gün oldu buradayım ama görevimi bildirmeye ne gelen var ne de giden. Sorun ne, yoksa işsiz mi kalacağım? Haberci: Merak etme yavrucuğum, işsiz kalman olası değil. Sadece biraz misafirimiz olacaksın burada. Çünkü öğrendiğim kadarıyla “patron” sana görevi bizzat kendisi verecekmiş. Anladığım kadarı ile senin canın sıkılmış. Bak sana bir önerim olacak; can sıkıntısına karşı da birebir gelecektir eminim: Buralarda gezen birkaç “cehennem tohumu” var. Onları haklayabilirsin. Gerçi, bu söylediğimi ben yapmış olsam patron kabak gibi oyardı beni ama sana bir şey demez. Nedense (!) sana karşı bir zaafı var. Timur: Nasıl yani? “Cehennem tohumu” Todd Mcfarlane tarafından yaratılan çizgi roman karakteri değil mi? Haberci: Yoo, yanılıyorsun kuzum. “Cehennem tohumu”gerçekten var. Bir düşüncemi paylaşayım seninle: Aslında bana göre sen de “onlar”dansın; fakat daha kuvvetlisisin diyebilirim senin için. Timur: Çok şaşırdım gerçekten. Bir dakika dur, dur: Benden başkaları da mı var? Ölümlü olmasına rağmen buraya ziyarete gelerek patron için çalışan? Ben yalnızım sanıyordum. Haberci: Şaşırma, unutma dünyada kimse yalnız değildir. Senin gibi özelliklere sahip olanlar yok ama sana yakın olanlar elbette var. Bu söyleyeceklerim aramızda kalsın: Pek emin değilim ama patron da senin gibiymiş. Benden önceki haberciden öğrenmiştim. Ve anlattıkları da havada kalacak iddialar değildi. Demem odur ki patron da senin geçtiğin yollardan geçmiş. (Kısa bir sessizlik) Evet ya, şimdi çözdüm onun sana karşı zaafını. Yazar :Habercinin kurduğu cümle son cümle olmuştu. Timur’un şaşkın bakışları arasında dizlerinin üzerine düşmüş ve enlemesine birer çizgi olan gözlerinden kanlar boşanmıştı. Son nefesini verip de küle dönüşmeye başladığında ise Efendi bana ceza kesti, demiş berzahın kan ve irin dolu o en karanlık köşesinin topraklarına karışmıştı. Sonrasında ise “patron” belirmiş ve “Boşboğazlık yapanları sevmem, haksız mıyım kardeşim?” diye sorarak Timur’a sarılmıştı. Timur: Habercinin ölümü bende bir şaşkınlık yaratmış; üstelik tanık olduğum manzara ise tiksinti duymama neden olmuştu. Kendimi toparlayabilmek adına gözlerimi kapatmıştım. Sonrasında ise karşımda şeytanı görünce elim ayağım birbirine dolandı sanki. Şaşkınlığımı üzerimden atamadan kırk yıllık dostummuş gibi gelip bana sarıldı. Ne oluyoruz, dedim kendi kendime. Ama yine de ortamda bir şey vardı. Patron o kadar tanıdıktı ki; her hareketiyle ne yaptığını bilen, işine hakim birini yansıtıyor bütün bunları yaparken de hatunların deyimiyle buram buram karizma kokuyordu… Demek şeytan böyle biri idi; hiç şaşırmamak lazım bence “şeytana uydum” diyenlere. Yazar: Timur ile Şeytan bir süre konuşmuşlar ve “patron” ona görevinin ne olduğunu; ne yapması, nasıl davranması gerektiğini anlatmıştı. Onunla ilgili olarak geleceğe yönelik kurduğu planlarından bahsetmişti. Timur’un en çok üzerinde durmasına neden olan ve kafasını karıştıran ve şeytanın yakın gelecekte gerçekleştirmeyi düşündüğü plan ise onun durumunu ve yaptıklarının nedenini ortaya koyuyordu: Birlikte öncelikli olarak “berzah”ı daha doğrusu patronun hoşuna giden bir ölümlü tarifi olan “Araf”ı ele geçirecekler kıyamet gününde de sıra “Cennet”e gelecekti. “Cehennem” ise zaten ellerinde idi. Anlatılanlardan yola çıkıldığında kıyamet zamanı bir darbe olacaktı. Hem de çok sıkı ve kanlı bir darbe. Tanrı’nın kıyameti kopacaktı patronun deyimiyle…
40
Mustafa KILCI
2010 OSCAR TAHMİNLERİ Oscar’lara kısa bir süre kala bir kez daha tahmin listesi yapalım, dedik. Artık Gölge e-Dergi’nin Mart sayılarının değişmez bir bölümü oldu, diyebiliriz herhalde bu tahminler için. Oscar’larda bu seneki en önemli değişiklik en iyi film adayı sayısının 10’a çıkması. Bu durum bir fark yarattı mı, en iyi film kategorisine gelince bir bakalım. Bunun dışında kimi kategorilerdeki aday seçim ve oylama sistemlerinde de ufak değişiklikler var; ancak bunlar bizim dikkatimizi çekecek farklılıklar yaratmıyor. Genellikle bu tarihlerde aday filmlerin büyük bir kısmı sinemalarımıza uğramamış olurdu. Bu yıl bu konuda şanslıyız. Bu yazı yazıldığında 10 aday filmin 6’sı sinemalarımıza gelmişti. Eğer dağıtımcılarımızın gösterim planlarında bir değişiklik olmazsa Oscar’ların açıklanacağı 7 Mart tarihinde bu sayı 8’e çıkmış olacak. Böylece sadece daha önce verilen ödüllere bakarak bir tahmin yapmakla kalmayacağız, kendi favorilerimiz de olabilecek. Bu yazımızda da her kategori için elimizden geldiğince hem kendi favorilerimizi belirtecek hem de ödülü kazanacağını tahmin ettiğimiz filmlere bakacağız. En İyi Kısa Film: Adaylar: The Door, Istället för abrakadabra / Instead of Abracadabra, Kavi, Miracle Fish, The New Tenants Ne yazık ki bu yılki kısa film adaylarının hiçbirini izleme fırsatım olmadı Bu yüzden bu kategoriyi geçiyorum. En İyi Animasyon (Kısa): Adaylar: French Roast, Granny O'Grimm's Sleeping Beauty, La Dama y La Muerte / The Lady and the Reaper, Logorama, Wallace and Gromit in 'A Matter of Loaf and Death' Bu daldaki filmler için de aynı şey geçerli, ancak bu sefer bir tahminim var. Bir Wallace/Gromit filmi her zaman animasyon dalının güçlü adaylarından biridir. Eminim ki Nick Park her zamanki gibi başarılı bir iş çıkarmıştır ortaya. En İyi Belgesel (Kısa): Adaylar: China's Unnatural Disaster: The Tears of Sichuan Province, The Last Campaign of Governor Booth Gardner, The Last Truck: Closing of a GM Plant, Królik po berlinsku / Rabbit à la Berlin, Music by Prudence Hakkında yorum yapamayacağım bir kategori daha.
En iyi Belgesel (Uzun): Burma VJ: Reporter i et lukket land, The Cove, Food, Inc., The Most Dangerous Man in America: Daniel Ellsberg and the Pentagon Papers, Which Way Home
The Cove Burma VJ filmini Gezici Festival’de izleme fırsatı bulmuştum. İyi bir belgesel olsa da özellikle sinemasal açıdan çok güçlü olduğunu düşünmüyorum. Food, Inc. da adını sıkça duyduğumuz ve !f Bağımsız Filmler Festivali’nin programında yer alan bir film. Ancak yılın en iyi belgeseli olarak pek çok yerde The Cove’un adı geçiyor ve büyük ihtimalle ödülü de o alacak.
En İyi Görsel Efekt: Adaylar: Avatar, District 9, Star Trek Bu yıl bu dalda 3 bilim-kurgu filmi aday. Avatar’dan başkası ödülü alırsa hem sürpriz, hem haksızlık olur doğrusu. En İyi Ses Kurgusu: Adaylar: Avatar, The Hurt Locker, Inglourious Basterds, Star Trek, Up Bu tip dallar esasen çok teknik dallar oldukları için fikir belirtmek her zaman kolay olmuyor. Ancak görünen o ki bu dalda genellikle aksiyon filmleri ya da bilim-kurgular şanslı oluyor. Bu durumda bu dalda da ödül Avatar’a gidecektir.
42
Star Trek
En İyi Makyaj: Adaylar: Il Divo, Star Trek, The Young Victoria En iyi film kategorisinde yer alan 10 filmden herhangi birinin aday olmadığı ender kategorilerden biri. Bir Avrupa filmi olarak Il Divo’nun aday olmasına bile başarı gözü ile bakmak lazım. Star Trek’in sevenleri çoktur, bir ara en iyi filme bile aday olabileceği konuşuluyordu, kullanılan makyajın da iyi olduğunu biliyoruz. Bu durumda bu dalda Star Trek’in Oscar’ı alması şaşırtıcı olmayacaktır.
Avatar
En İyi Ses Miksajı: Adaylar: Avatar, The Hurt Locker, Star Trek, Up, Inglourious Basterds Ses kurgusu dalı ile bu daldaki adayların birebir aynı olduğunu görüyoruz. Kazanan da büyük ihtimalle aynı olacaktır. Avatar yani.
En İyi Sanat Yönetmeni: Adaylar: Rick Carter, Robert Stromberg (Avatar), Anastasia Masaro (The Imaginarium of Doctor Parnassus), John Myhre (Nine), Sarah Greenwood (Sherlock Holmes), Patrice Vermette (The Young Victoria) Sanat yönetmenlerinin meslek birliği kendi ödüllerini Sherlock Holmes, Avatar ve The Hurt Locker’a verdiler. İlginçtir Oscar’larda sanat yönetimi dalında The Hurt Locker aday değil. Aslında genellikle bu dalda da dönem filmler ön plana çıkar ama bu kez Avatar rüzgârı ile sanat yönetimi dalında da bu filmin ipi göğüsleyeceğini tahmin ediyorum.
Nine
En İyi Kostüm: Adaylar: Janet Patterson (Bright Star), Catherine Leterrier (Coco avant Chanel), Monique Prudhomme (The Imaginarium of Doctor Parnassus), Colleen Atwood (Nine), Sandy Powell (The Young Victoria) Her zamanki gibi kostüm dalında yine dönem filmleri ön plana çıkıyor. Colleen Atwood ve Sandy Powell’ın her zaman için kostüm alanında ön plana çıkan isimler olduğu düşünülürse yarışın da onlar arasında geçmesi beklenir. İlginç bir tesadüf, şu ana kadar her ikisinin de 8’er adaylığı ve 2’şer Oscar’ı var. Ödül gecesi birinin Oscar sayısının 3’e çıkacağını tahmin ediyorum. Sadece fragmanlar üzerinden tahmin yapmak gerekirse ödülün Nine ile Atwood’a gideceğini tahmin ediyorum. Eğer bu şekilde olursa Atwood 3 Oscar’ını da Rob Marshall filmleri ile almış olacak.
En İyi Kurgu: Adaylar: Stephen E. Rivkin, John Refoua, James Cameron (Avatar), Julian Clarke (District 9), Bob Murawski, Chris Innis (The Hurt Locker), Sally Menke (Inglourious Basterds), Joe Klotz (Precious: Based on the Novel Push by Sapphire)
The Hurt Locker Senelerdir en iyi kurgu ödülünü alan filmin en iyi filmi de alacağı söylenir. İstatistiksel olarak da doğrudur bu durum gerçekten. Bu durumda öne çıkan adayların Avatar ve The Hurt Locker olduğunu görüyoruz. Kurgucuların kendi meslek birliklerinin ödülünün The Hurt Locker’a gittiğini görüyoruz. Demek ki Oscar’ı bu filmin alması yüksek ihtimal. En iyi filmi alır mı bilinmez ama en iyi kurgu ödülünü bence de The Hurt Locker alacak. Adaylar arasında bile olmayan (500) Days of Summer’ın benim favorim olduğunu eklemem gerek. En İyi Görüntü Yönetmeni: Adaylar: Mauro Fiore (Avatar), Christian Berger (Das weisse Band), Bruno Delbonnel (Harry Potter and the Half-Blood Prince), Barry Ackroyd (The Hurt Locker), Robert Richardson (Inglourious Basterds) Bir filmin tüm görsel yapısını oluşturan isimlerden en önemlisi görüntü yönetmenidir (tabii ki yönetmen sonrasında). Bu yüzden benim de en önemsediğim ödüllerden biridir. Doğrusu adayların her biri çok başarılı ve güçlü. Haneke’nin Das weisse Band/The White Ribbon filmindeki şahane siyah/beyaz görüntü çalışması ile Christian Berger’in aday gösterilmesi sevindirici gerçekten. Adayların hepsini izlediğim ender dallardan biri bu ve oy hakkım olsa benim oyum da Berger’e giderdi. Ancak yine bir Avrupa filmi olması dolayısıyla çok şans vermiyorum. Büyük ihtimalle Pandora gezegeninin göz alıcı görüntüleri akademi üyelerini de tavlayacak ve ödül Avatar’a gidecek.
44
Up
En İyi Müzik: Adaylar: James Horner (Avatar), Alexandre Desplat (Fantastic Mr. Fox), Marco Beltrami, Buck Sanders (The Hurt Locker), Hans Zimmer (Sherlock Holmes), Michael Giacchino (Up) Bu kategorideki adaylar Oscar’a yabancı sayılmazlar. Buck Sanders dışındakilerin her biri daha önce aday olmuş ve çoğunun Oscar’ı da var zaten. Yine izlediğimiz kadarıyla her biri de başarılı işler çıkarmışlar. Ancak bu dalda Altın Küre sonuçları ile paralel düşünüyorum ve özellikle son zamanlarda Lost’un müziklerinin bestecisi olarak bilinen Michael Giacchino’nun Up ile ilk Oscar heykelini alacağını düşünüyorum.
En İyi Şarkı: Adaylar: “The Weary Kind” Söz-Müzik: Ryan Bingham, T Bone Burnett (Crazy Heart), “Loin de Paname” Müzik: Reinhardt Wagner Söz: Frank Thomas (Faubourg 36), “Take It All” Söz-Müzik: Maury Yeston (Nine), “Down in New Orleans” Söz-Müzik: Randy Newman (The Princess and the Frog), “Almost There” Söz-Müzik: Randy Newman (The Princess and the Frog) Adaylar arasında Nine gibi tam bir müzikal, The Princess and the Frog gibi içinde bolca şarkı olan bir çizgi film var ama benim adayım yine Altın Kürelerde olduğu gibi Crazy Heart filminden T Bone Burnett ve Ryan Bingham’ın The Weary Kind isimli şarkıları. Yabancı Dilde En İyi Film: Adaylar: Ajami – İsrail, Das weisse Band / The White Ribbon – Almanya, El secreto de sus ojos – Arjantin, Un Prophète – Fransa, La teta asustada / The Milk of Sorrow – Peru 5 aday arasında Haneke’nin Das weisse Band / The White Ribbon filmi ile Fransa’dan gelen ve büyük övgüler alan Un Prophète arasında geçecektir yarış. Diğer filmlerin çok fazla şansı yok. Kazanan da muhtemelen Haneke olacak.
