Aral覺k 2010
Say覺 39
İÇİNDEKİLER 04-08 Haberler
09-21 Röportaj - Murat MIHÇIOĞLU 22-24 Öykü - Çamur 25-31 Kitap Fuarı Günlüğü 32-37 Öykü - Yeniden Merhaba 38-41 Röportaj - Gianfranco MANFREDİ 42-46 Çizgi Roman 47-48 Çizgi Roman İnceleme- Ateşten Doğan Kahramanlar 49-52 Çizgi Roman İnceleme - Sheena 53-62 Öykü - Yaratığın Gelini, Şeytan'ın Sevgilisi 63-66 Sinema - Sosyal Ağ 67-68 Kitap İnceleme- Hayal Tozu Gölgecisi 69-74 Çizgi Roman - 2011'de Çizgi Roman Filmleri 75-77 Röportaj- Bir Sahafın Yaptıkları 78-81 Öykü- Hayallerin Bedeli 82-87 Sinema - Sıradışı Bir Film Yıldızı 88-91 Sinema - Edward SCISSORHANDS 92-94 Öykü - Çamur 95 Çizgi Roman - Nerede Yaşıyorsam, oranın işçisiyim! 96-99 Yazarının Kaleminden - Tılsım'ı Kudret'in Yolculuğu 100-104 Öykü - Parçalanmış Ruhlar 105-107 Sinema - Karlar düşer, düşer düşer ağlarım. 108-114 Öykü - Son Cadıyı Ben Kestim! 115-116 Çizgi roman - "İpler" Rüyadam 117-122 Öykü - Göz 123-126 Çizgi roman - Sıradan Bir Gün 127-134 Öykü - Sigortacan 135 Çizgi Roman - Gençlik Başımda Duman 136-141 Öykü - Karbon 142 Pinup
39.
Sayı ile tekrar birlikteyiz. Gölge e-Dergi'ye ulaşmak için http://GolgeDergi.Blogspot.com Editör: Mehmet Kaan SEVİNÇ golgeedit@gmail.com Yayın Kurulu: Oğuz ÖZTEKER, Hasan Nadir DERİN, Ahmet Hamdi YÜKSEL, Sadık YEMNİ, Rıdvan ŞORAY, Utku TÖNEL, Şükrü BAĞCI Grafik Tasarım: Gülhan D SEVİNÇ Kapak: Rıza TÜRKER Pinup: Celalettin CEYLAN Gölge e-Dergi internetten yayın yapan özgür ve özgün içerikli tam bağımsız bir dergidir. http://twitter.com/GolgeDergi http://issuu.com/GolgeDergi http://golgedergi/deviantart.com
Merhaba 29. İstanbul Kitap Fuarı’nda yeni kitaplarla, yazarlarla buluşmanın getirdiği keyifli anların yanı sıra, fuara damgasını vuran 1001 Roman yayıncılığın İtalyan çizerler ile gerçekleştirdiği imza etkinliği ve Zagor’un efsane çizeri Ferri, çizgi roman okurları için gerçek bir şenliğe dönüştü. Hemen arkasından Kurban Bayramı ve bayram tatilinin dokuz gün olması nedeni ile, bayram ziyaretlerinin ardından, evde ya da gidilen yerlerde, pastırma yazının son güneşli günlerinde açık havada, fuardan alınan kitapların, çizgi romanların okunması için güzel bir fırsat oldu, Kasım ayı bu nedenlerden dolayı kitap ve çizgi roman okurları için unutulmaz bir ay olacaktır eminim. Acısı, tatlısı ile hayat devam ediyor ve tabii ki Gölge e-Dergi de. Aralık sayımızda da yazar, çizer dostlarımız, öyküler, çizgi romanlar, sinema, kitap değerlendirmeleri, söyleşileri ile hayata dair küçük mutlukları, siz Gölge e-Dergi takipçileri ile paylaşıyorlar. Gölge e-Dergi’nin, yeni editörü olmam dolayısı ile başarı ve kolaylık dileklerini ileten bütün dostlara çok teşekkür ederim. İyi okumalar. Mehmet Kaan SEVİNÇ
3
ZAGOR Haberler
ZAGOR Gecesi
Fotoğraf: Elvan Pektaş DENİZ Soldan sağa- Ahmet Burak GAYRETLİ, Ahmet Hamdi YÜKSEL, Mehmet Kaan SEVİNÇ, Gülhan D SEVİNÇ, Nadir KUTLUHAN, Atilla BİLGEN, Sadık YEMNİ, Devrim KUNTER, Tunç PEKMEN.
Gölge e Dergi ekibide Zagor Gecesindeydi. Efsane çizgi roman kahramanı baltalı ilah Zagor Te nay’ın, efsane çizeri Gallieno Ferri’nin ülkemize ilk defa gelişi nedeni ile Kadıköy Karga barda düzenlenen Zagor gecesi'nde Gölge e-Dergi ekibi de , yazar ve çizerleri de ilk defa topluca bir araya gelme imkânı buldu. Dergimizde yazan çizen birçok arkadaş bu defa sanal dünya yerine gerçek dünyada bir araya geldik, yüz yüze görüştük, tokalaştık, birbirimize sarıldık, kucaklaştık. Gölge e-Dergi üzerine görüşlerimizi, daha başka neler yapabileceğimizi, yeni projelerimizi paylaştık. Gölge e-Dergi takipçisi olan yazı ve çizgileri ile kadromuza dâhil olup destek vermek isteyen yeni arkadaşlarla tanıştık. Zagor gecesi bir süre sonra baktık ki Gölge e-Dergi gecesine dönüşmüş, böylece ekip olarak geceye imzamızı attık. Umarız gelecekte bir günün gecesinde Gölge e-Dergi 'ye özel bir oluşumda bütün yazar, çizer ve okurlarımızla bir araya gelip görüşürüz.
4
Haberler
TOTEM
İ YEN AR NL A K I Ç
Çıktı!...
Roberto Diso, Ergün Gündüz, Cem Özüduru, Bahadır Barış Özsoy, Filip Andronik ve daha niceleri TOTEM'de Buluştu!... Studio Rodeo Çizgi Roman Yıllığı 2011 huzurlarınızda! Güçlü bir kadronun zihninden ve elinden çıkan kitapta, 16 farklı çalışma yer alıyor. TOTEM, ülke çapındaki Remzi, İnkılâp, Dost ve D&R mağazaları başta olmak üzere çok sayıda satış noktasında! Rodeo Albümler Dizisi'nin 4. kitabı, rengarenk ve dopdolu! Studio Rodeo dahilindeki isimlerin yakın tarihli çalışmalarını içeren 80 sayfalık kitap, iki kapak alternatifiyle sunuluyor: Biri, kitapta yer alan Kutsal Çember isimli çizgi öyküden hareketle Roberto Diso'nun çizdiği western kapak. Diğeri ise, içerikteki bazı karakter ve unsurların Aleksandar Sotirovski tarafından kompoze edildiği fantastik kapak. Türk, İtalyan, Bosnalı ve Makedon çizgi romancıların Studio Rodeo çalışmaları çerçevesinde ortaya çıkardığı bu derleme, RAD kapsamında çıkan ilk çizgi roman yıllığı olmak özelliği taşıyor. Kitabın bir başka enteresan boyutu ise, ABD'ye yönelik olarak yapılmış zombi temalı 3 çizgi öykünün ilk kez Türkçe yayınlanmalarına sahne olması. Kitapta yer alan eserler ve altlarındaki imzalar şu şekilde: İstanbitch (Mıhçıoğlu & Diso) Ayılı Adam Hırsızlara Karşı (Didman) Traitan (Andronik & Pasanovic) Bir Ölü Bunu Yapabilir Mi? (Mıhçıoğlu & Gündüz) Kozalaklar (Özüduru) İki Adam, Tek İntikam (Didman) Tebessüm (Özüduru) Kutsal Çember (Mıhçıoğlu, Özüduru, Özsoy) Ve Organik Kadın'ı da içeren RodErotik Öyküler bölümünde, şimdiye dek FHM'de çıkmış tüm kısa metrajlara ilaveten dişi cengaver Babria'nın ilk macerası! Not: Murat MIHÇIOĞLU ile yapılan röportaj sayfa 9'da. www.striphaber.com
5
Haberler
Arunas Yayıncılıktan yeni çıkanlar…
Arunas Yayıncılık/ Çizgi Roman Dizisi Dünya Klasikleri Serisi/ Vahşetin Çağrısı
Arunas Yayıncılık/ Çizgi Roman Dizisi Dünya Klasikleri Serisi/ Dr.Jekyll ve Bay Hyde
Arunas Yayıncılık/ Çizgi Roman Dizisi Dünya Klasikleri Serisi/ Prens ve Dilenci
Spirou ve Fantasio Çıktı! Desen Yayınları 7 yaş ve üzeri tüm çizgi roman severlere çizgi roman sunmaya devam ediyor: Spirou ve Fantasio yeni maceralarıyla raflarda yerlerini aldı. Morvan - Munuera ikilisinin ülkemizde yayınlanmamış maceraları hayli yeni çizim tekniklerini kullanmış bu seride.
6
Haberler
Çizgi Roman koleksiyoncuları, aman dikkat, koleksiyonlarınıza gözünüzden daha iyi bakın
10 cent'e aldı, 493 bin dolara sattı!
Batman'in 1939 baskısı, isminin açıklanmasını istemeyen biri tarafından alındı ABD’de 1939 yılında 10 cent'e alınan çizgi roman 492 bin 937 dolara (yaklaşık 750 bin TL) satıldı. 'The Batman' serisinin ilk baskılarından biri olan çizgi roman, Teksas eyaletinin Dallas kentinde Heritage Müzayede Evi’nin yaptığı açık artırmada, adının açıklanmasını istemeyen bir koleksiyoncu tarafından satın alındı. Çizgi romanın sahibi 84 yaşındaki Robert Irwin, kitabı 1939 yılının Mayıs ayında 13 yaşındayken aldığını ve gençliğinden beri sakladığı tek kitap olduğunu söyledi. Irwin, "Keşke başka bir kitabım daha olsaydı" dedi. Heritage Müzayede Evi, şubat ayında aynı çizgi romanın daha iyi korunmuş kopyasını 1 milyon 75 bin dolara satmıştı.
7
Haberler
Kahramanlar Sinemada
Gölge e Dergi takipçilerinden ve bu sayımızda yazar kadromuza katılan, www.kahramanlarsinemada. com, internet sayfasının kurucusu ve moderatörü Hakan Tunga KALKAN, sinema ve çizgi roman konularında bilgi paylaşımının yanı sıra, düzenlediği yarışmalarla, takipçilerine ödül olarak çizgi roman dağıtmaktadır. Kasım ayının ödül çizgi romanı, İlk olarak Ağustos 1973 yılında Marvel Comics tarafından yayınlanan, Monsters Unleashed çizgi romanının birinci sayısında okurlar ile buluşan Solomon Kane’di. Sponsorluğunu Özer Sahaf ve Yayıncılık/Çizgi Düşler tarafından yeni yayınlanan ‘’Solomon Kane Destanı’’çizgi romanı 20 macera , 410 sayfadan oluşuyor. Yeni Ödüllü yarışmada “Ultimate Spiderman” çizgi romanın üç ciltlik setini bir kişiye hediye ediyor. Yarışma 28 Kasım – 5 Aralık 2010 tarihleri arasını kapsamaktadır. Bu hediyeye sponsorluğu Büyülü Rüzgar’ın sahibi İlyas Erkul yapıyor. Bu yarışmayı kaçıranlar üzülmesinler, çünkü yarışmalar devam ediyor. İnternet sayfasının yanı sıra Facebook sayfasından da Kahramanlar Sinemada’ki bilgileri ve yarışmaları takip edebilirsiniz.
Altın Madalyon’da Çizgi Roman Sevdalılarını Altın Madalyon "Aylık Ödüllü Yarışması"na Katılmaya Davet Ediyor!.. Takipçilerine, Çizgi Roman dünyasından hem haberler, hemde yarışmalarla ödül olarak Çizgi Roman veren bir başka İnternet sitesi de Altın Madalyon. Bu siteden Çizgi Roman konusundaki bilgilerin yanı sıra yeni çıkan Çizgi Romanları da günü gününe takip edebilirsiniz. Sitenin internet adresi www.altinmadalyon.com
Altın Madalyon’un Aralık ayı yarışmasında dağıtacağı Çizgi Romanlar.
Diabolik 1-Gerekli Şeyler
8
Tex Almanak 1-1001 Roman
Berlin 1-Taş Şehir-Marmara Çizgi
Röportaj
Murat MIHÇIOĞLU ile Gölge e-Dergi olarak hem Totem'i , hem Studio Rodeo'yu hem de Çizgi Roman'ı konuştuk. Murat Bey elinize sağlık diyeyim ilk önce. Totem Türkiye’de belki bir gelenek oluşturur, diğer çizgi roman yayınevlerini de yerli üretime zorlar. Studio Rodeo çizgi roman yıllığı Totem’de 12 öyküye imza atmış kişi olarak Murat Mıhçıoğlu kimdir? Sizi tanıyarak başlayalım ilk önce. Ben de teşekkür ederek başlayayım. Dileklerinize katılmakla birlikte, terminolojide küçük ama önemli bir düzeltme yapmak ihtiyacı duyuyorum. Kavramlar ve sözcükler arasındaki bağı sağlam kurma gayreti bazı insanlara takıntı gibi gelse de, benim açımdan mesleki bir yükümlülük. Sorudaki “çizgi roman yayınevlerini de yerli üretime zorlar” ifadesinde takıldığım birkaç nokta var: “Yayınevleri” tanımı ülkemizde çizgi romanlarla ilgili sıkça kullanılıyor ama tam olarak ne tür bir yapıya karşılık geldiği belirsiz. Çünkü dünya çapında etkili Marvel, DC, Dargaud, Soleil ve Bonelli gibi firmaların ve bunlara bağlı markaların da Türkçe konuşulurken aynı şekilde ifade edildiği oluyor. Marka nedir, firma nedir, yayıncılık operasyonları bunların kendi bünyeleri içinde mi, dışında mı gerçekleştirdikleri şeylerdir, ayrıştırmak lazım. Yapılanmaların hedef ve formasyonlarına hiç bakılmaksızın, çizgi romanla kimi sadece ucundan, kimi ta kökünden alakalı her türlü faaliyeti “yayıncılık” ifadesi altında toplamak, akıl karıştırıcı bir etki yapıyor. Sonunda olay öyle bir yere geliyor ki, kimi arkadaşlar bizim Rodeo'nun bile bir çeşit “matbaa” olduğunu zannederek, “Kitabımızı basar mısınız?” gibi şeyler soruyorlar. Farklı terimleri devreye sokarak uzun bir açıklama yapmak gerek ama konudan sapmamak adına çok keskin bir ayrımla geçelim şimdilik:
9
Röportaj
Zaten var olan çizgi romanlar üzerinden yapılan faaliyetler, kaçınılmaz olarak basım-dağıtım odaklı şeylerdir. Dolayısıyla, kreatif çalışmalara ve bu çalışmaları gerçekleştirecek formasyonda insanlara geniş platform yaratamazlar. Bu tür yapılar için uygun tanım “yayınevi” olmasa gerek. Çünkü yayınevi denilen yer, metin yazabilen en az bir-iki insanı kendi bünyesinde bulundurmalıdır. Bir yayınevinde çalışmış olmak, bir üniversite bitirmekten de öte kültürel gelişim sağlayabilmelidir. Çevirmene kitap, matbaaya film çıkışı, dağıtıma da basılmış kitap iletmekten ibaret bir “iş”, yurt dışındaki büyük çizgi roman firmalarında “trafficking” diye tanımlanan iş bölümüne tekabül eder... Salt bu “yaratıcılık dışı” faaliyet üzerine kurulu olan yapılar, yayıncılığın “meslek” değeri taşımasını sağlayan bütün kaygılardan arınmış birer kabuktan, içi boş birer isimden ibarettir aslen. Çünkü olayın özünde yatan “içerik” zaten bu yapıların iradesi ve yönlendirmesi dışında, evvel zamanda ve hatta tanımadıkları insanlar tarafından ortaya konulmuştur. Bir de, ortada hiçbir şey yokken, salt fikir, ilham, hayal, tutku gibi soyut değerlerle başlanan ve asıl sermayesi de bunlar olan yapılar var. Herhangi bir ülkede çizgi edebiyatla ilgili bir atılım yaşanması da ancak bunlarla mümkündür. Çizgi eserler yaratma dürtüsü, güncel bir zorlanma hissiyle, anlık bir rekabet refleksiyle, hatta okur beklentisiyle körüklenemez diye düşünüyorum. Bu insanın içinde ya vardır, ya yoktur. Çizgi roman yapmaya bir heves, ticari bir motivasyon ya da dostlar alışverişte görsün tarzı yaklaşımlarla “zorlanan” bir yapının, devrimci ve anlamlı eserlere sahne olacağına pek ihtimal vermiyorum… Ayrıca, çizgi romanın (veya çizgi öykünün) “yerli” olması ile “özgün” olması aynı şeyler değil. Zaten hazır olan bir eser üzerinden yapılacak işler, eser sahibinin uyruğuyla alakası bulunmayan bir şeydir. 1970'lerin Malkoçoğlu'sunu bugün yayınlamakla 1970'lerin Zembla'sını bugün yayınlamak arasında pek bir operasyonel fark yok, ikisi de hazır ne de olsa... Ayrım, “yerli–yabancı” şeklinde değil, “özgün–özgün olmayan” şeklinde yapılmalı... TOTEM'deki Traitan için “yerli” demek abartılı veya yanlış olabilir, çünkü sadece editör Türk ve yaratıcılar Bosnalı, fakat eseri ortaya çıkartan irade ve organizasyon itibarıyla % 100 özgün bir çalışmadır bu sonuçta. Çizgi romanla ilişkilerini “mevcut eserlerin basım ve dağıtımı” ile sınırlandırmış kişilerin ve orta ölçekli kuruluşların özgün çizgi roman üretimine girişmelerini beklemek, bir kayıt stüdyosu sahibinden beste yapmasını istemek gibi olur. Olayın öteki türlü gelişmesi bence çok daha doğru: Yani, beste yapan insanların süreç içinde daha somut mekanizmaları çözümleyip, müzikal beklentilerine yanıt verecek türde kayıt stüdyolarına sahip olmaları... Basım–dağıtım odaklı yerlerin özgün projelere iteklenmelerindense, özgün eser verebilecek türde insanların yayıncılığa yönelmeleri, Türkiye'deki tabloyu değiştirebilir... Başka bir ihtimal de, hegemonik medya kuruluşları bünyesinde bu tür iddialar taşıyan kalıcı departmanlar oluşturmaktır. Nasıl ki “Spor yazarı olmak istiyorum” diyen insan gidip de sıfırdan gazete çıkarmak, televizyon kurmak durumunda kalmıyorsa, gidip bir spor servisinde pişmeye başlıyorsa, “Çizgi edebiyat
10
Röportaj
yapmak istiyorum” diyen de lojisitik imkânları ve kadroları geniş medya şirketleri içinde yer bulabilir... Ama bunun olması için de, ne idüğü belirli bir “kültür politikası”ndan bahsedebilmeliyiz. Dış kaynaklı yayınlar Türkiye'de ciddi ilgi görecek olsa, telif sahipleri zaten buradaki “aracı yayıncı” olayını devreden çıkartır. Hepsi aynı kaynaktan beslenen Türkçe yayınlar gereksiz isim enflasyonu yaratmaz, “Marvel Türkiye”, “Bonelli Türkiye” falan gibi dış ortaklı yapılar görürüz. TOTEM'deki İstanbitch adlı öyküyü, bu sorunun yanıtında değindiğim kimi durumlarla bağdaştırarak değerlendirebilirsiniz. Kendimden hızla bahsetmem gerekirse: 1972 Kayseri doğumluyum, TED Kayseri Koleji sonrasında İstanbul Üniversitesi İngiliz Dili ve Edebiyatı bölümünü kazanıp İstanbul'a geldim. Antrakt ve Esquire gibi çeşitli dergilerde popüler kültür üzerine yazmaya başlamıştım. 1993'te MSÜ yetenek sınavlarında Resim bölümünü kazanınca, İngiliz Dili ve Edebiyatı eğitimimi ön lisans düzeyinde tamamlayarak oraya geçtim. MSÜ tabii ki görsel sanatlara yaklaşımımda, hatta edebiyata ve hayata bakışımda önemli kırılma noktaları yaşattı bana. Özdemir Altan'ın ve İrfan Okan'ın öğrencisi oldum. Bir dönem görsel sanatlar üzerine eleştiriler yazıyordum ve 1998'de TÜYAP'ın bu daldaki yarışmasında birincilik ödülünü aldım. Bilgi Üniversitesi'nin Sinema–TV yüksek lisans programına devam ettiğim yıllarda, İtalya merkezli bazı yayınların Türkiye muhabirliğini yaptım, birkaç yabancı dilim olması sanat eleştirisi alanında da işe yarıyordu ama hoşuma gitmeyen bir düzenek vardı resim dünyasında. İnternet üzerinde sinema ve çizgi roman temalı portaller yaptım birkaç yıl. Ken Parker'ın Parantez Yayınları'ndan çıktığı dönem yayın danışmanlığı yapıyordum, Genç Sanat'ın editörlüğü vardı bir yandan, siteler ve İtalyan Çizgi Roman Birliği'ninki dâhil muhabirlikler sürüyordu. Bu kadar iş yükünü kafamdaki çeşitli projelerle makul biçimde bağdaştıracaksam, er geç bir yayın kuruluşunda ortak olmam gerektiği aşikârdı. Arkadaşım Hakan Şaşmaz'la, özgün bir çizgi roman dergisini merkez alacak böyle bir inisiyatif üzerine konuşup düşünüyorduk. Parantez, Ken Parker'ın yayının durdurdu o ara. Satmadığı tescillendiği için, başka yayınevleri de yayını koşulsuz sürdürmeye yanaşmadı. Nasılsa bir tarihte yapacağımız şeyi o noktada yaptık biz de ve Rodeo doğdu... Yine 2003'te Atina'da düzenlenen kültür olimpiyatlarına Türkiye'yi temsilen davet edildim, orada kurulan arkadaşlıklar dallanıp budaklanarak güzel şeylere vesile olacaktı sonradan... O tarihe kadar çıkmış maceralarını okuyup çok sevdiğim Dylan Dog'u da geniş bir tanıtım kampanyası eşliğinde yayınlamaya başlamıştık Rodeo'da. Hem Altyazı'da o sıralar editörlüğünü yaptığım bölümlerden birinde, hem de internetteki sinema portalimizde, korku sineması klasikleri “Dylan Dog sunar” başlığıyla kuşatılıyordu... Altyazı'nın 6 ay boyunca ek olarak verdiği 16 sayfalık “sinemaskop çizgiler dergisi” Strip'i, kafamdaki asıl derginin taslağı ve test alanı olarak tasarlamıştım.
11
Röportaj
Sonra, malum, Ekim 2004'te Rodeo Strip #1 çıktı. Sekizinci sayıyı geride bırakacak kadar uzun zaman direnebilirsek, o tarihe kadar bu tarz yayınların hiç ulaşamadığı operasyonel derinliklere ineceğimizi biliyordum. Çünkü sekizinci sayı civarları, periyodik yayınlarda olayın gerçek renginin ortaya çıktığı, asıl yükün ve inceliklerin keşfedildiği dönemlerdir. Tüm olumsuzluklara rağmen, bunu başardık. Dikkat ederseniz, Rodeo Strip #9 tüm seride muhtemelen en kuvvetli içeriğe sahiptir, çünkü o kritik eşik o noktada aşılmıştır. 14. sayının da ötesine geçebilirdik ama çok dar imkânlarla çıkan bir yayındı ve dağıtımda – çok da art niyetsiz olmayan – sıkıntılarla karşılaşıyorduk. “Risk sermayesi” denilen şeyin “r”si vardıysa o da zaten çoktan tükenmişti... Sonrasında, hayalet yazar olarak bir takım TV projeleri dâhil çeşitli mecralarda kalem oynatmak durumunda kaldığım bir dönem yaşadım. Fakat özgün projeleri Rodeo bünyesinde yürütmek için yeni bir kulvar açtık: RAD, yani Rodeo Albümler Dizisi... Dergiden devreden ve Ken Parker'la kabaran borçları kapatmakla geçen yıllarda, Ergün Gündüz'ü daha yakından tanıma fırsatı bulduğum Kültist dâhil çeşitli yerlerde maaşlı ya da dönemsel olarak çalıştım. Yine hayalet yazar ve çizerler olarak, sanatsal olmayan amaçlara (eğitim, tanıtım vb.) yönelik çizgi öykü, illüstrasyon ve benzeri şeyler yaptık... Dışarıya yapılan işlerle, kendi inisiyatifimizi ayakta tutmak yoluna girmiştik... Bu arada, 2008 ve 2009 yıllarında, Türkiye Bilişim Derneği'nin Bilim-Kurgu temalı öykü yarışmalarında derece aldım. Tabii ki tüm bu süreç içinde çok sayıda başka yayına (Virgül, FHM, Guerin Sportivo, Fumo di China, Türkiye'de Sanat, M5, Altyazı, Starlog, Fangoria vb.) uzun ya da kısa süreli katkılarım ve bazı medya kuruluşlarında çeşitli görevlerim oldu ama çizgi edebiyatla en bağlantılı olanlar bu anlattıklarımdır sanırım... Evliyim ve mesleki şeyler dışında bir hayatım da var tabii, yani çeşitli ilgi alanlarım, hayvan haklarına ve tabiatın korunmasına yönelik kaygılarım gibi. Henüz albümü göremeyenler için sorayım Totem nasıl bir proje? Sadece FHM gibi dergiler için Studio Rodeo’nun hazırladığı çizgi romanlardan mı oluşuyor yoksa ilk defa okurla buluşan çizgi romanlar var mı? Studio Rodeo'nun kuruluşu, bizlere 2004–2006 arasında 14 sayılık çılgınca bir maraton yaşatmış olan dergimiz Rodeo Strip'in son demlerine rastlar. Ülkenin kültür hayatındaki makûs talihe dair çok sayıda zırvalık yüzünden derginin yayınını durdurmak zorunda kaldığımızda, Studio Rodeo projeleri çerçevesinde geliştirmeyi planladığımız Ayılı Adam'ın ilk macerasıyla albümler dizimize başladık. İkinci albüm, doğrudan Studio Rodeo bünyesinde projelendirilen Zombistan oldu. İşte tam o sıralar, proje koordinatörü sıfatıyla maaşlı eleman olarak çalıştığım Kültist'te de bir şeyler yapılıyordu. Studio Rodeo bünyesinde sağlıklı çalışabildiğim arkadaşlarla, Kültist'in yurt içine ve dışına yönelik operasyonlarında görev aldık. Aynı süreçte, kimi içeriye kimi dışarıya yönelik olarak, markamızı taşımayan işler de yaptık.
12
Röportaj
Studio Rodeo, sıfırdan çizgi roman üretebilen bir yapı, bir marka. Başka markaların ürünleri de Rodeo'dan çıkabilir (misal, Bonelli'nin Dylan'ı çıktı) veya Studio Rodeo'da üretilen çizgi eserler Türkiye dâhil herhangi bir ülkedeki yayıncılardan da çıkabilir. TOTEM'in sadece 16 sayfası daha önce FHM'de çıkmış ikişer sayfalık RodErotik öykülerden oluşuyor. Ki zaten, onlar da salt dergi için düşünülmüş değildi; dergi periyodu bize bir motivasyon yaratsın da çalışma sistematiğimizi sağlamlaştıralım diyeydi, yıllıkta sunulmaya uygun kısalar biriksin istemiştik, nitekim öyle oldu... Rodeo Zombileri başlığı altında topladığımız ve aslen ABD merkezli bir proje için hazırladığımız üç öykü de, bu ilk yıllığın kimliği üzerinde erotik çalışmalar kadar ağırlıkta. Cem'in Kozalaklar'ı, Saraybosna'da geçen korku öyküsü Traitan ve Didman'ın sekiz sayfalık, keyifli mi keyifli Ayılı Adam öyküsü gibi çalışmalar, aslında pek de kısa sayılmayacak, doyurucu ve tesirli eserler oldu bence. Yani, erotik işler o kadar da baskın değil kitapta. Korku ve gerilim unsurları da egemen, hatta Traitan, Kozalaklar, Bir Ölü Bunu Yapabilir Mi? gibi uzunca öyküler sayesinde çok daha baskın oldukları söylenebilir… Daha önce yayınevinizden çizgi roman albümleri yayınlanan Yalçın Didman ve Cem Özüduru dışında kalabalık bir ekip oluşturmuş Totem’i. Bu kadroyu nasıl bir araya getirdiniz? Mesela Mister No’nun çizeri Roberto Diso’nun yanı sıra çok uzun zamandır Türkiye’de çizgi romanı yayınlanmamış Ergün Gündüz, Saraybosnalı Andronik ve Pasanoviç’i aynı albümde nasıl buluşturdunuz? Studio Rodeo olarak yakında yine tam maceralı bir albümle okurlarla buluşma fikriniz var mı yoksa Totem ile ortaya çıkan yıllıklarla mı devam edecek yayınlarınız? Yıllık fikri nasıl çıktı? Şimdi, bizim aslında şöyle bir sorunumuz var... Sorun değilse de, “istisnai durum” belki... Rodeo Strip döneminde, ortaya koyduğumuz şeyler sayıca çok değildi ancak her şeyi sıcağı sıcağına okurla paylaşıyorduk. Sonrasında, yani inanılmaz maddi zararları daha fazla göze alamayacak noktaya geldiğimizde, projeler üzerindeki kontrolümüz, hızımız ve standartlarımız hayli yükselmişti. Ancak o tarihlerde de, tam tersine, yapılan her şeyi doğrudan Studio Rodeo adına yapmadığımız gibi, Studio Rodeo eserlerinin okurla sıcağı sıcağına buluşması için uygun bir yayın da yoktu. İlk yayını FHM'de gerçekleşen kısa öyküler, Cem'in bir Blue Jean sayısı için yaptığı iki sayfa, bir dönem Cem ile birlikte Altyazı'ya yaptığımız çizgili sayfalar falan, Rodeo Strip'le yakaladığımız çalışma disiplinini en
13
Röportaj
azından sıcak tutmamızı sağladı. Yani, birkaç sayfa ile de olsa periyodik yayınlara yönelik taze işler yapmış olmasaydık, TOTEM'i vücuda getirmek için gereken antrenman da eksik kalırdı. Cem Özüduru'nun yeni eseri 2011 ortalarında çıkacak ve raflardaki yerini aldığı anda o güne dek Türkiye'den çıkmış en özgün, en anlamlı, en derli toplu çizgi roman kitabı olacak. Yıllık fikrini ise, çocukluğumda Marvel'ın yıllıklarını falan hevesle okuduğumdan beri severim. Bir karnaval havasında, doyurucu ve oyalayıcı, içinden herkesin farklı favoriler seçebileceği parça parça işlerin bir bütünüdür yıllık. Ta 1960'ların Çocuk Haftası dergisi de yıllık sayı çıkartmıştı, başka örnekleri de vardır muhtemelen. Evet, yıllıklar çıkaracağız çünkü okura daha sık periyotlarla ulaşmamızı sağlayacak türden kitlesel ilgi ve geri dönüş yok. Fakat tek tek, yani birey olarak baktığımızda, bu tür bir kitaba harcanan emeği hak ettiğini düşündüğümüz okurlar var. Onlara ulaşabilmek istiyoruz. Çizgi roman üretme heyecanımızı ayakta tutmak için okuru illa ki Türkiye'den bulmak gibi bir zorunluluğumuz yoksa da, hatta tersi daha pragmatik olsa da, halen istiyoruz bunu. Amaç bir çeşit “selam göndermek” ve Rodeo Strip sonrası kuşakla da tanışmak olduğu için, sembolik bir fiyatla çıkarttık TOTEM'i. Tamamı da satsa zarar edecek olmak gibi bir mutant özelliğe sahip, genetik anlamda bilim adamlarını şaşırtacak bir kitaptır kendileri. “Piyasa” denilen şeyin temel mantığına tamamen ters bir yayın oldu yani. Bize de böylesi yakışırdı zaten (!) Ama bir çeşit turnusol kâğıdı işlevi de görecek: Olur da kendi çapında çokça satarsa, sonraki yıllıkları da böyle fiyatlarla çıkartırız. Türkiye merkezli olarak sıfırdan üretilmiş bir kitabın kendilerine hitap etmediğini düşünenler kesinlikle satın almasın ve okumasın TOTEM'i, onlar için düşünülmüş bir şey değil... Tam tersine desteklemek isteyen varsa da, önerim basit: Bu kitap yarın ya da üç yıl sonra ikinci baskıya gidecek olursa, mevcut kapaklardan biriyle gitmeyecek. Tekrarı olmayacak mevcut iki kapak versiyonundan birer tane alıp, daha çok beğendiğini öylece saklamak hem koleksiyoncu mantığıyla örtüşür, hem de tek okurun iki nüsha alması kısmen bir “olumlu cevap” anlamı taşır... Yakın geleceğe dair tüm bu bilgiyi ve niyetlerimizi aktarırken, her insan gibi ölümlü ve kırılgan varlıklar olduğumuzu belirtmeye gerek yoktur sanırım. İrademizi baz alarak konuştuğum için “yapacağız, edeceğiz” diyorum. Türkiye şartlarında çizgi roman yayıncılığı zor. Şu sıralarda pek çok yayınevi bir anda piyasayı çizgi romanla doldurdu, bu yayınların bir kısmı 1970’lerde 80’lerde Türkiye’de yayınlanmış olan eserler olduğu gibi bir kısmı da yeni yayınlar. Siz bu piyasa şartlarında yine de bir yayıncı, bir çizgi roman senaristi ve bunlarında ötesinde bir çizgi roman okuru olarak üretim ve çizgi romanımızın geleceği hakkında ne öngörüyorsunuz?
14
Röportaj
Bence bu sorunun cevabı, daha önceki yanıtta yapmak ihtiyacı hissettiğim terminolojik ayrıştırma ile yakından ilgili. Türkiye'de zor olan şey çizgi roman yayıncılığı mıdır? Ya da şöyle düşünelim; çözülmesi gerektiği düşünülen sorunlar, dış kaynaklı çizgi romanların Türkçe yayını noktasında beliren şeyler midir?... Tamam, başkasının ürettiği içeriği yayınlamanın da (bizim de yaşayarak öğrendiğimiz) milyon tane zorluğu var, ama Türkiye'de çizgi edebiyatın gelişmesi için aşılması gereken engeller ile farklı kalibrelerdeki dış kaynaklı çizgi eserlerin Türkiye'ye pompalanması önündeki engeller hiç de aynı şeyler değil. Dünya değişiyor, ama siz o değişim içinde aynı kalıyorsanız, çizgi edebiyat dünyasındaki konumlanışınız halen müstemleke ülkesi görüntüsü veriyorsa, “kültür emperyalizmi” kavramının devre dışı kaldığını falan iddia edemezsiniz. “Ben Batman okumam, çünkü Amerikalılar emperyalist” demek ne denli ahmakça ise, “Türk çizgi romanlarının Amerika'da esamesinin okunmaması hiçbir siyasi boyuta sahip değildir” demek de o denli ahmakçadır. Evet, kültür emperyalizmi diye bir şey gerçekten var. Ve hayır, bu bizim bir Amerikan çizgi romanından keyif almamıza ve onu takdir etmemize engel değil. Tıpkı, vereceğimiz her eserin illa ki “kendi kendimizin öz be öze ve has ve geleneksel kültürümüz” içinden türetilmesini gerektirmediği gibi. “Farkındalık”, her şeyin anahtarıdır. İçinde debelendikleri şu garip ortamdan iki adım geri çekilsin insanlar ve büyük resmi görsün. Dünyada bir şeyler oluyor, dünya çizgi edebiyatında da bir şeyler oluyor. Türkiye'de ise en nihayetinde hepsi “pasif” durumda olan şahıslar ve yapılar, kendi iradeleri dışında hayata geçmiş eserler üzerinden kısır bir rekabet yaşamakla meşgul. Türkiye heybetli ve merkez bir ülkedir madem, ne diye Hırvatistan'daki sanatçılar kendi sınırlarının ötesinde bir yerlere entegre olmak ihtiyacı hissettiklerinde İtalya veya ABD karşılarına ilk seçenek olarak çıksın? Cezayir'de de, Balkan ülkelerinde de – kalitelerine değinmek istemediğim – Türk TV dizileri hayli popülerken, çizgi edebiyat anlamında aynı ülkenin bu denli etkisiz ve cılız kalması üzücü bir şey. Ayrıca, “piyasa şartları” tanımlamasını de abartılı buluyorum. Hiçbiri kendi iradesiyle oluşmamış yayınların birkaç yüzer adet satmasıyla mutlu olabilen “küçük esnaf” tadında yayıncılar var bir yanda, diğer yanda ise yapay gündemlerle “uyarlama” furyası yaratmak derdindeki kalantor holdingler... Yani, içinde paranın döndüğü her şeye “piyasa” deniyorsa, peki, Türkiye'de bir çizgi roman piyasası var diyelim... Ama bunun, Güzel Sanatlar Akademisi'nden yeni mezun olmuş, kafasında bin türlü proje olan Cem Özüduru gibi
15
Röportaj
bir yeteneğe somut geri dönüşü var mı? Yok ise, bana ne o piyasadan... Çizgi roman yap, denize at, balık bilmezse halik bilir değerini. Bir de çizgi romanlardan farklı olarak bu sene ilk kez Rodeo adını bir bilgisayar oyun kitabında gördük. Oyuncunun Günlüğü ile Rodeo farklı yayıncılık yollarına da girecek mi? Oyuncunun Günlüğü, bilgisayar oyunlarının hinterlandını irdeleyen bir kitap. Neden oyun oynarız, hangi oyunda ne tür mesajlar gizlidir, bağımlılık riski oyunla beraber gelir mi gibi çeşitli soruların yanıtlarını içeriyor. Değinilen konuların azımsanmayacak bir bölümü, doğrudan çizgi edebiyat eserlerine de uyarlanarak düşünebileceğiniz şeyler. Yani, olayın teknik–taktik tarafında bulunmayan, bilgisayar oyunlarının dünyasını kültürel bir saha olarak kabul eden insanlar için de zihin açıcı bir kitap bu. Oyun alışkanlığına sahip kitle, bu yayına zaten ilgi gösteriyor... Bir çizgi roman okuru ise, eğer bu tür kültürel alanların ortak noktalarını merak ediyorsa, ülkemizde özgün çizgi edebiyat projeleri yapmanın önünde engel teşkil eden ekonomik ve sosyal sistemlere ilgi duyuyorsa, oyunlarla alakası yoksa bile bu kitaptan bir şeyler öğrenecek, keyif de alacaktır... Zaten, kitabın yazarı olan Berk İybar da iyi bir çizgi roman okuru. Oyuncunun Günlüğü'nün önsözünde de belirtildiği üzere, Rodeo'nun temel kulvarı çizgi edebiyattır. Ancak bu, kültür hayatının diğer mecralarına kapalı olduğumuz anlamına gelmiyor. Albümler dizimiz kapsamında böyle kitaplar da çıkartmak niyetimiz var. Sayıca çizgi edebiyat eserlerimizin önüne geçmeseler de, çok iddialı şeyler olacak her biri. TÜYAP Kitap Fuarı’nda bir okur olarak çok istememize rağmen Studio Rodeo’nun Totem için bir imza günü olmadı. Bir imza günü düzenleme fikri var mı? Gayet iyi biliyorum ki, yayınlarımızdaki kalitenin yarattığı bir yanılsama, bizde para olduğu/olabileceği şeklinde. Yazık ki yok. Rodeo Albümler Dizisi'nden çıkan her bir kitap imkânların öyle zorlanmasıyla çıktı ki, sonrasında uzunca zaman cebimizde bozuk para bile olmadan yaşadık, eve kapandık. Keşke bu bir abartı ya da nükte olsaydı ama yazık ki somut bir gerçek. TOTEM'in tüm aşamalarını bizzat takip edip, şu gördüğünüz kalitesinde çıkmasını sağlama süreci, ardından yapılacak tanıtım ve benzeri destek unsurları için yazık ki elde avuçta bir şey bırakmadı. Kitap fuarında olsun, başka ortamlarda olsun yer tutmak falan hep maddi bedel gerektiren şeyler. Biz ise kendimizi tüketerek tamamlıyoruz projeleri, sonrasında uyku açığını kapatmak gibi şeyler de gerekiyor ve tabii hemen toparlanıp tanıtıma girişmek, sağlıklı dağıtım önündeki değişmez duvarları her yayın için yeniden kırmak... Kitap daha çıkmadan vadesi işlemeye başlamış borçları kapatmak için, yine bizzat kendimiz uğraşmak durumundayız tüm bunlarla...
