Gölge e-Dergi 33. Sayı

Page 1

Haziran 2010 Say覺 33


KAPAK İÇİ YAZISI Gölge Dergisi 33. sayısına TekinsizX makamında ve aklın sınır berisinden seslenen yapıtlarla kol kola giriyor. Okulları tatile çıkaran ayda, kısalan gölgelerinizi buz gibi serinleten öykü, film, deneme, envai çeşit fantezi kıymığı ve çizimlerle karşınızdayız. Gölge e-Dergi bu sayıda da yazar ve çizerleriyle edebiyatımızın az çiğnenmiş alanlarında groteks ve tuhaf ötesi kulelerini dikmeye devam ediyor. Nasrettin Hoca’dan feyiz alarak bu kapkara kuleler ters çevrilirse ne olur diye soralım. Dipleri dehşetin türküsünü mırıldanan kara kuyulara dönüşürler. Sadece kuyu değil, aynı zamanda bir geleneğin inşa edildiği binanın temel kazıkları.

İyi okumalar.

Sadık Yemni

Gölge e-Dergi ye ulaşmak için Http://GolgeDergi.Blogspot.com Editörü : Ahmet Hamdi Yüksel hayalsaati@gmail.com Yayın Kurulu: Oğuz Özteker, Hasan Nadir Derin, Mehmet Kaan Sevinç, Sadık Yemni, Rıdvan Şoray, Utku Tönel, Şükrü Bağcı Kapak: Onur Diler http://onurdiler.deviantart.com Gölge e-Dergi internetten yayın yapan özgür ve özgün içerikli tam bağımsız bir dergidir. Tüm yazılardan yazarları, çizimlerden çizerleri sorumludur. http://twitter.com/GolgeDergi http://issuu.com/golgedergi http://golgedergi.deviantart.com


İÇİNDEKİLER Kapak Onur DİLER 2 / Kapak İçi Yazısı Sadık YEMNİ 4 / Tekinsiz Köyün Kavalcısı Gölge ÖZEL Röportajı 9 / Gülizar Atilla BİLGEN 14 / Aynı Şarkı Hakan Günay AYDINOĞLU 18 / Elm Sokağı’nda Kâbus Masis ÜŞENMEZ 22 / Ateş Böceği Barı Göktuğ CANBABA 25 / Duvarların Ötesinden Gelenler Fatih DANACI 33 / Ekşın Komiks Yazan-Çizen Nadir KUTLUHAN 36 / Hediye Yunus KOCATEPE 39 / Cızırtı Merve VERAL 40 / Blame! Ya Da Âlem Cyborg Olmuş Yusuf SALMAN 44 / İkinci Aşkbaz Yokuşu Sadık YEMNİ 51 / Hayatın İçinden Canlı Yayın Mustafa KILCI 54 / Iron Man 2’nin Halefi Fikret KARAKURT 57 / Kaçınılmaz Olan Efe TUŞDER 60 / D M Yazan-Çizen Mehmet İNANIR 68 / Hiç Gökcan ŞAHİN 73/ Denizler Ülkesi Ve Cadı Rafet Tolga CANKURT 76 / Kanlı Peri Kızı Mehmet Berk YALTIRIK 81 / Emek Sineması Giovanni SCOGNAMİLLO 82 / Emek’i Yıktırmamak İçin Emek Vermek Murat Tolga ŞEN 84 / Yıkılan Ya Da Kapanan Sadece Sinemalar Değil Mesut KARA 89 / Sinemanın Emekçizi Emek ve Babamın Jübileleri Kemal Gökhan GÜRSES 91 / Bir Uçan Süpürge Böyle Geçti Hasan Nadir DERİN


TEKİNSİZ KÖYÜN KAVALCISI Satırla parçalanan vücutlar, çiğ çiğ yenilen insan etleri, yere damlayan kanlı salyalar, tekinsiz çocuk görüntüleri ve daha bir sürü dehşetengiz görüntü... İnsanın görmeye dayanamayacağı ne varsa onun filmlerinde var. Süresi 10 dakikayı geçmeyen bu kısa filmlerde bile her an birisi sivri dişlerinin arasından kanlı tükürüğünü ensenize saçarak kulağınıza dünyanın en öldürücü çığlığını atacakmış gibi bir his uyandırmayı başarabiliyor ya da korkunun en saf halini hissettirmeyi. Ama ona göre iyi bir korku filmi insanı her zaman korkutan film demek değil. Dehşet, iğrenme ve endişe bazen yeter iyi bir korku filmini izlemeye. Ve bir filmden korkmak ona göre çocukluğumuza mahsus. Çocukluk demişken… Ona göre Ömer Seyfettin de aslında bir korku edebiyatı yazarı… Son dönemin en marjinal kısa film yönetmenlerinden birisi olan Can Evrenol’dan bahsediyoruz. Her ne kadar merak edilse de aslında genç yönetmenin geçmişinde böylesine marjinal filmler çekmesine itecek bir anormallik yok. Üsküdar Amerikan Lisesi’nden mezun olduktan sonra İngiltere’deki Kent Üniversitesi “Film Çalışmaları” ve Middlesex Üniversitesi “Hareketli Görüntü: Film, Video Etkileşimli Sanatlar” bölümlerinden mezun oldu. Üniversitede öğrendiği teoriyi pratiğe dökmek için New York Film Akademisi’nde 8 haftalık bir kursa gitti. Aynı dönemde kendi kısa filmlerini çekmeye başladı. Şu ana çeşitli kısa film festivalleri ve yarışmalarında yayınlanmış 10’a yakın kısa filmi bulunuyor. Evrenol’un geçtiğimiz ay son kısa filmi olan “Anne ve Babama” (to my mother and father) filminin galası yapıldı. Biz bu vesileyle kendisine merak ettiklerimizi sorduk. İşte anormal kısa filmlerin 28 yaşındaki gayet normal yönetmeni…


Korku sinemasıyla tanışmanız ne zaman ve hangi yönetmenle oldu? Sizi ilk defa gerçek anlamda korkutan film hangisiydi? Aslen korku sinemasıyla tam olarak tanışmam oldukça geç bir zamanda Metin Demirhan’ın dükkânını keşfetmemle oldu. Cronenberg’in ilk filmleri, Video Nasty’ler, İtalyan sömürü filmleri derken, kendimi bir anda korku sinemasının her türlüsünü araştırırken buldum. Ezelden beri hep ilgi duyduğum bu edebiyatın bir anda, her kolunda ve en uçlarında gezinir olmuştum. Korku filmi zaten bence insanı gerçek anlamda korkutan film demek değildir illa. Bir filmin insanı gerçekten korkutması çok ama çok nadir bir olaydır. Benim en sevdiğim filmler, izlerken beni zerre kadar korkutmaz. Başka türlü dehşet, iğrenme, endişe ve heyecan duyguları yaşatır bana. Çocukluğumuza mahsus bir şeydir artık bir filmden korkmak. Çocukluğumda da Tom ve Jerry'de Tom'un şeytani bir şekilde sırıtmasından tutun da Akira Kurosawa'nın o atom bombalı filminde gökte dağların üstünde açılan göze kadar birçok farklı şeyden çok korkmuştum. Jaws2'deki bir sahneden dolayı hâlâ denizde rahat edemiyorum maalesef.

Şu anda üzerinde çalıştığınız bir proje var mı? Fikirler var ama proje daha yok. Olduğu an çarklar dönmeye başlamış demektir zaten. Uzun metrajlı film düşünüyor musunuz? Kesinlikle düşünüyorum. Hatta artık başka kısa film çekmeyeceğim uzunca bir süre. Ama şu anda uzun metrajlı bir filmin finansal açıdan nasıl olacağı konusunda net bir bilgim yok.


Korku ve gerilim temalı film, roman ve çizgi romanlarda üstatlarınız kimler? Etkilendiğiniz isimler var mı? Lovecraft, Fulci, Carpenter, Cronenberg, Lynch ve Romero sinemada ilk aklıma gelen isimler. Bunlardan başka Caravaggio, Bosch, Frazetta, Helnwein, Giger, Fuseli, Edward Gorey gibi çok farklı ressamların eserleri, en karanlık klasik müzik başyapıtlarından, heavy metal’e, klasik film müziklerinden, elektronik müziğin her türlüsüne kadar birçok farklı müzik hayal dünyamı hep meşgul eden şeylerin başında geliyor. Çizgi roman olarak da kütüphanemde en baş köşede bütün serisi duran ve kesinlikle tek geçtiğim Preacher var.

Evrenol’un kısa filmleri Vidalar (2006) Kaval (2006) Erman and Metal Slug (2006) Sandık (2007) Kurban Bayramı (2008) Büyükannem (2008) Sürüngen (2009) Anne ve Babama (2010)


Bir röportajınızda Ömer Seyfettin'in korku ve şiddet içeren karanlık bir yazar olduğunu ima etmiştiniz. Ömer Seyfettin eserleri konusunda neden böyle düşünüyorsunuz? Evet, Ömer Seyfettin’in birçok hikâyesinde son derece karanlık, acımasız, insan doğasını sevmeyen ve nihilist temalar var. Yıkılan hayaller, en sevdiğiniz insanının ölümü, zorbalık, işkence, kör talih… Hatta mesela Beyaz Lale’deki zulmün anlatılışı her şeyden çok bir Marki de Sade romanına benzer bence. Bence bu da bir tür korku edebiyatıdır. Vidalar adlı kısa filminiz sessiz, kansız, esrarlı bir film. Ondan sonrakiler ise kanlı, vahşet içeren filmler. Filmleriniz arasında bir milat çiziyor musunuz? Bu açıdan kendinizi bir değişim içinde görüyor musunuz? Aslında biraz da denk geldi aslında bu süreç. Vidalar, ortaokuldan beri aklımda olan bir hikâyeydi ve ilk defa bir kısa film çekme fırsatım olduğunda bu hikâyeyi seçtim. Vidalar, sizin de bildiğiniz gibi benim orijinal hikâyem değil, Sulhi Dölek’in eseri. Daha sonra, ben senaryo başına oturunca çok ekstrem bir şey yapma arzusuyla Sandık’ı yazdım. Çekeceğimi düşünmüyordum bile. Ondan sonra da hayatımın bu dönemine denk geldi ve diğer kısa filmlerimde de böyle gitti diyebilirim. İleride sadece korku filmi değil, çok başka filmler de çekmek istiyorum. Tekrar Vidalar sularında bir film yapmak planlarımın arasında. Sizce iyi bir korku filmi nasıl olmalı? “İyi bir korku filmi nedir? Nasıl olmalıdır?” Bunun cevabını vermek pek mümkün değil bence. Ben veremiyorum doğrusu. Burada nasıl tanımlarsam tanımlayayım, istisnasını bulmak mümkün. Shining de, The Beyond da, Blairwitch Project de, Braindead de çok iyi korku filmleri bence. Ancak bu filmlerin neredeyse hiç bir ortak yanı yok. Çok farklı tavırlara ve çok farklı yapılara sahipler. Korku filminin ne olduğu ve bize neden cazip geldiği aslında biraz da böyle gizemli kaldığı için güzel bence… Bu cevabımı yazdıktan sonra tekrar düşündüm de belki de şöyle diyebilirim: Bu filmlerin hepsi seyirciye meydan okuyan filmler. Bir şekilde, kendi tarzlarıyla, kendi lisanlarıyla seyirciye meydan okuyup, seyirciyi rahatsız edip, yine de kendisini izletmeye devam eden filmler. Belki böyle bir tanımlama güzel olur. Lars Fon Trier'in son filmi Anti-Christ'i izlediniz mi? Film hakkında ne düşünüyorsunuz? İzledim, ve çok beğendim. Hakikaten izleyici zorlayan ve yine de kendine hayran bırakan bir film. Ayrıca hiç alışılagelmedik bir yapısı var. B-tipi bir sömürü filmi senaryosundan çıkarılmış bir sanat filmi gibi bir şey.


Filmlerinizde farklı aile motifleri var. Sandık, Kurban Bayramı, Büyük Annem’de özellikle ön planda bu motifler. Nasıl bir çocukluk geçirdiniz? Aile ortamınız nasıldı? Şu anda onlar filmleriniz hakkında ne düşünüyor? Çok sevgi ve saygı dolu bir çocukluk geçirdim. Annem ve babamın yoğun ilgisi ve sevgisiyle büyüdüm. Kardeşimle de, annem babamla da aramızdaki sevgi ve güven neredeyse hiç sorgulanmamıştır diyebilirim. Kardeşim filmlerimi epey seviyor. Hatta ileride beraber çalışacağımızı sanıyorum. Annem ve babam da filmlerimden hep bir tebessümle bahsediyorlar. Siz filmlerinizi izlerken neler düşünüyor, neler hissediyorsunuz? Ben her seferinde başka birinin filmini, başka birinin hikâyesini izlermiş gibi hissetmek istiyorum. Tabi bu pek mümkün olmuyor ama olduğu kadarıyla bu oyunu oynuyorum kendi kendime. Filmdeki karakterlerin ve olayların arkasında ne gibi hikâyelerin ve ne gibi sebeplerin yattığını hissetmeye çalışıyorum.


GÜLİZAR

“Gülizar’ı gördün mü?” “Ne oldu ki?” “Ortalıkta yok, kaçmış diyorlar.” “Gülizar mı? Hayatta inanmam.” “Bakmadıkları yer kalmamış, yer yarılmış da içine girmiş sanki.” “Neden kaçsın ki?” “Bilmiyorum.”

*

*

*

Gülizar’ın kaybolduğu gece, gökyüzü sıkıntıdan kudurmuştu. İçindeki kasveti atabilmek için tüm yolları denedi. Önce dizginlerini sıkıca kavradığı rüzgârı saldı, sonra da uzun zamandır biriktirdiği yağmuru boşaltıverdi yeryüzüne. Toprağa düşen sular sel olup akmaya başlayınca da, ardı ardına kahkahalar attı. Sesi duyanlar, “Gök fena gürlüyor,” diye mırıldanıp yorganlarına daha sıkı sarılırlarken, Gülizar’ın iri gözleri korkuyla açıldı. Birbiri ardına patlayan şimşeklerin aydınlattığı odada yalnızdı ve olabildiğince korkuyordu. Gözlerini sıkı sıkıya kapatıp, “Sadece yağmur yağıyor o kadar, sabah olduğunda her şey bitmiş olacak,” dedi kendi kendine ve uyumak için; çiftlikteki atları, horozları aklına gelen her hayvanı tek tek saydı; ama yine de başaramadı. Dama aralıksız vuran yağmur seslerini, bir zorbanın kapıyı zorlamasına benzetip her seferinde çığlık atarak yerinden sıçrıyordu. Korkuyla açılan iri gözleri, karanlıkta zihninde yarattığı hayalleri görüyordu. Etrafındaki eşyaların gölgeleri bile bir garipti. Boyları uzamış şekilleri değişmişti. Annesinin masallarda anlattığı canavarlara benziyorlardı ve sürekli olarak oradan oraya hareket ediyorlardı. İşte o anlarda küçücük yüreği gördüğünü sandığı bu sanrılar karşısında deli gibi atmaya başlıyordu. Nefes bile almaktan korkup hemen kapatıyordu gözlerini. Sakinleşene kadar da, “Bir şey yok, bir şey yok. Sadece hayal bunlar,” diye mırıldanıp duruyordu. Aradan bir süre geçince, dayanamayıp hafifçe aralıyordu gözlerini. Karanlıktan başka bir şey göremeyince, rahat bir nefes alıp kendi kendine konuşuyordu. “Gördün mü bak; ne hırsız var ne de canavar. Rahatla artık.” Her seferinde sözünü bitirmeden bir şimşek çakıyordu ve daha gözlerini kapatmaya fırsat bulamadan gölgeler çeşitli kılıklara girerek, etrafında hareket ediyorlardı. “Korkuyorum anneciğim.” Korkudan incelmiş sesi gök gürültüsünün içinde yitip gitti. Seslenmesine ne bir yanıt geldi, ne de yüreğindeki korku bir nebze olsun azaldı. Büzüştüğü yatağında, “Neden bu akşam, neden?” diye isyan etti. “Hiç korkma kızım,” demişti, annesiyle babası bir iş için çiftlik sahibinin oğluyla beraber giderken, “En geç yarın öğleye kadar döneriz. Hem sen de kocaman kız oldun, tek başına kalabilirsin.” Kendisini büyümüş görmelerinden duyduğu gururla, “Tabii ki kalırım,” demişti; fırtına kopabileceğini hiç hesaplamadan. Küçüklüğünden beri hep korkardı şimşeklerin çakmasından. Ne zaman gök gürlese soluğu annesiyle babasının yanında alırdı. “Saçmalıyorsun artık, alt tarafı yağmur yağıyor. Toparlan biraz. Gördün mü bak: ne eşyalar hareket ediyor, ne de kapıyı kimse zorluyor. Hem koskoca çiftlik burası, ne olabilir ki?” diye kendi kendini avutmaya çalıştığı an, iç sesi devreye giriyordu.


“Biliyorum bir şey yok; ama yine de korkuyorum.” “Saçmalama kocaman kız oldun, evlenir misin diye sorsalar göbek ata ata gidersin. Hem söylesene yarın kendi evine gittiğinde ne olacak? Yine gelip annenin koynuna mı gireceksin?” Yavuklusunun aklına gelmesiyle gözleri parladı ve bir anda tüm korkusu geçiverdi. “O beni her şeyden korur. Yalnız olduğumu bilseydi bu akşam bile ne yapar ne eder gelirdi yanıma. Ne de güzel olurdu, sabaha kadar oturup konuşurduk. Keşke söyleseydim; ama bir gören olsa hemen anneme yetiştirirdi. Düşündüğüne bak, söylerlerse söylesinler: alt tarafı fırça yerdim. Hem, eninde sonunda onunla evlenmeyecek miyim? Belki böylesi daha iyi olurdu, bizi biran önce everirlerdi.” Yeniden patlayan gök gürültüsüyle tüm düşüncelerinden sıyrıldı. Kulaklarını dikip dışarıyı dikkatlice dinledi. “Bak görüyorsun sadece yağmur, hepsi o kadar. Haydi artık uyumaya çalış.” “Ya uyurken birileri kapıyı kırıp içeri girerse…” “Salak! İçeri birileri girdikten sonra şansın mı var? O esnada uykuda olsan ne olur, olmasan ne olur? İstersen son bir defa ayağa kalk ve etrafı kontrol et, belki o zaman rahatlarsın.” Korkudan sindiği yerden başını kaldırıp çevresine bakındı, kimse gözükmüyordu. Eşyalar bile hareket etmekten sıkılmış, derin bir uykuya dalmış gibiydiler. Tüm cesaretini toplayarak ayağa kalktı ve ürkek adımlarla kapıya kadar gitti. Kapalıydı ve zorlanmamıştı. Göz ucuyla dışarıdaki ürkütücü karanlığa söyle bir baktıktan sonra rahatlamış bir halde köşesine gidip uzandı. “Zaten hiç korkmamıştım ki, sadece biraz sinirlerim bozulmuştu o kadar,” diye içinden geçirerek ağırlaşmaya başlayan gözlerini kapattı. Sevdiği genç tam karşısında durmuş gülüyordu. Sevinçle yanına gidip başını boynuna dayadı, sıcacıktı. “Sakin ol canım, korkacak bir şey yok,” dedi. “Ne olur beni bırakma.” “Meraklanma, artık hiç yalnız bırakmayacağım.” “Nasıl yani?” “Babanlar gelir gelmez isteyeceğim seni.” “Canım benim seni çok seviyo…” Sözünü daha tamamlayamamıştı ki, bir gürültü koptu. Başını o yöne doğru çevirdiği sırada oda birden karanlığa büründü. Korkuyla sevgilisine döndü; yoktu. “Korkuyorum, neredesin?” diye haykırdıysa da, bir yanıt alamadı. “Hani beni hiç yalnız bırakmayacaktın?” dediğinde gözyaşlarını tutamıyordu. Uyandığında hâlâ ağlıyordu. Nerede olduğunu anlamak istercesine etrafına bakındı, evde olduğunu görünce rahat bir nefes aldı. “Kötü bir rüyaymış,” diye mırıldandığı sırada gürültüyü yeniden duydu. Kulaklarını dikip sesi dinledi: dışarıdan geliyor gibiydi. Gözlerini kapayıp tüm dikkatini o yöne verdi. Birileri kapıyı zorluyordu. Yüreği deli gibi atmaya başladı. “Kim var orada?” diye seslenmek istemesine karşın, sesi çıkmadı. O sırada kapı büyük bir gürültüyle parçalandı. Ayağa kalkıp kaçması gerektiğini bilmesine rağmen hiçbir uzvunu hareket ettiremedi, adeta donmuştu. Dışarıdan yansıyan ay ışığı, dev gibi bir gölgenin adım adım yanına yaklaştığını net biçimde gösteriyordu. “Vay vay kim varmış burada? Yağmurdan kurtulmaya razıyken ısıtacak birini de bulduk, şans diye buna derim işte.” Korkuyla başını kaldırıp baktı. Hayatında gördüğü en siyah, en çirkin erkek başucunda duruyordu. Bembeyaz dişleri karanlıkta bir fener gibi parlıyordu. Alnından başlayıp üst dudağında sonlanan


beyaz bir lekesi vardı. Yağmurdan ıslanmış çıplak vücudundan akan sular her adım attığında Gülizar’ı biraz daha ıslatıyordu. “Kimsin? Ne istiyorsun?” diye sordu. “Yağmurdan ıslanmış ve üşümüş bir misafir. Haydi gel yanıma ve titreyen bedenimi ısıt.” “Babam duyarsa canına okur,” dedi zor duyulan bir sesle. “Ne duruyorsun git çağır. Bunca gürültüye rağmen hâlâ ortalıkta gözükmediyse ya evde yok ya da ödleğin biri. İkisi de bana uyar.” “Ne olursun bana bir kötülük yapma.” “Senin gibi güzel bir kıza ancak bir aptal zarar verir. Meraklanma küçüğüm tüm amacım bu geceyi üşümeden geçirmek, bunun için de tenlerimizin birbirine temas etmesi lazım. O anda canın başka bir şey isterse hiç çekinme söyle,” dedikten sonra bir kahkaha patlatarak Gülizar’ın üzerine saldırdı. Ne bağırmasını kimse duydu ne de yalvarıp yakarmasını dikkate alan oldu. Önce ıslak vücudu üzerinde hissetti, sonra da nefessiz kaldı. Boğulacağını hissettiği sırada bacak arasında bugüne kadar hiç hissetmediği keskin bir acı duyarak haykırdı ve kendinden geçti. Uyandığında başı dönüyordu. Yaşadıklarının kötü bir rüya olmasını dilediği anda yanında yatan siyah bedeni gördü. Zorlukla ayağa kalkıp kapıya doğru yürüdü. Dışarı çıkınca nereye gittiğini hiç düşünmeden koşmaya başladı. Yorgunluktan bir çalı dibine yığılana kadar da hiç durmadı. Ne yağan yağmurdan korktu, ne de arka arkaya çakan şimşeklerden. Gözlerini açtığında gün doğmuştu. Yağmur durmuş, güneş tüm ihtişamıyla ortalığı ısıtmaya başlamıştı. “Burada ne arıyorum?” diye düşünerek etrafına şaşkınlıkla bakındı. Tüm bedeni çamura bulanmıştı. Ayağa kalktığı sırada ağaçların arasından siyah bir tavşan fırladı. “Rengi ne kadar karaymış,” diye mırıldanırken birden geceyi anımsadı ve bir çığlık atarak yere yığıldı. Kendine geldiğinde aradan ne kadar zaman geçtiğinin farkında değildi. Başını kaldırıp yukarıya baktı. Masmavi gökyüzünde bir o yana bir bu yana hareket eden bulutlar, bir anne ile kızın oynamasına benziyordu. “Anneciğim seni çok özledim,” diye haykırdı. Tam bu sırada dört bir taraftan ismi yankılanmaya başladı. “Gülizar! Gülizar!” Şaşkınlıkla etrafına bakındı. Tüm çiftlik ayaklanmış onu arıyorlardı. En önde annesiyle babası, onların biraz gerisinde sevgilisi ve komşuları vardı. Aceleyle kendisini bir kayanın arkasına attı. İsmini her telaffuz ettiklerinde saklandığı yerden çıkıp, “Buradayım,” diye haykırıp yanlarına koşmak istediyse de, gözlerinin önünden bir an bile kaybolmayan o çirkin siyah vücut adım atmasını hep engelledi. Çaresizce gerisin geriye döndü. İçinde ne yaşam sevinci kalmıştı ne de sevgi. Bir gecede çocukluktan kadınlığa, kadınlıktan hiçliğe geçmişti. Güneş batarken kendini bir uçurumun kenarında buldu. Dalgın gözlerle aşağıya bakarken kendi kendine söyleniyordu. “Tamam, istenmeyen şeyler oldu; ama tüm bunlar benim iradem dışı gerçekleşti. Gidip durumu anlatsam, kesinlikle anlayışla karşılarlar. Kim yavrusunu affetmez ki? Hem onlar da suçlu. Beni yalnız bırakmasaydılar tüm bunlar hiç yaşanmayacaktı. Sevdiğim de, gerçekten seviyorsa beni olduğum gibi kabullenir. Boşuna hayal kuruyorum. Bu halimle beni kim kabul eder ki…” Geri geri iki adım attıktan sonra birden hızlanarak ileriye doğru koşmaya başladı ve hiç düşünmeden kendini boşluğa bıraktı. * * *

“Gülizar’dan bir haber var mı?”



“Duymadın mı tecavüze uğramış.” “Deme! Yazık oldu desene.” “Yazık ki ne yazık.” “Söylesene nereden duydun?” “Herkesin dilinde. Gazetelerde bile bu haber var. İstersen al oku.” Gece vakti çitleri kırarak çiftliğe giren siyah bir aygır; üç kısrağa bir de eşeğe tecavüz etti. Aygırı yakaladıkları halde sahibinin belli olmamasından dolayı ne yapacağını bilemediğini söyleyen çiftlik sahibi aygıra ‘Coşkun’ adını verdiklerini söyledi. Gülizar adlı eşeğin tecavüzden sonra kaçtığını ve hâlâ bulamadıklarını belirttikten sonra, “Depresyona girmiş olmalı, bizden saklanıyor,” diyerek sözlerini tamamladı.

Atilla BİLGEN İllüstrasyon Altuğhan Sinan AYDINOĞLU

İllüstrasyon: Şükrü BAĞCI http://sembol.deviantart.com


AYNI ŞARKI Belki ellinci kez çalıyordu aynı şarkı. “Nasılsın? Nasıl gitti? Alıştın mı sen de? Rahat mısın artık İstanbul’da?” Odanın ortasına bağdaş kurmuştu. Tek kişilik yatağı, tek kişilik gardırobu, çok kitaplı fakat az raflı – bu yüzden birçok kitap üst üste konmuş veya yere dizilmiş – kütüphanesi, duvarlardaki posterler, çalışma masası, masanın, kitapların üzerindeki ve yere düzensiz dağılmış mumlar… Bu kalabalık oda, onu izliyordu. Hemen önünde dizüstü bilgisayarı, sağ yanında yarısı boşalmış şarap şişesi, sol yanında sigara paketi, sigara paketinin üzerinde çakmağı, yanında kül tablası duruyordu. Eskilerden bir kare de elinde… Belki ellinci kez dinliyordu aynı şarkıyı. “Evlenmişsin, nasıl oldu? Bulabildin mi sonunda, Hep anlattığın o meşhur huzuru?” Şarap şişesini kafasına dikip esaslı bir yudum aldı, ardından sigaradan son kez çeker gibi bir nefes duman aldı. Kızarmış, kanlanmış gözlerini uykusu gelmiş gibi kırpıştırdı. Düşmeye teşne bir damla kirpiklerinin arasına karışıp göz kapaklarında kayboldu. Fotoğrafa bakıp bir şeyler hatırlamış gibi gülümsedi. Birkaç küçük hıçkırıkla ağladı fakat gözyaşı düşmedi. Şaraptan bir yudum daha aldı. Bir elini çenesine ve yanaklarına götürüp sakallarını okşadı. O zamanlar sakallarım çıkmıyordu, diye geçirdi içinden. Derin bir nefes alıp “Özledim,” dedi. Bu özlem nemli, yeşil gözlerinde kolayca okunuyordu. Şaraptan bir yudum daha aldı. Kadehini masaya bırakıp sevgilisinin yeşil gözlerinde kayboldu. Kızıl kirpiklerine ve bakışlarına ayrı bir asalet katan kızıl kaşlarına hayranlıkla baktı. Pembe yanaklarını, hafif kalkık burnunu, çıkık, küçük ama dolgun, pembe dudaklarını ve geniş alnını izledi. Onu ne kadar sevdiğini düşündü şarabından ikinci yudumu alırken. Bu kaçıncı buluşmalarıydı. Yine de onu her görüşünde içindeki kıpırtılara engel olamıyordu. Zaman zaman kalp atışları düzensizleşip zayıf bedenini yoruyordu. Fakat o bu durumdan şikâyetçi olmuyor, bilakis daha da heyecanlanıyordu. Güneş batarken dünyanın en güzel görüntüsü karşısındaki kızın yüzüydü. Ellerini beyaz masa örtüsünün üzerinde kaydırarak kızın küçük dolgun parmaklarını ve beyaz avucunu parmak uçlarıyla okşadı. - Sana âşık oldum. - Fark ettim, gülümsedi kız. O da gülümsedi. Şaraptan bir yudum daha aldı. Şişeyi biraz sert bir şekilde halının yumuşak zeminine vurmuş olacak ki, içindeki şarap uzunca bir süre çalkalandı. Neden sana âşık oldum ki? Başka kimse yok muydu? Yeşil gözleri bu denli güzel olan tek sen değilsin ki… Yoksa sen misin? Yeniden derin bir nefes çekti sigarasından. Gereğinden uzun zamandır temizlenmeyen kül bacaklarına düştü. İzmariti kül tablasına basıp paketten bir dal daha sigara çıkardı. Dudakları arasına yerleştirip yaktı. Elli birinci kez aynı şarkı çalmaya başladı. “Nasılsın? Nasıl gitti?...”