En İyi Animasyon (Uzun Metraj): Adaylar: Coraline, Fantastic Mr. Fox, The Princess and the Frog, The Secret of Kells, Up
Fantastic Mr. Fox Benim gönlüm Fantastic Mr. Fox ya da Coraline’in kazanmasından yana. Her ne kadar Up çok iyi bir film olsa da Pixar’ın en iyilerinden değil. Ancak Up en iyi filme aday gösterilen 10 film arasında yer aldığına göre buradan en iyi animasyon olarak çıkmazsa gerçekten tuhaf olur. En İyi Özgün Senaryo: Adaylar: Mark Boal (The Hurt Locker), Quentin Tarantino (Inglourious Basterds), Oren Moverman, Alessandro Camon (The Messenger), Joel Coen, Ethan Coen (A Serious Man), Bob Peterson, Pete Docter (Up)
Inglourious Basterds
Öncelikle neyse ki Avatar bu dalda aday değil demeli. Film en zayıf noktası senaryosu iken aday olması sürpriz olurdu. Üstelik rüzgâra kapılıp alabilirdi de. Neyse ki genelde senaryo ödülleri en iyi filmi alamasa da onlardan daha ilgi çekici olan filmlere gidiyor. Bu dalda Coen kardeşler ve Tarantino doğal favoriler olarak görülmeli. Ancak A Serious Man çok ön plana çıkan bir film olmadığı için Tarantino, Pulp Fiction’ın 15 yıl sonrasında 2. senaryo Oscar’ını alacaktır, diye düşünüyorum. Hakkıdır da doğrusu. Ayrıca Inglourious Basterds’ın diğer dallarda çok fazla ödül alamayacak olması da burada teselli ödülü tarzı bir senaryo ödülü gelebileceğini gösteriyor.
Up in the Air
En İyi Uyarlama Senaryo: Adaylar: Neill Blomkamp, Terri Tatchell (District 9), Nick Hornby (An Education), Jesse Armstrong, Simon Blackwell, Armando Iannucci, Tony Roche (In the Loop), Geoffrey Fletcher (Precious: Based on the Novel Push by Sapphire), Jason Reitman, Sheldon Turner (Up in the Air)
Bu daldaki adayların isimlerine bakıldığı zaman öne çıkan isim, Nick Hornby. Ne de olsa aynı zamanda önemli bir roman yazarı da kendisi. Ancak yılın en iyilerinden olan ve tıkır tıkır işleyen senaryosuyla Up In the Air benim kazanmasını istediğim film. Inglourious Basterds için yukarda yazdıklarımı bu film için de tekrarlayabilirim. Diğer dallarda çok şansı olmadığı için bu filmin destekçileri senaryo dalında bir ödül kazanmasını sağlayabiliriler. En İyi Yardımcı Kadın Oyuncu: Adaylar: Penélope Cruz (Nine), Vera Farmiga (Up in the Air), Maggie Gyllenhaal (Crazy Heart), Anna Kendrick (Up in the Air), Mo'Nique (Precious: Based on the Novel Push by Sapphire) Adayları tek tek gözden geçirirsek, henüz geçtiğimiz sene Oscar alan Penélope Cruz’un bu yıl 2. Oscar’ını alması mümkün gözükmüyor. Up In the Air’in her iki kadın oyuncusu da gayet başarılı idi ama akademinin sevdiği göz alıcı performansları da yoktu. Zaten oyları da bölünecektir muhtemelen. Maggie Gyllenhaal çok iyi bir oyuncu ama bu yıl onun yılı değil gibi gözüküyor ama ilerde bir Oscar
alacaktır. Mo'Nique’in performansını henüz sinemalarımızda izleme şansımız olmadı ama güçlü bir performans olduğunda herkes hemfikir ve şu ana kadarki önemli ödüllerin hepsini de o aldı. Mo'Nique dışında biri bu dalın galibi olursa büyük sürpriz olur. En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu: Adaylar: Matt Damon (Invictus), Woody Harrelson (The Messenger), Christopher Plummer (The Last Station), Stanley Tucci (The Lovely Bones), Christoph Waltz (Inglourious Basterds) Son iki yıldır bu daldaki ödülü şahane kötü adam tiplemeleri ile içinde bulundukları filme damgasını vuran isimler kazanıyor (Javier Bardem ve Heath Ledger). Bu sene de büyük ihtimalle öyle olacak ve Christoph Waltz, Inglourious Basterds filmine çok şey katan tiplemesi ile Oscar’ın sahibi olacak. Acaba kim kazanacak diye düşünmenin bile gereksiz olduğu kategorilerden biri.
Inglourious Basterds En İyi Kadın Oyuncu: Adaylar: Sandra Bullock (The Blind Side), Helen Mirren (The Last Station), Carey Mulligan (An Education), Gabourey Sidibe (Precious: Based on the Novel Push by Sapphire), Meryl Streep (Julie & Julia) Yine adaylara tek tek bir bakalım. Helen Mirren daha birkaç sene önce Oscar aldı. Carey Mulligan ve Gabourey Sidibe zaten çok şanslı gözükmüyor (Precious’ın yardımcı kadın oyuncu dalında bir Oscar’ı kesin zaten). Akademi Meryl Streep’e de 16. adaylığı yeterli görecek ve zaten 2 kere de aldı diyecek muhtemelen. Geriye kala kala Sandra Bullock kalıyor ki galiba bu ilk adaylığında Oscar’ı kapacak. Henüz filmini izleme fırsatımız olmadı ama sanırım Julia Roberts’ın Oscar aldığı Erin Brockovich rolü benzeri bir durum söz konusu. Gerçek bir hikâye, Bullock’un şimdiye kadar oynadıklarından farklı bir rol ve Amerika’nın sevdiği bir oyuncu. Hepsi bir araya gelince eşittir bir adet Oscar.
48
Avatar
En İyi Erkek Oyuncu: Adaylar: Jeff Bridges (Crazy Heart), George Clooney (Up in the Air), Colin Firth (A Single Man), Morgan Freeman (Invictus), Jeremy Renner (The Hurt Locker) Birkaç yıl önce olsa George Clooney bu daldaki tek adayım olurdu. Ancak akademi onu da daha yeni ödüllendirdi. İlerde bir Oscar daha bekliyorum ondan ama bu yıl değil (alsa da hiçbir itirazım olmaz ama). Morgan Freeman da akademinin çok sevdiği isimlerden biri ve Mandela’yı oynaması en baştan Oscar kokusu getiriyordu. Ama Invictus film olarak pek sevilmedi. Onu da geçiyoruz. Jeremy Renner zaten bu isimler arasında aday olmakla yeteri kadar sevinmiş olmalı. Colin Firth ise belli ki çok iyi bir performans sergilemiş. Keşke Oscar’ı alsa diyorum kendi adıma ama Jeff Bridges senelerdir bekliyor ve Crazy Heart ile galiba hak edilmiş bir Oscar’ın sahibi olacak.
En İyi Yönetmen: Adaylar: Kathryn Bigelow (The Hurt Locker), James Cameron (Avatar), Lee Daniels (Precious: Based on the Novel Push by Sapphire), Jason Reitman (Up in the Air), Quentin Tarantino (Inglourious Basterds) Gerçekten zor bir kategori. Lee Daniels’ı listenin dışında bırakmak lazım öncelikle. Jason Reitman’ın da şansı yok ama benim oyumun sahibi olurdu doğrusu. Tarantino en iyi yönetmen ödülü alabilmek için biraz daha akademinin seveceği filmler yapmalı sanki. Bu isimleri çıkarınca geriye eski bir karı-koca kalıyor. Kathryn Bigelow ve James Cameron. Şu ana kadarki önemli ödüller de bu iki isim arasında paylaşıldı zaten. Avatar yılın en öne çıkan filmlerinden biri. Çok büyük bir hâsılat yapmış olması da önemli. Bu yüzden Cameron kazanırsa hiç şaşırmam ama içimden bir ses Bigelow en iyi yönetmen ödülünü alacak ilk kadın olacak diyor. Zaten iş bu iki ismin arasında bir seçim yapmaya kalacaksa benim de tercihim kesinlikle Bigelow olur.
En İyi Film: Adaylar: Avatar, The Blind Side, District 9, An Education, The Hurt Locker, Inglourious Basterds, Precious: Based on the Novel Push by Sapphire, A Serious Man, Up, Up in the Air Bu yıl en iyi filmin 10 adayı olduğunu söylemiştik. Peki bu değişikliğin bir faydası oldu mu derseniz fikrim olmadığı yönünde. Sonuç olarak en iyi yönetmen dalında aday olamamış herhangi bir film en iyi film seçilirse gerçekten saçma bir durum olur. Bu nedenle o 5 adayı zaten en baştan eliyoruz (aslında District 9 kazanırsa ne sevinirim ama hiç şansı yok). Geri kalan filmler arasında kazanması beni mutlu edecek film Up In the Air. Fakat her zaman olduğu gibi yarış İki film arasında geçecekmiş gibi görünüyor: Avatar ve The Hurt Locker. Aslında The Hurt Locker daha iyi bir film kanımca ama akademi Titanic örneğinde olduğu gibi kitleleri sinemaya çeken bir film aynı zamanda Oscar kalibresinde bir film olunca onu gözden kaçırmayacaktır ve ödülü Avatar’a verecektir. Hasan Nadir DERİN www.sinemamanyaklari.com
The Hurt Locker
50
STAR TAKSİ Yoğun bir gündü. Akşam olduğunda, yorgunluktan ayakta duracak halim kalmamıştı. Randevulu hastalar haricinde çat kapı gelenler de fazla olunca; kapının zili hiç susmamış, yemek yemeğe bile fırsat bulmadan aralıksız çalışmıştım. Son hastamı gönderdiğimde başım zonklarcasına ağrıyordu. O bitkinlikle koltuğuma oturdum. Sekreterim de, etrafı söyle bir toparladıktan sonra çıktı. Biraz dinlenmeden eve gitmemeye kararlıydım. Ayaklarımı masanın üstüne koyup geriye doğru yaslandım ve yorgun gözlerimi kapattım. Tüm vücudum dayak yemişçesine sızlıyordu. Kaloriferden yayılan sıcaklık bitkinliğimle birleşince tüm bedenimi tatlı bir rehavet kapladı. Arka arkaya birkaç defa esnedikten sonra ellerimi göğsümde birleştirip uyuklamaya başladım. Daha yeni yeni dalıyordum ki, telefon çaldı. Pozisyonumu değiştirmeden gözlerimi hafifçe aralayıp, “Kesinlikle geç kalan bir hasta arıyordur,” diye içimden geçirdim. Muayenehaneye gelmek için yola koyulduğunu; fakat trafiğe yakalandığını, onu beklemem gerektiğini söyleyecektir. Şimdi açıp; “Bak kardeşim, o kadar çok yorgunum ki sana hiç faydam dokunmaz. Sen iyisi mi yarın gel,” desem bozulur, bir daha da hayat boyu buraya adımını atmaz. Ama gerçekten hiç halim yok. Şu anda eve gidip yatmaktan başka bir şey düşünemezken sana nasıl bakayım? Acaba açmasam mı? O zaman da cep telefonumu çaldırır. Çıktım desem bile en az yarım saat geri dönmem için dil döküp durur. Bu kadar ısrarlı çaldırdığına göre acil bir vaka olmasın? Akşa-
müstü baktığım hastanın kanaması fazlaydı; acaba ona mı bir şey oldu? Tanrım: yeni hasta bakmaya razıyım, yeter ki arayan o olmasın. İçimden bildiğim tüm duaları ederek korkuyla ahizeyi elime aldım ve titreyen bir sesle, “Efendim,” dedim. “Oğlum sen daha çıkmadın mı? Kadehleri kaldırmak için seni bekliyoruz.” Birden yerimden sıçradım. Doğru ya, bu akşam arkadaşlarla buluşacaktık. İş güç derken tamamen aklımdan çıkmıştı. Telaşla, “Son hastayı daha yeni yolladım. Bugün arabasızım, hemen bir taksiye atlayıp geliyorum,” dedim. “Sen gelene kadar açlıktan ölürüz, biz başlıyoruz.” “Keyfinize bakın, yirmi dakika sonra oradayım.” Telefonu kapatır kapatmaz yerimden fırladım. Bir yanım; bu işin iyi olduğunu, gitmekle günün stresini atacağımı söyleyip sevinirken diğer yanım; eve gidip yatmak varken nereden çıktı bu yemek, diye sızlanıyordu. Bu düşünceler içinde telefon açıp taksi istedim; araç olmadığını söylediler. Ne yapacağımı düşünürken masanın üstündeki kartvizit dikkatimi çekti. Gelen hastalardan biri bırakmış olmalıydı. Uzanıp aldım. Üzerinde: Star Taksi; güvenli hizmet, aracımızı şoförüyle birlikte kiralıyoruz, diye yazıyordu. Son zamanlarda hızla çoğalan korsan taksilerden biri olmalıydı. Numarayı çevirip araba olup olmadığını sordum. Beş dakika içinde; gri renkli Fiat Doblo’nun geleceğini söyledikten sonra ismimi ve telefon numaramı aldılar. Hızla toparlanarak dışarıya çıktım. Hava çok soğuktu. Tüm uyuşukluğum bir anda uçup gitmişti. Ellerimi paltomun cebine sokarak etrafıma bakınmaya başladım; bahsedilen araba görünürde yoktu. Sıkıntıyla ileri geri yürürken önümden arka arkaya iki boş taksi geçip gitti. “Keşke telefonda ismimi vermeseydim; şimdi bunlardan birine binip giderdim,” diye düşündüğüm sırada gri renkli bir aracın gelmekte olduğunu gördüm. Yola doğru iki üç adım atıp elimi salladım, tam önümde durdu. Hiç tereddüt etmeden kapıyı açıp içeriye girdim. Sıcak ve temiz bir arabaydı. Beklediğime değmiş, diye düşündüğüm sırada hareket etti. Emniyet kemerini bağlarken “Taksim,” dedim. “Efendim?” “Taksim’e gideceğiz,” dedim yeniden. “Taksi olarak çalışmıyorum ki,” dedi nazik bir üslupla. “Nasıl yani Star’dan gelmiyor musunuz?” “Hayır.” “Neden durdunuz o zaman?” “El ettiğiniz için.” “Kusura bakmayın, arabaları karıştırdım anlaşılan. Müsait bir yerde ineyim.” “Üzgünüm. Bu araca binmek tamamen sizin tercihinizdi; ama inmek değil.” “Ne demek oluyor bu? Lütfen durun ineceğim.” Duracağına daha da hızlandı ve yol bitiminde sola saparak otobana girdi. Artık iyice sinirlenmiştim. Sert bir ses tonuyla, “Bu yaptığınız hiç de hoş değil. Durup indireceğinize şimdi de tamamen ters istikamete saptınız,” dedim. İçimi ürperten buz gibi sesle, “Yanılıyorsunuz: girdiğimiz yol ters istikamet değil, dönüşü olmayan yol,” dedi ve kapı kilidini kilitleyip gülümsedi. Bembeyaz düzgün dişleri, esmer yüzünün ortasında inci gibi parıldıyorlardı. Korkudan yürek atışlarım hızlanmıştı. Çattık psikopata, diye içimden geçirdim. Aman oğlum dikkat et, böyle tiplerin ne yapacağı hiç belli olmaz. Karşı koymaya çalışırsan gözünü kırpmadan arabayı bir hamlede şarampole yuvarlar. Ama böyle de elim kolum bağlı oturamam ki… Nasıl bir tavır takınacağımı düşünürken bir yandan da göz ucuyla adamı süzüyordum. Sokakta gördüğün zaman efendi olarak nitelendireceğin türden temiz bir yüzü vardı. Yirmi beş otuz yaş civarında olmalıydı. Siyah kumaş pantolonunun üstüne beyaz gömlek ve siyah bir hırka giymişti. Kısa siyah saçları, alnına yapışık gibi dururken yüzü yeni tıraş olmuşçasına parlıyordu. Bıyıkları, dudak kıvrımlarının ucu-
52
na kadar uzanıyordu. Bakışlarında bir başkalık vardı; korkudan çok sanki insanın içine güven aşılıyor gibiydiler. Tüm bu olumlu dış görünüşüne karşın sonuç aynıydı; kaçırılıyordum. Deli olmadığına göre amacı hırsızlık. Psikopat olmasından daha iyi, en azından bir şekilde anlaşabiliriz. Bu düşünceyle sağ elimi ceketimin iç cebine sokup cüzdanımı çıkartım ve ona doğru uzattım. “Bana bir yol parası bırakın yeter” dedim. Başını sallayarak, “Siz insanoğulları çok garipsiniz: para verdiğiniz an tüm sorunlarınızı halledeceğinizi sanıyorsunuz.” dedi. İnsanoğlu mu? Sen nesin: hayvan oğlu mu? Damarına basmamak için dudaklarıma kadar gelen bu düşünceyi mecburen yuttum. Çok garip, para da istemiyor: peki bu adam neyin peşinde? Herhalde eğri büğrü göbekli vücudumun değil… Fidye mi yoksa? Beni başka biri sandı galiba. Aklıma son anda gelen bu düşünceyle adama dönüp, “Bakın beni birisiyle karıştırdınız galiba. Zengin bir adam değilim, kimse benim için size fidye filan vermez. Cüzdanımdaki parayı az bulduysan bir bankamatiğin önünde durun, hesabımda ne varsa çekip vereyim,” dedim. O ana kadar sakin bir tonla konuşmasına rağmen birden parladı. “Para, para, para… Başka hiçbir şey düşünemiyorsunuz!” Korkudan oturduğum koltuğa iyice sinip dışarıya bakınmaya başladım. Otobanda gidiyor olmamıza rağmen etrafımızda ne bir araç vardı, ne de ışık. Farların aydınlattığı karanlığın sözle tarif edilmeyen ürkütücü görüntüsü, ölümün bilinmezliğine benziyordu. Bu manzara yüreğimin tedirginliğini daha da artırmıştı. Konuşmak için dudaklarımı oynattıysam da, sesim çıkmadı. Sonunda tüm gücümü toplayarak haykırdım. “Benden ne istiyorsunuz?” Bağırarak konuştuğumu sandığım halde kulaklarıma yansıyan zor duyulan, titrek bir sesti. “Ne isteyebilirim ki, hiçbir şey. Ben sadece aracıyım. Yolcuyu bir yerden alıp bir yere götürürüm.” “Madem öyle beni neden istediğim yere götürmüyorsun? “Çünkü senin emrinde değilim.” “Kim tuttu o zaman?” “Tüm kâinatı yaratan. Biliyorsun o sadece benim değil hepimizin efendisi.”