16
Röportaj
Ben ne muhasebeciyim, ne lojistik uzmanı. Ama yapmayı bildiğim ve meslek edindiğim şeyi yapıp bitirdiğimde, yapmak zorunda kaldığım şeylerin peşinde düşmem gerekiyor. Çünkü lojistiğe, ofis boya, sekretere ve tanıtım imkânlarına sahip olanlar, Shakespeare'i çizgili hap halinde yutturmayı tercih etmekte. “Piyasa” dediğiniz bu işte... Ne güzel. Yaptığımız her şeyi az, öz ve düzgün biçimde yapmamızı gerektiren koşullar yüzünden, önceliği elbette ki özgün içeriğin ortaya çıkmasına ve nihayetinde olabildiğince kaliteli yayınlarda okurla buluşmasına vermek durumundayız. Birlikte çalıştığımız kimi sanatçıları merkeze alacak şekilde, imza günlerinin de ötesine geçen şeyler yapacağız elbet, ama işte, adımları çok dikkatli atmalıyız çünkü her uçurumun kenarında bulunan o tutunulası ağaç dalları yazık ki 50'lerin çizgi romanlarına has şeyler ve gerçek hayatta karşılıkları yok. Hayata bir de iyi tarafından bakacak olursak, şunu ekleyelim: Söz konusu çizgi roman olunca Türkiye'deki en büyük sermaye Rodeo'dadır. Çünkü banknotlardan oluşan bir sermaye değil, 14 sayılık derginin kazandırdığı dâhil çok sayıda deneyimle pekişmiş bir yetenek, birikim ve tutku sermayesidir bu. Dünyanın farklı kesimlerine gidiyorsunuz çizgi roman için ve sadece Rodeo’yu temsil ettiğinizi düşünmüyorum ben. Oralarda Yalçın Didman ve Cem Özüduru’nun kitapları ile Türk çizgi romanını da temsil etmiş oluyorsunuz. Bu yıl içinde New York, Cezayir, Hırvatistan ve Kosova gibi farklı çizgi roman festivallerine katıldınız. Dünya’nın değişik yerlerini gezerken nelerle karşılaştınız? Rodeo kitapları ve Türk çizgi romanı hakkında yorumlar nelerdi? Türkiye'nin dünya üzerinde konumlanışı, bu topraklarda yaşayan insanlar farkına varsa da varmasa da, her şeye etki ediyor. İçerde gayet sığ yaklaşımlarla etiketlendirmeye çalıştığımız olaylar, dışardan resmin bütününe baktığınızda bambaşka görünmekte. Söz gelimi, Kusturica'nın Altın Portakal'dan dışlanması ile Naipaul'un İstanbul'a gelmeyişini aynı kefeye koyup, benzer olaylarmış gibi paketleyen bir anlayış var. Entegrasyon ile teslimiyet, kucaklanmak ile kelepçelenmek birbirine karıştırılıyor. Neredeyse tüm tepkileri anlık refleks düzeyinde kalan bir takım şişirilmiş medya zevatının bundaki rolü malum. Ancak ben, “okur”ların tüm bu göz boyamaları aşmak ve durmaksızın kendini geliştirmek derdindeki, kolay kandırılamaz insanlar olmaları gerektiğine inanıyorum. “Kitap müşterisi” değildir okur. Ne okuma eyleminin kendisi, ne de bunun toplumsal ve bireysel hayat üzerindeki tesirleri bu kadar basit bir ticari sıfatlandırmaya sığar... Bunları niye anlattığıma gelince: Dört yıldır düzenli olarak katıldığımız Angoulême başta olmak üzere, şu veya bu şekilde soluduğumuz tüm çizgi roman ortamlarında bir tür “temsil” söz konusu oluyor... İstemesek de oluyor yani... Birkaç küçük anekdot, manzarayı gözler önüne serecektir:
17
Röportaj
Angoulême 2008'de, daha ortama yeni intibak ediyorken, Japon bir editör ve Fransız bir yayıncı ile aynı masadaydım. İsmen tanıdığı Japon'la iki laf ettikten sonra bana döndü, siz neredensiniz diye sordu adam. “Türkiye'den” deyince, “Aaaa, demek taaa Türkiye'den kalkıp geldiniz!” şeklinde, sevinçli ama şaşkın bir tepki verdi. Ben neden bu kadar şaşırdığını sordum: “Bakın bu arkadaş Japonya'dan gelmiş, asıl uzaktan gelen o, Türkiye dediğiniz üç saatlik yol, neden 'ta Japonya' demiyorsunuz da 'ta Türkiye' diyorsunuz?” Düşündü şöyle bir, haklısınız dedi, fakat aslında onun “mesafe algısı” meşru, “şaşkınlığı” ise anlaşılır şeylerdi. Çünkü coğrafi anlamda Fransa'ya Türkiye daha yakın da olsa, çizgi roman alanında varlık gösterebilmek açısından, yani mental düzeyde uzak kalmış ülke Türkiye idi... Bir kısmı Türkiye'de de tanınan, farklı ülkelerden çok sayıda çizgi romancıyla uzun zaman geçirdik bu etkinliklerde, sıcak dostluklar kuruldu. Ama şu yukarıda anlattığım durum, yani Türkiye ile çizgi edebiyatı ilk kez bizlerden görüp dinledikleriyle bağdaştırıyor olmaları, en belirgin ortak noktaydı. Net olarak söyleyebilirim ki, Türkiye'den çıkan özgün çizgi romanlar, yurt dışında Türkiye'ye kıyasla çok daha büyük ilgi görüyor. İstanbul Bilgi Üniversitesi'ndeki Çizgili Günler etkinliğine son katıldığımızda, zaten sayıca pek az olan ziyaretçilerin hiçbiri yeni çıkmış olan ve ilk kez orada gördükleri özgün çizgi roman Zombistan'ı almadı. Ama sonrasında, panelde bize “Bu kitaplar kaç satıyor?” gibisinden sorular yöneltildi. Bunu çok acayip buluyorum ben. Yani, oraya gelecek kadar bu konuyla ilgilenildiğine göre, soran kişi, cebinden az bir para çıkartıp kitap alacak ilk insan olmalı belki. Bunu yapmıyor, ama kendi varlığının dışında ve ötesinde bir “okur kitlesi”, ya da benim tiksindiğim ifadeyle “çizgi roman müşterisi” diye bir şey olduğunu varsayıyor. Çok tuhaf... Buna mukabil, New York City'deki MoCCA etkinliği sırasında, maddi durumu hiç de daha parlak olmayan, Brooklyn'den Manhattan'a tren parasını zor denkleştirmiş insanla tanışıyorsun. 15 dolar para ayırdığını söylüyor oradan alacağı birkaç kitap için... Ve kendi dilinde henüz çıkmamış olan Zombistan'ı, salt merakından ve heyecanından ötürü almak istiyor... Hediye edelim diyorsun, kabul etmiyor. “Zaten siz de ta nerelerden gelmişsiniz buraya, belli ki kıt olanakla büyük hedefler kovalıyorsunuz” diyor ve o az paranın bir kısmıyla Türkçe çizgi roman alıyor, aldığı iki kitaptan biri Zombistan oluyor... MoCCA başta olmak üzere her yerde bu tür samimi ilginin çok sayıda ilginç örneğiyle karşılaştık, anlatmakla bitmez. Bizim ülkemizde boşboğazlıkla tekrarlana tekrarlana insanların kendilerini inandırdıkları bir takım şeyler var ki, gerçekle alakası yok. Türkiye'de kitap pahalı falan değil, insanların kitaba kendi zihinlerinde biçtikleri değer çok düşük, hepsi bu. Aynı duruma, olayın öteki tarafında da rastlanıyor. “Çizgi romanla ilgili
18
Röportaj
işler yapmak istiyorum, dergiler çıkaralım, projeler türetelim” gibi bol bol atıp tutan insanlarla görüşmeler yaptığımız oluyordu geçmişte. Sonuçta kaçınılmaz olarak üstlenmeleri gereken birkaç bin liralık yatırımdan feci tırsıyorlar, 4x4 jiplerine atlayıp lüks rezidanslarına geri kaçıyorlardı... Türkiye'de çizgi edebiyatın şahlanması önündeki engeller arasında, para sahibi sözde girişimcilerin vizyonsuzluğu ve “bir anda star olamayacaksam hiç yorulmayayım” diyen kerameti kendinden menkul “yetenek”lerin tembelliği de vardır... Ciddi bir potansiyel okur kitlesinin çizgi edebiyatla ilgisini hâlâ “öykünme” üzerinden kurması; özgün bir projeyi hayata geçirmenin ne denli meşakkatli süreçlere dayandığının anlaşılmaması ve böyle inisiyatifleri ayakta tutacak sıcak ve somut cevapların kitlesel olarak ortaya konmaması da olayı zorlaştırıyor. Buradaki koşullar bizi gitgide yurt dışı merkezli projelere iteklese de, Türkiye'de bulacağımız nitelikli ve bilinçli okurlara bir şekilde ulaşmayı halen inatla istiyoruz. Zaten o yüzden TOTEM gibi kamikaze girişimlerimiz oluyor. Türkiye’de de bu sene ilk kez Fransız Kültür Merkezi’nin katkısı ile Birinci İstanbul Çizgi Roman Festivali adı altında bir etkinlik düzenlendi. Size bir çağrı geldi mi ‘Buyrun gelin, Türkiye’de güncel üretim yapan bir yayınevisiniz sizi de bu etkinlikte görelim’ diye. Bu festival hakkında bir fikriniz; öngörünüz var mı? İlginçtir, ben bunu Cezayir'de tanışıp ahbaplık ettiğimiz Fransız çizgi romancılardan duydum. Hatta neredeyse aynı zamanlara denk geliyormuş. Bazı arkadaşlarının katılacağını falan söylemişlerdi, FIBDA çapında bir şey gibi bahsetmişleri ama ben – özellikle de ilk kez düzenleniyorsa – kapsamlı bir serginin çok ötesine geçemez diye tahmin etmiştim. Zaten bu tür etkinlikler, bir parça bizim albümler dizimiz gibi, yol aldıkça gerçek kimliklerine kavuşur ve serpilip gelişir... Cezayir dönüşü de TOTEM'e yoğunlaştığım için aklımdan çıkmıştı ama sonra afişine falan rastladım internette, Fransız Kültür'ün önayak olduğu bir girişim diye algıladım. Eğer öyle ise, bize haber verilmemiş olmasında – en azından Fransızlar tarafından – kasıt değil bilgisizlik söz konusudur tahminim. Fransız Kültür Derneği, yabancısı olduğum bir yer değil; Fransızca kursuna orada gitmiştim... Ayrıca konsepti de tam bilmiyorum, belki bu ilk festival bize zaten uymuyordu... Yalnız, bundan hareketle vurgulamak gerekir: Türkiye merkezli olarak sürdürdüğümüz çizgi roman çalışmalarına – dolaylı ve sembolik de olsa – katkılarından ötürü kültür bakanlıklarına teşekkür etmek
19
Röportaj
isterim. Fransa, Cezayir, Yunanistan, Hırvatistan gibi ülkelerin kültür bakanlıklarına tabii... Arşivlemek üzere her yayınımızdan azımsanmayacak miktarda nüshayı talep eden, bedeli karşılığında sertifika vererek bizi kayıt altına alan bir kültür bakanlığı da var, ancak sapına kadar “kamusal” etkinlik için bize ulaşmayı beceremiyorlar... Eğer bu bakanlığın ve onlarla aynı telden çalan başka kamusal (!) organizasyonların yerini siz biliyorsanız, ya da oralarda görevli biri kazara çizgi edebiyatla ilgili bu yayınınıza erişirse, kendilerine şu büyük sırrı da ifşa edin: Türkiye'de özgün çizgi roman üreten insanlar bulunduğu gibi, Suat Yalaz da hayatta!... Angoulême'de baş tacı edilen kimi Avrupalı yaşıtlarından daha dinç üstelik ve halen mesleğini icra etme gayretinde... Velhasıl, henüz tam manasıyla vücut bulmamış olan, doğum sancılarıyla kıvranan Türk çizgi romanını kürtaj marifetiyle devre dışı bırakmak, öncelikle Türkiye'de faaliyet gösteren kişi ve kurumların ilgi alanına giren bir şey olagelmiştir. En basit ve çiğ formundaki bir “yabancı hayranlığı”nı “çizgi romana ilgi” gibi yutturmaya çalışan kimi satış noktalarını da buna dâhil edebiliriz. Ülkede bir yıl içinde topu topu 5–10 adet özgün eser çıkıyorken, Zombistan'a vitrinlerinde yer açmaları, dikkat çekmeleri önerildiğinde “iki adet gönderin siz, alan olursa yine isteriz” diyen zihniyeti ben açıklayamıyorum. Üzerinde yabancı isim gördüğü kitaplara ağzı açık ayran budalası gibi yaklaşmak, sağdan soldan duyduğu şeylerle çizgi roman entelektüeline dönüştüğünü sanmak falan gayet trajikomik şeyler. Çıkan az sayıda özgün eseri körüklemeye yaramayan, bırakın vitrinlerini, raflarında bile doğru düzgün yer açamayan mekânlar, bana “Hollywood Kebapçısı” ismindeki ironiyi çağrıştırmaktan öteye gidemiyor... Okurlar şunu gayet iyi bilsin ki, kitaplarımızı bulunduramayan “özel” noktalar, bunu kendi kurumsal beceriksizlikleri, kaprisleri ve züppelikleri dışında bir gerekçeyle açıklayamaz... Satmayanını zaten iade edeceği yirmi–otuz tane kitabı ikişer ikişer, toplam on–on beş kez paket yaptırtıp kargo gönderterek bulundurmayı öneren adam, oto–oryantalist zihniyettedir... Rafları da, o kitaplar için sarf edilen emeğin ağırlığını tartamaz zaten... Broadway'deki dükkanın sahibi “Satmayacaksa da, prestij için rafta bulundurmak isterim” diyerek Eksi Seksen ve Zombistan satın alıyorsa, ama buradaki adam peşinen satın aldığı Amerikan çizgi romanları arasında zaten konsinye statüsündeki özgün eseri doğru düzgün sunamıyorsa, bunun da elbet bir anlamı, gayet politik bir karşılığı vardır... “Farkındalık” okur için bu açılardan da önemli işte... Kitaplarımızı hangi noktalar göze çarpacak biçimde, hakkını vererek sunabiliyorlarsa, oralardan alınmalarını tavsiye ederiz.
20
Röportaj Gölge e-Dergi olarak bize zaman ayırdığınız için teşekkür ederiz. Ben de size teşekkür ederim. Yeri gelmişken şunu da belirteyim: Kimi belki kasıtlı olarak ortaya atılan, kimi safça boşboğazlıktan türemiş yanıltıcı bilgiler dolaşıma girdiğinde bu bize de yansıyor. Var olmayan durumlarla ilgili okur soruları geliyor falan. Sağlıklı bilgileri paylaşmak istesek de, habire tekzip yapmak durumunda kalacağımız dipsiz bir polemik kuyusuna dalacak halimiz yok. Bu röportajda bahsettiğim sebepler yüzünden, vaktimizin değerini çok iyi bilmek ve her saniyeyi en verimli şekilde kullanmak zorundayız. Acınası bir meşgale kısırlığından türemiş, dedikodu ucuzluğundaki her türlü dezenformasyonu, ancak gerçek uğraşlarımızdan vakit kaldığında yazıp yayınlayacağımız metinlerle giderebiliriz.
Röportaj : Ahmet Hamdi YÜKSEL www.hayalsaati.com
21
Öykü
Çamur Hoş geldiniz! Zamanlamanız harika. Lütfen şöyle buyurun. Biliyorum her yer çamur içinde ama yapacak bir şey yok. Evim dışında hiçbir yerde röportaj yapmıyorum. Bu benim seçimim. Sizi de bana karşı oldukça saygılı gördüm. Çamur kremalı kahveye ne dersiniz? İnsanlar beni ilk gördüklerinde korktular. Ah şu önyargılar! Her şeyi bildiğimizi sanırız. Ama bu bir yıldız olmama engel olmadı. Kendimi sevdirmeyi başardım. Ucuz espriler yapıyorum, mimiklerimde sorun var ve saçımı sakalıma bağlıyorum. Ama kendime göre bir çekiciliğim var. Yeni nesil bir soytarı olduğumu söyleyenler beni oldukça eğlendiriyor. Cesaretim ise hiç yabana atılacak cinsten değil. Bir aslanla aynı kafeste yaklaşık iki saat durmayı başardım. Gördüğünüz gibi hayattayım. Çıktığımız turnelerde yanıma bavul yerine kovalar dolusu saf çamur ve birkaç uşak almayı tercih ederim. Çamur benim kostümümdür. Sahnedeyken içinde debelenir, gülerken ağzımdan metrelerce uzağa çamur fırlatabilirim. Peki, beni neden mi seviyorlar? Kimsenin olmak istemeyeceği bir yerde, onların hizmetindeyim. Ayaklarının altını görüyorum, onların egolarını gıdıklıyorum ve açıklarını çamurlarımla kapatıyorum. Evlerine döndüklerinde burunları tavanlara çarpıyor. Evet, küçük bir servetin sahibiyim. Ama içi çamur dolu bir evde yaşıyorum. Aynaya baktıkça halime gülüyorum. Sineklerle dost olmayı da başardım. Bir kahve daha alır mısınız? Gelelim bu çamur sevdama. Basit bir adamdım. Kimsenin dikkatini çekmezdim. Siliktim! Herkesi kendi açımdan yargılıyordum. O açı pekiyi değildi. Sonunda biri beni arkamdan itti. Düştüm. Canım acımıştı. Yanımdan geçen insanların bana güldüğünü fark ettim. Yüzüm gözüm çamur içinde ayağa kalktım. Kötü de olsa dikkat çekmiştim. Onlara gülümseyip, dans etmeye başladım. Onlarca kişi etrafıma toplandı. Bu benim ilk sahnemdi. Onlar benimle dalga geçtikçe ben de onlarla dalga geçtim, çamur fırlattım. Bir cebi tombul yanıma yaklaşarak bana iş teklif etti. Hemen kabul ettim. Sonrasında binlerce kişinin önünde gövde gösterisi yaptım. Güç topladıkça içim içime sığmadı. Hırsımın kölesi olmayı seve seve kabul ettim. Yükseldim. Yüksekten korktuğum halde bunu belli etmedim. Hayranlarımın ilgisine minnettarım. Evet, ben de bir kadın sevdim. Aşka düşmenin, çamura düşmekten çok farklı olduğunu öğrendim. Az kalsın evleniyorduk. Çamura olan bağlılığım yüzünden bu ilişki yürümedi. O gittiğinden beri kendime gelemedim, desem yeridir. Hırslandım. Gitmediğim ülke, tatmadığım çamur kalmadı. Bol tükürüklü kahkahalar karşısında ayakta kalmayı başardım. Bir gece bunalıma girip koca bir şişe çamur içtiğim doğru. Yıllar sonra bu röportaj için karşınıza çıktım. Genç nesil beni tanısın, yaşadıklarımdan bir ders çıkarsınlar istedim. Kayıttayız değil mi? Emekli olduğuma inanmayan hayranlarımın gönderdiği çamurlarla doldurdum evimi. Bana gülenler
22
Öykü
23
Öykü şimdi bana sevgi veriyor desem inanır mısınız? Yıllar önce kaybeden bir adam olarak evime doğru giderken bakın şimdi nerelerdeyim. İçine düştüğüm çamur beni hayata döndürdü. Değiştim. Bana bir bakın. Aynı insan mıyım? Röportajın sonuna geldik. Yarın gazetelerde ilk sayfada çıkmasam bile okuyucumun fazla olacağına eminim. Mütevazı olmayı çoktan bıraktım. Hayatla dalga geçmenin en ince çizgisini ben çizdim. Sizler beni izlemekle gerçekleri gördünüz. Ben bu işi gerçekten zirvede bıraktım. Sahnedeyken yıldızlara dokunduğum doğru. Söylediklerimi harfi harfine yayınlamanızı istiyorum. Size kapıya kadar eşlik edeyim. Evet, genç insanlar. Sizinle tanıştığıma memnun oldum. Kayıt dışındayken söylemek istediğim birkaç cümle var. Her şeyi bu hayatta ayakta kalabilmek için yaptım. Sırtımı yaslayacak kimim kimsem yok. Eskiden sızlanmayı bir marifet sanırdım. Sert bir tokat yedim. Artık istesem de aynı insan olamazdım. İçimdeki acıyı dışa vururken olması gerekeni yapmadım, sadece gülümsedim. Çünkü bu hayatta olması gereken şeyleri yaptığınız zaman kaybedersiniz. Olması gerektiği gibi severseniz, terk edilirsiniz. İçinizdeki sesi dinleyin derler. Bence o sesi duymamak için ne gerekiyorsa yapın. Evet, bunu ben söylüyorum. Çamura battığım doğru. Ama bakın hâlâ ayaktayım ve size çamur atıp gülüyorum. Öykü: Kaan TOBEL
24
İllüstrasyon: Sümeyye KESGİN
Kitap Fuarı Günlüğü
Günlük
Kitap Fuarı 1.Gün (30 Ekim 2010, Cumartesi) Sevgili günlük bugün seninle ilk defa yazışıyoruz. Biraz geç kaldık tanışmakta ama olsun. Seni, geç de olsa tanıdım ya bu da yeter. Sabah, belki de bilmezsin ama Turhal'dan geldim. Düşündüğümden çok erken geldik. Düşünsene sabah 05:45'te duraktaydık. Zor da olsa eve girdim. Güzel bir duygu. Teyzemleri hemen uyandırdım. Ne oluğunu anlamadılar. Geç bekliyorlardı biraz heyecanlandılar. – heh heh heh - Biraz uyuduktan sonra kahvaltı için uyandım. Kahvaltı ederken Umar abi aradı. Geldin mi? Evet geldim, dedim. Bekliyorum, dedi Altan’ın dükkânda. Hemen çıkıyorum, dememle çıkmam yarım saat sürdü. Ne yapalım günlük. Benden bu kadar oldu. Çıktıktan yarım saat sonra Kadıköy'e indim. Altan abinin orayı bilmediğimden Umar abi karşıladı. İlk defa karşılaştık. Dünya tatlısı biri. İnsanın yanaklarını sıkası geliyordu günlük ama yapmadım. Millet yanlış anlardı kesin. Oradan Altan abinin dükkâna geçtik. Dedikleri kadar varmış. O da tatlı mı tatlı biri. Muhabbetine doyum olmuyor gerçekten. Adamı çaya boğuyor bir de. Sohbetimiz bayağı sürdü. Broşürleri aldım. Ali abi güzel iş çıkarmış, dedim. Ne pis pis gülüyor diye bana bakmışlardır kesin. Altan abi bi de kıyak geçti anlatamam. Ken Parker'ın ilk 12 sayısını bana verdi. Ne mutluluktu o ya Rab’i. Çayımızı da içtikten sonra Altan abiden çıktık. Umar abi beni Kadıköy iskelesine bıraktı, kendisi GON'a kaçtı. Olsun bakalım, diyerek koşa koşa iskeleye gittim. Oradan hızlı gemiyle hoooop Bakırköy'e. Hemen beni bekleyen servise bindim desem yalan olmaz. Gidiyoruz TÜYAP'a ama günlük, Tokat'a alışmış adama da yapılmaz ki. Biz Amasya'ya bir saatte giderken, bir saatte gittik fuara. Allah'tan servis varmış yoksa ne yapardım kim bilir. Sonra fuar alanına gittim. Aman Allah'ım bu ne büyüklük, insan kaybolur. Elimde adres var gene zor bulduk valla. 2 Salon, bilmem ne numara, ara ara ki bulasın. Yürürken baktım Gerekli Şeyler standı. Aha dedim, buldum. Hemen tanıştım Alişan’la yav sen misin bu kadar yeni yayın çıkaran adam; gülerek ve biraz sırıtarak, benim dedi. Ben de müthiş yüce metuşulah Altın Madalyon'dan Güneş, diyecektim ama demedim. Yoksa döverdi sanırım. Bizim broşürleri verip standı gezdikten sonra 1001 Roman'a geçtim. Ama sevgili günlük bir şey diyeyim stantta neredeyse tüm kitaplar %50 indirimli. Batıracaklar valla bizi. 1001 Roman'ın standına geçtim. Emre abiyle tanıştım. Çıkan bütün kitapları arkasını döndüğünde kokladım. Gördüyse sapık demiştir kesin. Ne yapalım günlük. O kadar çekiciydi ki. Hepsini gizli gizli okşadım. – he he he – Fuat Bey’le tanıştım. Tatlı mı tatlı birsi görsen sen de bayılırsın. Stantta kitap satmama ses
25
Kitap Fuarı Günlüğü
çıkarmadı valla. O kadar çok uğraştım ki neredeyse milletin boğazına yapıştım. Ama iyi ki de yapışmışım. Hiç bir ricamı kırmadı Fuat Bey sağ olsun. Sonra kim vardı bil. Evet, bildin Ömer Muz. İmzalı kitabını dağıtıyordu. Nasıl aldım mı? Tabii ki aldım günlük. İsteyen abilerime de aldım. Bütün gün 200'den belki fazla broşür dağıttım. Marmara Çizgi gene yapmış yapacağını dedim. Fuarın bomba yayını Berlin'i çıkarmış. Çok beğendim günlük. Okuyayım, sana da anlatırım. Neyse sonra eve geçtim. Şimdi evin sıcaklığında yazıyorum. Yoruldum ve yorgunluktan uyuyacağım günlük. İzninle yarın tekrar konuşuruz. İyi geceler.
Kitap Fuarı 2. Gün (31 Ekim 2010, Pazar) Of ooof sevgili günlük. Bugün gene çok yoruldum ama olsun. Çok güzel bir gündü. Yorgunluğumuza gerçekten değdi. Sana baştan anlatayım da meraklanma günlüğüm benim. Sabah teyzemler evin içine yayılan mis gibi yoğurtmaç kokusuyla beni uyandırdı. Ne koku ama diyerek uykudan uyandım. Saat 10:20 vapuruna yetişecektim. 9'da kalkıp mis gibi bir kahvaltı yaptık. Var ya günlük, Çiko böyle kahvaltı yapmamıştır. Gene olan oldu günlüğüm. Geç kalıyordum ama eniştem merak etme delikanlı ben seni atarım vapura, dedi. Atladığımız gibi arabaya tozunu aldık İstanbul'un. 20 dakikada Kadıköy iskele, oradan da 20 dakikada Bakırköy’deydik. İlk defa tanışacaktık Ali abimle, heyecanda dorukta hani. Ama o ne geç kalacağım Güneş diyen mahcup olmuş bir ses. Aman Ali abi dedim boş ver ne acelemiz var. İstanbul telaşta zaten. Bize gerek yok. Beni Bakırköy'de bekle diyen Ali abiyle sonunda buluştuk günlük. Düşündüğüm gibi güleç mi güleç bir abi. Sanki Ferri çizmiş gibi. Sanki 40 yılı devirmişiz gibi hissettim. Umarım o da olur günlük. Ali abiyle muhabbet koyulaşmışken ben seni çizgi roman satılan bir yere götüreyim, dedi. Tamam, dedim hevesle. Sadece bakarız para mara kalmadı nasılsa diye. Gittik sağa sola baktık. Efendice çıktık. Oh dedim almadım para kaldı cebimde. Ama o da ne, bir köprüden geçerken bir sahaf, haydi bakalım olduk bir anda. Bakarken ne görelim, aradığım Tex'ler. 1 ve 12 arası üstüne üstlük aradığım Kurban Kuyusu macerası. Kaça arkadaş dedik. Tanesi 7 lira. Dondum kaldım arasan bulunmaz. Bal dök yala, o kadar temiz. Son paramı da bayıldım gönül rahatlığıyla. Eksik sayılarım artık kalmamıştı neredeyse. Oradan ver elini kitap fuarı günlük... Saat 13:00 gibi kitap fuarında olduk günlüğüm. Aman ne kalabalık, ne kalabalık... Kitap okunmuyor diyenler bir gelse de görseydi keşke. Girmeden bol bol resim çektik günlüğüm. Yakında arka sayfanda eklerim albümümüze. Bir tek Umar abim yok ona hayıflanıyorum. Olsaydı keşke, ama ah işte unuttum. Cuma günü inşallah göreceksin günlük. Anlattığım gibi dünya tatlısı birisi. İçeri girdik hemen bakalım sağa sola derken birbirimizi kaybettik günlük, o zaman Graham Bell'e dua ederek birbirimiz arayarak ulaştık. Hemen Alişah'lara gittik Ali abi kitaplara baktı, ikimizin de içi gitti. Oradan da 1001 Roman'a geçtik. Ben hemen satıcı edasıyla geçtim arkaya. Alışınca insan ne yapsın. Hemen satmaya başladım. Yok, şu iyi kesin al. Bak bunu almazsan ortandan çat diye çatlarsın, diye diye günlük milleti mutlu ederek soydum. Çok insanla tanıştık günlük. Sonra kim aradı, bil. Hanac abi. Geldim Güneş beni alın. Ali abi gitti almaya. Ben bırakamıyorum günlük kim gelse laf anlatıyorum. Ali abi gitti Hanac abimi almaya. Bir baktım karşıdan gülümsemesiyle etrafı yakacak biri ben Hanac, deyince, tamam, dedim hayalimdeki
26
Kitap Fuarı Günlüğü
gibisin abi. Muhabbet koyulaştıkça koyulaştık. Nasıl olduysa bir ara ben satış yaparken gitmişler Ali abiyle. Geldiler ki elleri dolu. Biz de soyulduk der gibi. İçimden güldüm hep ben mi olacaktım. Sonra Ersin Bey geldi. Ne kadar iyi bir insanmış, görsen. Resimleri ekleyince sen de seveceksin kesin. Herkese imza dağıttı. Ben ne yaptım biliyor musun? Bilmezsin ama ben sana söyleyeyim. İmza verdiği herkesin resmini çektim. İmzalar verilirken. Ali abinin çocukları bizim broşürleri dağıtırken üç saat geçmiş anlamamışız bile. Dedik gidelim. Demez olaydım. İmza isteyen isteyene. Ben de çekiyorum bir yanda. En son, bizimkiler dedi gidiyoruz ona göre. Ben de, geliyorum, diyerek 30 dakika oyaladım. Zor zar çıktık. Bir de elimizde kitaplar, görsen gülmekten çatlarsın. Oradan Hanac’ın arabayla eve uzun bir yolculuk yaptık günlük. Şimdi izninle yarın için dinleneyim, yorgunum. Daha detaylı konuşuruz gene. Sana iyi geceler günlüğüm.
Kitap Fuarı 3.Gün (1 Kasım 2010, Pazartesi) Sevgili günlük gene eve yeni geldim sayılır. Bugün de çok yoruldum gerçekten. Bugün bir değişiklik oldu ama. Fuara gidemedim. Hiçbir şey değil de Gamlıbaykuş'la tanışamadığım için üzüldüm. Neyse, kısmetse yarın olur inşallah. Şimdi diyeceksin, biliyorum sevgili günlük, ne yaptın da yoruldun. Sen zannedersin ki bu çocuk hiçbir şey yapmadı. Yok, valla göbeğim çatladı desem ama biraz da mutluluktan tabii. Bütün gün Kadıköy’de 1001 Romanın ana dükkânındaydım ama dur dur baştan anlatayım sana sevgili günlük. Sabah erken kalktım, kahvaltımı yapıp tıraşımı olup banyomu alıp hızlıca evden çıktım diyeceğim ama bunlar gene 12'yi buldu. Daha fazla gülüp de sinir etme beni olur mu günlük? Kadıköy'e öğle gibi vardım. Tam vapura binecekken bir kurt içimi kemirdi. Altan abinin yanına gitsem mi gitmesem mi? İçimdeki kurda uyup, gittim. İyi ki de gitmişim biliyor musun günlük. Altan abinin dükkânına gittim. Oraya milletin neden gittiğini de anlamış oldum. O güler yüzü ve tatlı dili adamı bağlamaya yetiyor gerçekten. Çayımı içe içe sohbetin tadını çıkardık neredeyse bir saat. Oradan istersen 1001 Roman'ın dükkânına git dedi. Benim de aklıma yattı. Ne zaman göreceğim dedim içimden ve de gittim günlük. Sanki kendi evime gider gibi buldum yolu. Dışarıdan bile içeri gir ve gör der gibiydi. İçeri girince Fuat beyin güler yüzü karşıladı beni. Güneş’ciğim hoş geldin, dedi. Merhaba derken içimde 1001 Roman'a karşı yakınlık daha da arttı. İçerisi kitaptan geçilmiyordu gerçekten. Dedim, izninizle resim çekebilir miyim? Kendi dükkânın gibi düşün. Ne istersen yapabilirsin sormana gerek yok, dedi. İşte bu cevaptan sonra dükkânın altını üstüne getirdim. Elimde fotoğraf makinesi ne kadar çekilecek yer varsa çektim. Bu arada günlük demeyi unuttum Altan abinin dükkânını da bol bol çektim. Yazımın sonunda sana göstereceğim inşallah. Yani günlük işin mutfağını da bütün gün kokladım. Gerçekten güzeldi. Sonra da çizgi roman muhabbetleri başladı günlük. Neler olacağını birinci ağızdan dinledim. Bol bol soru sorarak kafalarını ağrıttım. Tamer ve Emre abiye illallah getirmişimdir. Başladım Fuat beye soru sormaya. Neden bu Greystorm'un kapaklarını vermediniz. Birkaç dakika önce orijinalini gördüğümden sormasam çatlardım. Dedi, 3 sayı daha ekonomik oluyor matbaada, kapakları ben de istemiyorum kaybetmeyi ama fuardan dolayı vakit olmadı ayrı ayrı basarak içine koyacaktık. Diğer sayıda hepsini veririz artık, dedi. Ben de oh, dedim insan baştan söylemez mi, biz de çatlayacaktık valla.
27
Kitap Fuarı Günlüğü
Kapak hastası insanlar olarak. Sonra başka bir konuya sinsice girdim günlük. Eee dedim şimdi Mandrake, Kızılmaske, Gordon geliyor bunların kapakları ne olacak peki? Sorumun muzipliğini anlayan Fuat abi beni şoke eden bir cevap verdi günlük. Kapakları ASLAN ŞÜKÜR'e çizdireceklermiş. Duydun mu, Tay kapakları gibi olacak çizgi romanlarımız. Cevaptan sonra dondum kaldım zaten. Dedim, valla şimdi mutluluktan bayılacağım. Hiç dedim bunun orijinalini gördünüz mü kapakların. Demeye kalmadı özel bir klasörü varmış. Çıkardı aşağıdan ve de bana uzattı. Ne göreyim günlük Mister No ve Mandrake'nin orijinal guaj boyalı çalışmaları. Sanırım yarım saat elimden bırakmadım. Ne kadar güzel bir haber değil mi sevgili günlük. Sonra da kim geldi biliyor musun günlük, aklına gelmez. Talat Güreli geldi. Sevgili Hızırbey’imiz. Oldukça sevimli, dünya tatlısı ve bu kadar mütevazı bir insan sanırım zor bulunur. Çok hoş ve uzun bir sohbet yaptık. Sağ olsun Fuat Bey ikimizi de alarak yemeğe götürdü. Güzel sohbetimize orada devam ettik. Daha bir sürü şey konuşuldu ama kusura bakma hem yorgunum hem teyzem mis gibi kestane kızarttı onu yiyeceğim. Tolga çıktı, şimdi elimde, resmini az sonra sana gösteririm. İyi geceler sevgili günlük...
Kitap Fuarı 4. Gün (2 Kasım 2010, Salı) Sevgili günlük; sana bugün uzun uzun bir şeyler yazmak isterdim ama yazacak bir şey yok. Neden dersen fuar durgundu. Sanırım hafta içi diye. Biraz geç gittim. Aslında geç gittiğim iyi olmuş. İstanbul'un biraz tadını çıkardım. Sahafları gezdim. Eski kitaplardan aldım. İyi oldu anlayacağın. Aslında bomba haberlerim var ama yazma, dedi sevgili arkadaşlarım. Ben duyunca bayılacaktım. Yakında bana açıkla dediklerinde ilk sana açıklayacağım. Sen de benim gibi kesin bayılacaksın eminim. Kayınbiraderim Hasan ile Taksim'de buluşup bir şeyler yedik. Şimdi evde X-Files izleyeceğiz. Yorgunum da, yarın belki gitmem fuara, hava o kadar güzel ki İstanbul'da insan Orhan Veli'yi anlıyor. Ah ahhhh beni bu güzel havalar mahvetti...
Kitap Fuarı 5. Gün (3 Kasım 2010, Çarşamba) Sevgili günlük; bugün çok ama çok yoruldum. Ancak yorulmama o kadar değdi ki anlatamam sana. Baştan anlatayım sana… Ben gene İstanbul’un tadını çıkardım. Dolmabahçe sarayını gezmeyi çok istiyordum. Sonunda onu da başardım. Vakit de lazımmış ama günlük. Gezdim demekle olmuyor. Tam üç saat sürdü gezme işi. Yanında verilen rehberle beraber geziyorsun. Ama insan görünce geçmişine o kadar saygı duyuyor ki anlatamam. Oradan boğazın güzelliğini görseydin sevgili günlük kesin ayrılmak istemezdin. Daha sonrasında kayınbiraderimle buluştuk. Beraber gezelim, dedik. Ben de gaza getirdim. Dedim gel seni Altan abimle tanıştırayım. Gittik tanıştık. O arada gene gelsin çaylar, gitsin çaylar oldu. Hasan kitaplardan kendini alamadı bir ara. Hatta ne dese günlük, bunların hepsini okuyasım geldi. Dedim, o da olur bir gün, neden olmasın. Bayağı kitaba yüklendik gene. Mister No külliyatını neredeyse cebe indirdik. Dükkândan çıkarken Altan abi dur, dedi. Sana bir telefon var. Telefonu aldım. Dünya tatlısı bir ses. Fuat abi. Sana hayatının kıyağını geçeceğim dedim. Ferri’yle akşam yemek yiyeceğiz sen de gel. Eee dedim günlük yüzsüzlük yapılacaksa tam yapılsın. Kayınço da var. O da gelsin, dedi. Tamam, dedim uçarak geliyoruz. Tamer abi ve Mert’le buluştuk en kısa sürede. Bizi aldılar. Kaldıkları otele gittik hemen. Ferri zaten geç
28
Kitap Fuarı Günlüğü
gelecekti. Banu Güven’in programına katılacaktı. Diğer İtalyan konuklarımız geldi. Hepsiyle tek tek tanıştık. Ben bu kadar sıcakkanlı insanlarla tanışacağımı zannetmiyordum. Sadece kendileri değil. Bir kısmı eşini de yanında getirmiş. Emin ol o kadar içtendiler ki bayıldım. Sonra heyecanla beklemeye başladık TV’deki pragramı. Sonunda Ferri ve Banu Güven göründü. Bu arada İtalya’nın en önemli koleksiyoncusu Ortazi ne dese beğenirsin günlük. Ferri şu ana kadar İtalya’da hiçbir TV’ye daha önce çıkmamış. İtalya’da bu kadar ilgiyi görmedi dedi hayıflanarak. Bizim ona gösterdiğimiz değerden dolayı o kadar mutluydu ki. Sanata ve sanatçıya değer vermeyen bir toplum olarak bizi yargılayanlara bu en güzel cevap olur sevgili günlük. Ülkemizde üvey evlat muamelesi gören önemli bir sanat dalının bizce en değerli yaratıcısına hak ettiği değeri ülkesinden uzak bir yerde biz vermiş olduk. Bu mutluluk o kadar güzel bir şey ki günlük. Ülkem ve bu sanata gönül vermiş Fuat Bey’i ayakta ne kadar alkışlasak azdır. Kendimizle gurur duydum valla günlük. Programı kahkahalar içinde izledik. Daha sonra misafirperverliğimizi onlara gösterdik. Gelenleri sıcak çay ve güzel bir muhabbete doyurduk. Sonrasında yemekte buluşmak için odalarına çekilen misafirlerimizden kısa bir süreliğine ayrıldık. Misafirlerimizi beklerken biz de boş durmadık sevgili günlük. Yemek yiyeceğimiz yeri bol bol Zagor posterleriyle süsledik. Yemek masası zaten görülmeye değerdi. Tam bir görsel şölen hâkimdi. Herkes masasına oturdu. Büyük ustayı beklerken sevgili İtalyan dostlarımızla muhabbetimiz o kadar ilerledi ki görseydin günlük kıskançlıktan çatlardın. Daha sonrasında büyük üstat geldi. Hepimiz onu alkışladık. Görsen günlük o kadar mütevazı mı olur bir insan. Utancından yanakları Heidi gibi oldu. Sonra oturuldu ve afiyetle yemekler yendi. Bal tadında sohbetler edildi. Bir sanatçının nasıl büyük olduğu bize uygulamalı olarak gösterildi. Sonra zaman masallardaki gibi, su gibi geçti. Bol bol resim çekildi. Zaman hatıra olarak belleklere ve kâğıda nakış edildi. Büyük bir mutluluk ve güzel bir gün geçirmenin tadıyla gece son buldu günlük. Bunları bile yazarken o anın hatırası insanı mutlu ediyor. Neyse fazla kıskandırdım seni. Sana büyük ustayla çekildiğim resimleri göstereyim sen de bir bak bakalım. Haydi, iyi geceler sana…
Kitap Fuarı 5. gün (4 Kasım 2010, Perşembe) Sevgili günlük; biliyorum biraz kızgınsın farkındayım. Şimdi aha da yeni girdim eve. O bile zor oldu, neden dersen dışarıda bir sis var aklın durur. Durağı kaçıracağım diye tırstım valla. Neyse lafı gene fazla geveledin haydi anlat der gibi bakıyorsun, sen de haklısın. Başlayalım anlatmaya. Biraz Keloğlan masalı oldu ama neyse. Bugün Karga Bar’daydı olay. Fuara gidemedim. Bakma bana öyle, gene mi diyerek. Ama gene kaçırdım. Dur dur biraz daha geriye gideyim zamanda. İlk önce İlyas abinin dükkânına gittim. Yemek ve çay arasında gelmiş. Kaynanan seviyor hesabı ama günlük valla beni çok seviyor, tabii ben de onu. Neyse bir saate yakın hem kitaplara bakarak hem laflayarak zaman geçirdik. Çok keyifli bir zamandı benim için. Emin ol Tokat'a gidince özleyeceğim kesin. Rodeo’nun çıkardığı dergiyi de aldım günlük. Süper olmuş valla, uzun süredir bu kadar kaliteli yerel bir yayın yoktu sanırım. Okuyan ve alan herkes kesin çok beğenecek, eminim. Karga Bar’a gelelim biz fazla uzatmadan günlük. Barın girişinde oldukça yoğun bir kalabalık vardı. Bir görsen, hele içerisini… Aman yarabbi, aman yarabbi… İğne falan değil kendini kaybetsen bulamayacağın bir kalabalık. İETT otobüsü iş çıkışı gibi. Omuzlarını sürte sürte geziyorsun. Millet delirmiş. Etrafta bir sürü Zagor tişörtlü iri iri adam. Hani Zagor gibi vücut olsa anlayacağım ama öyle de değil. Olsa olsa Çiko olur hepimizden. Ben dâhil günlük. Ben dâhil.
29
Kitap Fuarı Günlüğü
Ferri'yi beklerken biraz millet etrafı yıkacak gibi oldu. Görsen günlük herkes bize bakıyor sanki Ferri nerede, der gibi. Sonra beklerken Ferri geldİ. O ne, diyeceğin bir ortam oldu bir anda. Alkıştan camlarda hafif sallantı oldu. Karşımda o kadar büyük bir sanatçı olduğunu o zaman anladım. Bu kadar mütevazı olunmaz ki. Aynı durumun % 10'una sahip büyük bir çizerimiz geçen gün küçük büyük dağları ben yarattım, dedi. Evet, günlük sadece bunu dese… Ovaları da ben yarattım diyence yok artık, dedim. Ferri’yi görünce insan zor inanıyor o mu değil mi? Bu kadar mütevazı olunmaz ki canım. Sevgili Ferri sonra imzaya geçti. Amanın bir kuyruk, bir kuyruk… Hani bize anlatırlar ya günlük. Yok, yağ için kuyruğa girdik. Yok, tüp için girdik. Onun gibi. Binanın içini turluyor millet. Ama en güzel… İnsanların gözlerindeki mutluluk. O anda üç kişi çok mutlu oluyordu. Birincisi, imzalayan Ferri. İkinci, imzalatan kişi (genelde göz bebekleri sevinçten halay çekiyordu). Üçüncüsü, Fuat abi. Çok doğru bir iş yapmanın saadeti o gergin yüzünün arkasındaki sis perdesinden görünüyordu. Şirinler’deki gibi sadece iyi ve yaramaz olmayan çocuklar görebilir... İmza gününden sonra sevgili günlük Zagor şarkısını dinlemeye geçtik. Graziano Romani bize mükemmel sesiyle Zagor ve Çiko şarkıları dinletti. En sonunda Ferri'nin 50. yılı sebebiyle pasta kesildi. Oldukça güzel bir jestti. En son olarak izin aldım ve eve geçtim. Resimli Roman'dan yeni tanıştığım ve muhabbetine doyulamayan Emre arkadaşımla yola çıktık. Bu gece de her gece gibi güzeldi günlük. Darısı diğerlerine. Yarına kadar iyi geceler...