Yaklaşık kırk beş dakika boyunca, alacakaranlıkta, kanepenin üzerinde öpüşmüşlerdi. Kanepenin arkasındaki balkon kapısından içeriye girerken rüzgâr, perdeleri dalgalandırıyordu. Enselerini yalayıp içlerini gıcıklıyor ve salona doluyordu. Dudakları öpüşmekten uyuşmuş halde birbirlerine baktılar. İki çift yeşil gözde arzuların en masumu okunuyordu. Sevgilisinin kızıl saçlarını okşayan elini boynuna, oradan diri göğüslerine indirdi. Ayası özenle daireler çiziyordu genç kızın bedeninde. Parmakları kıvrılarak masaj yapıyordu. Genç kızın beyaz bedeni zaman zaman titriyor, arzuyla irkiliyordu. Kız, küçük, dolgun parmaklı beyaz ellerini erkek arkadaşının tişörtünden içeriye usulca süzdü. Belini okşarken gülümsüyordu. İki bakir beden ilk kez sevişmenin kararını vermiş, bedenlerin sahiplerine seçim şansı bırakmamıştı. Aceleyle kıyafetlerini çıkarmaya başladılar. Sehpanın üzerinde duran telefonun ışığı odayı aydınlattığında irkildiler. Kız telefona uzandı: “Efendim?” Erkek arkadaşı ona baktı. Sehpanın üzerinde duran kadehine uzandı. Şaraptan bir yudum daha aldı. Şişeyi yerine bırakırken gülümsüyordu. Yaz, en sevdiği mevsimdi. Çünkü onunla hep yazları birlikte oluyordu. Kışın bile yazdan kalmaydı günler. Güneşli, sıcak, aydınlık… ve akşamları yukarıda parlayan ay, yıldızlar… rüzgâr… Onun yanında çıplak olmak… her anlamda. Tüm kusurlarıyla ve güzellikleriyle birlikte. Savunmasız – çünkü savunmak ihtiyacı hissetmeden. Alınan her derin solukta saklı hayatın anlamı. Hissedilen şey; bütün vücudu, ruhu, odayı ve şehri saran, mutlak huzur. Ondan sonra hangi kızın yanında çıplak olmak bu denli günahsızdı? Sigarasından derin bir nefes çekti. Gözleri yandı. Ağlamaya başladı. Bir süre durmaksızın ağladı. Hıçkırık sesleri odayı doldurdu. Yapabildiğince eşlik etmeye çalıştı şarkıya… “İyiyim ben, hep aynı şeyler işte… Uyku hapları… Yalan dolan gülümsemeler…” Şaraptan bir yudum daha aldı. Başını kaldırıp sevgilisine baktı. Sıcak bir yaz gününde, çam ağaçlarının gölgesine konulmuş bankların birine oturmuştu. Genişçe bir parktı. Kız, bir adım kadar önünde ayakta duruyordu. Sigarasını yaktı. “İçme şunu benim yanımda,” derken tutup sigarayı attı kız. İkinciyi çıkarıp yaktı. Dudakları arasındaki izmaritin içinden dumanı ağzına aldı, ciğerlerine götürmeden bıraktı. Birkaç kez böyle yaptıktan sonra “Zaten beceremiyorsun içmeyi,” dedi kız. Başını kaldırıp baktı. Sigarayı yere attı. - N’olacak şimdi? - Bilmem… Bu ihtimali düşünmemiş miydin? - Hayır… Sen? - Bilmem… Alışırım herhalde… Alışmak? Hıçkırdıkça şarap boğazında acı tatlar bırakıyordu. Dayanılmaz oldukça sigarasından yardım alıyordu. Son damlasına kadar içebilmek için şişeyi dudakları arasına dayayıp başını tavana dikti. Şarap bitti. Şarkı, elli üçüncü kez çalıyordu. Yalvarıyordu… “Son defa görsem seni, kaybolsam yüzünde… Son defa yenilsem sana, hiç anlamasan da… Son defa benim olsan… Uyansam yanında…”



Bir daha göremeyeceğinin farkında olmak, ölmek gibi bir şeydi. Oksijen ciğerlerine dolsa da gülün kokusunu alamamak gibi. Bir yudum daha almak için şişeye uzandı ama boştu. Lanet okuyup kapıdan dışarı, diğer boş şişelerin yanına fırlattı. Paketinden bir dal sigara alıp dudakları arasına yerleştirdi. Çakmağı ateşleyince aydınlanan yanaklarında iki şerit halinde gözyaşları parladı. Şimdi, tam şimdi ölsem ne kadar da huzurlu giderim bu dünyadan. Yaşamak neden bu kadar zor? Ölmek istiyorum! Başını ellerinin arasına alıp yeniden hıçkırarak ağlamaya başladı. Bu sırada zil çaldı. Gecenin bu saatinde kim olabilirdi ki? Önce “Evde yokum,” diye söylendi. Kapıdaki ısrarcıydı, art arda basıyordu zile. Yerinden kalkıp kapıya yürürken sağ ayasını sırayla gözlerinde gezdirip gözyaşlarını silmeye çalıştı. Kapıyı açtı. Kapıdaki uzun boylu, zayıf, esmer ve paspal çocuğu hayatında ilk kez görüyordu. Gözlerini kısarak baktı. Baştan ayağa süzerken sol elinde duran bir metalin belirgin şekilde parladığını gördü. Savunma içgüdüleri harekete geçmedi. Çocuk, sert bir hareketle bıçağı karnına sapladı. Sonra bir daha… Bir daha… Düştü. Yere yığıldı. Açık kapının önünde anlamsızca tavana bakan yüzünü apartmanın ışığı aydınlatıyordu. Ölmekte olduğunu fark etti. Gülümsedi. Ne kadar huzurluydu… Gözlerini kapattı. Uzun boylu paspal çocuk cansız bedeni içeriye çekip kapıyı kapattı. Odaları gezerken çalacak değerli bir şey bulamayacağını anladı. Mumların dışında hiçbir şeyin aydınlatmadığı bir odaya girdiğinde yerde duran dizüstü bilgisayarı görüp gülümsedi. Bu sırada şarkı elli dördüncü kez çalmaya başladı… Hakan Günay AYDINOĞLU İllüstrasyon İlteriş Kaan KOÇAK http://ilteriskaan.deviantart.com


ELM SOKAĞINDA KÂBUS Warner Bros Türkiye’nin daveti ile Elm Sokağı’nda Kâbus’un remake’ini izlemek için rahat koltuğuma kurulduğumda çıtamı çok altlarda tutmuştum. The Amityville Horror, The Texas Chainsaw Massacre ve Friday the 13th gibi remake’ler ile adından söz ettiren Platinum Dunes’un bu projesi beni nostaljik olarak çocukluğuma götürdüğü için heyecanlandırsa da önceki işlerinde gördüğüm yanlışların tekrarlanacağını düşündüğümden pek de olumlu bakmıyordum. Öncelikle remake’lerle ilgili tekrarlamaktan bıktığım bir durum var. Bize yeni bir şey sunmuyorsa, hikâyeye farklı bir bakış açısı getirmiyorsa bir remake çekmeye gerek yoktur. Önceki remake’leri ile Platinum Dunes buna oldukça dikkat etmişti aslında, ama bu sefer de sevdiğimiz anti kahramanların geçmişleri ile çok içli dışlı olmuş, bu sefer de onları sevme nedenlerimizi kaybetmiştik. Senaristler, seyirciye bırakılan hayal gücünün her zaman senaryonun en güçlü etkeni olduğunu ne zaman o beyinlerine sokacaklar çok merak ediyorum? Bence bu tür seriler, remake yerine Lucas’ın Star Wars’da uyguladığı gibi daha temiz kopyalar ve CGI’lı birkaç ek sahne ile yeni nesle sunulsa çok daha başarılı olur. Freddy Krueger’ın hikâyesi yıllar içinde gelişimini tamamlayıp bitirilmiş bir hikâye. Remake yapılmasının bir zorluğu da diğer maskeli kahramanlara göre önemli bir farkının bulunması, o da orijinal seride ona can veren oyuncu Robert Englund. Ne kadar makyaj altında olsa da Englund ile Freddy Krueger karakteri özdeşleşmiştir. Çoğu 80’li velet gibi Englund’ı sokakta görsem Freddy diye seslen-


mekten kendimi alamam. Bu durum da Elm Sokağı’nda Kâbus’un inandırıcılığını diğer remake’lere göre oldukça düşürüyor. 1984’de başlayan orijinal seri benim için son derece değerlidir. Ne kadar sadece 6. ve 7. bölümleri Freddy’s Dead: The Final Nightmare ve New Nightmare’i sinemada izleyebilmiş olsam da daha ilkokul sıralarında Freddy’nin karabasanlarını izliyorduk. Video zamanında her yeni bölümü heyecanla beklerdik. Sonrasında da Star’da yayımlanan dizisinde daha komik bir Freddy ile karşılaştık. Zaten serinin zekâ dolu espri anlayışı Freddy’s Dead’de de tavan yapmıştı. Son olarak Freddy vs. Jason ile 2003 yılında sinemalara teşrif ederek hikâye bitirilmişti. Farklı video kliplerin yönetmeni Samuel Bayer’ı yönetmen koltuğuna oturtan remake, bizleri ilk filmle paralel bir hikâyeye götürüyor. Küçük bir kasabanın lisesinde okuyan gençler nedensiz bir şekilde öldürülürken gerçeği sadece bu kurbanlar bilmektedir. Gözlerini kırptıkları anda karşılarında yanık yüzlü, bir elinde bıçaklar geçirilmiş bir eldiven olan, çizgili kazaklı seri katilleri onlar için cehennemden teşrif etmiştir.

Quentin (Kyle Gallner) ve Nancy (Rooney Mara) arkadaşlarının öldürülmesini geçmişleri ile bağlamaya başlarlar ve bu cehennem kaçkınının kendilerinden ne istediğini araştırırlar. Tek tek arkadaşları öldürülürken sıra da kendilerine gelmektedir... Freddy Krueger’ı Watchmen’deki (2009) Walter Kovacs / Rorschach performansı ile beğenimi kazanan Jackie Earle Haley canlandırıyor. Yeni Freddy’nin yüz makyajına ve borazan sesine alışamadığımı belirtmeliyim. Aslında filmdeki en iyi performansı yine kendisi ortaya koysa da hafızamıza kazınan Englund’ın çatlak kâbuslar efendisi Freddy’sinin yanında senaryoya uyarak pedofil bir seri katil portresi çizmesi pek yerinde bir karar olmamış. Atmosfer yaratımı konusunda filme en yüksek puanı veririm. Daha önce Metallica-Until It Sleeps, The Cranberries-Zombie, Garbage-Stupid Girl, Green Day-Jesus of Suburbia gibi ilginç kliplere imza atan Bayer, senaryoyu en iyi şekilde filme almış.


Biraz da senaryo kendisine yardımcı olabilse çektiği bazı sahneler korku filmi literatürlerine girebilecek kadar iddialı. Özellikle gerçekle Freddy’nin yarattığı dünya arasında çizginin giderek azaldığı son bölümdeki sahneleri ağzım açık seyrettim. Ayrıca klasik sahnelere de yaptığı göndermeler hoşuma gitti. Ancak yönetmen ne kadar çabalasa da, kötü karakterimiz ne kadar iyi bir performans gösterse de, sıradan bir senaryo ile ne yazık ki Elm Sokağı’nda Kâbus sıradan bir slasherdan öteye gidemiyor. Freddy’i aslen sevmememizin nedeninin, intikamını almak için Elm Sokağı’na döndüğünü bilmemiz olduğunu unutan senarist Wesley Strick ve Eric Heisserer ikilisi tam olarak asla verilmeyen geçmişin sır perdesini deşerken Freddy’nin çarpık adaletini de anlamsızlaştırıyor.


Ancak konuşkan Freddy’miz bazen öyle laflar ediyor ki onu ne kadar özlediğimizi hatırlıyoruz, daha önce Terminator: The Sarah Connor Chronicles’da John Connor olarak izlediğimiz Thomas Dekker’ı öldürdüğü sırada “İnsan beyni öldükten sonra yedi dakika daha işlevini sürdürür,” diyen Freddy’nin çocuğa işkenceye devam etmesi gibi uçuk sahneler filme artı puan kazandırıyor. Ancak burada biraz daha cesur davranıp sahne uzatılsa köklere daha yakın bir film olurmuş. Filmin işleyişi genelde kurbanın göz kırpması, Freddy’nin dünyasına gittiğini bilmemesi, katille karşılaşması ve uyanması ya da ölmesi şeklinde. Ancak ölüm sahnelerinin monotonluğu ile asıl serinin önemli bir başarısını unutuluyor. Zaten filmin büyük bölümü de anlamsızca ölümlerin nedenlerini araştırmakla geçerken seyirciyi sıkarak düşüş yaşıyor. Bütün bu eksiklerin yanında yeni Elm Sokağında Kâbus, slasher klişelerine uyan, atmosfer için seyredilebilecek ve sonrasında unutulacak bir film. Özellikle Samuel Bayer’ı sinemaya çekerek en azından gelecek için umutlanmamızı sağlıyor. Rob Zombie’nin alışamadığım sinema tarzına göre Bayer çok daha modern bir kan banyosu atmosferi sunabilir ilerleyen yıllarda. İlk kurşununu hiç de fena kullanmıyor.

Masis ÜŞENMEZ www.otekisinema.com


ATEŞ BÖCEĞİ BARI Birkaç tane daha ılık Tayland birası içmiş olsaydım, rastalı gitaristin solosuna başladığı anda birden tepemde uçuşmaya başlayan ateş böceklerini, efsanelerdeki düzenbaz perilerin ateşlediği minik havai fişekler zannedebilirdim. Ilık bira boğazımdan aşağı inerken, kotu kıçından düşmek üzere olan gitarist, Jamaika bayrağının önünde, menekşe moru Fender gitarıyla kendi ekseni etrafında daireler çiziyordu; sanki bayrağın içinde kaybolmuştu. Siyahî teni, sarı saçları ve yeşil tişörtüyle gökyüzünde özgürce dalgalanıyordu… Ateş böcekleri müziğin bitimiyle bir an afalladılar ve melodiyi yakalamak için bir süre kendi etraflarında anlamsızca dönüp durdular. Gözlerim ateş böcekleri eksenli gökyüzüne bakıyordu. Bir, iki, üç, dört, beş ve altı. Tam altı tane ateş böceği vardı havada süzülen ve gitaristin eroine bağımlı olduğu gibi onlar da onun müziğine bağımlıydı. O ne zaman çalmaya başlasa ateş böcekleri neşeyle havada uçuşuyor, müzik bittiğinde ise ne yapacaklarını bilmez bir şekilde sağa sola çarpıyorlardı. Sandalyemin üzerinde doğruldum. Ilık Tayland birası midemde kaynamaya başlamıştı ve bağımlı gitarist kıçından düşmek üzere olan kotu çekiştirirken neredeyse düşecekti. “Dikkat et sersem,” diye bağıran Norveçli piç kurusundan önce “Ufak bir mola,” dedi kendi kendine ve bateriye sert bir omuz atarak sahnenin arkasında bir yerlerde kaybolup gitti. Sahnenin arkası engin bir kara delikti ve tüm müzisyenleri içine çekmeye başlamıştı o an. Ben birkaç haftadır buranın müdavimi olduğumdan keş gitaristin tavırlarına alışkındım ama yeni gelen izleyiciler öyle şaşkındı ki temiz turist suratlarından memnuniyetsizlik ve aşağılama okunabiliyordu. Dişlerimi gösterecek şekilde bir süre güldüm gecenin içinde çaresizce mal arayan ateş böceklerine ve nemrut kuzeylilere. Kumsalın ortasına kurulmuş bu barı çok seviyordum. Ateş Böceği Barı gezdiğim onca yer arasında belki de beni en çok rahatlatan yer olmuştu. Uyuyan Buda’nın göğsünde bizzat kendisi tarafından söylenen ninniler eşliğinde rüyalara dalmış, Altın Buda’nın dizleri üzerinde tatlı tatlı kestirmiş ve kutsal Hotei’nin şarabından içip gizemli ormanında dinlenmiştim ama burası, ter ve alkolün birbirine harmanlandığı bu izbe yer, bana sanki hiçbir zaman ulaşamayacağım huzuru getirivermişti. Ve ben de onu reddetmemiş, aksine hemen fondipleyip mideme indirmiştim. Eski sevgilimin favori lacivert sutyeniyle aynı renk olan gökyüzüne baktığımda bulutların neden bu kadar aceleyle birbirlerinin peşinden koştuklarına anlam veremedim. Hayat kesinlikle zevk alınması gereken bir yerdi. Yağmur sonrası perdeleri açıp derin derin koklanması gereken büyük bir toprak parçasıydı dünya. İçine çekip uzun süre bırakmaman gereken bir zamandı yaşadığın her an. O yüzden bulutların bu anlamsız kovalamacası biraz sinirimi bozdu. Yürümek dururken koşan insanlardan oldum olası hoşlanmazdım zaten. “Ancak hayatı kendilerine zindan edenler duvarları kırmak için çabalar durur,” demişti büyükbabam. Şimdi onu daha iyi anlayabiliyordum. Acaba neredeydi şimdi büyükbabam? Her zaman kafasında duran fötr şapkası ve ağzından eksik etmediği piposu da onunla birlikte miydi? Bunlara cevap veremezdim çünkü büyük ihtimalle nerede olduğunu kendisi bile bilmiyordu… Gitarist öyle canlı ve hayat dolu bir şekilde dönmüştü ki onu dinleyen turistler on dakika önce ağzından salyalar akan adamın o olduğuna inanamamışlardı. Kara delikten ışık bile kaçamazken nasıl oluyorsa bu grup ona cesurca meydan okuyabiliyordu. Kara delik basit bir fetiş elemanından öteye geçemiyordu burada. Tabii ki ben özgürce dalgalanan Jamaika bayrağının böyle bir geri dönüş yapacağını biliyordum. Her akşam aynı geri dönüşü izliyordum ne de olsa. Bu geri dönüş aynı zamanda ateş böceklerinin de dansa tekrar başlamasına sebep olmuştu. Gökyüzüne baktım. Bulutlar aynı hızla



birbirlerinin peşinden koşuyorlardı. Kimisi evinde aç olan küçük kümülüsüne ekmek, kimisi de üniversiteye hazırlanmaya çalışan ergen stratosuna kitap götürüyordu. Belki de daha birkaç günlük eşine koşan sirius o yüzden bu akşam bu kadar aceleciydi bilemiyorum ama bildiğim tek şey tepemde çığlık çığlığa dans eden ateş böceklerinin müziğe, gitaristin eroine, benimse bu bara bağımlı olduğumdu. Ateş Böceği Barı’nın arkasındaki kara delik her şeyi yutmadan evvel ılık bir Tayland birasına hayır diyemezdim!! "Şerefe," dedim kendi kendime ve büyük bir yudum aldım biradan. Bardağı masaya geri koyduğumda sanki elime aldığımdan bu yana biraz daha büyümüştü. Gitaristin solosu biraz daha büyüleyiciydi ve kuzeyli turistler olduklarından daha iri görünüyorlardı. Ilık Tayland birası vücudumu kamçılarken ateş böcekleri bardağın üzerinde dans ediyor, biranın içine girip çıkıyor ve sanki kendilerini bardağın önüne siper edermişçesine atıyorlardı. Elimin tersiyle ateş böceklerini kovaladım ve sert bir yudum daha aldım biradan. İşte o an her şey büyüdü birden gözümde. Solosunu atan gitarist dev bir adama dönüştü. Kuzeylilerden bahsetmeme gerek bile yok. Birkaç saat önce ayaklarımı gıdıklayan kum taneleri şimdi neredeyse benim kadarlardı. Neler olduğunu anlamadan doğrulup izledim koca dünyayı. Küçük bir adamın büyük hayali miydi olanlar? İstemsizce bir anda yükseldim olduğum yerden. Kimse benim ufalıp yok olduğumdan haberdar değildi anlaşılan. Masanın üzerinde havalandım ve diğer ateş böceklerine karıştım. Şimdi onların çığlıklarını duyabiliyordum. Bağımlı ateş böceklerinden biri olmuştum. “Sana engel olmaya çalıştık, birayı içmemen için seni uyardık ama bizi dinlemedin,” diyorlardı sürekli. Seyahate başlamadan önce Tayland’ın kara büyüleriyle ilgili hikâyeler duymuştum ama başıma böyle bir şey gelebileceği aklımın ucundan bile geçmezdi. Ateş Böceği Barı’nda müziğe bağımlı bir ateş böceğine dönüşmüştüm! Kaybolduğum masaya yeni bir kurban oturduğunda diğer ateş böcekleri hemen adamın birasının üzerinde uçmaya ve ona engel olmaya çalıştılar ama uzun adam onları dinlemedi ve ilk yudumunu aldı birasından. Ben ise o an diğerleri kadar önemsemiyordum olanları. Ya içtiğim onca ılık Tayland birası böyle hissettiriyordu ya da ateş böceği duygularımdı bana bunu yaptıran, bilmiyordum. Kanatlarımı çırptım ve hızla adamın birasının içine daldım. Cennet bu olmalıydı. Kocaman, soğuk mu soğuk bira havuzunda yalnız başımaydım ve gitarist öyle güzel çalıyordu ki!! Göktuğ CANBABA İllüstrasyon Ozan KÜÇÜKUSTA http://kusta.deviantart.com


DUVARLARIN ÖTESİNDEN GELENLER Birinci Bölüm: Duvarın Ötesinden Gelenler Size hayatımın nasıl değiştiğini anlatacağım. Kimilerinin dehşet, kimilerinin ise farklı diyebileceği, anlaşılmaz, bilinmez olayların nüfuz ettiği, insan aklının anlamlandıramayacağı ilk dakikalara götüreceğim. Üzerinden yıllar geçmesine rağmen benim bile algılamakta güçlük çektiğim olaylar dizisinin, kadim sırrını çözemediğim bilmecenin detaylarına inmeye çalışacağım. Yaşama dair çizdiğimiz çizgilerin ötesinde, mantığın yetersiz kaldığı durumlarda zayıf ve basit benliğimin gösterdiği tepkileri paylaşacağım. Her şey bundan yıllar önce halen oturmakta olduğum evimin içinde başladı. Tek odalı bu apartman dairesine üniversite eğitimimi tamamlamak için taşınmıştım. Kazandığım güzel sanatlar akademisindeki uzun maratona başlamak için İstanbul’a gelmiş, kısa süren arayıştan sonra da mütevazı, ancak istediğim özelliklere sahip evi kiralamıştım. Bir ev arkadaşına ihtiyaç duymuyordum, zira planladığım ve saatler sürecek çalışmalarıma mani oluşturacak hiç bir şeye taviz veremezdim. Zaten sıradan insanlar da müzisyenlerin grotesk yaşamlarına ayak uydurmaya yanaşmazdı. Çoğu bestecilerin yaşamlarında bir eşe dahi yer yokken, benim de farklı olmam beklenemezdi. Daha şekillenmemiş geleceğimi tasarlarken her türlü detayı düşünerek yalnız bir hayatı seçmiştim. İstanbul’a ilk gelişim olmasına rağmen kısa zamanda kendine özgü yaşantısına ayak uydurmuştum. Dışarı çıkmayı seven biri değildim ama iyi bir çevre oluşturmak için insanlarla tanışmaya ihtiyacım vardı. Zorunluluğun yanı sıra yaratılıştan gelen ve ta derinlerde yatan sevgi hissiyatıyla insanların içine karışarak kısa zamanda etrafında sevilen biri olmuştum. Maymun iştahlı olduğumdan dolayı her şeye merak salıyor, kurcalıyor ve öğreniyordum. Sanırım bu özelliğim diğerleri tarafından saygıyla karşılanıp, kabul edilmemdeki en büyük rolü oynuyordu. Aslında niyetim onları eğlendirmek değildi. Yalnızca keyif aldığım şeyi yapıyordum ve sanatın ruhunu, müziğin güzelliğini onlara aşılamak istiyordum. Kulaklarıyla değil, tüm benlikleriyle dinlemeleri gerektiğini öğretmeye çalışıyordum. Çabalarımın ne kadar nafile olduğunu gördükçe de hüsrana uğruyordum. Gördüğüm her müzik enstrümanını çalmak için tarif edilemeyecek bir arzu duyuyordum. Bu istek ve azmin ise doğarken Tanrı’nın bana bahşettiği bir lütuf olduğuna inanıyordum. Çünkü daha küçük yaşlarda mandolin ve gitarı öğrenmiş, on yaşıma ulaştığımda ise gitarın klasik, akustik, elektro, bas, her türünü büyük maharetle çalmaya başlamıştım. El yeteneğimle kendi gitarımı yapar hale gelmiştim. İlerleyen zamanlarda piyanoya merak salmış, notalara hâkim olduğumdan kavramakta zorluk çekmemiştim. Beethoven, Mozart gibi dâhileri taklit ederek yeni başladığım türde kendi bestelerimi sıralamıştım. Şarkıların notaları aklıma düşüyor, kâğıda dökmekte zorlanmıyordum. İlham denilen farazi kavramı soluduğum havanın her zerresinde yakalıyor, büyüleyici eserler ortaya çıkarıyordum. Daha sonra ise üflemeli çalgılardan ney, korno, obua, tuba, flüt, trompet, klarnet, bulabildiğim her şeyi öğrenmiştim. Üniversiteye başladığımda vurmalı çalgıların çoğunda da uzmanlaşmıştım. Hatta bulmakta zorlandığım lir ya da kithara gibi farklı kültürlere ait çalgıları da özel siparişlerle ısmarlayıp temin ediyordum. Evde yalnız geçirdiğim zamanlarda kitapların ve doğuştan gelen yeteneğimin yardımıyla da kısa zamanda bu aletleri büyük maharetle çalıyordum. Her müzik aletinden sanki farklı yaşamların tecrübelerini alıyor, kendimi insanlardan üstün görmeye başlıyordum. Farklı olduğum düşüncesi zihnimi kemiriyordu. Bu, kendini beğenmişlikten kaynaklanan bir soyutlama değildi. Konuşmalar anlamını yitirdiğinde, insan doğasının gizemli sırrı


basitleşmeye başladığında kendiliğinden ortaya çıkan bir kavramdı. Tüm cevapların yetersiz kaldığı durumlarda, öteden gelen duyguların yoğunlaşmasıydı. İşte bunlar gerçekleştiğinde ise farklılaşma süreci çoktan harekete geçmiş bulunuyordu. Yalnızlığı beraberinde getiriyor, mutsuzluğu yanında taşıyordu. Tatminsizliğimin baş gösterdiği günlerde çıldırmanın eşiğine gelmiştim ki kendime yeni yollar aramaya başladım. Eskiden hemen bir müzik aletine saldırır, onu tüm vahşi benliğimle nefesim tükenene, parmaklarım yorulana, başım ağrıdan çatlayana dek çalardım. Ama şimdi bulabileceğim, sarılacağım bir şey yoktu. Eğer her enstrümanın bir ruhu varsa çoğunu almıştım. Kaygı ve endişenin içinde sürüklenirken birden heyecanlanmama sebep olan bir fikri üretti aklım. Bunu daha önce görememiş olmama sinirlenerek, kendime olan kızgınlığımı engelleyemedim. Boğulduğum düşüncelerimin arasından su yüzeyine çıkarken hayatımı yeni bir akıntıya sokacak kararımı işte o zaman verdim. Var olan tüm o müzik aletlerinin büyüleyici güçlerine sahip yeni bir şey yapacaktım! Hepsinin varlığını tek bir çalgıda birleştirecek, dünyada var olan ve olmayan her canlıya hitap edecek evrensel bir enstrümanı üretecektim. Çünkü bir piyano klasik severlere hitap ederken, telli çalgılar yaşamsal kaygıları olmayanlara hitap ederdi. Sesi melankoliye uzandığında ise buhranlara yol açardı. Ancak hiçbir zaman tuşlarla gerilen tellerin yerini dolduramazdı. Trompete üflendiğinde nefesle ayarlanan sesi, bagetlerle dövülen bir trampetin vuruşlarıyla aynı hissiyatı veremezdi. Ama yapacağım çalgı her canlının içine üfleyebilecek yetiye sahip olacaktı. Belki de ileride tarihin anlatacağı bir ürünü ortaya çıkarmak için hemen çalışmaya başladım. Kâğıt üzerinde çizimler yaptım, eskizler harcadım, kalemleri kırdım ama kafamın içinde yatan ve göremediğim şeyi ortaya çıkaramadım. Uğraşılarım boşa kaybedilen zamandan ileriye gidemedi. Hâlbuki hızlı başlayan girişimin yine aynı tempo ile devam edeceğine inanıp, hayaller kuruyordum. Ancak düşüncelerimin sadece hayallerde gerçeklik bulabileceği olasılığı beni tüketmeye başlamıştı. Cesaretim ve hevesim başarısızlıklarımla kırılmanın, yok olmanın eşiğine gelmişti. Okulu ihmal ediyor, hayatın gerekliliklerini önemsemiyordum. Kiramı yatırmadığım dönemlerde evden çıkarılmayla bile karşı karşıya kalmıştım ki bu vurdumduymazlığımın karşılığını pahalıya ödeyecektim. Ancak ikna etme kabiliyetim yüksekti ve ev sahibem ile uzlaşma yoluna girebilmiştim. Yaşadığım evden ayrılmayı bir an olsun düşünemezdim zaten. Çünkü orası hayatımın bağlandığı, hayatıma bağlanan bir kapıydı. Duvarlarından ilham aldığım, havasını teneffüs ettiğim büyülü bir saray gibiydi. Her sanatçının uğurlu saydığı takıntıları var ise benimki de yaşadığım yerdi. Her ne kadar yeni buluşum için nimetlerinden faydalanmama izin vermese de… Yine aynı hüsranla sonuçlanacağına inandığım uğraşıların birinde, odanın ortasındaki sandalyede oturuyordum. Etrafımı çevreleyen dört duvara bakıyor, gri renkteki düz ve pürüzsüz yüzey üzerinde ilham arıyordum. Çünkü aynı duvarlar birçok besteme esin kaynağı olmuştu. Genç yaşıma rağmen bestelediğim yüzlerce eseri ise her zaman ilk dinleme şansına erişmişler ve en sadık dinleyicilerim haline gelmişlerdi. Şimdi ise onlardan son bir yardım diliyordum. Yardım çığlıklarıma kulak verilmişçesine birden çizmeye başladım. Taslağı oluştururken parmaklarım ruhani bir kuvvetin etkisiyle kendiliğinden kıpırdıyordu. Elim sanki daha önce defalarca yapmışçasına çizimi oluşturuyordu. Her bir detayı yaratırken gözle takip edilemeyecek bir hızla hareket ediyordu. Gözlerim kapalıydı ve açık olmasına ihtiyacım da yoktu. Ne yapacağımı biliyordum çünkü. Trans halinden çıktığımda ise durdum ve önümdeki kâğıda baktım. Karmaşık hatları olan çizimi gördüğümde, yarattığımın yeteneklerimin çok üzerinde olduğuna karar verdim. İç içe geçmiş teller ara-



sında gerilen deriler ve çepeçevre dolaşan borular hatasızca birbirine bağlanıyordu. Ancak ellerimle hayat bulan beyaz kâğıt üzerindeki izler sebebini bilemediğim bir korkuyu da yanında getirmişti. Ertesi gün tüm ayrıntılarıyla tasarladığım şeyi yapmak için kampusun atölyesine gittim. Dün gece kalemi ustalıkla kullanan ellerim şimdi kesici aletleri büyük bir hünerle yönetiyordu. Tahtaları oyuyor, delikler açıyor, birleştiriyordum. Gece ya da gündüz mola dahi vermeden yirmi dört saat içinde bitirmeye kararlıydım. İnsanüstü çabamla kendime tanıdığım vakit dolmadan planımı gerçekleştirmiştim. Eve döndüğümde güçlükle taşıdığım müzik aletini odanın ortasına bıraktım. Sandalyenin önünde yerde dururken, kusursuz dengesi en ufak sallantıya dahi imkân vermiyordu. Şiddetli sarsıntılarda bile hiç kıpırdamandan durabilecek rijitliğe sahipti. Sandalyenin yumuşak minderine otururken çalgı ile aramdaki mesafeyi ayarladım. Birden geometride adı dahi konulmamış yeni bir şekle benzeyen aletin anlayamadığım yapısı karşısında çok şaşırdım. Yine aynı duyguları yaşayarak ona karşı yabancılaştığımı hissettim. Yaptıklarıma hayranlık duyarken habis bir korkunun içimi kemirdiğini de hissediyordum. Baş hizamın altında duran aleti çalmak istedim ancak ne akort yapmasını biliyordum ne de ses aralıklarını. İlk defa görmüşçesine inceledim. İçinde havayı dolaştıracak hazneleri ve üzerinde ağzımı dayayabileceğim iki farklı ağızlığı vardı. Her hazne ise ince ve kalın borularla birbirlerine bağlanıyorlardı. Havanın dolaşımını tamamladıktan sonra da titreşimi oluşturacağı delikleri karmaşık bir düzende sıralanmıştı. Bazen yatay bazen de dikey olan telleri bir kanununkinden bile fazlaydı ve neredeyse tüm yüzeyi kaplıyordu. Boşluklu kısımları ise kurutulmuş dana derisiyle örtülmüştü. Ne yapacağımı bilemez halde derin bir nefes alarak var gücümle üfledim. Parmaklarım refleksi bir hareketle bir kaç delik kapadı ve Tanrı biliyor ki çıkan ses o ana kadar duyduğum en büyüleyici sesti. Hayat bulmuş, maddeselleşmiş hali ile kalbime dokunuyordu. İçimin ürpermesine yetecek kadar huzurlu, tedirgin edecek kadar da derinden geliyordu. Devam ettim, ne çaldığımı bilmeden nefesim kesilene kadar devam ettim. Ustalıkla idare ettiğim boruları sırayla ağzımda gezdiriyor, cennetten gelen fısıltıları notalara döküyordum. Yorulduğumda ise parmaklarımla tellere dokunuyordum. Yaydığım titreşimler öylesine değişkendi ki aynı tel farklı vuruşlarla kalın ya da ince olabiliyordu. Parmaklarımın uçlarını da sinsice ahşap kafes üzerine gerdirilmiş deri üzerinde gezdiriyordum. Tırnaklarımın altı soyulmaya başlayınca avuç içlerimle deri kaplamasına vurarak ritmik sesler çıkarıyor, bitap düştüğümde ise dinleniyor ve gücümün yeniden gelmesini bekliyordum. Artık nasıl çalınacağını biliyordum. İlk anlarda yaşadığım tereddütler sona ermişti. Ne de olsa kendi yaratıcılığımla üretmiştim ve öğrenebileceğim bir ders kitabı da yoktu. İlktim ve belki tarihte örnek gösterilecektim. Yalnızca ben vardım ya da öyle olduğumu sanıyordum! Bu sefer hepsini aynı anda kullanmaya başladım. Nefesim, ayaklarım, ellerim, parmaklarım koordineli hareket ediyor, her uzvum yeni enstrümanıma hizmet ediyor, onunla birleşiyordu. Çıkan melodi eşi görülmemiş bir güzelliğe sahipti. Seslerin geçişi, değişen ritmin ahengi adeta büyülüyordu beni. Tıpkı bir sarkacı izleyen dikkatli gözler gibi tüm konsantrasyonumu sanat adına yoğunlaştırmıştım. Müziğe ilgi duyduğum yıllarda her yeni aletle tatmin oluyor, sonrasında ise bu duygum köreliyordu. Her zaman yeni bir arayış için inanılmaz istek duyuyordu benliğim. Şimdi de aynı şevkle çalıyordum. Ancak önceki tecrübelerimden farklı olan bir şeyler olduğunu sezinleyebiliyordum. Bu heyecanımın ömür boyu devam edeceğini bir şekilde biliyordum. Yıllar sonra bile her çalışımda şu an yaşadığım hisleri tadacağımı öngörüyordum. Çünkü ruhumun ta derinliklerinde bu düşüncelerimi kuvvetlendi-


ren bir olgu çoktan yerleşmiş, yerini almıştı. İlham kaynağım olan duvarlara baktım. Beni bir kafes gibi çevreleyen sütunlarının sağlamlığına minnet duydum. Ani bir hareketlenme gözüme çarptı ve çalmayı bıraktım. Gözlerimin bir oyunu mu diye düşündüm ve yorulmuş ciğerlerimle zorlukla da olsa nefesimi kontrol altına aldım. Yeterince soluduğum oksijenle beraber görüntü kayboldu. Gücümü giderek kaybetmiştim ve sanrılar görmeye başlamış olduğuma karar verdim. Kaldığım yerden çalmaya devam ettim. Bir müddet sonra yine duvarın üzerinde kıpırdanmalar başladı. Merakıma yenik düşerek, şahit olduğum ilginç tecrübenin sonunu öğrenmek istedim. Bu sefer şarkıyı yarıda bırakmadım. Duvar dalgalanıyor, içerisinden yükselmeye çalışan bedenler yumru halinde oynuyordu. Tuğlarla örülü yüzeyi lastik gibi esniyor, sıvalarını harekete geçiriyordu. Çakılı olan çivileri önce yamuluyor, sonra kerpetenle çekilmişçesine dönerek çıkıyordu. Üstünde asılı olan birkaç çerçeve yere düştü ve camları kırılarak etrafa saçıldı. Çalmayı bırakıp olanlara bir anlam yüklemek yerine daha da kuvvetlendirdim vuruşlarımı. Hızlanan müzikle kıpırdanmalar da artıyordu. Yavaşladığında ise sakinleşiyorlardı. Müziğin ritmine ayak uyduran doğaüstü güçlerin varlığına tanıklık ediyordum. Sanki müzik onlar için bir çağrıydı ve bu ayinsel davetin şefi ise bendim. Belki normal biri gördüklerini paylaşmak, herkese anlatmak isterdi ancak ben yerimde kalmayı tercih ettim. Kimseye bahsetmek istemedim şahit olduğum garip durumu. Zaten insanların da beni delilikle itham edeceklerini biliyordum. Şarkının temposunu daha da güçlendirdim. Her vuruşumla beraber dalgalanmalar belirginleşmeye başladı. Kalbim de çaldığım şarkının ritmine ayak uydururcasına hızlandı. Alışılmadık deneyimin tadını çıkarırken, ruhumdan yükselen ürperti ise hareketlerimi kısıtlıyordu. Bir müddet sonra duvarların içinde bir şey belirmeye başladı. Jölemsi yüzeyini delerek odamın içine girmeye çalışıyordu. Ben ise hayretle çalmaya devam ediyordum. Gerilen duvarların içinden önce bir baş belirdi. Zorlandığı belliydi ancak devamlı olan hareketleri istikrarlıydı. Taşları delip geçmek için çabalıyordu. İnce ve uzun kafası nihayet gözükmüştü. Hayatımda öyle bir şey görmemiştim. Neredeyse duvar ile aynı renkteydi ve grinin çok daha koyu bir tonuna sahipti. Duvardan dışarı çıkmış başını yukarı kaldırdığında dehşetlerin en korkuncunu yaşadım. Gördüğüm şey ancak kötü ruhlu bir şeytan olabilirdi. Var gücümle kaçıp, uzaklaşmak istedimse de bunu yapmadım. Soğukkanlı olmaya çalışarak müziğin büyüsüyle öteden gelen ile tanışma kararını aldım. Artık vücudu da ince beton yığının ötesinden sıyrılarak benim dünyama girmişti. Duvarların arasından ya da ötesinden gelen şeye bakınca gerçeklerin asla bilinemeyeceğini düşündüm. Gerçekleşmesini istemediğimiz anormallikler karşısında zihnimin tepkisine hak vermedim de değil. Kabul ettiğimiz olağanlıkların dışında, garip ve bilinmez varlıkların tanıklığını yapmak beni bu düşünce fırtınası içinde sürüklemeye başladı. Ta ki ürperip kendime gelene kadar! Onun gelişiyle beraber vücudumun titrediğini hissettim. Islak ve nemli havanın tüm kaslarımı harekete geçirdiğini içimdeki ürpermeyle anladım. Ortama aynı zamanda küf kokusu hâkim olmuştu. Yoğun ıslaklık ile burnum her zamankinden daha kuvvetli çalışmaya başlamış, hassaslaşmıştı. Ellerim bilinçsizce hareket ederken gözlerim alışık olmadığı görüntülere tanıklık etmişti. İşte o zaman yarattığım sesler bile kifayetsiz kalmış, anlamını yitirmişti. En azından karşımdaki şeyin düşüncelerinden bihaber, naçiz ve zayıf bedenimin derinliklerinde kendim için! Onu tarif edecek uygun kelimeleri bulamıyordum. Parlak derisinin ışıldayan görüntüsünü an-