Korkudan dilim damağım kurumuş, ter içinde kalmıştım. Kalorifer sonuna kadar açık olmasına rağmen; üşüyordum. En önemlisi de, kafam allak bullak olmuştu. Tanrı’nın emrinde olduğunu söylediğine göre resmen kafayı sıyırmıştı. Böyle tipler akıllarına koydukları her şeyi gözlerini hiç kırpmadan yaparlardı. Bittim artık, diye içimden geçirdim. Peki, ama neden ben? Bugüne kadar ne kimseye bir kötülüğüm dokunmuştu ne de kirli bir işe karışmıştım. Benden memnun olmayan bir hastanın yakını mı acaba? Saçmalama. Adı üstünde deli; karşısına kim çıksaydı aynı şekilde davranacaktı, piyango bana çarptı. Ya doğru söylüyorsa? Nasıl yani; karşımdaki Azrail mi? O zaman nerede kara cübbesi ve orağı? Üstelik öbür tarafa da arabayla götürüyor. Anlaşılan bayağı modern bir Azrail’e denk düşmüşüm. Kendimi tutamayarak gülmeye başladım. Şaşırdı ve meraklı bakışlarını bana yöneltti. “Arabaya kendi isteğimle bindim ya binmeseydim ne olacaktı?” dedim. “İşimi bir hayli kolaylaştırdığın doğru. Binmeseydin: başka bir yerde başka bir şekilde yine birleşecektik.” “Kendinden bu kadar eminsin demek, peki beni nereye götürüyorsun?” “Söyledim ya; yaratana. Ama tam olarak neresi diye soruyorsan; bu biraz da senin günahlarına bağlı.” Günahlarıma mı? Öyle böyle değil, tam kafayı yemiş. Şimdilik ne derse yap oğlum. Elbet bir yerde duracak o zaman tüm gücünle kaçarsın. Cep telefonumdan yardım istesem mi acaba? Ne plakayı biliyorum ne de nerede olduğumu? Alo polis: Azrail tarafından kaçırıldım, lütfen bana yardım edin, mi diyeceğim? Lanet olsun, nereden bakarsan bak tam bir belaya düştüm. Şimdilik oyunu sürdürmekten başka çıkar yol yok. “Demek günahlarıma bağlı. Bu durumda ölmüş oluyorum, öyle mi?” “Sayılır.” “Nasıl yani?” “Henüz seni teslim etmedim.” “Bu durumda sen de Azrail oluyorsun.” Gözünü yoldan ayırıp yüzüme baktıktan sonra gülümsedi. “Siz insanlar bana hep öyle hitap ediyorsunuz ama doğrusunu söylemek gerekirse bu adı hiç sevmiyorum. Kulağa pek hoş gelmeyen bir tınısı var, öyle değil mi? Bir de elimde orak, kara giysiler içinde resmetmiyor musunuz; işte o zaman deli oluyorum. O kılıkta beni kim gördü de çizdi; inan bilmiyorum. Neyse, sen bana ‘yol gösteren’ de istersen. Ne de olsa sizleri öteki dünyaya götürüyorum; bensiz yolunuzu nasıl bulacaksınız…” “Sabredeyim dedim ama iyice saçmaladın artık. Çabuk durdur arabayı yoksa polisi arayacağım,” dedim; cebimden çıkarttığım telefonu göstererek. “Çalışıyorsa; hiç durma hemen ara. Ne bu taksi bildiğin dünyaya ait ne de gittiğimiz yol. Artık durumu kabullensen iyi olacak.” Haklıydı telefon çalışmıyordu ve etrafımda karanlıktan başka bir şey gözükmüyordu. “Ne olacak şimdi?”dedim çaresizce “Götürüp teslim edeceğim. Orada defterini açıp bakacaklar ve nereye gideceğine karar verecekler.” “Öldüğüme göre bir şey hissetmemem lazım; öyle değil mi?” “Kesinlikle.” Cebimdeki anahtarlarımı çıkarttım, derimi kanatırcasına çizdim; hiçbir şey hissetmemiştim. Bir daha, bir daha denedim; sonuç değişmedi. Galiba doğru söylüyordu. “Nasıl öldüm?” diye sordum durumumu kabullenerek. “Ne fark eder? Diyelim bir araba çarptı ya da kalp krizi geçirdin. Senin için bundan sonra önemli
54
olan nereye gideceğin? Yaşarken nasıl bir insandın?” “Ben mi? Bilmem ki?” “Yolumuz uzun nasılsa; düşün.” Gerçekten nasıl bir insandım? Gözlerimi kapatıp oturduğum koltuğa gömüldüm. Hatırlayabildiğim kadarıyla bugüne kadar kimseye bir kötülüğüm olmamıştı; ama iyiliğim de. Kabuğuma çekilip sadece ailemi ve işimi düşünmüştüm. Geleceğimizi garantiye almak için deliler gibi çalışırken, hep önüme bakmıştım. Hâlbuki çevremde yardıma muhtaç o kadar çok insan vardı ki… O kahrolası hırsım gözlerimi kör etmişti. Kimseye muhtaç olmadan yaşamak için; hep biraz daha biraz daha diyordum ve asla gözüm doymuyordu. Şimdi ne olacak? Hakem düdüğü çaldı ve oyunu bitirdi. Emeklilik günlerimi düşünmek artık hayal olduğuna göre; malvarlığımın bana ne faydası var? Ama sonun böyle olacağını hiç düşünmedim ki; bana göre daha uzun yıllar yaşayacaktım… “Daldın bakıyorum? Söyle bakalım sence nereye gidersin?” Nereye mi? Herhalde cennete değil. Ama cehennemlik de değilim, en azından bana göre. İçki içtim; ama hiçbir zaman kendimi kaybetmedim. Kumarım da yok. Tamam; arkadaşlarla arada yemeğine oynadık; ama o kumar sayılmaz ki. Yaptığım birkaç ufak kaçamak da sanırım günah kapsamına girmez. Kimsenin ne malına ne de canına kastettim. Buraya kadar tamam da artı ne yaptım; hiç. Ne bir fakire yardım ettim, ne de bir yetimi okuttum. Parası olmayan hastalara bedava baktım; ama bunun bir faydası olur mu acaba? Bu durumda herhalde ortada bir yere koyarlar beni. Saçmalama bu işin arası yok; ya orası ya burası. O zaman cehennemliğim galiba... “Demek öldüm şimdi ben?” “Sayılır” Bizimkiler duymuşlar mıdır öldüğümü? Kim bilir nasıl üzülürler? Bir imkânım olsa da, geri dönüp avutabilsem onları... Şuraya bak muayenehaneden çıkarken derdim neydi; şimdi ne? “Yapamadığından dolayı vicdan azabı çektiğin bir olay var mı?” “Bir düşüneyim. Galiba var. Çocukken bakkaldan bir dergi almıştım. O anda üstümde para yoktu, sonra öderim demiştim. Aradan zaman geçince de unutup gitmiştim. Yine bir alışveriş anında hatırlatmıştı; gözlerinin içine bakarak: ödedim ya demiştim. Bu olaydan kısa bir zaman sonra bakkal trafik kazasında öldü ve o borç üzerimde ağır bir yük olarak kaldı. Bunun hesabını sorarlarsa durumum gerçekten kötü.” “En azından sonradan yanlış yaptığının bilincine varmışsın.” “Ödeyemedikten sonra neye yarar ki…” “Şu anda bile o olayı hatırlıyorsan; hâlâ acı çekiyorsun demektir. Bu da iyi bir insan olduğunu gösterir. Dikkate alacaklarından eminim.” “Umarım. Daha çok var mı gideceğimiz yere?” “Neredeyse geldik.” Geldik demek… Taksim diye yola çıkıp, nerelere geldik. Ne olacaksa bir an önce olsun bitsin. En zor şey beklemek. Şimdi çocuklar da meyhanede bekliyorlardır. Geciktiğimi gördükçe de, içip içip basıyorlardır küfrü. Fazla söylenmeyin; yarın başıma gelenleri duyunca hepiniz vicdan azabı çekeceksiniz. Ani bir frenle tüm düşüncelerimden bir anda sıyrıldım. Araba durmuştu. Azrail elini direksiyondan ayırmadan bana doğru dönüp; “Geldik. Şimdi in aşağıya ve ışığa doğru yürümeye başla. Orada seni bekliyorlar,” dedi. “Sen gelmiyor musun? Ya kaçarsam?” “Nereye gidebilirsin ki?” Haklıydı; bu yolu takip etmekten başka çarem yoktu. Kapıyı açmak için elimi uzattığım anda
telefonum çalmaya başladı. Duraksadım. Burası bildiğimiz dünya olmadığına göre nasıl çalıyordu? Şaşkınlıkla Azrail’e baktım; görüntüsü giderek siliniyordu. Dokunmak için elimi uzattım; yok oldu, tıpkı içinde oturduğum araba gibi. O anda sert bir şekilde yere yuvarlandım. Canım çok yanmıştı. O acıyla gözlerimi açtım; muayenehanede yerde oturuyordum ve masamın üstündeki telefon çalıyordu. Koltukta uyuyakalmış; sonra da yere düşmüş olmalıyım diye düşünerek ağır ağır ayağa kalktım. Tüm yaşadıklarımın kötü bir kâbus olması ağrılarımı unutturmuştu. O rahatlıkla ahizeye uzandım. “Doktor bey ben Star Taksi’den arıyorum. Kapının önünde sizi bekliyorum.” Paltomu alıp aşağıya indim. Kapıda; rüyamda gördüğüm araç bekliyordu. Endişeyle eğilip şoföre baktım; orta yaşlı göbekli bir adamdı. Yine de içimden binmek gelmedi. Cebimden çıkarttığım parayı uzatıp, “Acil bir hastam geldi, bu yüzden gelemeyeceğim. Emeğinizin karşılığı olarak lütfen bu parayı alın,” dedim. Gözden kaybolana kadar arkasından baktıktan sonra ilk gelen taksiyi durdurup arka koltuğa oturdum ve “Taksim,” dedim. “Yol bu, bizi nereye götüreceği hiç belli olmaz…” Ses tonu hiç yabancı gelmemişti. İrkilerek yerimden doğrulup dikiz aynasından şoföre baktım; rüyamdaki esmer adamdı ve bembeyaz dişlerini gösterircesine bana bakıp gülüyordu… Atilla BİLGEN İllüstrasyon Sezer KORAL http://sezerkoral.deviantart.com
56
Darker Than Black: Kuro no Keiyakusha ve Darker Than Black: Ryüsei no Gemini Alternatif bir zamanda, Japonya ve Güney Amerika'da, bilinmeyen bir şekilde sırasıyla Cehennem Geçidi ve Cennet Geçidi adı verilen alanlar oluşuyor. Bu alanların etrafında yaşayanlardan bazıları esrarengiz güçlere sahip olmaya başlıyorlar. Bunlar da – naif bir Türkçe çeviri ile – ‘kontratçılar’, ‘bebekler’ ve ‘moratoryumlar’. Bu alanların içlerinde ve yakınlarında ne olacağı pek kestirilemediği için ve belki de Güney Amerika'daki Cennet Geçidi bilinmeyen bir şekilde kaybolarak 1500 km. çapında bir alanı da kendiyle birlikte yok ettiği için, Japonya'daki alanın etrafına yüksek duvarlar örülüyor ve içeri kimsenin girmemesi için önlemler alınıyor. Bununla birlikte bir şekilde kontratçılarla karşılaşan insanların hafızaları silinerek “kontratçı diye bir şeyin var olması şüphesine” bile mahal verilmiyor. İlk serisiyle (Kuro no Keiyakusha) genel olarak Hei etrafında dönen 25, ikinci serisi (Ryüsei no Gemini) ile ise daha çok olayların tüm dünyayı nasıl etkileyeceğiyle ilgili olan 12 bölümden oluşuyor Darker Than Black.