Kitap Fuarı 6.Gün (5 Kasım 2010, Cuma) Sevgili günlüğüm; dün erkenden denemeyecek bir saatte (12 gibi) İstiklal Caddesi’ne geçtim. Hemen her comics okurunun bildiği yere yani GON'a gittim. Orada Hanac, Umar abiyle beraber buluşmaya karar vermiştik. Dua ettim ki İngilizcem iyi ki çok fazla değil. Yoksa iyice batmıştım yani. Sevgili Umar abim gelince bizim küçük ekibimiz tamamlanmış oldu. Bir şeyler atıştırmak için gittik. Umar abim İstanbul'un meşhur ıslak hamburgerinden yedirdi. Ben de afiyetle yedim doğrusu. İstiklal’daki D&R'a saat 14:00 olmadan imza için geçtik. Uzaktan tanıdığımız sevgili arkadaşımız Ekrem ile tanıştık. Muhabbetti gerçekten çok hoşmuş, erken ayrılmasak daha fazla zaman geçirmek isterdim. Bir dahakine söz sevgili günlük daha keyifli zaman geçireceğiz. Büyük usta Ferri ve diğer ustalar kitapçıya gelince etrafında büyük bir izdiham oldu. Görsen, sevimli dostlarımız Japonlar bile resim çektirdi. Biz de bu durumdan yeteri kadar istifade ettik. İmza için yukarı geçtik, hepimiz tek tek imza aldık. Kimimiz – ki genelde bu ben oluyordum – imzayla yetinmeyerek resim bile yaptırdı. Yüzsüzlüğü düşünsene. Tüm kitaplarımızı imzalatıp, resimlerimizi de çekildik. Hem de bol bol. Birazdan göreceksin, hem sen hem diğer arkadaşlar. Sonra Hakan arkadaşımızı unuttum en başından beri bizimleydi sevgili günlük kusura bakma artk. Hep beraber bir yerde bir şeyler içip çizgi roman sohbeti ettik. 1001 Roman’ın yaptığı şeyin güzelliğini ballandıra ballandıra anlattık. Tex severler olarak Villa da olsa diye de hayıflandık. Fuat abi belki bizi gene şaşırtır diye de içimizden ve de dışımızdan dua ettik. Yoldan geçenler ayin yaptığımızı zannedip ters ters baktı sevgili günlük. Bir de üzerimizde garip kırmızı bir tişört – ki Zagor'un giydiği kıyafet bu arada –acayip bir durumdaydık. Daha sonra kitapçıya gittik biraz daha zaman geçirdik. Sonra ayrıldık. Daha sonra Ekrem ve ben dünyanın tek Zagor'u olan Levent Çakır'ı karşıladık. Kitapçıya bıraktıktan sonra oradan ayrıldık. Ekrem ile hüzünlü bir ayrılış oldu. Diğerinde umarım olmaz sevgili günlük. Karşıya
30
Kitap Fuarı Günlüğü
geçerek tarumar oldum ve günü bitirdim. Şimdi de bittim günlük. Birazdan sana bugünü anlatırım. Sen şimdi yolladığım resimlere bak...
Kitap Fuarı 7.Gün (6 Kasım 2010, Cumartesi) Sevgili günlük; bugün son gündü. Hüzün ve mutluluk bugünün içinde dondurma külahındaki toplar gibi eriyerek birbirine karıştı ama tadı o kadar güzeldi ki. Tadı hiç birbirine karışmamıştı. Yazarken mutluluktan ve hüzünlendiğim son sayfam şimdilik seninle bir süre konuşmayacağız. Sen de sanırım bu yüzden hüzünlüsün ve de sesin çıkmıyor. Anlıyorum ki ikimizin de iç dünyası yeterince karışık. Neyse sana bugünü kısaca anlatayım. Yazarken kimi zaman zorlanacağımı bilerek de olsa. Sabahtan biz Altın Madalyon üyelerine bir kıyak geçti ki Fuat abi anlatamam. Ferri ve İtalyan dostlarımızla otelde sabah çayı için buluştuk. Hepimizin üzerinde Zagor tişörtü vardı. O kadar güzel bir görüntüydü ki anlatamam. Otele erkenden olmasa da ideal bir saatte giriş yaptık. Arkasından büyük usta ve diğerleri geldi. Hepsiyle tek tek tanıştık merhabalaştık. Bu insanların samimiliğini hiçbir zaman unutmayacağım kesin sevgili günlük. Hepimizle tek tek sohbet ettiler, resim çekildiler ve imza verdiler. Sanırım onlar da bizim kadar bu durumdan hoşnuttular. Sonra onlar ve biz kısa bir süreliğine de olsa ayrıldık. Biz kitapçıları biraz gezdik. Onlar direkt kitap fuarına geçti. Altın madalyoncular olarak kitapçıların tadını doya doya çıkardık. Arkasından İstanbul’un cehenneme benzer trafiğinde iki saatlik bir yolculuktan sonra kitap fuarına vardık. Çok yorucu bir şehir burası sevgili günlüğüm. Hep beraber imzanın olduğu standa geçtik. Yarrabim bu ülkede çizgi roman okunmuyor diyenler gelip bir görseydi manzarayı. 81 yaşındaki büyük üstat Ferri tam 7 saat aralıksız imza dağıttı. Çoğu insan o kadar dayanamayıp yeteeeer diye çıldırabilirdi. Ama tam tersi oldu sevgili günlük. Yüzünden kimsenin gülücük eksik olmadı. Bütün herkesle fotoğraflar çekildi. Herkese imzalar atıldı. O kadar güzel anlar yaşandı ki günlük. Edirne’den abilerim geldi. Ayhan ve Doğa abim. Ayhan abim bana, Lami abime ve Ferri’ye büyük bir sürpriz yapmıştı. Zagor’un baltasını yapıp hediye etti. Ferri’nin elini öperek verdi. Bütün arkadaşlar oradaydı. Herkes birbirini orada gördü ama sanki 40 yıllık arkadaştık. Uzun olamasa da hoş ve güzel sohbetler yapıldı. En son olarak sevgili günlük herkesle tek tek öpüştük sarıldık ve ayrıldık. Bu uzun ama bir an gibi geçen sürede o kadar güzel insanlar tanıdım ki iyi ki varlar bu hayatta. Sonrasında tekrar konuşuruz sevgili günlüğüm. Bensiz olduğun bu sürede kendine iyi bak. Bu sefer, sen bana anlat. Güneş SEMERCİ
31
Öykü
Yeniden Merhaba Okumakta olduğu gazeteyi buruşturup hırsla yere fırlattığında, çenesine sert bir yumruk almış boksör gibi darmadağın oldu. Giderek gerilen sinirlerinin etkisiyle midesinden yemek borusuna hızla acı bir suyun yükseldiğini fark etti. Ağzının içinde ekşimtırak bir tat hissedince de ister istemez yutkundu. İstem dışı yaptığı bu hareket sonunda nefes borusuna kaçan su, bir anda tıkanmasına sebep oldu. Soluk alamıyordu. Telaşla oturduğu yerden öne doğru eğilerek olanca kuvvetiyle öksürdü. Doğrulduğunda gözleri yaş içindeydi. Soğuk suyla yüzünü yıkamak amacıyla koltuktan kalkmaya çalıştıysa da, beceremedi. Odadaki tüm eşyalar hareketlenip başının etrafında dönmeye başlamıştı. Kulakları, bugüne kadar hiç duyumsamadığı kadar çınlıyordu. “Ölüyorum galiba!” diye mırıldanarak korkuyla gözlerini açtı ve oturduğu koltuğa iyice yaslandı. Az sonra da gözkapakları kendiliğinden kapandı. Yıldızını yitirmiş zifiri bir karanlığın içine gömülmüştü. Ne bir ses duyuyordu, ne de bir siluet görüyordu. Zaman, kavramını yitirmiş gibiydi. Uzun zamandır özlemini çektiği huzuru sonunda yakalamıştı. “Ölüm, hiç de korkulduğu gibi değilmiş,” diye içinden geçirdiği sırada, bir ses duydu. “0 1 2…” Yüreğindeki sevinci kaçıran gürültünün nedenini öğrenmek için gözlerini araladığında, boks arenasının tam karşısında durduğunu fark etti. Ringin ortasında, dizlerinin üstüne çömelmiş bir hakem parmaklarını birer birer açarak yere sırt üstü devrilmiş olan boksöre sayı sayıyordu. “5 6 7…” “Zavallı yerden kalkmayacak,” diye düşündüğü anda yerde yatanın kendisi olduğunu hayretle gördü. Rakip boksör ise az önce okuduğu gazetede yeteneğini acımazsıca yerden yere vuran eleştirmendi. “Size yenilmeyeceğim,” diye düşünerek olanca gücüyle; “Çabuk ayağa kalk!” diye bağırdıysa da imgesine söz geçiremedi. Ne yapacağını bilmez halde öfkeyle tepinirken hakem sayı saymayı bitirerek “Nakavt,” demişti bile. Kısa bir şaşkınlık yaşadıktan sonra ani bir kararla ringe fırladı. Ellerini bir boksör gibi yukarıya kaldırıp yüzünü korumaya çalışırken bir yandan da “Daha yenilmedim,” diye bağırıyordu. İşte tam o sırada nereden geldiğini bile görmediği bir yumrukla ayakları yerden kesildi ve olanca ağırlığıyla yere düştü. “Bir an önce kalkmalıyım,” diye düşünmesine karşın hiçbir uzvunu oynatamıyordu. Sonunda zor da olsa gözlerini hafifçe aralayabildi. Etrafında, ne ringin göz kamaştırıcı ışıkları vardı ne de sayı sayan hakem. Az önce oturmakta olduğu koltuğun hemen dibinde boylu boyunca yerde yatıyordu. “Uyuklarken düşmüşüm anlaşılan,” diye geçirdi içinden, sonra yavaş hareketlerle doğrulup koltuğuna geri oturdu. Başı artık dönmüyordu. Gülümseyerek, “Yediğim yumruk iyi geldi galiba,” dedi. O sırada yerde buruşturulmuş bir şekilde duran gazeteyi gördü, nabzı yeniden hızlanmaya başladı. Dişlerini hırsla sıkarak uzanıp gazeteyi aldı ve kendisiyle ilgili bölümü yüksek sesle yeniden okudu. “Tarık Bedir tıkandı mı? İlk romanından sonra günlük bir gazetede öyküleri yayınlanan ancak kısa bir süre sonra nedensiz olarak(!) yazılarına ara verilen yazardan uzun zamandır haber alınamıyor. Edebiyat çevreleri; Tarık Bedir’in tek atımlık bir barut olup olmadığını tartışıyor...” Yazının devamını okuyacak gücü kendinde bulamayınca hırsla gazeteyi parçalamaya başladı. Bir yandan da öfkeyle söyleniyordu. “İnsanı katil eder bu adamlar. Yazmıyorsam yazmıyorum kardeşim, size ne? Uzun zamandır bir şey
32
Öykü
33
Öykü
üretmediğim tükendiğim anlamına gelmez ki, sadece canım yazmak istemiyor hepsi o kadar. Yoksa ne tıkandım, ne de tek atımlık barutum var. Bu adamlara inanacak olursak çoktan ölmüşüm! Ne diye ciddiye alıyorum ki bunları? ‘Tarık Bedir yazamıyor’ diye iftira atarlarsa atsınlar, önemli olan insanın kendini bilmesi, gerisi palavra. Ne zaman istesem oturur bir çırpıda birbirinden güzel eserler yaratırım.” Bu telkinler sonunda biraz olsun sakinleşmeye başlayınca konuyu derinlemesine düşünmeye başladı. “Kendimden emin olduğuma göre en iyisi bunlara hiç bulaşmamak. Umursamadığımı görünce nasıl da delirecekler? Bu suskunluğumu okuyucularım nasıl karşılar? Yazılanlara inanırlar mı? Sanmam. Ne de olsa aydın bir kesime hitap ediyorum, onlar bu safsatalara sadece gülüp geçer. Ya yanılıyorsam? Suskunluğumu, eleştirilerin doğruluğu olarak yorumlarlarsa? Tamam, önemli olan insanın kendini bilmesi, ama okuyucularıma bunu nasıl anlatacağım? Keşke komün halinde yaşasalardı, toplardım etrafıma açıklardım olanı biteni, ama ne yazık ki her biri ayrı yerlerde...” Sıkıntıyla ayağa kalkıp pencerenin yanına gitti, perdeyi aralayarak dışarıyı izlemeye başladı. Pazar sabahının hareketsizliği her tarafa hâkimdi. Bisikletiyle gezmekte olan iki çocuktan başka kimse ortalıkta gözükmüyordu. Sokağın iki yanına park edilmiş arabalar bile daha uyanmamış gibiydi. Dikkatli gözlerle baktığı halde bunların hiçbirini görmüyordu. Aklı; tıkanmadığını, aslında kafasında birçok projenin olduğunu, canı istemediği için bunları yazıya dökmediğini, okurlarına, dolayısıyla eleştirmenlere nasıl ispatlayacağındaydı. Kahve hazırlamak için mutfağa doğru giderken hâlâ bunları düşünüyordu. “Yeteneğimden kuşkum yok, istediğim an istediğim şeyi yazarım. Beni acımasızca eleştirenlerin de böyle düşündüklerinden eminim. Çekememezliklerinin tek sebebi kıskançlık. Bana bu kadar cömert davranan ilahlar sıra onlara gelince cimrileşmiş… Yine de böyle sessiz kalmamalıyım. Bir şekilde onları susturmalıyım. Oturup son yılların en büyük romanını mı yazsam? En fazla bir senede bu işi bitiririm, yeteneğimi biraz zorlasam beş altı ay… Yine de çok uzun süre. Peki, o zaman ne yapmalıyım?” Sıkıntıyla kahvesini yudumladığı sırada aklına o an gelen düşünceyle birden gözlerinin içi güldü. Fincanı tezgâhın üzerine bırakıp koşarak salona gidip bilgisayarının başına geçti. Bir yandan da kendi kendine konuşuyordu. “Gazeteden de hazır böyle bir talep varken en güzel fikir öykü yazmak. Kısa zamanda hem okuyucularımı yatıştırmış olurum hem de eleştirmenleri sustururum. Yazı işleri müdürünün yolladığı isteği umarım silmemişimdir.” Posta adresine girip kısa bir arama yapınca aradığı iletiyi hemen buldu. “Sevgili Tarık Bedir, Uzun zamandır bizi ihmal ediyorsun. Okurların sürekli olarak yeniden ne zaman aramıza döneceğini soruyorlar. Tatile çıktı diyorum ama bu kadar uzun tatil mi olur, diye sorduklarında söyleyecek söz bulamıyorum. Hikâyelerine başlayacağın günü sabırsızlıkla bekliyoruz. Sevgilerimle.” “Evet, işte olay bu,” diye keyifle güldükten sonra gecikmiş yanıtı yazmaya başladı. “Sevgili Ali Osman, Tatil bitti en kısa zamanda yeni öykülerimle aranızdayım.” Gönder tuşuna basar basmaz rahatlamıştı. “Ok yaydan çıktı, artık tembellik yok “ diye içinden geçirdiği anda karşı taraftan yeni bir iletinin geldiğini gördü. Sabırsızlıkla açıp okumaya başladı. “Öykülerini dört gözle bekliyoruz. Ali Osman.” “Bu iş tamamdır. Görsünler bakalım Tarık Bedir tıkanmış mı tıkanmamış mı? Peki, ama ne yazacağım? Sabırsızlanmaya gerek yok elbet bir şeyler buluruz. Hem Ali Osman’a da tarih belirtmedim ki…” Aradan; önce günler, sonra da haftalar geçmesine rağmen bir türlü bilgisayarın karşısına geçip
34
Öykü
35
Öykü
öyküsüne başlayamıyordu. Yazı yazmaya her karar verdiğinde mutlaka bir bahane buluyordu. Sonunda bu yaz sıcaklarında öykü yazılamayacağı hükmüne vardı. Sabırla sonbaharın gelmesini beklerken Ali Osman’a yeni bir ileti gönderdi ve bir roman üzerinde çalışmaya başladığı için öykülerine ancak bayram sonrasında başlayabileceğini belirtti. İçini rahatlatmak için de, bayram sonunda bomba gibi giriş yapacağını ve tüm edebiyat dünyasını hayretler içerisinde bırakacağını kendi kendine tekrarlayıp duruyordu. Bu arada günler hızla ilerliyordu. Ramazan ayının gelmesiyle bitmesi bir olunca iyice huzursuzlaştı. “Bir an önce çalışmaya başlamalıyım. Gerçi panik yapmama da hiç gerek yok, aklımda bir sürü konu var. Bu yetenekle bir oturuşta en azından iki üç öykü çıkartırım; ama etrafta da o kadar çok gürültü var ki… Hiç değilse şu karşıdaki inşaat bitseydi… Keşke Ali Osman’a bayram sonu diye söz vermeseydim. Dur bir dakika, hangi bayram olduğunu söylemedim ki… Zaten Kurban Bayramı’nı kastetmiştim…” diye içinden geçirmesine karşın vicdanı bu mazereti kabul etmeyince mecburen bilgisayarının başına geçti. Bir süre boş gözlerle ekrana baktıktan sonra düşüncelerini yoğunlaştırmak için bilgisayarda soliteriyi açtı. Uzun bir süre oynadıktan sonra camdan içeri vuran güneşe gözü takıldı ve sandalyesinden kalkıp bir süre dışarıyı seyretti. “Böyle güzel bir havada eve oturmak da nereden çıktı? Öykü kasvetli havalarda yazılır. Böyle güneşli günlerde gezmek lazım yoksa öykü tanrısının lanetine uğrarım,” diye içinden geçirdi ve hemen giyinip kendisini dışarıya attı. Sonraki günlerde sabırla yağmurun yağmasını bekledi. Aksi gibi havalar da güzel gidiyordu. Bu işte de bir hayır var diyerek oyalanmaya devam etti. Sonunda bir sabah yağmur sesiyle uyandı. Hava günlerdir özlemini duyduğu gibi kapalı ve yağmurluydu, sert bir rüzgâr esiyordu. “Tamam,” dedi kendi kendine “gün bugündür.” Yazıya başlamadan önce sıkı bir kahvaltı yaptı, sonra da gazeteleri en ince ayrıntılarına kadar okudu. İtiraf etmese de vaktin geçmesini bekler gibi hali vardı. Bilgisayarın başına oturacağı sırada birden bir rehavet çöktü. “Bu kasvetli havalar da insanı bir garip yapıyor,” diyerek kanepeye uzandı. Uyandığında kendini aptal gibi hissediyordu. “Öğlen vakti yatarsan olacağı buydu,” diye söylenerek hava almak niyetiyle dışarıya çıktı. Tesadüf bu ya arkadaşlarına rastlayınca – bunun için uzun bir süre dolaşmak zorunda kalmıştı – onlardan ayrılamadı. Eve geç saatte ve alkollü bir halde geldi ve yazma işini bir sonraki güne bıraktı. Ertesi sabah uyandığında yazdan kalma bir gün karşıladı onu. Ama Tarık Bedir prensiplerine sıkı sıkıya bağlı bir insan olduğundan havaların yeniden bozmasını bekledi. Maalesef yalancı bahar bu sefer sadece dört gün sürdü ve arkasından güz yağmurları geldi. Tüm mazeretleri tükendiği için söylenmeden bilgisayarın karşısına geçip hiç tereddüt etmeden Word’u açtı. Yazılmayı bekleyen bembeyaz bir sayfa karşısında duruyordu. “Zor işi hallettim gerisi kolay,” diye düşündü. “Uzun zamandır yazmadığıma göre öykümün adı “Yeniden Merhaba” olmalı. Güzel fikir, ama bundan öykü nasıl çıkacak? Neyse önemli değil hele ismi yazalım gerisi kendiliğinden gelir.” Bu hevesle tekrar yerine oturdu ve kendisini sabırsızlıkla bekleyen beyaz sayfanın ortasına büyük harflerle “YENİDEN MERHABA” yazdı. Dosyayı hafızaya kaydettikten sonra da büyük bir huzurla sandalyesinden kalkıp dışarı çıktı. İnsanlığın aya adım atması kadar önemli bir adımı atmış olmanın mutluluğunu birkaç gün daha yaşadıktan sonra öykünün içeriği hakkında yeniden düşünmeye başladı. Tartışılmaz yeteneği sayesinde kısa zamanda birden çok konu buldu. Ve bir sabah erkenden uyandı ve bilgisayarın karşısına geçip, “Yeniden Merhaba” dosyasını açtı. Sıra ilk cümleyi yazmaya gelmişti. Büyük bir özgüvenle klavyenin tuşlarına dokunmaya başladı. Sadece üç dokunuştan sonra durdu. Kafasında onca kurgu varken bir türlü yazamıyordu. Oyun oynamayı denedikten sonra bir kez daha çabaladıysa da, sonuç değişmedi.
36
Öykü
O sinirle yerinden kalkıp evin içinde dolaşmaya başladı. Bir yandan da yüksek sesle kendi kendine konuşuyordu. “Olmuyor işte. Kendimi zorlamanın hiçbir anlamı yok, yazamıyorum. Söylenenler doğru muydu? Gerçekten tıkandım mı? Saçmalama oğlum, sadece stres içindesin, o kadar. Bak burası doğru; baskı altında kalınca nasıl yaratıcı olunabilir ki? Yazmak, duygu işidir. Manavdan domates alır gibi ısmarlama öykü mü yazılır? Yazarlık ruhuna aykırı. Öykünün hası; insanı sürekler masaya kendisi oturtur.” Son söyledikleri moralini yerine getirmişti. Son aylarda huzurunu kaçıran düşünceleri yüreğinden söküp atmanın tam sırasıydı. “Önemli olan insanın kendini bilmesi. Zorlama öykü yazmak eleştirmenlerin ekmeğine yağ sürmekten başka bir işe yaramaz ki… Teneke dendi diye altın asla vasfını kaybetmeyeceğine göre bunca eziyeti neden çekiyorum? Gerçekten saçmalamışım. Yazmıyorum işte. Oh be. Ali Osman’a da ne söyleyeceğim? Aman sen de mazeret mi yok… “Sevgili Ali Osman, Üzülerek bildiriyorum ki işlerimin yoğunluğundan dolayı söz verdiğim öyküleri yazamıyorum. Sevgilerimle. Tarık Bedir.” Öykü: Atilla BİLGEN
37
İllüstrasyon: Gülhan D SEVİNÇ
Röportaj
Gianfranco
M ANFREDİ 1001 Roman Yayıncılık’ın düzenlediği “Bonelli Çizgi Roman Etkinlikleri”nde, 4–7 Kasım tarihleri arasında ülkemize bir sürü çizgi roman yazar ve çizeri geldi. Ekip, hayranlarıyla 4 Ekim, Perşembe gecesi Karga Bar’da düzenlenen “Zagor Gecesi”nde ilk kez tanıştı ve 3 gün boyunca TÜYAP’ta ve D&R’da imza günlerinde hayranlarına imza verdi. Gelen büyük ustalardan biri olan Gianfranco Manfredi ile kısa bir söyleşi yapma şansı yakaladık. Manfredi‘ye İtalya’daki çizgi roman piyasası, Türkiye’de çizgi roman ve de genel piyasa hakkında sorular sorduk. Bay Gianfranco Manfredi, Türkiye’ye hoş geldiniz. Sizi kısaca tanıyabilir miyiz? 1948 doğumluyum ve 1991 yılında İtalyan çizgi roman (Fumetti) piyasasına girdim. O tarihten beri bu piyasadayım. Çok değişik yayıncılarla çalıştıktan sonra 1994 yılında Bonelli ile de çalışmaya başladım. Dylan Dog, Nick Raider, Büyülü Rüzgâr ve Tex öyküleri yazdım. Şu anda imza standında aldığınız kitap olan “Volto Nascoto” karakterini ben yarattım ve hikâyelerini yazdım. Klasik bir turist sorusu olan “Türkiye’yi nasıl buldunuz?” sorusu vardır. Size de sormadan edemeyeceğim. Bu benim Türkiye’ye ilk gelişim değil. 1981 yılında eşimle beraber gezmeye gelmiştik. Ayasofya’ya, Sultanahmet’e ve de Kapalıçarşı’ya gitmiştik. Fakat Türkiye 30 yılda çok gelişmiş. Evvelden gittiğim hiç bir yeri tanıyamadım. Mesela dün Taksim’deydik, her şey çok değişmiş ve yenilenmiş. Aslında eski yapılar yıkılmamış, mesela Taksim’deki Saint Antoine kilisesi gibi, ama artık o da diğer binaların arasında kalmış ve çok görünmüyor. Teknolojinin bu kadar yayıldığını görmek sevindirici ama bir o kadar da üzücü.
38
Röportaj
Teknolojinin gelişmesinden bahsettiniz. 20 yıldır Fumetti işindesiniz. Özellikle Amerikan çizgi romanlarında ve Manga’larda az önce bahsettiğiniz gelişmiş teknoloji çok kullanılıyor, özellikle de renklendirme ve çizim aşamasında. Siz bu konuda ne düşünüyorsunuz?
39
Röportaj
Ben 20 sene evvel bu işe girdiğimde herkes çok karamsardı. Film işi öldü, tiyatro işi öldü, çizgi roman işi öldü diyorlardı. Şu anda hâlâ her yerde filmler, tiyatrolar ve çizgi romanlar var. Eğer zaten çizgi roman ölmüş olsa bizim burada ne işimiz vardı? Teknoloji her girdiği yeri yıkıp geçer dediler, ama şu an filmler ve tiyatrolar da zamane teknolojisini içlerine alıp kullanıyorlar. Tabii ki çizgi roman da öyle. Fumettilerde de zaman zaman teknoloji kullanılıyor, kapaklar daha renkli ve daha ışıl ışıl basılıyor, sayfalardaki ufak tefek hatalar photoshop ile düzeltiliyor. Ama bazı çizgi romanlarda da klasik olarak kalmak gerekiyor. Mesela Zagor’da. Yoksa klasik oyucu kitlesini gücendirebilirsin. Büyülü Rüzgâr ya da orijinal adıyla “Magico Vento” gerçekten bitiyor mu? Evet bitiyor. En son sayısını yazdım ve çizere gönderdim. Tahminen Şubat ya da Mart 2011 yılı gibi yayınlanacak son sayı. Peki, bunun nedeni nedir? Okurların ilgisizliği mi? Yo, maalesef ekonomik yönlerden dolayı. Bir çizgi romanın işi; yazar ve çizer işi bitirdikten sonra bitmiyor. Bunların basılması, yayınlanması, dağıtılması gerekiyor. Magico Vento’nun sadık fakat küçük bir hayran kitlesi vardı. Şöyle söyleyeyim. Şu anda her 20 tane Tex’e karşılık 1 tane Zagor satılıyor. Yaklaşık her 20 Zagor’a karşılık da bir tane Magico Vento. Ben çok severek yazıyordum Magico Vento’yu, fakat yayınevinin ana lokomotifi Tex. İtalya’da aylık basılan, iki ayda bir basılan çizgi romanlar var. Fakat Tex ana satan dergi olduğu için hem aylık basılıyor hem de ekstra sayılar çıkartılıyor. Mesela yazın her ay bir Tex alıyorsunuz, onun dışında sırf yaz için çıkartılan “Summer Special” sayısını alıyorsunuz, bir de yılda bir iki defa yayınlanan “Tex Annual” alıyorsunuz. Yani okuyucu yaz boyunca 3 ayda 3 yerine 5 tane Tex alabiliyor. Fumettiler’in sayfa sayısı 96’dır. Sırf bir çizer bu kadar derginin altından kalkamaz. Bu yüzden yeni yazar ve çizerlere ihtiyaç doğuyor. Tex de Magico Vento’ya bu kötülüğü yaptı. Bir sürü yetenekli yeni çizerimizi aldılar ve Tex çizdirmeye başladılar. Magico Vento’nun basım sayısı yeterli görülmediği için (ve artık yeni çizerlerden beklentilerimizi çok da elde edemediğimiz için) bitirmek zorunda kaldık.
40
Röportaj
Karakteri öldürmek zorunda mısınız? Hayatta kalsa da, biz hayranlar “belki yılda 1 sayı çıkartırlar” diye umutlansak. Vento’yu öldürmedim zaten. Bunun nedeni kısmen hayranlar, çünkü çok büyük bir mektup ve e-mail bombardımanına tutulduk. İkinci nedeni ise benim. Ben iyi biriyim ve sevdiğim kahramanı öldüremem. (Gülüyor.) Şaka bir yana aslında yayıncımız Vento’yu öldürmemizi istedi, ama tepkilerden korktuğu için o da yaşamasına izin verdi. Ama yakın gelecekte çıkartılması düşünen bir “Magico Vento Special Issue” düşüncesi şu anda yok. Bir aralar Ersin Burak ile çalışmıştınız. Gelecekte onunla çalışmayı düşünüyor musunuz? Bu soruyu sorduğunuza çok memnun oldum, çünkü bazı yanlış anlaşılmalar olmasından korkuyorum. Ben Ersin Burak’ın çizgilerini çok seviyorum ve bana her zaman gelen projede önce Ersin Burak’ı düşünüyorum. Fakat önümüzde maalesef iki tane engel var. Birincisi, proje engeli. Biz Ersin Burak ile uzun soluklu bir proje yapmak istiyoruz. Fakat şu sıralar İtalya’da da bu tarz projelere endişeyle bakıyorlar. Ya tutmazsa ne olur, düşüncesi hâkim. O yüzden bilinmiş kahramanlarla kısa projelere devam etmeyi tercih ediyorlar. İkinci durum ise şu sıralar İtalya’da çok fazla yeni mezun, yetenekli fakat işsiz bir çizer kadrosu var. Bu kadro her gün bizim kapımızı aşındırıyor ve işlerini bırakıyor. Bizim yayıncımız da etrafta bir sürü işsiz “yerli” çizer varken bir “yabancı” çizere iş veremiyor. Ama ben yine de Ersin Burak’ın ismini her projede önüne sunuyorum. Umarım uygun bir iş çıkar da kendisiyle tekrar çalışma imkânı buluruz. Yeni projeleriniz nelerdir? Stantta satılan Volto Nascoto’yu beğendiniz mi? Onun yeni sayısıyla uğraşıyorum şu sıralar. Uzun zamandır bizle çalışan Arjantin asıllı bir çizerimiz var, adı Gomez, o çizecek. Biraz fantastik bir hikâye olacak ama ben çok eğlendim bunu yazarken. Bir de yeni bir Tex yazıyorum. Daha yeni bitirdim ve şu ana kadar yazdığım en iyi Fumetti olduğunu düşünüyorum. Tahminen 6–7 ay sonra basılır o da. Onun dışında her zamanki işlere devam ediyorum. Türkiye’deki ilgiden memnun musunuz? Bu kadar büyük bir ilgi göreceğimizi hiç beklemiyordum. Bay Ferri’ye bakın, resmen bir Rock yıldızı gibi karşılandı. Adam 80 yaşında ama hiç onu bu kadar enerjik ve heyecanlı görmemiştik. Şu kalabalığa bir bakın. Saatlerdir imza atıyorum, insanlarla konuşuyorum ve onlarla fotoğraf çektiriyorum. Bu muhteşem bir şey. Türkiye’de bu kadar ilgi göreceğimizi tahmin etmezdim. Bize zaman ayırdığınız için çok teşekkür ederiz. Ben teşekkür ederim.
41
Röportaj Tunç PEKMEN
Çizgiroman
Deniz ÖZKARDEŞLER
42
Çizgiroman
43
Çizgiroman
44
Çizgiroman
45
Çizgiroman
46
Çizgiroman İnceleme
ATEŞTEN DOĞAN KAHRAMANLAR
Rising Stars: Born in Fire
47
Çizgiroman İnceleme
Heroes ya da 4400'den önce, normal insanların bir anda süper güçlere kavuştuğunu anlatan bu iki diziden önce J. Michael Straczynski 1999'da Image Comics'in TopCow markası ile bir çizgi romana başladı. Straczynski'nin Babylon 5'da neler yaptığını hatırlayanlar bu seriyi heyecanla beklediler. Ben Rising Stars'ın birinci sayısını hayatımda ilk defa iki kapaklı olarak almıştım. Babylon 5'daki destansı hikâyenin etkisinden daha kurtulamamıştım ve Straczynski'nin hikâyelerini okumak istiyordum. İlk sayıdan çizimlerle ve öyküyle kendine bağlamayı başarmıştı. Rising Stars, 113 kişinin hikâyesini anlatıyor. Bir Amerikan kasabasında, tam meteor dünyaya kavuşurken ana rahmine düşen çocukların hikâyesini anlatıyor. O çocuklar bilinmeyen bir sebepten özel güçlerle donanıyorlar. Bu güçleri yedi yaşında ve sonrasında ortaya çıkmaya başlıyor. Onlara “özeller”diyorlar, yeteneklerinin özelliğini göz önüne alarak. Ayrı bir eğitim veriyorlar ve normaller onlardan korktuğu için onları yok etmenin ya da kullanmanın yoluna bakıyorlar. Birinci ciltte onların geçmişlerini, kim olduklarını ve nasıl bir savaşa sürüklendiklerini okuyoruz. İsminin de anlattığı gibi onların zamanın ateşinde pişmeleri ve doğumlarını anlatıyor Straczynski ilk ciltte. İlk sayıda sonunu bildiğiniz bir hikâyeye başlıyorsunuz. John Simon adında bir özel yetenekli, bize gelecekten sesleniyor. Hepsinin öldüğünü ve son kalanın kendisi olduğunu söylüyor. Hikâyenin doğru anlatılması için kendisinin, öteki özellerin Şair (Poet) dediği yalnız adamın anlatması gerekmektedir. Rising Stars: Born in Fire, kendilerinden korkulan bu küçük çocukların güçlerinden dolayı ve sayesinde nasıl büyüdüklerini anlatıyor. Aralarında çok güçlüler de var, az güçlüler de, hatta gücünü bulamayanlar da mevcut. Hepsi güçleri yüzünden farklı yaşamak zorunda kalıyor ve bir yol çiziyorlar kendilerine. Aralarında büyük bir şirketle anlaşıp kahramanlık yapanından, kilisede ayinler yapanına, alevler saçarak suç işleyeninden, tek zevki yemek yemek olanına, polis olup kanun koruyuculuğunu seçeninden, dinleyicilerini şarkılarıyla büyüleyenine farklı karakterlerde özeller bunlar. Öyle pek de süper kahraman olmasını beklemediğiniz karakterler. Çok sıkıntılı değiller, karanlık olsalar da sanki 90'ların sonu iki binlerin başındaki havayı iyi yansıtıyorlar. Onların hikâyesini Straczynski zekice bir hamleyle teker teker anlatıyor. İlk birkaç sayıda bir özele, onun yeteneklerine ve başına gelenlere odaklanıyoruz. O sırada Poet, John Simon çocukluk arkadaşlarının öldürüldüğünü görüp olayların ardındakini araştırmaya başlıyor. Bir yandan Poet'in arayışını bir yandan da özellerin iç dünyasını izliyoruz. Tempo gittikçe artıyor ve ilk sayıda muştulanan büyük savaşa doğru ilerliyoruz. Cildin son sayısı olan sekizinci bölümü bitirdiğinizde sonun başlangıcının da bitiriyorsunuz. Etkileyici, şiirsel anlatımıyla, yalın temiz çizimler birleşiyor. Straczynski'nin güçlü sesi ve anlatım yeteneğinin sürüklediği bir çizgi roman bu. Bana sorarsanız, kaçırmayıp, hemen alın. Bir de şansınız var artık dijitale geçtiği için http://bit.ly/bjOupj adresinden 1,99USD'a çizgi romanları alabilirsiniz. Hatta merak edenler için İngilizce olsa da ilk sayısını bedava http://bit.ly/979UbW adresinden temin etmeniz mümkün. İlk sayıya bir göz atın ve bu şiirsel eserle tanışın. Gökçe Mehmet AY
48
Çizgiroman İnceleme
SHEENA Herhalde her erkeğin en büyük fantezilerinden biri, balta girmemiş bir ormanda, leopar desenli bikinisi olan ve hafif dolgun hatlara sahip vahşi bir sarışınla beraber olmaktır. Hayır, Banu Alkan’ın gençlik yıllarından bahsetmiyorum! Tarzan’la başlayan ve kadınlara yönelik olan “vahşi orman erkeği” modasının, erkeklere uygulanmış olan versiyonu “vahşi orman kadını” ya da “vahşi orman kraliçeleri”nden bahsediyorum. Türkiye’de (hatta dünyada) bu moda çok tutmamış olmasına rağmen 1904 yılından itibaren erkeklerin hayatında bir şekilde yer alırlar. Bunlardan en uzun soluklu ve en meşhur olanı Sheena’dır. Sheena, ilk orman kızı değildir. İlk orman kızı Rima adında bir karakterdir, William Henry Hudson’un “Tropik Orman’ın Romansı” adlı 1904 yılındaki romanında ortaya çıkmıştır. Rima karakteri daha sonra DC çizgi romanları tarafından satın alınmış ve 74–75 arası çizgi roman olarak 80’li yıllarda ise çizgi film olarak bir süre daha hayatını sürdürmüştür. Sheena, iki büyük usta olan Will Eisner ve Jerry Iger’in elinden çıkmış, stereotipi bir orman kızıdır. Üstüne dar gelen leopar desenli bir bikini-mayo giyer ve ormanda
49
Çizgiroman İnceleme
bulduğu eşyalardan silahlar yapar. Çok iyi bıçak, yay ve mızrak kullanır. Çocukluğundan beri ormanda olduğundan hayvanlarla iletişim kurabilmektedir ve en büyük silahı, saldırdığı kişiyi aniden ortaya çıkarak şaşırtmasıdır. Sheena, yazar da çizeri de Amerikalı olmasına rağmen, çizgi romanı 1937’de İngiliz çizgi roman dergisinde çıkmıştır. Amerikan çizgi romanlarında boy göstermesi ise ancak bir sene sonra olmuştur. Eisner, popüler inancın tersine karakterin Rima’dan değil, ama bir orman tanrıçasından esinlenilerek yaratıldığını söylemiştir. Sheena 1937’den 1953’e kadar Jumbo Comics’te rol almış, fakat esas popülaritesini kendi adıyla yayınlanan “Sheena–Orman’ın Kraliçesi” adlı ve 1942–1952 arası yayınlanan dergiye borçludur. Sheena 1955–1956 yılları arasında bir televizyon dizisi olmuş ve başrolde Irish McCala adında bir model oynamıştır. Verdiği demeçlerde plajda bambu bir sırık atarken keşfedildiğini söyleyen McCalla o zamanları “Rol yapamıyordum ama ağaçtan ağaca iyi sallanabiliyordum,” diye anlatır. McCalla dizide çoğu zaman dublör kullanmamış ve tehlikeli aksiyon sahnelerini kendisi çekmiştir. O zamanlarda posterlerinin ve pin-up’larının yok sattığını belirtmeme gerek yok herhalde. Sheena 1956 yılından sonra ortadan kayboldu ama 1980’li yıllarda kısa bir süreliğine de olsa, tekrar ortaya çıktı. 1984 yılında, Columbia Pictures tarafından bir Sheena filmi çekildi ve başrolde Tanya Roberts oynadı. Tanya Roberts o zamanlar Çarli’nin Melekleri’nde ve Mike Hammer dizilerinde oynayan ve Playboy’da poz vermiş 80’li yılların popüler sarışın seks bombalarındandı. Fakat Roberts’in seksapeli bile, filmi kurtarmaya yetmedi ve film bütçesinin çok altında bir hâsılat elde etti. 2000’li yıllarda Sheena’nın tekrar popülerleşmesiyle, bu film bir kült hayran kitlesi kazandı ve DVD satışlarından iyi bir hâsılat elde edildi. Filminin çıktığı zamanlarda Marvel Comics de senaryoyu takip eden 2 sayılık Sheena çizgi romanı çıkardı.
50
Çizgiroman İnceleme
2000’li yıllardaki eskiye dönüş ve nostalji rüzgarlarından, Sheena da nasibini aldı. Önce 1999 yılında Galaxy Publishing, internet üstünden Sheena’nın çizgi filmlerini yayınlamaya başladı. 2000 yılında ise Sheena tekrardan bir dizi olarak çekildi. Dizi 2002 senesine kadar yayında kaldı. Bu dizide, eskisinden farklı olarak Sheena’ya bir süper güç verildi. Sheena yeni edindiği bu mistik güç sayesinde istediği herhangi bir orman hayvanına dönüşebiliyordu. “Sarışın bomba” geleneği bozmayan yayıncılar, Sheena dizisinin başrolünde eski bir Playboy kızı ve Baywatch oyuncusu
olan Gena Lee Nolin’i oynattılar. Dizi ortalama bir başarı yakaladı ve belli bir hayran kitlesi toplamayı başardı. 2007 yılında Devils Due adlı yayıncı Sheena’yı aylık bir çizgi roman olarak çıkartmaya başladı. Sheena bu çizgi romanda herhangi bir mistik güç sergilememektedir. Geçmişten bu güne baktığınızda Sheena’nın aslında çok da büyük bir başarı göstermediğini fark etmişsinizdir. Ama tarihteki diğer “orman kızları”na baktığımızda 70 yılı geçkin sürede ortada olan tek bu karakteri görürsünüz. Amerika’da çok daha fazla “orman kızı” denemeleri olmuştur, ama bu yeni karakterlerin yazarları ya da çizerleriyle yapılan konuşmalarda genelde “Sheena gibi olmasını istemedik, Sheena’dan daha fazla şiddet ve seks var,” gibi kelimeler kullanılmaktadır. Bu yüzden tüm “orman kızları” arasında Sheena bir nirengi noktası olarak kabul edilmektedir ve görünüşe göre uzun yıllar da öyle kalacaktır.