lamlandırmak için hiçbir lisan yeterli olamazdı çünkü. Benim boylarımdaydı lâkin anatomisi benim, yani insan dediğimiz varlığınkinden çok daha farklıydı. Başı daha ince ve uzundu. Ancak asıl sıra dışılık bu değildi. Gözleri, burnu ve ağzı olması gereken yerde hiçbir şey yoktu. Dümdüzdü ve elips şeklindeki kafası, bükülmüş yuvarlağı kusursuzca tanımlıyordu. Gözleri olmadan nasıl görebildiğini bilemiyordum ve cevap aradıkça mantık doğrultusunda ilerlemeye çalışan zihnim daha da boğuluyordu. Tüm vücudu gibi kafası da gri renkteydi ve etrafını aydınlatıyordu. Metalimsi bir yüzeyi olan başında ise pürüzsüzlüğü bozan tek bir şey vardı. İki kulağı da olması gereken yerdeydi ve bir hayli büyüktü. Kıvrımları bizimkilerden daha farklı olmasına rağmen sabit duran bedenine inat sürekli hareket halindeydiler. Müziğin temposuna göre yavaşlayıp hızlanıyorlardı. Gövdesinin her iki yanında kolları olduğunu düşündüğüm uzuvlar vardı ve felçli birinin durgunluğuyla hiç kıpırdamıyorlardı. İlerlemeye başladı. Üzerime, belki de sese doğru yönelmişti. Gözleri ve burnu olmayan biri ancak çevredeki seslerle görüntü oluşturabilirdi. Yön bulma duygusunu merak ederek havada süzülüşünü hayranlıkla izledim. Artık korku ve heyecanım sonlanmıştı, olacakları merak ediyordum yalnızca, tellerin titreşimini havaya yayarken! Bacakları vardı ancak yere teğet geçercesine ilerlediğinden dolayı adım dahi atmıyordu. Birbirlerine birleşikti ve hiç kıpırdatmadığı ayaklarıyla süzülerek ilerliyordu. Belki gözlerimin seçebileceği frekanstan çok öteydi hareketleri. Bunu da bilemiyordum. Zihnimde oluşan sorular giderek artıyordu. Yanıma gelince durdu ve ses çıkardığım telleri izlediğini fark ettim. Ara sıra boruları üflediğimde ise ilgisi hemen o yöne kayıyordu. Benim hareketlerimi taklit ediyor, merakla beni takip ediyordu. Yanımdan uzaklaşıp odanın içinde dolaşmaya başladı. Ona baktığımda kulaklarının – en azından böyle adlandırıyorum – sürekli bana dönük olduğunu gördüm. Tam da bu esnada duvarda ikinci bir kıpırdanmaya tanıklık ettim. Onun gibi daha fazlasının odama doluşacağı düşüncesi başımı döndürüp, heyecanlanmama neden oldu. Dinleyicilerimin giderek artmasına sevinerek duvarların içinden yeni bir doğuşu izledim. Aynı dalgalanmalar, kıpırdanmalar yine gerçekleşti. Bugüne kadar duvarların arasında fareler ve tahtakuruları haricinde bir şey yaşamadığına inanırdım ancak arasından ya da ötesinden gelen ziyaretçilerle bu düşüncem bana gülünç gelmeye başladı. Tekrar gerilen duvarın içinden bir beden daha çıkmaya çalışıyordu. Bugün bir kez daha şaşırabileceğime ihtimal vermezdim ama yanılmıştım. Her geçen saniye ile farklı tecrübeler ediniyordum. Gelen şey gri ve metalimsi değildi. Onun gibi parlak bir renkteydi ve etrafına ışık saçıyordu. Altın sarısıyla boyanmıştı. Sarımtırak parlaklığı göz alıcıydı ve bulunduğum odanın tamamını kaplamıştı. Perde ve güneşlikler kapalıydı ancak dışarıdan rahatlıkla fark edilebileceğinden emindim. Yine aynı koku hâkim olmuştu burnuma. Nemli havanın sebep olduğu küf havanın içine karışmış, solumamla beraber boğazımı yakmıştı. Ardından başkaları da duvarların ötesinden gelmeye başladı. Bazıları gri bazıları ise altın rengindeydiler. Yoğunlaştırdıkları hava ile zorlukla nefes alabiliyordum ancak bu tuhaf konuklarıma layık bir müzik ziyafeti vermek için var gücümle uğraşıyordum. Hepsi yanıma gelerek yerde, ayaklarımın ucunda duran müzik aletini inceleyip, sonra da odanın içinde dolaşıyorlardı. Duvarlara var olmayan gözleriyle bakıyor, kulaklarını sürekli bana yöneltiyorlardı. Odanın dört bir tarafına süzülüyor, birbirlerine çarpmadan geziniyorlardı. Başlarıyla tavana, yere, her tarafa bakıyor, sanki detaylı bir inceleme yapıyorlardı.


Sayıları ondan fazla olmuştu ve hepsi birbirinin aynısıydı. Tek farklılıkları altın ve gümüş renklerine sahip tenleriydi. İnsanoğlu ile biraz olsun benziyor olduklarını varsayarak dişi ve erkek olacaklarına karar verdim. Bu sadece bir tahmindi. Hepsinin vücudu çıplaktı ama ayırt edilebilecek hatlara sahip değillerdi. Düz ve pürüzsüzdüler. Tıpkı mağaza vitrinlerinde duran cansız mankenler kadar yalındılar. Belki saatler sürmüştü perde aralıklarını sıklıkla değiştirdiğim serenadım. Bu esnada onlarla konuşmaya çalışsam da yanıt vermemişlerdi. Haykırışlarıma tepkisiz kalmışlardı. Yaptığım müziği algılayabilen kulakları tüm sorularım karşısında yeteneklerini yitirmişlerdi sanki. Neden geldiklerini, nereden geldiklerini sormuş ancak hiçbir yanıt alamamıştım. Ağzımdan çıkan hiçbir kelimeye cevap vermemişlerdi. Ya beni duymuyorlardı ya da duymak istemiyorlardı. Daha fazla çabanın gereksiz olduğunu düşündüğümde tüm enerjimi nefes almaya ve sanatımı icra etmeye yoğunlaştırdım. Artık daha fazla çalamayacağıma karar verdiğimde saatler süren şarkının sonunu getirmeye başlamıştım. Anlamış olacaklar ki huzursuzlaşmaya başladılar. Hareketleri daha da keskin hale geldi. Hepsi de geldikleri duvarın yanına yaklaştı ve yan yana dizildiler. Sanki bana karşı şükranlarını sunuyorlardı. Melodinin yavaşlayıp, sesin alçalmasıyla birlikte sırayla geldikleri duvarın ötesindeki dünyalarına dönerek yok olmaya başladılar. Gerdiğim tel ile son bir vuruş yaptım ve en sona kalan gümüş renkli varlık da gözden kaybolarak beni yalnızlığımla baş başa bıraktı. Yerde, duvardan düşen tablolar, yerinden çıkan çiviler vardı ve o keskin rutubet kokusunu duymuyordum artık. Birinci Bölümün Sonu Fatih DANACI İllüstrasyon Gülhan D. SEVİNÇ

www.dergilik.com





HEDİYE

- Bir sevgililer günü hikâyesi Çalan kapı zilini, zil ikinci kez çalınca fark edebilmişti. Zil ilk çaldığında da duymuş; ancak uykuya dalmış olduğu için, sesin hayal mi, gerçek mi olduğunu tam olarak ayırt edememişti. Zil sesiyle uyandığında, uykusundayken tutmakta olduğu kitabı da elinden düşürmüştü. Uykuya dalmasının sebebi de bu kitaptı zaten. Bugün bir hediye bekliyordu. Son dört yıldır olduğu gibi, bu yıl da sevgilisi ona sürpriz bir hediye gönderecekti. Bundan emindi. Bir önceki yıl, yine kargoyla, sevgilisi tarafından, sadece kendisi için yazılmış bir kitap gelmişti. Kitapta, onunla tanıştıkları günden, kitabı yolladığı güne kadar birlikte yaşadıkları her şey itina ile not alınarak yazılmıştı. Bu kitabı (oldukça kalın bir kitaptı) okumak bile dört ayını almıştı. Ondan önceki yıl, amatörce, onun resmini çizmeye çalışmıştı. Şu an hâlâ duvarında olan resim, pek başarılı sayılamasa da, uzun süre uğraşılmış bir çizimdi. İlk yıllarında da, bir kedi gelmişti kargoyla. Kedileri Elrond, şimdi dört yaşını bitirmiş, beşinci yaşının ortalarındaydı. Bu yıl da hediyesinin kargoyla geleceğini bildiği için, pencerenin önüne oturup kargoyu beklemiş ve sıkılıp kitap okumaya başlamıştı. Bir süre sonra da uykuya dalmıştı. Zil sesiyle uyandıktan sonra, pencereden bakınca kargo şirketinin kamyonete benzeyen büyük aracını gördü. Kapısı üçüncü kez çalmadan kapıyı açtı. Saçlarına ve omuzlarına az bir miktar kar birikmiş olan kargo görevlisi, elinde bir kutu ve bir zarf tutmaktaydı. Kargo görevlisi, ismini sordu ve kimlik göstermesini istedi. Kargoyu zaten beklemekte olduğu için, eşofmanın cebinden kimliği çıkarıp görevliye uzattı. Kargo görevlisi, belgedeki gerekli alanları doldurup, kimliği kutu ve zarfla birlikte geri verdi. Kargo ücreti, her yıl olduğu gibi ödenmişti. Kargo görevlisine iyi günler dileyip hemen içeriye koştu. Görevli daha araca geri binmeden paketi açmaya başlamıştı bile. Günlerdir iş arkadaşlarıyla bunu konuşuyorlardı; acaba bu yıl ne gönderecekti? Hediyelerinden hiçbiri satın alınabilen şeyler değildi. Bu yüzden ilk bakışta çok basit gibi görünse de, tahmin yürütmesi çok zor ve çok değişik bir hediye yollama mantığıydı. Açık olarak bekliyor olduğu, (evlenme teklifi anlamına gelen) bir yüzüktü, ama bir kolyeye de hayır demezdi. Hediye, başka herhangi bir şey olabileceği gibi, içten içe, asla tahmin etmediği ve hiç beklemediği bir şey olacağını da çok iyi biliyordu. Sevgilisi için, hediyelerin önemli olanı, dünyada tek bir tane olanıydı. Bu konuda da her zaman; “Dünyada tek bir tane olan birine, dünyada tek bir tane olan bir şey…” derdi. Gelen kutu, küçük, siyah bir kutuydu. Kutu etrafından kırmızı, parlak bir kurdeleyle bağlanmıştı. İçindeki bir şeylerin, kutunun iç duvarlarına çarptığı duyulabiliyordu. Kurdele çok sıkı bağlandığı için, çözmek çok zaman alırdı. Bu yüzden, bir maket bıçağıyla kurdelenin, kutunun açılan kısmını tutan kenarlarını kesti. Son bağı kesmeden önce, maket bıçağını tam kontrol edemeyip kaydırdığı için, işaret parmağının orta kısmını da biraz çizdi. Oluşan yara fazla kanamasa da, çok canını yaktı. Kutunun içinden, küçük, ince çıtalardan yapılmış tabut şeklinde bir kutu daha çıktı. Bu tabut da büyük bir olasılıkla sevgilisi tarafından yapılmıştı. Tabut, avucunun içine sığabilecek kadar küçük


olmasına rağmen, oldukça ince bir işçilik ve büyük bir titizlikle hazırlanmıştı. Ölümü hatırlatan hiçbir şeyi, ikisi de sevmemesine rağmen, sevgilisinin böyle bir hediye yollamasına şaşırmıştı. Tabutun içinden çıkacak olan şeyi, korkusuna rağmen, çok da merak ediyordu. Tabutun içinden, beyaz bir tür kumaşa sarılı, ne olduğunu anlayamadığı bir şey çıktı. Kumaş, kırmızı bir iple bağlanmıştı. Uzun – ince bir yapıdaydı. Uçlarından birinde, koyu kırmızımsı bir şey kurumuştu. Beyaz kumaş, avucuna tam olarak sığabilecek kadar küçüktü. Tabutun içinden çıkan kefen… Evet, tam olarak sevgilisinin soğuk espri anlayışına uygun, karamsar bir ifade yoluydu. Kefenin içinden ne çıkacaktı? Bir ceset mi? Bir şeylerin ölüsünü sevgililer günü hediyesi olarak neden yolla-

yacaktı ki? Yine korkakça bir merakla kefenin etrafındaki ipleri sıyırmaya başladı. Yeni bir kesik daha oluşmasından korktuğu için, bu kez maket bıçağını kullanmadı. Şüphelendiği gibi; uçtaki koyu kırmızı sıvı, henüz kurmamıştı. Eğer kansa da, henüz pıhtılaşmamıştı. Parmakları oraya değdiği zaman yapış yapış oluyordu. Etraftaki ipi sıyırmayı bitirince, hemen kumaşı açtı. Kumaşın (ya da kefenin) içinden, kökünden kesilmiş bir parmak çıktı. Parmağı, tırnağından tutup kaldırdı. Kaldırırken, pıhtılaşan kısım biraz direnç göstermişse de, sonradan bıraktı. Böyle bir şey olabileceğine inanmadığı için, gözlerine iyice yaklaştırıp inceledi. Sonuna kadar gerçek bir serçe parmağıydı. Parmağı, kumaşın üzerine geri koyup, banyoya koştu ve banyodaki klozete kustu. Odaya dönerken sifon sesi daha kesilmemişti. Kesilmiş parmağı, kefenin yarısıyla geri örttü. Görmek, midesini tekrar harekete geçiriyordu. Parmaktan tarafa bakmayarak, kutunun altında kalmış olan mektubu aldı. Parmak sanki çok yüksek bir ısı yayıyormuş gibi kendisini ondan uzak tutmaya çalışıyordu. Mektubu alırken de, kutuyu kaydırdı ve tabutu yere düşürdü. Mektubun zarfını açarken parmağa arkası dönüktü. Mektup, sıradan, basit bir zarf ile gelmişti. Kapatılan kısmın ortasından, büyük, kırmızı bir kalp şeklinde bir etiketle tutturulmuştu. Zarfın kenarında da, koyu kırmızımsı dokular vardı. Daha önceden bunların zarfın üzerine yapılmış bir baskı olduğunu düşünmüştü, ancak, incelediğinde, bunların kanlı parmak izleri olduğunu fark etti. Zarfı, kalbin ortasından yırtıp açtı. Mektup kâğıdının farklı yerlerinde de kanlı parmak izleri vardı. Bir fidye mektubu olmasından korkarak,


mektubu okumaya başladı; “Dünyada tek olan birine, dünyada tek olan bir şey… Bu mektubu okumadan önce kutuyu açmış olduğunu tahmin edebiliyorum. Eğer hediyem seni sarsmışsa, özür dilerim senden. Ancak, bazı şeyler için doğru sıralama yapmayı, aceleci davranmamayı öğrenmelisin aşkım. İlk olarak bu mektubu açmalıydın. Senin bu mektubu okuduğun şu dakikalarda, yanında olabilmeyi o kadar çok isterdim ki aşkım… Ama ne yaparsam yapayım, gelemeyecek olduğumu biliyorsun. Bu yüzden; ben gelemeyeceğim için, kendimden olan bir parçayı sana hediyem olarak yolluyorum. O parmağımın yokluğunu hissedeceğimi pek sanmıyorum; ne de olsa dokuz tane daha var bende. Kendi parçamı yollamamın asıl sebebi, benim bir parçamın hep seninle yaşamasını istememem, senin beni gerçek manasıyla hissedebilmen içindir. Bu parmak, senin için yapmak istediğimin somut bir göstergesidir. Beni her zaman hissedebilmen ve bir parçamın her zaman seninle birlikte yaşayabilmesi için, o parmağı yemeni istiyorum hayatım. Onu ye ve benim bir parçamla bütünleş. Seni çok seviyorum. Hep sevdim ve her zaman da seveceğim… Not: Parça parça kendimi sana gönderecek olduğumu düşünüyor olabilirsin ama inan ki öyle bir niyetim yok.” Son kısmında biraz gülümsemişse de, mektubu okuduğunda çok duygulandı. Sevgilisini; birkaç yıl içinde eşi olacak adamı, ne kadar da yanlış değerlendirmişti. Onun kendisi için kesmiş olduğu parmağına nasıl da iğrenç bir şeymiş gibi önyargıyla bakmıştı… Gözyaşları içinde mektubu iki kez daha okudu. Mektubu ikinci kez okurken, kedileri Elrond, ayağına sürtünüp miyavladı. Fakat Elrond’u fark etmedi bile. Paketi açarken, maket bıçağıyla kendi parmağına yapmış olduğu küçük yaraya baktı. Yara hâlâ sızlıyordu. Kendisi, ufak bir çizikle bu kadar acı çekerken, sevgilisi bir parmağından, ömür boyu feragat etmişti. Onun kadar cesur olamadığı için kendisinden utandı. Kefeni tekrar açıp, içinden kopuk serçe parmağını aldı. Sevgilisinin, erkek arkadaşının, eşinin, aşkının, kocasının istediğini yapacaktı. Başka koşullar altında asla yapmayacağı bir şeyse de, ona olan saygısından dolayı istediği şeyi yapacaktı. Parmağı, iki eliyle sımsıkı tutarak mutfağa doğru yürüdü. Mutfaktan içeriye girdiğinde, gözlerinden hâlâ yaşlar sızıyor olmasına rağmen, gülümsüyordu. Yunus KOCATEPE


CIZIRTI Radyoda en sevdiğin şarkıyı dinlerken bir anda frekans bozulur. Cızırtılar girer araya. Şarkının o en sevdiğin coşkulu kısmını dinleyemezsin. Sonunda ya kanalı değiştirirsin ya da kapatırsın radyoyu. Bazen insanlarla konuşmaya çalışmak da buna benzer. Frekansı bozulmasın insanın bir kez. Tıpkı dinleyemediğin şarkı gibi anlayamadığın birini dinlemek de aynı duyguyu verir insana. Ne kadar konuşursan konuş karşındaki seni anladığı kadardır, derler ya hani. İşte o cızırtıya sabredebildiğin “kadar”dır aslında. Dinlemek mi yoksa konuşmak mı daha zor? Birbirimizi gerçekten dinliyor muyuz yoksa formalite midir dinlemediğimiz belli olmasın diye kullandığımız yalancı mimikler? İnsan, en çok kimi ya da neyi dinler peki sizce? Ailesini? Dostlarını? Sevdiceğini? Ya da Bir türlü kaçamadığı kendisini? Ne yaparsa yapsın bir kendini dinlemekten kurtulamaz insan. Oysa ne güzel olurdu hükmedebilsek beynimize; onun için bile yine beynine ihtiyaç duyarsın. Ne gariptir yenmek istediğin şey için bile yine ona muhtaç olman. Tıpkı, unutmak için tavsiye ilacın zaman olması gibi. Geçmek zorunda olan zaman ve yine kendine mahkûm zaman… Direndiğimiz şeyin bazen kendimiz olduğunu unutuyoruz. Kaçmak için koşmanın işe yaramadığı tek şeydir insanın kendisi... İlacı olmayan tek şeyin duygularımız olması ne tuhaf. Yaşadığımız manevi acıya bir kapsül bulamamışlar. Peki ya sen? Çok mu canın yanıyor bir sebepten? Çok mu cızırtı var hayatında? Anahtarı kaybolan prangaların, eskise de direniyor mu çıkmamaya? Kaybolmaktan korkar mısın peki bilmediğin bir yerde? “Bildiğiniz yollardan giderseniz hep aynı yere çıkarsınız,” diyordu bir yazar. Haklıydı. Risk almalı ve bilmediğin bir şeylerin peşinden gitmeli, korkmamalı yaptığın seçimlerden, cesurca karar vermeli, siyah ya da beyaz kadar net olmalı, griye bulanmamalı hiçbir şey. Belki de bugün öteki yolu kullanmalı eve giderken. Ki farklı bir şeyle karşılaşabilesin. Fincanın dibinde kalan soğuk kahveyi bir dikişte içtim. Yazım biterken yine radyo açık. Seçip dinlediklerim, zevk vermiyor her zaman. Bazen radyo açık olmalı ki sevdiğim şarkı çıktığında, onu yakalamanın heyecanını yaşamalıyım. Fakat bu sefer cızırtı değil de bir türlü bitmeyen reklâmlara sinir olmaya başladım. Sevdiğin birini dinlerken de araya reklâm girer ya yani. İstediğin şeyi duyana kadar devamlı reklâm dinlersin. Cızırtıya bile razı olursun. Onu kapatmanın ya da frekansı değiştirmenin iki parmak ucunun gücünü aştığını bile bile… Merve VERAL merveden_95@hotmail.com


BLAME! YA DA ÂLEM CYBORG OLMUŞ İçerdiği şiddet sebebiyle genel manada seinen kategorisine sokulabilecek olan "Blame!", Tsutomu Nihei tarafından çizilip Afternoon Monthly'de yayınlanmaya başladıktan sonra zaman içinde 10 cilt haline getirilerek 1998 - 2003 arasında piyasaya sürüldü. Sıkça adı korku, gerilim, cyberpunk gibi kavram ve etiketlerle bir arada anılan Blame! daha sonra Tokyopop tarafından Amerika'da piyasaya sürülmek üzere çevrildi. Burada da 2005 - 2007 yıllarında yayınlanan İngilizce ciltler, Harvey ödülüne layık görülmekle kalmayıp, çoğu yetişkin anime ve manga severlerin aklında önemli bir yere sahip oldu. Hakkında birkaç film, birkaç anime dizi çekilse de, hiç kimse bu eserin tamamını çekmeye cesaret edemedi sanıyorum. Zira çekilen şeylerin hepsi ya başlangıcıyla ilgili, ya öncesiyle, ya sonrasıyla, ya da alternatif ihtimallerle. Net Sphere Engineer adlı manga serisi de Blame!’e bir devam olarak hazırlanmış zaten. Arada konusundan biraz bahsedince anlayacaksınız sanırım. Zaten konusu ve çizimleri de – en azından tamamen – animeleştirilmeye, filmleştirilmeye pek müsait değil demeye çalışıyorum. Her şey başkahramanımız Killy’nin tam anlamıyla “ne idüğü belirsiz” bir ortamda sağa sola koşuşturması, bir yerlerden bir çocuk kurtarması ile başlıyor. Sonrasını ilk anda anlamak çok kolay değil, o yüzden başlarsanız ilk bir iki bölümden korkmayın, sonra her şey açılmaya başlıyor. Killy ve diğerlerinin yaşadıkları ortam başı sonu, yukarısı aşağısı ve de en önemlisi sağı solu hiç de belli olmayan ve “Şehir” adı verilen bir çevre. Killy’nin amacı ise, bu şehri bir şekilde kontrol eden veya ettiğine inanılan “ağ küre”ye bağlanmak için “değiştirilmemiş insan geni aramak” ve bu uğurda kendisini engellemeye çalışan çeşitli güçlere karşı koymak.


Şehir bir yandan genişlerken, diğer yandan Killy ve sonradan ona katılan Cibo da gittikçe amaçlarına daha sıkı bağlanıyorlar. Bunu aslında evrenin sürekli genişlemesi iddiasına ve bununla çok alakalı olmasa da evren hakkında bilgisi kısıtlı olan insanlığın evreni anlama konusundaki acizliğine kadar bağlayabiliriz. İşte Killy ve Cibo da gittikçe daha fazla bilgi, güç ve tecrübe sahibi olsalar da, karşılarına bu yolda her seferinde başka engeller çıkacak. Gardiyan adı verilen sibernetik varlıklar bir yandan değişmiş gen sahibi tüm insanlara saldırmaya programlıyken, diğer yandan kahramanlarımızın karşılaştıkları diğer varlıklarla karşılaştırıldıklarında melek gibi kalacaklar. Konuyu daha açık bir şekilde ortaya koymak gerekirse, bu ucu bucağı belli olmayan ve arada sırada "Megayapı" adı verilen aşılması imkânsız duvarlarla bölünen Şehir sürekli genişlerken insanların, daha doğrusu Killy'nin genelde karşılaştığı insanların hepsi zaman içinde mutasyona uğramışken Şehir'i yöneten güçler tarafından görevlendirilmiş Gardiyanlar zaten etrafa tek tük dağılmış insanların neslini tüketmek üzere. Killy'nin bunu engelleyebilmesi için bir şekilde -yönetimsel manada- tepeye ulaşıp, değiştirilmemiş insan geni yardımıyla Ağ Küre'ye bağlanarak kontrolü sağlaması gerekiyor. Öte yandan Megayapı dediğimiz sistemlerin içlerinde yerçekiminin ve zamanın yön değiştirmesi gibi esrarengiz olaylar olmakla birlikte, bu sistemlerin içine girmenin "neredeyse imkânsız" olması iki nedene dayanıyor. Birincisi, Gardiyanlar kimseyi bunların yanına yaklaştırmıyorlar; ikincisi ise, zaten insanlar yaklaşsalar da bir şey yapamıyorlar, çünkü Megayapı çok sağlam ve sadece Yerçekimsel Işın Salıcısı adı verilen silahla delinebiliyor. Başkahramanımız Killy'nin de elinde bulunan bu silah sayesinde gününü gören Gardiyan sayısını hiçbirimiz bilemeyiz, fakat bu silahın da çeşitli sorunları var. Yine de heyecanınız kaçmasın... Serinin sloganı şu: "Belki dünyada, belki gelecekte..." Aslında Şehir'in arkasındaki mantık da bu "belki" kelimesine dayanıyor. Belki değişmemiş bir insan geni kalmıştır diye fellik fellik insan test ediliyor. Artık karşılaşılan bazı insanlar ufacık, bazıları da dev gibiyken kimse normal bir insanın ne boyda olduğunu kestiremiyorken, hikâye boyunca gelip geçen her karakter tarafından yok olduğu iddia ediliyor değişmemiş insan geninin. Kahramanlarımız birbirleriyle telepatik ağ bağlantıları kuruyorlar, ruhlarıyla başka bir yere kadar gidip dönüyorlar ve hepsi kendi içinde bir "bilgisayar ağı" veya cyberpunk ekseninde bir tasavvuf sistemi oluşturuyor. Bir nevi "hepimiz aynı şeyin parçasıyız ama başkaları daha bir aynı şeyin parçası ve onları bulmamız gerekiyor"culuk. Çizimler çok muhteşem olmasa da güzel, ve o siyah - beyaz sayfalardaki boğucu ve gerici havayı TV'de, sinemada parlak renklerle sağlamaya çalışmak çok büyük risk. Zaten oldukça fazla aksiyon içeriyor ki, Naruto gibi her manga sayfasını animeyle bir buçuk saat anlatma çılgınlığına kurban gitmesini eminim ki hiçbirimiz istemeyiz.


Killy: Fazla konuşmayı pek tercih etmeyen, tabiri caiz ise bir eylem insanı olan Killy’yi anlamak çoğu zaman çok zor. En azından serinin en başlarında, ne nereden geldiğini, ne de neden Ağ Küre’ye ulaşmaya ve kontrole geçmeye çalıştığını bilmiyoruz. Daha sonra aslında Gardiyanlar’ın ilk sürümü olarak binlerce yıl önce Şehir’e gönderildiğini ve o zamandan beri sürekli dolaşıp gen aradığını anlıyoruz. Killy’nin özelliği yaşlandıkça güçlenmesi, çabuk iyileşmeye başlaması ve elindeki Yerçekimsel Işın Salıcısı ile hemen her şeyi çözmeye çalışmaktan ve gerekirse silahı bir kenara koyup tekme tokat girmekten geri durmaması. Cibo: Capitol adındaki araştırma kuruluşunun başındaki bilim insanı. Değiştirilmemiş insan genini yapay olarak üretip Ağ Küre’ye ulaşmaya çalışırken büyük bir kazaya yol açıp her şeyin yerle bir olmasına yol açtı. Killy’ye uzun zamandır devam eden yolculuğu boyunca eşlik ederken zaman zaman form ve vücut değiştiriyor, zaman zaman bilgisayarlar ve makinelerle iletişime giriyor ve olay örgüsünün devam etmesini sağlayan baş faktör oluyor. Özellikle başlarda ve ortalarda biz hep Killy’ye yoğunlaşsak da, meseleyi büyük ölçüde yürüten kişi nihayetinde Cibo olacak.

Sanakan: Killy’nin hikâyenin başlarında karşılaştığı insan topluluğu olan “elektro-balıkçılar”I yok etmek için aralarına sızmış bir ajan. Hikâye boyunca birkaç şekle giriyor. Bunlardan birisi küçük bir kız şekli, ki bu şeklini insanların arasına sızıp onları yok etmek için kullanıyor, birisi ileride Killy ve Cibo’nun tarafına geçtiğinde kullanacağı genç kadın şekli, ve son olarak da arada tamamen bilincini kaybedip Gardiyanlar’ın yönetim merkezi tarafından kontrol edildiği Gardiyan formu. En başlarda kahramanlarımızı bir nevi sabote etmek için aralarına giriyor, daha sonra “büyük yerlerden” gelen emirler sonucu onları korumak için yanlarına geliyor.

Bu manganın zaman zaman sıkıcı, zaman zaman da gereğinden fazla karmaşık ve/veya belirsiz olduğunu söylemeden geçmek haksızlık olur. Dünya çapında kalitesi kabul edilmiş bir manga olsa da, açıkçası ben ikinci kez okurken “Hımm buraları da böyleymiş,” dedim zaman zaman. Ki kimse bir eseri 3-5 kere okumak zorunda değil tabii... Yine de aksiyonun miktarı ve kalitesi bakımından muadilleriyle karşılaştırılamayacak kadar heyecanlı ve hızlı ilerliyor genel olarak. Bırakalım da arada karmaşıklaşsın, değil mi? İşte bu “arada karmaşıklaşması ve zaman zaman anlamsızlaşması” sabırsız okurlar için pek iyi bir özellik sayılmayabilir. Ama her adımda başka bir çözüm bulmaktansa sonuna kadar heyecan yapıp bir anda muhteşem finallerle karşılaşmayı sevenlerdenseniz heyecanın alasını bulacaksınız Blame!’de.