İlk bölümden başlayarak, bu esrarengiz alanların nasıl oluştuklarıyla ilgili bilinmezlik gittikçe büyümüyor; aksine kendinizi olaylara kaptırıp “Nasıl oluştuysa oluştu, izliyoruz işte,” deyip keyfinize bakıyorsunuz. Başkahramanımız Hei, Tokyo'ya değişim öğrencisi olarak gelmiş bir Çinli olduğunu, adının da Li olduğunu söyleyerek etrafta dolaşsa da, ne onun elinde kitaplarla okula gittiğini görüyoruz, ne de Hei'nin bu numarasını yiyoruz. İkinci serisinin birinci serisiyle gerek zaman ve fiziksel kurgu açısından, gerek de tarz açısından çok benzeşmediğini de düşünürsek rahatça ikiye bölerek anlatabiliriz sanıyorum. Kontratçılar'ın özelliği, duygularının yerini mantıklarının alması. O yüzden kendi yaşamlarını
64
devam ettirebilmek için, çoğu zaman da buna bağlı olarak para için özel güçlerini kullanarak çeşitli örgütler adına gözlerini kırpmadan cinayet işleyebiliyorlar. Özel güçlerini kullanmalarının bedeli olarak da “kâğıt yemek”, “sigara içmek”, “saç koparmak” gibi çoğu zaman garip ve kişiye özel şeyler yapıyorlar. Örnek verirsek, herhangi bir kontratçının karşısındaki adamı düşünce gücüyle havaya kaldırmasının karşılığı olarak iki tane salyangoz yemesi onun “kontratında” var. Bu kontrat gerçekten kontrat mı, yoksa lafın gelişi mi onu da öğrenemiyoruz ama meselesi de o değil zaten. Nereden, nasıl geldikleri belli olmayan alanların oluştuğu zamanda gerçek yıldızlar da görünür olmaktan çıkmış. Bu animedeki insanlar yalnızca kontratçıları temsil eden yıldızları görebiliyorlar. Eğer bir kontratçı ölürse bir yıldız kayboluyor. Bir yıldızın titreşmesi veya normalden farklı bir tepki vermesi bir kontratçının güçlerini kullanıyor olması anlamına geliyor. Zaten kontratçılar da yıldızlarının katalog numaralarıyla anılıyorlar.
Moratoryumlar kontratçıların aksine güçlerinin kontrolünü elinde bulundurmayan varlıklar – ya da insanlar. Onların güçlerini kullanmaları karşılığında saçma veya mantıklı hiçbir bedel ödemeleri gerekmiyor. Çoğu kaynakta ‘bebek’ ve ‘kontratçı’ arası varlıklar olarak gösterilseler de, güç kontrolü dışında ikisinin arasında kalan özellikleri pek yok. En önemlisi, kontratçılar ve bebekler kadar duygusuz varlıklar değiller. Bebekler kelimesi garip bir ifade gibi durabilir, buradaki bebek ifadesi oyuncak bebek anlamında aslında. Yani vücutları insan vücudu ama ruhları yok. Birer bilgisayar gibi programlanabiliyorlar. Çeşitli görevler verilerek, kimi zaman insan içine salınıp casus olarak kullanılarak yaşamlarını sürdürüyorlar. Mantık android mantığı yani. Arada bazı bebeklerin çalışmalarında anormallikler görebiliyoruz. Yani programlarında olmayan şeyleri yapmaları, arada ufak da olsa duygu belirtileri göstermeleri bilim-kurgu dünyasının yıllardır rahat bırakmadığı “insan özellikleri kazanmaya başlayan şeyler” özlemine ve/veya korkusuna bir gönderme olabilir. Bebekler aynı zamanda kendilerine özgü maddeler üzerinden (kimisi elektrik telleri üzerinden, kimisi su üzerinden, vs.) sağa sola yolladıkları “gözlem hayaletleri”ne sahipler ve onları kullananlar tarafından bir nevi taşınabilir güvenlik kamerası görevi görüyorlar. Arada bebekler gibi kontratçılar da çeşitli değişimler yaşayabiliyorlar. Güçlerini kaybedebiliyorlar. Hatta bazen sıradan insanların bir anda güç kazandığı da görülüyor. Bunların nedenleri de belli değil.
PANDORA adındaki kuruluş, ülkedeki polis gücünün bile üzerinde yetkiye sahip olan, araştırma kurumu-güvenlik şirketi karışımı bir organizasyon. Polis ve genel olarak devlet duvarla çevrili alanın dışındaki kontratçıları avlarken, Pandora kimsenin içeri girmemesini garanti etmeye çalışıp, bir yandan da olan biteni anlamaya çalışan görevlilerle dolu. Burada araya girerek Darker Than Black'in ara ara Hollywood filmi havasına bürünmesinin rahatsızlık verme ihtimalinin altını çizmeliyim. Büyük bütçeleri ve sağlam oturttukları film klişeleriyle Amerikan sinemasının özellikle aksiyon dalında tüm dünyayı büyülemesi de çok normal aslında. Zira bu animede de sürekli “CIA'den gelmişler hocam, hesap soruyorlar,” veya “Sen de mi MI6'tensin, hiç sevmem,” gibi ifadeler bol bol havada uçuşuyor. Arada Amerika'nın günümüzde süper güç olmasıyla ilgili göndermeler ve tepkiler de olsa da, Uzakdoğu'nun tüm müthiş atılımlara rağmen hâlâ Batı karşı-
66
sında bir eziklik hissediyor olduğu gözden kaçmıyor. Misaki Kirihara, Dış İşleri Bakanlığı’nın kontratçılarla ilgilenen bölüm şeflerinden bir tanesi. Ama biz onu çoğu zaman bir yönetici veya diplomat olarak değil, bir polis olarak izliyoruz. Her olaya bizzat katılmaya çalışıyor ve günden güne daha da merak ettiği BK-201 kodlu kontratçının (asıl adının Hei olduğu sonradan öğrenilecek ama izleyiciler olarak en baştan biliyoruz) peşinde koşuyor. Bir yandan da tesadüfî bir şekilde karşılaştığını düşündüğü Li'ye karşı bir şeyler hissetmeye başlıyor. Her iki sezonda da gerçekleri öğrenmek adına inisiyatif alan, karmaşık meselelere dalmaktan korkmayan Misaki, genel olarak dünyada olan esrarengiz olaylar ve kontratçılar hakkındaki bilgi ve duygularını sürekli tazeleyecek ve olduğu yerde kafası karışabilecek kadar karmaşık ve hareketli bir karakter olsa da, bunu kaldırabilecek kadar güçlü bir kişiliği var. Güç sahibi kadın karakter imajının temsilcisi olmaktan da öte, en azından bu animenin evreninde duygusal manada oldukça gerçekçi bir karakter.
Hei sahip olduğu misyon ve kişilik olarak diğerlerinden ayrılan bir kontratçı. Bunun sebebini ilerleyen bölümlerde, özellikle son birkaç bölümde öğreniyoruz. Duygusuz olan diğer kontratçıların aksine, Hei duygusal bakımdan sıradan insan ve kontratçı arasında bir yerlerde kalıyor. İlk bölümden itibaren karşımıza çıkan görevi ise kendisine bildirilen kontratçıları öldürmek. Diğerleri arasında “Siyah Ölüm Tanrısı”, “Siyah Kontratçı” gibi isimlerle anılan Hei, masum insan Li rolü yapmadığı zamanlarda simsiyah giyinip bir de maske takarak diğer kontratçıların boynuna uzaktan tel dolamak, onları elektrikle öldürmek gibi şeyleri hobi edinmiş olmasa da, hayatını devam ettirebilmek için bunları yapmak zorunda. Bir yandan hakkında ilerideki bölümler sayesinde birazcık bilgi sahibi olmaya başlayacağımız bir organizasyondan emir alıp hayatını devam ettiren Hei, diğer yandan da yıllar önce kaybettiği kız kardeşini arıyor. Birçok görevini birlikte çalıştığı kontratçı bir kedi (evet, kedi), normal bir insan ve Yin adında gözleri görmeyen bir bebek ile gerçekleştiriyor. Daha sonra bu grubun profesyonel ilişkisi daha duygusal boyutlara taşınıyor. Özellikle Yin'in, Hei'nin hikâye boyunca sıradan insan – kontratçı arasında gidip gelmelerinde büyük etkisi olacak. Yin başlangıçta pek de önemli olmayan bir bebek olarak sunuluyor sanki. Ama hikâyedeki diğer çoğu bebeğin aksine taşınabilir bir bilgisayardan çok, bir takım üyesi olarak görüldüğünü kısa zamanda fark ediyoruz. Ki Hei her ne kadar bebeklerin ruhsuz bedenler olduğunu herkesten iyi bilse
de, onun Yin'e karşı bazı hisler beslediğini belli belirsiz de olsa görüyoruz. Biraz önce bahsettiğim “bebeklerde ortaya çıkan” anormalliklerin olaylarda en etkili örneklerini de Yin'de görebiliyoruz. Eğer bu anime tamamen bir bebeğin bakış açısıyla çekilseydi Yin başkarakter olabilirdi. Ama bu şekliyle onu daha çok ilk seride Hei'yi etkileyen, ikinci seride de dünyayı etkileyen yardımcı bir karakter olarak görüyoruz.
Bu animenin ilk serisinin genel hikâyesi geçmişte ne olduğundan ziyade ileride ne olacağına, ya da geçmişin çözülmesi için şimdiki zamanda ve gelecekte ne yapıldığına/yapılacağına endeksli gibi gözükse de, makro düzeyde olaylar ilerledikçe Hei açısından daha çok geçmişe doğru bir yolculukla baş başa kalıyoruz. İlk bölümler ne olduğu belli olmayan, pek de bir şey açıklanmayan bölümler gibi gözükerek yeni başlayan birine biraz sıkıcı gelebilecek gibi olsa da, birkaç bölüm sonra iyi düşünülmüş bir aksiyonun ortasında kalıyoruz. 90'ların başlarından beri aralarında Ghost in the Shell, Cowboy Bebop gibi oldukça popüler ve başarılı olanların da bulunduğu birçok önemli yapıtın müzikleriyle ilgilenen Yoko Kanno, Darker Than Black'in de soundtrackini bestelemiş. Tensai Okamura tarafından düzenlenen anime ilk olarak 2007 yılının ortalarında yayınlanmaya başlarken, birkaç ay sonra Monthly Asuka'da yayınlanmaya başlayan manga da bu anime serisinden uyarlanmış. Daha da sonra, animenin karakterlerini oluşturan asıl insan olan Yuji Iwahara tarafından Darker Than Black adıyla piyasaya sürülen manga ise animelerdeki olaylardan bir yıl sonrasını konu alıyor. Animenin 2009'un sonlarında başlayan ikinci serisi Misaki'nin bahsettiğim “karmaşık olaylara” iyice girmeye başladığı, artık dünya insanları için kontratçıların bir söylenti olmaktan çıktıkları bir zamanda, yani ilk serinin bitiş noktasından iki-üç yıl sonrasında gerçekleşiyor. Hikâyeye hafıza silme aletini icat eden Profesör Pavlichenko ve oğlu Shion da giriyor. Zaten olaylara profesörün kızı Suou'nun hafızasında kalmış olaylarla başlıyoruz. Bu olaylardan birinde profesör çocuklarıyla oturuyorken bir patlama oluyor ve Shion bir kontratçı oluyor. Zaman kaybetmeden Hei'nin olaya dâhil edilmesi belki de konunun akışı açısından izleyenlere “ben Darker Than Black izlemek istemiştim ama...” dedirtmemek için yapılmış. İlk bölümlerdeki olaylardan sonra yollarına birlikte devam eden Suou ve Hei'nin kontratçı ve normal insan arasında kalmış olmak gibi bir ortak noktaları da var. Zaten ilk seride ekip arkadaşlarıyla Hei'nin arasında gelişen arkadaşlığı bu ikili arasında da görüyoruz. Bu seride olaylar Shion-Suou ilişkisinin incelenmesi, Suou'nun hafızasının derinliklerindeki anlamlar ve gerçeklikler ba-
zında incelenip olay daha sonra ilk serideki karakterlere de bağlanıyor. İlk seri ile karşılaştırıldığında daha az aksiyon içeren, daha “karakter odaklı” ve acıklı olan bu ikinci bölüm olayların Hei'nin tekelinden çıkması ve aslında Hei'nin de eski karizmasını kaybettiğinin düşünülmesi gibi sebeplerle birçok izleyici tarafından ilk seri kadar beğenilmiyor. Yine de, daha kısa da olsa, ikinci serinin birinci seriden daha derin ve akıllıca düşünülmüş, daha sağlam ve tabiri caiz ise “gaz” müziklerle desteklenmiş olduğunu söyleyebilirim kendi adıma. Ki aslında zaten mükemmele yakın olan ilk seri müziklerinden bile daha iyi olan ikinci seri müzikleri herkesin aradığı o aşırı aksiyonlu ortamı bir nebze olsun geri getiriyor. Zaten ikinci serinin son bölümlerinde o aksiyonu olmasa da, hikâyenin o orijinal gerilimini tekrardan gözlerimizle de görüyoruz. Darker Than Black'in belki de tek “kötü gibi gözüken yönü” ise bölümlerinin kendi aralarında çok kopuk durması. Bunun sebebi de, diyebiliriz ki, Darker Than Black'in uzun soluklu animelerde alıştığımız gibi bir yapısının olmaması. Yani her küçük parçada yeni bir gelişme sağlayıp, bir problemin çözümüne daha ulaşarak ilerleyemiyoruz olayların içinde. “Yeterli” sayıda bölüme sahip bir anime olarak, Darker Than Black bize bu çözümleri arada sırada vermeyi tercih etmiş. Bu yüzden tahminimce ilk seriyi de sevmeyenler büyük oranda, kendilerince haklı olarak, seriyi bitirmeye sabredemeyenler
olmuşlardır. İkinci seride böyle bir kopukluk yok ama “sabırsız insanlar için maalesef” bu kopukluk sorunu, eğer buna bir sorun denilebilirse, her şeyin sona yığılmasıyla çözülüyor. Özellikle aksiyon türünün müdavimleri tarafından başından kalkmadan izlenebilecek anime, en azından izleyenlerden aldığım yorumlardan yola çıkarsam, türe çok da bayılmayan kesim tarafından ara ara izlenebilecek oldukça lezzetli bir çerez görevi görüyor. Senaryosu her yaştan insanın ilgisini çekebilecek bir yapım ve birkaç kez söylediğim gibi, müzikleri mükemmel. Tek cümle ile tarif edersem: kendinizi SWAT oynarken, takım arkadaşlarınızın bir anda yok olduğu ve karakterinizin kontrolünü kaybettiğiniz bir alternatif gerçeklikte buluyorsunuz. Keyfini çıkarın. Yusuf SALMAN ergunyusufsalman@gmail.com www.konseptdisi.blogspot.com
70