Tunç PEKMEN www.uzunjohn.com
51
Çizgiroman İnceleme
52
Öykü
Yaratığın Gelini Şeytan'ın Sevgilisi Paşa Köyü yakınlarındaki Kara Orman her zamanki gibi sessiz, her zamanki gibi korku doluydu. Sanki ağaçlar o gün olacakları biliyormuş gibi başlarını eğmiş, çimenlerin hepsi solmuştu. Yavaş yavaş hava kararıyordu ve kargalar korkunun türküsünü içli içli söylüyordu. Karanlığın ortasındaki beyaz bir taşa zincirlenmişti Ayşe. Saatlerce zinciri kırmaya çalışmış, başaramamıştı. O kadar çok ağlamıştı ki; artık gözleri kurumuştu. Ne olacağı hakkında hiçbir fikri yoktu. Bir buçuk saattir düşünemiyordu bile. Öylece bir noktaya bakıyordu. Okuma hayali, evlenme hayali, yaşama hayali, tüm hayalleri, hepsi ve hepsi gitmişti. Geriye ne kalmıştı? Hiç... Koca bir hiç... Nasıl buraya gelmişti? Hatırlamıyordu. En son eve gelen çikolatadan bir ısırık almıştı ve şimdi buradaydı. Kim yapmıştı bunu ona? Ailesi mi, arkadaşları mı? Yoksa kaçırmışlar mıydı onu? Daha düşünemedi. Çünkü ormanın içinden gelen sesler onu meraklandırmıştı. Yavaş yavaş yaklaşıyordu ses ve bir ışık görünüyordu ormanın içinde. Yaklaştı ışık, büyümeye başladı. Çok yakındaydı. Hava birden ısınmıştı. Ses inanılmaz artmıştı. Ormanın içinden pis bir koku geliyordu. Işık artık tamamen görünüyordu. Bu... Bu... Bu bir yaratıktı. Kocaman dişlere sahipti. Derisi yok gibiydi. Her tarafı ateşti. Gözlerinden nefret akıyordu sanki. Ayşe yeniden ağlamaya başlamıştı. Çığlıklar atıyor, sesini köyden birisinin duymasını istiyordu. Yaratık ise yavaş yavaş hızlanıyor, pis nefesi ölümden bile beter kokuyordu. Üç saniye, belki daha az... Acılı bir ölüm... Yaratıkla bir olmuş küçük bir beden... Ağlamaktan beyazlamış gözler... Birkaç saniye sonra ise yıllar sonra toprak olacak çamurlaşmış bir vücut... Ölümün en acılı hali, en kötü yanı... Yaratığın cinselliği... *
*
*
Yedi yıl sonra... "Kimse yok mu?" dedi Kenan Köy Kıraathanesi'ne girerken. İçeride uçuşan karasineklerden başka bir şey yoktu. Masalar sanki yıllardır temizlenmemişti. Havada ise ağır bir rutubet kokusu vardı. "Buradayım," dedi birkaç saniye sonra bir ses. Kenan sesin geldiği yöne baktı. Tezgâhın altından çıkan kısa boylu, aksak bir adam. "Recep Dayı," dedi Kenan ve koştu adama. Birkaç saniye kucaklaştılar. "Köy hiç değişmemiş. Hâlâ soğuk, hâlâ ıssız," dedi Kenan tozlu sandalyelerden birine geçerek. "Öyle yeğen, hayat değişir, köy değişmez." Ne kadar doğru bir sözdü bu. Kendini bildi bileli bu köyde cami vakitleri dışında insanlar bir arada bulunmazdı. Köyün gerçek lideri korkuydu her zaman. İnsanlar perdelerini açmaz, evlerinden çıkmazlardı. Kenan'ın üniversite isteği köy gelenekleri göze alınırsa cesur bir karardı.
53
Öykü
54
Öykü
"Sen yorulmuşsundur, al anahtarı eve git. Yat istediğin kadar," dedi Recep ve anahtarı Kenan'ın eline sıkıştırdı. Kenan güldü. "Kovuyor musun beni dayı?" "Olur mu hiç? Dinlen diye..." "Tamam, amca. Sana iyi işler. Sineklerin çayını eksik etme." Kenan ve Recep gülüştüler. Kenan kıraathaneden çıktıktan sonra Recep başını öne eğdi. Keşke Kenan'ın yerinde olsaydı. Dertsiz ve tasasız bir hayat... Tabii bir de yaratıksız... Yine yedi yıl olmuştu. Uğursuz döngü zamanı... Şimdi sıra kimdeydi? Şimdi kimin kızını ölüme yollayacaktı? Ayağa kalktı. Tezgâhın altına girdi yine ve gaz lambasını yaktı. Yedi yılda bir yaptığı gibi dini bir ayin gibi yavaşça açtı defteri. Nazikçe sayfalarını çevirdi. Her sayfada farklı soyadlar, her sayfada farklı çizikler. En son attığı çiziğin bulunduğu sayfayı açtı. Güngör ailesi yazıyordu. İki çizik vardı sayfada. Alt taraftaki çiziğe baktı. Sanki dün çizilmiş gibiydi. Eliyle yavaşça sayfaya dokundu. Sanki o son çiziğin altındaki isme sahip olanın çektiği acıları hissediyordu. Korkarak sayfayı çevirdi. Güneş ailesi... Çocuğu yoktu. Karayel ailesi... Çocuğu var; fakat kızı yok. Laleli ailesi... Var... Kızı var. Kız hasta... Deli... İntihar etmeye çalışmıştı... Kolay, çok kolay bir iş. Zaten ölmek istiyor... İstediğini alacak... Alacak... Aniden defteri kapadı Recep. Daha yirmi dört saatten fazla vakti vardı. Hazırlanmalıydı. Her şey için yapmalıydı bu işi... Köyü için, soyu için, kendisi için... *
*
*
Yıllar önce sevdiğine kendini çok kaptırmıştı. Kıskançlıktan dolayı sevdiğine karşı gelmişti. Yazgısı belli olan bir savaş için yıllarca boş yere uğraşmıştı. Sürgün edilmişti o. İman etmemişti kıskandığına. Melekler kadar güzel ya da cinler kadar çekici değildi kıskandığı çünkü. Görünür hiçbir özelliği yoktu; ama o sevmişti işte... Tanrı sevmişti... Tanrı sevmişti insanı. O – şeytan – çağlarca kıskandığı insanı kendine çekti. Onlarla kedi fare gibi oynadı; fakat insanlar her zaman onu yenmeyi bildi. Ne kadar uğraşsa da insanları tam olarak kandıramıyordu. Günlerden bir gün yine insanları kandırmaya çalışırken bir insan sesiyle irkildi. Hayatı boyunca duymuştu böyle sesler. Ruh seansları ve büyüler sayesinde milyonlarca ses işitmiş, hiçbirine cevap vermemişti; fakat o gün duyduğu ses çok farklıydı. O seste ömrünün en güzel zamanını geçirdiği cennetin şelaleleri, uçuşan hurilerin rengârenk kanatları ve yasak ağacın kırmızı elması vardı. O ses Tanrı'nın insana yansımasıydı. Şeytan, sesin sahibini bulduğunda ona gerçek vücuduyla göründü. Karşısındaki kız korkacağına meraklanmıştı. Günler geçti ve şeytan işini aksatmaya başladı. Tek ilgilendiği şey kız yani Zeynep'ti. İnsanlar, Zeynep'i sevmiyordu. Çünkü Zeynep deliydi. Şeytan bu söze çok gülüyordu. "İnsanlar deliliğin tam olarak ne olduğunu bilmiyorlar," diyordu. Aslında delilik bir ayrıcalıktı. Çünkü ne kadar kötülük yaparsan yap, gideceğin yeri sen seçecektin. Şeytan, Zeynep'in ayrıcalıklı olduğu için hem seviniyor, hem de üzülüyordu. Kıyamet yaklaşmaktaydı ve Zeynep seçimini yapacaktı. Eğer cenneti seçerse sonsuza kadar mutlu olacaktı, peki ya cehennemi seçerse?... Şeytan her gün bu seçimi düşünüyordu. Bir tarafta sevgilisinin, diğer tarafta kendisinin mutluluğu... Zor bir soru ve sınavın bitmesine az kalmıştı...
55
Öykü
*
*
*
Kenan eve varınca eski bir dostu görmüş gibi gülümsedi. Köy gibi ev de pek değişmemişti. Duvarlarda eskisi gibi köy resimleri ve paslı bir tüfek vardı. Mobilyaların örtüsü bile aynıydı. Sadece televizyon yeni bir modeliyle değiştirilmişti. Televizyonu açtı Kenan. Yatağa uzandı ve kumandayı aldı. Televizyonda kadın programlarından başka bir şey olmadığı için sıkıldı ve çantasını açtı. İçinden yeni aldığı kamerayı çıkardı. Kamerayı part-time çalıştığı işten biriktirdiği parayla almıştı. Küçüklüğünden beri yönetmen olmak istiyordu; fakat üniversitede ziraat mühendisliği okumaktaydı. Hayat böyleydi işte. İstediğin şeyi yapamazdın. Yaptığın şeyi de istemezdin. Kamerayı açtı Kenan ve etrafı çekmeye başladı. "Doğduğum, büyüdüğüm ev burası," dedi ve tüm duvarları yavaş yavaş çekti. O an gözü yangında kaybettiği anne ve babasının fotoğrafına kaydı. Onları sadece fotoğraflarda görmüştü. Köyün en uzak tarafındaydı evleri. Daha bebekti Kenan. Evin neden yandığı belli olmamıştı. Onu kurtaran dayısı Recep'ti... Kapı zili çalıyordu ve Kenan acı dolu düşüncelerinden kendisini sıyırdı. Kamerayı öylece masaya koydu ve gözyaşlarıyla dolmuş gözünü silmeye çalışarak kapıyı açtı. Gelen köyün imamı Rıza'ydı. Rıza genç bir adamdı. Paşa Köylü olmayıp bu köyde yaşayan tek kişiydi. Verdiği vaazlarla köylülerin hemen hemen hepsini camiye topluyordu. Kenan ve Rıza kucaklaştılar. İki yıldır görüşmüyorlardı. Kenan, Rıza'ya baktı. Garip bir hali vardı. Korkuyor muydu yoksa şaşırmış mıydı? Hiç belli değildi. "Rıza ne oldu? Otur, otur dinlen," dedi ve Rıza'nın karşısına oturdu. "Ne mi oldu? Duysan inanır mısın? İnansan beni bir daha duyar mısın?" "Ne diyorsun Rıza? Anlamıyorum." "Anlatacağım," dedi Rıza ve anlatmaya başladı. "Bir hafta önce caminin temizlenmesine yardım ediyordum. Cami halısının bir bölümü yırtılmıştı. Değiştireceğim sırada bunu buldum." Rıza cebinden küçük bir defter çıkardı ve Kenan'a verdi. Kenan birkaç sayfasını karıştırdı. "Bu Arapça." "Bu Arapça değil. Osmanlıca. Defter 1973'den 1977'ye kadar caminin imamı olan İhsan Acar'a ait." "Bir günlüktür belki. Neden bu kadar heyecanlandın?" "Bir günlük, evet; ama konusu çok farklı." "Neden bahsediyor?" "1975 yazında başlıyor günlük. Köyün çok değişik olduğu bir zamanda. O zamanlar herkes mutluymuş. İnsanlar da umutlu; fakat bir gün köy meydanına kim olduğu bilinmeyen bir kişi tarafından kırmızı renkli bir yazı yazılmış. Yazıyı okuyorum: Yedi yılda bir gelin, Kara Orman." Bu yazının kim tarafından yazıldığı bulunamamış. Zaten çoğu kişi bu yazıyı da önemsememiş; fakat daha sonra olanlar..." Kenan meraklanmıştı. "Ne olmuş?" "Toprak sertleşmiş. Dereler pislenmiş. Tarlalar kurumuş. Bebekler hastalanmış. Daha sonra aynı yazı birçok yerde görünmüş."
56
Öykü
"Peki sonrası?" "Burada yazılanlara göre İhsan Acar, dayın Recep ve baban Celal'in de içinde olduğu altı kişi bir kızı oraya götürmüş. Bir gün sonra oraya gittiklerinde kızın olduğu yerde bir toprak bulmuşlar. Ondan sonra yedi yılda hasatlar artmış, toprak bereketlenmiş. “Daha sonra bu altı kişi bir çizelge hazırlamışlar. Her yedi yılda farklı bir gelin... “Köyün geleceği için harika bir anlaşma; fakat İhsan Acar ve baban bunu kabul etmemiş ve yine o kırmızı yazılar her yerde görünmüş; ama bu sefer yazının konusu farklıymış. Yazıda şu yazıyormuş: Bana karşı gelen kabul etsin soyunun sonunu. Baban ve İhsan Acar bu olayların hepsinin başka insanlar tarafından yapıldığını düşünüyorlarmış hâlâ. Bu yüzden Kara Ormana girmişler." "Kara Orman mı?" dedi Kenan. Babasının cesaretinden etkilenmişti. "Evet, Kara Orman... İlerlermişler ve gördükleri onları çok değiştirmiş." "Ne görmüşler?" "Bir yaratık." "Yaratık mı? İmkânsız," dedi Kenan. İnanamıyordu. Rıza'nın anlattıkları bir korku romanından alınmış gibiydi. "Yaratık, evet," dedi Rıza ciddiyetle. "Yazılanlara göre gözleri sapsarıymış. Dişleri bir metreden büyükmüş. Sanki yaratığın her tarafı yanıyormuş. Bunları gördükten sonra korkarak kaçmışlar; ama daha ilginci şimdi başlıyor. İmam yaratığı gördükten sonra antlaşmayı kabul etmiş. Baban ise hâlâ yaratığa karşıymış. İmama göre senin baban gerçek bir kahramanmış." Kenan babasıyla ilgili sözleri çok beğenmişti; fakat hâlâ anlatılanlara inanmıyordu. "Baban bu olaydan sonra antlaşmaya karşı çıktığını söyleyip, küfürler ederek evine gitmiş ve o an duvarın üstünde kırmızı renkli yazılar belirlenmiş. Yazıda şöyle yazıyormuş: Yok edin reddedeni. “Aralarında kura çekmişler. Seçilen kişi babanı öldürecekmiş. Kurada çıkan isim... Recep'miş." "Dayım mı?" dedi Kenan bağırarak "Olamaz. Dayım asla yapmaz." "Dayın evinize gitmiş. Kapıyı annen açmış. Elindeki bıçağı ona saplamış. Daha sonra uyumakta olan babanı da aynı şekilde öldürmüş. Tam her yeri yakarken seni fark etmiş. Seni oradan çıkarıp babanın, annenin ve evinizin yanışını üzülerek seyretmiş." "İnanmıyorum. İnanamam. Gerçek olamaz. Dayım bunu yapmaz." Kenan belki canavara inanabilirdi; fakat dayısının ailesini öldürmesine asla... "Bunu isteyerek yapmadı. Yaratığın korkusu onu ateşledi." Kenan ne yapacağını bilmiyordu. Bunlar gerçek olabilir miydi? Kara Orman'da bir yaratığın bulunması... Her yedi yılda bir, bir kurbanın ona sunulması... Ve... Dayısının babasını öldürmesi... "Peki, canavar neden kendisine bir gelin istiyor? Neden yedi yıl?" "Neden yedi yıl olduğunu bilmiyorum; fakat ilk sorunla ilgili günlükte şöyle bir cümle var. Canavar kızları hem vahşet hem de şehvet için öldürüyor." "Yani hem öldürüyor, hem de cinsel ihtiyaçlarını gideriyor." "Büyük ihtimalle." "Olamaz." dedi Kenan. "Bu anlattıklarını dayıma soracağım." "Asla, öldürür seni. Zaten altı kişi arasında tek hayatta olan o." "O zaman ne yapacağım?" "Bekleyeceğiz ve yarın gece tüm olanları izleyeceğiz."
57
Öykü
"Eğer böyle bir şey varsa, kızı kurtarmaya çalışmak daha mantıklı değil mi?" "Kızın kim olduğunu bilmiyorum. Şu an onlarca kız var gelin olabilecek durumda. En son ölen Ayşe Güngör'müş. Piyangonun kime vurduğunu ancak yarın öğrenebiliriz." Rıza ve Kenan artık konuşmuyorlar, sadece birbirlerine bakıyorlardı. Bu bakışma zil çalana dek sürdü. Zil çalınca ikisi de ayağa kalktı. Gelen Recep'ti. İkisine de kuşkulu gözlerle bakarak içeri girdi. Rıza "İyi günler," diyerek hızlıca evden çıktı. Recep ile konuşmaktan çekiniyor gibiydi. "Bu adam tekin değil," dedi Recep "Namaz kıldırmayı bile bilmiyor." Kenan cevap vermeyerek koltuğa oturdu. Masanın üzerindeki kamerasını aldı. Yanlışlıkla açık bırakmıştı. Yani tüm konuşulanlar kaydolmuştu. O an Kenan'ın aklına bir fikir geldi. Kamera ile yaratığı da çekecekti. "Bu defter senin mi?" dedi Recep. "Defter mi?" dedi içinden, Kenan ve Recep'in elindeki günlüğe baktı. Rıza onu orada unutmuştu. Anlaşıldığı kadarıyla Recep defterin sahibini bilmiyordu. Bilseydi acaba Kenan'a neler yapardı? Kenan hızlıca defteri dayısının elinden aldı. "Ders notlarım," dedi. "Çok çalışkan çocuksun, daha okul başlamadı. Elinde defter, kitap..." "Öyle dayı.” Kenan bir elinde çantası, diğer elinde defter ve kamerasıyla yatacağa odaya gitti düşünceli bir şekilde. Babasını ve annesini öldüren adam bu muydu? Hiç benim gözlerime baktığında vicdan azabı çekmedi mi? dedi içinden. Rıza'nın ortaya attığı iddiaların doğruluğu sadece tek bir yerde öğrenebilirdi... Kara Orman'da... *
*
*
Kara Orman her zamanki gibi soğuk ve sisliydi. Ağaçlar hafif bir rüzgârla sallanıyor, ormanın derinliklerinden garip sesler yükseliyordu. Kenan üstüne kalın kıyafetler almış Rıza'yı bekliyordu. Buraya tek başına gelmenin korkusunu ilk defa yaşıyordu. Üniversitede arkadaşlarının çoğu korku romanları okurdu; fakat o asla böyle kitaplar okumazdı. Çünkü ona göre hayat biraz trajedi biraz da komediydi. Korku hiç değildi. Bu düşüncelerinin gerçek olmasını istiyordu. Korku, bu dünyaya ait bir öğe değildi. Yaratıkların, canavarların yeri fantastik romanlardı. Hayatın ağır bir kurgusu olmalıydı. Hayat ucuz bir korku filmi olamazdı. Sonunda Rıza da görünmüştü işte. Rıza gelmeyecek, diye düşünmüştü Kenan. Bunlar sadece şaka, basit bir şaka. İnanmaya çalışmıştı düşündüğüne; fakat inanamıyordu. Rıza'nın silueti onu hayal ve gerçek dünyanın arasında kalmış bir deliye çeviriyordu. "O elindeki ne?" dedi Rıza şaşkınlıkla. Kenan bir anlık dalgınlıkla eline baktı. "Kamera," dedi. "Eğer bunlar gerçekse çekeceğim." "Neden?" "Nedeni yok," dedi Kenan ve içinden tamamladı. "Yaratık neden var, neden bu kızları istiyor, neden ormana saklanmış? Bu kadar sorunun cevabı yok; fakat sen hâlâ bana kamerayı neden getirdiğimi merak ediyorsun. Garip..." "Geliyor," dedi Rıza eliyle ormanın girişini gösterdi. Gelen Kenan'ın dayısıydı. Elinde taşıyordu kurbanı.
58
Öykü
59
Öykü
Büyük ihtimalle bayıltmıştı. "Gerçekmiş," dedi Kenan şaşkınlıkla "Peki taşıdığı kız kim?" "Zeynep sanırım. Deli Zeynep derler ona. Hastadır. Evden çıkmaz." Recep beyaz taşın üstüne oturtmuştu kızı. Çantasında sakladığı zincirleri çıkartmış, kıza bağlamıştı. Ormandan çıkarken bir kere bile dönüp arkasına bakmamıştı. "Hadi," dedi Kenan "Kızı kurtarabiliriz." İkisi de tam ormana girerken duydukları sesle geri çekildiler. Kenan'ın kamerası kayıttaydı. Ormanın içinden garip bir ses duyulmuştu. O an fırtına artmış, hava daha da soğumuştu. "Geliyor," dedi Rıza ve eliyle gösterdi. Ormanın içinden bir ışık kıza doğru yaklaşıyordu. Işık o kadar parlaktı ki; Zeynep bile uyanmış, korkuyla çığlık çığlığa bağırıyordu. Işığın kaynağı artık görünüyordu... Yaratık görünüyordu. Derisi yoktu. Işık onu kaplamıştı. Gözleri korkutucuydu. Dişleri kocamandı. Kızla aralarında birkaç metre vardı. Kız ise susmuş, sessizce bir şeyler mırıldanıyordu. Aralarında dört metre kalmıştı... Üç metre... İki metre... Bir metre... Karşı karşıyaydılar... *
*
*
Ve o an hayatlarının en garip olayıyla karşılaştılar. *
*
*
"Şeytan," dedi Rıza. Kenan korkmaya başlamıştı. Ne oluyordu burada böyle. Yoksa yaratık, şeytan ve her türlü fantastik canavar burada parti mi yapacaklardı? Şeytan denilen varlık üç metre kadardı. Aniden çıkmıştı ortaya. Kaslı vücudu ve yakışıklı yüzü kusursuz bir insanı andırıyordu. Saçları beyazdı. Gözleri kırmızı... Yaratığı aldığı gibi atmıştı ormana doğru. Zeynep öylece bakıyordu bir noktaya. Olanlar mahşerin provasıydı sanki. Yaratık ayağa kalkmıştı yine. Karşısında şeytan olmasına rağmen hâlâ gözleri Zeynep'teydi. "Boşuna heveslenme. İzin vermeyeceğim," dedi şeytan bağırarak. Aynı anda ormandaki tüm ağaçlar sallandı. Yaratık, doğru düzgün anlaşılmayan bir şeyler söyledi. Dili farklıydı. "Sen kimsin de bana bağırabiliyorsun?" dedi Şeytan. "Hatırlıyor musun? Milyonlarca yıl önceydi. Sen ve senin türün basit birer amipti. Sizi tatlı sudan çıkarıp büyüttüm ve dünyanın çoğu yerine yaydım ve sen şimdi gelip, seni bu kadar yücelten varlığa, bana, şeytana nasıl böyle davranabilirsin?" Kenan ve Rıza birbirlerine bakıyorlardı. Onlar sadece yaratığı düşünmüşlerdi. Şeytan onlar için hayal ötesi bir varlıktı. Yaratık susmuştu. Yavaş hareketlerle geriye döndü. Ateşi sönmeye başlamıştı. Ve o sırada... Şeytan bile beklemiyordu bu hamleyi. Geline bağımlılığı o kadar fazlaydı ki; bunun için hem şeytanı, hem de ölümü göze almıştı. Son anda dokunmuştu Zeynep'e. Aynı anda Zeynep ay ışığının altında yok olmuştu. Zeynep'ten arta kalan tek şey havada uçuşan sarı tozlardı. Çıldırmıştı şeytan. Çığlıklar atıyor, kendini yumrukluyordu. Yaratık şeytandan kaçmaya çalıştı; fakat
60
Öykü
başaramadı. Bir anda kendini şeytanın elinde buldu. Şeytan bir ip gibi döndürüyordu yaratığı. O kadar hızlı davranıyordu ki şeytan; yerdeki taşlar havada asılı kalıyordu. Yarım dakika döndürdü yaratığı şeytan ve bıraktı aniden. Yaratık gökyüzüne çıktı. Ondan geriye kalan atmosferdeki beyaz bir parıltıydı. *
*
*
Şeytan ağlıyordu... Şeytan ağlıyordu hayatında ikinci defa. İlk gözyaşlarının sebebi insanların yaradılışıydı. İkincisi ise bir insanın ölümü... Şeytanın gözyaşlarının her damlası toprağa değdiği an ateşe dönüyordu. Yavaş yavaş ormanın girişi ateşler içinde kalmıştı. "Gitmeliyiz," dedi Rıza. Kenan, "Bir dakika," dedi. Şeytanı kameraya kaydetmenin inanılmaz hazzını yaşıyordu. Şeytan, ayağa kalktı. Birkaç saniye öylece durdu. Ellerini birbirine kenetledi ve aniden açtı. Orman delicesine sallanmaya başladı. Orman yanıyor ve sallanıyordu. Cehennemin dünyaya yansımasıydı bu. Rıza ve Kenan koşmaya başladılar. Şeytan onların orada olduğunu biliyor muydu? Ormandan uzaklaşabilecekler miydi? Bir anda hayatları bu soruların cevaplarına bağlıydı. Ormandan zar zor çıktıklarında yeniden doğmuş gibiydiler. Bir yandan ormana bakıyor, diğer yandan oradan uzaklaşmaya çalışıyorlardı. "Şimdi ne oldu?" dedi Kenan, Rıza'nın evinin önüne vardığı zaman. Çoğu insan dışarı çıkmış, ne olduğunu anlamaya çalışıyordu. "Anlamadın mı?" dedi Rıza. "Herkes dışarıda. Yıllar sonra herkes cami vakitleri dışında yine bir arada. Artık yaratık yok. Ölen hiçbir kız olmayacak. Şeytan bilmeden bir şey yaptı. Şeytan... Şeytan büyük bir iyilik yaptı." *
*
*
"Olamaz," dedi Kenan ve ağlamaya başladı. "Kameram... Kameram" "Ne oldu?" dedi Rıza elindeki kahveden bir yudum alarak. "Makinenin flash diski yanmış, baksana. Bu nasıl olabilir?" "Benim kalbim şeytanın bile gözyaşlarına dayanamazken, şu insan yapımı makine mi dayanacak?" Kenan ve Rıza bakıştılar. Dün yaşadıkları olay onlara bir rüya gibi geliyordu. "Dayına ne söyledin?" "İlk önce tüm gerçeği bildiğimi söyledim," dedi Kenan "Daha sonra da edebileceğim tüm küfürleri." "Karşılığında?" "Bir şey demedi. Başını eğdi. Yorulmuş gibiydi. Yaratığın öldüğünü söylediğimde ağlamaya başladı. Mutlu olmalı. Hayatı yeniden başl..." Sözünü bitiremedi Kenan. Şaşırtıcı bir ses duymuştu. "Sen de duydun mu?" dedi Rıza.
61
Öykü
"Evet," dedi Kenan koşarak camdan dışarı baktılar. "Bunlar serçeler," dedi Rıza "Yıllardır burada kargadan başka kuş yoktu. Köy normale dönüyor." Kuş sesleri köyde yıllar sonra yeniden duyulmaya başlamıştı; fakat Kenan'ın aklında hâlâ tek bir soru vardı. "Bundan sonra ne olacak, şeytan ne yapacak?" "Şeytan yanlış yapacak," dedi Rıza "Dikkat et kızı öldüren yaratık... Yaratığı oraya koyan şeytan... Şeytanın sevgilisi kız... Yaratığın gelini de kız... Kısaca korkunç bir aşk hikâyesi... Ve bu hikâye yeni bir olayı tetikleyecek... Kızın ölümünün asıl sebebi şeytanın kızın intikamını alması." "Şeytan kimlerden intikam alacak, kendinden mi?" "Bilmiyorum. Belki kendinden, belki Tanrı'dan. Belki de..." Rıza sözlerini bitiremedi. Çünkü kapı çalıyordu. Hızlı adımlarla kapıyı açtı. İçeriye üç jandarma girdi. "Bir sorun mu var?" dedi Kenan. "Evet," dedi ortadaki jandarma "Dayınız... Dayınız evinde ölü bulundu. Başınız sağ olsun." "Dayım mı? Nasıl ölmüş?" "Tam belli değil; fakat büyük ihtimalle cinayet." Kenan bir an ne yapacağını bilemedi. Rıza ile göz göze geldiklerinde bir gün önce duymalarına rağmen hâlâ unutamadıkları sesi delicesine korkarak bir daha işittiler. Ses tek bir kelime söylüyordu. "İntikam," diyordu. Şeytan tek bir şey istiyordu. "İntikam," diye sayıklıyordu. Öykü: Arda KEKÜLLÜ
İllüstrasyon: Nadir KUTLUHAN
62
Sinema
Sosyal Ağ:
Gerçekle Sanal Arasında Sıkışmak Facebook’un kurucusu Mark Zuckerberg’in hikâyesini anlatan Sosyal Ağ (The Social Network, 2010), rahatlıkla klişe bir kaybeden hikâyesine dönüşebilir ve didaktik bir şekilde muhafazakâr değerlerin savunusuna kalkışabilirdi. Ya da Oliver Stone’un Borsa (Wall Street, 1987) filmine benzer şekilde hırsı, rekabeti ve adaletsizliği vurgulayarak, bir kapitalizm eleştirisi yapar; sonrasında da beylik bir şekilde arkadaşlığın, dostluğun ve sadakatin önemini hatırlatabilirdi. Filmin bütün bunlara yetecek kadar malzemesi var. Fakat David Fincher’ın Zodiac (2007) filmiyle birlikte denediği ve Sosyal Ağ’da da yapmaya çalıştığı şey bu iki yönelimden de uzakta durarak, kendine bir anlam dünyası yaratarak, bu anlam dünyasını uygun bir dille anlatma çabası sanki… Hollywood’un içinde yapılan her sistem eleştirisinin sonunda sistemi farklı şekillerde yeniden ürettiğini ve muhafazakâr değerlerin övgüsüne dönüştüğünü düşünürsek, Fincher’ın sisteme teslim olmadan ve onu yeniden üretmeye kalkışmadan farklı bir şeyler araması dikkate değer bir çaba olarak görünüyor. Yine de Zodiac gibi Sosyal Ağ da hâlâ yönetmenin bir arayış içinde olduğunu ve bu arayışın sonuçlanmadığını gösteriyor.
63
Sinema
Filmde, Zuckerberg’in yalnızlığının, sosyal hayattaki çaresizliğinin ve geleceğe yönelik bir hedefinin olmamasının üzerine giderek, onu pek çok kişinin kolayca özdeşleşebileceği tarzda bir “günümüz insanı” prototipine dönüştürmeyen Fincher, diğer yandan da Zuckerberg’i yeterince derinlikli ve bütünlüklü bir bakışla anlatmaktan yoksun kalıyor. Evet, klişelerden uzak durmaya çalışarak, gerçek bir insanın hayat hikâyesini kendi kurmaca dünyasına eklemlemeye gayret ediyor; ama bu sefer de bu kurmaca evrenin yüzeyselliği gibi karakter de yüzeysel olmaktan kurtulamıyor. Filmdeki diğer karakterler ise Zuckerberg’den bile daha derinliksiz bir şekilde çizilerek, salt birer tipleme olarak kalıyor. Örneğin, Zuckerberg’in tek arkadaşı ve Facebook’un kurucularından Eduardo, Sean Parker’ın karşısında bir karşıtlık yaratmasının dışında filme bir anlam katmaktan yoksun kalıyor. Bu iki yan karakterin bu derece silik kalması, bir anlamda yönetmenin filmde kendine has bir evren yaratmasına da köstek oluyor. Bu haliyle Parker karakteri temsili olarak klişe bir kapitalizm simgesine, Eduardo da onun karşısında tıpkı Borsa’daki Bud Fox gibi paraya karşılık arkadaşlığı, dostluğu ve aileyi tercih eden klasik muhafazakâr sınıfın bir temsilcisine dönüşüyor. Yönetmenin kurmaca evreninde bu karşıtlığı engelleyecek bir mekanizma olmadığından, bu tür bir kıyaslama kaçınılmaz bir
64
Sinema
hâle geliyor ve böylesi bir kıyaslama karakterler kadar havada kalıyor. Eleştirellikten yoksunluk, Facebook ve internet kültürünün filmde kendine yeterince yer bulamaması gibi kimilerince “eksiklik” olarak görülebilecek şeyleri, yönetmenin kurmaya çalıştığı yapıyla birlikte düşündüğümüzde belki bertaraf etmek mümkün. Sonuçta filmin hiçbir zaman sanal sosyal ağlara ve günümüz internet kültürüne dair bir söylemi yok. Bu söylemi yaratan, izleyicilerin filmi izlemeden önce sanal olana dair önyargıları ve beklentileri… (Filmin ismini düşündüğümüzde bu beklentilerin çok da haksız olduğu söylenemez.) Ama filmin merkezi olan Zuckerberg’in hiç arkadaşı olmamasına rağmen bugün neredeyse bütün dünyanın kullandığı Facebook’u yaratmasının getirdiği ironinin eksikliği ve yönetmenin kendi kurmaca dünyasının gerçek hayatın basit bir eskizinden ibaret kalması mazur görülebilecek eksiklikler değil. Yönetmen, gerçek hayattan alınan bir hikâyeyi o dünyanın sınırlarının dışında, kurmaca bir dünyada anlatmak isterken, tıpkı Zodiac’ta olduğu gibi
65
Sinema
yine o dünyanın temsil kodlarına bağlı kalarak bu yapıyı kurmaya çalışıyor. Bu da beraberinde yüzeyselliği getiriyor. Fincher son filmlerinde olduğu gibi Sosyal Ağ’da da içinde bulunduğu sistemin anlatım yapısını değiştirmek, onu kendi evrenine eklemlemek istiyor ama bunu nasıl yapacağından bihaber bir şekilde ana akım sinemanın anlatım ve temsil şekillerinin karşısına bir alternatif üretemiyor. Hal böyle olunca da doğal olarak Mark Zuckerberg koca bir iletişim ağının yalnızlık çeken kurucusu olmak ile kendi sınırlarından kurtulup kurmaca bir evrende kendisine bir rol bulmaya çalışan aklı karışık bir karakter olmak arasında sıkışıp kalıyor. Son kertede Zuckerberg her şeye başlamasına neden olan unutamadığı kız arkadaşını düşünürken, biz de Fincher’in ne zaman “olgunluk” dönemine gireceğini düşünmekten kendimizi alıkoyamıyoruz. Barış Saydam bar_saydam@hotmail.com www.avrupasinema.net
66
Kitap
İnceleme
Hayal Tozu Gölgecisi
Hayal tozlarının gölgesinden selamlar getirdim. Şimdi, öyle ya da öyle bu dergiyi indirmişsiniz ve bu incelemeyi okuyorsunuz. Bu da demek oluyor ki fantezi edebiyatına dair az veya çok ilginiz var. Güzel. Pekâlâ, hanginiz Stephenie Meyer’dan, Charlaini Harris’ten, Richelle Mead’dan gayrı bu edebiyatla ilgileniyor? Anlatmak istediğimi anladınız sanırım. Raflardaki ‘popüler kirlilik’, bizi ve bizden olan ürünleri arka sıralara iterken; kendilerini peynir ekmek gibi pazarlamakla meşgul. Eğer hâlâ buradaysanız, az sonra bahsedeceğim yazar ve kitap ilginizi çekecektir. Hatta daha ileri giderek göğsünüzü kabartacağını dahi ileri sürebilirim. Çünkü bu bir fantezi ürünü ve kalemşorluk koltuğunda herkesçe tanınması gereken bir usta oturuyor: Sadık Yemni. Edebiyattan zevk almasını bilenlerin genelde ıska geçmediği bu yazarımızın kitabını incelemeye başlamadan önce, öykü türü hakkında düşüncelerine bir göz atalım isterseniz: “Bir yerde öykü dergileri okunuyorsa, o insanların dünyayı olumlu bir şekilde değiştirme umudu var demektir. Öykü suyunun çekildiği yerde ruh çoraklığının simgesi olan uyduruk idol döngelleri dolanır durur.” Çoğunlukla uzun soluklu romanlarıyla öne çıkan Sadık Yemni, “Hayal Tozu Gölgecisi”yle ne kadar başarılı bir öykücü olabileceğini de gösteriyor. Gerçek şu ki hem başarılı romanlara imza atan, hem de bu derece sağlam öyküler yazabilen pek fazla yazar tanımıyorum (Akla ilk gelen isimse Stephen King elbet, ya başka?). “Öykü yazmak beynin olumlu anlamda çocuklaşması, gençleşmesidir. Mucizevî Ö vitaminidir. Kararında doz alınırsa yüreği ve beyni genç tutar. Umut besletir. Ve belki de en önemlisi bizi gelecekteki muhtemel tehlikelere karşı uyarır.”
67
Kitap
İnceleme 9 öyküden oluşan bu derlemede fantezi, bilim kurgu ve korku türlerine ait hikâyeler bulunmakta. Edebiyatın gizli köşelerinde, bilinmezliklere korkulu gölgeler eşlik etmekte. Ruh Vestiyeri, Bakış Ressamı, Bekleme Odası, Sokaklar Benim Yeniden, Akaşanlar, Dünya Hrönir Cumhuriyeti, K2RİK ve Gece, Yak ve Git, Nefesçil… İşte derlememizi süsleyen öyküler. Bu incelemeye başlarken tek tek hepsi hakkında yorum belirtmek niyetindeydim; ancak sonradan bunun beni aşan bir mahirlik gerektirdiğini fark ettim. Yine de bahsetmemek olmaz. Herhangi bir öyküyü, diğerinin önüne yazmak içimden gelmese de beni en çok Ruh Vestiyeri, Sokaklar Benim Yeniden, Akaşanlar ve Nefesçil etkiledi. (Ne kaldı ki geriye?) Sadık Yemni, kendisine has diliyle hikâyeleri hayallerimize püskürtürken kullandığı öykü isimleriyle bile farkını ortaya koyuyor. Her insanın kendisinden rahatlıkla izler bulabileceği hikâyelerin en önemli unsuruysa kuşkusuz bilinmezlik. Okurken insanı korkutan da, düşündüren de, güldüren de bu işte. Ötedeki sislerle bürülü art bölge, her öyküye dört kolla sarılmanıza sebep olacak tohumlar anlamına gelmekte. Hangimiz zaman zaman izlendiğimiz hissine kapılmamışızdır ki? Peki ya dünya dışı varlıklar, kendi çıkarları için sizi gözleri ve kulakları yapmışsa? Farklı boyutlardan gelen Akaşanlar, hemen bir adım berimizde; duvarlarımızın arkasında olabilir mi? Pişmanlığın onca şiddeti, zamanı geriye doğru bükebilir mi? Birileri bizden topladığı nefeslerle kendi kaosunu yeniden yaratabilir mi? Sorular… İpin ucunu saldığımızda sonsuza kadar gidecek noktalı kancalar… Ve bir de sorgulamalar var tabii. Hayatı çevrimiçi/çevrimdışı olarak yaşayan insanlara yönelik… Teknolojinin yeniden söndüğü bir çağ var olabilir mi? Sorgularsa yerini ütopyalara bırakıyor. Burada ayrı bir parantez açmak lazım ki kitabın en önemli noktalarından birisi de buydu bence. Dünya Hrönir Cumhuriyeti. Borges’e saygı duruşuyla başlayan öykü onun yarattığı Tlön adlı ütopik bölgede geçiyor. Borges’ın dünyasındaki her şey zihnin ürünüdür ve bu ürüne hrönir adı verilir. İşte size bu öykünün özü: “Bir dakika… Bunları yazarken masamın üzerinde beyaz bir zarf belirdi. Açıyorum. Yarın sabahtan itibaren hrönir gerçekliğinin yeni cumhurbaşkanı ben olacakmışım. Bugün mahallenin çöplerini toplayan takımdaydım. Dün ne iş yaptığımı ise hatırlamıyorum.” Hikâyelerden Bekleme Odası, daha önce Yiğit Değer Bengi’nin derlediği “1002. Gece Masalları” adlı öykü antolojisinde de yer almaktaydı. (Buradan Yiğit Değer Bengi’nin Türk fantazyasına değerli katkısından dolayı bir selam çakmayı da ihmal etmeyelim.) Bekleme Odası’nın bu kitap açısından önemi başka. Sadık Yemni’nin yıllarca uzun metrajlı romanlar yazdıktan sonra yeniden öykücülüğe giriş yaptığı hikâyedir kendisi. Ki kurgu olarak kitaptaki en güçlü öykülerden birisiydi. Az çok öykülerden ve yazarın dilinden bahsettik. İşin aslı her öykü için verilecek o kadar anekdot var ki işi böyle bir inceleme yazısıyla sınırlandırmaya içim pek el vermiyor. Heyhat sayfalar hayallerin aksine kısıtlı. Eğer damağınızda lezzet bırakacak tarzda öyküler okumak istiyorsanız, “Hayal Tozu Gölgecisi” burada, siz okurlarını bekliyor. Eğer hâlâ, “Edward Cullen beni cariyesi yapsın!” diyorsanız Disneyland’a tek yönlü biletler satışa çıkmış diye duydum. Utku Lomlu’nun şahane kapak tasarımı ve Everest Yayınları’nın temiz baskısıyla, 126 sayfalık bir lezzet topu kötücül gözlerini size dikmiş, gölgelerin arasında sırıtmakta. Gidin ve alın. Keyifli okumalar! Onur “DarLy OpuS” Selamet www.kayiprihtim.org
68
Sinema
2011’de ÇİZGİ ROMAN Filmleri
2010 senesinin sonuna yaklaştığımız bu günlerde 2011 senesinde vizyona girecek filmlerin çekimlerine devam ediliyor. Önümüzdeki sene sinemanın gişede başarı arayışının en güvendiği unsur 3D filmler olacak gibi gözüküyor. 3D filmler ile birlikte sinema sektörünün son senelerdeki lokomotifi olan üçlemeler/seri filmler, yeniden çevrimler (remake), animasyonlar ve çizgi roman uyarlamaları da aynı hızla devam edecek. Çizgi roman uyarlamalarında ise süper kahraman filmleri 2011’de ön plana çıkıyor. 2010 senesinde süper kahraman filmleri dışındaki çizgi/grafik roman uyarlamalarındaki zenginliği (Kick-Ass, The Losers, Jonah Hex, Scott Pilgrim vs. the World ve RED) 2011’de göremeyeceğiz. Süper kahraman filmlerinde ise iki lokomotif firma Marvel ve DC arasındaki çekişmede iki tarafın 2011’den beklentileri birbirinden çok farklı olacak. Marvel firması en büyük projesi olan “The Avengers” filmini çekebilmek için öncesinde tamamlaması gereken filmleri (Thor ve Captain America) vizyona sokarken DC firması ise Batman ve Superman’den sonra ilk defa başka bir süper kahramanını (Green Lantern/Yeşil Fener) seyirci ile buluşturacak. Marvel ve DC arasındaki rekabet önümüzdeki sene sinema dışında televizyon ve animasyonda da devam edecek. Hulk için Marvel’ın ve Wonder Woman için de DC’nin televizyon dizisi projeleri son günlerde yabancı basında kendisine geniş yer buluyor. Eğer bu projeler gerçekleşirse Smallville dizisinden sonra televizyonda yeni süper kahraman dizileri seyretmeye başlayacağız. Animasyonlarda ise DC’nin Marvel’a
69
Sinema
olan üstünlüğünün devam etmesi bekleniyor. DVD ve Blu-Ray olarak satışa çıkan animasyonlarda DC’nin başarısının altında Superman ve Batman dışındaki karakterlerinin düşük bilinirliğini arttırma çabası yatıyor. 2011 senesi içerisinde gösterime girecek çizgi roman uyarlamaları dışında sinema basınında daha sonraki seneler için yapılacak çalışmaların da çok ses getireceğine inanıyorum. Örneğin, geçen sene Marvel’ı satın alan Disney firmasının yeni projeleri neler olacak? Marvel’ın kendi yapım stüdyosunun elinde olmayan süper kahraman film haklarını geri alma mücadelesi sonuç verecek mi? DC’nin yeni Superman filminde Superman’i kim canlandıracak? Aşağıda 2011’de vizyona girecek çizgi roman uyarlamalarının Amerika gösterim tarihine göre sıralanmış listesi yer almaktadır:
14 Ocak - The Green Hornet - 3D 04 Mart - Priest – 3D Mart – Dylan Dog:Dead of Night 06 Mayıs - Thor – 3D 03 Haziran - X-Men: First Class 17 Haziran - Green Lantern – 3D
70
Sinema
01 Temmuz - Transformers: Dark of the Moon 22 Temmuz - Captain America: The First Avenger – 3D 29 Temmuz - Cowboys & Aliens 19 Ağustos - Conan – 3D 28 Aralık - The Adventures of Tintin: The Secret of the Unicorn – 3D Toplam on bir filmlik vizyon programı farklı çizgi roman uyarlamalarından oluşuyor. Önce süper kahraman filmlerine bakalım. 2011’de gösterime girecek olan ilk süper kahraman filmi “Thor”un senenin en başarılı süper kahraman filmi olmasını bekliyorum. “Thor”u zorlayacak tek film ise DC’nin ”The Green Lantern” filmi olacaktır. “X-Men: First Class” filmi ise tüm X-Men filmleri içerisinde en düşük hâsılatı yapan X-Men filmi olabilir. Senenin son süper kahraman filmi “Captain America: The First Avenger”ın ise Amerika dışında beklenen ilgiyi göremeyeceğine inanıyorum.