Uyarlamaları ise, manga olarak hazırlanan devamı hariç, pek kendisiyle boy ölçüşemeyecek gibi olsalar da izlenmeli, görülmeli ve arkadaşlarla muhabbeti yapılmalı. Yine de tamamını, tüm ayrıntılarıyla anime yapıp önümüze koyacak, bize aynı heyecanı olmasa da çok benzer bir heyecanı yaşatabilecek bir babayiğidi beklemek inanıyorum ki hepimizin hakkıdır. Keyfini çıkarın, Yusuf SALMAN www.yusufsalman.info ys@yusufsalman.info


İKİNCİ AŞKBAZ YOKUŞU Videotekin kapısı kilitliydi. Kapısının camına içerden uçuk mavi harflerle PEK YAKINDA AÇILIYORUZ yazan beyaz bezden bir pankart asmışlardı. Camekâna çoğunun adını ilk kez duyduğum yerli ve yabancı filmlere ait küçük afişler yapıştırılmıştı. İçerisi görünüyordu. Tamamen boştu. Daha raflar, satış tezgâhı filan gelmemişti. Sokaktan gelen geçenler vardı. Üç dükkân sağdaki fırından nefis ekmek kokuları geliyordu. Çapraz karşıdaki bankamatikte şişman eflatun gömlek, siyah pantolon giymiş bir kadın işlem yapmaktaydı. Sol elimin işaret parmağıyla kapının camına dokundum. Elimin camın içine batmasını bekleyen yanım hayal kırıklığına uğramıştı. Başımı kaldırıp üst katlara baktım. Dar cepheli Fidan Apartmanı daha önceden hatırladığım binadan farklıydı. Binanın dış badanası kimyon rengiydi. Başımı sola çevirip sokak tabelasına baktım. İKİNCİ AŞKBAZ YOKUŞU. İkinci? Bu nasıl olabilirdi. Birden ağzım açık kaldı. Niye şu anda çılgınca korkmadığımı kavradım. Eskiden rüyalarda bir ara uğradığım Film Yeri adlı DVD filmler satan ve kiralayan bir dükkân vardı. Bu sokağa benzeyen bir sokaktaydı. Şimdi bakınca çok benzemediklerini hemen görüyorum. Öbür sokakta fırın yoktu örneğin. Yolun daha bakımsız bir hali vardı. Asfaltı yama yamaydı. İkinci Aşkbaz’ın asfaltı bir hafta önce dökülmüş gibi yeni görünümlüydü. Film Yeri’nin üstünde kocaman sekiz katlı çift daireli bir apartman vardı. Bu DVD kiralatan dükkânın ise henüz bir adı yoktu. Sadece yakında açılacağını bildiriyordu. Tam burnumun hizasındaki afiş Postacı Kapıyı İki Defa Çalar adlı bir filme aitti. Sinemadan pek anlamam ama bundan yirmi beş otuz yıl önce yapılan bir Amerikan filmi olduğunu bilmekteydim. Eski kocam Fehmi, bir film hastasıydı. Onun sayesinde bir sürü film izlemiştim. Afişten filmin Türk versiyonu olduğu belliydi. Arka planda Boğaz görünüyordu. Yalnız oyuncuların ve rejisörün ismi yoktu. Sadece başlık ve sarışın bir kadına arkadan sarılmış yakışıklı bir adam. Çiftin yüzü bana bir yerden tanıdık geliyordu, ama nereden olduğunu çıkartamamaktaydım. İşaret parmağımla camın üzerinden afişteki sarışın kadının burnuna dokundum. Rüyadan sıyrılma düğmesine basmış gibiydim. Kendimi yatakta buldum. Kalbim dik yokuşlara tırmanmış gibi telaşla atmaktaydı. Sağ yanına kıvrılmış uyuyan adama bakıp içimi çektim ve yataktan usulca kalktım. Holde kapalı duran bir kapıyı aralayıp yatağında yatan oğluma bir göz attım. Tespih böceği gibi kıvrılmış uyuyordu. Ev, kocam, beş buçuk yaşındaki oğlum, ucu timsahlaşmaya başlamış olan sol terliğim de dâhil hepsi gerçekti. Mutfağa gidip kocaman bir bardak su içtim. İkinci Aşkbaz yokuşuna yaptığım astral ziyaret korkularımı, kronik kâbus motorumu pek az etkilemişti. Bir başka durum, ritim diyeceğim geliyor, söz konusuydu. Sokak tabelasında yazmıyordu, ama ikincisi var olduğuna göre birinci diyebileceğimiz Aşkbaz Yokuşu sokağını rüyamda ilk kez bundan sekiz yıl önce gördüm. Dört aylık kocam Fehmi’nin bir trafik kazasında ölmesinin üzerinden birkaç ay geçmişti. Evde tekrar yalnız yatmaya başlamıştım. Sağ olsun yakın arkadaşlar, ablam ve annem hiç yalnız bırakmıyordu. Bir gece Aşkbaz Yokuşu tabelasına bakıyor buldum kendimi. Güneşli bir öğle üzeriydi. Sonra Film Yeri’ne doğru yürüdüm. Ayaklarım yolu bilen sütçü atı gibiydi. Kısa siyah saçlı yirmi ortalarında genç bir delikanlı kendi yaşlarındaki bir gencin kiraladığı filmleri paketliyordu. DVD filmlerin rengârenk hediye kâğıtlarıyla ambalajlanmasına şaşkınlıkla bakmaktaydım. Bunu çok garip bulmuştum haliyle. “Nasıl bir film arzu etmektesiniz?”



“Bilmem ki... Buraya ilk kez şey yaptım da.” Buğday tenli, iri kahverengi gözlü delikanlı gülümsedi. “Daha yeni açıldık. Filmlerimiz çok özeldir. Bilinen sinema filmlerinin Seyirci Kıtırı nüshalarını kiralıyoruz.” “Nasıl yani?” “Director cut deniyor ya, rejisörün kendince montajladığı versiyonlar var. Tıpkı bunun gibi belli sayıda seyirci izledikten sonra yeniden montajlanan filmler var. Bunlara yarı argo tabirle Seyirci Kıtırı diyoruz. Bunlar normal kesimlerden daha uzun oluyorlar.” Rahat tavırlı, içten konuşan, beni beğendiğini yanaklarını azıcık allandırarak belli eden delikanlıya hemen kanım ısınıvermişti. İlk karşılaşmamızda adama duyduğum yakınlığın nedenini anlayamamıştım. Kendini kısmıştı mahsustan. Beni ürkütmemek için. “Kaça kiralanıyor peki?” “İlk on film bedava. Promosyon olarak. Sonrasında standart tarife söz konusu. Keseye uygundur. Sürümden kazanmak amacındayız. Seyirci Kıtırı kesimli filmler eşsizdir. En uyduruk film bile hizaya girer. Neyse, kendiniz hemen fark edeceksiniz zaten.” “Anlıyorum.” “Aklınızda bir film var mı?” Birden ani bir ilhamla, “Solaris,” dedim. Fehmi’yle beraber izlediğimiz ilk filmdi. “İlkini mi, ikincisini mi?” Hiçbir zaman bilimkurgu filmlerini çok sevmedim. Fehmi, aşk hikâyesi zaten demişti. Öyleydi de gerçekten. Fehmi’yle gördüğüm yeni yapımdı. Acaba daha sonra bir tane daha mı yapılmıştı? “2002 yılı aralığı olduğunu hatırlıyorum sadece,” dedim dürüstçe. Delikanlı filmlerin durduğu raflara doğru yürüdü içlerinden birini alıp geri geldi. Afişteki resmi görünce tanımıştım. George Clooney hiçbir zaman bittiğim bir erkek olmamıştır. Filmi sıkılmadan izlemiştim ama. Adamın intihar eden karısı tekrar tekrar var olmaktaydı. Baştan bir uyarlanma içindeydim. Yavaşça kurulmakta olan mekanik bir çalar saat gibiydim yani Allah kahretsin. Ben idrak edene kadar atı alan Üsküdar’ı geçecekti. “Bu olmalı?” Başımı salladım. Delikanlı hiç üşenmeden DVD’yi alacalı bulacalı kâğıtla ambalajladı, mor plastik şeritle bağladı ve beni kapıya kadar uğurladı. Kendimi içimde garip duygularla sokakta ve sonra da evde buldum. Ortalama düş süresini çok aşan bir durumdu. Düş ya da vizyon her neyse, eve gelip televizyonda filmi izlemeye başladım. Sonradan neredeyse her ayrıntısını hatırlayabildiğim bir süreçti. Filme ara verip tuvalete gidiyor ya da mutfakta kendime leziz sandviçler hazırlıyordum. Film ilk seyrettiğim haline göre daha uzundu. Bir sürü hatırlamadığım sahneler eklenmişti. Bazı diyaloglar anlaşılmazdı. Teknik ayrıntılar. Ama heyecanla ve büyük bir dikkatle izlemekteydim. Sona doğru az sonra uzay istasyonundaki bilim adamlarına kendini imha ettirecek olan başrol oyuncusu, Rheya rolündeki kadın aynada yüzünü seyrederken birden benimle konuşmaya başladı. “Özlem dinle. Çok önemli. Vakit dar. Fener Yolunda çok kötü şeyler olacak. Bunu engelleyebilirsin. Bir adam karısını öldürecek. Zaman dar. Unutma. Bir felaketi önleyebilirsin.” Apışıp kaldığım için kadına tek bir söz edemedim. Zaten onun da böyle bir şey beklediği yoktu. Film kaldığı yerden devam edip bilinen şekilde bitti. Sonradan araştırdım. Natacha McElhone adlı aktristin birkaç başka filmini de izledim. Bunlar çok sonraydı. Suçluluk duygusunun ve endişenin içimi yiyip kemirdiği zamanlardı. Kadının bana yönelik konuşması ilk ve tekle sınırlı kaldı. Kiraladığım ilk DVD’yi geri götürüp ambalajlanmış kâğıtların içinden çıkan başka filmleri izledim. İkinci ve üçüncüler sıradan izlemelerdi. Bir olağanüstülük yoktu. Dördüncü film trafik kazasında


kaybettiğim kocamı andıran o yakışıklı delikanlının önerdiği Minority Report, Azınlık Raporu adlı filmdi. Bilimkurgu filmi sevmem dememe rağmen adam ısrar edince kıramamıştım. Film ilginçti. Daha da ilginç olan emniyet kuvvetlerinden kaçan Tom Cruise’un o kadar telaş içindeyken Türkçe olarak “Özlem, Fener yolunda, Gazi Muhtar Paşa sokağı, Rahimoğlu apartmanının 15 numaralı dairesinde cinayet işlenecek. Bunu engelleyebilirsin,” demesiydi. Bununla da kalmamış bana saçlarının boyama olduğunu tahmin ettiğim sarışın, güzelce bir kadının fotoğrafını göstermişti. “Bu kadın kocası tarafından öldürülecek. Vahşi bir şekilde. Bıçakla. Behnan ise suç ortağı. Her şeyi o planlıyor. Unutma Behnan Denizci. 26 Nisan günü.” Bu arada sekiz film izlemiş, sadece ikisinde ünlü oyuncular tarafından uyarlanmıştım. Artık düşlerimde film kiralamamaktaydım, ama havaya girmiştim fena halde. Geçen zamanda İstanbul’da Aşkbaz Yokuşu adlı bir sokağın gerçekte olmadığına kani olmuştum. Ne taksiciler, ne tapu dairesindeki memurlar, ne de şehri çok iyi bilen tanıdıklarım bu adı duymuşlardı. Gazi Muhtar Paşa sokağını ise Kadıköy’de oturduğum için kolaylıkla buldum. Apartmanı da öyle. 15 numaralı dairenin zilinin etiketinde Aysel – Sinan Bakırcı yazmaktaydı. Ablamla birlikte işlettiğimiz küçük bir konfeksiyon atölyemiz vardı. O sıralarda daha konfeksiyon sektörü şu andaki dar boğaza girmemişti. Kazancımız fena değildi. Ara sıra işi asarak soluğu Gazi Muhtar Paşa sokağında almaktaydım. Bir gün daha sokağa Bağdat Caddesi tarafından yeni girmişken bulunduğum kaldırımdan karşıdan gelmekte olan sarışın kadını görünce yüreğim hopladı. Bay Cruise’un gösterdiği fotoğrafın tıpa tıp aynısıydı. Otuz başlarında hoş bir kadındı. Kendisiyle konuşmak istediğimi, hayati bir mesele olduğunu söyleyince Aysel Hanım önce biraz ürktü. Az kalsın yürüyüp gidecekti. Sonra durakladı ve “Beni size kim önerdi?” diye sordu. Natacha McElhone ve Tom Cruise desem iş baştan kopardı. Kadın kaçık olduğumu düşünür ve çeker giderdi. Ben de böylesine ağır bir yükü taşımıyor olurdum şimdi. Ama daha akılcı görünebilmek için “Adınız Aysel Bakırcı. Tehlikedesiniz. Biraz konuşsak iyi olur,” dedim. Filmlerde ve romanlarda gaipten haber alıp kötü şeyleri engellemeye çalışan iki bacaklı saftirik meleklere özenmiştim. Tekdüze yaşamımda bir heyecan doruğu belirmişti. Kim kapılmazdı böyle bir yele? Kadının meraklı ve kurnaz bakışları beni tepeden tırnağa süzdü. Kıyafetimde ve tipimde sakıncalı sinyaller bulamamıştı. Yüzümde çok sevdiği eşini ansızın kaybetmiş birine ait hüzün vardı. Tek lüksüm olan Louis Vuitton el çantama takılan bakışları yumuşadı ve “Şurada bildiğim bir kafe var,” dedi. Kiraz Tepesi adlı kafede sütlü kakao içerken kadına medyum olmadığımı, ama rüyalarım aracılığıyla ona bağlandığımı, olan bitenleri anlattım. “Behnan Denizci mi dedi?” “Evet. ” Kadını söylediklerime ikna eden kilit isimdi bu. Arkadan sorduğu ikinci soru sıradan görünmüştü o sıralarda. “Nasıl biri bu Film Yeri’ndeki adam?” Az kalsın rahmetli kocama benziyor diyecektim. Adam gerçekten de Fehmi’yi andırmaktaydı. Neresi deseler tek tek sayması zordu, ama genel andırttı söz konusuydu. Kalbimde ağrılı bir heyecan uyandırıyordu. Bu benim hevesimi kuran en güçlü etkendi. Yoksa Aşkbaz Yokuşu’ndaki Film yeri’ne defalarca bağlanamazdım. Bunu sonradan idrak ettim. Kadına satıcıyı tarif ettim. İlki Behnan Denizci adını telaffuz ettiğimde olmak üzere gözlerinde ikinci büyük duygu değişimi meydana gelmişti. Yüzünün ifadesini analiz edebilmekten acizdim haklı olarak. Taşıdığım mesajın içeriğinden habersizdim. DVD kiralayan zatın kim olduğunu o sıralarda bilmem mümkün değildi. Kiraz Tepesi’nden çıktığımızda kadın biraz dalgındı. Zihni planlarıyla meşguldü. Güneşli bir öğle üzeriydi. Bağdat Caddesi tam kapasiteyle devinmekteydi. Tam ayrılırken birden aklıma Tom Cruise’un



bir tarih de söylediği geldi. “26 Nisan günü olacakmış,” dedim. Kadının yüzünde yeni bir emosyon kıpırdaşması yaşandı, ama bir şey demedi. Mayıs ayındaydık. Daha çok zamanı vardı kumpası engellemek için. Ayrılırken elimi sıktı. Yüzündeki şükran ve minnet çizgileri pek zayıftı. Melanet ışıyordu, ama o şartlarda bunu algılayabilmem neredeyse mümkün değildi. Korku, endişe, kararsızlık gibi görünmüştü gözüme. Aysel Hanım’ın uzun topuklu ayakkabılarıyla gidişini izlerken bir garabetin farkındaydım. Kadın söylediklerime inanmıştı, ama bana sıradan bir şekilde teşekkür etmesi, benim hakkımda bilgi kopartacak sorular sorması falan rahatsızlık vericiydi. Bir daha düşlerimde yolum o Film Yeri’ne düşmedi. Aradan aylar geçti. Kocamın yokluğuna olduğu gibi buna da alıştım. Kendimi işe verdim. On gün Bodrum’da tatil yaptım. Dönüşümün ikinci günüydü. Kapıcının her sabah paspasımın üzerine bıraktığı gazetede Aysel hanımın fotoğrafını gördüm. Yıllardır tekerlekli sandalyeye mahkûm yaşayan Sinan Bakırcı apartmanın merdivenlerinden yuvarlanarak ölmüştü. Adamın noter olan en yakın arkadaşı Behnan Keskin bunun kaza olmadığını, arkadaşının cinayete kurban gitmiş olabileceğini söylemişti. Sinan Bakırcı’ya otopsi yapılacaktı. Yazının en altında Aysel Denizci’nin evlenmeden önceki bir sabıkasından söz edilmekteydi. 1998 yılının martında şeytana tapanlar ayinine yapılan bir polis baskınında gözaltına alınmıştı. Uyuşturucu kullanmakla suçlanıyordu. Fotoğrafını da basmışlardı. Yanında uzun boylu, ince yapılı bir delikanlı vardı. Ansızın toparlandığı için dağınık bir görünümü vardı, ama onu hemen tanımıştım. Film Yeri’ndeki delikanlıydı. Birkaç gazete arşivi gezince o baskınla ilgili daha ayrıntılı bilgiye ulaştım. Delikanlının adı İsmet Denizci’ydi. Satanistlerin Şeyhi lakabıyla anılmaktaydı. Aysel’in bir yaş büyük abisiydi. Aralarında ensest ilişki olduğundan şüphelenilmekteydi. En basit bir akıl yürütmeyle bile bu işe alet edildiğim açıktı. Yalnız anlayamadığım bazı noktalar vardı. İsmet Denizci bana düşlerim kanalıyla nasıl sokulabilmişti? Belki bende bir yetenek, bir duyarlılık vardı, ama niye ben? Bir de kendinin kolayca iletebileceği bir mesaj için Tom Cruise’u araya sokmasına ne gerek vardı? Tekrar gazete arşivlerine gitmeye başladım. 1998, 1999, 2000 ve 2001 yılı gazetelerinden bir şey çıkmadı. 2002’de bulduğum şeyse tüylerimi diken diken etti. İsmet Denizci aşırı doz eroin nedeniyle Fatih’deki evinde ölü bulunmuştu. Tarih 26 Nisan’dı. Ölü ağabey beni kullanarak kız kardeşine bir mesaj yollamış ve kadının kocası kaza geçirip ölmüştü. Mesajını ustaca kurmuştu. Behnan Denizci, 26 Nisan, aslında kötürüm olan kocanın işleyeceği cinayet gibi bir kurmaca bilgiyle kadını uyarmıştı. Behnan Keskin noterdi. Sanırım adamın vasiyetnamesini filan değiştireceklerdi. Her şeyi Behnan planlıyor lafı başka ne anlama gelebilirdi. O kadar aradıysam da Aysel Bakırcı hakkında başka haber bulamadım. Adli tıp herhalde kaza demişti adamın ölümü için. Mesele açıktı. Kocamın ölümü nedeniyle hassaslaşan zihnim satanistlerin şeyhine bir kapı aralamıştı. Adam duyarlı ve saftirik birini arıyordu. Ben olmasam başkasını da bulurdu herhalde. İçimden çok gelmesine rağmen Gazi Muhtar Paşa sokağına bir daha gitmedim. Bilmeden de olsa bir cinayete alet edilmenin rahatsızlığını içimden atamıyordum. Soğukkanlı katil Aysel Denizci’nin beni sağ koymak istemeyeceği fikri de yavaş atımlı bir nabız gibi her dakika zihnimde kıpırdanmaktaydı. O yıl eski bir tanıdığımla yakınlaştık. Evlendik. Bir oğlumuz oldu. Ailem vardı, iş çevrem genişti, ama içimdeki korkuyu atamıyordum. Sürekli Aysel ve zebani abisi tarafından izlendiğimi düşünmek-


teydim. Birkaç kez gidip kadınla konuşmayı düşündüm, ama her defasında vazgeçtim. İyi ki de öyle yapmışım. Belli aralarla gazete arşivlerini ziyarete devam etmekteydim. Bu arada internetle de samimiyeti ilerletmiştim. 2004 yılının on bir Ocak’ında Behnan Keskin kendini yedinci kattaki dairesinin balkonundan aşağıya atıverdi. İntihar başlığı vardı haberde. Kanında yüksek miktarda alkol vardı. Arkada mektup bırakmamıştı. Yalnız yaşayan orta yaşlı bir adamdı. İnternet aracılığıyla bilgileri derledim. Gidip adamın birlikte çalıştığı ortağını ziyaret ettim. Merhum Sinan Bakırcı’yı ve Behnan Keskin’i babam kanalıyla tanıdığımı ve Aktüel dergisi için çalıştığımı söyledim. Gazete arşivlerinde geçirdiğim bunca saat nedeniyle uydurma kimlik kılıfımın içinde çok rahat oturmaktaydım. Adam ortağının intiharına hiç bir neden bulamamaktaydı. Laf lafı açtı. Behnan Bey’in Aysel Denizci aleyhine bir miras davası açma hazırlığında olduğunu öğrendim. Sinan Bey’in akrabalarıyla görüşmüştü bu konuda. Sonra da balkondan aşağı atlamıştı. Bu işin arkasında şeytani planlar vardı. Pustum. Kendimi aileme ve çocuğuma vererek olan biteni unutmaya çalıştım. Korkularım azalıp, çoğalarak hep var oldu. Filmlerde ya da dizilerde genç bir kadının takip edildiği sahneleri izlerken içimde zehirli dikenli korkular serpiliyordu. Kimseye tek kelime bile etmedim. Konuşmazsam, hatta düşünmezsem o kötü ruhlu kadının peşimi bırakacağını düşündüm. Bazen kalabalıkta onu görür gibi oluyordum. Şeytan ruhlu abisi nedeniyle eski kocamın fotoğraflarına bile bakamamaktaydım. Adamın her an benimle astral bir ilişki kurmasını bekleyen yanım nedeniyle bazen en sıradan bir düşte bile gerilim hissetmeye başlamıştım. Altı yıl böyle geçti. Kimseye sırrımı açmadım. Bir cinayete alet edildiğimin bilinmesini istemiyordum. Aşkbaz Yokuşu adlı sokak, Film Yeri videoteği, ölü kocamı andıran yakışıklı satanist tezgâhtar, ambalajlanan DVD’ler Seyirci Kıtırı film versiyonları ve de ünlü oyuncuların benimle konuşmaları. Bunları anlattığım kimse, başta kocam olmak üzere, annem, babam, herkes iyice tırlattığım sonucuna varırdı zaten. Gidip yatağa uzandım. Sandığımın aksine uyku perileri üzerime mışıl mışıl tozları serpiştirdi. Derin bir uykuyla sabahı buldum. Oğlumu anaokuluna bırakıp The Postman Always Rings Twice adlı filmin DVD’sini satın aldım. 1981 yapımıydı. İşi mişi bırakıp oturdum filmi izledim. Amerika’da 1930’lardaki mali kriz sırasında genç bir adam kendisine yardım olsun diye işe almış birisinin karısını baştan çıkartıyor, birlikte kadının kocasını öldürüp hayat sigortasına konuyorlardı. Ama sonunda kapıları ikinci kez çalınıyordu. Birden kendimi bunca zaman sonra ilk kez gerçek anlamda ferahlamış hissettim. Afişteki sarışın kadını andıran Aysel Denizci’nin kapısını postacı bir kez daha çalacaktı. Bu çok açıktı. Birincide kötücül yan kazanmıştı. İkincisi fatura ödemek olacaktı. Belki bu gece, belki de yarın gece, çok yakındaydı hissediyordum, İkinci Aşkbaz Yokuşu’nda bir film kiralayacaktım. Sonra da Aysel Denizci Hanım’ın hayatı yokuş aşağı yönünde değişecekti. Aradan sekiz yıl geçti. Boşuna, Tanrı’nın değirmenleri yavaş, ama ince öğütür demiyorlar.

Sadık YEMNİ İllüstrasyon Mehmet SEVİNÇ http://mehmetsevinc.deviantart.com


HAYATIN İÇİNDEN CANLI YAYIN Öğleye doğru uyandığında yataktan kalkmayıp beş dakika boyunca boş gözlerle tavanı izlemişti. Bir ölü gibi yatıyor bir yandan da “Ne gerek var ki yaşamaya,” diyordu. Nasıl olsa yaşamı tek düze bir şekilde ilerliyordu, sokaktaki hayat hep aynı idi. Her şey tiyatroda sahnelenen bir oyundu onun için. Eli başucunda duran telefona gitti. Telefonunun tarayıcısından twitterı açtı, sayfasına girdi. Takipçisi olduğu hesapların yazdıklarını okudu. Sonra gözüne bir mesaj takıldı, biri aynı kendisi gibi düşünüyordu: “Ne gerek var ki yaşamaya, 27 yaşında ölüp gitsem ya…” “İşte,” dedi “herkes bir gün ölmeyi düşünecek ve isteyecek.” Sonra da iç sıkıntısı ile mesajı retweet etti. Bir iki dakika daha yattıktan sonra telefonu bırakıp da kalkmaya çalışırken bulunduğu yuvadan uçmaya çalışan yavru kuşun uçamayıp da çaresizce yuvasından düşmesi gibi kafa üstü yatağından düştü. İlk şoku atlattıktan sonra düştüğü yerde oturdu. Sakarlığına katıla katıla gülerken aklına bir fikir geldi: Her zaman yaptığı gibi bütün gün İzmir sokaklarını arşınlayıp gördüğü her şeyi twitterdan yayınlayacaktı. Nasıl olsa işi ve gitmesi gereken bir okulu yoktu. Hayatın içinden canlı yayında olacaktı. Sonrasında da uzun zaman önce açmasına rağmen kayda değer bir giriş yapmadığı blogunda twitterda yayınladığı mesajları kısa hikâyelere çevirecekti. Blogunun adını da değiştirecekti: “Hayatın İçinden Canlı Yayın”. Kahvaltıdan bozma öğle yemeğini yedikten sonra yola çıkarken “Düşelim bakalım şu hayat denilen feleğin bizler için ördüğü yola,” dedi. Bakalım feleğimiz neler yapıp, neler ediyor, savulun Teoman geliyor... Mp3 playerdan gelen her nota ve attığım her adım ruhumu ilkbahar yağmurunda yıkanan sokaklara çeviriyor ve arındırıyordu. Yavaş yavaş yürüyerek İnönü Caddesi’ne yöneldim amacım Güzelyalı’ya doğru inmekti. Kırmızı ışıkta beklerken ilk mesajımı gönderdim: “Açın İzmir’in önünü metro bitecek… Sorum var size Expo’yu alsa idik acaba onun yatırımlarını da metro gibi engeller miydiniz?” Yayalara yeşilin yanmasıyla beraber tam adımımı atmaya hazırlanıyordum ki hayvan kökenini unutmayan bir sürücü yolun karşısına geçen yayaların arasına daldı. Yayalar aralarına dalan araçtan kendilerini kurtardılar ama bu kurtarma maalesef ki yolun karşısına geçmeye çalışan bisikletli kurye için söz konusu değil. Kuryeye çarptı ve kaçtı. Görebildiğim kadarı ile kurye bu kazayı bir kol kırığı ile atlattı. Umarım iç kanaması yoktur. Bu şekilde ikinci mesajımın kaynağı da çıkmış oldu: “Kırmızı Corsa, plakası 35 WHF 903 ve yer İnönü Caddesi. Suçu ise kırmızı ışıkta durmamak. Bir bisikletliye çarptı ve kaçtı.” Olayın şokunu atlattıktan sonra yokuş aşağıya doğru yoluma devam ettim. Ara sokaklardan geçerek rotamı Uşakızâde Latife Hanım Köşkü’nün oraya çevirdim. Amacım köşkün karşısında yer alan küçük caminin içerisinde bulunduğu parkta oturmak; az önce gördüğüm çarpışma sahnesinin etkisini hem de yorgunluğumu atmak idi. Bu camiyi bulunduğu mevki itibarıyla çok seviyorum çünkü cennet benzeri bir parkın ortasında yeşillikler içerisinde. Bir benzeri de Bornova’da bulunmakta. Neyse burada bulunmanın etkisi mi (bir ibadethanenin gölgesinde bulunmak) bilmiyorum ama buraya geldiğim her zaman hem yorgunluğum yok oluyor hem de üzerimde bulunan negatif enerji bedenimden akıp gidiyor. Bir süre oturduktan sonra dosdoğru sahil yoluna çıkıyorum. Yine trafik ışıkları ve yine bekliyorum. Ne oluyorsa o arada oluyor. Bize yanan yeşil ışık nedeni ile duran bir araca konak yönünden gelen ve çivit mavisi renkte bir BMW k 1200 s kullanan bir sürücü hızını alamayarak kafadan bindiriyor. Her şey bir anda olup bitiyor. Motosikletin kopup gelmesi, acı bir fren sıkması, frenlerinin tutmaması



neticesinde motorun sağa sola yalpalaması, tekerleklerin yolla temasını kaybedip uçarak karşı şeride geçmesi ve araca kafadan bindirmesi. Sürücü, çarpmanın şiddeti ile aracın ön camının tavanı ile birleştiği bölüme çarparak otomobilin üzerinden uçuyor ve arkasına boyun üstü düşüyor. Kaskı ve vücudu paramparça oluyor. Kırılan kemikleri hem kollarından hem de bacaklarından dışarı fırlıyor. Ortalık kan gölüne dönüyor. Araçta da durum farklı değil. Çarpmanın etkisi ile motordan fırlayan parçalar otomobili kullanan sürücünün göğsüne saplanmış durumda. Arabanın içinde de dışında olduğu gibi bir kan gölü var. Sürücü ağır yaralı, motosikleti kullanan ise ölü. Donup kalıyorum kıpırdayamıyorum. Ne olur diyorum ne olur bu bir rüya olsun. O an bir el omzuma dokunuyor. Parmakları mengene kadar kuvvetli ve bu sıcakta buz kadar soğuk. Arkamı dönüyorum hayatımda duyduğum en soğuk, en ifadesiz ses benzerine daha önce rastlamadığım kadar kötü nefesini dişlerinin arasından serbest bırakarak direkt suratıma üfleyip “Tüm bu gördüklerin, bu olayların hepsi daha başlangıç,” diyor…

Mustafa KILCI mustafakilci@gmail.com İllüstrasyon Celalettin CEYLAN http://robocat58.deviantart.com


IRON MAN 2’NİN HALEFİ

Nick Fury (Samuel Jackson)

Iron Man 2 geçen ay vizyona girdiğinden beri istikrar abidesi bu serinin gideceği yol biz çizgi-roman müptelalarının gönül tellerini titretmeyi başardı. Robert Downey Jr.’ın harikulade performansının yanına Don Cheadle’ın eklenmesiyle daha bir ete kemiğe bürünen seri ileride daha da kalabalıklaşacağının sinyallerini de vermeye başladı. Filmi izlemeyenler için sürprizi bozmak istemiyorum ama çizgi romana az buçuk aşina olanların hemen hatırlayacağı bir ekipten bahsediyorum. Iron Man 2 sinema endüstrisinin vaktinde umursamadığı, şimdiyse görmezden gelemeyeceği başarılı çizgi roman uyarlamaları arasında çok parlak bir noktada değil dürüst olmak gerekirse. Bunun esas nedeni Iron Man 2’nin tek başına başarısız bir film olması değil, bahsedilen alt janrın son yıllarda çıtayı çok yükseltmesi. X2, Spider Man 2, The Dark Knight gibi modern klasik statüsüne erişmiş filmlerin işgal ettiği bir sınıftan bahsediyorum. Iron Man 2 serinin ilk filminde olduğu gibi tek başına bir bütünden ziyade, önümüzdeki yıllarda bize sunabileceklerinin ufak ipuçları sayesinde önemli bir film haline geliyor. Çoğumuzun hatırlayacağı üzere ilk Iron Man’de kafamızda oluşan tablo, eğlence potansiyeli çok yüksek bir serinin başladığıydı. Iron Man 2 bu fikri destekliyor hatta üzerine bir sıra daha tuğla örüyor. İlk filmde ufaktan sözü edilen S.H.I.E.L.D. bir yana (Nick Fury’nin Samuel Jackson tarafından ikinci bir Tony Stark olarak vücut bulması bambaşka bir yana) daha meşakkatli hareketlerin gerçekleştiği bir mecraya adım atıyoruz ufaktan. Marvel’ın efsane ekibi The Avengers’tan bahsediyorum. Eğer Iron Man 2’de film bittikten sonra sabrınız elverdiyse ve yazıların bitmesini beklediyseniz şu an internette herkesin çılgınlar gibi birbirine anlattığı o meşhur sahneyi de görmüşsünüzdür. Bu sahne önümüzdeki 2 yıl içerisinde çizgi roman severlerin uzun zamandır beklediği sinema uyarlamasının gerçekleşeceğinin en somut kanıtı. Ama daha sevindirici haberler de var. Louis Leterrier’in yönettiği 2008 tarihli The Incredible Hulk’ta bu serilerin birbiriyle kesişeceğinin ipuçlarını görmüştük. Tony


Kingpin (Michael Clarke Duncan)

Stark’ın generale bir ekip topladığından bahsetmesi ilk başta akıllara bu ipucunu getirmişti zaten. Sevindirici olan bu ortaklığın devam edecek olması. Beyaz perdede ete kemiğe bürünen karakterleri yine aynı aktörler oynarken izleyecek olmamız. The Avengers filminin kadrosunda bahsi geçen isimler önceki perde zuhurlarında rol almış aktör ve aktrisler. Tony Stark yine Robert Downey Jr, Black Widow yine Scarlett Johannson, Bruce Banner yine Edward Norton (umarız!), Nick Fury yine Samuel Jackson (yine de David Hasslehoff’tan yeğdir kendisi). Bu unsur serideki istikrarı ve inandırıcılığı arttırdığı gibi çizgi roman sektörünün en sevdiği fikirlerden olan ortak evren anlayışını da sinemaya uyarlamış oluyor. Bir DC Comics çizgi romanı okuduğumuz zaman bir yerden Metropolis lafının geçmesi ya da Wayne’in yatırımlarından bahsedilmesi alışıldık bir fikir bizim için. Ya da X-Men’de sağdan soldan Örümcek Adam’ın peydahlanması her gün görülebilecek bir şey. Gelgelelim mevzu bahis sinema sektörü olunca bu durum, dağıtım hakları gibi beyhude unsurlar yüzünden sekteye uğruyordu. Daredevil’da ortaya çıkan Kingpin’in sıra dışı bir durum olmadıkça Örümcek Adam’ın herhangi bir sinema uyarlamasında görünemeyecek olması üzücü değil mi? Hele ki aklımızda Daredevil’daki haliyle kalmışken.