KAPLUMBAĞA ADAYI MÜNECCİM SABRİ Sabri ile tanışmam bile garipti. Sıcak geçeceği belli bir İstanbul günüydü. Sarıyer’den sahil yolunu takip ederek Beşiktaş’a giden bir otobüste, en önde oturmuş, denize girenleri seyrediyordum. Birden kabaca dürtüldüğümü hissettim. Tüm koltuklar boş olmasına rağmen gelip yanıma oturan o zat Sabri’ydi. Oflayıp puflamama aldırmadan bacaklarını, o uzun ve kalın bacaklarını açtıkça açtı. Bir ara kavga etmeyi düşündümse de buna cesaret edemedim. Sabri o kadar iriydi ki daha ilk andan itibaren kendimi onun yanında çocuk gibi hissediyordum. En iyisi henüz koltuklar boşken inat etmeyip yerimi değiştirmekti. Tam ayağa kalkmak üzereydim ki Sabri kulağıma eğilip vücudunun izin verdiği en kısık sesle fısıldadı: “Rahatsız oldun galiba. Ama bakma cüsseme, istediğim an kaplumbağaya dönüşebilirim.” Yerimden kalkmaktan vazgeçtim. Bir süre, aklı başında bir insan bu cümleye en az kırıcı biçimde nasıl karşılık verebilir diye düşündüm. Nihayet delilere nezaket göstermek zorunda olmadığım konusunda ikna oldum ve ilk durakta otobüsten indim. O gün kimi gördüysem –garsonluk yaptığım restoranda çalışanlara, her gün gelen müşterilere hatta uzun aradan sonra yolda rastladığım lise arkadaşıma – olanları anlattım. Kimi bu devasa yaratığa acıdı, kimi ağzını sonuna kadar açıp güldü, kimi ondan uzak durmamı önerdi. Ve gece oldu. Rahatsız yatağıma uzanıp uykuya daldığımda gözümün önünde Sabri belirdi. Olanları her önüme gelene alaycı bir biçimde anlatmam onu kırmış olacak, gözlerini benden kaçırıyordu. Ondan özür dilemezsem rüyalarımı terk etmeyeceğini söylüyordu koca vücuduna hiç yakışmayan küçük ağzı. Şanslıydım. Ertesi gün aşağı yukarı aynı saatte, aynı otobüste Sabri’ye rastladım. Bu kez yanıma oturmayan Sabri ağır ağır adımlarla arkaya yöneldi. O kadar yavaştı ki bir an içimden, yanına gidip “Yahu inanmamıştım ama sen gerçekten kaplumbağaya dönüşebiliyormuşsun,” demek geldi. Oturmasını bekledim. Sonra yerimden kalktım, ona doğru ilerledim. Bir yandan da bakışlarını tartıyordum. Böyle bir adamı öfkelendirmek istemezdim. Eğer bana hâlâ kızgınsa özür dilemeyi unutup, onu birkaç gün daha rüyamda görmeyi ve vicdan azabı içinde uyanmayı göze alabilirdim. Ama hayır. Genç adam yüzüme tebessüm ederek bakıyordu. Hemen ümitlenmedim yine de. Belki beni hatırlamamıştı. Uzun süre gözümün içine bakınca gülümsemek zorunda kalmıştı sadece. “Dur tahmin edeyim, dün beni kırdığın için üzgünsün. Hatta belki arkamdan konuştun ve sırf vicdanını rahatlatmak için bugün bu otobüse bindin. Değil mi?” Tahmin yeteneği yüzümü güldürdü. “Evet. Yani arkanızdan konuşma demeyelim ona... Ama siz de takdir edersiniz ki sözleriniz garipti.” “Bana Sabri diyebilirsin. Gariplik konusunda haklısın. Ama yine de bana bir şans vermeliydin. Neyse, unut gitsin. Ben böyle yaşamaya alıştım.” “Özür dilerim, gerçekten. Affettiniz mi beni?” “Dert etme. Dedim ya, ben alıştım. Affetmeye gelince… Hayır! Af-fet-me-dim.” “Ama neden? Siz de söylediğinizin garip olduğunu…” “Söylediğim garipti. Doğru ama şunu unutma ki, yağmurun yağması da gariptir, kuşların göç etmesi de... Ancak bunlar birer gerçektir de. Bana küçük bir şans verseydin sana garip olan her şeyin imkânsız olmadığını ispatlardım.” Sabrım taşmaya başlamıştı. Bu adam kimdi ki bana ders veriyordu! Neredeyse özür dilediğim için pişman olmuştum. Şimdi sadece, onun rezil olmasını istiyordum. Sırf bunun için önerisini kabul ettim. Aşiyan’da inip mezarlıkta bir deneme yapmayı teklif ettim. Kendisinden emin bir şekilde gülüm-
İllüstrasyon : Deniz Pelin SONGUR http://electrosoundz.deviantart.com
sedi. On dakika geçmişti. Henüz İstinye’deydik ve trafik hastanenin önünde yine tıkanmıştı. Otobüs şoförü ile önümüze geçmeye çalışan minibüsçü arasındaki tartışma yumruklaşmaya dönüştüğünde otobüs tamamen boşalmıştı. Sabri, kavgaya en fazla benim kadar ilgiliydi. Belki de az sonra mezarlıkta rezil olacağını düşünüyor, bir kaçış yolu arıyordu. Bu yorucu ve anlamsız bekleyiş uzunca bir süre devam etti. Sabri de sabrım gibi tükenmişti. Tam Sabri’ye dönüp “Vazgeçtim, seninle vakit kaybedemem,” demeyi göze almıştım ki Sabri elini cebine attı. Sonra cebinden çıkardığı iskambil destesini kendisinden beklenmeyen bir hızla karmaya başladı. Neredeyse onun usta bir kumarbaz olduğunu düşünmeye başlayacaktım. Şaşkınlıktan can sıkıntımı unutur gibi oldum. Bu esnada aşağıdaki kavgayı ayırmakta zorlanan halk en sonunda polisi aramaya karar vermiş olmalıydı. Siren sesleri dayanılmaz hâle gelmişti. Artık kalkmalıydım. Kararlıydım, sözünü bitirir bitirmez onunla vedalaşacaktım. “Bak, bir oyun oynayalım. Şimdi ikimiz de bir kart seçeceğiz. Büyük çeken kazanacak. Sen büyük çekersen senin dünkü hatanı affedeceğim. Ben büyük çekersem seni yine affedeceğim ama sen de benimle mezarlığa gelecek ve asıl büyük numaramı göstermeme izin vereceksin, tamam mı?” “Asıl numara dediğin tavşan mı?” diyerek habis bir kahkaha üfledim Sabri’nin etli burnuna. Ama düşünmeyi de ihmal etmedim. Kaybedecek neyim olabilirdi ki? Hem kazanırsam da kaybedersem de beni affedecekti. Zaten otobüs yeniden hareket etmeye hazırlanıyordu. Büyük bir lütufta bulunuyormuşçasına “Tamam,” dedim. Oyun hızlı başladı. Kartlar Sabri’nin usta ellerinde karıldı ve sıra kart çekmeye geldi. Aslında ilk kartı onun çekmesini isteyecektim. Ancak o esnada Sabri bir sakarlık yapıp kâğıtların bir tanesini yere düşürdü. Bir sinek papazıydı ayağının yanına düşen. Ve Sabri büyük bir hata yapıp bu kartı destenin en altına koydu. Şimdi o papazı seçip bu oyunu kazanmam işten bile değildi. As çekmediği sürece... Kartı seçtim. Şaşırmış numarası yapmaya gerek duymadan “Sinek papaz,” dedim. “Şanslısın. Kazandın diyebiliriz. Ama inan bana bugüne kadar bu oyunu hiç kaybetmedim.” Onun bu temelsiz güveniyle dalga geçmeme fırsat vermeden desteden bir as çekti. İrkildim. Bu adamın garip meziyetleri olabilir miydi? Müneccim dışkısı diye bir besin var mıydı gerçekten de? “Allah bana yavaş bir beden vermiş, bu doğru. Ama bana bahşettiği üstün hissetme yeteneğine şahit oldun işte. Gösteri daha yeni başladı.” Sabri şaşkınlığımı fark etmiş olacak bu kez hoşgörüden uzak bir şekilde gülümsedi. “Nasıl, garip değil mi?” “Evet” derken biraz mahcup ama daha fazla afallamış bir haldeydim. “Garip ama gerçek…” dedim. “Tıpkı kaplumbağaya dönüşebildiğim gibi.” “Tamam, Aşiyan’a az kaldı,” dedim. Sesimin titrediğinden emindim. Aşiyan durağını tedirginlik içinde gözlerimi Sabri’den kaçırarak bekledim. Nihayet oradaydık. Mezarlık, dua eden bir kadını saymazsak, tamamen boştu. Sabri göz işaretiyle kadının gitmesini beklememizi istedi. Bekledik. Bekledik… Bekledik… Nihayet bir saat kadar sonra kadın mezarlığı terk etti. Sabri, kadının bize inat olsun diye orada beklediğini iddia ettiyse de ben sözü uzatmadım. Diyelim öyle, ne fark ederdi? Sabri mezarlıkta uygun bir yer seçip eğildi, gözlerini kapadı ve sanki saygıya layık bir iş yapıyormuşçasına yüzünü gökyüzüne çevirdi. O an aklıma gelen “Ne arıyorsun bu delinin yanında, aptal mısın sen!”“Bir gören olsa ne der?” gibi itirazları bastırmak için Sabri’nin iskambil kâğıtlarıyla beni şaşkına
çevirdiği anı tekrar tekrar oynatıyordum zihnimde. Dedikleri de boş şeyler değildi hani. Kim ne derse desin, insan doğanın tüm gizlerini çözememişti. Bir şeye sıkça rastlanmaması o şeyi imkânsız kılmazdı ya. Ama olmadı. Koca adam ne kadar uğraşsa da kaplumbağaya dönüşemedi. Hava kararıp serinleyinceye kadar bekledim. Sabri mahcuptu ama hâlâ vakit istiyor gibi bakıyordu yüzüme. “Daha fazla beklemenin anlamı yok Sabri, olmuyor işte kabul et!” Sabri “İnan bana yapabiliyordum. Sanırım yalnız olmadığım için beceremedim. Sen sahile kadar in, bu kez kesin olacak,” dedi. Ona acımamak elde değildi. İtiraz etmeden sahile indim. Artık toparlanmaya başlayan koca ve kırmızı göbekli adamların arasından geçip denizdeki denizanalarına izlemeye koyuldum. Döndüğümde Sabri yerinde değildi. Hemen her mezar taşının arkasına baktım. Ortalıkta kimseler yoktu. Düpedüz ekilmiştim. O akşam eve döndüğümde Sabri tarafından yazılmış ve kapının altından içeriye atılmış bir mektup tarafından karşılandım. Mektupta bugün Aşiyan’da kaplumbağaya dönüştüğünü hatta ben mezarlığa dönünce beni gördüğünü ancak benim onu yeşillikler arasında kaldığı için fark etmediğimi anlatıyordu. Bu mektup, konunun açıldığı son yer oldu. Bir daha kaplumbağa kelimesi geçmedi aramızda. Ta ki Sabri’nin evinden tefeciler tarafından apar topar alındığımız o güne kadar. Kaçırılmada kullanılmak için lüks sayılabilecek bir araba ile ancak 1980 öncesi kalitesiz Türk filmlerinde görülebilecek depolardan birisine getirilmiştik. Depoda rutubetin hâkimiyetinden söz edebilirdik. Bir süre sessiz kaldık. Sabri ilk tedirginliği üzerinden attıktan sonra sessizliği bozdu ve neden burada olduğumuzu dürüstçe anlattı. Çok borcu vardı. Borçlarını kapatmak için Eyüp denen tefeciden akıl almaz faizlerle borç almıştı. Borcunu ödemek şöyle dursun, her geçen gün senetlerin yanına yenilerini eklemişti. Süre dolmak üzereydi. Çıkış yolu görünmüyordu. Biraz birikmişi olsa kaçıp giderdi. Ama ne zaman vardı kaçmak için, ne de para… Nihayet aklına yıllardır gizlediği yeteneğini kullanmak gelmişti. Ve hiç istememesine karşın kaplumbağaya dönüşebilme yeteneğini kullanarak para kazanabileceğini umuyordu. Bir gazeteciye ya da bilim adamına bu yeteneğinden bahsedebilir, hem o kişiyi hem de kendisini ihya edebilirdi. Ancak bu yola yalnız çıkamazdı. Kaplumbağaya dönüşünce bir süre o halde kalıyormuş anlattığına göre. Bu durumda hakkını arayacak, mesela onun laboratuara götürülüp parçalanmamasını sağlayacak, vicdan sahibi bir kişiye ihtiyaç vardı ki o da ben oluyordum. Sürekli insanlarla yakınlaşmaya çalışmasının altında bu yatıyormuş. O gün bomboş otobüste yanıma oturması şimdi daha manidardı. Gidip ondan özür dilememle vicdanlı ve haktanır sıfatlarına ne denli layık olduğumu kanıtlamıştım Sabri’ye. Onun hakkını yemeyecek kişi bendim. İşte, şu an mafyanın önünde onunla beraber – hatta ondan daha fazla – terlememin nedeni buydu. Sanırım Sabri düşündüğümden daha uyanıktı. Kendisini kaplumbağa sanan bir moron tarafından kaplumbağa menajerliğine uygun görülmüştüm. Gülmem gerekiyordu. Korkudan gerekeni yerine getiremedim. Sabri’ye döndüm. Hışımla Eyüp’le konuşmasını emrettim. Sonra anlamsız bir şekilde yumuşadım, benim bu işte bir parmağım olmadığını anlatması için ona yalvardım. Bilhassa duvarda asılı olan kerpeten yalvaran sesimin daha içten çıkmasına yardımcı oluyordu. “Merak etme, sana dokunmaz. Ama ben nasıl kurtulurum, işte onu bilmiyorum.” Ne kadar rahatlamam gerekti acaba? Birden aklıma Sabri’nin gerçek yeteneği geldi. Evet, neden olmasın! Tefecilerin çoğu kumar gibi pis işlerin de içindedir. İnsanları kumarla borçlandırdıklarını çokça duymuştum. En azından kumar oynamayı seviyor olmalılardı. Şimdi Sabri onlara reddedemeyecekleri bir teklifle gidecek, “Kazanırsam giderim, kaybedersem bir o kadar daha senet imzalamaya hazırım,” diyecekti. Sonra iskambil deste-
74
sinden en büyük kâğıdı seçip özgürlüğüne kavuşacaktı. Kavuşacaktık. Anlattığına göre Eyüp sözünde duran kötü adamlardanmış. O halde bu planı denememek için elimizde hiçbir gerekçe kalmamıştı. Sabri ilk başta yanaşmadı. Sonuca ulaşmak için yaklaşık yarım saat daha yalvarmam gerekti. Eyüp ise hemen ikna oldu. Sabri “Bende deste var,” dediyse de Eyüp’ün adamları içeriden bir deste getirtti. Kartları hızlıca kardılar, yavaşça çektiler. Eyüp’ün hissiz parmaklarının arasında duran kupa onlusuydu. Sabri’ye baktım. “Haydi,” dedim gözlerimle. “Yap şu numaranı!” Sabri elini kartların üzerinde gezdirdi. Nihayet bir kartı seçip önce bana, sonra Eyüp’e gösterdi. Sinek ikinin Eyüp’ü bu denli çok sevindireceğini tahmin etmemiştim. Soluk yüzüne kan gelmişti. O an donup kaldım. Sabri’nin benim kadar şaşmamasına mı şaşırayım, körelen altıncı hissine mi kızayım, bilemedim. Sabri, yüzüme bakmadı, Eyüp’e dönüp tuvalete gitmek istediğini söyledi. “Sana paranı vereceğim Eyüp abi. Babamla beraber oturduğumuz evimiz var. Onu satacağım. Babam da çok yaşamaz zaten. Beni kırmayacaktır,” dedikten sonra dudağının kenarında mahcup bir mimikle bana döndü. Elimi sıkarken avucuma hep yanında taşıdığı iskambil destesini tutuşturdu. “Bu, otobüste bana inanmanı sağlayan deste. Artık sende kalsın.” Hiçbir şey anlamamıştım. “Artık” kelimesinin anlamı üzerine düşündüm. Düpedüz vedaydı bu. Tuvalete gidip intihar edeceğinden emin gibiydim. Onu özleyecektim. Sıra dışı dostluğumuzun bu şekilde bitmesi kaçınılmaz mıydı? “Ama bu deste!” İnanamadım. Sabri bana oyun oynamıştı. Elime tutuşturduğu destenin en altında benim çektiğim sinek papazı vardı. Geri kalan tüm kartlar ise maça aslarından oluşuyordu. “Allah’ım nasıl inandım!” Kartların altındakileri hissetmek gibi bir yeteneği yoktu. Beni kandırmak için kullandığı hileli bir desteydi bu. Dahası, Sabri’yi Eyüp’e karşı her şeyini ortaya koymaya ben zorlamıştım. Demek ki bu yüzden böyle bir bahse girmemek için direnmişti. Hilesiz bir destede tüm foyasının... Ölümü benim elimden mi olmuştu bu durumda? Galiba evet. Tırnaklarımı avuç içlerime geçirip doya doya vicdan azabını tattım. Ta ki Sabri’nin uzun bir süre tuvaletten çıkmaması üzerine ne olduğunu anlamak için içeriye giren Eyüp’ün adamları yanımıza şaşkın, mutlu bir kaplumbağa ile dönene kadar.