71
Sinema
Çizgi/grafik roman uyarlaması filmleri ise üç gruba ayırıyorum. İlk grupta bilinirliği düşük çizgi romanlar yer alıyor: The Green Hornet, Priest ve Cowboys & Aliens. Bu üç film içerisinde “Cowboys & Aliens” en çok ses getiren film olacaktır. İkinci
grupta ise çok sayıda hayranı olan “Conan” ve “Transformers: Dark of the Moon” filmleri yer alıyor. 1982 ve 1984 senelerinde iki kere Arnold Schwarzenegger’in başrolde yer aldığı Conan filmlerinden sonra Barbar Conan’ı tam 17 sene sonra, hem de 3D olarak yeniden seyredebileceğiz. Transformers’ın üçüncü filmi gişede yine yapımcılarının yüzlerini güldürecektir. İlk iki film özellikle Transformers hayranları tarafından olumsuz eleştiriler alsa da görsel efektlerdeki başarıları sayesinde eğlenceli sinema filmleri olarak hafızalara geçti diyebiliriz. Ayrıca büyük çoğunluk Transformers’ı çizgi filmlerinden tanımaktadır ama çizgi film ile çizgi romanının başlangıç tarihlerinin aynı döneme denk gelmesi sebebiyle çizgi roman uyarlaması filmler arasında sayılmaktadır. Üçüncü ve son grupta ise Avrupa kökenli çizgi roman uyarlamaları yer alıyor. İtalya’dan Fumetti’nin yıldızı Dylan Dog ve Belçika’dan Ten Ten’in filmleri 2011’de gösterime girecek. “Dylan Dog:Dead of Night” filminin gösterim tarihi ile ilgili sorunlar yaşanırken Steven Spielberg’in yönetmenliğini yaptığı “The Adventures of Tintin: The Secret of the Unicorn” filminin gösterime giriş tarihi 2012’ye sarkabilir.
72
Sinema
Her geçen sene sinemanın vazgeçilmezi olma yolunda ilerleyen çizgi roman uyarlamaları için 2011’i daha çok bir geçiş dönemi olarak isimlendirebiliriz. Özellikle 3D teknolojisinin alacağı tepkiler yapımcıların yeni projelerinde izleyeceği yolu belirleyecektir. Süper kahraman uyarlamalarının çizgi/grafik roman uyarlamalarına göre hazır seyircisinin olması süper kahraman filmlerinin uzun süre devamının gelmesini sağlayacaktır. Ancak geçmiş senelerde çizgi/grafik roman uyarlamalarının gişede yaşadığı başarısızlıklar yapımcıları bu alandan uzaklaştırmaya başlayabilir. Genelde çizgi/grafik roman uyarlamalarında yapımcılar düşük bütçeli filmler hazırlayıp gösterim sonrası başta DVD/Blu-Ray satışları olmak üzere oluşan ek gelirlere güvenmeyi tercih ettiler. Yapımcıların bu tercihi çizgi/grafik roman filmlerinin çok az ülkede gösterime girmesine sebep oldu. Sinemaya çok ciddi renk kattığına inandığım çizgi/grafik roman uyarlamalarının kendilerine başarıyı getirecek iş modeline acilen geçmeleri gerekmektedir. Aksi takdirde başarılı çizgi/grafik romanlar sadece sayfalarda kalmaya devam edecekler.
73
Sinema
Son olarak sizlere 2012 ve 2013 seneleri için şimdiden bizleri sinemada bekleyen yirminin üzerinde çizgi roman uyarlaması olduğunun da müjdesini vermek isterim. Hakan Tunga KALKAN www.kahramanlarsinemada.com info@kahramanlarsinemada.com
74
Röportaj
Bir Sahafın Yaptıkları
Mustafa Mumcu ile Söyleşi Kitap, sinema, çizgi roman sevdalısı İstanbullu herkesin yolu muhakkak Beyoğlu’na düşmüştür. Burada ismini dahi bilmediğimiz onlarca sahafla karşılaşmış, muhakkak engin bilgilerinden faydalanıp, zevkli sohbetlerine iştirak etmiştir. İşte Mustafa Mumcu da onlardan yalnızca biri. Ancak Türk Sineması araştırmacılarına ve meraklılarına verdiği destekler sayesinde bir adım öne çıkan; hem insanlığı hem de çalışkanlığıyla saygıyı hak eden değerli bir sahaf. Kendisini ismen uzun zamandır bilmeme rağmen yüz yüze tanışmak, Beyoğlu 4. Sahaf Festivalinde nasip oldu. Ne kadar şanslıyım ki, İstanbul’dan ayrılmak zorunda kalacağım yakın dönemde Mustafa Mumcu gibi değerli bir büyüğümle tanışma şansına eriştim. Ve daha ilk günden yardım etmeye, yaptığım çalışmalarda bana destek olmaya başladı. Bizleri kırmayarak da kendisiyle röportaj yapmamıza izin verdi. Gölge : Öncelikle söyleşimize Mustafa Mumcu kimdir diye başlayalım? Mustafa Mumcu : 1951 doğumluyum ve sinema tutkum 60’lı yıllara rastlar. Sonrasında ise siz sorun ben cevaplayayım. G
: Özellikle Taksim ve bölgesinde afiş denildiğinde akla gelen isimlerden biri sizsiniz, bu konuma nasıl geldiniz? MM : Sinema tutkunu olduğumu az önce söyledim. Ancak her şey Beyoğlu’na gelmemle birlikte başladı.
75
Röportaj
Şöyle ki, kısa zaman içinde sinema tutkumdan dolayı pek çok afiş bana yağmaya başladı. Ben de önce arşiv yapmaya, sonrasında da ticaretine başladım. Dolayısıyla bu durum, etrafımda olan sinemaseverler ile tanışmama vesile oldu. Bu ve benzeri serüvenlerle bugünlere geldim. G
: Kimi eski posterlere ulaşmaya çalışırken yaşadığınız zorluklar nelerdir? Mesela 1940 öncesi posterlerine ulaşmak neredeyse imkânsız. Hem Tük halkı, hem sinema işletmecileri, hem de yapım şirketleri olarak sinema afişlerine nasıl bir tavır sergiledik? MM : Bizim ülkemizde afiş koleksiyonerliği (doğrusu, koleksiyonculuğu olmalı) çok az sayıda insanın ilgilendiği bir olay. Haliyle geniş bir alana hitap etmediğinden kendince zorlukları var. Benim de ulaşamadığım afişler var. Şöyle ki, birkaç kişinin elinde olup da alamadığım afişler olmuştur. Fakat çok arayıp da bulamadığım afişler de önüme atılmıştır. 3 kuruşa, 5 kuruşa. Bu gibi tesadüfler de mevcut. Fakat hem bir sahaf hem de bir koleksiyoner olarak beni üzen taraf, bu işe ülkemizde ciddiyetle bakılmaması. G
: Bildiğiniz gibi Türk Sineması afişlerinin ticari ve sanatsal kaygılarla kendine özgü bir yapısı oluşmuştur. Özellikle 70 öncesi afiş tasarımlarında bunu bariz bir şekilde görüyoruz, siz bu konu hakkında neler düşünüyorsunuz? MM : O dönemde el emeği, göz nuru yapılan çalışmalar vardı. Fotoğraflardan daha göz alıcı şeylerdi. 70 öncesi afişler görselliğiyle beni çok etkilemiştir ve şu anda elimde binden fazla mevcuttur. G : Geçmiş ve günümüz afiş sektörünü karşılaştıracak olursanız neler söylersiniz? MM : Afişlerin artık görsellik ve estetik kaygılardan uzak yapıldığını düşünmekteyim. Çünkü eskiden tanıtım için yalnızca afişler vardı. Şimdi internet var, televizyon var. Tam bilmiyorum ancak kalemler de yerini bilgisayarlara bıraktı galiba. G
: Yıllardır binlerce postere ulaştınız, bunları meraklılarına, koleksiyonerlerine ulaştırdınız, hatta kendiniz bir koleksiyon oluşturdunuz. Peki, yardımda bulunduğunuz tanıdık isimleri bizlerle paylaşır mısınız? MM : Başta Agâh Özgüç, şu an yanımda olan Rüstem Arslan – onunla da çok şeyleri paylaşmışızdır – var. Başka Necip Sarıcı vardır, Gülşah Filme ticari amaçla afişler vermişimdir. Sinemadan ise Engin Çağlar gibi oyuncularla birbirlerimize afişler hediye etmişizdir. G
: Yalnızca yerli afiş değil, yabancı afişler de topluyorsunuz. Bunca yıldır afiş koleksiyonerliği ve sahaflığından ne öğrendiniz diye sorsak? MM : Yaşantımı, öğrendiklerim hareketlendirdi diyebilirim. Yoksa sinemayı evvelden beri izlerdim. Ben şunu da öğrendim, bu işin ticari yanını olduğunu keşfettim. Para da kazanılır bir tarafı olduğunu da gördüm. (Gülüyor) G
: Önce Türker İnanoğlu’nun hazırladığı “5555 Afişle Türk Sineması”, bu yıl ise Agâh Özgüç’ün hazırladığı “Yapımcılar Filmler ve Afişler” kitapları piyasaya çıktı. Siz hiç benzer bir proje başlatmayı düşündünüz mü? Bunu neden soruyorum, çünkü Kazım’ın sanırım böyle bir hayali var.
76
Röportaj
MM : Hayal etmekle, bunu hayata geçirmek çok farklı. Bunun akademik bir yönü vardır, ki bu da ben de yok açıkçası. Ama oğlum için bir şey diyemem, ileride böyle bir projeyi hayata geçirirse sevinirim. G : Aynı zamanda çizgi roman merakınız da bulunmakta, bu merakınız nereden kaynaklanmaktadır? MM : Zaten sinema ile çizgi roman her zaman paralel bir çizgide ilerlemiştir. İkisini birbirinden ayırt etmek zor. Bildiğiniz gibi çizgi romandan sinemaya, ya da sinemadan çizgi romana çok eser uyarlandı. Hal böyle olunca da, çizgi roman, tıpkı sinema gibi hayatımın bir parçası oldu. G
: Doğal olarak sinema yaşam şekliniz. Peki, ilgili olduğunuz sinema türleri nelerdir? Daha çok hangi dönem sinemasını seyrediyorsunuz? MM : Şimdi şöyle ki, görsel efektler çok ağır basmaya başlayıp da sinema doğallığını kaybetmeye başladığından beri ben izlemeyi bıraktım. Açıkçası bu güzel günlerimi öyle kolay kolay harcamamam. Genel itibariyle 80 öncesi filmleri diyebilirim. Tür olarak ise korkuya biraz uzağım, o da gerilim yarattığı için, diğer türleri ise çok saçma olmadığı müddetçe izlerim. G
: Neticede siz bir sahafsınız. Peki, geçmişin sahafçılığı (doğrusu sahaflık olacak diye düşünüyorum) ile günümüz sahafçılığı karşılaştırmasını yapabilir misiniz? MM : Eski binaların yok olmasıyla birlikte, hayatın kendisinin değişmesiyle birlikte özellikle sahaflık yok oldu, daha doğrusu eski havasını kaybetti. Çünkü günümüz gençliği bir değişime uğradı, bizlere gelmez oldu; sahaflar da yerlerini kitapçılara bıraktı. G
: Son olarak rahmetli Metin Demirhan’ı da anmak istiyoruz. Ona da büyük destek verdiğinizi biliyoruz. Bu konuyu biraz anlatabilir misiniz? MM : Açıkçası benim ona destek verdiğim biraz ağır olabilir. Arkadaş olarak birbirimizden destek gördük diyelim. Onun da bana çok yardımı olmuştur. Ama ben onu çok severdim, ölümü beni çok üzmüştür. Allah rahmet eylesin. Bir de kendi camiasını ayakta tutmaya çalışan en önemli isimlerinden biriydi. G : Zaman ayırdığınız için teşekkür ederiz. MM : Asıl ben teşekkür ederim. Öykü: Fatih DANACI
77
Öykü
Hayallerin Bedeli Pamuk gibiydi teni beyaz ve yumuşacık. İri kahverengi gözleriyle baktı yüzüme “Üzülme sakın. Vakti geldiğinde yine geleceğim,” dedi. Hiç bir şey söylemeden ona bakıyordum, yapabildiğim tek şey ağlamaktı. Ondan af dilemem gerekirken, o beni teselli ediyordu. Yüzünü yüzüme iyice yaklaştırdı. Sıcacık nefesinin içimi ısıttığını hissettim. Minicik dudaklarıyla yanağıma bir öpücük kondurdu “Hoşça kal anne,” diye fısıldadıktan sonra karanlıkta kayboldu. Gözlerimi açtığımda kalbim yerinden fırlayacakmış gibiydi. Yine aynı rüyayı görmüştüm. Kâbus demeye dilim varmıyor. İnsanın kendin elleriyle öldürdüğü çocuğunu rüyasında görmesi neden kâbus olsun ki? Gördüklerim bir vicdan azabıydı. Bu yaptığımı ne kadar unutmaya çalışsam da unutulmuyordu, günahımın vebalini ödemeye başlamıştım. O zaman başka çarem yoktu ki doğuramazdım. Sevdiğim adamın gelecek planları çok başkaydı. Onun idealleri vardı, baba olmak ise bu hayatta isteyeceği son şeydi. Gelecekle ilgili yaptığı planlarda bana bile yer yokken nasıl söylerdim ona hamile olduğumu. Oysa hayatımda yaşadığım en mutlu andı varlığını öğrendiğim an. Defalarca bırakmaya çalışıp da bir türlü bırakmayı beceremediğim sigarayı senin varlığını öğrendiğim anda çöpe atıvermiştim. Sana zarar veremezdim. Sen benim en büyük hayalimdin. Her ne kadar doğuramayacağımı bilsem de içimde olduğun sürece iyi bakmalıydım sana. Babana söyleseydim beni bir başıma bırakmazdı. Doğururdum seni, ya sonrası? Senin için bir araya geldiğimiz hayat kime mutluluk getirecekti. Evet, seviyordum, ömrümün geri kalanını onunla ve seninle seve seve geçirirdim. Lakin baban beni artık sevmiyordu ki. Bu sevgisizliği hissetmek benim için zor değildi. Senin için bir araya gelsek, geleceğe dair yapmış olduğu bütün planlar alt üst olacaktı. Bize her baktığında gerçekleştiremediği hayalleri, peşinden koşamadığı umutları gelmeyecek miydi aklına? Senin varlığını kullanarak hayatının kalanını benimle geçirmesini istemek fırsatçılık, hatta bencillik olmaz mıydı? Babanın hayallerini yıkamazdım. Seviyordum onu, hiç kimse sevdiğinin mutsuz olmasını istemez. Gözleri yapmak istediklerini anlatırken ışıl ışıldı, o heyecanla anlatırken benim de içim aydınlanıyordu. Şimdi ben bu adama nasıl derdim, “Her şeyi bir kenara bırak çünkü baba oluyorsun.” Diyemezdim, demedim de. Peki, ben ne olacaktım; en önemlisi sana ne olacaktı? Ya benim hayallerim? Hep sana sahip olmak istemiştim. Artık bebek özlemimi arkadaşlarımın çocuklarını severek gidermeyecektim. Sonunda olmuştu işte, hamileydim. Sevdiğim adamın bebeğini taşıyordum. Daha güzel ne olabilirdi ki... İkilemler, gelgitler, çatışmalar beni mahvediyordu. Kararım bunu tek başıma halletmekti. Ama öncesinde bu hamileliğin biraz tadını çıkarmak istedim. Bir daha bunu belki yaşarım belki de hiç yaşayamazdım, kim bilebilirdi. Seni içimde yaklaşık iki hafta yaşattım. Sonunda o gün gelmişti. Sürekli kendimi telkin etmeye çalışıyordum, ama hiç işe yaramıyordu. Sana kıymak öyle zormuş ki... Yalnızdım. Kimse yoktu yanımda. Birinin elimden tutmasına, beni teselli etmesine o kadar ihtiyacım vardı ki. Meğer bu tek başıma altından kalkabileceğim bir şey değilmiş. İşte her şey kısa bir zamanda olup bitmişti. Sen yoktun artık. İçimdeki boşluk nasıl dolacaktı? En azından o yanımda benimle, gelecekte elde ettiği başarıları gördükçe doğrusunu yaptığıma ikna edecektim kendimi. Aslında bu düşüncelerime ben bile inanmıyordum. O da gidecekti bu son artık uzak da değildi. Hissediyordum bunu. Tam düşündüğüm gibi oldu. Seninle vedalaşalı yaklaşık üç hafta olmuştu. Daha buna alışamamışken şimdi babanın yokluğu altüst edecekti. En çok ihtiyacım olduğu anda terk ediyordu beni. “Daha çok çalışmam gerek, sana vakit ayıramıyorum. Ne sen üzül, ne de beni ilgisiz adam olarak gör,” diyerek çekip
78
Öykü
79
Öykü
gitti… İşte başlıyordu. Yaptıklarımın karşılığını almaya başlıyordum. Benim için yanımda olması, onunla yan yana olmak yetiyordu. Oysa hiç özel bir ilgi beklememiştim. Ama o kendisini anlamadığımı söyledi. Bana ‘anlayışsız’ demesi sadece içimde bir kaç kırık daha oluşturdu. Acaba onu bu dünyada benim kadar anlayan biri daha var mıydı? Benim onun için yaptığım fedakârlığın karşılığı ‘anlayışsızlık’la suçlanmak olarak dönmüştü. Sanırım günahımın bedelini ödüyordum. Cezalandırılıyordum. O an öyle canım yandı ki, onun da üzülmesini istedim. En azından biraz da olsa içi sızlasın istedim. Çünkü benim tek yaptığım onu sevmekti, bunun karşılığıysa böyle olmamalıydı. Belki kendince haklı sebepleri vardı ama kimin umurunda ki? Senin varlığın benimle mezara gidecekti ama söylemeye karar verdim. Peki, bunu ona nasıl söyleyecektim? Öyle çok şey vardı ki ona söylemek istediğim. Konuşmaya başlasam tüm kelimeler birbirine dolanıp boğazımda düğümlenecekti. Nasıl söyleyecektim, neresinden başlayacaktım yaşadıklarımı anlatmaya, düşünüyordum. O anda gözüme son günlerde yaşadıklarımı karaladığım günlüğüm ilişti. Baban gittikten sonra yazmaya başlamıştım. Konuşamadığım her şeyi yazıyordum bu deftere. İyi kötü, güzel çirkin, sevgi, nefret. Her şeyi o an hissettiğim şekilde aktarmıştım. Eğer bunu okusaydı, neler hissettiğimi, ne yaşadığımı öğrenecekti. Belki de bu defteri hiçbir zaman ona vermemeliydim. Çünkü o benim hissettiklerimin, çektiklerimin şahidiydi… Çok özel ve gizliydi. Ama artık ok yaydan çıkmıştı. Kaçar gibi giderken bende unuttuğu eşyalarını vermek ve onunla son bir kez vedalaşmak için görüşmek istedim. Hem de birkaç gün sonra doğum günüydü. Bu sebeple haftalar öncesinden aldığım hediyesini de verebilecektim. Oysa doğum günü için çok daha başka planlarım vardı. Böyle olacağını aklıma bile getirmemiştim. İçinde bulunduğum durum hâlâ inanılmaz geliyordu. Küçük bir çantaya buluşmadan önceki gece bütün eşyalarını doldurdum, ona ait hiç bir şey kalmadı. Peki, evin her yanına gizlenmiş anılar, duvarlara sinmiş kokusu ne olacaktı? Nasıl kurtulacaktım onlardan? Onu iki hafta sonra yeniden görecek olmanın mutluğu, bu görüşmenin son olmasının verdiği acıyla karıştı. Tuhaf bir hismiş bir insanı görmeyi hem çok istemek hem de hiç istememek. İstiyordum çünkü çok özlemiştim, istemiyordum çünkü onu görmek içimi daha çok acıtacaktı. O gün iş çıkışı İstiklal’de bir kafenin teras katında buluştuk. Kaderin cilvesine bak, ilk randevumuzda da bu kafede oturmuştuk. Ve yine ilk randevumuzda olduğu gibi yağmur vardı. Sohbet ettik oradan, buradan, havadan sudan... Sonra laf ‘biz’e geldi. “Ayrılıyor olmamız görüşmemize engel değil, senin dostluğunu kaybetmeyi hiç istemem,” dedi. Sen iyi bir insansın, sen çok fedakâr bir insansın vs... Klasik ayrılık cümleleri. Elbette ki madem bu kadar iyiyim neden bırakıyorsun beni, diyemedim; hem ben onunla ‘dost’ kalamam. Nasıl kalınabilir ki dost hâlâ çok severken. Bunca zaman yaşadıklarımız, onca şeyi hiç yaşanmamış sayıp dostça görüşmek benim yapabileceğim bir şey değildi. Bundan sonra hayatımda olmayacaksa onsuzluğa alışmam ve onu bir daha görmemem gerekirdi. “Düşüncelerine saygı duyuyorum,” dedi. Küçük valize doldurduğum eşyalarını, doğum günü hediyesini ve günlüğümü verdim. Verirken de ona anlatmak istediğim her şeyin bu günlükte yazılı olduğunu söyledim. Birbirimize sarıldık zira artık veda vakti gelmişti. Kokusunu derin derin çektim içime. Keşke o anda zaman dursaydı. Gözyaşlarımı zor zapt ediyordum, ağlamamalıydım, o güçlü kadın gururumdan ödün vermemeliydim. Biraz daha yanında kalsam neredeyse “Bırakma beni, seni seviyorum, sana çok ihtiyacım var,” diye yalvaracaktım. Elbette tuttum kendimi. Gözyaşlarımı içime akıttım. Hem beni istemeyen birine yalvarmak da neyin nesiydi? Acizlikti bu, yalvarmak ağlamak sadece basit kadınların yapacağı bir şeydi. Artık geri dönüşü yoktu. O tercihini yaptı, hayatında bana yer ayırmadı. Beni istemeyen bir adamı ben niye isteyecektim ki? Eve dönerken düşündüğüm tek şey günlüğü okuyup okumadığı oldu. Acaba seni yok etmeme nasıl bir tepki verecekti? Beni aradığında gece üçe geliyordu. Okumuştu.
80
Öykü
“Böyle bir şeyi nasıl yaparsın, nasıl söylemezsin?” dedi. “Ne değişecekti söylesem,” dedim. “Ne demek bu şimdi?” dedi. “Herhalde seni bu durumda iken yalnız bırakacağımı düşünmüş olamazsın, beni hiç mi tanımadın,” dedi. O telefonun diğer ucunda iken artık gözyaşlarımı tutmuyordum. Üstelik o konuştukça gözyaşlarımın şiddeti daha da artıyordu. Ona senin hayalini kurduğun hayat bu değildi dedim. “Bazı şeyler kaderdir. Ne olacağını kim bilebilirdi ki?” dedi. Konuşma, beni, benim onu sevdiğim gibi sevmediğine geldi. Hayata bakışımızın beklentilerimizin farklı olduğunu anlattı. İşte bu yüzden katili olduğum senin varlığını kendisine söyleyemeyeceğimi anlattım. Bu telefon konuşmasından sonra üç dört kez daha buluştuk. Defalarca telefonda konuştuk. Her buluşmamızda ikimiz de hiçbir şey olmamış, sen hiç var olup yok olmamışsın, daha önce hayatı birlikte paylaşmamışız, hiç sevgili olmamışız gibi davrandık. Neden görüşüyorum ki onunla. Haydi o kendince vicdanını rahatlatıyor, bana destek olduğunu hissettirmeye çalışarak kendini rahat hissetmeye çalışıyor. Peki ya ben neden yapıyorum bunu kendime? Onunla yaptığım her görüşme, görüşmediğimiz zamanlarda kapatmaya çalıştığım yaraları tekrar kanatmaktan başka neye yarıyor? Hiç bir şeye… Görüşmediğimiz zamanlarda aldığım onca karar sesini telefonda duyduğum anda yerle bir oluyor. Aptallık, sevmek, zayıflık, zaaf... Adı her ne ise hayır dememe engel oluyordu. Artık görüşmeyeceğiz. Bu yazıya koyduğum son nokta ile o da hayatımdan sonsuza kadar çıkacak. Onu görmek bana iyi gelmiyor. İnsan hayatı boyunca yaptığı tercihlerin sonucunu yaşar. Benim de yaşadığım her şey kendi tercihlerimin sonucuydu. Bunun için kimseye kızmaya da hakkım yoktu. Daha çok kızgınlığım kendimeydi. Sevmek zordur, acı verir çoğunlukla. Zordur sevgiden vazgeçmek bir anda. Zaten Nazım Hikmet’in de dediği gibi “Sevmek sevdiğin kişiyle birlikte olmak demek değildir unutma, çünkü aşk onunla yaşamak değil, onu yaşamaktır.” Ben de onu onsuz yaşıyorum. Bir süre de yaşamaya devam edeceğim. Ama sonra geçecek. Zamanın her şeyi düzelteceği kocaman bir yalandır. Zaman sadece yaşadığımız üzüntülerle acılarla birlikte hayatımıza devam etmeyi öğretir bize. Ben şimdi hayatıma kaldığım yerden devam ediyorum. Ve bunu yaparken de kimsenin tesellisine ihtiyacım yok. Bu hayatı yaşıyorsak zorluklarıyla başa çıkmayı da bilmemiz gerek ve ben bunu öğreneli çok oldu. Hâlâ rüyalarımda seninle buluşuyorum, hâlâ o kırlarda, o çimenlerin üzerinde oynuyoruz. Anne, diyorsun bana, ben seni affettim ama ben kendimi affetmedim çocuk. Bazen düşünmüyor değilim seni dünyaya getirseydim hayatımda neler değişecekti. Mutlu olabilecek miydik, sadece benim sevgimle yetinebilecek miydin? Bir baba özlemi çekecek, kendinde onarılmaz yaralar açacak mıydın? Rüyalarımda bir kız çocuğu olduğunu görüyorum oysa hiç cinsiyetini bilemedim. Bencilce hareket edip sadece kendimi düşünseydim seni dünyaya getirecektim; kendi duygularımı tatmin ederken, sana ve babana yetebilecek miydim? Bunlar cevapsız sorular olarak kalacak ömür boyu. Bir gün sana yeniden kavuşabilecek miyim, bilmiyorum. Zira hayata, aşka ve insanlara olan inancım biraz daha yara aldı. Ama sen gel yine de rüyalarıma çocuk. Sen benim hiç kimseye anlatamayacağım gizli günahımsın. Beni affet. Bu gece yine gel rüyama bebeğim... Çok üzgünüm... Annen...
Duru YİĞİT
İllüstrasyon: Mehmet Kaan SEVİNÇ
duruyigitnf@gmail.com
81
Sinema
Alice in Wonderland
Pirat e
s of t
d
ey Tod Sween
he Ca
ribbe
an
Sıra Dışı Bir Film Yıldızı JOHNNY DEPP Bu ay sinemalarımıza Johnny Depp’i bir kez daha konuk edeceğiz. Senelerdir bambaşka rollerde keyifle izlediğimiz bu oyuncunun kariyerine bakmak için uygun bir zaman olarak gördük bunu. Depp’in 1963 doğumlu olması ilk bakışta şaşırtıcı gözükebilir. 47 yaşındaki aktör ne de olsa hâlâ en seksi erkek listelerinin üst sıralarında yer almaya devam ediyor. Hâlâ da hakkında “genç kızların sevgilisi” sıfatını rahatlıkla kullanabileceğimiz bir isim. Ama şöyle bir düşününce Depp’in ne kadar uzun zamandır hayatımızda olduğunu hatırlamak mümkün. 1984 yılından beri irili ufaklı rollerle karşımıza çıkıyor. Çok da çalışkan bir isim doğrusu. Burada rol aldığı belli başlı filmlerden bahsetmekle yetineceğiz. Yine de önce adetten olduğu üzere çocukluğundan biraz bahsedelim. Depp, dört çocuklu bir ailede yetişmiş. Babası inşaat mühendisi iken annesi de garsonluk yapmakta imiş. Depp ailesinin çok seyahat eden bir aile olduğunu biliyoruz. Ancak Johnny 7 yaşına geldiğinde Florida’ya yerleşmişler, 15 yaşına geldiğinde ise boşanmışlar. Johnny ise bu süreçten kötü etkilenmiş. Depp, bu dönemde kendi vücuduna zarar verdiğini, çeşitli bölgelerine kesikler attığını da gizlememişti. Hatta bu kesiklerin özel anlamları olduğunu söylemiş ve sonradan yaptırmayı çok sevdiği dövmeler ile kıyaslayarak tıpkı dövmeler gibi her bir kesiğin de bir anlamı olduğunu söylemişti. Sırf bu açıklaması bile onun ne kadar farklı bir film yıldızı olduğunu anlatmak için yeterli aslında. Depp’in sanata ilk ilgisi oyunculukla başlamıyor aslında. O önce bir müzisyen olmak istiyor. 12 yaşında annesinin aldığı gitarla bu işe ciddi ciddi girişiyor hatta bir grup bile kuruyor. 15 yaşında ise idealinin rock müzisyeni olmak olduğuna karar verip okulu da bırakıyor. Depp’in içinde yer aldığı gruplar belli bir başarıya
82
Sinema
ulaşsa da çok da öne çıkan gruplar olmuyor sonuçta ama o müzikten hiç vazgeçmiyor. Rol aldığı bazı filmlerde müziğe katkısı olduğu gibi Oasis’in bir şarkısında gitarları çalmışlığı da var. O dönemlerdeki grubu The Kid’in Depp’in hayatındaki önemli bir başka tarafı da henüz 20 yaşında evlendiği Lori Anne Allison’un bu grubun bas gitaristinin kız kardeşi olması. Allison aynı zamanda makyöz olarak çalışıyor ve o yıllarda kendisi de yeni yeni filmlerde rol almaya başlamış olan Nicolas Cage ile eşinin tanışmasına vesile oluyor. Bu da onun oyunculuğa geçmesi için bir ilk adım oluyor. Belki Depp sonuçta yine oyuncu olacaktı ama 2,5 sene bile süremeyen bu evliliğin bu süreci hızlandırdığı söylenebilir. Depp, bu başarısız evlilikten sonra bir daha hiç evlenmedi belki ama uzun süreli ilişkilerinde evliliğe gidecek adımlar atmaya çalıştı. Yıllar içinde Sherilyn Fenn, Winona Ryder ve Kate Moss ile nişanlanan Depp, 1998’den beri beraber olduğu Vanessa Paradis’le iki de çocukları olmasına rağmen evlenme çabasına hiç girmedi. Ama uzaktan gayet mutlu bir çift olarak görülüyorlar doğrusu. Gelelim Depp’in film kariyerine. Sektöre ilk olarak 1984 yılında Elm Sokağı Kâbusu (A Nightmare on Elm Street) filmi ile giriyor Depp. Filmdeki rolü çok az ve Freddy Krueger’in katlettiği gençlerden biri sadece. Bugün, “vay be demek o Johnny Depp’miş” denebilecek bu sahneyi Youtube’da da bulmak mümkün. Depp sonradan serinin altıncı filminde de muhtemelen sinemadaki bu ilk rolünün hatırına ufacık bir rolde de görünür. Oliver Stone’un Müfreze (Platoon) filminde de yan rollerden birini üstlenen Depp (ki aslında Stone’un bir dönem filmin başrolü için Depp’i düşündüğü ama stüdyoya kabul ettiremediği söylenir), ilk ününe bir televizyon dizisi sayesinde kavuşur. O dönem ülkemizde de yayınlanan 21 Jump
The Tourist
83
Sinema
Fear and Loathing in Las Vegas
Street adlı bu diziyi o yıllarda genç olanlar mutlaka hatırlayacaktır. Johnny Depp ve dizinin bir başka yıldızı Richard Grieco’nun posterleri duvarları süslerdi (Grieco’yu bugün kaç kişi hatırlıyor merak konusu tabii). Depp, 5 sezon süren bu diziden 4. sezon sonunda ayrılarak kendine sinema filmlerinde bir kariyer edinme hedefine doğru ilerliyordu. Depp 1990’da iki filmle karşımıza çıkıyordu. Bunlardan ilki kült yönetmen John Waters’ın en azından o yıllarda çok ses getirmemiş ama sonradan bir hayran kitlesi oluşturmuş Cry-Baby filmi idi. Diğer film ise Batman filmini henüz bitirmiş olan Tim Burton’un son derece kişisel projesi Edward Makaseller (Edward Scissorhands) idi. Depp bu filmde ellerinin yerinde bir çift makas olduğu için toplumdan dışlanmış iyi kalpli bir genci canlandırıyordu. Henüz kariyerinin başında sayılırdı ama bugün bile bu rol onun en iyi rollerinden biri olarak sayılıyor. Bu filmin çekimleri sırasında Tim Burton ile çok iyi anlaşan Depp çok verimli bir birlikteliğin yolunu açmış oldu. Bu yazının yazıldığı tarihte ikilinin beraberce yedi filmi var, sekizincisi de yolda. Ayrıca bu filmin çekimleri sırasında tanıştığı Winona Ryder’la Depp’in de hareketli bir ilişkisi olmuştu. Onun hayatının kadını olduğuna karar veren Depp’in “Winona Forever” dövmesi ve ayrıldıklarında bu dövmenin bir kısmını bir operasyonla sildirmesi magazin basınına epey konu olmuştu (merak edenler için, şu anda sadece “Wino Forever” yazmakta). Çalışmaya hızla devam eden Depp, What's Eating Gilbert Grape filminde henüz 18 yaşındaki gencecik bir Leonardo DiCaprio ile kamera karşısına geçiyor, Benny & Joon filminde ise bir Charlie Chaplin güzellemesi sunuyordu meraklısına. Ama herhalde bu dönemdeki en önemli filmi Emir Kusturica’nın Amerika’da çektiği ilk ve şu ana kadar tek filmi Arizona Rüyası (Arizona Dream) idi. Bu şahane film her nedense Amerikan seyircisinden ve eleştirmenlerinden çok ilgi görmedi ama Avrupa’da daha çok sevildi, hele ülkemizde bir dönem her toplu gösterimin değişmez parçasıydı. 1994 yılında gösterime giren Ed Wood filminde ise Tim Burton’la ikinci kez çalışan Depp bu kez gerçek hayattan alınma bir karaktere can veriyor ama yine unutulmaz bir karakter yaratıyordu. Bu kez Edward D. Wood, Jr. adlı yönetmeni canlandırıyordu Depp. Siyah beyaz çekilen bu film Burton’un sonuna kadar damgasını taşıyan bir filmken Ed Wood’un filmlerine olan ilgiyi de arttırıyordu (dünyanın en kötü filmlerini çeken yönetmen olarak da bilinir). Depp ara sıra popüler olmayı hedefleyen filmlerde de oynuyordu ama filmleri gişe rekorları kıran
84
Sinema John
ny De p
am na Dre
Arizo
p - Ti
m Bu
rton
bir yıldız olmak gibi bir niyeti de yoktu. Zaten özel hayatında da farklı kişiliğini her zaman sergiliyordu. Bu tavrı ve başarılı oyunculuğu saygın yönetmenlerin onu projelerinde görmek istemesine yol açıyordu. Bu kez sırada Jim Jarmusch vardı. Bağımsız filmlerden vazgeçmeyen bu usta yönetmen bu kez sıra dışı bir western filmine imza atıyordu. Yine siyah-beyaz çekilen Ölü Adam (Dead Man) filminde Depp, William Blake karakterine can veriyordu (sonradan Mika Kaurismäki’nin L.A. Without a Map filminde de hem kendisi hem de William Blake olarak çok kısa görünecekti). Bu film de meraklısının çok sevdiği ama geniş sinema seyircisinin sıkıldığı filmlerden biri olacaktı. Bir sonraki yıl Depp, Don Juan DeMarco adlı gayet gereksiz bir romantik filmde rol alacaktı. Ama herhalde Depp bu rol için kendisine teklif geldiğinde Marlon Brando ile karşılıklı oynayacaklarını duyduğunda düşünmeden kabul etmiştir. Brando onun idollerinden biriydi çünkü. Bu filmin çekimlerinde Brando ile gayet iyi anlaşan Depp onu ilk yönetmenlik denemesi olan The Brave’de oynamaya da ikna edecekti. Depp’in kendi Kızılderili kökenlerine eğildiği bu film doğrusu çok başarılı bir film sayılmazdı ama Depp’in şu ana kadarki tek yönetmenlik denemesi olarak bir bakılmalı yine de. Bu iki film arasında Depp bir başka efsanevi oyuncuyla daha karşı karşıya oynama şansı buluyordu. Eli yüzü düzgün bir mafya öyküsü olan Donnie Brasco’da partneri bu kez Al Pacino idi. 1998 yılına geldiğimizde ise sırada bir başka önemli yönetmen vardı. Terry Gilliam’ın Hunter S. Thompson'ın aynı adlı romanından uyarladığı Vegas’ta Korku ve Nefret (Fear and Loathing in Las Vegas) filminde Depp, Raoul Duke adlı bir karakteri canlandırıyordu. Aslında bu karakter Thompson'ın ta kendisiydi. 1971’de yazılan roman yıllardır çekilmeye çalışıyordu. Daha gençken Marlon Brando’nun bile rol için adı geçmişti. Hemen her Gilliam filmi gibi bu filmin de yapım süreci zorlu oldu ama sonuçta filmin başrollerinde Johnny Depp ve Benicio del Toro büyük bir başarı sağladılar. Filmin çekimleri öncesi Depp, Thompson ile tanışıyor ve onu rolü kendisinden başkasının oynayamayacağına ikna ediyordu. Sonrasında da Thompson'ın evinde dört ay kalan Depp, hem onun tüm hareketlerini gözlüyor hem de kendisine bir arkadaş daha ediniyordu. Hatta 2005 yılında Thompson öldüğünde onun son isteğini yerine getirmek de Depp’e düşüyordu. Sonrasında Depp bir kez daha Tim Burton ile çalışıyordu. Tam Burton’a göre gotik bir korku hikâyesi olan Hayalet Süvari’de (Sleepy Hollow) bir kez daha başrolü üstlenen Depp yine başarılı bir performans gösteriyordu. Aynı yıl gösterime giren Dokuzuncu Kapı (The Ninth Gate) filminde ise kariyerinde birlikte çalıştığı yönetmenler listesine Roman Polanski’yi de ekliyordu Depp. Doğrusu işin içine şeytanın da girdiği bu fantastik hikâye ilk başta ilgi çekici olsa da ne Polanski’nin ne de Depp’in en iyi filmlerinden biri olamıyordu.
85
Sinema
Ama Depp filmin Fransa’daki çekimlerinde bugün hala beraber olduğu Vanessa Paradis ile tanışacaktı. Hatta o dönem ikiliyi beraberce görüntülemek isteyen bir paparazziyi patakladığı da hatırlanabilir. İkilinin bugün iki çocuğu olduğunu da ekleyelim. 2000’li yıllara Johnny Depp, Çikolata (Chocolat) filmi ile giriyordu. Bu romantik filmde Juliette Binoche ile iyi bir ikili oluşturmuşlardı. Sonrasında Alan Moore’un bir başyapıt sayılabilecek çizgi romanından aradis uyarlama Cehennemden Gelen (From Hell) filmi nessa P a V p Dep vardı sırada. Hughes kardeşlerin yönetmenliğini Johnny üstlendiği bu film kendi başına iyiydi, hoştu ama uyarlandığı yapıtla pek de bir ilgisi kalmamıştı. Bağımsız projelerden vazgeçmeyen Depp, Sally Potter’ın yönetmenliğinde Erkeğin Gözyaşları (The Man Who Cried) filminde oynadıktan sonra Beyaz Şeytan (Blow) ve Bir Zamanlar Meksika’da (Once Upon a Time in Mexico) filmleri ile yoluna devam etti. Aynı dönemde Terry Gilliam ile birlikte bir türlü gerçekleşemeyen bir Don Kişot projesinde de çalıştı. 2003 yılına geldiğimizde belki Johnny Depp adını tüm sinemaseverler biliyordu, bir film yıldızı olarak da kabul görüyordu ama ilginçtir gerçek anlamda bir blockbuster’da henüz oynamamıştı. O güne dek Kuzey Amerika’da 100 milyon doların üzerinde hâsılat yapan tek filmi Hayalet Süvari (Sleepy Hollow) idi (ki o da 101 milyon dolar). Usta yapımcı Jerry Bruckheimer’ın önerdiği Kaptan Jack Sparrow rolünü kabul etmesi ile Karayip Korsanları: Siyah İnci’nin Laneti (Pirates of the Caribbean: The Curse of the Black Pearl) filminde oynayan Depp bu çok başarılı rolü ile hem o güne kadar çoktan hak edilmiş olsa da ilk kez Oscar’a aday oluyordu hem de 305 milyon dolar hâsılat yapan bir filmde oynuyordu. Aslında Kaptan Jack Sparrow filmin esas oğlanı değildi ama o kadar çok sevilen bir karakter oldu ki serinin 2006 ve 2007’de gelen iki devam filminde çok daha ağırlıklı bir hale geldi. Bu arada Depp’in bu rolü çıkartırken Keith Richards’ı model aldığını ve üçüncü filmde karakterin babasını da Keith Richards’ın oynadığını eklemek lazım. Akademi adeta Depp’i yeni keşfetmişti. 2004 yılında Düşler Ülkesi (Finding Neverland) filminde Peter Pan’ın yazarı J. M. Barrie’yi canlandıran Depp bu rolü ile ikinci kez Oscar’a aday oluyordu. Film de, Depp’in performansı da iyiydi ama Depp’in çok daha iyi performanslarını görmüştük daha önce. Sonrasında orta karar bir Stephen King uyarlaması Gizli Pencere (Secret Window) ve Depp’in en az izlenen filmlerinden biri The Libertine vardı sırada. 2005 yılına geldiğimizde ise bu kez iki Tim Burton filmi ile karşımıza çıkıyordu Depp. Aslında karşımıza çıkıyordu demek tam da doğru değil belki de. Çünkü Ölü Gelin (Corpse Bride) adlı güzel animasyonda onun sadece sesini duyuyorduk. Yine de başkarakterin onu model alarak oluşturulduğu açıktı. Diğer Burton filmi ise Charlie’nin Çikolata Fabrikası (Charlie and the Chocolate Factory) idi. Bu film Depp’in direkt olarak çocukları hedeflediği söylenebilecek ilk filmiydi. Filmde Willy Wonka adlı çılgın bir çikolata fabrikası sahibini canlandıran Depp, bir kez daha sıra dışı bir karaktere imza atıyordu. Bu karakter için Michael Jackson’ı model aldığı söylense de Depp bunu hiç kabul etmedi. Araya giren iki Karayip Korsanları filminden sonra bir Depp-Burton ortaklığı daha görüyorduk. Bir müzikal uyarlaması olan Sweeney Todd, kâğıt üzerinde tam Burton’a uygun gibi gözüken bir seri katil hikâyesiydi. Ama bir şeyler eksikti işte bu filmde. Yine de bu filmde Depp’in şarkı söyleyebildiği de belli oluyor, aynı zamanda da üçüncü Oscar adaylığını alıyordu.