Marvel’ın Hulk, Iron Man, Thor, Kaptan Amerika gibi efsane karakterlerinin haklarını geri kazanmasıyla yaratma çabası içine girdiği bu evren, tüm bu karakterlerin aynı dünyada yaşadığı ve yeri geldiği zaman yollarının kesişebileceği, yan yana savaşabileceği veya birbirlerine düşman kesilebilecekleri potansiyellerle dolu (ve bizi mest edecek) bir zemin. Öyle ki dedikodular arasında sonu muallâkta kalan The Incredible Hulk’u kötü yorumlayanların kabul edeceği üzere The Avengers’ta toplanan ekibin Hulk’a karşı savaşacağı bile söyleniyor. Bundan sonra ortaya çıkacaklar iki yola sapabilir. Ya X-Men serisinin yaptığı hataya düşüp iki tane çok önemli ve güzel filmi bir tane karakter ve hikâye çorbasına dönmüş eli yüzü ayrı yerde bir saçmalığa çevirebilir ya da işi ağırdan alıp sindire sindire yarattıkları bu evreni, unutulmaz hikâyelerle dolu sinema klasiği bir seri haline getirebilirler. Yönetmen koltuğunda oturan isim Joss Whedon. Bu isim tek başına bizi tav edebilir hali hazırda. Buffy ve Angel’ı göz ardı etmeyi kabullensek bile ortada es geçilemez bir Firefly mevzusu var. Joss Whedon’un çizgi roman endüstrisine yakınlığı ve çizgi roman hayranlığı zaten bilinen bir unsur. Bir de üstüne yıllardır kullanmasını beklediğimiz kapasitesini böyle efsane bir ekibin sinema uyarlamasında değerlendirecek olması ayrı bir sevinç. Umarız The Avengers ekibinin üyeleri sinema tarihine geçecek bir işle karşımıza çıkarlar da hafta sonları evde toplanıp izlenecek demirbaş klasikler arasına bir film daha girer. Gelecek ay görüşmek üzere. Fikret KARAKURT karakurtf@gmail.com www.sineblok.com


KAÇINILMAZ OLAN Biraz para kazanıp, belimi doğrulttuktan sonra geri dönerim, diye düşünüyordum ama tam on beş yıldır bu metal şehre tıkılıp kaldım. Benden eskiler, arkadaşlarım ve tanımadığım insanlar, yavaş yavaş ortadan yok oluyorlar. Bir çeşit salgın hastalık. Dağıttıkları haplardan düzenli olarak alırsak her şeyin yoluna gireceğini söylüyorlar ama biliyorum ki vaat ettikleri gelecek gibi bu da bir yalan. Ölenlerin cesetlerini kimse görmeden yok edip normal tempomuzda yaşamımıza devam etmemizi istiyorlar. Vardiyalar ve biraz uyku. Tek düşündükleri aptal verimin düşmemesi. Şehirden gitmekte özgürüz ama gidenlerin başına ne geldiğini hepimiz biliyoruz. En sonunda bu lânet hastalığın belirtileri bende de başladı. Ölümün çabuk geleceğini düşünüyordum ama ben hâlâ bu bokun ortasında sürünüyorum. Lâvuklar korkup bana bu kadar yıldan sonra ilk kez üç gün izin verdiler. Üç gündür kusuyorum, terliyorum ve bitmek bilmeyen bir karın ağrısını çekiyorum. Bugün iznim bitti ve gitmezsem kesin şutlarlar. Saat 08:08’di. Çabucak giyinip sokağa fırladım ve yetişmek için kestirme yoldan ilerlemeye karar verdim. Bir süre yürüdükten sonra artık kullanılmayan alt geçide vardım. Henüz saat 08:19’du ve epey vaktim vardı. Merdivenlerden indim, sidik kokulu dar koridordan geçtim ve yukarı doğru çıktım. Karşımda, geçide girmeden önce bitirdiğim sokağı görüyordum. Sanırım bu hastalık artık beynimi de ele geçirmişti. Tekrar denedim, tekrar ve tekrar. Sonuç hep aynı. Koşarak bir kez daha girdim ve çıkıştaki son basamağa takılıp yere yuvarlandım. Sırtüstü yatarken bir gülme sesi duymaya başladım. Ne olduğunu anlayamıyordum, iyice gerilmiştim ve şimdi de sersemin biri benimle dalga geçiyordu. Ayağa kalktım, sağ tarafımdaki duvara yaslanmış bir adamın bana bakıp sırıttığını gördüm. Geriye taranmış saçlar, kemik çerçeve bir gözlük, yanaklarına gelen devasa favoriler ve küçümseyen bir gülümseme. Daha önce orada bekleyen birisi yoktu ama gördüklerimin gerçek olup olmadığını bilemiyordum. Yumruğumu sıktım ve “Bir derdin mi var?” diye bağırdım. İfadesini bile bozmadı ve yürüyüp geçide girdi. “Hey!” diye seslendim arkasından ve peşinden gittim. Aşağı indiğimde ortada kimse yoktu, sanki hiç var olmamış gibiydi. Devam ettim. Dışarı çıktığımda ilerideki fabrikayı gördüm. Bu aptal kâbus sonunda bitmişti. Giriş kapısına yürüdüm. Geçiş kartımı okuyucuya gösterdim ve hemen üstteki küçük ekranda kırmızı bir yazı ortaya çıktı. “İşinize son verilmiştir.” Saatime baktım, 09:35’ti. Zamanın nasıl bu kadar çabuk geçtiğini idrak edemiyordum. O herif bana bir oyun oynamıştı. Kapının önüne kanlı bir balgam fırlattım, kutudan iki hap alıp yuttum. Ağrı gittikçe artıyordu. Bunların asla ölümü durduramayacaklarını biliyordum. Bu şehirden çıkamadığım sürece bunu başarmalarını da istemiyordum. İçimdeki bu şeyi biraz olsun kesecek gerçek bir ilaca ihtiyacım vardı. Kafamı dağıtmak için gittiğim eski fabrikaya doğru yürümeye başladım. İşçiler arka arkaya ölünce kapatılıp, etrafına tel çekilmişti. O zamanlar bir açıklama yapılmamıştı ama nedeni tabi ki de hastalıktı. Binaların üzerinden bacayı gördüm. Yaklaşmıştım. Çoğu insan korkudan bu çevreden taşınmıştı, kalanlar ise bu durumdan kaçış olmayacağını düşünenlerdi. Terk edilmiş apartmanların arasından ilerleyip, sokağın sonundaki markete girdim ve kasadaki top sakallı şişman adamdan tanrıların içeceğinin ucuz bir versiyonunu istedim. Bıyık altından bir gülüş attı, daha sonra raftan alıp bana uzattı. Şişeyi paltomun cebine soktum ve bozukluklarla ücreti ödedim. Çıktım ve bir kaç metre yürüdükten sonra kesik tellerden geçip fabrikaya doğru ilerledim. Dev bacaya bitişik merdivende tırmanıyordum. Yukarı baktım. Balkona az bir mesafe kalmıştı. Parmaklıklara tutundum ve gövdemi yukarı çekip oturdum. Yorulmuştum. Etrafıma göz gezdirdim. Yüzlerce dikine yanan puro ve büyük, koyu gri labirent. Başka da hiçbir şey yoktu. Şişeyi açıp kafama diktim ve yarısına kadar geldim. Tam bu sırada “Zor bir gün ha?” dedi bir ses. Kafamı çevirdiğimde geçitte karşıma çıkan adam demirlere dayanmış sigara içiyordu. “Piç kurusu!” diye bağırdım ve yerimden fırlayıp suratına bir yumruk salladım. Herif sola doğru hafifçe eğildi ve yumruğum boşluğa


gitti. Hızlı çıkmıştı bu it. Bir nefes çekti sigaradan, dumanı burun deliklerinden boşalttı ve “Kovulmanı planlamamıştım. Yalnızca seni sinirlendirmek istiyordum,” dedi Aslında suratını dağıtmam gerekiyordu ama bitik bir haldeydim. Hem bu belâ normal bir şeye benzemiyordu. “Zaten hastalığımdan dolayı çıkarmak için bahane arıyorlardı,” dedim. “Buradaki tiplere benzemiyorsun. Nasıl oldu da düştün bu pisliğe?” dedi ve biten sigarayı aşağıya fırlattı. “Kendi kararlarımı verdiğimi sanıyordum,” dedim. Bir yudum daha aldım içkiden. “Hepimiz öyle sanıyorduk. Neyse, ikinci aşama da tamam olduğuna göre gidebilirim,” dedi. “Ne aşaması?” diye sordum. Gözüyle elimdekini işaret etti. Şişeye baktım. Kafamı kaldırdığımda karşımda marketteki adam vardı. Gülümsedi. “Ne verdin bana?” diye bağırdım. Cevap gelmedi, yalnızca gülüyordu. Birden sıçrayıp balkondan aşağı atladı. Düşerken kahkahası duyuluyordu. Ses gittikçe azaldı ve yok oldu. İyi hissetmiyordum, içimde bir yanma vardı. Bir acı saplandı mideme ve arkasından kusmaya başladım. Kanla karışık sarı bir maddenin ortasına yüzüstü düştüm. Görüntüler yavaşça bulanıklaştı ve artık yalnızca karanlık vardı. Suratımda bir ıslaklık hissettim, gözlerimi açtım. Hava bulutluydu ve kararıyordu. Birkaç siyah damla düştü ve daha sonra birden yağmur yağmaya başladı. Eve gitmeliydim. Bugün yeteri kadar saçmalık canıma okumuştu. Dönüş yolu boyunca içimde izleniyormuşum gibi bir his oluştu. Göremiyordum ama orada olduklarını biliyordum. Koşmak istedim ama acı beni engelliyordu. Sırılsıklam bir halde oturduğum apartmana vardım. Yukarı çıktıkça içimdeki yanma garip bir şekilde arttı. Kapıyı açıp içeri girdim ve düğmeye bastım. Işıklar yanmıyordu. Karanlıkta oturma odasına doğru ilerledim. Dışarıdan gelen ışık odanın ortasındaki kel, beyaz üniformalı bir adamın üzerine vuruyordu. Sert bir sesle “Sen de kimsin?” dedim. Bu sırada karanlıktan bir adam daha çıktı. Suratı biraz aydınlanınca tüm gün benimle uğraşan piçin olduğu anlaşıldı. “Sen ha? Bu seferki ilginç olacak,” dedi. “Kes sesini! Yalnızca işini yap!” dedi kel, yanındaki adama. “Emredersiniz efendim,” dedi adam. Komik gelmişti bu durum. Serseri de bir emir kuluydu. “Ne istiyorsunuz benden?” diye bağırdım. Kel “Uyandır artık!” dedi. Başıyla onayladı adam, gözlerini kapattı ve hırıltıya benzer bir ses çıkarmaya başladı. Zor nefes alıyordum. Ağrı dayanılmaz bir derecedeydi ve içimdeki yanma tüm vücuduma yayılmıştı. Kollarım ve bacaklarım orantısız bir biçimde uzuyor, ellerim pençelere dönüşüyor ve derim yapışkan bir maddeyle kaplanıyordu. Suratım hakkında bir fikrim yoktu ama eminim ki o da berbat bir haldeydi. Saniyeler içerisinde insanların yıllardır benim için söylediği şeye dönüşmüştüm. Bir ucube. “Yanıma gel!” dedi adam. Bu sırada üniformalının suratında pisliğe bakar gibi bir ifade oluşmuştu. Büyük bir öfke vardı içimde, ikisini de pataklamalıydım ama yapamadım. Verilen komuta uyan bir köpek gibi yanına gittim. Bu adi yerin, fark ettirmeden yıllarca beynime işlediği bir şeydi bu. Ne olursa olsun itaat etmek. Kel, cebinden bir telefon çıkartıp birkaç düğmeye bastı. Hattın diğer ucundaki kişiye “18971 sokak, no:87, daire 6 standart işlem uygulanacak,” diye söyledi ve kapattı. Ters bir bakış attı adama ve “Bir sonrakine hazırlanmaya başla!” dedi.


“Peki efendim,” dedi o da. Beyaz üniformalının daireyi terk etmesini bekledikten sonra balkona çıkmamı söyledi. Çatılarda, yağmur altında binlerce yaratık bekliyordu. Bir süre sonra o da geldi. Yüzünde yorgun bir ifade vardı. “Üzgünüm,” dedi ve bir anda zıpladı, biraz uçtu ve aralarına indi. “Gel buraya!” diye seslendi. Aniden sıçradım ve ucube ordusunun ortasına doğru uçmaya başladım. Efe TUŞDER efetusder@yahoo.com

İllstrasyon Mehmet SEVİNÇ










HİÇ

Turkish!!!

Bir yıl mı, on yıl mı, yüz yıl mı geçti, bilmiyorum. Aslında ‘hiç’ yıl geçmedi dünya için. Diğer bir deyişle ben ve bağırsaklarımdaki bakteriler dışında kimse için geçmedi o zaman. Sadece ben yaşadım o yılları. Delirmemek için her şeyi yaparak yaşadım. Şu an delirip delirmediğimden bile emin değilim ki. Yok yok, delirmemişimdir, mantıklı gidiyorum şu ana kadar. Bilgisayarlar çalışmıyor, tükenmez kalemlerin mürekkepleri akmıyor, o yüzden kurşun kalemle, o sayısını bilmediğim yıllar boyunca hiç yaşlanmamış ellerimle yazıyorum. Kendimi öldürmek dışında hiçbir çarem kalmadı ve tahmin edersiniz ki bu bir intihar mektubu. Şu an İsviçre’deyim. Türkçe dışında dil bilmediğim için Türkçe yazıyorum, ama elbet buradaki bilim adamları bir yolunu bulur, bu yazdıklarımı çözerler. O kadar da saf değiller ya. Koskoca CERN lan, boru değil. Gerçi bu yazıyı muhtemelen ilk okuyanlar bilim adamları olacak, onlara hitap etmem gerekir, ama tanımam etmem, ne hitap edicem? Öyle meydana konuşurum işte. Belki de hakikaten delirdim. Neyse…

*

*

*

Dediğim gibi, bu bir intihar mektubu. “Yaşadıklarımı biraz anlatayım da bilim adamları bir açıklama getirsinler bari,” diye düşünüp ta İstanbul’un Merter’inden İsviçre’ye geldim. Üstelik arabalar da çalışmıyor. Tüm yolları emektar Bianchi bisikletimle kat ettim, kolay mı? Değerimi bilin yani. Şimdi siz burada hiç anlamadığım deneyler falan yapıyorsunuz. Aha, etrafımda bir sürü beyaz önlüklü, ağarmış saçlı adam var. Kimi elinde not defterleri, kimi elinde dumanı hâlâ tüten çayları, kahveleri (kel kafalı bilim adamından özür diliyorum, elindeki kahveyi alayım derken üzerine döktüm) öyle mal mal bakıyorlar alet edevatlara. Teorime göre kendimi öldürdüğüm an, onlara göre yoktan var olucam ve şaşkınlıktan küçük dillerini yutacaklar. O bir türlü çözemedikleri ‘ışınlanma’ denen şeyin gerçekleştiğini sanacaklar. Tabii ben ölü olucam o ayrı. Üstümü başımı iyice bir araştırırlar tahminen. Elimdeki notu da bulurlar geri zekâlı değillerse. Çevirttiler mi tamam. Heh, aklıma gelmişken, işlerini kolaylaştırayım da en başa Turkish yazayım, uğraşmasınlar. Kâğıdı çevirince anlarlar herhalde neler olduğunu. Beni öylece aniden belirmiş halde görüp hikâyeme halen inanmazsanız zaten sizin ecdadınızı, soyunuzu sopunuzu sıraya dizeyim. Başka da bir şey demiyorum.

*

*

*

Nerde kalmıştık? Hikâyemi şöyle bir anlatayım. Zaten yazmayı sevmem, şimdiden elim yoruldu. Kalem de dandik çıktı. Kalemtıraş bulana kadar imanım gevredi, bir de ucu durmadan kırılıyor.


Zeytinburnu çocuğuyum ben. Ortaokuldan terkim. Bir tekstilcide ayak işlerine bakıyorum işte. Adım Alaaddin Coşkunoğlu. Zeytinburnu’nda hangi tekstilciye sorsanız tanır beni. O yabancı (İngiliz misiniz, Doyçlandlı mısınız, neyseniz) aksanınızla gidin, Alaaddin varmış burada deyin, hapşırırken çok ses çıkaran Alaaddin, herkes bilir. Zaten her şey hapşırıktan gelmedi mi başıma?

*

*

*

Zaman durdu lan, zaman. Daha ne olsun? Koca bir elbise yığını taşırken aniden geldi hapşırık. Elim de doluydu, elimle karşılayamadım. Önümden geçen kısa etekli liselinin suratına hapşırmayayım diye hem başımı, hem bedenimi çevirmeye çalıştım, bir de üstümdeki yük devrilmesin de rezil olmayayım kaygısıyla, tabii göz ucuyla kızı da kaçırmayayım derken bir hapşırdım, zaman durdu. Bu kadar. Başka bir bilimsel açıklaması yok. O yaptığım hareketleri dener dener bulursunuz işte işin sırrını. Ulan, bir baktım kız durmuş önümde. Hasiktir dedim, yüzüne müzüne mi geldi sümüklerim! Bir de öyle sümük çıkmış ki, burnumdan aşağı sallanıyor. Mecburen bıraktım malları yere, burnumu üstüme başıma sürdüm. Tekrar baktım kıza, hâlâ duruyor. Bana da bakmıyor, aşağı bir yere bakıyor. Elinde cep telefonu varmış meğer, mesaj gelmiş, onu okumaya çalışıyormuş o sırada. Laf atsam mı atmasam mı diye düşünürken, kız hiç kıpırdamayınca şüphelendim tabii. Bacaktan bir çimdik aldım, tık yok. “Aha,” dedim, “şimdi sıçtık.” Anlamıştım zamanın durduğunu. Aptal da değiliz yani. Filmleri milmleri izliyoruz. Dedim, üç beş dakikalık bir şeydir. Kızın etinden budundan biraz daha faydalansam mı? Ama sonra aklıma daha mantıklı bir şey geldi. Şerefsiz patronun kasasından biraz para aşırmak. Kendimi bildim bileli gözüm o kasada arkadaş. Nasıl olsa ölücem, itiraf edeyim bari. Birkaç kez de denedim açmayı, ama becerememiştim. Neyse, şansıma o an adam paraları çıkarmış sayıyor. Hatta bir parmağı dilinde, ıslatacak güya. Öyle de pörtlek gözlerle aç aç bakıyor ki paraya ebesini bellediğimin şerefsizi. Adamın elinden kaptım paraları, koştum dışarı. Malum her an elektrikler pardon zaman geri gelebilir. Baktım kız orda duruyor gene. Eteği de pek bir kısa. Zaman gene gelir mi gelmez mi bilemediğimden biraz oynaşmakla yetindim. Telefonunu aldım elinden, baktım Murat diye birinden mesaj gelmiş, “Bu akşam geliyor musun?” diyor. Bu gençlik çok ahlaksız oldu şerefsizim. Alo, bilim adamları, bir çözüm bulun yahu buna!

*

*

*

İşyerinde sigara içmeyi yasaklamıştı patron denen it. İnadına girdim içeri, on tane sigara üst üste içip suratına üfledim. Üflediğim dumanlar da dağılmayıp öylece kalsa, zaman döndüğünde patron dumanda boğulsa ne güzel olurdu, ama öyle değilmiş bu işler. Sonradan yaptığım her etki, tıpkı zaman varmış gibi gösteriyor etkisini. Mesela havada kalmış bir topu sektirip havaya diktiğimde tekrar asılı kalmıyor, gidiyor apartmanın balkonuna. Bu arada o topunu balkona kaçırdığım çocuktan da özür diliyorum, vicdanımı rahatlatmak adına. Malum zaman saatlerce beklememe rağmen geri dönmeyin-


ce biraz canım sıkılmıştı. Ohoo, harbi, herkesten özür dilemeye kalksam ansiklopedi yazmam gerekir. Gerçi söylemeyi unuttum, saatler de çalışmıyor. Elektrikle çalışanları düzeltmenin imkânı yok ama kurmalıları bir kere kurdum mu ancak devam ediyorlar çalışmaya. Ama sonra durumun mantıksızlığını anlayıp saate falan bakmaktan tümden vazgeçtim. Hiç akşam olmuyor ki arkadaş. Güneş olduğu yerde duruyor, bulutlar olduğu yerde duruyor. Bizim işyerinin önündeki liseli kız da duruyor. Bakıyorum, bakıyorum içim gidiyor. “Zaten orospu lan,” diye düşündüm bir ara kendimi kaybedip. “Şunu yere yatırıp bir güzel yapsam ne olur acaba?” Kendimi riske atan bir adam değilim ama. O anda zaman gelse affedersiniz penisi tutarım. (Penis menis de bilmezdik, Hakkı abi öğretti sağ olsun. Kadınlarınki de vajinaymış, biz iki harfe kısaltmış idare ediyorduk oysa.) Sonra aklıma bir fikir geldi. Gittim bir el arabası buldum, kızı oturttum içine, götürdüm ıssıza, önce başında epey bir düşündüm, sonra dayanamayıp oracıkta becerdim. Kız kaşardı abi, valla kaşardı. Neyse, tecavüzden yargılanacak değilim ya, ölmüş olucam siz düzelince zaten. Tamam, kabul, vicdanım sızladı sonradan. Epey sızladı hem de. Bir yandan “Ulan kim olsa aynısını yapardı,” diye düşündüm, bir yandan da “Bu yaptığın insanlığa sığar mı?” diye kızdım kendime. O günden sonra da zaten genelevde hazır bekleyenler dışında hiçbir kıza bulaşmadım. Yeminle.

*

*

*

Kabul, epey eğlendim bir süre. Bol bol hırsızlık yaptım. Marketlerden ne istiyorsam çalıp eve getirdim. Zaten yaşlı anneannemle kalıyorum, daha doğrusu kalıyordum. Kadın da bunak, eve bir şey getirdiğimin farkında bile olmazdı. Evi dayayıp döşedim, ama her daim zaman geri gelecekmiş gibi tetikte oldum. Uzun süre kendimi her konuda tatmin ettikten sonra canım sıkılmaya başladı. Benden başka insan olmaması önce çekici görünmüştü ama sonra boğucu bir sıkıntı verdi. Zamanı geri getirmenin yollarını aramaya başladım. Hapşırıkla gittiği için hapşırıkla döner diye düşünüp bol bol hapşırdım, olmadı. Aynı yerde, aynı yükü sırtıma alarak, aynı şeyleri yaparak denedim, beceremedim valla.

*

*

*

O kadar uzun zaman geçti ki, yüz yıl bile olabilir. Valla billa hatırlamıyorum. Zaten konuşmayı dahi hemen hemen unutmuş durumdayım. Allahtan okuma alışkanlığı edindim de yazmayı unutmadım. Hatta tüm imla kurallarını falan ezberledim, akademik kitaplar okudum. Zaman döndüğünde bir işe yarar diye. Tamam, tamam, kabul, sadece can sıkıntısından.

*

*

*

Dolaşmaya başladım sonra. Tüm dünyayı Bianchi’mle gezmeye koyuldum. Arada arıza çıkarınca kendim tamir ettim, tekerleği patlayınca kendim değiştirdim, bir kez fena halde düşüp parmağımı da kırdım, kendi tedavimi kendim yaptım. Virüsler de donuk olduğundan hasta olmadım hiç ama böyle kırık çıkık durumları kötüydü işte. Sonunda bezdim her şeyden. Ölümsüz olmanın ne kadar zor olabileceğini anladım. Gerçi ölüm-



süz birileri varsa onlardan bile şanssızım çünkü onlar tek başlarına değiller, etraflarında sürekli dönen, değişime her zaman açık bir dünya var. Ben ise tek bir ana hapsolmuş durumdayım. Eğlenceli tarafları elbette oluyordu, ben de küçükken herkes gibi zamanı durdurabilsem de kızların eteklerinin altına bakabilsem, marketlerden Lego falan çalıp koca bir oyuncak koleksiyonu yapabilsem, bana yamuk yapanlardan intikam alabilsem diye düşünürdüm. Ben de, her ne kadar varoş çocuğu olsam da, okumamış olsam da bir şeyler hayal ederdim işte. Hayallerim küfürlere karışırdı bazen ama olsun. Şu zenginlerin dünyasında minik bir figüran da olsam ben de süper kahraman olmak istedim küçükken. Sonra, o tekstil atölyesine gömsem de tüm hayallerimi, içimde bir yerlerde yaşıyorlardı işte. Vay be, ne edebi konuştum ha.

*

*

*

Hiç yaşlanmayan bedenimde, bin yıl (ulan her yazdığımda da arttırıyorum ha, on yıl, yüz yıl derken bin yıl dedik, iyi mi…) geçirmiş bir gezgin olarak CERN’e geldim işte bilim amcaları. Silahlar çalışmadığı için zehir içeceğim birazdan. Beni ölmüş olarak bulacaksınız. İki ihtimal var. Ya her şey benimle birlikte sonsuzluğa gömülecek ve evren donup kalacak; ya da ben gittiğim an hepiniz hayatlarınıza kaldığınız yerden devam edeceksiniz. İstanbul’daki marketler, kuyumcular falan bir şeylerini kaybetmişlerse Merter’deki evimde bulabilirler. Zeytinburnu’ndaki Karamenteşe Tekstil’de kıçına raptiye batacak olan bir patronum var. Ona da bir zahmet tetanos aşısı yapın. Haydi bana eyvallah.

Gökcan ŞAHİN www.buzuldunya.com İllüstrasyon Nadir KUTLUHAN http://nadirkutluhan.blogspot.com


DENİZLER ÜLKESİ VE CADI Bir varmış, bir yokmuş… Zamanın birinde, derin okyanusların birinde büyük bir krallık hüküm sürermiş. Halkı yolda yürürken gördüğümüz normal insanlara benzemezmiş, sudaki yaratıkların birer kopyalarıymış sanki. Perde perde ayakları, uzun uzun kuyrukları varmış, tenleri de masmaviymiş. Bakmayın böyle dediğime, bu yaratıkların erkeklerinin hepsi çok yakışıklı, kadınlarının ise hepsi çok güzelmiş. Öyle güzellermiş ki insanlar görse hiç düşünmeden bu güzellik için canlarını verebilirlermiş. Bu güzel halkın da yüce bir kralı varmış. Elindeki sipsivri uçları olan, delici çatalı ona zalim bir görüntü verse de, yemyeşil gözleri iyilikle parıldarmış. Halkı onu çok sever, saygı duyarmış. Onları o kadar iyi yönetirmiş ki bunu duyan diğer denizaltı krallıkları kıskançlıktan çatlarmış. Tabii her güçlü kralın bir varisi olduğu gibi genç ve tüm halkından çok daha yakışıklı bir prensleri varmış. Gel zaman git zaman, krallığın gücü gün be gün artarken diğer denizaltı krallıkları bir karar vermişler. Zaten yaşlanmış olan kralı öldürmek istiyorlarmış. Krala yaklaşmanın en kolay yolunun da büyük bir davet vermek olduğunu düşünmüşler. Denizde yaşayan halklar da üstündekiler kadar iletişim içinde oldukları için davet isteği krala çabucak ulaşmış. Bu fikri çok beğenen kral hemen hazırlıkların başlamasını buyur etmiş.


Kırk gün, kırk gece sürecek büyük bir şölen için hazırlıklar hemen oracıkta başlamış. Bu sırada da diğer krallıklara ve onların halkına davetiyeler gönderilmiş. Neredeyse tüm deniz altında yaşayan ırklar toplanacakmış. Davet verilecek olan güçlü kralın yönettiği krallıkta hazırlıklar tüm hızıyla sürerken, amaçları onu ve varisini öldürmek olan diğer krallıklar bir araya gelmiş. Uzun süren bir toplantı yapmışlar, hepsi öldürmek için farklı yöntemler söylüyormuş. Ne var ki hiç biri yere göğe sığıp uygulanacak şeyler değilmiş. Tüm bu karmaşayı uzaktan izleyen biri varmış. Diğerleri onun farkında değilmiş ama o gizli gizli, her kötü fikre kıs kıs gülerek beklemiş ve beklemiş. Sonunda krallar hiçbir karara varamamışlar. Sonunda kararsız kralların önüne çıkmış sinsi kadın. Onların ırkındanmış ama hiç böyle çirkinini görmemişler. Derhal defetmek istemişler, ne de olsa güçlü kralın bir muhbiri olabilirmiş. Çirkin kadın ise tek bir hareketi ile çıt çıkartmalarını engellemiş, dudakları kıpırdasa da konuşamamış hiçbir kral. Büyü yapıyormuş çirkin kadın, onlara planını açıklarken bu büyüyle de kimse konuşamamış. Krallar dilleri bağlı olduğu için başlarıyla onaylamışlar, ne de olsa davetin tek bir sebebi varmış o da kralı öldürmek, eğer başaramazlarsa ne eylesinlermiş bu daveti? Çirkin cadı kralların dilini çözüp oradan uzaklaşmış ve kendi hazırlıklarına başlamış mağarasında. Davetin başlayacağı gün gelmiş, çatmış. Diğer krallıkların halkları ve kralları geldikleri bu yerde yapılan hazırlıkları gördüklerinde çok şaşırmışlar. Her şey büyük bir lükse sahipmiş. Refah içinde yaşayan halk onları davet boyunca geniş evlerinde misafir etmek istemişler. Kabul de edilmişler diğerleri tarafından. Bu zamana kadar hiçbir kral cadıdan haber alamamış ama davetin ilk günü son gelen misafir oymuş. Akşam olunca yemek masalarında toplanan halkın arasında herkes korkuyla bakıyormuş çirkin cadıya, kendi aralarında hiç böylesini görmemişlermiş. Yine de bir şey diyememişler. Kimse kendi huzurunu bozmak istemiyormuş eğlencelerde. Bu sırada cadı yaptığı sihirli iksirleri yemeklerine katmak üzere kralların masasına doğru yürümüş. Masaya doğru yaklaştığını görünce bütün krallar şaşkın bakışlarla süzmüşler kadını. Şimdi nasıl yüce kralı öldüreceğini merak ediyormuş hepsi. Cadı masaya yeterince yaklaşınca tek tek bakışlarını süzmüş kralların. Bir tek yüce kralın bakışlarında korku yokmuş, merhamet okunuyormuş gözlerinden. Cadının yüreğine dokunmuş bu manzara. İlk kez biri ona korkan gözlerle bakmıyormuş kendi ırkından, onu dış görünüşüyle yargılamıyormuş. Yüce kralın varisi de babası kadar merhametliymiş. Yaptığının yanlış olduğunun farkına varmış cadı. Yine de son bir karara varmadan bir oyun oynayacakmış kalplerinden geçeni okumak için. Masadaki kralların yanına gidip tek tek önlerinde diz çökmüş. Krallar o kadar korkuyorlarmış ki bu çirkin kadından ayaklarına bile dokunmaması için geri çekilmişler. Sıra en son yüce krala gelmiş. Önünde eğilmeye çalıştığında kral nazikçe elini tutarak engellemiş bu hareketini. Cadı başta anlayamamış, çok kızmış ama tam bu sırada kralın söylediği sözler onu çok memnun etmiş. “Önümde eğilmenize gerek yok, asıl ben sizin önünüzde eğilmeliyim. Bu davete katılan diğer herkes kadar size de minnettarım,” demiş yüce kral. Diğer krallara nefretle bakmış cadı ve bu iyi kralı öldürmek istedikleri için onları tüm gücüyle lanetlemiş bu gece. “Siz diğer krallar, hiç biriniz bana saygı duymadınız. Görünüşüme bakıp benden korktunuz. Ayrıca bana saygı duyan, benden korkmayan tek insanı öldürmemi istediniz! Bundan sonra sizi, varislerinizi ve tüm krallıklarınızı lanetliyorum. Ölümünü istediğiniz kral ne kadar refaha kavuşturursa halkını sizin halkınız o kadar yoksulluk çekecek, hastalık kol gezecek, bir bir pişman olacaksınız istediğiniz yüzünden!” Korkuyla kaçışmış tüm krallar daha davet bitmeden. Evlerine döndüklerinde cadının sözleri de


ilk günden etkisini hissettirmeye başlamış. Laneti duyan halk yüce krala sığınmış ve refah içinde yaşamaya başlamışlar. Diğer krallar ise çabucak pişman olmuşlar ama ne fayda! Tüm krallıklar çok vakit geçmeden yıkılmış. Denizaltına adaletle hükmeden tek bir krallık kalmış, onun varisleri de aynı şekilde yönetmişler krallığı. Sonsuza kadar adalet, refah ve mutlulukla yaşamışlar denizlerin altında… Rafet Tolga CANKURT