Alper BİLGİLİ
DEPRESİF BİR HİKÂYE Amsterdam’da şafak vakti; Çok deprasantlar geçti gecelerimden. Yorgun sırılsıklam gecenin ardından ayaklarım kendini yolda buluverdi. Kaldırımlar kayıyordu yanımdan. İleride duruyordu mavi saçlı kız, elinde yanan bir meşale. Sokağın tam dibinde benim göz hizamda duruyordu. Korkarak yaklaştım. Bakışlarını bana çevirdiğinde üzerimdeki deri ceketin daha bir ıslandığını ağırlığından fark ettim. Bu gizemli kadının gözleri sokak lambasının ardında sedefe dönen gökyüzünün kızıllığından daha kızıldı. “Gel,” dedi. Belli belirsiz ya da ben o şekilde duymak istemiştim. Ardındaydım şimdi. Usul usul geçiyorduk kimi ışıkları yanan ıslak duvarlı evleri. Dokunmaya kıyamayacağın çiçekleri ile küçük ön bahçeleri tek tek geride bırakıyorduk. Sonra söndü ışıklar bir bir, biz yürüdü yürüdük. Postallarım ileriye doğru çekiyordu beni. Bende itiraz edecek güç yoktu. “Kim olabilirdi,” kimdi bu kızıl gözlü? Üzerinde çiçekleri solmuş siyah jarse bir elbise boğazına doladığı uzunca ince bej bir tül. Saçları kulaklarını adeta zorla sarmalayabilmiş bir şekilde kısacık. Yürüdükçe karardı gece. Puslu geçen gecemin nane limon kokusu da çok gerilerde kalmıştı! Geriye doğru döndü. Durduk. Baktı gözlerimin taa içine doğru. Elindeki tarih öncesi meşalesi ile ayağında kavlamış çarıklar tuttu elimi. Sokağın nasıl bitiverdiğini hatırlamıyorum. Girdiğimiz iki ağacın arasındaki kuytuluktan, toprak merdivenleri inmeye devam ettik. Ya bendim elini tutan, ya da o. Pek farkında değildim, ama korku yoktu içimde erimişti; korkuları yakmıştım geceden. Merak da yoktu atmıştım seneler öncesinden. Kadın mıydı üçüncü bir cins mi? Dar merdivenleri inerken üzerimde ki ağırlığımın kokusu duvarın nem kokusuna karıştı. Sigaramı yakmalıydım, ama nasıl? Sol elimle sigara yakmağa alışmadım hiç. “Dur,” dedim. “Bir sigara yakmalıyım.” “Şimdi mi?” dedi. İniltili, cılız ve kadınsı durmayan sesi berbattı. “Evet, şimdi maalesef birlikte yürüyoruz. Bir saat oldu. Hatta geçti bile. Bir şey soramadım. Uzaylı mısın? İn mi, cin mi, peri mi hiç bir fikrim yok. Eh, tamam güzel de yürüyoruz el ele. Ama dört büyük melekten biri de olsan ben sigaramı yakmalıyım. Durum bundan ibaret.” “Tamam. Yak o zaman,” dedi. Mavi saçlı, kızıl gözlü elinde meşale olan kadın, lütfetti anlayacağınız. Durduk. Oturdum. Çamurlaşmış bir zemine oturduğumu çok geçmeden fark ettim. Acele bir sigara yaktım ve içime çektim. “Ooh be,” dedim. Birkaç nefesten sonra kadın elimi tuttu yine. “Kalk,” dedi. Annem bu kadar elimi tutmamıştır. Bu kadar hevesli, şefkatle. Yola devam ettik. El ele bu çok güzel ama donuk bakışlı kadın. İlerledik. Ah, bir de o sesi öyle olmasaydı. Metalik gri bir ses. Ardından merdivenleri yukarı doğru çıkmaya başladık. Bir müddet sonra yol düze döndü ama koridor darlaştı. Ölmüştüm de yoksa ölüm meleği dedikleri miydi bu! Ama yok, dışarı çıktım sabahın ilk ışıkları düşmüştü ve yağmur yağıyordu. Ölsem bu kadar derinden hissedemezdim herhalde an be an. “Kimsin sen?” dedim. Sordum. Sormaz mıydım? Siz söyleyin… “Ben senin geleceğinim, ben senim,” dedi. Bir ayaklarındaki çarığa benzer ayakkabıya baktım, bir de elindeki meşaleye. Gayri ihtiyari dudak büktüm. “Haydi canım, kafam iyi de o kadar da değil yani. Sen aynada kendini hiç görmedin galiba, kusura bakma ama ne alaka.”
76
İllüstrasyon Merve DİNÇ http://deltoidhead.deviantart.com
“Evet,” dedi. “Geleceğinizde elektrik de yok, ayakkabı da, üzerimdeki ise ipek kuşunun bizlere armağanı. Olabilecekleri olması muhtemel şeyleri. Yaşadığın döneme göre kıyaslama.” “Dünya dünyadır bundan ötesi on ya da yirmi sene dünyanın sonu geldi. Sen duymadın mı ekolojik tehlike diye bir şey?” diye sordum. “Kalıntılarınızın arasında çok gezindim işim gereği, arkeologum. Ben sizin kadınlarınızın evrim sürecindeki geleceğiyim. Sizin teknolojiniz kısmen bize ulaşsa da size neye mal olduğunu gördük ve reddettik kullanmayı. Uzun uzun anlatmak isterdim, ama senin bu yorgun halinle ve anlamaya kapalı dimağın ile zor olur. Sadece şunu bilmelisin. Gelecekte ben senin ruhunu taşıyorum. Oldukça da ağırlaşıyorsun üzerimde. Senin depresyonun ve antideprasanların etkisi bana kadar süregeldi. On dördüncü kuşağım. Artık çekemez olduğum için bu sıkıntıya bir son vermek istedik ve ne derler sizd psikiyatristim e, bilge Niri’ye gittim. Sebebini sordum. Kendine has metodu ile seni yansıttı içime. Şimdi gel benimle.’’ Aman Tanrım uyuyor muydum, uyanık mı? Kâbusta mıydım? İşte şimdi işkillendim. Bu da neyin nesiydi? Fakat uyanıktım. Yürüyerek gelmiştim buraya. Bu gerçekti. İlerledik dar koridoru geçip tahta bir kapının önüne geldiğimizde heyecanlanmadım desem yalan olur. Kapıyı meşalenin dip kısmıyla çaldı. “Tak... Tak… Tak. Tak. Tak!” Kapıyı cılız cüssesine rağmen bayağı sert çalmıştı. Tahtaların arasından arkası görünen derme çatma kapı ardına kadar açıldı. Bir adım geri attım. Önümde duran kız kıpırdamıyordu. Aslında kırmızı gözleri bile olsa yine de güzeldi. Güzeldi ama ürkütücüydü de aynı zamanda. Anlamadığım ‘tekrar doğum’ denen olay ne kadar gerçek olabilirdi ki? Parlak mavi saçlarının yansıması gözümü alıyordu. Kokusu çiçeği andırıyordu. Saatlerce yolculuk boyunca merak ya da heyecanım bu kadar yoğun oluşmamıştı bende. Oluşmazdı da. Yani normal hayatımı sorarsanız; Evimden haftanın ilk üç günü dört saatliğine çalıştığım büroma gider, birkaç çeviri yapar, yeni yetme asistanların soruları cevap vererek yarım saat kendini iş yapmış sayar ve eve dönerdim. Patronum Cemil Bey babamın çocukluk arkadaşı olmasa muhtemelen şimdiye kadar kovulmuştum. Bol kahve ve sigaradan başka bana sadık bir dostum da yoktu. Kadınlar içki kokusundan sanırım artık yanıma yaklaşmaz olmuştu. Akşamları köşedeki ‘Lori’nin kafesine uğramasam gecenin sonunda iyice koyulaşan yalnızlığını kaldıramıyordum. Yo yo. Bu hiç inandırıcı değildi. Gecenin bir vakti bir kız karşıma çıkacak ve beni alıp şehirden uzaklaştıracak. Usulca girdiği bilmem neresi olan kuytuluktan yerin bilmem kaç kat dibine indirecekti. İçeri girdik. Ağır adımlarla yan yana ilerledik. İleride loş bir aydınlık vardı. Karanlığı yarıp ona doğru ilerlediğimizde Hollywood filmlerinden fırlamışçasına bir adam kocaman çok kalın tahtadan bir sandalyede oturuyordu. Elleri sandalyenin tokmağında, tırnakları yaşlılıktan kalınlaşmış ve iri elleri, iri parmakları sallanıyordu aşağı doğru. Birkaç basamak yukarıda olan bu adama anlayacağınız tırnaklarını görecek kadar yaklaşmıştık. Karşımda duran adam oldukça cüsseli biriydi. Sessizce gözlerime bakıyordu. Göz bebekleri beyazı görünmeyecek kadar iri ve siyahtı. Yanımdaki maviş hatun seslendi ‘Niri’ye; ama farklı bir lisandı şimdi anımsayamadığım. Yarı Arapça, yarı İsrail duvarında gördüğüm Yahudilerin okuduğu dil gibiydi ama her ikisi gibi değildi telaffuzu kargacık burgacık sözlerden sonra tekrar usulca bana döndü kafası, iri adamın saçları beyaz beline kadar uzundu, uçları at yelesi gibi sivri ve dağınıktı. Kalın ve tok sesi ile “Sahi,” dedi. Beni işaret ediyordu. Belli ki maviş beni takdim etmişti. Gülümsememi engellemeye çalışarak bana bakan kıza dönüp, “Şimdi ne yapmalıyım? Ne de-
78
meliyim. Bir fikrin vardır değil mi?” diye sordum. “Seni anlıyor merak etme. Şimdi bizi yardımcı olmamız için sen çağırdın ve buradasın. İçindeki sıkıntıya çare bulmak için Niri seni yanına çağırıyor,” diye cevap verdi. “Deli olmalısın herhalde? Satanist misiniz nesiniz? Hangi tarikattansınız anlamadım ki,” diye sözde kadına söylendim. “Hiç de normal sayılmaz, yaşantının farkındayız. Sen ve senin gibi yüzlerce binlerce kişi var gelecekte torunlarının genleri ile oynayan. Onlara kalıtsal hastalıklar bırakan bugün sen seçildin. Çağrına karşılık verildi. Bunun kıymetini bil iyi değerlendir.” Tanrım delirmek üzereydim. Anlaşılan bu ilginç törene uymaktan başka çarem yoktu. Bilgisinden ağırlaşmış adeta sandalyesine yapışmış olan adama yaklaştım. İki basamak çıktım. İşte yanındaydım. Adam maviş hatuna döndü; “Kena,” diye seslendi Yine anlamadığım şekilde bir şeyler dedi ve kızıl gözlü kadın elinde ki meşale ile o yok oldu gitti. Kena gitmişti. Yoktu. Beyaz saçlı adam, ben bir sandalye ve kaynağı olmayan loş bir ışığın haricinde her yer karanlıktı sessizdi. “Otur yanıma anlat,” dedi. “Nedir sıkıntıların?” Şaşırdım gayet güzel Türkçe konuşmaya başlamıştı adam. Anadilimde konuşuyordu. Karşımdaki görüntüsü kadar sesi de ciddi gelen adama üstün körü cevaplar veremezdim. Aslında kaybedecek bir şeyim de yoktu. Ha, sigortamdan yüzlerce euro verdiğim psikiyatriktim, ha bu adam ne kaybım olurdu ki, diye düşündüm. “Haklı olabilirsin,” dedi. Düşüncemi okuyordu. Bu mümkün müydü? Flamanca düşünsem, Flamanca yanıt gelecekti muhtemelen. Düşündüğümden çok daha psişik bir olayın içinde olduğum muhakkaktı. “Çok zorlama kendini,” dedi ve devam etti. “Nedir bu kadar bedenine zarar vermen, siz zamanın gerisindeki insanlar üzerinizde taşıdığınız elbiseler kadar değer vermiyorsunuz kendinize. Üzerindeki deri cekete bir aylık kazancını verdiğini düşünüyorum mesela. Mesela bir yığın paranı da aylık sözde anlık keyiflere harcıyorsun. Para kazanmak senin için çile iken, kolayca harcayabiliyorsun da. Dünyanın düzenine isyanın, ama bu düzeni körükleyenlerdensin, milyonlarcası gibi.” Sinirlenmiştim. “Evet, hepsini biliyorsun. Ne anlatmamı istiyorsun? İşimden memnun değilim. Evimden memnun değilim. Arkadaşlarımdan memnun değilim. Bu memnuniyetsizlik içinde benim sigaram, alkolüm mü çok geldi sana. Bilge olduğun söylendi. Dünyaya neden geldiğimizi söyle bana. Bu kadar sıkıntı niye? İnsanlar dünyada hep acı çekiyor, çekmeyeni söyle bana. Dünyada bunca savaş ve acı yaşanıyorken benim acılarım ne ki? Size ne benim derdimden?” diye koyuverdim ağzıma gelenleri. “Sana söyleyeceklerimi dikkatle dinle, böyle giderse üç sene sonra ciğerlerinde rahatsızlık başlayacak. Zengin babanın imkânları ile uzun tedavilerden geçeceksin. Sonra böbreklerin seni sen olmaktan çıkaracak bir yığın ameliyatın sonucunda 10 seneye kadar bu dünyadan göçeceksin.” “Öldüm mü ben yani?’’ “Hayır, olabilecekleri söylüyorum. Korkma.’’ “Başkalarına göre oldukça basit ama beni yoran hayat bu. Yakınlarım bana hep sıkıntı verdi. Karım daha evliliğimizin birinci yılında terk etti. Kararsızmışım. Karşılıksız bir şey veremezmişim. Sevmeyi bilmezmişim. Peehh. Her şey karşılıklıymış benim için. Ben ne aldım ki ne vereyim çevremdekilere? Dayaklarla geçti çocukluğum. Diline yabancı bir ülkede doğdum. Büyüdükçe asıl bu dünyaya kendimin yabancı olduğunu öğrendim. Ötelendim. O yüzden önce alan olmalıydım. Öyle güçlü buldum kendimi.” Çözülmüştüm hem de ne çözülme! “Ne aldın sevdiklerinden ailenden ve hayattan peki?” diye sordu ihtiyar.