86
Sinema
Hemen arkasından Depp bir başka usta yönetmenle çalışıyor ve bu kez Michael Mann yönetmenliğinde Halk Düşmanları (Public Enemies) filminde John Dillinger olarak çıkıyordu karşımıza. Bu başarılı gangster filminden sonra Depp aslında hiç hesapta olmayan bir rolde oynamak zorunda kaldı. Terry Gilliam’ın The Imaginarium of Doctor Parnassus filminde bir rolü yoktu aslında. Ama filmin başrolünü üstlenen Heath Ledger’ın zamansız ölümü nedeniyle Colin Farrell ve Jude Law ile birlikte onun rolünü üstlendiler (Heath Ledger’ın çekilmiş sahneleri de filmde kullanıldı bu arada). Bu filmden kazandığı parayı Ledger’ın kızına bıraktığını, Farrell ve Law’un da aynı şeyi yapmasına vesile olduğunu da bir not olarak ekleyelim. Depp’i son izlediğimiz film ise yine bir Tim Burton filmiydi. Alis Harikalar Diyarında (Alice in Wonderland) filmi bu çok bilinen romanın yeni bir uyarlamasıydı. Hatta uyarlamadan çok romanda bir çocuk olan Alice’in genç kız olduktan sonra Harikalar Diyarı’na dönmesini anlatıyor, bu arada Lewis Carroll’ın başka eserlerine de göndermeler yapıyordu. 3 boyutlu bu film çok iyi bir gişe hâsılatı yapıyordu belki ama Depp ve Burton hayranlarını çok da tatmin etmiyordu. Bu ay sinemalarımızda izleyeceğimiz Turist (The Tourist) filminde onu Angelina Jolie ile beraber izleyeceğiz. Anthony Zimmer adlı hoş Fransız filminin bu yeniden çekimi çok önemli bir film olmayacak sanki ama bilinmez elbette. Ama Depp’i bundan sonra da bambaşka karakterlere bürünmüş olarak göreceğiz belli ki. En yakında görülenler bir Hunter S. Thompson uyarlaması olan The Rum Diary, bir kez daha bir animasyon karakterine ses vereceği Rango ve Karayip Korsanları’nın dördüncü filmi. Ayrıca 2007’den beri proje halinde olan Dark Shadows filmini de yeni bir Burton-Depp ortaklığı olarak muhtemelen 2012 yılında izleme şansı bulacağız. Hasan Nadir DERİN
http://sinemamanyaklari.com
87
Sinema
edward
SCISSORHANDS Karlı ve soğuk bir gecede küçük kız büyük annesine sorar şöminesinin sıcaklığında; büyük anne kar neden yağar? Nereden gelir? Büyük anne, gözlerinde ümitsiz bir özlemle bu uzun bir hikâye der. Belki daha sonra anlatırım.
Ama bilirsiniz küçük çocuklar asla pes etmezler. Anlat der kızımız bilmek istiyorum. İşte o an yağan karla beraber eski mi eski bir şatoya doğru yola çıkarız. Yaşlı, hüzünlü bir ses bize şunları salık verir. Bir zamanlar bir mucit varmış. Her şeyi icat edermiş ve bir gün bir insan yapmaya karar vermiş ama ömrü yetmeyip de öldüğünde ortada makas elleri olan eksik ve yapayalnız bir adam kalmış. Onun adı Edward’mış. Ve öykümüz böyle başlar. Sıcak ve sakin bir semtte oturan Peg her gün komşularına makyaj malzemeleri satmak ümidiyle yollara düşmektedir. Yüzünden hiç eksik olmayan gülümsemesi ve anlatımına eşlik eden naif elleri ile. Bir gün, yine hiçbir şey satamadığı bir gün kasabanın yukarısındaki eski köşkü keşfetmeye karar verir. Belki de der, orada bir şeyler satabilirim. Arabasına atladığı gibi köşke gider. Bu metruk ve terk edilmiş havası veren
88
Sinema
yerin bahçesinden içeriye adım attığı an bahçedeki ağaç heykelleri görüp onlara hayran kalır ve eve girmeye karar verir. Seslenerek kapıyı iter ve merhaba diyerek içeriye girer. Bir süre evin içini keşfettikten sonra bir köşeye sinmiş elleri makas şeklinde ve son derece ürkmüş olan Edward’la karşılaşır. Elleri o denli keskindir ki yüzünde derin yaralara sebep olmuştur. Kendine her dokunmak istediğinde açılan yaraları vardır bu garip
89
Sinema
adamın. Ona, sana ne oldu diye sorduğunda korkudan titreyen delikanlı cevap verir, eksik kaldım. Peg onun kimsesiz ve eksik kalmışlığına üzülüp onu evine alır. Makas elli kahramanımız macerasında hem aşkı hem de arkadaşlığı tadar. İnsanların ona gösterdiği sıcak ilgi ve bir yuva bulmanın verdiği huzurla sahip olduğu tek yeteneği kullanarak kasabanın bahçelerine şekil vermeye başlar. Kasaba bir anda bu makas elli adam sayesinde cennete döner. Öyle ki hiç yağmayan kar bile bu yeteneğe teslim olup onun buzdan heykeller yapmasına yardım etmek için yağar. Âşık olduğu kızın dansı eşliğinde. Ama her daim farklı olmanın getirdiği hüzün de peşini bırakmaz. Çünkü insanlar kendilerinden olmayana her daim şüpheyle bakarlar. Suçlarlar ve dışlarlar. O ise kendi eksikliğine rağmen sever arkadaşlarını. Âşık olur güzel Kim’e. Ürkekliğine rağmen kendini ifade etmeye çalışır sonuna kadar. Yine de anlattıklarınız değil de sizi anlayanlar önemlidir ya kâr etmez hiçbir çabası. Tek bir yanlış anlama diğerlerini de peşinden getirir ve bir anda gelen mutluluk, hüzne dönüşür.
90
Sinema
Yaratan, hepimizi eksik yaratmıştır aslında. Bu eksikliklerimizi giderebilmemiz içinse bizlere diğerlerinden ayrılmamızı sağlayan yetenekler vererek. Bu buruk hikâye biraz da eksikliklerimiz ve fazlalıklarımızla ilgili. Ayrı tuttuklarımız ve sırf bizden farklı diye ayırıp şans vermediklerimizle ilgili. Her şeye rağmen kendimizi ifade edebilmemiz ve kendi dünyalarımız da yer aramalarımızla ilgili. Yönetmenliğini usta Tim Burton’un üstlendiği 1990 tarihli yapım bir masal havasında bizlere vermek istediği mesajı eksik bir adamın ağzından tam olarak anlatabiliyor. Senaryosunu ise Tim Burton ve Caroline Thompson kaleme almış. Filmdeki makyajlarda Stan Winston ve ekibinin imzası var. Oyuncularına baktığınızda ise usta yönetmenin vazgeçilmez oyuncusu olan Johnny Depp’i muhteşem performansı ile görüyoruz. Ona 90’ların parlak yıldızı olan Winona Ryder, Dianne Wiest ve Anthony Michael Hall göz dolduran performansları ile eşlik ediyorlar. Bir zamanlar elleri makastan olan bir adam vardı. Hepimiz gibi onun da farklılıkları ve aynılıkları vardı. Elleri yoktu. Kimsenin saçını okşayamıyor âşık olduğu kadına doya doya sarılamıyordu. Eksik ve bir başınaydı. Sonra bir ailesi oldu. Fakat yine yalnız kaldı. Bizim payımıza ise bu eksik öyküyü seyredip kendi fazlalıklarımızı bir kez daha görmek düştü. Diğerlerinden ayrılmadan ve kimseyi ayırmadan… Melahat YILMAZ
91
Öykü
Kanlı Kar Metrelerce yükseklikteki kanyonun kenarında, uçurumun gözleriyle manzarayı izliyorum. Kar, düştüğü yerde toprağın pıhtılaşmış kanını içine çekip kızıla bürünüyor. Çatlaklarla dolu zemin yeniden can buluyor. Yolunu kaybetmiş bulutlar, daha önce hiç uğramadığı bu yerde ilaç olmuştu doğanın kapanmaz yarasına. Yıllarca aynı manzarayı izledikten sonra, bir gün böylesine bir değişim olacağını hayal bile edemezdim. Keşke tek değişim bu olsaydı bugün gördüğüm. Hayatımı paylaştığım kadından geriye yalnızca ufak bir kâğıt parçası kalması, kanaması hiç durmayacak bir yara açtı bende. Pıhtılaşmış düşüncelerimi silip süpürecek bir şeye ihtiyacım vardı ve yağan kar bunun için çabalıyordu adeta. Elimdeki kâğıdı kaçıncı kez okuduğumu bilmiyorum. Okudukça alışacağımı, etkisini yitireceğini düşünmüştüm ama yanılmışım. Yine de bir kez daha getirdim gözlerimin önüne. "Sen yoksun bu gece, Günah tenimden uzak. Sen yoksun artık bende, Şeytan yalnız kalacak." Yalnızlık öykümün başladığı yere çevirdim gözlerimi. O kulübe yanarken anılarım da küle dönüştü birer birer. Soğuğa aldırış etmeyen tenim de karla kaplanmaya başladı. Gözlerimin içinde parlayan alevde yaşanmışlıklarımın dumanı tütüyor. Kanyonun altından akan, akmakla kalmayıp hırçınca savaşan, kanyonu yaratan dalgalar acımı paylaşırcasına donup kalmış. Sessizce haykırıyor, içinde fırtınalar kopuyor. Ama yüzeyindeki sert, buzdan kabuğu kıramıyor. Dün gece uyurken içimde aşk, sevgi, yaşama sevinci ve mutluluk vardı. Uyandığımda yerini şaşkınlığa bıraktı hepsi. Ardından üzüntüye dönüştü bir damla gözyaşıyla. Sonra da yoğun bir kan fırtınasıyla birlikte nefrete dönüştü. Kalbimin karanlık köşesinde saklı olan bu duygunun bir daha böylesine kuvvetli olacağını düşünemezdim. Karşılıksız bir sevgi beslediğimi düşünüyordum o yanımdayken. Giderken yalnızca iki arabesk cümle bırakmış olmasıysa karşılık bulamadığım için kahretti beni. Kızgınlığımı kusmak, biraz olsun nefretimden uzaklaşmak istiyorum. Bana doğru bir kuzgun yaklaşıyor. Gözlerimin içine bakarken benim nefretimi bana yansıtıyormuş gibi hissediyorum. Ve aramızda iki metrelik bir mesafe kalmışken bir anda parçalara ayrılıyor. Artık tenimdeki kar da kızıla bulanmış halde. Bu beni etkilemiyor bile. Kendi nefretimle boğulmak üzereyken üstüme yağan yanık tüy, et ve kan umurumda değil. Hayatımda çok kez yenilgiye uğradım. Ama böylesi bir yenilgiyi hiç yaşamadım. Savaşmadan kaybetmek bana göre değil. Hatta savaş içinde olduğunu fark etmeden saldırıya uğramak... Yerin şiddetle sarsıldığını elimdeki kâğıdı bir kez daha okumak için kaldırdığımda fark ettim ancak. Buzla kaplanmış taş parçaları aşağı doğru yuvarlanırken boğazımın düğümü de çözülür gibi oldu. Fırtına şiddetini artırırken kulağıma giren tek ses onun sesi. Kâğıtta yazanları tekrarlıyor pürüzsüz ve kahreden tatlı sesiyle. Ayaklarım yere sımsıkı yapışıyor ve çevremde olanları bir film sahnesi gibi seyrediyorum. Ait değilim buraya. Sahip de değilim.
92
Öykü
93
Öykü
Güzelliğine aldandığım kar, toprağın yaralarını sarmamış, onu gevşetmiş ve paramparça ediyor gözlerimin önünde. Pıhtılaşmış kanını içine çekip yarasını temizlemiyor, kanını emiyor sanki. Ben bunları şimdi görüyorum. Çünkü kanım çekiliyor. Güçsüzüm. Dünyayı altüst edip, yine de onu geri getiremeyecek kadar güçsüzüm. Günahlarından kurtulan kadın bensiz olacak bu gece. Şeytanı beslemeyecek, günahsız ve yalnız bırakacak. Ayağımın altındaki toprak ikiye ayrılırken kan havuzuna dalar gibi dalıyorum iki zeminin arasına. İçine girdiğim sıvı, gökten gelen bir zamanlar beyaz olan kar mı, yoksa yerin derinliklerinden çıkan lav mı bilmiyorum. Ne soğuk, ne sıcak. Geri dönüyorum eski hayatıma. Tırmanarak çıktığım, çırpınarak tutunduğum hayattan bir günde kopuyorum. Çıkmak zor, düşmek kolay. Kadının yalnız bıraktığı şeytan benim. Günah benim. Olmayan benim artık. Ben kadının içindeki aldatma duygusuyum. Bir insan hata yaptığını hissederken var olanım. Hatasından döndüğündeyse terk edilen, yok olanım. Ben, kanlı kar...
Öykü:Engin DİKKULAK
İllüstrasyon:Deniz ÖZKARDEŞLER
engindikkulak@gmail.com
94
Çizgiroman
95
Yazarının Kaleminden
TILSIM-I KUDRET’in Yolculuğu
Ajansın biri benden bir hikâye yazmamı istemişti; uzun soluklu ve içinde fantastik öğeler olan bir hikâyeydi istedikleri. O gün düşünmeye başladım. Kendi kültürümüzden dokular taşımasını istiyordum hikâyenin. Aklıma bir sürü fikir geliyordu ama yine de hiçbirinde karar kılamıyordum. O sırada yanı başımda oturan Selin; ablam, muska fikrini attı bir anda ortaya. Olabilirdi, klasik bir hikâyeden farkı ne olabilir diye düşünmeye başladık. Ulaş, Selin ve Aylin’le o gün oturup keyifli bir sohbet yaptık muska fikri üzerine. Günler sonra yazdığım birkaç sayfalık özetle ajansın yolunu tuttum. Hikâyeyi beğenmelerine rağmen anlaşma sağlayamadık. İşte bu sebeple hikâye uzun ve derin bir uykuya dalmak zorunda kaldı, ta ki ben onu gıdıklayarak tekrar uyandırıncaya kadar. Aylar sonra birden aklıma geldi gizemli muska ve tekrar yazmaya başladım. Hikâyeyi Türkiye’de örneği az bulunan “resimli roman” tarzında yapmak istiyordum. M.Ö 2000’lerde Mezopotamya’da başlayacak, oradan Osmanlı’nın kayıp bir zamanına sıçrayacak ve günümüzde sonlanacaktı. Böylece uzun soluklu hikâyenin ilk kısmı tamamlanmış olacaktı. Kısa zamanda hikâyeyi tamamladım ve illüstratörlerle görüşmeye başladım. Kerem Beyit’le iletişime geçtim ama iş temposunun yoğunluğu nedeniyle bir araya gelemedik. Alperen Kahraman’la çalışmaya başladık ama ne hikmetse onunla da tek çizim bile yapamadan ayrılmak
96
Yazar覺n覺n Kaleminden
97
Yazarının Kaleminden
zorunda kaldık. Tılsım-ı Kudret’in (O zamanlar romanın ismini Kefenyırtan olarak düşünüyordum.) üzerinde bir lanetin dolaşmaya başladığını ve bu hikâyenin hiçbir şekilde okuyucularla buluşamayacağını düşündüğüm sırada Melike Acar’la tanıştım ve işe böylece başlamış olduk. Hikâyeyi çok sevmişti ama resimli roman için biraz kısa olduğunu düşünüyordu. Ona hak verdim ve hikâyeyi genişlettim. Ben bunları yaparken Melike’nin iş temposu yoğunlaştı ve Tılsım-ı Kudret bir illüstratörden daha ayrılmak zorunda kaldı. Artık biliyordum ki kitap, basılmamak için elinden geleni yapıyordu! Sonraları, daha yeni yeni illüstratör aramaya başladığım sıralarda kapısını çaldığım ama ulaşamadığım Ertaç Altınöz’le bağlantı kurdum. Projeden çok hoşlandı ve alacağı tüm risklere rağmen, evet, dedi. Risklerden bahsediyorum çünkü henüz hiçbir yayınevinden evet almamış bir hikaye için otuza yakın illüstrasyon yapmak gerçekten yiğitlikti! Artık Tılsım-ı Kudret’in ve benim yeni bir dostumuz olmuştu ve bu ikimizi de çok mutlu etmişti.
Kısa sürede Ertaç’la çok yol aldık. Yaptığı her çizim birbirinden güzeldi ve bu bize moral depoluyordu. Ara sıra Ertaç İstanbul’a geliyor ve soğuk biralarımızı içerken Tılsım-ı Kudret’in dar ve gizem dolu sokaklarında dolaşıyorduk. İşte sevgili dostum Kayra “Keri” Küpçü ile bir araya gelip konuşmamız da o zamanlar oldu. Kayra projeye çok sıcak baktı. Hikâyenin konusu ilgisini çekmişti ve çizimleri görünce projenin hemen dikkat çekeceğini anlamıştı. Böylece yola üç dost olarak devam ettik. Her şey yoluna girmeye başlamışken yayınevlerinin bu projenin maliyetinin olması gerekenin üzerinde olduğunu düşünmeleri sonucu Tılsım-ı Kudret tekrar uzun bir uykuya daldı. Neredeyse bir sene sonra bir gece, İstanbul sert esen lodostan art arda yumruk yerken ve yağmurlar şehrin üzerindeki gizemi ortaya çıkarmak için onu temizlerken, Tılsım-ı Kudret’i tekrar elime aldım ve düşünmeye başladım.
98
Yazarının Kaleminden
Sabaha kadar karaladım bir şeyler. Fransız’la sohbet ettim, Tilki’yle bir iki kadeh bir şeyler içtim ve Nadage’in gözlerine bakıp düşündüm. Gece sona erip de sabah olduğunda, sızdığım koltuktan hayli şiddetli bir bel ağrısıyla kalktım ve ansızın o günün doğum günüm olduğunu fark ettim. Yeni yaşımda Tılsım-ı Kudret’i mutlu sona ulaştıracağıma dair kendime saçma bir söz verdim. Sanırım bol bol içki içtiğim bir gecenin sabahında gereğinden fazla duygusal bir ruh halindeydim! Tılsım-ı Kudret’in içinde bulunduğu durum ne yazık ki onun okuyucularla buluşmasına bir türlü imkân vermiyordu. Daha önce görüştüğüm bir editör arkadaşım hikâyenin bir roman olarak çok daha fazla ilgi çekici olacağını bana söyledikten sonra birden kendimi yazarken buldum. Birkaç ay boyunca bir işçinin çalışma temposuna benzer bir şekilde ben de yazmaya koyuldum. Hikâye tamamen değişeceği için başlarda bunun altından kalkamayacağımı düşünsem de yazdıkça ve daha önce yazdığım bölümleri elden geçirdikçe aslında Tılsım-ı Kudret’in daha önce basılmamak için direnmesinin bir nedeni olduğunu fark ettim. Roman kendini bulmuştu ve olması gereken kesinlikle buydu! Roman bittikten sonra hemen Kayra’yı aradım büyük bir heyecanla. O da heyecanıma karşılık verdi çünkü romanın okuyucularla buluşmasını en az benim kadar istiyordu. Romanı incelemeye koyuldu, her bölümün üzerinde oturup konuştuk ve acele etmeden, tadına vara vara romanı incelemeyi bitirdi. İsmi o zamana kadar Kefenyırtan olarak kalan roman son haftalarda şimdiki ismini aldı ve nihayet baskıya girdi. Bunca laf kalabalığından sonra söylemek istediğim şu ki Tılsım-ı Kudret, bu noktaya ulaşana kadar büyük zorluklar atlattı, çoğu zaman rafa kaldırıldı, birden fazla kişiyle çalışıp terk edildi ama bir şekilde yaşadığı her ayrılık ve üzüntü onu güçlendirdi ve büyüttü; ona bir şeyler kattı. Şimdi karşımda yaşlı ve bilge bir adam gibi duruyor ayakta. Bu yüzden ona elini değen herkese teşekkür etmek istiyorum… Tılsım-ı Kudret’in gizemli yolculuğuna başlamak üzeresiniz ama unutmayın yolculuğa başlamak için adım atmak gerekir; ya zihinde ya toprakta atılmalıdır adım; ya da hem zihinde hem toprakta… İyi yolculuklar… Göktuğ CANBABA
99
İllüstrasyonlar: Ertaç ALTINÖZ http://ertacaltinoz.deviantart.com/
Öykü
Parçalanmış Ruhlar
İstanbul’a kış, bu yıl vaktinden erken gelmişti. Kara bulutlarla kaplanmış gökyüzü altında boğaz başka bir güzel görünüyordu. Vapur ve martı sesleri eşlik ediyordu bu tabloya. O anda içimde hissettiğim bir anlık huzur beni birden huzursuz etti. Şaşırdım kendime. İçinde bulunduğum durum bu kadar karmaşıkken nasıl olmuştu da manzaranın büyüsüne kapılabilmiştim. Şu anda düşünmem gereken bir
100
Öykü
tek şey var oysa. Pınar. Biricik aşkım, hayatımın anlamı. Onun için bir şeyler yapmalıyım. Her şey ne kadar güzel başlamıştı. Bir yıl önce bir iş toplantısında tanışmıştık. Büyük bir holdingde yönetim asistanlığı yapıyordu Pınar. Görür görmez âşık olmuştum. Toplantı boyunca gözümü ondan alamamıştım. Sonrasında işle ilgili saçma sapan bahanelerle bir kaç kez telefonla aradım ve beşinci aramadan sonra bir kahve sözü alabilmeyi başardım. Buluştuğumuzda, zaman nasıl geçti hiç anlamadım. Onun da iyi vakit geçirdiğini fark edebiliyordum. Sanırım anlaşabilecektik. Akşamın sonunda, hafta sonu yemek yemeye karar vererek vedalaştık. Ve bu sefer birbirimizi daha yakından tanımaya fırsatımız oldu. Pınar ufak tefek bir kızdı. Uzun siyah saçlı, büyüleyici güzellikte iri siyah gözleri ve insanın içinde bahar güneşi sıcaklığın hissettiren bir gülümseyişi vardı. Sağlam karakterli güçlü bir kızdı. Anne ve babasını küçükken kaybetmiş. Onu teyzesi ve eniştesi büyütmüş. Okulunu bitirip para kazanmaya başladıktan sonra da kendi hayatını kurmuş. Bir pazar sabahı sürpriz yapıp elimde sıcak poğaçalarla çaldım kapısını. Açmayınca endişelendim. Telefon ettim, ona da cevap vermedi. En son bir gece önce telefonda konuşmuştuk. Evde olduğunu, tüm pazarı da evde geçireceğini söylemişti. Bana verdiği anahtarla girdim içeri. Ortalıkta göze çarpacak sıra dışı bir durum yoktu. Yatak odasına yöneldim. Uyuyordu. İçim çok rahatlamıştı doğrusu. Ama halinde bir tuhaflık vardı. Üzerindeki kıyafet yüzündeki makyaj sahneden yeni inmiş bir assolisti andırıyordu. Bozuldum açıkçası. Sanırım gece eğlenmeye gitmişti ve benim bundan haberim yoktu. Onu kısıtlayacağımı mı düşünmüştü yoksa? Kafamda bu sorularla boğuşurken açtı gözlerini. “Günaydın,” dedim. “Gerçekten aydınlık bir gün. Biricik aşkım gelmiş,” dedi ve boynuma sarıldı. “Sana sıcak poğaça getirmiştim. Sürpriz yapmak istemiştim ama ne kapıya ne de telefona cevap vermeyince endişelendim,” dedim. Gece çok geç uyudum telefonum da kim bilir nerede. Şimdi ben sana güzel bir Pazar kahvaltısı hazırlarım, belki beni affedersin,” dedi ve yanağıma bir öpücük kondurdu. “Akşam dışarı mı çıktın?” dedim. “Hayır, evdeydim,” dedi ve yataktan kalktı. Kalktığı anda tuvalet aynasındaki yansımasıyla göz göze geldi. Çok şaşkın görünüyordu. Kekeleyerek, “Aslında evet, dışardaydım. Gece geç saatte kızlar aradılar, bara gidiyoruz illa sen de gel dediler. Kıramadım İstiklal’de bir yere gittik. Saat çok geç olduğu için sana da haber veremedim, affedersin,” dedi ve aceleyle banyoya gitti. Ona güvenim sonsuzdu tabii ki ama yine de bana haber vermesini beklerdim. O günümüzü birlikte geçirdik. Kahvaltımıza gazeteler eşlik etti. 3.sayfadaki bir cinayet haberlerine takıldı gözüm. Beyoğlu’nun arka sokaklarında bir erkek cesedi bulunmuştu. Pınar’a haberi okudum, endişemi dile getirdim. Üzerinde fazla durmadı ve “Kendimi koruyabilirim sen beni merak etme,” dedi. Öğleden sonra sahilde yürüyüş ve sinema keyfiyle günü bitirdik. Yaklaşık bir hafta sonraydı. Bir sabah Pınar’ı aradığımda ağlıyordu. Eniştesinin öldüğünü söyledi. Cinayete kurban gitmiş adamcağız. Bir fabrikada gece bekçisi olarak çalışıyordu. Sabah çok erken saatte işten dönerken evin bir kaç sokak uzağında ölü bulunmuş. Katil ya da katiller sırtından ve kalbinden bıçaklamışlar adamı. Teyze de perişan olmuştu tabii. Pınar bundan sonraki günlerde fırsat buldukça teyzesiyle vakit geçirdi. Onun yanında olmaya çalıştı hep. Zor günlerdi herkes için. Bu olaydan yaklaşık bir ay sonra arkadaşım Erkan bana bir kaç gün önce Pınar’ı bir barda gördüğünü selam verdiğini ama Pınar’ın onu tanımazlıktan geldiğini anlattı. Çok bozulmuş arkadaşım bu duruma. Ne yapmaya çalışıyordu bu kız böyle? Gidip konuşmalı mıydım yoksa onun anlatmasını mı beklemeydim? Bir süre beklemeye karar verdim. Eğer o anlatmazsa ben açacaktım konuyu. Zaten zor günler geçiriyordu. Babası yerine koyduğu eniştesini daha yeni kaybetmişti bir de ben üzerine gitmek istemiyordum. Ama benim de kafam fazlasıyla karışmaya başlamıştı. Bu konu dışında her şey yolunda gidiyordu. Yaza nişanlanmaya karar vermiştik hatta. Ta ki o güne kadar. O gün hayatımızın akışı tamamen değişti. Plan falan kalmamıştı gelecekle ilgili. Hepsi o gün tuzla buz
101
Öykü
102
Öykü
oldu. O gün Pınar beni aradı. Sesi çok endişeli geliyordu. Benimle acilen konuşması gerektiğini ve hemen eve gelmemi söylüyordu. Koşarak gittim. Korkmuştum. Ne olmuş olabilirdi ki bu kadar acil görüşmek istedi. Yol bir türlü bitmek bilmiyordu. Nihayet eve vardığımda Pınar üzerinde kırmızı bir gece kıyafetiyle açtı kapıyı. Ağlamaktan makyajı akmış ve yanaklarından aşağıya doğru siyah çizgiler oluşturmuştu. Şaşırmıştım. Kafam çok karışmıştı. Salona geçtiğimizde elbisesindeki kan izlerini gördüm. Neler olduğunu sordum. Artık yaşadığım paniğe ve heyecana engel olamıyordum. Elimden tutup koltuğa oturttu ve “Sakince beni dinlemeni istiyorum. Yardımına ihtiyacım var,” dedi ve anlatmaya başladı. “Ben uzun zamandır tuhaf şeyler yaşıyorum. Bazı sabahlar uyanıyorum üzerimde açık saçık giysiler, suratımda bir ton makyaj oluyor ve ben bunları neden yapıyorum ne zaman yapıyorum hiç hatırlamıyorum. Hatta bir süre önce sen de şahit oldun buna. Kahvaltıya geldiğin Pazar sabahını hatırlıyor musun? O gece kızlarla bara gittiğim yalandı. Ben hiçbir şey hatırlamıyorum. İlk başlarda pek üzerinde durmadım. Ama bu sabah uyandığımda yine aynı şey oldu. Bu kıyafetlerle uyandım. Daha kötüsü üzerim ve ellerim kan içindeydi. Ben kötü bir şeyler yapmış olmaktan çok korkuyorum. N’olur bana yardım et,” dedi. Dehşete düşmüştüm. Ne yapacağımı ne söyleyeceğimi bilemiyordum. Sadece ona sarıldım ve onu hiç yalnız bırakmayacağımı söyledim. Bu sorun her ne ise birlikte aşacaktık. Doktora gitmeye karar verdik ve uzman bir psikiyatrdan randevu aldık. Bir takım testler ve incelemelerden sonra teşhis konulmuştu. Dissosiyatif kişilik bozukluğu yani bilinen adıyla kişilik bölünmesi. Kulaklarıma inanamıyordum. “Bu hastalıkta insan bedeninde birden fazla kişilik barındırır. Hasta başka kimliğe geçiş yaptığında bu anlarda yaşadıklarını hatırlamaz. Nedenleri ise genelde çocuklukta yaşanan ağır travmalardan kaynaklanır,” diye devam etti doktor. Peki, bundan sonra ne olacaktı? İyileşme ümidi var mıydı? Doktor önümüzde uzun ve zorlu bir süreç olduğunu ama eğer yeterince çaba gösterebilirsek ve sabırlı olursak bunu atlatacağımızı anlattı. İlaç tedavisi ve hipnoz uygulanacaktı Pınar’a. Doktor Pınar’a hipnoz sırasında büründüğü kişiliği ya da kişilikleri tanımaya çalışacağını, bu yöntemle farklı kişiliklerde yaşadıklarını öğrenmeye çalışacağını anlattı. Bu durumda elde edilecek bilgilerin istemediği sürece başka kimseyle paylaşılmayacağını söyledi. Pınar da doktora benden gizli saklı hiç bir şeyinin olmadığını ve bu süreçlere eğer ben de istersem dâhil olmamda bir sakınca olmadığını söyledi. Doktor buna memnun olmuştu. Çünkü tedavi sürecinde güvende hissetmek destek almak çok önemliydi. Pınar hastaneye yattı ve iki gün sonra ilk hipnoz seansı gerçekleşti. Bu seansta Pınar çocukluğunu döndü. Daha küçücük bir çocukken babasının sürekli sarhoş eve geldiğini ve annesini dövdüğünü anlattı. Yine böyle bir kavga anında babasının annesini gözlerinin önünde boğarak öldürdüğü ve ardından da intihar ettiğini ağlayarak anlatıyordu. Erkeklere karşı nefret tohumları o zamanlarda ekilmişti Pınar’ın ruhuna. Ne zaman ailesiyle ilgili bir soru sorsam konuyu geçiştirip kapatmasını daha iyi anlayabiliyordum artık. Bir sonraki seansta diğer kişiliğini gördük Pınarın. Adı Leyla’dı. En seksi kıyafetlerle erkek avına çıkan bir kadındı. Yakaladığı avlara fiziksel ya da ruhsal şiddet uygulamaktan büyük zevk alıyordu. Erkeklerin onunla sevişmek için nasıl da kıvrandığını şuh kahkahalar atarak anlatıyordu. Bu konuşan kadın kesinlikle Pınar olamazdı. Bir sonraki seansta ailesi öldükten sonra yaşadıklarını anlattı Pınar. Ailesini kaybettikten sonra teyzesini ona annelik yaptığını onu ne kadar çok sevdiğini anlattı. Doktor, “Peki ya enişten için ne söyleyeceksin?” dediğinde ağlama başladı. 13–14 yaşlarındaydı eniştesi onu ilk kez taciz ettiğinde. Teyzesine bir şey söylerse onu sokağa atmakla tehdit ediyordu her seferinde. Hem teyzesi üzülmesin diye hem de sokakta bir başına kalmaktan korktuğu için sustuğunu anlattı. Ve ardından şuh bir kahkahayla devam etti konuşmasına. Artık konuşan Pınar değil Leyla’ydı. “Sokakta köşeye sinmiş gelişini bekliyordum. Ve sonunda görüş alanıma girmişti işte. Tam yanımdan geçmişti ki bıçağı sırtına sapladım. Yüzüstü yere düştü. Tam bağırmaya başlayacağı anda
103
Öykü
bıçağı gırtlağına dayadım. Sesini çıkartırsa onu öldürmekten hiç çekinmeyeceğimi söyledim. Hâlâ kim olduğumun farkında değildi. Onu sırtüstü çevirip üzerine oturduğumda bir inilti döküldü ağzından. Artık göz gözeydik. Gözleri yuvalarından çıkmak üzereydi. “Kızım yapma,” dedi. “İnsan kızına sarkıntılık eder mi Allah’ın cezası,” dedim ve bıçağı kalbine sapladım. O an yaşadığım haz anlatılamazdı. Sonunda hak ettiği yere, cehennemin en dibine kendi ellerimle yollamıştım onu,” dedi ve bir kahkaha daha attı. Kulaklarım uğuldamaya başlamıştı. Duyduklarıma inanamıyordum. Sonrasında da barda tanıştığı bir adamla yaşadıklarını anlattı. “Dut gibi sarhoştu köpek. Bana dokunmaya başladı. Ellerini üzerimden çekmesini söyledim ama bana hakaret etmeye başladı. ‘Deminden beri kuyruk sallıyordun şimdi ne oldu?’ dedi ve bana bir tokat attı. O anda sesimi çıkarmadım. ‘Burada olmaz evine götür beni,’ dedim. Beyoğlu’nun arka sokaklarındaydık. Tenha bir yere geldiğimizde bıçağımı rastgele saplamaya başladım. İşte bu da hak ettiği sona ulaşmıştı,” dedi. Sonraki seanslarda da anlatmaya devam etti. İki kişiyi öldürmüştü sevdiğim kadın. Ve birçoğu ile de farklı şeyler yaşamıştı. Kimini yaralamıştı, kimini çırılçıplak sokak ortasında bırakmıştı ve daha neler neler. Bu olanlar inanılır gibi değildi. Ama Pınar katil değil. O bir karıncayı bile incitemez ki. Her şeyin sorumlusu Leyla. Her şey onun başının altından çıkıyordu. Ve Pınar Leyla’yı yok edebilecek tek kişiydi. Ben de bunun için elimden geleni yapacağım. Bu durum ömür boyu sürse de onu yalnız bırakmayacağım. Pınar 2 aydan fazla zamandır hastanede tedavi görüyor ve bir süre daha kalacak. İçinde yaşayan Leyla karakterinin yaptıkları Pınar’ın ruhunu çok derinden sarsmıştı. Leyla ve onun işlediği suçların cezasını çok ağır bir biçimde benim meleğim ödüyordu. Ama bunu birlikte başaracağız. Onu hiç bir zaman yalnız bırakmayacağım. Bu arada geçen hafta nişanlandık. Yüzüklerimizi de doktorumuz taktı. Hastaneden çıkar çıkmaz ilk işimiz evlenmek olacak. İyi günde ve kötü günde yan yana geçireceğiz ömrümüzün kalanını. Öykü: Funda BAYKUŞ
İllüstrasyon: Nihal AKKUŞ
fundabyks@gmail.com
104
Öykü Sinema
Karlar Düşer, Düşer Düşer Ağlarım. 2006 yılında çektiği Hatchet ile 80'ler korku filmlerine saygı duruşunda bulunan Adam Green çok daha zor bir işe kalkışarak Hitchcock gerilimlerinden alışık olduğumuz bir tarza yöneldiği Frozen ile tekrar arz-ı endam ediyor. Ve bu denemesi ile survival-horror olarak nitelenen ölümle burun buruna gelen insanların kurtulma çabasını konu alan filmler arasında en önemli işlerden birini ortaya çıkarıyor. Shawn Ashmore (kendisini X-Men'de buz adam olarak hatırlayabilirsiniz), Emma Bell ve Kevin Zegers'ın oyunculuğuna dayanan Frozen hafta sonları açık olan bir kayak pistinde başlayıp biten bir gerilim hikâyesi. Joe Lynch (Ashmore) ve Dan Walker(Zegers) iki iyi dosttur. Her zaman en tehlikeli pistlerden kayan bu ikili Parker O'Neil (Bell)'in Walker'ın sevgilisi olarak gruba dâhil olması ile onu da yanlarına alarak kayak merkezine giderler. Sabah O'Neil'in pek kaymayı becerememesinden normal pistte bir tur atarlar ama içlerindeki adrenalini boşaltamadıklarından gece pist kapanmadan önce daha zorlu bir parkuru denemek isterler. Şanssız üçlümüz teleferiğe bindikten sonra olaylar öyle bir şekilde gelişir ki bir anda kendilerini koca tesiste tek başlarına ve havada asılı kalmış bir şekilde bulurlar. Üç gencin bir teleferikten kurtulma çabasını anlatan Frozen 70'lere has tek mekânda geçen psikolojik
105
Sinema
gerilim filmlerini anımsatıyor. “Koca bir film teleferik üstünde nasıl geçer?” soruları film bittiğinde “keşke daha fazla sürseydi”ye dönüyor. Adam Green'in en başarılı işi olarak gördüğüm Frozen, doğal koşullar ile insan mücadelesini büyük bir gerilim ile vermeyi başaran bir hazine. Soğuk ısırığı, güneş yanığı, donma tehlikesinin yanına yanlış kararlar sonucu hasar alan eklemler ve aç bir kurt sürüsünü de ekleyerek gerilimi her geçen dakika arttırmayı başarıyor. Ayrıca Green’in ilk dakikadan itibaren sanki teleferik canlı bir varlıkmış gibi, ya da bir terslik çıkaracakmış gibi, sürekli ayrıntılı sahneler ile teleferiği gösterdiği bölümler gerilimi arttıran önemli bir nokta. Üçlünün aralarındaki diyaloglar ise öyle gerçekçi yazılmış ki, bu tarz bir örneğin bir daha kolay kolay bulunacağını sanmıyorum. Örnek vermem gerekirse O'Neil'in öleceğini düşündüğü anda köpeğinin aklına gelmesi ve hayvanın o yokken açlıktan ölebileceğini düşünmesi, ya da Joe'un o ümitsiz anlarda teleferiğe binmeden konuştuğu bir kızın telefonunu hafızasında tutma çabası gerçekçiliği artıran diyaloglar olarak göze batıyor. En kötü durum senaryosunu Green filme çok iyi adapte ediyor. Daha kötü ne olabilir dediğiniz an bir sürpriz ile karşılaşmanız olası.