İllüstrasyon Mustafa YAŞAR http://bashibozuk.deviantart.com Oğuzhan TÜMKAYA


KANLI PERİ KIZI–1 Güneş ışıklarını göremeyeceğim bu yerde zamanı tahmin edemiyorum. Hatırlayabildiğim en son zaman dilimine göre daha saat on bir olmadı diye hatırlıyorum. Ama burada kaldığım süreden beri kayıp olduğum anlaşılana ve bulunana kadar çoktan öleceğimin farkındayım. Vücudumdan akan kanlardan oluşma bir öbeğin içinde, tavandaki tozlu tahtalardan gelen mum ışığının sönük parıltılarının altında yavaş yavaş ölümü soluyorum. Oynamaktan sıkılan bir çocuğun kenara attığı küflü bir bez bebek gibi süklüm püklüm bir halde tozlu zeminde yatıyorum. Vücudum gibi acıyı da hissetmiyorum. Üzerimde dolaşan böceklerin gezinmesini hissetmeyeli uzun süre oldu. Aldığım alkolün etkisi geçti ama yaşadıklarımdan dolayı ruhum hâlâ sızlamakta. Gerçi ruhumu kaybedeli çok oldu bu modern zamanlarda yaşadığım kasvetli gotik hikâyede şimdilik sadece can çekişiyorum. Elinde tuttuğunuz şey, burada bulduğum boş beyaz yapraklı eski bir defterdir. Başıma gelenleri aktarmak ve ne olduğu belirsiz bir ceset olmak istemediğimden paslı bir çivi parçasına bulaştırdığım kanımı kullanarak hikâyemi yazıyorum. Yazıyı içeren kanlardan ve defterin yanında yatan ölüm kadar beyaz ve boş gözlerime, çarpılmış cesedime katlanabildiysen emin ol ki tiksineceğin ve korkacağın en son şey bunlar olsun. Çünkü burada anlatacağım şeyler, gördüklerinden daha kanlı ve daha korkunç olacaktır. Kim olduğumu zaten gazetelerden tanıyacaksın ve başıma gelenleri de – eğer "o" daha önce bulup yok etmezse – öğreneceksin. Yine de bu defterin, ardımda kalanlara bir uyarı olarak kalmasını, okul koridorlarında dolaşan o lanetli yaratığa ve şehrin çıkışındaki büyük köşke – evet o kasvetli, Hunâşamzadeler Konağı – dikkat etmelerini diliyorum. Yaşadığım bu korkunç acıya maruz kalan son kişi olacağımı umuyorum. Bu arada üslubum garip gelebilir, malum ölüm hali kafam kıyak o nedenle yazdıklarım seni yanıltmasın. Belki inanmayacaksın, şaka sanacaksın, intihar ve alkolün hisleriyle bu satırlarda böyle bir hikâye uydurduğumu düşüneceksin ama inan ki yaşadıklarım gerçek. Olayların başlangıcına gelirsek. Diğer insanlara oranla bir hayli sönük bir lise hayatı geçirmiştim. Biraz da benim tercihimdi. Boş insanlarla boş şeylerle vakit geçirmektense, bu küçük sınır şehrinin sıkıcı insanlarına katlanmaktansa, sınırsız internet bağlantısıyla online mmporg oyunlarına bağlanıp kendimi odama kapatmak bana daha cazip geliyordu. Yani sıradan bir lise yaşantım vardı. Lise son gelip çatmış, ben dershaneye daha sık gidip gelir olmuştum ama devam uygulaması yüzünden okulda daha fazla zaman geçiriyordum. Sonradan böyle bir zorunluluk olmamasına rağmen sürekli gidecektim sonum olacağını bile bile. Okulların açılmasından bir hafta sonraydı. Ben hâlâ mmporg oyunlarıyla zaman geçirdiğim yaz tatilini özlemekle meşguldüm. Pazartesi günü, sabah sekiz buçukta bahçede sıralanmıştık. Kulağıma gelen gürültülere aldırmadan o günün nasıl sıkıntıyla geçeceğini düşünmekteydim. Bir an gözüm çarptı arkamda duran iki lise iki öğrencisinin av köpeği gibi okul kapısının olduğu tarafa baktıklarını gördüm. Bakışlarından anlamıştım ki okulun popülerlerinden bir hatun okulumuza duhul etmişti. Ama gözlerindeki yabancılık ve çaresizlik hissini hissetmemem mümkün değildi. Onlar gibi kapıya bakma hatası gösterdiğimde gelenin gerçekten bir yabancı olduğunu anladım. Kapıdan bize doğru tarif edemeyeceğim denli güzellikte bir kız yaklaşıyordu. Hakikaten yabancı bir kızdı. Daha önce eşini benzerini görmediğimiz birisiydi. Yeni kız, yeni çocuk vakası değildi. O zaman "o"nun cazibesiyle gerçeği göremedim ama hem bize hem gerçekliğimize yabancı, bilinmeyen, karanlık bir dünyadan okulumuza geçiş yapmış bir istilacıydı. Ama o anki düşüncelerim ve diğerlerinin düşüncesi farklıydı. Onun güzelliğini ve şeklini nasıl tarif edebilirim ki? Ortadan uzunca boylu, eski bir derebeyinin kızıymış gibi asil ve vakarlı bir duruşa ve asil yüz hatlarına sahip, açık tenli, sanki kasvetli gün ışığında parlıyormuş gibi görünen yeşil gözlü, narin endamlı, belki de en önemlisi o soluk gün ışığında hayal ötesi bir parlamayla insanın aklını başından alabilecek bal rengi saçlara sahip bir kızdı. Yürüyüşü ve bakışları,


eski zaman filmlerinde görebileceğiniz soylu saray kadınlarını andırıyordu. Bizim sınıfın sırasına girdiğini görünce sınıfımdakilerle birlikte ben de kalp krizinden ölebilirdik. Bendeki etkisi daha fazlaydı zira sınıfta mmporg oyunları oynamaktan kafayı sıyırmış olan ben onu oynadığım oyundaki büyüleyici elflere benzetiyordum. Gerçi "o"nun sonradan elf olmasa da yine onların âleminden birisi olduğunu öğrenecektim. Sınıflara dağıldığımızda benim yan tarafımda duvar köşesindeki sıraya oturmuştu. Tüm gözler ona bakıyordu. Otururken bile ayrı bir havası vardı. Belki daha o andan onun ne olduğunu, onun o bizim dünyamıza yabancı halini anlayabilirdik ama dediğim gibi kendi doğal özelliğinden gelen yapısından gelen cezp edici güzelliği o an için bu tür şeyler düşünmemizi engelliyordu. Hiç bir kimseyle konuştuğunu, merhabalaştığını görmemiştim. O duru yeşil gözleriyle boş boş duvar boşluğunu seyredip, sanki bir ölü gibi neredeyse nefes almadan hareketsiz durmaktaydı. İlk gün utangaçlığının neden olduğunu düşünmüştüm. Öğretmen sınıfa girip yoklama listesini eline aldığında, öğrencilik tarihimde ilk kez diğerleri gibi sınıf listesine kulak kesilmiştim. Bu masallardan gelme güzelliğin adını gelecekteki üniversitemden bile daha çok merak ediyordum. Tanıdık isimler geldi geçti. En son durdu, ilk kez okumanın verdiği aşina olamamanın verdiği hisle durakladı. Ağzından daha önce hiç dikkatle bakmadığı sınıfa bakınarak: "Elif Hunaşamgil?" diye seslendi. Artık isminden emindik, "o" arka taraftan elini kaldırdığında da bilgimiz kesinleşmiş, Elif Hunaşamgil adı beynimize kazınmıştı. İçimden "Demek peri kızının adı buymuş," diye düşündüm. Fantastik kurgu ağırlıklı oyunlara ağırlık veren biri olarak eski Türk inançlarına atıfta bulunmam kaçınılmazdı. Birden aklıma gelen bu benzetmeyi hemen benimsemiştim. Artık okula gidip gelmem için bir nedenim vardı. Gecelerimi onunla geçiriyordum düşlerimde. O ötelerden gelen peri kızı benim hayallerimin ve düşlerimin yegâne kalıcı özelliği olmuştu. Geceleri adını sayıklıyordum. Okulda sürekli onu takip ediyordum. Âdetim olmadığı halde günlük tutmaya başlayarak sayfalarca onun duruşunu, hallerini hareketlerini tasvir ediyordum. Onu görmem, yanımdan geçmesi dünyayı gözümde bambaşka bir masal âlemi haline büründürüyor bu sevinç hali bana sayfalar dolusu Elif tasviri yazdırıyordu. Bir gün sınıfa gizlice girip sırasından kalemini çalıp o kalemi adeta kutsal bir nazarlık gibi yanımda taşımaya başladıktan sonra ona âşık olduğumu anlamıştım. Yalnız bu cazibe hissiyle beraber kafamda bir merak da büyümeye başlamıştı. Bana çok garip gelen durumlar gözüme çarpmaya başlamıştı. Bunlardan birisi, kalemini alırken sıra civarında hiç saç teline rastlamamış olmamdı. Normalde kafasına dokunduğunda veya kazağının üzerinde muhakkak bir kaç tel olurdu, en sağlam saçlarda bile bu muhtemeldi ama o sanki "hiç yokmuş" gibi saçlarından bir iz de yoktu. Günlerim böyle geçiyordu. Ben böyle yaşarken "o" da ortama uyum sağlamış gibiydi. İnsanlarla sohbet ediyordu ama duruşuyla, bakışlarıyla, konuşmasıyla gizliden gizliye ezen bir kibri vardı. Kimseyi doğrudan aşağılamıyordu ama o cazibesiyle beraber vakur duruşuyla bambaşka bir kişilik sergiliyordu. Daha önce görüp görebileceğim birisi değil. Bizim zamanımıza ait olmadığını sonradan anlayacaktım. Hani liselerde belli kişilerle takılan popüler kızlar olur ya. Bu öyle değildi. Biz ergenlerin av alanı partilerimize hiç gelmemişti. Kızların, kız kıza düzenlediği pijama partilerinde dahi boy göstermişliği yoktu. Sanki evle, okul arasında gidip gelen bir hayaletti. Zaten kızın görebildiğimiz kadarıyla özel hayatı da yoktu. Sonuçta küçük bir şehirde yaşıyorduk ve onu ne kitap kafelerde ne de eşraf çocuklarının modifiyeli arabalarının içinde görememiştik. Yalnız okuldaki kayıt defterlerinden oturduğu yere bulabilmiştik. Şehrin çıkışında, ana yoldan sapıldığında büyük bir korunun tam ortasında bulunan eski Hunaşamzade'ler konağında kalıyordu. Bu bilgiyi keşfetmeden önce soyadıyla konak arasında bir bağlantı kurmuştum ama en fazla benzerliktir diye düşünüyordum. Çünkü dedemden ve eskilerden işittiğime göre Hunaşamzadeler, Osmanlı döneminde balkanlarda hemen her bölgede görülen derebeyi ailelerinden biriydi. Doksan Üç Harbi zamanında şehrimize gelerek adeta üç katlı geniş bir şato-kule benzeri kasvetli bir yapıyı andıran bu konağı yaptırmışlardı. Aileyi eskiden beridir görüp bilen yoktu. Konakta yaşayan da yoktu. Ama ailenin sonradan buraya geri dönmüş olabileceğini düşünmüştük, çünkü gece vakti o korkulu


yere, küçüklüğümüzde hayalet cin öykülerinin etrafında yaşandığı o kasvetli, ürpertici yapının yakınlarına gidip bahçesine girdiğimizde, elimizdeki biralar henüz ilk şişesindeyken bile soluk da olsa bazı odalardan ışık geldiğini görmüştük. Bizim tahminimize göre şehirde yaşayan Hunaşamgil'ler, kızlarının şehirde yaşadığı sosyete rezaleti bir talihsizlikten ötürü unutulana kadar eğitimini bu sınır şehrinde tamamlamasını istemişlerdi. Çünkü bilirsiniz genelde böyledir, eşraf kızı veya eşraf çocuğu bir kabahat işlediğinde hele rezalet boyutundaysa tıpkı eskiden isyan eden Bizans prensleri, prensesleri, asilzadeleri, gibi ya da Osmanlı döneminin asi şehzadeleri gibi, ailenin köklerinin bulunduğu küçük şehre sürgüne yollanırlar. Bu eşrafta da normal ailelerde de böyledir. Hepimiz zamanında Bursa'ya halasının yanına gönderilen kız, Zonguldak'a amcasının yanına gönderilen erkek görmüşüzdür. Ben bu varsayımdan yola çıkarak google'da ufak bir araştırma yaptım ama Elif Hunaşamgil adına bir kayıt bulamadım. Bir tek şehrin kütüphanesinde yerel ailelerle ilgili kayıtlarda, Hunaşamzadeler'den Elif Hanım isimli birisine denk geldim. 1901 yılında, genç yaşta bir hastalıktan vefat etmiş. Olsa olsa büyük halasıdır diye düşünmüştüm ama sonradan yaşadıklarım bana o Elif'in benim sınıfımda gördüğüm Elif olduğunu gösterecekti. Bu araştırmam biraz da sevdiğim kızı merak etme düşüncesiydi. Bu yüzden ona ve ailesine dair ne varsa didikliyordum ama bulabildiğim Osmanlı dönemine ait çok dar şeylerdi. Ansiklopedik bilgiydi kıza yaklaşmamı sağlayamazdı. Zaten ailesi de kız gibi ketum olmalıydı ki hiç bir fotoğraflarına rastlamamıştım. Sonradan "onların" ne olduğunu öğrenecek ve resimlerde suretlerinin görülemeyeceğini öğrenecektim. "O"na gelince, çok ilginç bir yaşayış tarzı geliştirmiş ve biz de buna uyum sağlamıştık. Belli bir beğeni ölçütü yoktu. Gerçek yüzünü gösterdiğini, sosyete günlerine geri döndüğünü anladık. Sonuçta Osmanlı'dan kalma bu eski aileler artık bugün sosyete olmuştu bu kızcağız mı kurtaracaktı kendini. Çok sık sevgili değiştiriyordu ama vakarından bir şey kaybetmiyordu. Normalde böyle takılanlar için hoş şeyler söylenilmez, hoş gözle bakılmaz ama onun cazibesinden biz tek başımıza kaldığımızda onun hayali karşısında bile utanıp sıkıldığımızdan bunu diyemiyorduk. O da zaten bu karakterde biri değildi. Asil bir yapısı vardı ve kendini gönlünü eğlendirse de genelde ilk terk edilen bu kız oluyordu. Bu çok garip gelen bir durumdu ama o zamanlar takmıyorduk fazla. Bu kızla çıkmaya başlayan birisi mutlu oluyordu ama sonra gün geçtikçe çöküyor, sanki mutluluğu çekiliyor ve kızı kendiliklerinden bırakıp bir daha yanına yaklaşamıyorlardı. Kız da bunlara bir daha ilgi göstermiyordu. Beğeni anlayışının bir ölçütü yoktu. İç görünüşe önem veren kızlardan olduğunu bu nedenle bizim gibi yüzüne bakılmazlardan bile birileriyle çıktığı için şansımız olabileceğini düşünüyorduk. Hangimiz lisede hoş bir anı bırakmayı istemeyiz ki? Bizler bu hayalle her gün romantik sözler, şiirler ve çıkma sırasında yapabileceklerimizi planlayarak gezerken içimizde bizim aksimize hareket eden tek çocuk, sıra arkadaşım Celal'di. Koca sınıfta hatta okulda, en haset kızlar bile cazibesi konusunda ikna olmuşken onun Elif'e hiç bakmadığını hatta o varken ona sanki korkuyormuş gibi baktığını görüyordum. Utangaçlık diyordum en başta ama bu bir kıza açılırken yaşanılan o mahcup utanma hali değildi. Bildiğimiz ölüm korkusunun yüze yansımış haliydi. Bir gün sokakta yine elde bira takılırken bu konuyu Celal'e de açtım. Celal ilkin konuşmadı ama ben zorladıkça dalga geçeceğimi söyleyerek söylemedi. Çok bastırınca bana Elif'i garip bulup bulmadığımı sordu. Ben de bazı tuhaflıklar gördüğümü ama o korkusuyla alakası olamayacağını anlattım. Biraz zorlamadan sonra, bana kızla ilgili gariplikleri saymaya başladı. Okula geldiğinden beridir okul civarında görülen bulutlar, saçlarının dökülmemesi, garip davranışlar ve cazibe halinden bahsetti. Onunla bir şekilde çıkan her erkeğin sonunda ayrıldığını ama mutsuz ve yaşama sevinci olmadan tıpkı bir zombi gibi yaşamlarını sürdürdüklerini anlattı. Son olarak defalarca yemin ederek gördüğü bir şeyi söyledi. Ayan beyan kızın aynada yansıması olmadığını fark etmişti! Buna ilkin ben de inanmadım ama öyle yeminler ediyor, o hali öyle bir anlatıyordu ki! İnsan olmadığı konusunda o an için neredeyse ikna olabilirdim. Ona bu kızın insan değilse ne olabileceğini sordum. Henüz araştırdığını ama bir şey bulamadığını anlattı. Kızın cazibesinden kendini koruyabilmesi


zaten bana o an için gözüme çarpan garip gelen bir şeydi. Ona kızın cazibesinden nasıl etkilenmediğini sordum. Boynunda asılı bir diş parçasını gösterdi. "Babaanneme anlattığımda, beni koruması için bunu boynuma taktı. Kurt dişidir," dedi. Bu zamanda böyle nazarlık taşıması başta bana gülünç gelmedi değil. Gerçi Celal'leri tanıyordum. Ailesi Tatar kökenliydi ve hâlâ o eski geleneklerini ve batıl inanışlarını taşımaya devam ediyordu. Onun gözünde Elif'in doğaüstü bir varlık olarak görünmesi ve ondan korkması doğaldı. Bu detaya o an için fazla takılmadım. Sonra bir gün Celal'in ölüm haberini aldım. Sokak ortasında cesedini bulmuşlardı. Polis kan kaybettiğini ama burada olmadığını başka bir yerde kan kaybından öldükten sonra buraya bırakılabileceğini söyledi. Bir de ilginç bir ipucunu değerlendirmeye almışlardı. Parmaklarıyla asfalt zemine kanla Res...Bat.... İt...Tar...i...Os..ağ..ki...ap yazmıştı. Talihsiz bir kaza ve şehir eşkıyalarının barbarlığı olarak değerlendirip olayı unuttuk Elif'in mutluluğunu hayatını sömürmediği kimse kalmayacağı anlaşılınca son kurbanı olarak ben kalmıştım. Bana ilgi gösteriyor, benimle konuşuyordu. Ondan hoşlanmadan da öte âşık olduğum için bu halleri beni sevinçten neredeyse öldürebilecek bir hale sokuyordu. Onunla çıkmaya başladığımda dünyalar benim olmuştu. Öyle hoş sohbet, öyle anlayışlı biriydi ki nasıl olup da insanların onu sonradan terk ettiğini anlayamıyordum. Yalnız bu takılmalarım sırasında Celal'i mi hatırladım nedir bazı gariplikleri daha yakından tanıma fırsatım olmuştu. Elif'in aynalarla hiç arası yoktu. Makyaj tazelediğini de görmemiştim, sanki yüzü hep aynı gibiydi. Konuşması yaşça büyük ve olgun görünüyordu. El ele dolaştığımda ellerinin hava sıcakken bile çok soğuk olduğunu hissediyordum. Vücudundan yayılan bir soğukluk vardı sanki, onun yanındayken ölümüne üşüyor gibiydim. Özellikle bakışlarında bir tuhaflık vardı. İnsana baktığı zaman sanki insana değil de insanın içine ruhunun derinliklerine bakıyor gibiydi. Maalesef yaşadığım tek tuhaflık bu değildi. Geceleri korkunç kâbuslar görüyordum. Her gece üstüme karabasanlar çöküyor, karanlık, umudu yok edici bir can sıkıntısı ve kasvet hem düşlerimi hem beni boğuyordu. Artık geceleri benim için bir işkence zamanına dönüşmüştü. Hayatımın aşkını bulduğum halde sabahları tüm benliğimi saran bir depresyon hissiyle uyanıyordum. Yürüyordum, yaşıyordum ama hayattan bir tat alamıyordum. Sanki her şey bana sıkıcı geliyordu. Âşık olduğum kızdan, hayallerimin peri kızından bile soğumuştum. Yaşadıklarımın diğerlerine benzemesi ve Celal'in uyarıları aklıma gelmeye başlamıştı. Son olarak Celal'in bile keşfedemediği ve belki keşfetse son anda hayatını ve bizleri kurtarabileceği bir başka garip detay yakalamıştım. Bu can sıkıntısı haliyle aynaya bakmaya bile dayanamıyordum. Bir gün yüzümü yıkarken gördüğüm bir şey dikkatimi çekmişti. Boynumda iki adet ufak sivrisinek ısırığına benzeyen ama aralıkları düzgün iki yara izi vardı. Bu ayrıntıyı o gün fark ettiğimde böcek ısırığı diyerek boş vermiştim. Ama benim için asıl korku hissi okula gittiğimde başlamıştı. Elif'in bir ara çıktığı benim gibi yaşama isteği tükenmiş insanların boyunlarında bu izlerden vardı ve hiç kimse buna dikkat etmiyordu. Detayları mühendislere bırakmış yirmi birinci yüzyıl insanlarına, eski ve karanlık çağlardan "Şeytan ayrıntıda saklıdır" dercesine yapılmış bir uyarıydı sanki. Bundan sonra Celal'in ölümü ve diğerleri üzerine, kendim üzerine ciddi endişeler duymaya başladım. Bana saçma geliyordu bu gariplikler, tuhaflıklar bunu ÖSS stresinin getirdiği ruh haline bağlıyordum. Ama yine de bu kadar tesadüfün üst üste gelmesi ve sevgilisi olmama rağmen Elif'in esrarengiz davranışlarını çözememem beni durumu araştırmaya sevk etmişti. İlk araştırmaya belki de bana bir mesaj bırakmaya çalışan, olayları ilk fark eden Celal'den başladım. Res...Bat....İt...Tar...i...Os..ağ..ki...ap yazısının sırrını düşünüyordum. Bunun dışında yara izleri ve kâbuslarla ilgili bir açıklama da bulurum diye daha önce de gittiğim İl Halk Kütüphanesi’ne gittim. Buraya gitmemde bir sebep daha vardı. Celal gazetelerden okuduğum ve duyduğum kadarıyla akşama doğru, kütüphanelerin kapanmasına üç saat kala kütüphaneye gideceğini söylemişti evdekilere. Bir ipucu bulurum diye ilk oraya gittim. Kütüphanenin veritabanı sayfasında bir tarama yapmak üzere bilgisayar odasına gireceğim sıra-


da, girişte bulunan "Teslim Edilen Kitaplar" odası gözüme çarptı. Burada kitapların arkasında onu teslim alanların isimleri ve tarihleri genelde yazılı olurdu. Biraz uzun sürse de buradan bir şeyler bulabileceğimi tahmine diyordum. Odaya girip kapıyı örttükten bilgisayardaki kayıt defterlerini karıştırmaya başladım. Celal'in öldüğü ayın kayıtlarını bulup tüm dikkatimle incelediğim sırada Celal'in ölümünden bir hafta önceki tarihte, onun adına alınmış iki kitabın kaydını buldum. Bunları gördüğümde aradığım ipucunu bulduğumu anladım. Doktor Resuhi Bey adıyla birinin yazdığı "Batıl İtikatlar" (Batıl İnançlar) adlı kitabı ve "Tarih-i Osmanağazade" adlı iki kitaptı. Bunların raf sıralamasını öğrendikten sonra mükemmel bir zamanlamayla görevliden önce odadan çıkarak kitapları aramaya koyuldum. Devam Edecek Mehmet Berk YALTIRIK

İllstrasyon Mehmet SEVİNÇ


Ne zamandır “Emek Sineması’nı yıkıp daha güzelini yapacağız” sözlerine kulak asarken hep kalbimiz ağrır. Nedir ki Emek sineması? O ki babamızın elimizden tutup götürdüğü ilk sinema. O ki sevgiliyi elinden tutup götürdüğümüz ilk sinema. O ki çocuğumuzu elinden tutup götürdüğümüz ilk sinema. Bir aşkı, bir hayali “yıkacağız” diyorlar. Biz şimdi yeni aşklar bulacak yeni hayaller kuracak kadar zengin miyiz ki? Aşağıda yer bulan yazılar dergi için hazırlanırken mahkemenin Emek Sineması’nın yıkımı için verdiği yürütmeyi durdurma kararı geldi. Bu Emek için, hayallerimiz için bir kurtuluş değil. Sadece bir bilir kişi bulup yıkım sürecini bir kaç gün geciktirmek. Yıkmasınlar Emekimizi! Ahmet YÜKSEL

EMEK SİNEMASI Beyoğlu'nun en eski sinema salonlarından biri olan Emek (eskiden Melek) Sineması için yürütülen kampanyaya katılmamak mümkün değildir ancak sorun salt Emek Sineması’nın sorunu değildir Beyoğlu tarihsel sinema salonlarını birer birer kaybetmektir yani Beyoğlu yıllardan beri oluşturup sürdürdüğü kültürel potansiyeli kaybetmektedir. Sorun salt Emek değil çünkü önceki yıl Emek kadar tarihsel önemi olan iki eski salon da yıktırıldı Alkazar'ın karşısında bulunan Saray (eski Glorya) ve Lüks. Yıktırıldı ama herhangi bir tepki olmadı belki fazla eski ve unutulmuş olduklarından. Emek ile birlikte Rüya da gidici, Alkazar kapandı, Beyoğlu sineması direnmeye çalışıyor... Sinema Türkiye'ye Beyoğlu'ndan girdi, Beyoğlu Türk sinemasının doğum yeri oldu, festivaller Beyoğlu’nu seçti ancak bugün sinemasız bir İstiklal Caddesi'ne doğru gidiliyor. Dikilecek alışveriş merkezlerinde muhakkak ki sinema salonları olacaktır ama sorun sayısal değildir tarihsel ve kültüreldir. Neler oluyor? Yoksa tarihten de kültürden de mi vazgeçiyoruz rant uğruna? Giovanni SCOGNAMİLLO


EMEK'İ YIKTIRMAMAK İÇİN EMEK VERMEK! Emek sinemasını yıkacaklarmış... "Yıksınlar ne anlıyor enteller bu molozdan!" diyenler de varmış. Vandallığın resmi çıkarılsa içinde memleketimden kocaman sırıtkan suratlar olur gibi geliyor. Böyle üzücü ve kahredici bir iklimde yaşarken, umut etmekten geri kalmak bir yana, isyanımızın sesi de iyice cılızlaşıyor. Ben hiç Emek sinemasına gitmedim. Yolum İstanbul'a her düştüğünde ihtişamından çok etkilendiğim Süreyya'ya atardım kendimi... Orayı da kaybedeli ve özleyeli çok oldu. Hepsi Konstantinopolis gibi düştüler. Ama benim de çocukluğumda âşık olduğum mekânlar vardı ve onlar hep en büyük kaçışlarımızı yaptığımız sinema salonları idi. Şimdi ki gibi AVM'lere sığınıp ruhunu bilete satmamış, bambaşka âlemlere yolculuk vaat eden kaçış kapsülleri gibiydiler. Küçük bir çocukken, gerçekten de küçük bir çocuktum. Yaşıtlarına göre daha çelimsiz sıska bir çöpten adam… Sporla aram hiçbir zaman iyi olmadı. Zaten benim boş vakitlerimi geçirmek için yapmayı düşündüğüm tek bir şey vardı; Delice bir tutkuyla film izlemek...

Filmler büyülü bir dünyanın kapısını açıyordu. Sadece bir bilet parasına, ki kaçak girmişliğim de çoktur, 1,5 saat boyunca genel geçer hayatın tüm sıkıcılığından ve tasasından uzaklaşıyor; bir gün nükleer savaş sonrası kurtulanları verimli topraklara götüren bir silahşor, bir gün babasının intikamını alan genç bir Şaolin rahibi, başka bir zaman Ray Harryhausen'in stop-motion yaratıklarına karşı savaşan mitolojik bir savaşçı olabiliyordum. Kahramanlarla özdeşleşmek ve onların inanılmaz maceralarını yaşamak başka her şeyin önündeydi. Aslında o zamanlar izlediğimiz filmler şimdikilere nazaran daha müsamerevari şeylerdi. Dış alım sistemindeki düzensizlikler ve yüksek telif sebebiyle özellikle benim çocukluğuma denk gelen 70'ler sonu 80'ler başı dönemde memleketin tüm sinemalarını ucuz Hong Kong dövüş filmleri ile İtalyan Replikaları (Post Apokaliptik, gore, istismar sineması ve erotik filmler) basmıştı. Hong Kong filmlerinin afişleri genelde bizim afişçilerin derlemesiyle oluşturulmuş filmden görüntüler içeren daha az grafik-


sel işlerdi ama İtalyanların afişlerine bakmaya doyum olmazdı doğrusu. "Newyork 2019", "Dünyanın Son Savaşçıları", "Amazonlar", "Kıyamet Komandoları" nefis çizimlere sahip, olağanüstü afişlerdi. Film izlemeye gitmediğim günlerde dahi elimde bir külah dondurma ile Sinema'nın karşısına dikilir saatlerce bu muazzam eserleri inceler dururdum. "Canavarlar Çarpışıyor" adlı bir Godzilla filminin şu an bile çizebileceğim kadar detaylarına hâkim olmuştum. O zamanlar sinemaya gitmek gerçekten tören gibi bir şeydi. Öncelikle sinemaya baba ya da anne ile değil ama onlardan alınan harçlıkla ve kalabalık bir arkadaş gurubu ile gidilirdi. Salonlar şimdi ki gibi alışveriş merkezlerinin içinde değil, şehrin mümkün mertebe merkezi yerlerine dağılmış özerk yapılardı. Yerler toz kalkmasın diye mazotlu süpürgelerle silinir, bu da sinemanın eskimiş deri koltuklarıyla birleşerek kendine has bir koku oluştururdu. "2 film birden" sinemalarında sigara içmek yasak değildi ama abartıldığı vakit makinist filmi keser ve "Hoop film gitmiyo beyler sigarayı söndürelim luytfennn!" diye bağırırdı. Salonlar şimdiki gibi 50–100 kişilik cep sinemaları şeklinde değil, balkon ve ana bölümden oluşan büyük alanlardı. Kışları odun kömür sobası ile ısıtma sağlanır fakat bu da asla homojen olmaz ve bazen pişerken bazen de soğuktan titrenirdi. Perdeye gelen görüntü ise çizik içinde, soluk ve berbat bir şeydi. İyi de nesini seviyorduk bu sinemaların? Vahşi bir hayvan mağarasının nesini severse onu… Steril, sentetik AVM Sineması salonlarında hayal kurmak imkânsız… Çocukların sinemaya gitmekteki tek amacı ise babalarına Burger King'den ya da McDonalds'dan bir oyuncak aldırma bahanesine lastik gibi hamburgerlerden yemek… Kimsenin afişlere bakacak vakti yok, Emek Sineması’nı yıkıyorlar... Bir sinema salonun duvarlarında kaç insanın hatıratının sıvanmış olduğundan habersizce... Hayal kurmak artık ne zor Allah’ım! Murat Tolga ŞEN otekisinema.com / beyazperde.com


Anı’msamalar

YIKILANYADAKAPANANSADECESİNEMALARDEĞİLDİ… Hızla geçip giden haftaların birinde İstiklal Caddesi’nde yürümeye başladığımda, Alkazar Sineması kapanıyor haberlerini anımsayıp irkilmiştim. Ardından kapanacak, ‘yıkılacak’ sinemalarla ilgili diğer kötü haberler de geldi. Emek Sineması da yok oluyordu. Yıllarımın geçtiği “Beyoğlu Cumhuriyeti”nin simgeleri birer birer yok oluyordu. Yalnızca Beyoğlu’nun sinemaları değildi yok olan. Yok olan, kapanan, yıkılan yalnızca sinema salonları da değildi, simgelerdi aynı zamanda. Yok olan yalnızca binalar değildi, geçmişimiz, çocukluğumuz, gençliğimiz, anılarımızdı da aynı zamanda. Her geçen gün anılarımızdan, geçmişimizden daha da koparılarak, daha da yalnızlaşarak; geleceğe güzel anılar biriktiremeden, dahası yeni yeni kötü anılar ekleyerek yürüyorduk tenhalaşan hayatlarımızla. Emek Sineması’nın, Alkazar gibi ayrı bir yeri vardı hayatımızda. Yıllardır en iyi festival filmlerini daha çok bu sinemalarda izlemiştim, birçok festival konuğu sinemacıyı bu sinemalarda görmüştüm. Emek Sineması’nın birçok sinemacı, sinema sevdalısı gibi benim hayatımda da daha ayrı daha özel bir yeri vardı. Öncelikle sinemamızın yıllarca o adla tanımlanmasına neden olan sokakta, Yeşilçam Sokağı’nda yer alıyordu. Görkemli salonunda film izleme keyfini yaşatan tarihi bir sinemaydı. Sinema dünyasıyla, sinemacıların yoğun olarak yaşadığı mekânların iç içe olduğu bir bölgedeydi. Yıllarca birçok galaya, jubileye ev sahipliği yaptı. Son yıllarda birçok cenazemizi Emek Sineması’ndan kaldırdık. Festival öncesi gişeden İstiklal Caddesi’ne uzanan bilet kuyruklarını, orada yaşanan heyecanı, festival başladığında ön ve iç fuayede buluşan kalabalıkları, heyecanlı bekleyişleri yıllardır kaç kuşak yaşadı. Emek Sineması’na yıllarca emek vermiş çalışanlarının kibarlıkları, izleyiciye yardımcı oluşları da anılarımızda, belleklerimizde. Emek Sineması’nın kısa tarihçesine baktığımızda şu bilgilere rastlıyoruz: “Serüvenine 1924 yılında Melek adıyla başlamıştır. Perdenin her iki yanında yer alan, Art Nouveau tarzı melek figürlerinden ismini alan sinemanın ilk sahipleri, o dönem İpek ve Sümer sinemalarının da sahipleri olan, A. Saltiel ile H. Artidi'ydi. Daha sonra Emekli Sandığı'na geçen sinemayı 1958 yılına kadar İpekçi kardeşler işletmiştir. Bu tarihte Emekli Sandığı, sinemanın işletmeciliğini de alarak adını Emek olarak değiştirmiştir. 1993 yılında ciddi bir restorasyondan geçen sinema, son olarak 2000 yılında koltuklarını, ses düzenini yenileyerek, yeni açılan modern sinemalarla yarışacak bir teknolojiye kavuşmuştur. Sahne ve tavanı süsleyen yaldızlı Barok süslemeler, Dolby Digital ses düzeni ile birleşmiş durumda. Tüm bunların ötesinde, Emek Sineması güzel bir mimariye sahip eski bir sinema salonu olmaktan çok daha fazla bir anlam taşıyor. Emek Sineması, neredeyse Türk Sineması ile yaşıt... Yeşilçam'ın ilk zamanlarını, en üretken ve olgun yıllarını, çöküşünü ve yeniden doğuşunu görüp tanıklık etmiş ve tüm o yıllar boyunca


Türk Sineması’nın en büyük sembollerinden biri olmuştur. Emek Sineması'nın önemi de tam burada yatıyor; tarihi tarih yapan sadece binaların yaşları değil aynı zamanda içinde o yıllar boyunca tutup biriktirdiği, içine sindirdiği hatıralar ve yaşanmışlıklardır. O yüzden Emek Sineması yıkılıp yeniden yapılabilecek bir taş yığını değil, Türkiye'nin özenle korunması gereken kültürel bir mirasıdır. Fırat Yücel, Altyazı Dergisi’nin Mayıs 2010 tarihli sayısında “Sinemasal Dönüşüm Projesi: Seyirlik Yıkımlar” başlıklı yazısında şöyle diyordu: “Sermaye sahipleri, insanların özgürce yaşama hakkını, kültürünü, tarihini, geçim kaynaklarını, her şeyi hiçe sayarak etrafı yıkıp geçerken, birileri tüm bunların filmini yapıyor ve biz de izliyoruz. Yok edilen yaşam alanlarının üstüne dikilen binaların içinde insan haklarıyla ilgili filmler seyrediyoruz. İmgeler, fikirler, filmler, fonlar, projeler serbestçe dolaşırken, bir yandan da tüm bunların hammaddesi olan yıkımlar gerçekleştiriliyor. Neoliberal düzen, her şeyin seyirlik hale getirilmesini, sızlayan vicdanlara şifa olacak filmlere dönüştürülmesini teşvik ederken, bir yandan da eli kameralılara malzeme sunuyor; söz konusu filmlere konu olan zulüm ve haksızlıkların altına imzasını atıyor. Bu filmlerin sponsorluğunu yapmakla kalmıyor, konusunu da imal ediyor. Tüm bu zulümlerin filmlerini çekebilirsiniz, üzerine konuşabilirsiniz, komünist olabilirsiniz, herhangi bir kimli-

ği üzerinize geçirebilir, “fikir sahibi” olabilirsiniz ama “hak sahibi” olamazsınız. Hakkınızı aradığınızda, örneğin kamuya ait bir alanın/binanın kamu yararına kullanılması gerektiğini, ranta alet edilmemesi gerektiğini savunduğunuzda karşınıza bin türlü engel çıkar, sermaye bir şekilde yolunu bulur, yıkar geçer. Sizin sadece, bu yıkımın filmini çekme ve o filmi yorumlama özgürlüğünüz vardır. İşte serbest fikir dolaşımı budur! Bugün Emek Sineması’nın yıkımla yüz yüze gelmesi, çok daha geniş ölçekli bir problemin küçücük bir parçası. İktidarın kültür alanında izlediği politikayla, imar ve kent planlaması politikası birbirinden ayrılamaz. Bunlar aynı neoliberal yıkım politikasının birbirinden kuvvet alan unsurlarıdır. Kültür ve tabiat varlıklarını, ekolojiyi, insanların söz haklarını, yaşam biçimlerini, gelenek-


lerini yok sayarak Sulukule’de, Tarlabaşı’nda, Fener-Balat-Ayvansaray’da rant odaklı kentsel dönüşüm projeleri yürütenlerin parasıyla, bundan üç beş yıl sonra bu semtlerin nostaljisinden, kültürel değerlerinden nemalanan filmler yapılacak. Alışveriş merkezlerine doluşan kitleler bu filmleri izleyip kaybettikleri geçmiş için hayıflanırken, o geçmişi yok edenler gişe hâsılatıyla ceplerini dolduracak. Bu ülkenin insanlarından istenen, kendi yıkımlarını ‘seyretmeye’ alışmaları. Peki, kentsel dönüşüm mağdurlarıyla ve onları mağdur eden ideolojiyle ilgili, nostaljiye sığınmayan, kâr odaklı olmayan filmler çekenler? İnsanları harekete geçmeye, hakkını aramaya çağıran sinemacılar? Onlar filmlerini gösterecek sinema salonu bile bulamayacak! Bugün Emek Sineması’nın yıkımına karşı çıkıyorsak, geçmişe el sürdürmemek için değil, geleceğimize sahip çıkmak için karşı çıkıyoruz. Emek Sineması’nın tarihi önemi, kolektif hafızamızdaki yeri, festivaller için anlamı… Tüm bunlardan çok daha önemli bir şey var: Emek Sineması, sinemanın sokakla, hayatla, toplumla bağını kesmek; sinemayı kendi içine kapanan, yaşama açılmayan, hayatta karşılığını bulamayan bir “serbest imge/fikir dolaşımı”na indirgemek isteyen neoliberal kültür politikalarına karşı verilen mücadelenin kalesi haline gelmiştir.” İlerleyen yaşımıza karşın hayata yenik düşmemek için direnmiş ‘eyvallah’ dememiş yitik bir kuşaktan olsak da son yıllarda yeni yeni hastalıklar edinmeye başlamıştık. Çalan her telefonla hastalanan ya da ölen arkadaşlarımızın acı haberlerini alıyorduk artık. Hayat acımasızdı ve geri dönüşü yoktu. Yıllarca kafa tutan, baş kaldıran bizlerden intikamını almaya başlamış gibiydi tüm acımasızlığıyla. Yine de boyun eğmeyip direniyor, mücadeleyi sürdürüyorduk. Yeni sürprizleri yeni acılarıyla hayat devam ediyordu ve türlü hastalıklarımıza karşın reddederek, direnerek sürdürecektik yaşamımızı. Belki de katlanamadığı buydu ve fakat sevdiklerimizin, attığı gül yaralıyordu en çok. Hayatımızda iz bırakan simgeler direnememiş, birer birer yok olmuştu. “Ancak, ne yazık ki artık maddi ve manevi olarak direnecek gücümüz kalmadı. Alkazar sineması, çok uzun bir zamandan beri sınırlı sayıdaki izleyicisinin film izlemek için ödediği bilet satış geliri ile yetinmek zorundaydı. Kendileri de birer Alkazar sevdalısı olan Alkazar Sineması’nın işletmecileri, son yıllarda bu işletmeyi yaşatmak için ellerinden gelen her şeyi yaptılar, maddi ve manevi her türlü özveride bulundular, ama “İşte buraya kadar” diyordu veda mektubunda sinema yönetimi adına açıklama yapan Adalet Dinamit.