“Alamadım aldığımı düşünmüyorum. Para kazanmak için çalıştım birileri bana değer versin sevsin diye de çalıştım ama olmadı. Ne babam sevdi beni ne annem! Hep haylaz çocuktum ben. Karımdan da bir şey alamadım. Bana sevgisini veremedi bir türlü. Çok gördü.” Kafamı öne eğmiş konuşuyordum. Rahatlıyordum. Meğer ne zamandır konuşmuyormuşum. Eh, o zaman ben doktoruma ne anlatıyordum. Kafamı kaldırdığımda sandalyede ihtiyar yoktu. Sesi yakından geliyordu. Her yer hâlâ karanlıktı, yalnız mıydım? Yalnızdım. “Buradayım. Sen beni sadece gözünle gördüğün için fark etmiyorsun. Sen çıkarcı biri değilsin. Sadece bunu sana söyleyen olmamış. Haklısın. Bu dünyada her şey karşılıklı. Acı da öyledir. Acı verirsen dünyaya acı alırsın. Tohum ekersen semeresini toplarsın. Bir kadın seversen ailen olur ama gerçekten seversen. Her şey sevgi ile mümkün dünyada. Neden bu dünyadayız diyorsun sevgi için. Dünyada da Şeytan’a rağmen sevginin var olabileceğini ispatlamak için. Amaç bu. Sevgi ekersen sevgi alırsın.” En son sevgiyi çocukluğumda, anneannemin çiftliğine gittiğimde ondan görürdüm. Bir de köpeğimiz Çomar’dan. “Öyle düşünme. İnsanlar aslında tek ruh üzerine birbirine bağlıdır. Birbirlerinden farkları yoktur sonuçta ve hepsi bir tekne hamurdan koparılmış gibi parçacıklar halinde yayılmışlardır yeryüzüne.” Yanıma doğru yaklaştı. Önce gölgesi, sonra kendi uzun mor cüppesi yaklaşıyordu bana doğru. Kendimi Çomar gibi yardıma muhtaç hissettim. Bu iri adam benim acizliğimi adeta yüzüme vuruyordu. Üstelik konuşmasına da gerek yoktu. Yaklaştı. Önümde dizlerinin üzerine oturdu. Şimdi neredeyse karşılıklı bir şekilde duruyorduk. Göz göze, diz dize iri ellerini omuzlarıma koydu gözlerime baktı buruşuk yüzünün çizgileri ne kadar fazlaydı. Ne kadar derindi. Gözleri ne kadar kara. “Şimdi sana bir şans daha veriyoruz. Bu bize verildi. Bizim yüzyılımızın hediyesi olarak. Ve sen geçmişteki sen buna layıksın. Bu dünya için gelecekteki ailen ve torunların için. Yaşamda her şeyin bir karşılığı vardır. Yaşananların bir bedeli vardır. Dünyada karşılıksız bir şey olmaz. Bir nefes gider bir nefes gelir. Bir nefes gider, bir nefes gelir. Sonra ellerini göğsüme dayadı. Bir elinin ayası göğüs aramda diğer elinin ayası sırtımda, yan tarafıma doğru kaydı. Pelerinin etekleri dizlerimdeydi. Yorgundum bu adam ne yapmaya çalışıyor demeye kalmadı. İçimden konuşan adeta iniltiyi andıran bir ses önce midemde, sonra sırtımda sonra da kollarımda dolaştı hızla birkaç saniyede oldu bu. Ağzımı açmak zorunda kaldım. Çünkü dehşet bir sıcaklık oluştu. Ciğerlerimin adeta yandığını hissettim. Bu devasa adam göğüs kafesimi kıracak gibi sıkıca tutuyordu. Gözlerim onun derinden bakan gözlerindeydi. “Bir nefes gelir bir nefes gider. Dünyada asıl olan sevgidir,” sözleri kafamın içinde yankı yapıyordu. Ağzımdan yayılan sıcaklık adamın yüzüne yapışacakmışçasına çıktı. Ağzımı açtım açtım. Gözlerimi yumdum. Başım dönüyordu. Kendimi aniden bir yastık gibi bırakıverdim. Aynı anda Niri’nin de elleri üzerimden kaymıştı. İçimde büyük bir boşluk ve rahatlık, gözkapaklarımı kaldıramıyordum! Gözlerimi araladığımda Kena başucumdaydı. Sokakta yatıyordum. Bana derin kırmızı gözleri ile baktı. Sabahın ilk ışıkları o kadar zaman geçmesine rağmen hâlâ parlak değildi. Gün aydınlanmamıştı. Rüzgârın sesi martıların seslerine karışıyordu. Kena’nın elinde meşalesi yoktu. Ama saçları yine de mavi mavi parlıyordu ne güzeldi Allah’ım. Gözleri bu kez soğuk değildi, sıcak bakıyordu. Teninin ne kadar beyaz olduğunu fark ettim ve daldım kaldırım döşek gibiydi. En son Kena’nın kafasının ardındaki sokak lambasının söndüğünü fark ettiğimi anımsıyorum. Bir de üzerime düşen Amsterdam yağmurunun damlacıkları usuldan. Bilenler bilir, buralarda bir başka yağar yağmur… “Ahh… Kena sen misin sen mi geldin? Gitme dur.” Gözümü açtığımda salonumda sehpanın ayaklarının dibinde yatıyordum. Bilmem kaça kurduğum saatimin alarmı çalıyordu. Her sabah bu kadar canlı çalıyor muydu acaba? Biri şunu sustursun diye bağırmak geldi içimden. Saat kaçtı, burada ne arıyordum? Yüreğimde bir ağrı vardı aynı zamanda
80
hafiflik. Deli gibi kahvaltı yapmak istiyordum. Üstelik sigara da hiç aklıma gelmemişti! Pantolonum çamur içindeydi. Duşumu aldım. Baharlık takımımı geçirdim üzerime. Deri ceketim köşede hâlâ ıslak duruyordu. Sabahtan kalma yağmurun sindiği toprak kokusu açık olan camdan doluyordu oturma odama. Hızla hazırlanıp çıktım dışarı, içime çekerek yürüdüm baharın kokusunu. Az sonra kendimi yine ‘Lori’ nin kafesinde buldum. Her zamanki güler yüzü ile karşıladı beni. Hal hatır sordu, hep öyle yapardı. Kahvaltımı yaptım. Uzun zamandır sabah kahvaltısından bu kadar keyif aldığımı hatırlamıyorum. Belki de ilk kez duvarlardaki eski, siyah beyaz fotoğrafları inceledim. Lori’ye ait çocukluk fotoğrafları olmalıydı. Sonra kafeden çıkıp Cemil Amca’mın yanına gittim. Hani şu bahsettiğim babamın arkadaşı. İşyerine pek uğramazdı. Bir çiçek alıp evine gittim. Olaylar hızla gelişti. İçimdeki enerji hep olsun bitmesin istiyordum. Bir daha hayata küskün antideprasan ilaçlar, bunalımlı geceler, alkollü içkiler, ciğerlerimi yakan sonu gelmez sigara paketleri olsun istemiyordum. Geleceğime, yarınlarıma, torunlarıma sağlıklı genler mirasım olmalıydı. Kim bilir belki de yüzyıllar sonra bir daha dünya kapısını bana araladığında üstelik güzel bir kadın da olsam (!) gözleri alaya çalan. Bunalımlarım olmamalıydı. “Niri” ye anlatacak güzel yılları sermeliydim geçmişime. Geceyi soruyorsunuz bana muhtemelen, ben de bir bilsem biliyorum gittim bir yerlere, biliyorum at yeleli bön sesli bir ihtiyar bir canavar çıkardı içimden. Biliyorum bir kadın tutup son kez ellerimden. Fakat gerçek miydi, hayal mi? Antideprasan ilaçlarımın bana oynadığı oyunu muydu yoksa “O” muhteşem tabiat ananın bedenlerimize verdiği savunma mekanizması mıydı halüsinasyonlar… Bilmiyorum. Bildiğim tek gerçek var ki, insanın mahvı da kurtuluşu da kendi elinde. Kendine değer vermesinde, kendini kabullenmesinde, sevgi alacağı insanları bulup sevgisini verebileceği işlerde çalışmasında. Etrafına sevgi saçmasında. Sevgi beş harfe saklı basit bir kavram değil. Sevgi ‘aşkın’ tohumları. Her insan ayrı bir sevgi hayata ‘aşk’ ile bakmalı. Bakmalı ki tohumlarını yüzyıllara saçabilsin. Şeyda KOÇ
DÜŞ ÖKSESİ Ayak tabanlarımın kumsala teması, hemen önümde suya doğru kaçışan şu minik yengeç kadar asılsız. Bulutsuz gökyüzü, yeşilin mavinin karışımı kıpırtısız deniz yüzeyi, asabi bebek viyaklamalı martılar, tam tepeden ufka varan yayın yarısında duran güneş de dâhil hepsi zihnimin ürünü. Az ilerimde duran şu garip kayalık nedeniyle. Kumsal boyunca mevcut olan yegâne kayalık bir eşik. Çocukluğumdan beri sayısız defalar yolunu çiğnedim. Denizin içinden tatlı bir eğimle çıkan ve sonra tam kumsala vardığında dikleşerek üç metre boya varan ve sonra beyaz kumlara doğru benzer bir eğimle alçalarak adeta solucan gibi altına dalan dana karaciğeri rengindeki bir yükselti. Bu parlak yüzeyli kayalığı ilginç yapan en baskın özelliği içindeki bir buçuk metre enindeki yürüme alanıydı. Ayaklarım ıslak kumlara basarak yürürken iki yanımda dimdik yükselen kahverengi taş kütleyi hissetmek sarsıcı bir deneyimdi. Daha da ilginci bu sekiz metrelik koridorda benim gibi yürüyüşe çıkmış diğer kıyı sakinleriyle karşılaşmamdı. Beş altı kişiden az olmazdı. Herkes yüzünde ciddi bir ifadeyle, birbirine değmemeye çalışarak, selamlaşmadan, hatta göz kontağı da kurmadan geçer giderdi. Çocukluğumda buna tanık olduğumda kendimi yetişkin olarak görürdüm. Kayalık geçitten geçenlerin tamamı kadın ya da erkek yaşlarını fazla belli etmeyen yetişkin kimseler olurdu. Geçide gelene kadar kumsalda göz alabildiğine kimseyi görmezdim. Kumluk alan daima boş olurdu. Deniz de teknesiz, yelkensiz ve dalgasız. Diğer yanına hiçbir zaman geçmemiştim. Görünmeyen bir sürü kumsalın kesişme noktası gibiydi bu kayalık geçit. İnterdüşsel merkez ya da rüya viyadüğü diyeceğim geliyor. Kayalığın içinde attığım son adım beni çoğunlukla bir başka rüyanın mekânına bağlardı. Bu geçitten en son ne zaman geçtiğimi unutmuştum. En az on yıl, demekteydi içimden bir ses. Taş geçide girdiğimde her zamankinin aksine bir kalabalıkla karşılaşmadım. Bu ilk kez oluyordu. Merakson motorum iyice tur arttırmış durumda yürüdüm ve geçidi tamamlayıp diğer tarafa çıktım. Birkaç metre ötemde beyaz pantolonlu, hasır şapkalı bir adam durmaktaydı. Otuz yaşlarındaydı. Belden yukarısı ve ayakları çıplaktı. Pantolonunun paçalarını kıvırmıştı. “Tam vaktinde geldiniz.” “Siz de öyle.” Çocukluktan beri bu tür kimselerle karşılaştığım için fazladan heyecanlı değildim. Bunlar ister bilinçaltımızın ürünü, isterse başka gerçekliklere ait girişimler olsun asla kötücül değillerdi. Çocukken anlattığımda rahmetli anneannem iyi saatte olsunlar şeklinde yorumlardı. Paralel evrenler, kuantum fiziği gibi kavramların ışığında saatler zamanımızda iyice başkalaşmıştı haliyle. “Beni taş geçidin diğer ucuna çektiniz,” diyerek hızla konuya girdim. Her an bu gerçeklikten teyellerim sökülebilirdi. Muhatabımın ağzından laf kopartmak istiyordum. Artık on iki yaşında bir çocuk değildim. Ağzım bir karış açık aval aval bakınma lüksüm yoktu. “Çok iyi gördünüz. Şöyle yürüyelim mi biraz?” Benim boyumda, buğday tenli sırım yapılı bir adamdı. Adımlarımız birbirine eş yürümeye başladık. “Sizi dinliyorum,” dedim. “Ömrünüz boyunca içinde birden fazla seyrettiğiniz rüyalarınızı tasnif edip durdunuz. Bunlardan öykü kalıpladınız. Romanlarınızın sayfalarına kelebek tozu olarak yapıştırdınız. Dahası, bazı duyarlı okurlarınız bunları aynen görebildiler. Görsel miras da bıraktınız sayfalarda yani.” Ben, süslü anlatıma kurban edilmeyen bazı betimlemelerin yazarın zihnindeki görüntüleri ay-
82
nen bir film gibi nakledebildiğini biliyorum. Benimle ilişki kurmuş onlarca okurum sayesinde artık bundan yüzde yüz emindim. “Rüyalar sadece bilinçaltının, beynin günlük deneyimleri işleyip yorumlamasından ibaret değildir.” “Sadede gelin lütfen,” dedim. “Haklısınız. Dünyanızdan değilim. Galaksimizin bu taraflarını epeyce gezmiş tozmuş biri gibi düşünün beni. Şu andaki suretim, uyarlanmış halimdir. İntibak sorunu yaratmamak için takdir edersiniz.” Korkup altınıza doldurmamanız yerine intibak sorunu demesi komiğime gitmişti. “Sonra?” “Alpha Centauri’denim. Biz sizden farklı bir şekilde evrildik ve şu anda teknolojik olarak yıldızlar arası yolculuk yapabilecek durumdayız. Ben… Nasıl söylesem, sizin serbest girişimci dediğiniz türden bir mesleğe sahibim. Buraya kadar ne diyorsunuz?” Alpha Centauri 4,3 ışık yılı mesafede bizimki büyüklüğünde iki güneşli bir gezegenler sistemiydi. Üzerine çok spekülasyon yapılmış bir yerdi. Bütün bunlar pekâlâ zihnimin düş makamındaki bir ürünü olabilirdi. “Gelecek vaat ediyor öykünüz.” “Siz konuştukça burada boşuna bulunmadığımı anlayarak seviniyorum. Devam edeyim. Benim girişimciliğim nedeniyle bu taraflara yolum sıkça düşer. Bazı kalıntıları araştırıyorum. Bunların içinde çok ilginç malzemeler bulunuyor. Dünya yılı cinsinden söylersek 1200 yıl kadar önce bir sistem keşfettik. Bizim bulunduğumuz yeri de kapsayan çok geniş bir alan. Galaksi boyutlarını aştığını düşünmekteyiz. Sonradan bu sistemin bir çeşit posta ağı olduğunu bulguladık. Çok sofistike bir ağ.” “Siz kurmadınız yani?” “Bizi çok aşan bir yapı. Kuranlar galaksi ölçeğinde bir hat sistemi oluşturmuş. Şifrelenmiş bir kayıt sistemi var. Şu ana kadar çözmeyi başaramadık. Bunu kimler yaptıysa ya çekip başka yerlere gitmişler, ya da bir şekilde tükenip bitmişler. Bizim bilimcilerimiz birinci tezi benimsiyorlar. Arkalarında muhteşem bir ağ bırakıp gitmişler. Bu ağ sayesinde uzay gemileri filan yapmaya gerek kalmadan yolculuk yapmayı başardık. Siz bu düzeyden birkaç yüzyıl geridesiniz sadece. 24. yüzyılda bu ağı keşfedeceğinizi tahmin etmekteyiz.” Sıradan bir bilimkurgu-masal karışımı bir şeyler dinliyor gibiydim, ama bir yanım hepsi doğru bunların demekte direnmekteydi. Kumsalın diğer yanını ilk kez görmem üzerimde etkili olmuştu. “Bu ağ zihin faaliyetleri gelişkin varlıkların alanlarını taradığında onların düşüncelerini etkiliyor. En başta rüyalarını. Bir köpeğin döllenme zamanı doğada ağaçlara işeyerek ardında kimyasal izler bırakması gibi. Rüyalarda da izler bırakıyor. Ve biz… Ben bu izlerle ilgilenmekteyim.” “Yani?” “Pul, böcek, kelebek koleksiyoncuları gibi bu düş izlerini de biriktirenler var. Bulması zor. Yerinden çıkartılması başka bir zorluk. Bayağı kıymetli bir meta bizim o taraflarda. Ben bu izleri toplayıp satıyorum. Çok meşakkatli, ama getirisi muazzam.” İçimde ilk kez bütün duyduklarımın harfi harfine doğru olmasa bile, gerçeği dile getirdiği duygusu oluşmuştu. “Benden bir şey isteyeceksiniz galiba?” dedim. “Evet. Çok yerinde tahmin ettiniz.” “Nedir?” “Karşılığında size bu cinsten bir kıyak yapacağım. Çok merak ettiğiniz bir şeyi vereceğim.” Heyecanlanmıştım. “Önce söyleyin. Mesele nedir?” dedim. “Bu sistemi kuranların şifrelerini çözemediğimiz gibi, başka şeyleri de öngöremedik. Posta hat-