106
Sinema
Ancak bu kadar övgüye rağmen film ne yazık ki gişede pek bir varlık gösteremedi. ABD box office'inde totalde 300.000 USD gibi bir rakama ulaşılmış. Ancak buna rağmen Türkiye'de gösterime girmiş olması ise mutluluk verici bir durum. Artık bu tarz farklı denemeleri de sinemada görme şansına sahip olabileceğimizi düşünüyorum. Zaten yılın başka bir tek mekân gerilim örneklerinden biri olan Rodrigo Cortés'in filmi Buried'ın da Türkiye'de vizyona girmesi bu düşüncemi destekler nitelikte. Gerilim filmlerinden ve özellikle Hitchcock’vari atmosferden hoşlanan izleyici için Frozen son 10 yılda çıkmış en önemli film diyebilirim. Kartepe'de, Uludağ'da teleferiğe bindiğinizde yanınızdaki ile girdiğiniz “Burada asılı kalsak ne olur?” muhabbetinize en kötü cevabı size sunarak katılıyor. Sanırım bir daha teleferiğe binme cesaretini kendimde bulamayacağım. Masis ÜŞENMEZ www.otekisinema.com
107
Öykü
Son Cadıyı Ben Kestim! Tuhaf bir olay yaşamak, bir yerden sonra insana o ilk anda hissettiği olağanüstülüğü, normalde olmayacak bir şeyin var olmasının getirdiği şaşkınlığı yaşatmıyor. Belki ilk anda bu hisle başı dönüyor, gerçek olup olmadığını, rüya görme ihtimalini, hayal görüp görmediğini kontrol ediyor sonra fantastiğin kollarına bırakıyor kendini, bir masalın içinde gezinmeye ya da hayatını efsanelerin demine bulaştırmaya. Sonra bir anda masal bitiyor. Masalı kabullenip, gerçek olarak bildikten sonra efsaneler ve olağanüstü şeyler güzelliğini yitiriyor, parlaklığı sönüyor. Belki bu yüzdendir ki, hayaletlerden korktuğu için onları inkâr edenler, o fantastik düşleri içlerinde solmadan tutabiliyorlar da, bizim gibi fantastiği yaşayanlar artık olağanüstü olağan hale gelince yeni ilham kaynakları gelene kadar normal insanlar gibi sıkılıyoruz. Yaşadığım şeyde böyle bir tını var işte. Bir dönem yaşadım ve gördüm ama fantastiği kabul edişten sonra sıradan, rutin bir anı haline geldi. Benim açımdan bir tuhaflık artık söz konusu değil ama ilk dinleyenler için nasıl bir etki yaratır bilemem. Zira yirmi birinci yüzyıl içerisinde, bir anlığına ortaçağ efsanelerinden birinin içine girip çıkmıştım. Gerçi ilk ve son maceram olarak, elde kılıç kampus civarında dolaşmaya başladığım dönemlerin başlangıcı ve bitişiydi. O yüzden anlatım tarzımı mazur görün, deli falan değilim sadece bu üslubu biraz fazla seviyorum o kadar. Üniversite yıllarındaydım. Şimdi bulunduğum bu tımarhanenin koğuşlarından birindeki ufak hücremin içinde pineklemekte olduğum bu gerçek ve sıkıcı zamanlardan çok önce, hayallerime en çok yaklaştığım ve ağırlıklı olarak günlerimin güzel kısımlarını hatırladığım dönemdi. Hepimizin hayallerine yakın olduğu, elinin altında yığınla öğrenci topluluğu ve ortam bulunduğu bir gerçeklikte, üniversitesiyle varlığını sürdürebilen bir sınır şehrindeydik. İlk yılımdı ve etrafımda akmakta olan bir dünya vardı ama ben günlerimi sahaflardan bulduğum Conan, Red Sonja, Kull gibi antik çağın kılıç savuran savaşçılarının maceralarıyla, kılıç ve büyü konseptli fantastik kurgu kitaplarıyla geçiriyordum. İçinde gaz savaş müzikleriyle dolu müzik çalarım ve bir şekilde yıllarımın birikimi sayesinde bir antikacıda bulup başucumda taşıdığım şövalye tipi kılıcım dışında hiçbir şeyim yoktu. Kalan zaman da her mühendislik öğrencisi gibi dersti. Üzerimde tişört üzeri süveterim, fazla kilolarımla elde denklemlere ve mukavemete meydan okuduğum zamanlardı. Fantastiğin kapılarıyla ilk karşılaşmamın olduğu o gün, kolumun altında defter ve bir iki çizgi romanla kampusun olduğu tepeyi tırmanıyordum. Sağımdan solumdan geçen insanlar, çimenlerde gitarla oturanlar ve günlük güneşlik bir atmosferin ortasında hayatımın rutini haline gelmiş derse gidiyordum. Etrafım dershane öğrencilerini gaza getirmeye yönelik reklâm dergilerinin kapaklarını süslemeye aday görüntülere sahne oluyordu. Yemekhanenin önünden geçerken, binanın ön kapısında sınıftan arkadaşlarımı gördüğüm zaman, yüzlerindeki muzip sırıtmalardan av peşinde olduklarını anlamam fazla geç olmamıştı. Yeni bir not bahanesiyle ama aslında biraz da onların göz güzelliği kaynaklarından yararlanmak adına yanlarına gitmiştim. Merhabalaştıktan ve yeni notlardan bahsettikten sonra can sıkıcı bir sessizlik tüm muhabbeti sonlandırmıştı. Ne yapıyorsunuz yollu birkaç cümleden sonra ağızlarından okulun tiyatro gruplarından birisinin toplantısına katılacaklarını, sahnenin onlara yeni ortamlara taşıma fırsatı yaratacaklarını almıştım. Derse gidebilirdim ama mukavemet yerine tiyatro sahnesinde kalabalık bir hatun kitlesine karşı sanat aşkımı gösterip becerilerimi sergileyebilmek daha cazip geldiğinden kalıp onlarla birlikte beklemeye karar vermiştim. Rakip sayısını arttırdığım için gözlerinde sinirli bir ifade vardı ama tip olarak ya da maddi durum
108
Öykü
109
Öykü
açısından pek iç açıcı biri olmadığımdan pek ciddiye aldıkları söylenemezlerdi. Onlarla birlikte yemekhanenin üst katlarına giden merdivenlerde çıkarken, bu yarı karanlık ve loş ortam bir anda beni yeniden hayaller âlemine sürüklemişti. O anlığına yukarıya neden çıktığımı unutarak, arkadaşlarımın gerisinden geliyorken gözümde beton duvarlar örme siyah taşlardan zindan duvarlarına dönüşmüştü. Tavanlardan zincirler ve iskeletler sarkıyor, sağdan soldan inleme ve çığlık sesleri geliyorken derinlerden de canavar gürültüleri duyuluyordu. Rüzgârın etkisiyle zincirler ve iskeletler hafiften sallanıyor, yosun ve küfle kaplı duvarların bazı yerlerine asılmış meşalelerin alevlerinden çıkan dumanla siyah isler duruyordu. Yerlerde bizden önce bu kuleye tırmanmış savaşçılardan kalma iskeletler, onların miğferlerinden, kalkanlarından, zırhlarından, mızraklarından, kılıçlarından kalma kalıntılar duruyor arada bir ayaklarımızın altında ya da farelerle dev çıyanların yürüyüşünde çıtırdıyordu. Biz bir kahramanlar grubuyduk. Yukarıda bizi bekleyen hazineler vardı. Ama o hazineyi koruyan bir şey vardı. Bizimkiler “iletişim kuramama” diyordu ama ben kesin bir ad bulamamıştım. Ayaklarımın altında yatan kadim savaşçılardan kalanlara bakarak yukarıda çok güçlü bir varlığın hazineleri koruduğunu anlamıştım. Ya koca bir ejderhaydı, ya da güçlü bir büyücü, belki de ruhlarla beslenen kanlı bir iblis. Çalışmanın yapılacağı kata geldiğimizde hayallerim hâlâ sürmekteydi. Uzun bir koridora denk gelmiştik, benim gözümde hazinelerin bulunduğu odanın olduğu yerdi. İlk kapıdan içeri girdiğimizde tiyatro çalışmalarının çoktan başlamış olduğunu, yönetmenin seçtiği kişilerin sahnede doğaçlama yapmakta olduklarını gördük. Hayallerim yine harekete geçmişti. Hazineler tam karşımızda duruyordu. Kimi iktisattan, kimi güzel sanatlardan, kimi edebiyattan, kimi kimyadan gelme, sarışınlardan, kumrallardan, esmerlerden müteşekkil bir müfreze oluşturmuş, her birinin güzelliği değme ozanlara türkü yaktırır güzellikte kızlar bizlere dönüp baktığında, hazinelerin onlar olduğunu çoktan idrak etmiştim. Arka sıralara geçip oturduğumuzda kimisi gülerek kimisi bir anlık jestle kimisi de garipseyerek bize bakıyordu. Savaş meydanımız tam karşımızdaydı. O sahnede yaptıklarımız, yapacaklarımız bize bu hazinelere giden yolu açacaktı ama şunu iyi biliyorduk ki hazineler aynı zamanda kendi kendilerinin bekçileriydi, kendi değerlerini bilerek gelen saldırıları kibirden oklarıyla defeden Amazonlardı. Onları alt etmeden yani bir savaşçı gibi önce kendi kibirlerini yenmeden onları elde edemezdik. Yönetmen bizleri sırayla göstererek sahneye çıkmamızı söyledi. Kılıçlarımız elde gladyatör arenalarına çıkar gibi, Amazonların aralarından geçip, kibirden oklarına “pardon” kalkanlarıyla karşılık vererek sahneye çıkıp kalabalığa döndük. Tek tek isimlerimizi ve bölümlerimizi söyledikten sonra, bizi girdiğimiz koridora çıkartan bir kulise gitmemizi söyledi. Orada bekleyecek ve ismimiz söylendikçe sahneye çıkarak doğaçlama bir karakteri canlandıracaktık. Her birimiz sahneye çıktık ve genelde kibirden oklara ve kahkahadan kılıçlara vurula vurula teker teker yerimize geçtik. Onlar acemiydi ama ben çizgi roman okurken kılıç savurmaya alışkın olduğumdan onlara göre deneyimli bir savaşçıydım. Conan’ın maceralarından bir pasajı canlandıracaktım onlara. Belki bu kibirden oklu Amazonları bu şekilde yenebilirdim. En son ben kalmıştım. Benden önceki son kişi sahneye çıkmış ve kibirden oklara karşı verdiği umutsuz mücadelesine başlamıştı. Ben orada, o ölümü bekleyen gladyatör dehlizlerini andıran ahşap duvarlı ufak kuliste beklerken ve yapacaklarımı aklımda tekrarlarken kulisin dışarıdaki koridora açılan kapısı açılmıştı. Hayatımda görüp görebileceğim en kudretli tılsımın etkisine girmiştim. Karşımda duran sırtına kadar uzanan siyah saçlı, orta boylu, açık tenli sıradan bir kızdı. Uzaktan görülse çok dikkat çekmeyecek tipte, sıradan giyimli biriydi. “Tiyatro çalışması burada mı?” diye sormuştu. Eğer o an ona çok dikkatli bakmasaydım başıma bunlar gelmeyecekti ama bir kere yazgı beni onun önüne sürüklemişti. Yüzüne
110
Öykü
baktığımda gördüğüm iki ahu göz zamanı durdurmaya yetmişti. O gözlere bakmasaydım bunların hiçbiri olmayacaktı ve ben yine hayatımı Conan tasvirlerine göre betimleyerek çizgi romanlarda huzur aramaya devam edecektim. Gerçi ne kadar karşı koyabilirdim ki? Sonuçta karşımdaki insan görünümlü varlık veya en azından bir zamanlar insan olan şey öte âlemlerden kopup gelmiş, bizim aklımızın alamayacağı dehşetlerin gerçekliğinden bizim dünyamıza gelmiş bir şeydi. Onu durdurabilir miydim? Size tarif etmeye kalksam söyleyebileceğim tek şey bir çift yeşil gözdür ama onun gözlerini, o yaşattıklarını tarif etmek imkânsız ötesi. Hani Divan şiirlerinde şair o gerçekte olmayan hayaldeki sevgiliyi zalim olarak tarif eder, bakışlarını yüreğini delen mızrak olarak betimler ya işte bu betimleme onun bakışları karşısında öyle sönük kalmaktadır ki! Gözlerinizin içine bakar, sizi sarıp sarmalar, ruhunuzun derinliklerini okur. Bakışlarının ayazında üşürdünüz eğer sağ kalsaydı ve tanık olsaydınız. O bakışların büyüsündendir ki sorusuna güçlükle cevap verebilmiştim. Kız bunun üzerine içeriye geçmişti. Tam etkisinden kurtulmuştum ki yönetmen adımı söyledi. Sahneye çıkıyordum ve onun karşısında olacaktım. Heyecanımı bastırmaya çalışarak sahneye çıktım. İnsanların bakmaları ve eski oyuncuların müstehzi bakışları etkilemiyordu beni. Zerre çekincem yoktu bu insanlara rezil olmaktan. O an dikkate aldığım ve düşündüğüm tek şey oydu. Kalabalığın içinde hemen fark etmiştim onu. Conan’ı canlandıracaktım ama aklım vazgeçmemi söylüyordu. Yapacağım canlandırma kılıçlarla ilgiliydi, Conan’ın gaz bir söylevini içeriyordu. Ama hayattan çıkardığım birkaç dersten biriydi ki kızlar ortaçağdan beridir kılıçla gezen erkeklerden etkilenmiyorlardı. Bilakis alay alma ve ciddiye almama eğilimleri vardı. Tahta kılıçlarımızı yenilgiler değil, kızların alaylı bakışları kırmıştı sonuçta. İçimdeki o ses yine kıza rezil olurum dürtüsüyle beni bu doğaçlamayı yapmaktan alıkoydu. Ben de onun yerine daha karikatürize bir şey yapmaya karar vermiştim. Belli belirsiz bir zamanda “Kızlar kendilerini güldüren erkeklerden hoşlanır” diye bir tespit duymuştum. Gerçek olma ihtimali olabilirdi, ortamda genellikle en espritüele karşı ilgi gösterdikleri olurdu. Bu düşünceyle sahnenin yan tarafındaki siyah perdenin yanına giderek altına girdim ve yaşlı büyücülerin siyah kapüşonu haline getirdim. Belimi epey bir kamburlaştırıp ihtiyar bilgin pozu verdim kendime. Bazı insanlar güldüler, o da gülüyordu. O coşkuyla düşündüğüm gibi ezbere bildiğim, her Conan macerasının başında geçen meşhur dizeleri okumaya başladım. Evet, bildiniz hani şu “Şunu bilin ki prensim”le başlayan satırlar. Yaşlı bir âlim gibi davranmaya çalışarak, o jest ve mimiklerle zenginleştirerek repliği okuduğumda bir hayli alkış almıştım. Yönetmen yaptığımın ne olduğunu sorduğunda birkaç kişi Conan’ın adını söylemişti. Ona bu giriş pasajının ne olduğunu açıklamaya çalışırken hâlâ çizgi roman okumamı ve ezberlememi ilginç bulduğunu söyledi. Ayrıca doğaçlamaların dram içerikli olmasını, komedi içerikli oyunlar hazırlamadıklarını bir dahaki sefere drama ağırlıklı bir doğaçlama yapmamı istedi. Birkaç isteksiz alkış eşliğinde yerime geçtiğimde gözüm onun üzerindeydi. Bana bakarken bir anlığına güldüğü gördüğümde, dünyanın en mutlu insanı o an için bendim. Yerime geçtiğimde de sahneden ziyade onun saçlarına bakıyordum. Bakmak ne kelime bir tabloda resmedilmişçesine seyrediyordum. Birkaç isim sonra onu da sahneye çağırmıştı yönetmen. Olanca narinliğiyle yerinden kalkarak sahneye yürüdüğünü gördüm. Sahneye çıktı. Adını söylediğinde saatler yeniden durmuştu. Adı neydi? Can verirken kendi tuhaf lisanında bir şeyler söylemişti, kulak tırmalayıcı bir sesi vardı anlayamamıştım. Ama insan suretindeyken Yaren ismini kullanıyordu. Adını söyledikten sonra doğaçlamasını canlandırmaya başladı. Dram içerikliydi. Ne söyledi, ne yaptı bilmiyorum o an dikkat etmedim zira dikkat ettiğim tek şey gözleriydi. Canlandırdığı anın durumuna göre büyüyüp küçülen gözleri. Bitirdiği zaman herkesle birlikte
111
Öykü
alkışlamıştım. Diğerleri oyunculuğuna hayrandı ben ise gözlerine. Belki de onun yaşadığı o çağlar, birden fazla surete bürünmesi, onu oyunculuk konusunda bu denli yetenekli kılmıştı kim bilir? Ama gözleri, o gözleri asıl maharetinin saklı olduğu o gözleri, asıl gücünü ondan alıyordu. Öyle ki oyundan sonra arkadaşlarla kantine oturup ortamdaki kızlardan bahis açıldığı zaman konu ona geldiğinde herkes onun gözlerini övmüştü. Kıskanmaya başlamıştım. Hem arkadaşlarımdan hem de orada bulunmuş herkesten kıskanmaya başlamıştım. Basit bir hoşlanma olmadığını anlamıştım. Âşık olmuştum. Kaldığı yurttan fakültesine kadar her bir şeyi öğrenmiş, dersten kaçıp kaçıp onun geçtiği yerlere, oturduğu cafelere gitmeye başlamıştım. Her şeyimi o belirliyordu artık. Beni arada görüyordu ve bana gülümsüyordu ya işte o zaman ki bu her gün tekrarlanıyordu kendimi ona bir adım daha yakınlaşmış hissediyordum. Dedim ya her şeyimi ona göre düzenliyordum. Ona rezil olmayayım diye fantastik film ve kitap afişlerimi, kitaplarımı ve canımdan çok sevdiğim kılıcımı bile yatağımın altına saklamıştım. Onların yerini sağdan soldan topladığım film ve tiyatro afişleri, tiyatro maskları, eski tiyatro davetiyeleri almıştı. Birkaç tanede sahaftan toplanma eski tiyatro kitapları ve metinleri. Geçtiği yollar, ders programı, en çok ziyaret ettiği arkadaşlarının evi kısaca hayatının tüm detayları aklımın ucundaydı. Platonik bir ilgiydi, açılmaya cesaretim yoktu ya bu çocuksu aşk bile beni ayakta tutmaya yetiyordu. Konuşmaya pek cesaret edemiyordum. Ta ki onun gerçek yüzünü keşfettiğim güne kadar. Bir gün yolda ilerliyordu, arkasındaydım, cafeye doğru gidiyorduk. Pek mesafe yoktu aramızda. Belli karşılaşmalar dışında fark etmiyordu zaten beni. O sırada yolun diğer tarafından bebek arabasıyla ilerleyen bir kadın geçiyordu. Bir anlığına kadına ve arabadaki bebeğine gözüm kaymıştı. Tekrar Yaren’e baktığımda daha önce görmediğim bir şey görmüştüm. Kadına doğru korkunç bir şekilde bakıyordu. Yüzündeki dehşeti ve öfkeyi, o güzel gözlerindeki kızgınlığı anlatamam. O ne korkutucu bakışlardı öyle? Sanki gözleri ateş gibi yanıyordu. İşte o ara oldu her şey. Birden bire arabanın alev aldığını gördüm! Bebek arabası cayır cayır yanıyordu! Kadının feryat figan ederek güç bela çocuğunu kurtarabildiğini ve arabadan uzaklaştığını gördüm. Bu tuhaflığa ilkin bir anlam veremedim. Sonra Yaren’in kadına baktığını gördüm bu kez. Yaren’le göz göze gelmiş kadın kurtardığı bebeğine sarılarak geri geri yürüyordu ardındaki duvara sürtünerek. İşte ondan sonra bir tuhaflık daha oldu. Yanan arabanın kadının üzerine doğru kendiliğinden yürüdüğünü gördüm! Hızla anneyle çocuğun üzerine ilerliyordu ki birden durdu. O an bir an için Yaren’le göz göze geldim. Bana bakıyordu. Yüzünde şaşkınlık ve korku dolu bir ifade vardı. Hızla oradan uzaklaşmıştı. Çok araştırdım bu konuyu. Metafizik bir şeydi ona emindim. Nazar konularına yöneldim, sonra cisimleri ateşe verebilme yetisini, tanıkları, olayları inceledim. Basit bir nazar vakası değildi. Arabanın hareketi için parapsikologlar beyin gücü teorisini öne sürüyorlardı. Peki, Yaren’in gözlerindeki o bakış neydi? Demek ki kasten yaptığı bir şeydi. Masum insanları hedef alıyordu belki de. Ortada bir kasıt vardır, metafizik bir olay vardı. Conan’ın meşhur bir sözü çınlıyordu aklımda: “Büyü kokusu alıyorum!” Karşımda bir büyücü vardı! Garip geliyordu ama uzun inceleme ve araştırmalarımın neticesinde bu sonuca varmıştım. Cesaretimi toplayarak onun sürekli takıldığı …… Cafe’ye gittim. Gittiğimde yalnız başına oturuyordu ve çevrede kimse yoktu. Tam istediğim gibiydi. Anında karşısına oturmam onu bir hayli şaşırtmıştı. Araba olayından bahsettiğimde hiçbir şey anlayamadığını, basit bir kaza olduğunu söyledi. Ben zorladıkça yüzünden telaş ve korku eseri olarak terlerin boşaldığını gördüm. Neden sonra tehdit eder gibi her şeyi bir kelimede itiraf etmişti. “Ben yaptım!” demişti ve eklemişti: “Büyücü ya da sihirbazlıktan çok öte bir şey bu. Cadıyım ben!” Ona neden arabayı yakmaya çalıştığını sorduğumda yine aynı ses tonuyla: “Sizlerin öldürdüğü yavrularımın intikamını alıyorum! Arada bir hoşuma gidiyor!” diye tıslamıştı. Hem kötüydü hem cadıydı. Conan çizgi romanlarından gelen bir bilgiyle kaç yaşında olduğunu sordum. “Olabildikçe yaşlı,” dedi. Tekrar ne kadar olduğunu sordum. “Zamanı dikkate alırım ama saymam. Yine de ben bu binaların dikilmesinden
112
Öykü
113
Öykü
ve sizlerin dilini konuşanların gelmesinden önce de vardım,” dedi. Atlantis dönemlerine mi gönderme vardı tam bilemedim. Ama sınıfının en zekilerinden biri olmasının nedeni bu olmalıydı. Bana: “Senin anlamana hiç şaşırmadım. Bu zamanda savaşçıları hâlâ okuduğuna göre!” dedi. Bir şey söyleyemedim. Sonra yine tehdit eder gibi konuştu: “İstersen herkese anlatabilirsin. Ama bir düşün bakalım. Benim gibi başarılı bir öğrenciye mi yoksa çizgi roman okuya okuya kafayı yemiş birine mi inanırlar?” Söylediklerinde haklıydı. Eğitim sistemi çizgi roman okuyan hayalperestlerden ziyade kendisini sorgusuz sualsiz kabullenen ineklerden yanaydı. Deli olarak anılmak vardı hatta biraz daha kastırsa bana tacizci bile dedirtebilirdi. Gözleri içime işliyordu. Son kez söyledikleri olmasa oradan kalkar gider ve bir daha karşısına çıkmazdım ama bir kere gururumu okşamıştı: “Sakın bir daha karşıma çıkayım deme! Senden önce kahramanlığa kalkışan çok kurbanım oldu!” dedi. Bu bir meydan okumaydı. Bir cadının bir kılıç taşıyana meydan okumasıydı. Zaten kafamda önceden beri bir yok etme planı oluşmuştu ama şimdi bu plan netleşmişti. Kılıcımla onun kafasını kesecek ve onun varlığını dünyadan kaldıracaktım. Bu onun bile ihtimal vermediği bir şeydi zira kılıç taşıyan ve büyücülere karşı savaşan savaşçılar, çoktan kadim çağlardan kalma efsanelere gömülmüştü. Ama birisi vardı, beni hesaba katmamıştı. Evime giderek yatağımın altına sakladığımı kılıcımı çıkardım. Kendimi savaşa gidiyor gibi hissediyordum. Evdeki ekmek bıçağıyla kılıcımı bilerken sanki kabilemin şamanları bana uğur getirmesi için savaş tanrılarına dua ediyorlardı. Kılıcımın yeterince keskinleştiğine kani olduğumda arkadaşımın gitarının kılıfına gizleyerek evden çıktım. Doğruca cafeye gittim. Biraz kalabalıktı mekân, bizim haricimizde bir beş altı kişi daha vardı ama hiç umurumda değildi. Bu işi bugün bitirecektim. Beni gördüğünde şaşırdı ama dikkat etmedi yeniden karşısındaki arkadaşına döndü. Hızla yanına giderken kılıcımı sakladığım kılıftan çıkarttığımda herkes bana bakıyordu. Bir macera filminin ağır çekim sahnesi gibiydi. Cadı beni görür görmez kafasını ejderha boynu gibi uzatmaya çalıştı, gözleri de kızıl kızıl yanıyordu. Bunu oradaki insanlarda görmüştü. Yüzyıllardır kendini korumamıştı. Kılıç ve büyücülük romanlarından etkilenen bir delinin, elinde kılıç bir gün karşısında çıkacağını hesaba katmamıştı. Şimdi değişime zorluyordu kendini ama ben öğrendiğim gibi bir nara patlattım ve iki elimle tuttuğum kılıcı cadının boynuna doğru savurdum. Başı koptu ve yer düştüğünde insan halini aldı. Sonuç? Bunları polise anlattığımda aşk cinayeti dediler. Şahitler? Deli damgası yememek için ağız birliğiyle beni deli çıkartıp, aşk cinayeti dediler. Ben? Tımarhanedeyim. Benim de hesaba katmadığım bir şey vardı. 21.Yüzyıl insanının kahramanlık anlayışı bir hayli değişmişti ve onun bunun kafasını uçuranlara pek hoş gözle bakmıyorlardı. O yüzden başta da dedim ya… İlk maceram, son maceram oldu. Bu dönemde serüvenler yaşamak gerçekten imkânsız. Yine de dışarıda olsam bile son cadıyı öldürdüğüm için ve artık pek ejderha, canavar falan da kalmadığından nasıl ikinci bir serüven yaşardım onu da bilmiyorum. Hem de kılıcım benden alınmışken! Öykü:Mehmet Berk YALTIRIK
İllüstrasyon:Derya BİRİNCİ
114
Çizgiroman
115
Çizgiroman
116
Öykü
Göz Annesi en çok onu severdi. Gözünün tamamlanması imkânsız eksikliği göğsüne taş gibi oturduğunda, kendine daima bunu hatırlatırdı. Güle’nin bir gözü doğuştan eksikti, ama onu bir göz farkı ile doğurmuş olan annesinin yüreğinde en büyük dilim onundu. Bir eksik göz, hayatta herkesten bir basamak altta durmasına neden olurdu. Çocukken yüzündeki yama acımasız alayların hedefi olmasına sebep olmuştu. Ergenlikte, eski dostu göz yamasını bir süreliğine bırakmış, kusurunu saçı ile örtmeyi denemişti. Eksik gözü, her beceriksiz öpücüğün sonunda terk edilmesine sebep olan iğrenç bir sürprize dönüşünce, göz yamasının bir organ gibi üzerinde durması gerektiğine emin oldu Güle. Ta ki Merih’i tanıyana dek… Doğrusu, yaşadığı en utanç verici olaylarda bile, gözünün eksikliğine Merih’in yanında durduğu anlardaki kadar çok üzülmemişti. Merih, Güle’nin gözüne taktığı yamayı kaldırıp altındaki utangaç, karanlık oyuğa baktığında tiksinmemişti, inanması güç bahaneler uydurup kaçıp gitmemişti. Yine de, sevgilisinin onu ne pahasına olursa olsun kabullenişi Güle’nin omuzlarını dik tutmaya yetmiyordu. Evlendiklerinde, bu yüzden gelinlik giymek istemedi. Kendine, başta kocası olmak üzere, güzel olan hiçbir şeyi yakıştıramadığı gibi, günden güne mutsuzluğa gömülerek yaşıyor, geceleri uyurken kocasının güzel yüzüne bitişik duran bir gözü eksik yüzünü düşündükçe sessizce ağlıyordu. Merih’in annesi, arkadaşları, hatta Güle’nin kendi arkadaşları bile arkalarından fısıldaşıyorlardı: "Tek gözü kör bu kızda ne buldu Merih?" Güle bu fısıltıları duyuyordu, dahası o da kendine tekrar ediyordu: Ne buldu bende Merih? Bu yakışıklı, iş güç sahibi, hayatında tek bir sorunu bile olmayan bu adam, ne buldu bende? En çok Güle’yi seven annesi, günlerce kızına dil döktü, ne kadar güzel olduğunu, küçük burnunun altındaki minik tombul dudaklarının, beyaz teninin, bal rengi sağlam gözünün, gözündeki yamayı ve hatta yamanın altındaki eksik gözünü unutturacak kadar güzel olduğunu defalarca anlattı. Annesi, Merih’i çok severdi. Güle Merih’le ilk çıktığında çok endişelenmişti biricik kızının kalbi kırılacak diye. Sonra oğlanı tanıdıkça, onun Güle’yi ne büyük bir içtenlikle sevdiğini görüp yok olmuştu kafasındaki bulutlar. Yatıp kalkıp Allah’a şükrediyordu kızına böyle bir koca layık gördüğü için. Her şey mutluydu görünürde, tek kusur Güle’nin kafasının içindeydi. Kocası ile insanların arasında dolaşırken utanıyordu o. Kendini ona layık görmüyordu, çölde açılmış bir deliğin içine kumların gömülmesi gibi, kendi içinde daha derinlere akıyor ve kayboluyordu mutluluğu. Sessiz, soluksuz, gölge gibi geziniyordu evin içinde, insan içine çıkmaktan kaçıyor, her geçen gün daha az konuşuyordu. Kaçıp gitmeyi bile düşündü, kim bilir, belki yapacaktı da, bir gün Merih’in kafasının içinde uyanmasaydı. *
*
*
Güle, Merih’in kafasının içinde uyandığında, serin bir rüzgârla hareketlenen saçları yüzünü kapatmıştı. Saçını yüzünden çekerken, alışkanlıkla elini uzatıp komodinin üzerinde olması gereken göz yamasını aradı, ama komodin yerine eline sadece boşluk geçince, yattığı yerde doğrulup şaşkınlıkla etrafına baktı. Renkli kumaşlarla kaplı uzun bir koridorda olduğunu fark ettiğinde paniğe kapıldı. Etrafta bir kapı, bir pencere arandı boşu boşuna, tek bir delik bile yoktu bu ıssız koridorda. Ayağa kalkıp yürümeye başladı, etrafına
117
Öykü
dikkatlice baktığında, duvarları saran tortop edilmiş kat kat kumaşların üzerinde kendi resimleri olduğunu fark etti. Dehşete kapılmış biçimde resimlere bakarak, el yordamı ile kumaşlara tutunarak yürüdü. Kaşık şeklinde bir duvarın karşısındaydı şimdi, altında mini minnacık bir tünel olan bu duvarın üzerinde “Merih Yeşil’in zihnine hoş geldiniz” yazıyordu. Güle’nin ağzı dili kurumuştu heyecandan. Bu ya korkunç bir şakaydı, ya da gerçekten Merih’in kafasının içindeydi. Sevgiyle, etrafı saran renkli kumaşa baktı, gülümseyen, meraklı, öfkeli, arsız, mutsuz, konuşan, şefkatli ifadeler taşıyan kendi yüzü ile kaplanmış duvarlara… “Keşke hep burada kalabilsem” diye düşündü: “Merih’in içinde! Herkesten, her gözden uzakta, sadece onun zihniyle baş başa!” Daha derinlere ilerlemek için tereddüt etmedi bile. Eğilip daracık tünelden sürünerek geçti. Devasa bir ağacın dibine ulaşmıştı, yüzlerce dalının ağırlığına dayanamayıp eğilen, pembe çiçekli bir ağaçtı bu. Soluk soluğa kalmıştı, ancak dikkatini topladığında, pembe çiçeklerin aslında birer el olduğunu fark etti. Ellerin her biri birer parça kâğıt tutuyordu. Kendisine en yakın olana uzanıp aldı, üzerine “12 Kasım 1985” tarihi atılmıştı, altında ise şöyle yazıyordu: “Mahalledeki çocuklarla kocaman bir taşı kaldırdık, ancak taş çok ağırdı ve herkes bırakıverdi. Taş ayağıma düştü, parmağım kanadı. Tetanos iğnesi oldum.” Güle bu notu okurken, kâğıdı aldığı el ona uzanmaya ve notu geri almaya çalışıyordu. Sanki ağacın gözleri vardı! Kâğıdı okumayı ve incelemeyi bitirene kadar dalı ve eli sabırla iteledi. Okumayı bitirince kâğıdı ele doğru uzattı ve el büyük
118
Öykü
bir açlıkla kâğıdını geri kaptı, sonra da hiçbir şey olmamış, bir saniye önce delice çırpınan kendisi değilmiş gibi, etrafı saran serin rüzgârda hülyalı hülyalı salınmaya devam etti. Karşı koyamadığı bir merakla, saatlerce Merih’in anılarını okudu. Babasından yediği tokadın acısını hissetti onunla, öğretmenden aldığı aferin’in gururunu yaşadı, evlendikleri gün ne kadar mutlu olduğunu okudu ağlayarak… Onun çektiği acıları, yaşadığı utançları, sevinçleri, pişmanlıkları, kimseye söylemediği, belki kendisinin bile unuttuğu sırlarını okudu. Merih’in anıları ile doymuştu, uyku ılık bir battaniye gibi sardı bedenini, gevşedi, karşı koymadı ve uykuya daldı. Uyku bu huzurlu hayalin içinde sığınabildiği tek gerçekti. Uyandığında ağacın köklerinden yükselen bir tepeye tırmanmaya başladı. Tepenin üstünde yüzlerce kuş vardı, kırmızı, beyaz, mavi, sarı, rengârenk, çılgıncasına hareketli, hepsi ayrı ayrı ama kararlı bir gövde gibi isyankâr uçuyordu kuşlar. Kuşların altında, yüksek bir figür gördü Güle, yanaştığında hayretle bunun kendi heykeli olduğunu anladı. Ettendi bu heykel, esintide salınan saçları gerçek saçlarıydı, elleri, dudakları, ayak tırnakları… Her şeyi ile Güle’ydi bu. Heykelin vücudunun her yerine mutlulukla şakıyan kuşlar dikilmişti, eksik gözünün içinden altın rengi bir kuş kafasını çıkarmış, bakıyordu. Altın Kuş, heykel Güle’nin Gözünden çıkıp gerçek Güle’nin ellerine kondu. Aceleyle, hovardaca şakıdıktan sonra uçmaya başladı, Güle de peşinden, diğer yamaca doğru koştu. Altın kuş, dans ederek uçuyor, Güle, ayaklarının nasıl olup da birbirine dolanmadan hareket ettiğine şaşarak koşuyordu. Koştu, koştu… Yorulmadan, acıkmadan, pes etmeden, of demeden, kuşun izini kaybetmemek için geçtiği yerlerde etrafa bakmadan, altın kuşun izinden gitti. Altın kuş, nihayet durdu, Güle hayal kırıklığı içerisinde, onun bir yaprağa dönüşüp süzüle süzüle yere inmesini seyretti. Eğilip bu altın rengi minik yaprağı avucunun içine aldı, sımsıcaktı, güzel kokusunu içine çekti. Kırmızı duvarların arasında varlığı yokluğu belirsiz, tahta bir kapıyı bulup, içeri girdi. Burası bir sınıftı, her yaş grubundan irili ufaklı insanlar oturuyordu sıralarda, hepsi heyecanla titreyerek parmaklarını havaya kaldırmışlardı, ancak her birinin ağzında, büyük siyah X şeklinde bantlar vardı. Beyaz saçlı, mavi gözlü yaşlı bir kadının ağzındaki bandı çıkardı Güle. Bir zamanlar çok güzel olduğu belli olan kadının kırışıklarla dolu yüzü zamanın okşamalarına direnememişti. Kadın, “Senin için çok endişeleniyor, artık hiç konuşmuyorsun onunla!” diye bağırdı Güle’ye. Kadını sesini duyan diğerleri, artık ayağa fırlamış, öğretmenine, “Beni kaldır,” demek isteyen öğrenciler gibi tek kolları havada, çırpınıyorlardı. Güle korkuyla bu odadan dışarı çıktı, nefes nefese kalmıştı. Kapıyı kapattıktan sonra 7 yaşlarında küçük bir kız çocuğu geçti yanından. Çocuğu tutmak, ona seslenmek istedi ancak hiçbir şey yapamadı, yanından geçen bu suret bir gölgeden farksızdı. Kız, onu fark etmemiş, ya da umursamıyor gibi eğleşiyordu. “Nerede olduğunun farkında değilsin sanırım?” diye sordu bir ses. Sesin sahibi, yirmili yaşların başında görünen, çilli bir kumraldı. Başını hafifçe yere eğip dramatik bir şekilde “Merih’in zihnindesin!” diye fısıldadı. “Ben Füsun, Merih’in üniversitedeki sevgilisiydim. Bu Cemile,” dedi ilerde oynamakta olan küçük kızı göstererek, “Merih’in ilk aşkı, sıra arkadaşı. Bir de Türkan var, bütün gün uyur. Lisede tutulduğu felsefe öğretmeniymiş. Merih’in benden başka kız arkadaşları da burada ama onlar hareket bile etmez, şu tepenin öbür yanında bir duvarda dururlar öylece. Grafiti gibi,” diyerek gülümsedi. Güle, şaşkındı. Merih, Füsunla 3 sene arkadaşlık ettikten sonra, anlaşamayıp ayrılmıştı, ama demek ki Füsun’un hayali, Merih’in zihninde geziniyordu! Füsun Güle’nin düşüncelerini okumuş gibi, neşesiz, konuştu: “Güle, ben gerçek değilim. Sadece bir anı artığıyım… Merih bir zamanlar her gün beni düşünürdü. Bu koridorlarda o kadar çok gezdim ki, sonunda burada böylece bir iz olarak kalmaya mahkûm oldum. Onun benim burada gezdiğimi bile fark ettiğini sanmıyorum, ancak gerçek hayatta beni görse, başının içindeki varlığımı fark eder, bir tedirginlik yaratırım herhalde. Umarım benimle gerçekten karşılaşmaz, yoksa ben de o duvardaki kıpırtısızlardan biri olurum. Hem sen, Merih’ten nasıl şüphe edebilirsin ki, Tepedeki
119
Öykü
120
Öykü
Heykelini görmedin mi? Orası Merih’in zihninin tam ortasıdır Güle. O kuşlar da Merih’in özgürlüğüdür. Ben buraya ilk geldiğimde, kuşlar beni öylesine gagalardı ki, onlardan kaçacak yer bulamazdım. Ne ağacın yanına yanaşabildim, ne de tepeye tırmanıp zihnin diğer uçsuz bucaksız bölgelerine göz atabildim. Sen çok şanslısın, keşke biri beni bu kadar çok sevseydi!” Güle’nin içi buruk bir mutlulukla dolmuştu. “Benim bir gözüm yok... Merih eninde sonunda beni terk edecek, biliyorum. İnsanların fısıltıları onun kulağına gidiyor... Karısının tek gözü kör diyorlar, sürekli konuşuyorlar arkamızdan. Annesi benden çocuk yapmasını bile istemiyor, biliyor musun? Bu işten birkaç senede sıkılır, benden boşanır diye bekliyor.” Eliyle heykelini gösterdi. “O heykel oradan inmez mi sanıyorsun? Kuşlar, bana bağlandıkları ipleri koparmazlar mı?” Ağlamaktan konuşmaya devam edemedi. Füsun gülümseyerek ona baktı. “Bu doğru değil Güle. O seni asla bırakmaz. Kendine boşuna eziyet ediyorsun! Şu tarafa gitme, orada Merih’in akrabalarına ait suretler var. Şu arka tarafta ise bir kurt var, bana saldırdığı için önünde durduğu mağaraya hiç giremedim. Ama sana saldırmaz herhalde? Yerinde olsam oraya gider şansımı denerdim,” diyerek muzipçe gülümsedi, sonra da eve gelince yavaşça sönen uçan balonlar gibi, dalgalanarak silinip gitti Füsun. Güle, tepeden uzaklaşmak için yürümeye devam etti. Elindeki altın rengi yaprağı okşuyor, gözyaşlarını onunla siliyordu. “Buradan hiç çıkmasam, keşke hep burada kalsam,” diye düşündü yeniden. Gözü, Füsun’un bahsettiği kurtla buluşana kadar, ağlayarak yürüdü. Kapkara kurt, Güle’nin ayaklarının dibine kadar yanaşıp bacaklarına süründü. Kurdun gece karanlığı gibi kara başını okşadı Güle. Korkunç görünüşlü hayvan sahibi gelmiş gibi uysallaşmıştı. Mağaranın önünde duruyordu, kurdu dışarıda bırakıp mağaranın içine ilerledi. Kurdun veda uluması duvarları döverek Güle’nin kulaklarını zorladı, ama o elleri ile kulaklarını kapatmadan yürümeye devam etti mağaranın sersemletici karanlığının içinde. Ne zaman ki ayağı taş yerine boşluğu yakaladı, hızla derinlere düşmekte olduğunu fark etti. Merih’in zihninde yok olup gitmenin korkusuyla bağırdı, bağırdı… Ama beklediği gibi sert bir zemine çarpmak yerine, yumuşacık pamukların arasına indi. Ayağa kalkmadan, sürüne sürüne, yuvarlana yuvarlana devam etti derinliklere doğru. Duvar olduğunu sandığı, aynalara benzeyen yükseltilerde, Merih’in yüzü beliriyor, “kimse” -“bu kadar” -“derinliklere”- “gelemedi” diyordu sürekli. Merih’in bu yabancı hecelemeleri Güle’nin içindeki hasreti tetikledi, “Eğer sonsuza dek burada kalırsam, Merih’i hiç göremem ki!” diye düşündü tekrar yanakları ıslanırken… Sanal bir Merih’in eşliğinde, artık düz bir koridora inmişti Güle. Duvarlarda Merih’le ikisi öpüşüyor, el ele yürüyor, evde oturuyor, sarılıyorlardı. “Güzel bir yere giriyorum,” diye düşündü Güle, koridorun sonunda, tüm beyazlığın içine iğreti bir nokta koymuş demir kapıyı araladığında. İçerde, üzerinde bir parça bez duran bir masa, masanın iki ucunda iki sandalye, sandalyelerin birinde ise hareketsiz bir Merih vardı. Merih’in yüzü, Güle’yi görmüyordu, bedeni kıpırtısızdı, bir vitrin mankeni gibi duruyordu sadece. Bezin dibindeki belli belirsiz şişkinliğin ne olduğunu merak etti güle. Elini uzatıp bezi kaldırdığında, bunun sağlam bir göz olduğunu gördü. Güle, gözü alıp yüzündeki boşluğa taktı, Merih’in karşısındaki boş sandalyeye oturdu. Merih, ellerini uzatıp Güle’nin ellerini tuttu. Demir kapı bir rahatlama sesi ile kapanırken, Güle mutluluğun çok ötesinde bir yerlerdeydi. “Annem ölünce, beni annemmiş gibi sever misin Merih?” diye fısıldadı Güle, kocasının gülümseyen yüzüne. Merih yüzüne yerleşen gülümsemenin eşliğinde, dudaklarını bile kımıldatmadan konuştu: “Evet…” *
*
121
*
Öykü
Merih, hipnozcuya korkuyla sordu: “Uyanacak mı?” Hiç merak etmeyin, dedi kadın. “Yarım saate kadar uyanacak. Uyandıktan sonra her şey ona rüya gibi gelecek ama inanın bana, eksik gözünü dert etmeyecek bundan böyle.” Yüzünde asılı, kocaman bir şefkat ifadesi ile Merih’in omzuna dokundu: “Mükemmel bir insansınız, Merih Bey. Karınızı, onun kendisini sevdiğinden bile çok seviyorsunuz, umarım her zaman mutlu olursunuz. Ben şimdi sözleştiğimiz gibi, gidiyorum. Eğer herhangi bir sorun çıkarsa, lütfen beni hemen arayın, size yardım etmekten memnuniyet duyarım. Hoşça kalın!” Merih, hipnotizma uzmanını yolculadıktan sonra, karısının başına dönüp onun küçük yüzünü okşadı. “Eğer dünyada sana bir göz yapmanın yolu olsaydı Güle, inan bunu yalnızca, kalbindeki eksiklik yok olsun diye yapardım sevgilim. Ben seni bir gözün olmadan sevmediğim, beğenmediğim için değil,” diye fısıldadı. Güle, bir süre sonra uyandığında, Sağlam gözünü iri iri açarak “Merih,” dedi. “Çok garip bir rüya gördüm!” “Söyle sevgilim,” dedi Merih, “ne gördün?” “Rüyamda senin zihninin içindeydim...” diye başladı. Tek gözüyle, kocasının gözlerinin içine bakarak devam etti anlatmaya. Merih’in bal rengi gözlerinde binlerce minik, altından yaprak yanıp sönüyordu. Nasıl da fark etmemişti daha önce? Hayret edilecek şeydi… Zihninin uçsuz bucaksız derinliğinde, altın renkli, minik bir kuş uçuyordu ve Güle, doğduğundan beri, hiç olmadığı kadar mutluydu.