Henüz ilkokul yıllarımda, lokum kutularının altını sinema perdesi biçiminde kesip, kutunun iki ucuna geçirdiğim çubuklara gazeteden kestiğim “Bizimkiler” çizgi romanını arka arkaya ekleyip sararak yaşıtlarıma sinema gösterileri yapardım. Ortaokula geldiğimde sinema makinesiyle, film afişleriyle tanışmıştım. Ortaokul arkadaşım Orhan Karagöz’ün babası okullarda hafta sonları film oynatırdı. Yaşlanan ve yorulan babasından görevi Orhan devralmıştı. Kartal’ın, Cevizli’nin, Maltepe’nin çeşitli okullarında hafta sonları birlikte film gösterirdik. Sinema makinesini, afişleri ve büyük siyah perdeleri birlikte taşır, filmleri birlikte sarardık. Okulun salonunda filmi izleyen çocuklarla birlikte, biz de izlerdik kaçıncı kez izlediğimizi düşünmeden ve sıkılmadan. Uzunkaya Sineması Uzunkaya Çarşısı’na dönüşmeden önce çocukluğumun birçok filmini izlemiştim, kışlık salonunda da, yazlık bahçesinde de. Birçok kadın gibi annemin de, komşumuz Dilek Abla’nın da Belgin Doruk ‘kılığına büründüğü’ yıllardı. Sinemaya, alışverişe ya da misafirliğe giderken yanaklarındaki benlerini daha da belirginleştiriyor, iri puantiyeli elbiseler, şapkalar giyiyor, kocaman gözlükler takıyorlardı. Uzunkaya tarihinin aynı zamanda Yeşilçam tarihi olduğunu bilmiyorduk henüz. Sinema yıkılıp çarşıya dönüşürken, Yeşilçam’ın da ‘yıkıldığını’, bir dönemin kapandığını ve duvar yazılarından sabıkalı, ütopyasının izini süren hülyalı düş gezgini "biz"leri acı günlerin beklediğini fark edememiştik. Dev gibi düşleri olan gençleri seviyor, açtıkları yoldan yürüyor, dev gibi düşler büyütüyorduk. Henüz yarattığımız aşklar dağlar, asırlık çınarlar devrilmiyordu üzerimize. Yaratacağımız aşklar için kök salacak çınarlar büyütüyorduk. Yükselen değerlerimiz, erdemlerimiz farklıydı. Dönüp bakıyorum da ‘hayatta en çok seni sevdim’ dediğimiz aşklarımız da veda konuşmalarında yaşadıkları yılların tüm bedelini üstünüze boca edip gidebiliyor. Dönüp bakıyorum da anılarımın geçtiği sokakların simgesi Alkazar Sineması hayata yenik düşüp perdelerini kapatmak zorunda kalabiliyor; sistemin gücü karşısında “güçsüz” düşerek. Dönüp bakıyorum da çocukluk anılarımı biriktirdiğim Uzunkaya Sineması, işlevsiz bir çarşı yalnızca. Bugün Alkazar’ın, Emek Sineması’nın ve sıradaki diğer sinemaların, simgelerin yıkımına karşı çı-


kıyorsak tıpkı Altyazı Dergisi’nde Fırat Yücel’in yazdığı nedenlerle; ‘Geçmişe el sürdürmemek için değil, geleceğimize sahip çıkmak için’ karşı çıkıyoruz. ‘Emek Sineması tarihi öneminin ve festivaller için anlamının yanı sıra sinemanın sokakla, hayatla, toplumla bağını kesmek; sinemayı kendi içine kapanan, yaşama açılmayan, hayatta karşılığını bulamayan bir serbest imge/fikir dolaşımına indirgemek isteyen neoliberal kültür politikalarına karşı verilen mücadelenin kalesi haline gelmiştir.’ Mesut KARA http://yesilcamhatirasi.blogspot.com


SİNEMANINEMEKÇİSİEMEKVEBABAMINJÜBİLELERİ Muharrem Gürses, sinemaya 1950 yılında “motör” dediğinde (yazılışı yanlış gelebilir size, ama O aksiyon verirken oyuncularına ve görüntü yönetmenine “motör” derdi) bu kadar kısa sürede bu kadar çok filmin yönetmenliğini, senaristliğini, yapımcılığını üstleneceğini, sayısız filmde aktör olarak görev alacağını kendi dahi kestirememiştir sanırım. Babamdır kendisi. 176 filmin yönetmeni olarak görev aldığını söylerdi. 6 Nisan 1999’da 86 yaşında öldüğünde, sinema tarihçisi konusunda ciddi eksiklik yaşayan Türk Sineması derinlemesine bir Gürses filmografisi yapamamış olarak yakalandı Muharrem Bey’in vefatına. Ben, kişisel taramalarla 80 kadar filminin yapım yılını, oyuncularını ve yapım şirketlerini çıkardığım halde bu sayının 176’yı bulmasının pek mümkün olmadığını düşünmeye başladım. Sayıların ne kadar önemi var bilmiyorum ama sinemanın tortusu geleceğin inşasında bir önem taşıyorsa, ben de Muharrem Gürses’in bu tortunun önemli imzalarından biri olduğunu düşünüyorum. Muhtemeldir ki, oğlu olmamın duygusal payıyla bu önemi biraz da abartıyor olabilirim. Daktilosunun tıkırtısıyla uyanmadığımız sabah yok gibiydi. Dünya yıkılsa o iki parmakla ama gayet seri tıkırtıların sabah 7 sularında başlamadığı gün bilin ki settedir. 70’lerin ortasında sinemanın savrulma çağı sayılabilecek “seks filmleri dönemi”, siyasallaşan sinemanın önünde bir perde gibi dikilirken, Muharrem Gürses de sinemasının son setlerini oynamaya başlamıştı. Son olarak kurduğu film şirketleri arka arkaya battı. Önce Gürses Film, ardından Attila Film. Evdeki son buzdolabı giderken Muharrem Bey yine daktilosunu tıkırdatıyordu ama artık film yapma şansı kalmamış gibiydi. Böyle zamanlarda akıl veren çok olur. Muharrem Gürses, sinemadaki lakabıyla “Baba”, artık bir jübile yapmalıydı. Kendisini maça çıkmaya her an hazır hisseden bir futbolcunun jübilesine benzetilebilirdi ilk jübile. Jübile zaten bir kez yapılmaz mı? “Baba” ilk jübilesinde dönemin karakter oyuncularından Altan Karındaş tarafından sahneye davet ediliyordu. Mekân Emek Sineması’dır. Belki hiç filmi gösterilememiştir Emek’te ama kendisi ilk vedasında boy gösterir Emek’in görkemli sahnesinde. Oradan uzundur biriken borçlarının küçük bir kısmını ödeyecek bir gelirle ayrılırken, “Baba”, bu parayla yeni bir film çekmenin hesabını yapıyordu uslanmayan pehlivanlar gibi. Sonra ikinci jübile geldi. Sonra üçüncü... Yıllar sonra Emek ödülünü almak için çocukluk arkadaşım Güner Özkul’un kolunda sahneye yürüyüşünü seyrettiğim Münir Özkul’un sahne alışına benzer bir vedaydı son jübile... Sinemanın emekçileri Emek Sineması’nda veda ediyordu içlerinde gençliklerinden taşıdıkları o tazecik iç sesin hüznüyle... Emek Sineması yıkılacak dendiğinde, nedense aynı vedanın sessiz çığlığı yankılandı kulağımda. Bu kez jübilesini yapan Emek Sinemasıydı. Benim hinterland’ım Beyoğlu’ysa, Emek de ilk sinema düşlerimi gördüğüm çocuklukla gençlik arasında kalmış anılar panayırımdır. Saray Sineması’nın localarında ailecek seyrettiğimiz filmler gibi (Saray Sineması kapanır ve yıkılırken, yerine tüpçü zenginlerden biri görgüsüz bir alışveriş merkezi açacakken şu sıralar kimselerden ses çıkmayışı bir yana), sağlam dişlerini çekiyorlar kadim bir kentin kadim hikâyesinin... Yerine implantla vidalayacakları porselen binalar bu hikâyelerin hafızasına sahip olamayacaklar.


Ezcümle, babamla ilgili son anı da, kamyonların terkisinde molozlar halinde taşınacak Beyoğlu’ndan. Emek’in arka kapısından çıkınca sola dönerseniz, bir çıkmaz sokak duygusu yaratan karşıki binanın bir katında Yorgo İliadis’in (Yorgo Amcam) sesleri aldığı stüdyonun komşusu babamın son yazıhanesine hüzünlü bir nazarla bakacağım günlerin de sonuna gelmiş olacağım demektir. Kemal Gökhan GÜRSES


BİR UÇAN SÜPÜRGE BÖYLE GEÇTİ

Derimden de İçeri (Kan Door Huid Heen / Can Go Through Skin)

Bu yıl Ankara’da Uçan Süpürge Kadın Filmleri’nin 13.sü düzenlendi. 7–13 Mayıs 2010 tarihleri arasında yine filme doyduk. Bu yılki gösterim ve etkinlikler Kızılırmak Sineması ve Alman Kültür’de idi. Bize de bir festival günlüğü daha yazma fırsatı çıktı. Festival 6 Mayıs’taki açılış töreni ile başladı ama bu törene katılma fırsatım olmadığı için bir sonraki gün başlayan gösterimler benim için festivalin başlangıcı oluyordu. 7 Mayıs, Cuma 14:30 – Aslında genellikle Cuma günü başlayan festivallerde ilk gün öğle saatlerindeki gösterimlere katılamıyordum. İşten bir sonraki hafta için izin alabiliyordum çünkü. Ama bu kez bir sonraki hafta çeşitli eğitimler ve toplantılar için işe gitmem gerekeceği için Cuma yarım gün izin kapmayı başarmıştım. Festivalin benim için ilk filmi Derimden de İçeri (Kan Door Huid Heen / Can Go Through Skin) idi. Kendi evinde tecavüze uğramış bir kadının bunun üstesinden gelme sürecini anlatıyordu bu film. Marieke, şehrin orta yerindeki evinde böyle bir şiddetle karşılaşınca kırsal bir bölgede her yerden uzak kendi başına kalmaya karar veriyor. Bu dönemde en ufak bir sesten ve hareketten korkması, kendisine tümüyle yardım etmek amacıyla yaklaşan erkeklere bile tepki duyması, romantik bir ilişkiye girmekten çekinmesi gayet güzel anlatılmış. Zaman zaman gerçek ve hayal dünyası da birbirine geçiyor. Ama bu durumun olayların üzerine bir sünger çekmek için faydalı olduğunu da görüyoruz. Yine de her şeyin normale döndüğü, yeni bir ilişkinin de başladığı bir noktada oluşan ufak bir tetikleme bile eski olayları tekrar su yüzüne çıkartabiliyor.

Bu filmdeki rolü ile çeşitli ödüller de kazanan başrol oyuncusu Rifka Lodeizen’in katkısının büyük olduğu bir film. Onun dışında hayal ve gerçek arasındaki geçişler ve zaman zaman seyircide de neyin gerçek olduğu konusunda soru işaretleri bırakılması da başarılı idi. Ayrıca kullanılan müzikler de akılda kalıcı idi. Ancak anlatılanların önemi dışında film olarak çok iz bırakıcı bulmadım.


17:00 – Bir sonraki seansta !f festivalinde kaçırmış olduğum Kış Sessizliği (Winterstilte / Winter Silence) filmi vardı. Filmde bir dağ köyünde yaşayan 4 kız kardeş babalarını kaybediyorlar ve bir kış boyunca anneleri ile birlikte yaşamlarını izliyoruz. Bu süre içinde aile bir yas periyodu geçirirken, son derece baskıcı gözüken bir ortamda kızların yavaş yavaş kadınlıklarını keşfetmelerine de tanıklık ediyoruz. Filmin asıl önemi anlatım tarzında. Son derece sessiz ve durgun bir film. Kızları çoğunlukla günlük işlerini yaparken görüyoruz ve hemen hemen hiç bir diyalog duymuyoruz. Aynı zamanda bolca sembol içeren bir film. Boynuzlu figürler, baykuşlar, sadece seyircinin görebileceği mistik figürler vs. vs. Ayrıca görüntüler de soldurularak neredeyse siyah/beyazın farklı tonları haline getirilmiş. Herkesin seveceği bir film olmadığı açık, festivaller dışında çok gösterilme şansı da yok zaten. Ama festivalin iz bırakan filmlerinden oldu benim için.

Kış Sessizliği (Winterstilte / Winter Silence) Bu seansta filmin yönetmeni ve senaryo yazarı Sonja Wyss ile bir söyleşi de vardı. Filmin öncesinde filmi bir şiir ya da masal gibi düşünün ve her şeyi anlamaya çalışmayın gibi bir söylemi olsa da filmin sonrasında gerçekleşen söyleşide çoğunlukla filmdeki simgeler soruldu. Yönetmen de aslında herkesin kendi yorumunu getirmesinden yana olduğunu söylese de bu simgeleri koyarken kendisinin neleri hedeflediğini de anlattı. Ayrıca filmde kullanan sessizliğin kendi biçimsel tercihi olsa da bu tip köylerde gerçekte de çok konuşulmadığını, bunun biraz da tabiat koşullarının dayatması olduğunu ekledi. Mesela çığ düşmemesi için yüksek sesler çıkarmamak bir mecburiyet. Bir ufak not da çevirmen için eklemem gerek. Bu tip organizasyonlarda zaman zaman çat pat İngilizce bilenler çevirmenlik yapıyor. Neyse ki burada çevirmen gayet akıcıydı ama bir kaç önemli hata yaptı. Biri sanırım sinema dünyasına pek hâkim olmamaktan. Bir seyirci tarafından bu filmle karşılaştırılan Haneke’nin Beyaz Bant filmini 1900’lerin başında çekilmiş yaptı. Hâlbuki tabii ki 1900’lerin başında geçiyor demesi gerekirdi. Bir diğer ciddi hata da yönetmenin sürekli kullandığı “mourning” kelimesini “morning” olarak anlayıp, “yas” yerine “sabah” diye çevirmesi oldu. Böyle olunca yönetmenin film bir yas dönemini anlatıyor şeklindeki yorumları filmin bir sabahı anlattığı, filmin sonunda sabahın bittiği


Sonja Wyss şeklinde çevrilmiş oldu. Günün diğer filmlerini ya başka festivallerde izlemiş ya da sonraya bırakmış olunca araya bir vizyon filmini de sıkıştırıp Aşkın Son Mevsimi (The Last Station) filmine gidiyordum.

Kelebek (The Sylpphid)

8 Mayıs, Cumartesi 12:00 – Bu yılki festivalde kısa film gösterimleri Alman Kültür’de idi ve çok fazla takip edemedim doğrusu. Yine de Cumartesi sabahına bir kısa film seansı sıkıştırabiliyordum. 7 filmlik bir seçkide çok vurucu olduğunu söyleyebileceğim bir film yoktu ama Türkiye’den gelen bir kısa olan Oktan Bir Aşk Hikâyesi eğlenceli bir filmdi. Bir otobüs şoförünün her gece aynı insanları otobüsüne almasını, aynı yerde aynı kızla karşılaşmasını anlatan, giderek bir gerilime dönüşen Rutin de başarılı bir filmdi. Ayrıca Bloody Mary adlı animasyon ve anneler ve kızları arasındaki ilişkiyi anlatan hatta kızların zamanla giderek annelerine benzediği gibi bir noktaya gelen Kelebek (The Sylpphid) animasyonu da hoştu.


14:30 – Kırık Aynalar (Gebroken Spiegels / Broken Mirrors) filmin yönetmeni Marleen Gorris’i özellikle Antonia’nın Yazgısı filmiyle tanıyoruz. Esasen çok fazla film çeken bir isim de değil. 1984 yapımı bu film, onun ilk dönem filmlerinden biri. Daha bu filminde, sonra da bolca işleyeceği kadın dayanışması fikrini kullanıyor. Filmde bir genelevde çalışan bir grup kadının hikâyesini bize anlatırken arka planda da kadınları öldüren bir seri katilin hikâyesi devam ediyor. Özellikle son sahneleri ile etkisi artan bir film. Benim de muhtemelen daha önceki festivallerde izlediğim bir filmmiş. Uzun süre emin olamamıştım ama finale yaklaşırken izlemiş olduğumdan emin oldum. Demek ki zamanında da çok iz bırakmamış üzerimde.

Nakış Gibi (Brodeuses / A Common Thread) 16:30 – Bu seanstaki Nakış Gibi (Brodeuses / A Common Thread) filminin ilk anda beni yakalayan bir film olmadığını söyleyebilirim. Hamile kaldığını öğrenen ve bir yandan bunu gizlemeye çalışırken bir yandan da bu durum ile ilgili ne yapabileceğine karar vermeye çalışan bir genç kızın hikâyesi şeklinde özetlenebilecek filmleri çokça izledik. Hele kadın filmleri festivali özelinde bakarsak çok sık karşılaştığımız bir konu. Nakış Gibi, bir süre için bu türdeki filmlere bir yenilik getirmiyor gibi gözükse de bir süre sonra genç kızın ölen bir arkadaşının annesinin yanında çalışmaya başlaması ve onunla pek çok şeyi paylaşabilmesi durumu ortaya çıkınca benzerleri arasından hafifçe sıyrılabiliyor. Ayrıca söz konusu genç kızı oynayan Lola Naymark’ın performansı ve tüm filmin başarılı görselliği de ilgiye değer. Yine de çok önemli bir film olarak bulmadığımı söylemeliyim. 18:30 – Festivalde bu senenin toplu gösterimi Letonyalı animasyoncu Signe Baumane’ye ayrılmıştı. Yönetmenin pek çok kısa filmini ve onunla ilgili yapılmış bir belgeseli izleme fırsatı bulduk. Gösterilen filmler 1991 ve 2009 yılları arasına yayılmış durumda idi ve bu sayede yönetmenin gelişimi de izlemiş olduk. Görünen o ki Baumane çoğunlukla farklı kadınlık durumları üzerine filmler yapıyor ve özellikle cinsellik üzerinde oldukça duruyor. Kendisine ilgisiz olan kocasından bıkıp evdeki elektrikli süpürge ile bir aşk yaşamaya başlayan bir kadını anlatan Natasha ve 11 bölümden oluşan (aslında katalogda


15 bölüm yazıyordu ama biz 11 bölüm izledik) ve bir kadının yaşamındaki cinsellikle ilgili hemen her şeye hem gerçekçi hem mizahi bir bakış atan Memenin Zaferi (Teat Beat of Sex) son derece başarılı ve eğlenceli filmlerdi. Belgesel ise bildik bir hayat hikâyesi sunmaktan öte bir süredir Letonya yerine Amerika’da yaşayan Signe Baumane’nin geride bıraktığı oğluna özlemini ama artık Amerika’ya bağlanmış olduğunu bizlere gösterirken yönetmenin hayatındaki farklı erkeklerle yapılmış söyleşiler de sunuyordu. Bu arada filmlerinde sıkça cinsellikle ilgilenen yönetmenin, “Bu aralar filmlerden çok seks düşünüyorum, herhalde beynim cinsel organlarıma çok yakın hatta hiç beynim olmayabilir,” gibi sözleri de dikkat çekiciydi.

Yuva (Home)

21:00 – Günün son filmi Isabelle Huppert’in başrolde olduğu Yuva (Home) idi. Filme çok mutlu bir aile tablosu ile giriş yapıyoruz. Anne-baba, 2 kız ve 1 erkek çocuktan oluşan ailemiz hep beraber hokey maçı yapıyor, hemen sonrasında yine hep beraber (kızlardan utangaç olan biri hariç) banyo yapıyorlar. Bu arada da birbirleri ile şakalaşıyor, inceden kızdırıyorlar. Ufak tefek sorunlar yaşanıyor elbette ama mutlu bir aile. Bu aile bir türlü bitememiş bir otoyolun kenarındaki bir evde yaşıyorlar. Bir gece işçiler geliyor ve otoyolun eksiklerini tamamlayıp asfalt atıp kullanıma hazır hale getiriyorlar. Bir süre sonra da otoyol açılıyor ve ailemiz işlek bir otoyolun tam kenarında yaşamak zorunda kalıyor. İlk başlarda bunu da yaşamlarına adapte ediyorlar ama giderek otoyolun kullanımı arttıkça gürültü ve kirliliğin de üst düzeye çıkması ile o mutlu aile tablosundan eser kalmıyor.

Çok eğlenceli başlayıp trajediye dönmekten son anda sıyrılan bir noktaya giden senaryosu son derece başarılı. Otoyol açılmadan önce neredeyse tüm bölgenin aileye ait olduğunu gösteren uzak planlara karşı işler değiştikçe tıpkı ailenin üyeleri gibi daha kısıtlı bir alana sıkışıp kalmış kamera çalışması da öyle. Ayrıca hiç bir zaman kötü bir oyunculuğunu görmediğim Huppert başta tüm oyuncular da üzerlerine düşeni yapıyorlar. Yuva için festivalin bu ilk iki gününde izlediğim en iyi film diye düşünmüştüm. Sonradan da hep yukarılarda kaldı. Festivalin sonunda en iyi film ödülünün gittiği film de bu oldu.


9 Mayıs, Pazar 12:00 – Yönetmen Márta Mészáros özellikle “Günlük” serisi filmleri ile sevdiğim bir yönetmen. Pek çok filmi olmasına rağmen kadın filmleri festivalleri dışında çok fazla izleyebildiğimiz bir isim değil. 1975 yılından gelen Evlat Edinme (Örökbefogadás / Adoption) filminde, 40’lı yaşlarının başındaki fabrika işçisi bir kadının çocuk sahibi olma isteğini anlatıyor bize. Zaten evli olan sevgilisi çocuk yapmaya yanaşmayınca o da farklı çözümler bulmaya çalışıyor. Bu arada da isyankâr olarak görülen genç bir kızla tanışıyor ve aralarında bir dostluk kuruluyor. Başarılı siyah/beyaz görüntülere sahip iki kadın arasındaki anne-kız ilişkisinin ötesinde bir dostluğu anlatan başarılı bir film. Ancak ne yazık ki sinemadaki teknik sorunlar nedeniyle filmin keyfini tam olarak çıkaramadık. Herhalde filmin kopyasının eskiliğinden kaynaklanan bir nedenden dolayı sonlara doğru biraz düzelse de tüm filmi titrek bir şekilde izledik. Böyle olunca da gözler epeyce yoruldu ve filmi izlemek zorlaştı. Bir de arka sıralarda oturan bir çiftin film boyunca fısıldanması da tuz biber oldu benim için. Bu nedenle sağlıklı bir yorum yapmayı mümkün görmüyorum.

Seks Olmadan Bir Yılım (My Year Without Sex)

14:00 – Sarah Watt’ın Seks Olmadan Bir Yılım (My Year Without Sex) filmi Avustralyalı bir ailenin yaşamlarından bir yılı önümüze getiriyor. Filmin adı dikkat çekici ama tüm konu buna odaklanmıyor. Karıkocanın seks yapması kadının beyninde yaşanan bir problem nedeniyle doktor tarafından yasaklanıyor. Bu durum elbette ufak tefek sorunlar yaratıyor ama ne ailenin birinci gündemi bu oluyor, ne de filmin. Hatta kadının hastalığı bile filmin ana konusu değil. Yönetmen ay isimleri ile ayrılmış bölümler aracılığı ile bir ailenin yaşamını ve çevresi ile olan ilişkilerini anlatıyor. Filmin en ilginç karakterlerinden biri kadının arkadaşı olan bir rahibe. Herhangi bir filmde gördüğümüz bir rahibeye göre epey modern ve serbest takılan bir karakter bu ve filme ayrı bir hava katıyor. Son tahlilde keyifle izlenen ama çok da önemli olmayan bir film olarak buldum.


16:30 – Dorota Kedzierzawska, Uçan Süpürge ile tanıdığımız bir yönetmen. Geçmiş yıllarda bu festivalde gösterilen her filminden hayranlıkla ayrıldığım yönetmen bu kez de hayal kırıklığına uğratmadı. Hiç (Nic / Nothing) adlı bu filminde son derece estetik görüntüler eşliğinde bize trajik bir öykü anlatıyor yönetmen. 3 çocuğu olan bir kadın 4. çocuğuna hamile olduğunu anlıyor ancak kocası o kadar ilgisiz ve ilişkileri o kadar pamuk ipliğine bağlı bir durumda ki bu haberi kocasına verdiği takdirde onu terk edeceğinden emin kadın. Bu nedenle hamileliğini gizlemeye çalışıyor, karnındaki şişliğe ise tümör diyor. Kocası da buna inanıyor ya da inanmayı tercih ediyor. Hikâye de trajik bir yöne doğru ilerliyor. Ama dediğim gibi filmin öne çıkan yanı hikâyesi değil, görselliği. Turuncu ve kahverengi tonları ile bezenmiş olan görüntüler sürekli bir sıkışıp kalmışlık duygusu da veriyor. Film boyunca pek çok kez kadını camın, perdelerin ve çeşitli objelerin arkasından görüyoruz. Hatta seçilen planlar da bu hissi destekliyor ve kadına ayrılan alan da giderek küçülüyor. Film sonrasında Prof. Oğuz Onaran ile film okuması vardı. Burada da filmin bu tip özelliklerinden bahsedildi. Ayrıca Oğuz Hoca filmde bir kadın dayanışması fikrinin de olmadığını vurguladı. Doktor ya da rahip gibi resmi görüşü simgeleyen figürler kadının sorunu ile hiç ilgilenmiyorlar ama onu daha iyi anlaması gereken kadınların da ona destek olmadıkları görülüyordu. Bir de eleştirmenlerin bu kadar trajik bir hikâyenin bu kadar güçlü bir görsellikle anlatılmasının tezat olduğunu söylediklerini ancak kendisinin fikrinin de kullanılan görüntülerin kadının ruh halini desteklediği yönünde olduğunu da ekledi. 18:30 – Bu seansta intihar gibi konudan yola çıkmasına rağmen gayet eğlenceli bir film vardı. Nora’sız Beş Gün (Five Days Without Nora) filmine adını veren Nora, gençliğinden beri defalarca intihara kalkışmış bir kadın. Ancak 60’lı yaşlarında amacını gerçekleştirebiliyor. Ama etrafındakileri kontrol etmeye o kadar meraklı ki kendisi öldükten sonra çevresindekilerin yapması gerekenleri de ince ince planlamış. İntihar etmek için öyle bir gün seçiyor ki Yahudi geleneklerine göre o günlerde defin işlemi yapılamamakta ve bedeni bir kaç gün buzlar içinde bekletmek gerekmekte. Bu süre içinde başında duracak kişinin eski kocası olması için de gerekeni yapan Nora, bu günlerde geleneksel yemeğin hazırlanabilmesi için tüm hazırlıkları yapmış, malzemeleri dolaba koymuş hatta hizmetçisine de gerekli talimatları bırakmıştır. Hatta eski kocası ölü bedenini bulmak üzere eve geldiğinde kahvesinin de hazır olmasını da ihmal etmemiştir. Bu arada eski kocası da evli oldukları zamanlarda karısının başka bir ilişkisi olduğundan şüphelenmeye başlar ve onun eşyalarını karıştırmaya başlar. Aynı zamanda Nora’nın her şeyi önceden ayarlamasına da sinir olup onun planladıklarını boşa çıkarmak için çeşitli eylemlere girişir. Mesela onu Hıristiyan mezarlığına gömmek için hazırlıklar yapmaya başlar. Bir yandan da zaten intihar büyük bir günah sayıldığı için Yahudi mezarlığına gömülmesinde de çeşitli sorunlar vardır. Nora’sız Beş Gün gerçekten iyi bir kara komedi. Bir yandan insanlar arası ilişkilere değinirken, farklı dinler arasındaki çatışmalar da güzel bir şekilde filme dâhil oluyor. Festivalin hoş filmlerindendi. 21:00 – Günün son filmi gösterime de giren Parlak Yıldız (Bright Star) idi. Ama o günlerde Ankara’ya gelip gelmeyeceği belli olmadığı için kaçırmayı göze alamadım. Filmin yönetmeni Jane Campion, Piyano gibi bir başyapıtın ardından bir daha o seviyede bir film çekemedi. Ancak Parlak Yıldız ile o seviyeye yaklaştığını söylemek yanlış olmaz. Campion bu kez karşımıza gerçek bir öykü getiriyor. Yaşarken kıymeti bilinmemiş İngiliz şair John Keats ile sevgilisi Fanny’nin öyküsünü izliyoruz filmde. Film bu aşkı anlatırken her ne kadar Keats’i de anlatsa da asıl odak noktası Fanny. Filmin başından itibaren Fanny’yi tanımaya başlıyoruz. Her ne kadar dikiş dikmekle uğraşan eğitimsiz bir taşra kızı olsa da zeki ve hazırcevap bir kişiliği var. Bu sayede daha entelektüel bir kesimde yer alan Keats ve arkadaşlarının


arasında ezilmiyor. Üstelik Keats’in arkadaşları sürekli ona karşı bir tavır sergilemelerine karşın. Zaten film bir kaç kez hem sözcüklerle hem de görüntülerle şiir yazmak ile dikiş dikmek arasında paralellikler kuruyor ve bu iki eylemin aslında birbirinden çok da farklı olmadığı söylüyor. Filmin temel iki kişisinden biri gerçekten yaşamış bir şair olunca filmin büyük bir kısmı da şiirlerden oluşuyor. Doğrusu bir filmde sürekli şiir duymak bir yapaylık katabilirdi. Oysaki burada hem şiirler filmin içine çok başarılı bir şekilde yedirilmiş hem de her filminde bambaşka bir rolle karşımıza çıkan genç oyuncu Ben Whishaw bu şiirleri o kadar doğal bir şekilde okumuş ki şiirler Keats’in filmde de işaret ettiği gibi çok doğal biçimde çıkıyor. Bu arada filmin son jeneriği boyunca da Whishaw, Keats’in şiirlerinden birini okuyor ki, bu sayede son jenerikte hiç kimse salonu terk etmedi. Filmin önemli özelliklerinden biri de sonu trajik biten bir aşk hikâyesini anlatırken olayı abartmaması. Film boyunca en az Ben Whishaw kadar iyi oynayan Abbie Cornish özellikle bu sahnelerde çok dengeli bir oyunculuk tutturmuş. Film sonrasında Şükran Yücel ile bir film okuması vardı. Yücel, Jane Campion’la yıllar önce yaptığı bir söyleşide Keats’i çok sevdiğini belirttiğini ve onunla ilgili bir film projesi olduğunu öğrendiğini anlattı. Filmin temel özellikleri yanında Keats ve Fanny ile ilgili filmde göremediğimiz kimi bilgiler de verdi. Ayrıca seyircilerin de katkıları ile farklı sanatçılar ile ilgili biyografik filmlere değinildi. Geç bir saat olmasına rağmen keyifli bir söyleşiydi. 10 Mayıs, Pazartesi 14:00 – Pazartesi sabahı işyerinde bir eğitimden sonra bu seansa yetişemeyeceğimi düşünüyordum ama işler yolunda gidince tam da zamanında Alman Kültür’de Topp İkizleri: Dokunulmaz Kızlar (The Topp Twins: Untouchable Girls) filmini izlemek üzere yerimi almıştım. Film Country şarkılar söyleyen lezbiyen ikizler üzerine bir belgeseldi. En başta da söylendiği gibi ticari olarak facia olması gereken bir grup ama Yeni Zelenda’nın en sevilen sanatçılarından biri Topp İkizleri. Bu film de bize bu ikizleri tanıtırken, bir yandan da Yeni Zelanda’nın yaşadığı değişimleri gözler önüne seriyor.