84
tında tuzaklar varmış. Telgrafın tellerine konan kuşlar için. Ökse gibi. Çok berbat bir durum. Eskiden kalma bir önlem. Ev sahipleri çekmiş gitmiş. Evin kapısı aralık duruyor, ama geçerken alarm çalıyor. Bunun gibi bir şey. Sizden ricam beni ökseden kurtarmanız. Neden ben diye düşünüyorsunuz. Sizin gibi düşleri yardımıyla bu hatlarda kısa menzilli de olsa gezinen cinsten biri yapabilir bunu. Formatı uygun 1028 kişi var şu anda dünyanızda yaşayan. Ben sizi seçtim. Size güveniyorum. Karşılığında ben de istediğiniz servisi vereceğim.” Neymiş o servis diyeceğim sırada kendimi kırlık bir alanda buldum. Seyrek şekilde bodur ağaçlar bulunan bir yerdi. Yanımda dört kişi vardı. On ile on iki arası çocuklardı benim gibi. İki kız, iki oğlan. Onları sadece bu rüyadan tanımaktaydım. Mahalleden ya da okuldan arkadaşım falan değillerdi. Minik bir tepecikten tahtası iyice koyu kahverengi odunlardan yapılmış bir kulübeye bakmaktaydık. Kapısı sımsıkı örtülü penceresiz bir yapıydı. Tanımıştım haliyle. Çocukluğumda belki yüz kere kendimi orada bulmuş, ama tepecikten inip kulübeye yaklaşamamıştım. Oysa çocukları oraya getiren ben olmalıydım. Çünkü elimde kendi çizdiğim bir harita vardı. Bir şey rüyayı o aşamada kopartıyor, asla yokuşu inerek kulübeye yaklaşamıyorduk. Oraya varmak için tırmandığımız yarlar, çamurlara saplanmamız, defalarca yolumuzu kaybetmemiz ve bulmamız boşa gidiyordu. Alfavarlık gerçekti. Bu rüyamı en büyük sırdaşım karım dâhil hiç kimseye anlatmamıştım. “Tamam, kabul,” dedim. “Ne yapacağımı söyleyin.” “İş basit, ama sorun o değil. Nasıl desem. Kısmen de olsa beni görmek zorunda kalacaksınız. Yoksa neremin yapıştığını asla bulamazsınız.” Alfavarlık haliyle insan benzeri bir yapıya sahip değildi. Aklıma ilk olarak Alien filmindeki yaratık geldi. Tüylerim diken diken olmuştu. Bir örümcekten, yılandan, böceklerden ölesiye korkan insanları düşündüm. Hepsi de dünyevi varlıklardı oysa. Korku midemdeki bir arı kovanı gibiydi şimdi. Vazgeçmek isteyen yanım yeterince güçlü değildi yine de. Ganimet yağmacısı dostum sinir sistemime müdahale etmekteydi sanırım. “Ne… Ne zaman başlayacağız?” “Hemen şimdi. Eğer isterseniz tabii. Sakinleşin lütfen. Aşırı korkarsanız başarılı olamazsınız. Sonuçta hepimiz tanıdığımız bildiğimiz atomlardan yapılmayız. Siz karbon bazlısınız, biz kükürt. Bir romanınızda elektrona protona büründüm, atom diye göründüm, yazmıştınız. Bunu hatırlayın. Yapacak mısınız?” “Evet.” Sesim çok uzaklardan yankılanır gibi duyulmaktaydı. İşlem başlamıştı bile. “Mor ışıltı olan noktalara müdahale edeceksiniz. İki adet. Göreceksiniz, şişeden tirbuşonla mantar çekip çıkarmak gibi kolay olacak.” Ayaklarımı bastığım kumsal parçası hızla bir başka yapı tarafından kapsanıverdi. Güneş dışarıda kalmıştı. Bir yazar olarak lacivert, kirli sarı ve nefti yeşilin tonlarında oluşan dış zarfı tanımlamak için yeterli sıfata sahip değildim. Organik bir makine dairesindeydim sanki. Bu izahat çok zayıf. Stadyum büyüklüğünde bir hamam böceğinin içinde gibi hissetmekteydim kendimi. Ayaklarım rüyadaki gibi çıplaktı ve organik zemin tarafından çeşitli muamelelere tabii tutulmaktaydı. Yapışma, gıdıklanma, çeşitli noktalardan mini sülüklerin emmesi gibi duyumlar alıyordum. Duyduğum kokuyu betimlemem mümkün değildi. Koku, keskinden çok nüfuz ediciydi. Midem bulantı sonatı çalmaktaydı. Öğürmeye başladım ve ne varsa çıkardım. Karnım boştu neyse ki. Çok fazla uzun sürmedi. Öğürtüler bitince ilk adımımı attım. Ayağım sandığım gibi yapışmamıştı. İkinci adımı da atabildim. Her taraftan bir uzantı bedenime değiyordu. Bunlar canlıydı. Derimden etkileniyor gibiydiler. Bazıları hemen geri çekiliyor. Bazıları da hiç tepki vermiyordu. İçeride kaynağı belirsiz ışık da vardı. Üzerinde adım attığım hareketli, titreyen, uzayan, kısalan, eklemlenip, sökülen, geri çekilen; hem biraz kaygan, hem de ağdalı olan
zeminde adım atmaya devam ettim. Tavandan sarkan, sağdan soldan üzerime gelip çekilen sayısız çatallı dal gibi şeyler arasında yürüdüm. Gördüğüm şeyleri dünyamdan tanıdığım nesnelere pek az benzettiğimi kavradım birden. Daire şeklinde bir uzay gemisi görsem bunu seyrettiğim filmlerdekilere benzetebilirdim. Gördüğüm şeyler beynimin kısmen araladığı bir çözünürlük alanına sızanlardan ibaretti. Diğer duyularımla hissettiklerim de öyleydi. Beynimin çağrışım fonksiyonu çok kifayetsiz çalışmaktaydı. Birden ilk hedefimi saptadım. Mor parıltı iki metre ötemdeydi. Yanına vardım Eğilip baktım. İki farklı dalın kaynak noktası gibiydi. Hangi tarafın ökse zemini, hangisinin ganimetçi olduğunu hiçbir şekilde kestiremiyordum. Alt ya da üst konumda olmak çok göreceli bir durumdu. Mor parıltıya dokunmamaya çalışarak iki dal parçasını kavradım. Benim kuvvetim bunu sökmeye nasıl yeter, diye düşünürken mor parıltı azaldı ve sönüverdi. Bu arada güçten de kesilmeye başladığımı hissetmekteydim. Kaslarım seğirmeye başlamıştı. Kesik kesik nefes alarak etrafıma bakındım. İkinci mor ışıltıyı görünce çok sevindim. İşi bitirmek üzereydim. Sonra oraya gidebilmek için nefti yeşilin hâkim olduğu kıvamlı bir sıvı birikintisini geçmem gerektiğini anladım. Derinliği ne kadar acaba derken kendimi sıvının içinde buldum. Bütün vücudumun karıncalanması korkunç bir duyguydu. Ağzımı açıp bu iğrenç sıvıyı yutmamak için aşırı gayret göstermekteydim. Ayağım tekrar sert bir şeye değdiğinde gözlerimi yumduğumu fark ettim. Karşı kıyıya çıkmıştım bile çoktan. İkinci morluğun işini halledip bir an önce bu yabancı cehennemden çıkmak için eğildim ve morluğu söndürdüm. Bu arada harcadığım efordan başım dönmeye başlamıştı. Şimdi burada bayılırsam halim ne olur, diye düşünürken kendimi tekrar kumsalda buldum. Alfavarlık görünürlerde yoktu. Dönüp geriye baktım. Kayalık alan öylesine durmaktaydı. Aramızdaki on metrelik sahil şeridinde sadece benim ayak izlerim vardı. Ani bir dürtüyle geriye doğru yürüdüm. O korkunç şey arkamdan gelecekmiş duygusuyla kayalık alana girdim. Yine her zamankinin aksine karşıdan kimse gelmedi. Diğer uç bu defa başka bir yere açılmaktaydı. İşimi başarmıştım ve düş ganimetçisi sözünü tutmuştu. İkisi kız, ikisi oğlan ekibim beni bekliyordu. Sol elimle bir kâğıt tutmaktaydım. Saman yapraklı bir defterden kopartılmış kâğıtta bir harita çiziliydi. X işaretiyle belirtilen yer tatlı bir eğimle alçalan tepeciğin hemen bitimindeydi. Başımı kaldırıp gökyüzüne baktım. Güneş tam tepeyi azıcık geçmişti. Etrafın bitki örtüsünden o tanıdık Akdeniz kentinin dış semtlerine yakın olduğumuz belliydi. Çocukların ve benim ayakkabılarımızdan, kıyafetimizden altmış başlarında olduğumuzu hemen anlayabiliyordum. O eski rüyaya ait bütün belirtiler doğruydu. Aceleci adımlarla yamacı inip kulübenin önüne geldik. Üç metre yüksekliğinde, beş metre eninde, ham tahtadan yapılmış kaba bir yapıydı. Çatısı bazıları ısı farkı nedeniyle kırılmış olan kiremitlerle kaplıydı. Kiremitlerin rengi güneş ışınları nedeniyle solmuştu. Az önce zor şartlar altında yaptığım şeylerin ayrıntılı bilgisi ön plandan çekilmişti. Uzaktaki tekinsiz bir soğukluk olarak algılamaktaydım. Kulübeyi bu kadar yakından görmenin heyecanını yaşamaktaydım. Kimse davranmayınca grup lideri olarak yapmam gerekli olan şeyi yaptım ve kilitsiz ve kulpsuz olan kapıyı ittirdim. Kapının tahtasına parmaklarım değdiğinde Borges’in El libro de arena, Kum Kitabı adlı kitabındaki Başka Şeyler Daha Var adlı öyküsünü hatırladım. Bu, yazarın Howard P. Lovecraft’a ithaf ettiği bir öyküydü. Arjantin taşrasında Casa Colorada adlı bir evin yeni sahibinin bizon başlı, insan vücutlu bir yaratıkla karşılaşmasını konu ediyordu. Bu kapının ardında olan neyse böyle müthiş bir şey değildi belki, ama alelade de olamazdı asla. Kapıyı olanca gücümle ittirdim. İyice abandım. Bana mısın bile demedi. Bunu beklemeliydim. Hemen arkamda duran arkadaşlarıma döndüm. “Ne yapıcaz?” “Bekleyelim burda. Belki biri gelir açar.”
Bunun diyen saçlarını atkuyruğu yapmış ve iki beyaz kurdele takmış kumral bir kızdı. Küçük kızım bu kızların yaşındaydı iki yıl önce. Çocukları yetişkin gözüyle görmek, ama karşılarında çocuk şeklinde durmak garip bir duyguydu. Deminden beri aklımda olan şeyi sonunda lafa döktüm. “Beni nereden tanıyorsunuz?” Çocuklar birbirlerine baktılar. Olumsuz anlamda başlarını salladılar. “Birbirinizi tanıyor musunuz peki?” Dördü de birbirine yabancıydı. Anladığım kadarıyla siyah saçlı oğlan hariç hiçbiri bu şehirde oturmuyordu. Bu hesapça karma bir takımdık Harita benim elimdeydi, ama tanımadığım bir grubu buraya nasıl sürüklerdim? Demek birbirimizin rüyasında misafir sanatçıydık. Rüya füzyonu diye bir şey vardı o halde. Rüyalar arası geçişkenliğin mümkün olabileceğinin açık seçik bir kanıtıydı. “Ben burada beklicem biraz. Siz isterseniz gidebilirsiniz.” Çocuklar aralarında bakıştılar ve hızla karar verdiler. Kumral kız sözcüydü. “Biz de kalıcaz. Biraz.” Dedi. Biraz sözcüğünün üzerine özellikle basması diğerlerini tebessüm ettirmişti. İçimi çekerek papatya bezeli tepeciğe baktım. Arkasında bir iki kilometre kadar ileride, evim, hayatım ve şu anda çoğu ölmüş olan sevdiklerim vardı. 1963 ya da 1964 yılındaydık. Kendimi çocuk halimde görmek için neler vermezdim. Bunları düşünürken bir başka sahneye aktarıldım. Geçiş bayağı yavaş olmuştu. Çıplak ayağım sahile bastığında hâlâ arkadaşlarımı görebilmekteydim. Sonra iyice seyrelip gözden yitip gittiler. On metre ileride duran kayalığa baktım. Deniz solumda olduğuna göre başlangıç noktasındaydım yine. Geriye dönersem içinde seyrettiğim düşten kopacak ve yatağımda uyanacaktım. Devam edersem olaylar devam edecekti. Tereddüdümü hızla yendim ve kayalığın içinden geçtim. O hasır şapkalı Alfavarlık ilk gördüğüm yerde beni bekliyordu. “Geldiniz,” dedi beni görünce. Yüzü memnuniyetle aydınlanmıştı. “Birden fazlasınız. Ökseye yakalanan.” “Çok iyi tahmin ettiniz.” “Hazırım,” dedim. Alfavarlık gülümsedi. “İlki kadar zor olmayacak.” “Küçük arkadaşlarıma söz verdim. O kulübe kapısının arkasında ne varsa birlikte göreceğiz. Merakımızın kurbanıyız.” “Sizi bekleyecekler orada,” dedi. “Onlar kaç sefer yaptılar buraya?” Ansızın o lanet olası dev böceğimsi makinenin içine girdiğim için Alfavarlığın verdiği cevabı duyamadım. Merak böyle bir şeydi işte. Kediyi öldürürdü belki, ama çocukları ve yazarları ihya ederdi. Sadık YEMNİ İllüstrasyon Mehmet SEVİNÇ http://mehmetsevinc.deviantart.com
88