Öykü:Ova Ceren İNCEKARAOĞLU
İllüstrasyon: Naz Ekin YILMAZ
122
Çizgiroman
123
Çizgiroman
124
Çizgiroman
125
Çizgiroman
126
Öykü
SİGORTACAN
Birinci ‘Ölü Keriz’ Vakası Neredesin şu anda canım? Haydi, hemen ara. Karım üç cevapsız aramanın ardından fırtına öncesi sakinliğinde munis bir mesaj yazmıştı. Maalesef artık onu geri aramam mümkün değildi. Acilen ciddi ve ölümcül bir işin üstesinden gelmem gerekiyordu. Bunu yapmak için çok az zamanım kalmıştı. Lüksemburg Bahçesi’nde Auguste Comte sokağına yakın olan ağaçlık yerdeyim. Upuzun ince gövdeli ağaçların yaprakları, yeşilin içinde gizli duran kırmızı, sarı, turuncu, kahverengi renkleri delicesine patlatarak dalları ve yerleri afili bir sonbahara boyamıştı. Bulutların arasından süzülen geç öğle üzeri ışığı bu renk cümbüşünü pastele indirgemek için boşuna çabalıyor. Renklerin nedeni olan demir ve oksijen atomları çok gayretli. Hava yağışlı olduğu için parkın özellikle bu bölümü tenhaydı. Otuz metre kadar önümde yaşlı bir çift yürüyor. Adımları yavaş ve temkinli. Az önce sabırsız ve hızlı adımlarla beni sollayan bir grup Alman turist upuzun yolun ufkunda iyice küçülmekte. Arkamdan gelen kahverengi anoraklı, gri kot pantolonlu, beyaz spor ayakkabılı adam bana iyice yaklaşmış durumda. Ayakkabılarının altında çıtırdayan minik taşların ve ezilen yaprakların sesini duyuyorum. Sağda ve solda oturmak için banklar var. Yazın burada iki tarafa kümelenmiş sandalyelerde yüzlerce insan oturur. Monica’yı burada tanıdım. 24 yıl önce. Orta Doğu Üniversitesi’ndeki ilk yılımı bitirmiştim. 19 yaşındaydım. Bir grup arkadaşla bir haftalığına Paris’e gelmiştik. İkinci günümüzdü. Arkadaşlarla Lüksemburg Sarayı’nın bahçesinde buluşacaktık. O sıralarda cep telefonları yoktu. Onları aramaktan ayaklarıma kara su inmişti. Neredeyse şimdi durduğum yerde soğuk bir şey içmek için oturmaktaydım. Monica ile tanıştık. Kumral saçlı, orta boylu, hoş bir kızdı. Kırmızı tişört, beyaz kot pantolon giymişti. Kendisine çok yakışan bir gülümsemesi vardı. Benden üç yaş büyüktü ve bunu söylemek için üç gün bekleyecekti. O gece kızın evinde kaldım. Hayatımdaki tam teşekküllü ilk seks deneyimimdi. Arkadaşlarıma acayip hava basmıştım. Onlar hâlâ bu işler için teorik alana sıkışık duran taktikler geliştirme peşindeydi. Banklardan birinin önünde durdum ve içimi çektim. Burasıydı. Monica bana damdan düşercesine, merhaba bile demeden Total Recall filmini görüp görmediğimi sormuştu. Çok beğenerek defalarca seyrettiğim bir filmdi. İlk kez seyrettiğimde on üç, on dört yaşındaydım. Aklımda Arnold Schwarzenegger’in pazıları, Sharon Stone’un memeleri ve Mars’ın kızıl kumu kalmıştı. Hikâyenin esprisine sonradan uyanmıştım. Ortaokulda öğrendiğim Fransızcamı zorlayarak kıza film hakkında bir şeyler söylemiştim. Neyse ki, hatunun İngilizcesi bayağı iyiydi. Ona filmin Türkçe isminin Gerçeğe Çağrı olduğunu söyleyince bunu beğendiğini söylemişti. Hemen hemen her filmi Fransızca dublajla izleyen biriydi ne de olsa. Bankın üstündeki ıslaklığa aldırmadan oturdum. Kaba etlerime değen serin ıslaklık kurumadan algım sonlanacaktı zaten. İki metre ötedeki kahverengi anoraklı adama baktım. Yakınımızda kimsecikler yoktu. Tam yeri ve zamanıydı. Kısa siyah saçlı adam Twilight filmindeki polis şefi Charlie Swan’ı canlandıran aktöre benziyordu. Aynı aktör öldür.com’da da oynamıştı. Firmanın bütün bu ayrıntıları planladığını sanmıyordum. Bunlar bu hayattan giderayak kaderimin bana göz kırpmasıydı.
127
Öykü
128
Öykü
“Hazır mısın?” Adam bunu İngilizce sormuştu. Aksanından bu ülkenin yerlisi olduğunu tahmin ettim. Başımla olumladım. Anorağının fermuarını indirdi. Koltuk altı kılıfından susturuculu bir tabanca çıkarıp bana doğrulttu. Tam o sırada telefonum çalmaya başladı. Karım Leman’dı mutlaka. Zamansız arama rekoru kırmaktaydı bilmeden. “Konuşacak mısın?” “Hayır.” Kalbime saplanan iki kurşunun itmesiyle sertçe arkama yaslandım ve sağ yanıma yığılıverdim. Göğüs kafesimde bir şeyler tamir edilmez şekilde parçalanmıştı, ama hissettiğim acı beklediğimden azdı. Adam kıç cebimden cüzdanımı aldı ve gitti. Böylece soygun amaçlı cinayet senaryosu kusursuzca tedavüle girivermişti. Artık usulca ölebilirdim. *
*
*
‘Dead Peasant’ Policies: The Next Big Thing in Insurance Litigation Does your boss want you dead? Are ‘Dead Peasant’ Life Insurance Policies Fair? ‘Dead Peasant’ terimini duydunuz mu daha önce? Ben bahsini ilk kez Michael Moore’un Kapitalizm: Bir Aşk Hikâyesi, Capitalism: A Love Story adlı dokümanter filminde duymuştum. 2010’da. Bank of America, Citibank, P&G, Hersley, American Express, Nestle, Ameritech ve daha bir sürü firma çalışanlarına hayat sigortası yaptırıyor. Bu kimselerden biri ölürse şirket parayı cebe atıyor. Bazı özel durumlar hariç ölenin ailesine bir kuruş koklatmıyor. Birçok vakada sigortalanan kimse bunu bilmiyor zaten. Ben de bir ‘Dead Peasant’im. Peasent’i Türkçeye bu bağlamda köylü değil de budala ya da andaval diye çevirmek hiç de abartma olmuyor. ‘Ölü Keriz’ terimi bence daha da uygun. Bundan altı ay kadar önceydi. Bir Pazar günü öğleden sonrası İstanbul’un tanınmış alışveriş merkezlerinden birinde öylesine gezinmekteydim. Karımla üçte buluşacaktık. Lise arkadaşlarıyla beraberdi. Tam üçe iki kala içeri girdiğimde gelen telefon mesajıyla bir saat kadar gecikeceğini bildirmişti. On dakika sonra yanıma biri yaklaştı. Uzun boylu, kısa kır saçlı, ince yüzlü, yakışıklı denebilecek bir adamdı. Benim yaşlarımdaydı. Adı Selim’di. Benimle acilen çok önemli bir konuyu konuşmak istediğini söyledi. Nazik ve görgülü hallerinde gücünü beynelmilel müesses nizamdan alan otoriter bir ışıma vardı. Kalbimin ısısını düşürmüştü ansızın. Hayra yorabilecek bir şey duymam imkânsız, diye düşünmüştüm. Öyleydi. Adam çok kısa ve öz bir şekilde durumu izah ettiğinde bende hoşafın yağı kesilmişti. Ben çoktan ölmüştüm de haberim yoktu. Sekiz yıldır dünya çapında sofistike elektronik aparatlar üreten ve kiralayan Ferno Collborat firmasının İstanbul şubesinde 2615 lira maaşla çalışan sıradan bir endüstri mühendisiydim. Bir önceki işçi çıkarımından kıl payıyla sıyırmıştım. Şirketin bir sonraki adam eksiltme etkinliğinde listenin en başlarında yer almam mukadderdi yani. Esas ismimi bilmiyorum, Selim Tuzcu bana ‘Dead Peasant’ olduğumu açıkladı ve şirketimin yedi yıl
129
Öykü
önce benim için bir hayat sigortası yaptırdığını söyledi. Eğer ölürsem Ferno Collborat bir buçuk milyon dolar tazminat alacaktı. Karıma bundan düşecek pay ise 0 Dolar’dı. Ben bunlar dünyada sadece Amerika’da oluyor sanmaktaydım. Apışıp kalmıştım, ama bu şaşkınlık rauntlarının ilkiydi daha. Şirket benim bir iki yıl içinde ölme şansımın yüzde 76,5 olduğunu düşünmekteydi. Çünkü kafatasımın içinde bomba taşımaktaydım. Babam altı yıl önce kalpten öldü. Ansızın. Minibüsle Kadıköy’den Üsküdar’a giderken. Üç yıl önce beyin ameliyatı geçirmişti. Tümörler alınmıştı, ama sorunları devam etmekteydi. Ağabeyim şu anda kırk altı yaşında. Bir yıl önce o da bir beyin ameliyatı geçirdi. Beyninden yumurta büyüklüğünde iki adet tümör alındı. Beyin tümörü bir çeşit aile mirasıydı yani. Babam kalpten ölmese belki de ikinci ameliyatı geçirecekti. Sol yanında hafif bir felç hali vardı. Korkunç baş ağrıları çekiyordu. Bulantı ve kusma nöbetleri geliyor gidiyordu. Bazı kelimeleri bozuk telaffuz ediyordu. Ağabeyim de çok iyi durumda değildi. Zaman zaman aşırı yorgunluk, baş ağrısı ve alet edevat kullanımında beceriksizlik halleri yaşıyordu. Canının kıl payıyla kurtulduğu bir kaza sonrasında araba kullanmayı bırakmıştı örneğin. Selim Tuzcu şirketin bana hayat sigortası yaptırmasında bu genetik belanın başrolü oynadığını söylemişti. Dahası ellerinde yıllar önce çekilmiş bir beyin tomografim vardı. Ferno Collborat’da işe başladığım ilk ayda geçirdiğim bir iş kazasında başıma küçük vinçle taşınan bir kasa çarpmıştı. Kafamdaki kaskın darbeyi çok yumuşatmasına rağmen yarım saat kadar baygın kalmıştım. Kabahatin bir kısmı bendeydi. Dalgınlık nedeniyle vincin kolunu görmemiştim. Hastanede o gün çekilen beyin tomografimde beyin kanaması saptanmamıştı, ama minik bir şeylerin belirtisi vardı. Kimse bana onlardan söz etmemişti. Sigortalanmamın nedeni olmuştu. Herhalde işten atılmamamın da.
130
Öykü
Selim Tuzcu’nun önerisi bir diğer kâbustu, ama ehveni şer olması nedeniyle hemen kabul ettim. Biz konuşurken Leman telefon etti ve sohbetin giderek tatlandığını daha uzun kalmak istediğini söyledi. Yalandan biraz bozulmuş gibi yapıp kabul ettim. Selim Tuzcu’yla konunun en can alıcı noktasına varmıştık. Bu kadar isabetli bir arayış olamazdı. Can alıcı nokta basitti. Ferno Collborat’ta çalışırken ölürsem karım ayna tarak ortada kalacaktı. Kendisi son kriz nedeniyle reklâm sektöründeki işini kaybettikten sonra bulduğu hiçbir işte dikiş tutturamamıştı. Bu felaket olurdu. Ama bir başka firmaya geçer ve oradayken nalları dikersem karım ölüm tazminatımın yarısını alabilirdi. O firmaya geçebilmem için iki sertifika gerekiyordu. İkisi de mekanik, elektrik, elektronik ve optik, yani mekatronik alanıyla ilgiliydi. İşin yanı sıra aylarca akşamları saatlerce ders çalışarak o iki sertifikayı almayı başardım. Sonra gizemli dostumun yardımıyla çok uluslu bir madencilik şirketi olan Metalconx firmasında iş buldum. Referanslarım çok iyiydi. Sertifika derecem yüksekti. Yeni maaşım 2717 liraydı. Karım yüz lira fark için bu kadar gayret göstermemi bir türlü anlamıyordu. Firma, Beylik Düzü’nde olduğu için Kadıköy’den İstanbul’un Avrupa yakasına taşınmamız da işin çabasıydı. Kızım okul arkadaşlarını, karım komşuları kaybetmekten yakınmaktaydı. Ona durumu açıkça izah edemezdim. Bu firmada geleceğimizin daha parlak olacağına inandırabilmek için çok dil döktüm. Taşınmanın tek avantajı Leman’ın annesine ve kız kardeşine iyice yakınlaşmış olmasıydı. Bu hal yumuşatıcı bir etken oldu. Altı yaşındaki kızımız Nalân yeni okulunu hızla benimsedi ve sular yine durgun akmaya başladı. Dört yıl sonra artık bütün dünyada ‘Dead Peasant’ davaları açılmaktaydı. Halk bu işin dolandırıcılık olduğuna inanmaya başlamıştı. Tepkiler çok şiddetliydi. O günlerde Selim Bey’le buluştuk. Büyük ve köklü firmaların bu sansasyona bir süre dayanabileceğini, ama Metalconx’un ciddi bir şekilde mevcut hayat sigortalarını iptal etmeyi düşündüğünü söyledi. Sigorta şirketinden ödediği primlerin yüzde altmış ikisini geri alacak ve bu işi sonlandıracaktı. Bu arada bir buçuk yıl önce ağabeyim ölmüştü. Bende de açıkça gerilemeler başlamıştı. Bazen en iyi bilinen bir kelimeyi yazmak için dakikalarca düşünmekteydim. Baş ağrısı nöbetlerim sıklaşmaya başlamıştı. Sol elimi istediğim gibi kullanamıyordum bir süredir. Çok yakında yolcuydum yani. Daha da kötüsü şirket şimdilik pek göze çarpmayan yetersizliğim nedeniyle yakında beni işten çıkartabilirdi. Selim Tuzcu durumumun vahametini çok iyi anlıyordu. Bana yapılabilecek tek şeyden söz etti. Bunun için ona zerre kadar kızgın değilim. Son haftalarda her gün Allaha canımı alması için yalvarmaktaydım. İntihar edemezdim. Tazminat yatardı. Bunu yapacak cesaretim de yoktu zaten. Karım hâlâ geçici işler bulmaktaydı. Kızım on bir yaşındaydı, maaşım 3040 lira olmuştu ve bu halimizle bile geçim zorluğu çekiyorduk. Hiç gelirleri olmazsa ne yaparlardı? Adamın teklifini gözüm kapalı kabul ettim. Ayarlama ve plan masrafları tutarı 100.000, icracıya 50.000 olmak üzere, toplam 150.000 Dolar’lık masraf için bir borç senedi imzaladım. Ben ölünce karım 782.920, 25 Dolar tazminat alacaktı. Sigorta poliçem noterden tasdikli bir belgeydi. Altında karımın imzası da vardı. Borcum çıkınca kalan miktar bile çok iyi paraydı. Leman tutumlu bir kadındı. Kız kardeşi de doğuştan tüccar bir tipti. Kendilerini kurtarırlardı. Selim Tuzcu son aşamaya Türkiye dışında geçilmesi taraftarıydı. ‘Dead Peasant’ davalarının Türkiye’deki ekoları nedeniyle yerli paparaziler de teyakkuzdaydı. Adres değişikliği şarttı. Paris’i ve Lüksemburg Bahçesi’ni ben seçtim. Karıma Monica’dan söz ettim. On yıl önce falan olmalı. Unutmuştur belki de. Paris’e çok ucuz bir bilet
131
Öykü
bulduğumu söylediğimden beri hiç o kızın lafını etmedi. Şu anda Monica’nın neredeyse elli yaşında olması da bir etken olabilir tabii. Kendisi otuzların ortasını daha yeni solladı. Bu sabah uzun uzun teyzesinde misafir olan kızımla konuştum. Yoğun çalışmadan artan zamanda ona iyi baba olmak için elimden geleni yapmıştım. Üç yaşındayken sözlü bir kontrat yapmıştık. Ona geceleri yatarken öykü okuyacak ya da anlatacaktım. Ta ki 1001 adet olana dek. Bu borcumu en az iki katı olarak başarıyla ödemiştim. Tekrar yapmak serbestti haliyle. Kızımın geçen yıl gitardan çıkardığı ilk melodiyi duyduğum anı düşünürken bir ara gözlerim doldu. Leman görse şüphelenirdi belki. Neyse ki, gece içilen şarap ve diğer sıvıların bakiyesini teslim etmekle meşgul olduğundan odada değildi. Karımla kafayı iyice bir tütsüledikten sonra bir güzel sevişmiştik. Son ayların en iyi birleşmesiydi. Beni böyle hatırlayacağını düşünmek züğürt tesellisi olsa bile hoş. Otelden çıkarken cüzdanımda taşıdığım kızım ve karımın fotoğraflarını usulca bavulumun içine koydum ve Leman’a, Sorbon Oteli’nde, Hamdi adlı eski bir arkadaşımla buluşacağımı söyledim. Gerçekten de bu adda bir arkadaşım vardı Paris’te. Üç yıldır Kanarya Adaları’nda bir otel çalıştırmaktaydı. Saat altı civarında otele dönünce bir restorana gidip yemek yiyecektik. Leman benim yokluğumda Picasso Müzesi’ne gitmek istediğini söylemişti. Kübizm kadının sezgilerinin çıkarsama yapmasını engelleyememişti demek ki. Arka arkaya araması bundandı sanırım. Ne kadar doğal davranmağa çalışsam da hallerimde bir başkalık olduğunu fark etmemesi imkânsızdı. Sorbon Oteli ile Lüksemburg Bahçesi birbirine çok yakındı. Cesedim orada bulununca ne düşünecekti acaba? Monica’yı hatırlayacak mıydı? Garip hallerimi ve fotoğrafları arkada bırakmamı neye yoracaktı? 150.000 Dolar’lık borç hakkında ne düşünecekti. Sorular neye yarar artık öyle değil mi? *
*
*
“Demek o filme Gerçeğe Çağrı adını verdiniz?” Biraz hayretle önce Monica’nın yüzüne, sonra da ellerime baktım. Derim gepgergin ve sıhhatliydi. İkimiz de ilk karşılaştığımız yaştaydık. Yer de aynıydı. Çevremizde katilim de dâhil hiç kimsecikler yoktu. Yaz değildi. Sonbahardı hâlâ. Yaprakların yarattığı renk cümbüşü sahneyi esir almıştı. Kızın üzerinde beyaz pantolon ve kırmızı tişört vardı. Çeyrek yüzyıl öncesinden gelen güçlü bir cereyandı. “Dilini mi yuttun?” “Biraz, şey yani...” “Ne?” Az kalsın, yanında ayna var mı, diye soracaktım ama elleri boştu. Bu hatta ne kadar kalabileceğimizi bilmiyordum. Yüzümü görmek istiyordum. Yıllardır ölüme yakın durmaktan edindiğim saplantılardan biri buydu. Ölmeden önce mümkün olabilecek en genç halimi bu gözümle görmek. “Tuhaf.” “Gel yürüyelim şöyle.” Eli biraz terli ve serindi. Avucumu sımsıkı kavramıştı. Monica ile Paris dönüşünden sonra haberleşmek için yaptığımız yegâne eylem birer kart yollamaktan ibaret kalmıştı. Benimkinde ‘Birlikte geçirdiğimiz o unutulmaz anlar, başımı döndüren güzel gözlerin’ cinsinden laflar vardı. Bir Fransızca öğretmenine yazdırmıştım. Onunkinde ise iki kelime. ‘Paris’ten sevgilerle.’ Çok istememe rağmen ikinci bir deneme yapmamıştım. Paris’te doldurduğum moral gazıyla kendime yerli malı bir sevgili bulmama birkaç haftacık kalmıştı ayrıca.
132
Öykü
133
Öykü
“Burada... Sen... Sen ne yapıyorsun şu anda?” Monica yüzüme bu da sorulur mu ya şeklinde bakınca ayıktım. Zaman dardı. Bir şey olacaktı. “Yüzlerden birini seç” “Ne?” “Yüzlerden birini seç.” Bildiği ama hatırlamadığı şeyi soran birinin çaresizliğiyle kıza bakarken çevremiz kendini yeniden uyarladı. İlk hissettiğim şey ısıydı. Sonra sesler doluştu kulağıma. Sonra da bahçenin yaz kalabalığıyla kuşatıldım. Yapraklar dallarındaydı yine. Yemyeşildi. Sağ elim boşalmıştı bu arada. Monica işini bitirince sanalı savmıştı galiba. Kalbim gümbür gümbür atarak ne olduğunu anlamaya çalışırken birden bir yüz gördüm. Uzun kestane rengi saçlı orta boylu bir kız neşeli neşeli arkadaşlarına bir şeyler anlatıyordu. Kızım Nalân’dı. 18, 19 yaşlarında falandı. Camgöbeği bir tişört ve krem rengi pantolon vardı üzerinde. Beş metre kadar önümdeydi. Güzel, canlı, harika bir genç kız olmuştu. Leman’ın bir üst modeliydi. Yanında iki kız arkadaşı vardı. Tam ona doğru seğirteceğim sırada sağ yanımda Monica’nın durduğunu fark ettim. “Gördün.” “Ama...” “Gördün.” Kızın eli tekrar sağ elimi kavrayınca ona uydum. İnsan öbeğini terk ettik. Ara sıra geriye bakarak yürüyordum. Rahmetli babamın, ağabeyimin ve benim gözlerimi taşıyan kıza bakmaya doyamıyordum. “Seni gitti sanmıştım.” “Senden önce. Çok önce hem de.” Nasıl diye soracaktım vazgeçtim. Arkaya bakmaktan da öyle. Nalân’ı büyümüş ve serpilmiş görmek muazzam bir şeydi. İnsana kendi yüzünü unutturan bir enerjiydi. Az sonra yerdeki rengârenk yaprakları görünce Monica ile ayrılmak üzere olduğumuzu hissettim. Tek hissim buydu. Ne serinlik, ne yağış kalmıştı. Ne gam, ne de keder mevcuttu. Fikir ufkum bomboştu. Öykü: Sadık YEMNİ
İllüstrasyon: Mehmet Kaan SEVİNÇ
134
Çizgiroman
135
Öykü
Karbon Sigaradan son bir nefes çekip parmak uçlarıyla hafifçe ezerek yere fırlattı. Şakır şakır yağan yağmurun oluşturduğu gölcüklerden birinde usulca "fıs" edip söndü kızıl kor... Londra'nın yağmurları daima ona naif bir yumuşaklık hissi verirdi. Sanki yüzünü okşayan eller ve gözyaşları... Eski bir terk edişin yadigârı hisler, her yolculuğunda uyanırdı. Dudağını büküp yürümeye devam etti. Gribal enfeksiyonu baş göstermişti, burnunu hafifçe mendiline sildikten sonra kenardaki çöp kutularından birine fırlattı; tam isabet!
Köşe başını da dönünce kısa yolculuğu bir süreliğine son bulacaktı, tam köşeyi dönerken hızlıca gelen bir adamla çarpıştı. Adamın şemsiyesinin sapı burnuna çarpınca gözleri yaşarmıştı. Acıyla küçük bir çığlık attı, karşısındaki adam yağmurluğunun başlığını hızlıca geri atıp telaşla bir şeyi olup olmadığını sordu... Yoktu, ama burnu kanıyordu biraz. Adam mendilini uzattı ve özür dileyerek kanları hafifçe sildi... Sonra mahcupça başını öne eğip, başka kaza yapmamak için de yavaşlayarak, caddede yürümeye devam etti. Bir yandan da aklındakileri tekrarlıyordu, konuşmasını uçakta da Türkiye'de de, Londra'ya inince de aklından belki bir trilyon kez tekrarlamıştı ancak hep unutacakmış gibi geliyordu. Notlarının olduğu çantayı hafifçe salladı, çantanın baldırına çarpmasıyla gerçek olduğuna kanaat getirdi. Derin bir nefes alıp son birkaç sokağı geçip kongre salonuna geldi. Gülümseyerek kapıdaki görevliye başıyla selam verip içeri girdi... Büyük bir curcuna hali onu karşılayınca önce gözlükleri buğulandığı için duraksayıp gözlüklerini sildi. İçeride bir karnaval havası vardı, tavus kuşundan bozma tüylü kostümlerde kızlar ellerinde kokteyl tepsileriyle havada uçarcasına süzülerek konuklara her daim gülümsüyor ve tepsileri uzatıyordu. Erkek garsonlar da kanepe tepsileriyle şık kıyafetler eşliğinde sunum yapıyordu. Her yaştan profesörün oluşturduğu homurtuya öğrencileri şahit olsa ne düşünürdü diye düşünürdü bu tabloyla her karşılaştığında. Bir yeşil kokteyl alıp kalabalığa karıştı. Bu gecenin yıldızı oydu. Her lafa girdiği grupta saygıyla ve büyük bir sükûnetle karşılaştı... Konuşmasından önce ağzından laf almaya çalışanlarıysa zafer kazanmış mağrur bir komutan edasıyla kibarca geri çevirdi... Ve gecenin sonu yaklaştığında artık homurtular dinmiş, yerini bekleyişe bırakmıştı. Onunla birlikte konuşma yapacak olan beş kişi de kimin önce çıkacağına dair tartışırken susup yeşil kokteyllerden bir tane daha aldı. Dudakları kuruyor, damağı yapış yapış oluyordu ama
136
Öykü
her berbat şey gibi bir albenisi vardı. Dudaklarının arasına kadehin ağzını götürüp yeşil sıvının boğazından geçerken yarattığı sürtünmeyi duyumsadı. Rahatlatıcı değildi ama kesinlikle bir uyarıcı etki yapıyordu. Yol yorgunluğundan eser kalmamıştı... Altıncı olarak sahneye çıkacağını söylediklerinde verdiği tek tepki, içseldi. Daha kaç tane kokteyl içebileceğini düşünmeye başlamıştı. Elini kaldırırken bu delice deneyin neticesini merak ediyordu... En sonunda konuşma sırası geldiğinde yüzünde engelleyemediği bir gülümseme ile kürsüye çıkmıştı. Boğazını temizleyip merakla ve biraz da diğer beş konuşmadan sıkılmış bir şekilde yüzüne bakan kalabalığı süzdü. Gözlüğünün üstünden kalabalığa bakarken önündeki kâğıtları da sessizce karıştırmaya başladı. Mikrofona doğru burnuyla usulca nefes alıp verip sesin de çalıştığını onaylattıktan sonra gülümsemesini bastıramayarak - sonradan katılımcıların "şeytani" olarak niteleyeceği bir gülümsemeydi bu esasında ve yeşil kokteylin bundaki payı, adamın sandığından da azdı "Hepinize beni dinlemek için sabrettiğiniz için teşekkür ederim!" diye gürleyerek konuşmaya başladı. "Bugün burada, diğer konukları tenzih ederim, matematikte keşfettiğim yeni formül için toplanmış bulunuyoruz..." Ve alkışların dinmesini beklerken burnunun hâlâ sızladığını hissetti, ah o şemsiye... *
*
*
Uçaktaki koltuğa başını koyup ona yastık getirdiği için teşekkür ettiği hostes arkasını dönünce bacaklarını süzdü baştan aşağı. "Huh..." diye homurdandı... Yıllardır sürekli gelip gittiği konferanslara uzun
137
Öykü
zamandır ilk defa konuşmacı olarak değil, dinleyici olarak çağrılıyordu... Yirmi dört yıl önceki ilk konferansı hatırlayınca gülümsedi. Yıllar geçmişti üstünden, hatırlamak zordu ancak güzel hatıralar da çivi izi gibiydi... Er geç çıkıveriyordu bir yerlerden... Gülümseyerek dizüstü bilgisayarını açıp kongre ajandasını açtı... Gene, klasik olarak, altı konuk vardı. Altı yılda bir yapılan bu ‘gizli-bilim’ kongresi; dünyanın dört bir yanından konuklar çağrıldığı, hem tanışma-takdim hem de bilim adamlarının kendi tezlerini tanıtması olarak nitelendirilebilirdi. Hindistanlı bir profesör nitrojenle çalışan kahve makinesini tanıtacaktı, "Geç..." diye mırıldandı. Fasulyeden çağrılan bir bilgiç daha! Meksikalı bir doçent de fizik formülleriyle ilgili yaptığı geliştirmeyi anlatacaktı... Yorum yapmadı bu duruma. Beklemek en iyisiydi. Listenin sonunda bir Türk görünce gözleri parladı. Bu kongreye çağrılan tek Türk ve en genç bilimci kendisiydi. Ve bu çağrılan çocuk, onun ilk çağrıldığı yaşından tam dört yaş küçüktü. Aradan geçen yılları düşünürken gözlerini kapadı. Kongre dönüşü, dört ayrı üniversiteden fahri doktora alıp ününe ün katmıştı. Her altı senede bir yeniden çağrılıp başka formüller paylaşmıştı. Asıl projeyi ise sürekli arka planda yürütmüştü... Formülleri birleştirip yer çekimini sıfırlama derdindeydi, öyle bir dönem geçirmişti ki artık çıldırma noktasına gelmiş ve projesine ara vermek zorunda kalmıştı. ‘Kaybettiği’ o beş yıl olmasa şimdi hem proje bitmiş olacaktı hem de dinleyici olarak değil, konuşmacı olarak çağrılacaktı... Yumruğunu usulca sıkıp bıraktı. Tekrar bilgisayardaki belgeye baktı... Çocuğun ne hakkında konuşma yapacağı belirtilmemişti... Dudakları kıvrıldı. Bu çocuk fasondu. Fason olmalıydı... Pabucu dama atılamazdı, hayır. Buna izin vermezdi... Gözlerini kıstı, yazıyı kapatıp kendi çalışmalarını açtı... Yılların birikimi, sekiz yüz Word belgesi etmişti. Gülümsedi. En son satıra geldi, üç aydır yaptığını yaptı: Beklemeye başladı. Sanki bir mucize olacak ve satır kendiliğinden dolup belgeyi kaydedecekti... Ve bir tek şey kalacaktı: Deneyip başarmak. Ama olmadı. Dudağını kıvırıp ekranı kapattı, iyice yaslanıp gözlerini yumdu. Uçak birkaç kez türbülansa düştü, bunun haricinde her zamanki gibi sorunsuz bir yolculukla Londra'ya vardı. Havaalanında her zamanki gibi yağmurla kucaklaştı... Yalnız bir hayatı vardı, o ana kadar bunu fark etmese de; yapayalnızdı. Konferanslar dışında da üç-dört ayda bir gezmeye, çalışmaya geldiği Londra'nın taksicileri bazı bazı tanırdı onu. Gene öyle olmuştu...
138
Öykü
"Mr. Botre..." diye homurdandı sandviçini kemiren taksici Hans. Bu domuz yüzlü, göbekli ve çilli adam başındaki yıpranmış kasketi ve arkası basık ayakkabısıyla çizgi filmlerden fırlama bir taksiciydi. Almanya'da uyuşturucu kaçakçılığından hüküm yiyecekken İngiltere'ye sığınmış; kimlik ve iş aldığı Londra'da da onuncu yılına girmişti. Sürekli homurdanarak konuşan bu adam, ne zaman onu görse göbeğini titrete titrete kendince bir saygı gösterisinde bulunurdu. Gene öyle olmuştu, gülümseyerek Hans'ın yüzünü okşadı. Soyadının Börte olduğunu söylemedi bu kez, yaşlı taksiciyi sinirlendirmek bu hengâmede istediği son şeydi. Boş ellerine bakınca şaşıran Hans'a gülümsemeye devam etti. Soru sormamasını her şeyden çok istiyordu... Küçük laptop çantasını kucaklayıp her zamanki gibi arka koltuğa oturdu. Adres yazılı olan bir kâğıdı taksiciye uzatıp dışarıyı izlemeye başladı. Yağmur damlaları camda raks ederken kendini çok yaşlanmış ve tükenmiş hissediyordu. Gözünü hafifçe yumup, Hans'ın sürekli yediği baharatlı sandviçlerin kokusunun altında kalmış olan ıslak kokuları yakalamaya çalıştı. Londra'nın yağmurunu çok seviyordu, son bir deney kalmıştı; son bir satır. Son bir formül... Sonra belki Londra'ya yerleşirdi... Kim bilir? Dudaklarını yaladı, taksi inleyerek durmuştu. Yirmi dört yıl önceki telaşlı adımlarından eser kalmamıştı, uzanıp parayı uzattı; sessiz adımlarla yağmuru koklayarak caddeyi kat etti... Dönemeci dönerken yıllar önceki çarpışma geldi aklına, gülümsedi. Beş gün boyunca burnunun kanaması sürekli tekrarlamıştı, sonra geçmişti ve o kazayı da unutmuştu... Sonrasında Londra'ya o kadar gelmişti ancak ilk defa aklına geliyordu kaza... Başını dalgınca sallayarak konferans binasına girdi... Gene bir curcuna hali vardı. Ancak o ilk girişindeki haşmetinden en azından bu seferlik eser yoktu... Bir sonraki konferansı hayal etti... Girer girmez patlayacak olan alkışları duyar gibiydi. Hafif bir gülümseme hasıl oldu yüzünde. Yanına gelenlerle konuşmaya başladı ama aklı Türk çocuktaydı, gözleriyle arıyordu çevresinde... Daha önce hiç görmediği bir gruba çarptı gözü. O gruptan bir adam da aynı anda ona bakıyordu, göz göze geldiler. Hafifçe başını eğip selam vermesine karşın adamdan bir karşılık görmemişti. Gözlerini çevirdi... Bir yeşilli kokteyl aldı gülümseyen esmer garsondan. Göz kırptığında karşılığında iç ısıtan bir gülümseme aldı... Jürgen dirseğiyle dürttü... Bu yılışık Alman, genelde mırıltıyla konuşurdu. İnce kara kuru bir şeydi, gözlükleri ha düştü ha düşecek bir şekilde dururdu kafasında. Sürekli konferanslara gelirdi, bazen ufak düzeltmeler yapardı. Bir kez de konuşmacı olmuştu. Yanında Maxwell vardı. Rus bilim adamı, uzay araçlarıyla ilgili yaptığı solar çalışmalarıyla ünlenmişti. Üç kez konuşmacı olmuştu. Yanlarındaki üçüncü bilimci de Japon Hu-Han'dı, o da bazı kimya formüllerine yaptığı eklemelerle daimi konuklardan olmuştu... Üçünde de kıskanmayla karışık bir gülümseme vardı. "Kralın tahttan düşüşünü bekliyorsanız, çok beklersiniz akbabalar..." diye homurdandı. Sohbetleri havadan sudan gibi görünse de dördü de biliyordu ki; konu yeni Türk'tü.
139
Öykü
Yapılan anlamsız sohbetler, kimsenin ana konuya gelmemesi nedeniyle git gide sığlaştı ve magazinsel bir boyuta bile girdi. En sonunda konsey başkanı elindeki kadehe küçük kaşığıyla vurarak dikkatleri üstüne çekti. Kürsüye doğru ilerleyip klasik konuşmasını tekrarladı. Bir önceki toplantıyı özetleyip gündeme değindi. Duygusuz bir konuşmaydı, her zamanki gibi. Kimse O'nun gerçek adını bilmiyordu. Eski bir matematikçi ve doktor olduğundan başka bilgi yoktu, onlar da şüpheli sayılırdı... Tekrar geçip yerine oturdu. Eliyle işaret verdi, sunucu çıkıp sahneye konuşmacıları takdim etmeye başladı. Tüm konuşmacılar geçip gittikten sonra çoğu kişi enerjisini kaybetmişti, iki kişi hariç. Birisi konuşmayı yapacak olan, diğeri de onu gerçekten dinleyecek tek insan. Her konuşma arasında verilen on dakikalık ara bu kez yirmi beş dakikaydı. Deney için kurulacak platform büyük olmalıydı, bu arada balkona çıkıp bir sigara tüttürmeye koyuldu adam. Güzel giyimli, genç bir oğlan da balkonun diğer yanındaydı. Sigarasından derin nefesler çekiyordu. Sarışın, kısa üç numaraya vurulmuş saçları ve kolundaki ultra lüks saati dikkat çekiciydi. Yanına yaklaştı adam, yaklaştıkça düzgün yüz hatları dikkatini çekmişti. Elmacık kemikleri, dudaklarının bittiği yerden fışkırıvermişti. Burnu biçimli, ince kemerliydi. Kulaklarıysa yapma bebekler gibiydi hafif pembemsi ve kıvrık... Gülümseyip ceketinin önünü ilikledi ağzındaki sigaradan son bir nefes çekip yere atıp ayağıyla basarken. Elini uzattı... “Musa Börte olmalısınız. Onur duydum efendim!” Yaşlı adamın dudakları hafifçe kıvrıldı. Elini uzatıp sıkarken çocuğa soran gözlerle baktı... “Genco Mert, efendim.” Babacan görünmeye çalışarak gülümsedi. "Yaşın kaç Genco?" “16, efendim.” İlk geldiği yıldan 4 yıl küçüktü. Dişlerini sıktı... “Nerede okuyorsun Genco?” Yale'da okuyordu. Lanet olası bebe, Yale'da okuyordu. Dişleri sıkılmaktan parçalanma noktasına gelmişti ki, içeriden sesler duyuldu; platform hazırdı. Çocuğun omzuna elini koydu, "Bol şanslar evlat..." dedi. Çocuk gülümseyerek başını hafifçe öne eğdi, birlikte konferans salonuna girdiler. Devasa bir platform hazırlanmıştı; camdan, koca bir fanus. Çocuk usulca yaşlı adamın yanından ayrılıp kürsüye seğirtti. Yaşlı adam bir kokteyl daha almıştı ki, birkaç saat önce göz göze geldiği adamın yanına geldiğini fark etti. Hemen hemen aynı yaşlarda sayılırlardı, dazlak kafasında yer yer faça izleri kaba saba bir adamdı. Gülümseyerek yanına kadar sokuldu iyice. Sesi alçak tondaydı.
140
Öykü
Profesör, “Selam,” diye söze girdi. “Bugün burada aynı anda iki deneyi yapıyoruz, bu tarihi ana benimle şahitlik eder misiniz?” diye sesini sevimlileştirmeye çalışarak konuştu. “Neden bahsediyorsunuz?” diye soğuk bir tonla karşılık verdi, damağını yapış yapış yapan yeşil sıvıyı içerken. “Bu şemsiyeyi hatırladınız mı, profesör?” diye homurdanarak pardösüsünün içinden gümüş kabzalı bir şemsiyeyi uzattı adama doğru. Gözü seğirmeye başladı, neler oluyordu? “Neler oluyor?” diye öfkeyle çığırdı. “Şşşşt, sakin olun profesör. Sakin, lütfen...” dedi umursamaz bir ifadeyle ve platforma doğru bakmaya başladı adam. Platformda, fanusun önündeki kürsüde notlarını düzenleyen çocuk bardaktan biraz su içip öksürdü ve lafa girdi... "Öncelikle, bu konuda çalışma yapan tüm bilim adamlarını tenzih ederim; hiçbir kaynağı incelemeden sadece ama sadece kendimi üniversitemin tahsis ettiği laboratuara kapatarak yaptığım deneylerin bir sonucu olarak bunu açıklamaktan gurur duyuyorum..." Ağır; sağlam adımlarla fanusa yürüdü, kenarda bekleyen görevlilere işaret etti ve elindeki ufak teçhizatı fanusun kapladığı zemine yerleştirmeye başladı... Kalabalık gittikçe meraklanıyordu. Beş dakika sonra kalabalığa dönüp elindeki kalemi gösterdi, omuz hizasına kadar getirdiği elinden bıraktı ve kalemin yere düşüşünü işaret etti. Kalemi fanusun içinde tam ortaya koyup eliyle de gösterdikten sonra dışarı çıktı, görevlilere işaret edip fanusun kapanmasını istedi. Kapanan fanusun hava almadığını göstermek için buğu oluşturacak bir cihazla ağzının etrafını süpürdü; fanus hava almıyordu. Gülümseyerek kalabalığa döndü ve elindeki bir kumandayı kaldırıp; “Bu sonucu açıklamaktan gurur duyuyorum ki, yer çekimi nakavt!" diyerek kumandanın üstündeki sarı tuşa bastı. Herkesin soluğunu tuttuğu konferans salonunda kısa süren bekleyiş nihayete ermişti ve kalem, fanusun içinde ağır ağır havalanmıştı... Yaşlı adam yanındaki şemsiyeliyle göz göze geldi; ne oluyordu? Adamın haince gülümsemesinden bir hinliğin döndüğünü anlamıştı... Koluna giren adam O'nu kalabalıktan çekti... “Profesör, o gün size çarpan adam bendim... Bugün bu deneyi anlatan da... Sizsiniz...” Adamın kafası karışmıştı... “Ne...” diye homurdanıyordu ki, kaba saba adam eliyle susmasını işaret etti. “Biliyorsunuz, genetik kopyalama artık mümkün... Mukuslu ve kanlı mendilinizle yıllar önce bir deney yaptım... Bugün bu deneyi tamamladım; ikinci deney buydu. O sizin bir parçanız ve sizden her yönde iyi... Muhtemelen sizin yaşınıza gelince de sizden kâinatlar kadar iyi bir seviyede olacak... İçiniz rahat olsun profesör, sizin deneyiniz başarılıydı... Tek hatanız; sondan bir önceki paragrafta Hidrojen kullanmanızdı... Karbon olacaktı. Siz karbonu bilseydiniz, bu çocuk moralman çökeceği için asla başarılı olamayacaktı... Sizi geçemeyecekti, ancak şimdi... Anlarsınız ya, boynuz ve kulak...” dedikten sonra gözlerini devirdi. Yaşlı adam dudağını yaladı. Söylenenler şaka gibi geliyordu ama bu kaba adamın söylediği karbon olayı da, düşündüğü kadarıyla doğruydu... Ah, aptal kafa! Göz ucuyla zaferini kutlayan çocuğa baktı... Şimdi, o gülüşü nereden tanıdığını gayet iyi biliyordu... Öykü: Alper KAYA http://alperkaya.org
141
Pin-up
142