Topp İkizleri: Dokunulmaz Kızlar


Aslında “Yeni Zelanda’nın yaşadığı değişimleri gözler önüne seriyormuş,” demem lazım çünkü bu sonucu festival katalogundan çıkarıyorum. Ne yazık ki film başladıktan bir süre sonra ses problemi yaşandı ve düzeltilemedi. Biz de filmin ancak bir kısmını izleyebilmiş olduk. O kısımda da ancak ikizlerin genel bir tanıtımını görebildik. Bir sonraki gün Kızılırmak’taki gösterimde sorun olmayacağı söylendi ama o seans için de farklı bir film seçtiğim için izleyemedim. Bir de üstüne boş boş bir sonraki seansı bekledim ki keşke işyerinde kalıp zaten çok yoğun olan işleri bir yoluna koysaydım dedim kendi kendime.

Erkeksiz Kadınlar (Zanan-e Bedun-e Mardan / Women Without Men)

16:30 – Festivallerde hemen her zaman seyircileri ikiye bölen bir ya da bir kaç film oluyor. Mücadele (Struggle) de onlardan biri oldu. Zevkine güvendiğim festival seyircilerinden bir kısmı bu film için festivalin en iyi 3 filminden biri derken bazıları için de en kötüleri arasında yer alıyordu. Benim için de kötüler arasında oldu doğrusu. Aslında bu tip filmleri festival koşuşturması dışında izleyince fikir değişebiliyor bazen ama ona da pek fırsat olmuyor. Peki, ne anlatıyor bu film? Aslında temel olarak iki kısımdan oluşuyor. İlk kısımda çocuğu ile beraber yaşamaya çalışan göçmen bir kadının farklı işlere girip çıkarak ayakta kalma mücadelesini izliyoruz (ki sonraki günlerde göreceğimiz üzere festivalde epeyce filmde karşılaştığımız bir tema). İkinci kısım ise yalnız bir adam ve kızıyla geçirdikleri kısa zamanlar üzerine kurulu. Özellikle ilk kısım son derece durağan ve diyalogsuz bir belgesel tarzında çekilmiş. Daha bu kısımda ilgimi kaybettiğimi söylemeliyim. Hatta doğruya doğru uyukladım da hafiften. Açıkçası 76 dakikalık süresini iki katı gibi hissettiren bir film oldu benim için.

19:00 – Erkeksiz Kadınlar (Zanan-e Bedun-e Mardan / Women Without Men), 1953 yılında İran’da gerçekleşen darbe sırasında toplumun farklı kesimlerinden farklı kadınların hikayesini getiriyor karşımı-


za. Filmin benim için dikkat çekici olan noktası çok görmeye alışık olmadığımız tarzda bir İran filmi olması oldu. Genel olarak İran filmlerinde günlük hayata gerçekçi bir yaklaşım görüyoruz. Kimi önemli yönetmenler bu gerçekçi yaklaşımın altında çok sağlam felsefi sonuçlara ulaşırken bazıları da işi çok derinleştiremiyor. Bu filmde ise beklenmedik bir şekilde neredeyse gerçeküstü sahneler vardı. Ayrıca filmin anlattığı dönem nedeniyle ve İran dışında çekilmiş olmasının da katkısıyla o dönemde İran’da kadınların yaşamlarına da tanıklık ederek başı açık bir şekilde erkeklerin dünyasında yer alan güçlü kadınları görebildik. Bu da modern İran filmlerinde görebildiğimiz bir şey değil. Mecburiyetten biraz da elbette. Aslında bu farklılığın en önemli nedeni yönetmen ve oyuncular İranlı olsa da filmin aslında bir İran filmi olmaması. İncelediğimizde filmin Almanya-Avusturya-Fransa ortak yapımı olduğunu görüyoruz. Bu nedenle aslında İranlı sanatçıların ülkelerinin bir dönemine dışarıdan bir bakışları olarak değerlendirmek daha doğru olacaktır. 21:00 – Gel Porno Çevirelim (Humpday), belki festivalin en iyi filmi değildi ama en eğlenceli filmiydi. Ben ve Andrew iki eski arkadaş. Zamanında bir arada takılmışlar ama zamanla biri evlenmiş ve çoluk çocuğa karışma, rutin bir hayat sürdürme sürecinde, diğeri ise hiç bir yerde dikiş tutturamamış, bir sanatçı olma iddiasında ama hiç bir şeyin de sonunu getiremeyen bir adam. Uzunca bir süre görüşmedikten sonra gecenin bir yarısı Andrew’in Ben’in evine gelmesi üzerine eski günleri yâd etmeye başlıyorlar. Bir gece kafaları dumanlıyken akıllarına bir sanat projesi geliyor. Bölgedeki amatör porno film festivaline katılmak. Ama bu filmde iki heteroseksüel erkek seks yapacaktır. Bu iki kişi de kendileri olacaktır.

Ertesi sabah kendilerine geldiklerinde fikrin tuhaflığının her ikisi de farkındadır ama Ben evlendi diye eski günlerinden uzak, tutucu/muhafazakâr bir hayat yaşamadığını, Andrew ise başladığı bir işi bitirebileceğini kanıtlamak için, en önemlisi her ikisi de kendisine korkak dedirtmemek için bir türlü bu projeden vazgeçemezler. Hatta filmin en komik sekanslarından birinde Ben bir şekilde karısından izin bile alır. Sonunda kendilerini filmi çekmek için bir otel odasında bulurlar. Festivalin “Erkekler Matinesi” bölümündeki bu film gerçekten de bir kadının yazıp yönettiği bir yapım


olmasına rağmen, erkek dünyasının belli özelliklerini şahane bir şekilde anlatmış. İki erkek arasındaki arkadaşlık, saçma sapan bir inat, önce bir şey söyleyip sonra saçma olduğunu bilse bile vazgeçememek çok tipik özellikler. Ayrıca homofobi ve ona eşlik eden hafif eşcinsel eğilimler de başarılı şekilde ele alınmış. Filmin tarzı da bu filme sadece oyuncu olarak katkıda bulunsa da farklı festivallerde yönetmen ve senaryo yazarı olarak gördüğümüz Mark Duplass’ın filmlerini andırıyor. Amatör sayılabilecek bir kamera ile gösterişsiz ve doğal çekimler. Tam bir bağımsız film yani. Belli ki Duplass kâğıt üzerinde görünmese de sette yönetmen Lynn Shelton’a epey fikir vermiş. 11 Mayıs, Salı 12:00 – Günün benim için ilk filmi Sana Bağlandım (Ganz Nah Bei Dir / Close to You) idi. Phillip her günü birbirinin aynı geçmekte olan, hayatında kendi koyduğu kurallara sıkı sıkıya bağlı bir banka memuru. Rutininden asla dışarı çıkmıyor, böyle bir isteği de yok zaten. Bir gün tesadüf eseri Lina ile karşılaşıyor. Lina cıvıl cıvıl, hayat enerjisi dolu bir çellist. Hayatta yeniliklere açık bir kişilik. Görme engelli olması da bu enerjisini ve cesaretini engellememiş. Aslında birbirinden farklı özellikler taşıyan kişilerin aşklarını anlatan filmler epey çoktur. Bu da öyle bir film belki ama karakterler arasındaki ilişkiler ve Phillip’in değişimi çok başarılı bir şekilde verilmiş. Lina karakterinin cana yakınlığı da ayrıca kendini izlettiriyor. Bu nedenle festivalin iyi filmleri arasında yerini aldı. 14:30 – Bu kez tam bir İran filmi vardı karşımızda. Kadın Olduğum Gün’ün (Roozi Ke Zan Shodam / The Day I Became a Woman) yönetmenliğini Marzieh Meshkini yaparken senaryoyu da eşi Mohsen Makhmalbaf yazmış. 78 dakikalık kısa bir süreye sahip olan bu film aslında birbirinden neredeyse bağımsız üç kısa filmden oluşuyor. Her bir film farklı yaş dönemlerinde bir kadını ele alarak İran’da kadın olmaya farklı yönlerden bakıyor. Filme adını veren hikâye ilki. Bu hikâyede Hava adlı bir kız çocuğu her zaman yaptığı gibi arkadaşı Hasan’la oynamak üzere annesinden izin ister. Ama Hava o gün 9 yaşına girmektedir ve 9 yaş onun kadın olduğu gün olarak sayılmaktadır. Bu nedenle artık erkeklerle oynaması, bırakın erkeklerle oynamasını, örtünmeden evden dışarı çıkması bile yasaktır. Doğum saatinin öğlen vakti olduğunu öğrenen Hava, annesinden öğlene kadar izin koparır. Son kez Hasan’la oynayabilecektir. Ama bu kez işler değişir. Hasan da ödevini yapmadığı için evden dışarı çıkamamaktadır. Son oyunlarını Hasan’ın demir parmaklıklı penceresi aralarında olmak üzere oynarlar. Küçücük bir kız çocuğunu bile eve hapsetmek isteyen anlayışı çarpıcı şekilde gösteren bu bölüm filmin en etkili kısmıydı. İkinci kısımda ise bisiklete binen bir grup genç kadın görüyoruz ve bunlardan Ahu adındaki kadına odaklanıyoruz. Ahu bisiklete bindiği sırada at üzerinde önce kocası gelip onu vazgeçirmeye çalışır, sonra bir hoca gelir ve Ahu ve kocasını boşar. Ardından da sürekli olarak birileri Ahu’yu bisiklete binmeyi bırakması için ikna etmeye çalışır. Bu bölümün sonunda ise kadınların bisiklete binme sebebinin bir bisiklet yarışı olduğunu öğreniriz. Aslında belli ki bisikletle ucu belirsiz bir yere doğru gitmek kadınların özgürlüğe özlemlerini sembolize ediyor. Biraz uzun tutulmasına rağmen yine başarılı bir bölümdü. Son bölümde ise sıra bu kez yaşlı bir kadında. Hura adlı bu kadın geç yaşında belli bir paraya sahip oluyor ve bu para ile yıllardır hayalini kurduğu şeyleri almaya başlıyor. Ama geç yaşta gelen para ne kadar işe yarıyor denince cevabı pek olumlu olamıyor. Doğrusu ilk iki bölüm kadar iyi bulmadığım ama hayatının başında özgürlüğü kısıtlanmış olan kadın figürünün hayatının sonuna doğru özgürlüğe kavuşmasının da bir değerinin olmadığını göstermesiyle filmi bir bütünlüğe götürmesi açısından başarılı bir kapanış oluyordu yine de.


16:30 – Amerikan rüyasına inanıp Meksika’dan Amerika’ya göçen bir aile hayatını idame ettirmeye çalışırken ailenin babası evi terk eder. Bunun üzerine Mariana, iki çocuğu ile hayat mücadelesinin tam ortasında kalır, üstelik bir de hamile olduğunu öğrenir. Çoğu film böyle bir durumda ana karakterini hırsızlık ya da fuhuş yoluna götüren bir yol çizer ve hikâye trajik bir sona doğru giderdi. Oysa Aramızda (Entre Nos / Between Us) filminde Mariana her ikisini de yapmıyor, ne kadar zor olsa da bir şekilde ayakta kalmayı başarıyor. Yine de karnındaki çocuktan vazgeçmeye mecbur kalıyor. Filmin finali de her ne kadar hayatın zorlukları devam ediyor olsa da bir umut ışığını da elden bırakmıyor. Asıl çarpıcı olan ise filmin sonundaki yazıdan öğrendiklerimiz. Filmde Mariana’yı oynayan Paola Mendoza aynı zamanda filmin yönetmen ve senaryo yazarlarından da birisi. Hikâye de onun kendi hikâyesi aslında. Filmde kendi annesini oynamış. Görüyoruz ki o umut ışığı gerçek olmuş ve küçük çocuklardan biri şimdi yönetmen/oyuncu olmuş, diğeri ise bilim adamı. Belki bu anlamda Amerikan rüyasını olumluyor denebilir ama yine de hayatın zorluklarını göstermekten de kaçınmadığı için gerçekçi bir noktada duruyor. Ayrıca gayet de iyi çekilmiş etkileyici bir film. Festivalin izlenmesi gereken filmlerinden biri olarak görüyorum. 18:00 – İki belgesel filmin arka arkaya gösterildiği bu seansa ilgi son derece fazlaydı. Hatta galiba bilet bulamayıp dışarıda bekleyenlerin olduğu tek seans da buydu. Üstelik normalde belgesel seansları pek bir boş geçer. Belli ki bu belgesellerin tanıtımları çok iyi yapılmış. Seanstaki ilk film Nahide’nin Türküsü (Hush!) idi. Yönetmen Berke Baş, büyükannesi Nahide üzerinden Türkiye’deki Ermenilerin yıllar içindeki durumunun izini sürüyor. Nahide aslında gerçek adı değil ama Ermeni adı neredeyse hiç kullanılmış. Filmde bir zamanlar Ordu’da nüfusu epey çok olan Ermenilerin şu anda bir avuç kaldıklarını görüyoruz. Tıpkı ülkenin diğer yerlerinde olduğu gibi. Filmde yapılan söyleşilerde görüyoruz ki 1915’deki sevkıyat ve sonrasında Ermenilere farklı insanlardan farklı yaklaşımlar gelmiş. Bir kısmı gerçekten düşmanca yaklaşırken bir kısmı da öksüz kalan çocukları evlerine alıp büyütmüş, onları kendilerinden ayrı tutmamışlar. Hatta Nahide örneğinde aslında görüyoruz ki onun hiç çocuğu olmamış. Yanında kaldığı ailenin çocuğunu kendi oğlu gibi benimsemiş ve öyle davranmış. Aile de buna bir şey dememiş hatta desteklemişler. Çarpıcı bir hikâye. Filmin önemli yanlarından biri ise geçmiş ve bugünkü durumu kıyaslaması. Görüyoruz ki pek çok Ermeni yurtdışına gitmeyi seçmiş. O zamanki kiliseleri camiye çevrilmiş ve o yıllardaki Ermeni mahallelerinden eser kalmamış. Bölgedeki çocuklar için Nahide’nin doğum yılı olan 1903’ün Beşiktaş’ın kuruluş tarihinden başka bir şey ifade etmediğini de hoş ve düşündürücü bir anekdot olarak eklemek lazım. Seansın ikinci filmi ise İki Tutam Saç: Dersim’in Kayıp Kızları adını taşıyordu. Bu film, tarihimizin pek bilinmeyen ya da unutturulmaya çalışılan bir olayı ile ilgili. Dersim katliamı sonrasında yaşananları anlatan bu belgeselde, Dersim’den kimsesiz olarak ayrılan çocukların devletin bir politikası olarak asker ailelerine verildiklerini ve asimile edilmeye çalışıldıklarını görüyoruz. Birbirlerinden ayrı düşmüş bu çocuklar bugün epey yaşlı birer kadın. Bazıları bulunmuş, bazılarından ise hiç haber yok (filmin sonunda haber olmayanların bir listesini de görüyoruz). Film hemen tümüyle o günlerin çocuklarının bugün anlattıklarına dayanarak ilerliyor. Doğru bir seçimle kendisi bir yargıya varmaktan kaçınıyor, daha doğrusu anlatılanlardan yola çıkarak seyircinin bir sonuca varmasını sağlamaya çalışıyor. Filmin en önemli yanı anlatılanları kayıt altına alarak belgelemesi ve gelecek günlere bırakması. Çünkü bugün bile yaşlarından dolayı pek çok şeyi unutmuş olan bu kadınlar, bir süre sonra artık aramızda olmayacaklar. Anlattıklarının kayıt altına alınmış olması çok önemli. Filmden sonra yönetmen Nezahat Gündoğan ile bir söyleşi vardı. Aslında yoğun bir soru cevap seansından çok seyircilerin beğenilerini iletmeleri şeklinde geçti. Herhalde en önemlisi olayların konulu bir


Nezahat Gündoğan filminin yapılmasının planlandığını ve filmin çeşitli yerlerde gösterilmesi sonrasında kayıp isimlerden bazılarının ortaya çıkmış olduğunu öğrenmemiz oldu. 21:00 – Günün son filmi, yine Isabelle Huppert’in başrolde olduğu bir filmdi. Ama Beyaz İnsan (White Material) asıl yönetmeni Claire Denis ile öne çıkan bir yapım. Denis’in her zamanki özelliklerini bu filmde de görüyoruz. Durgun ama sizi filmin içine çeken bir anlatım. Az diyaloglar ve sağlam bir görsellik. Ve elbette Tindersticks’in müzikleri. Ama yine hemen her Denis filminde olduğu gibi zor bir film. Hele günün 6. filmi olarak izleyince kimi yerlerini anlamlandırması daha zor oldu. Ama gördüm ki sadece benim özelimde böyle değildi. Festival bitene kadar farklı izleyicilerle en çok tartıştığımız film bu oldu. Film, adı verilmeyen bir Afrika ülkesinde geçiyor. Belli ki eski bir Fransız sömürgesi. Ülkenin yerlilerinin ikiye ayrılıp birbirlerine düştüğü bir ortamda büyük bir araziye sahip olan Fransız bir aile odağımızda. Ailenin tüm işini de Huppert’in canlandırdığı Maria Vial karakteri eline almış. Bu kaos ortamında bile son kalan işleri bitirmeye çalışıyor. Denis yine pek çok filminde yaptığı gibi batının sömürgecilik anlayışını eleştirerek beyaz insanın orada ne aradığını sorgularken, marazi bir anne-oğul ilişkisi içine de sokuyor bizleri. Kendi adıma asıl değerini verebilmek için bir kez daha izlemek istediğim filmlerden biri oldu. 12 Mayıs, Çarşamba 12:00 – Bu seanstaki Mucize (Lourdes) filmine yetişebilmek için işyerindeki bir toplantıyı yarım bırakmak durumunda kalıyordum. Sonuç çok iyi bir film değildi belki ama seyretmesem içimde kalacaktı. Hayatlarında bir mucize arayan insanlar, özellikle arzulanan bu mucize sağlık ile ilgili ise, son çare olarak ilahi bir güçten yardım diliyorlar. Çok doğal olan bu istek kimi zaman farklı insanlar tarafından bir kazanç kapısı olarak görülebiliyor. Bu konuda onlarca bireysel dolandırıcılık hikâyesi görebiliriz. Mucize filmi ise bu olayın bazen çok daha resmi ve kurumsal olabileceğini gösteriyor bize. Lourdes kasabası, Katoliklerin hastalıkları iyileştirdiğine inandıkları bir bölge ve buraya her yıl binlerce hatta milyonlarca insan geliyor (İnternet’te kısa bir araştırma 15.000 kişilik nüfusu olan bu kasabada 270 otel olduğunu ve 5 milyon turisti ağırlayabildiğini gösteriyor). Belli ki bu mucize arayışı ticari bir me-


taya dönüştürülmüş. Filmin bir kısmında buraya düzenlenen turların işleyişini neredeyse bir belgesel kıvamında izliyoruz. Görüyoruz ki ortada yasadışı hiç bir şey olamadan çaresiz insanlar üzerinden para kazanmak çok kolay. Ama film sadece bunu göstermekle kalmıyor. Sylvie Testud’un çok başarılı bir şekilde canlandırdığı Christine adında bir ana karakteri de var. Film ilerledikçe Christine’de beklenen mucize yavaş yavaş kendisini göstermeye başlıyor. Bu sefer de diğer insanların bu olaya yaklaşımının son derece çarpıcı olduğunu görüyoruz. Genellikle onun için sevinmek yerine “neden o da ben değilim ki” ya da “o yeterince inançlı mıydı acaba” gibi düşünceler ön plana çıkmaya başlıyor. Mucize kimi zaman durağan temposu ile izlenmesi zorlaşsa da başarılı atmosferi ve ele aldığı konu itibari ile izlenmeye değecek orta karar bir film olarak kaldı benim için. 18:00 – Arada vizyon filmlerinden Ankara’da tek bir hafta gösterimde kalacak Ay’ı (Moon) izledikten sonra bir panel için Alman Kültür’ün yolunu tutuyordum. Düşümde Bile Günahkârsın başlıklı bu panele Altyazı dergisinin kadın yazarlarından Ayça Çiftçi, Gözde Onaran, Senem Aytaç ve Zeynep Dadak konuşmacı olarak katılıyorlardı. Panelde İkinci Dünya Savaşı sonrası dönemde ortaya çıkan film-noir türü filmler üzerinden femme-fatale kavramı üzerine çözümlemeler yapıldı. Double Indemnity, Out of the Past, The Postman Always Rings Twice, The Lady from Shanghai başta olmak üzere, türün önemli filmlerinden örnek sahneler gösterilerek femme-fatale’in çekici ama bir o kadar da korkutucu imgesi irdelendi. Gerçekten izlenmeye değer bir etkinlikti. Bir sonraki seanstaki filme yetişmem gerektiği için panelden bir miktar erken ayrılmam gerekti ancak hazırlanan diğer filmlerden anladığım kadarıyla femme-fatale’in izi Mulholland Drive ve Bound gibi türün modern örnekleri içinde sürülmeye devam edilmiş hatta Türk sinemasındaki karşılığı da irdelenmiş olmalı.

Amrika (Amreeka) 19:00 – Bu seanstaki Amrika (Amreeka) filmi de bir önceki gün gösterilen Aramızda gibi Amerikan rüyasına inanıp bu ülkeye göç eden bir aile ile ilgiliydi. Orada göçmenler Meksika’dan gelirken burada Filistin’den gelen bir aile görüyoruz. Filistin’de yaşadığı zorluklara dayanamayan Muna Farah, karşısına bir fırsat çıkınca oğlu ile birlikte Amerika’ya göçüyor. Zaten kız kardeşi de orada yaşamakta. Hayatlarını


yoluna sokana kadar onların yanında kalmaya karar veriyorlar ancak her şey o kadar kolay olmuyor tabii ki. Daha ülkeye girişlerinde bir karışıklık sonrasında biriktirdikleri tüm paraya veda etmek zorunda kalıyorlar. Yine de ülkesinde bir banka memuru olarak çalışmakta olan Muna burada da aynı işi yapabileceğinden emin. Ama bu da mümkün olamıyor. Oğlu da okulda ırkçı nitelendirmelerle karşılaşıyor. Yine de bir şekilde hayatlarını devam ettirmeye çalışıyorlar. Amrika’da karşımıza çıkan aile Aramızda filmindekinden daha şanslı durumda. Onlar kadar zorluk yaşamıyorlar. Onlara ikinci sınıf insan gibi bakanların yanında yanlarında duranların, onlara yardım etmeye çalışanların da olduğunu görüyoruz. Hatta filmin sonunda Muna’nın Amerikalı bir erkek arkadaşının bile olabileceğine dair bir ışık yanıyor. Yine olumlu olarak sonuçlanan bir hikâye. Ama tek çözüm yolunu Amerika’ya gitmekte bulmadığı da gözüküyor. Filistin’de kalıp ülkelerinde mücadele edip orada ölmek isteyenlere de saygıyı elden bırakmıyor. Aslında her iki davranışın da bir seçim olduğunu ve hayatın her yerde zor olsa da bir şekilde üstesinden gelinebileceğini gösteren konusundan beklenmeyecek kadar da keyifli bir film üstelik.

Düz Beni (Baise-Moi / Fuck Me)

21:00 – Günün son filmi festivalin adından da anlaşıldığı gibi en sansasyonel filmi Düz Beni (BaiseMoi / Fuck Me) idi. Daha festival katalogunda filme bilet bulunmasının zor olacağı yazılmıştı zaten. Öyle de olunca küçük salondan büyük salona alındı. 2000 yılında gösterime girdiğinde (Türkiye’de girememişti) etrafında yaratılan fırtınayı da hatırlıyorum ve o zamandan beri çok ümitli olmasam da izlemek istediğim bir filmdi. Sonunda izledik ama beklenti az olsa da sonuç bir hayal kırıklığı. Erkekler tarafından sürekli olarak aşağılanan, tecavüze uğrayan iki kadının silahları eline alıp canlarının istediği erkeklerle birlikte olup sonra da onları öldürmelerini izliyoruz film boyunca. Hatta sonlara doğru bir gece kulübündeki kadın erkek herkesi öldürüyorlar. Filmin vermek istediği mesaj belli ama filmin içine bir kaç hardcore sahne koymak ve şiddeti öne çıkarmak iyi bir film yapmıyor ne yazık ki. Sadece sansasyon yaratmaya yarıyor. Ayrıca belki de söz konusu hardcore sahneleri oynayacak daha iyi birer oyuncu bulunamadığı için iki başrol oyuncusu da gerçek porno oyuncuları ve normal sahnelerde hiç inandırıcı olamıyorlar.


İki kadının her şeyi geride bırakıp özgürlüğe gitmesini izlemek istersek Thelma & Louise ya da tecavüze uğrayan bir kadının intikam hikâyesini anlatan iyi bir B-filmi izlemek istersek I Spit on Your Grave gibi filmler varken bu filmi izlemenin bir gereği yok. Yok eğer hardcore sahne izlemek gibi bir niyet varsa zaten onun adresi farklı yerler. 13 Mayıs, Perşembe 12:00 – Kariyerinin başından beri kadın karakterlere ayrı bir önem veren Pedro Almodóvar, kadın filmleri festivalinin programına gönül rahatlığıyla dâhil edilebilecek bir isim. Üstelik ilk dönem filmlerini izlemek de ayrı bir keyif. Karanlık Arzular (Entre Tinieblas / Dark Habits) da Almodóvar’ın yine çoğunlukla kadın karakterler arasında geçen, henüz asıl ününü kazanmadan 1983 yılında çektiği bir filmi. Filmin temel hikâyesi bir pavyon şarkıcısının mafyadan kaçmak için manastıra sığınması üzerine kurulu. Mafyadan kaçan bu şarkıcının hikâyesinin yanında bir yandan manastır da kapanma tehlikesi altında. Filmin asıl eğlenceli kısmı son derece enteresan rahibe karakterleri. Zaten en başta iki rahibenin kulise gidip hayranı oldukları şarkıcıdan imza istemelerinden bu hissediliyor. Bir rahibenin bir pavyon şarkıcısından imza istemesinin tuhaflığı bir yana, zaten o ana kadar şarkıcıdan imza isteyen herhangi bir kişi olmamış. Sonradan rahibeleri tanımaya başladığımızda aralarında uyuşturucu kullanan olduğunu da görüyoruz, takma adla erotik romanlar yazanı da. Üstelik bir de manastırda bir adet kaplan var. Belki Almodóvar’ın son dönem filmleri kadar profesyonelce çekilmiş bir film değil Karanlık Arzular, hatta ilk dönem filmleri arasında da çok adı geçen bir film değil ama yönetmeni sevenlerin mutlaka izlemesi gereken bir film. 14:00 – Bu seanstaki Nar Ağaçları (Al-mor wa al Rumman / Pomegranates and Myrrh) Filistin’den gelen bir filmdi. Hikâye Kamar ve Zaid’in evlenmeleri ile başlıyor. Gayet mutlu olarak başlayan bu evlilik yıllardır Zaid’in ailesinin sahip olduğu zeytin bahçelerine İsrail ordusunun anlamsız bir sebeple el koyması ile bambaşka bir yöne gidiyor. Çünkü bu olay sırasında Zaid de askerlere direniş göstermekten tutuklanıyor ve Kamar tek başına kalıyor. Bunun arkasından Kamar hem kocasını hem de zeytinlikleri kurtarmak için bir hukuk mücadelesine girişiyor.

Nar Ağaçları


Morvern Callar

Film bu yönüyle yakın zamanda gösterime giren Limon Ağacı filmine benziyor. İki filmin adlarının benzer olması ilginç bir tesadüf. Ayrıca her iki filmde de böyle bir ortamda yalnız bir kadın olmanın zorluklarına da değiniliyor. Burada Kamar ile ilgili en başta öğrendiğimiz şeylerden biri bölgedeki pek çok kadının tersine kocasından bağımsız bir hayatının ve arkadaşlarının olması. O bir dansçı aynı zamanda. Aslında henüz zeytinliklerle ilgili sorun ortaya çıkmadan bu durumun aile içinde yarattığı sorunlar da hafiften hissedilmeye başlıyordu. Belki de sadece bu durumdan bile bir film çıkabilirdi. Üstelik bir de kocası hapiste olan bir kadın olarak üstüne üstüne gelen sorunlardan kurtulup bir süre soluklanmak için olsa bile başka şeylerle ilgilenmesi hiç tasvip edilmiyor. Nar Ağaçları hem politik durumu hem de böyle bir ortamda bağımsız bir kadın olma meselesini başarılı bir şekilde ele alan ortalamanın üzerinde bir filmdi.

16:30 – Festivalin bitmesine yakın, programdaki en iyi filmlerden birini izliyorduk. Morvern Callar adlı bu filmin açılışında Morvern’in erkek arkadaşının beraber yaşadıkları evde intihar ettiğini görüyoruz. Geride bıraktığı tek şey bilgisayarda bırakılmış bir intihar notu ve bir roman. Morvern bir kaç gün ne yapacağını bilemez. Sevgilisinin cesedi bile olduğu yerde kalır. O ise en yakın arkadaşıyla gece kulüplerine gider. Sonunda bir anda bilgisayardaki romanın yazar kısımdaki adı değiştirerek onu bir yayıncıya gönderir ve sevgilisinin cesedini parçalara ayırarak ıssız bir yere gömer. Sonra da arkadaşı ile birlikte bir İspanya tatiline çıkar. Doğrusu Morvern Callar ilginç ve güzel bir film. Aslında ana karakterinin yaptıklarına tam anlamıyla bir neden bulamıyorsunuz. O içinden geleni yapıyor çünkü. Romandaki adı değiştirmesi bile bilinçli bir şey değil. Sonucu onun açısından olumlu oluyor ama bunu planlamış değil. Tüm film belli bir kafası


dumanlılık halinde gidiyor. Özellikle gece kulübü sahneleri ve tüm bir İspanya seyahati böyle. Adeta Morvern’in düşünerek değil içgüdüleri ile yaşadığına tanıklık ediyoruz. Filmin bolca yavaş çekim ve dış müzik kullanan çekim tarzı da bunu destekliyor. Ayrıca başrolde Samantha Morton da sevilmesi pek güç bir karakteri erişilebilir kıldığı mükemmel bir oyunculuk sergiliyor. Zaten epeyce ödül almış bu filmle. 19:00 – Ve işte festivalin kapanış töreni gelip çatmıştı. Aslında bu saatlerde eve gidip biraz dinlenmeyi planlamıştım ama festival takipçileri ile genel bir değerlendirme yapmaya dalınca zaman geçti gitti ve bari kapanış törenine ve kokteyle kalayım dedim. Sermet Yeşil ve Merve İldeniz’in sunuculuğu üstlendiği kapanış töreninde bu yılki festival ile ilgili konuşmalar yapılıp fotoğraflar gösterildi. İki de ödül verildi. En iyi film ödülü daha önce de belirttiğim gibi Yuva filmine gitti. İlki geçen yıl verilen Genç Cadı Ödülü ise Bornova Bornova filmi ile Damla Sönmez’e verildi. Gerçekten hak edilmiş bu ödülü almak için Sönmez de törendeydi. 21:00 – Kapanış töreni yapılmıştı ama festival daha bitmemişti. Film gösterimine ayrılmış bir seans daha vardı. Bu seansta da Catherine Breillat’ın Kusursuz Aşk (Parfait Amour! / Perfect Love) filmi ile festivali noktalayacaktım. Breillat’ı kadın-erkek ilişkilerine çarpıcı bakışlar attığı filmlerden tanıyoruz. Cinsellik her zaman bu ilişkinin önemli bir parçası olarak filmlerinde yer alıyor. Bazen cinsellik dozunu öyle bir arttırıyor ki bunu filmin ilgi çekmesi için yaptığı hissi de veriyor doğrusu. Ama filmlerinin altı mutlaka dolu oluyor. Yani altı boş filmler yapan ama cinsellikle ilgi çekmeye çalışan bir yönetmen değil. 1996 yapımı Kusursuz Aşk’da ise sansasyonel sahnelere başvurmadan da çok iyi bir film yapabileceğini gösteriyor. Aslında filmdeki çiftimiz ilişkilerinin büyük kısmını yatakta geçiyorlar. Ama bu sahneler Breillat’ın kimi filmlerinde olduğu gibi her şeyi gösteren sahneler olmayınca filmin diğer dertleri daha iyi ortaya çıkıyor. Filmin başında Christophe’un kız arkadaşı Frédérique’i bıçaklayarak öldürmüş olduğunu öğreniyoruz. Tüm film de bu eylemin nedenine bizi geri götüren büyük bir flashback aslında. Christophe ve Frédérique arasındaki ilişki çoğunlukla cinsellik üzerine kurulu gibi gözüküyor. Ya da Breillat bunun ilişkinin en önemli noktası olduğunu düşünerek bu kısma odaklanıyor. Çünkü aralarında büyük bir ten uyumu olduğunu düşündüğümüz çift için durumun öyle olmadığını film ilerledikçe anlıyoruz. Ama en rahat konuşabildikleri anlar da cinsellik sonrası anlar. Çift arasındaki önemli sorunlardan biri yaş farkı olarak göze çarpıyor. Hikâye yaşlı kadın-genç erkek ilişkisi olarak sunulsa da aslında kadın 30’larının ortalarında iken erkek 20’lerinin başlarında. Yani çok büyük bir yaş farkı yok aslında, hatta tersi bir durum muhtemelen hiç sorun yaratmayacaktı. Ama asıl sorun kadının başından iki evlilik geçmiş olması ve iki çocuğunun olması belki de. Oğlan son derece toyken kadının daha görmüş geçirmiş ve sağlam bir karakteri var çünkü. Kusursuz Aşk, kadın-erkek ilişkisine en gerçekçi bakış atan filmlerden biri olarak ortaya çıkarken Breillat bir ilişkiyi ince ince didikleyip masaya yatırabilecek bir isim olduğunu gösteriyor. Keşke sansasyon merakından biraz vazgeçse de ondan bu kalitede filmler izlesek. Böylece bir festival daha bitiyordu. Artık sonbahara kadar Ankara’nın sanat gündemi de durulacaktı zaten. Bu anlamda festival ile birlikte bir sanat sezonuna daha veda ediyorduk bir anlamda. Hasan Nadir DERİN www.sinemamanyaklari.com


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.