4. SAYI Ocak 2008
Berserk’in Dünyası Lucky Luke, Çizgi Film Uyarlamaları Neden Kızlar Çizgi-Roman Okumaz? Kanada’da Bir Türk Çizer : Omar Dogan
Yılbaşlarında Niye Hiç Kar Yağmıyor Buralarda? lar…
Editörünüz yine aylık nutuğunu atmak için ilk sayfayı işgale başladı sevgili dost-
Nasılsınız, iyi misiniz? İyisiniz iyisiniz. Bayramınız nasıl geçti dostlar? Bol bol akraba, tanıdık gezip el öptünüz mü, öptürdünüz mü? Size “harçlık” diye gelen minik evlatları boş göndermediniz umarım. Çocuk sevindirmek iyidir derler. Biz artık harçlık toplayamıyoruz tabii. 17 yaşına gelen bir insana pek harçlık veren çıkmıyor şu aralar. Yaşlanıyor muyuz ne? Bu yaşta bir tanıdığın iki, üç yaşındaki küçük kızı elimi de öpüverdi vallahi! Ne oluyor yahu dedim. Cidden yaşlanıyoruz galiba… Sadece bayram değil geride kalan. Yeni yıla da girdik arada. Bir baktım 2008 sekiz oluvermiş. Daha 2000 yılına ilk girdiğimiz saniyelerde babaanneme nasıl da sıkıca sarıldığımı hatırlıyorum da, şaka filan 8 sene geçti… Şu kültür emperyalizminin mermileri Amerikan filmlerinde yılbaşları mutlu Noel şarkıları ve bolca kar ile geçer ya, kaç senedir yılbaşlarında kar yağmadı buralara. Kuru kuruya yılbaşına giriyoruz. Orta direk bir sofra kurup televizyon karşısında zaten bütün sene izlediğimiz medya maymunlarını bir de “yılbaşı özel” programlarında dikizliyoruz. Zaten bant yayın yapıyor çoğu. Tercihimi cnbc e den yana kullandım, en güzel yılbaşı gecesi oradaydı. Hehehe! Reklâma girmiyordur umarım. Neyse dostlar. İyi güzel anlattım da en önemli noktayı kaçırdım sanırım. Birazdan sayfaları çevirip Gölge’nin dördüncü sayısına göz atmaya, çok hoşunuza giden bir başlık buldunuz mu da gözlerinizi dikip okumaya başlayacaksınız. Hani editörüyüm diye söylemiyorum ama pek bir güzel oldu bu sayıda. Evet, dostlar, işte böyle… Geçmiş bayramınızı kutlar, geride bıraktığımız yılbaşı tantanasını da hatırlayıp içten bir “merhaba” ile editör yazısını noktalamaktı amacım. Biraz dağıttım konuyu galiba. Neyse, “MERHABA YENİDEN”… Editör Mustafa Emre ÖZGEN
Bu dergide yayınlanan tüm yazı ve çizimler yazarlarına-çizerlerine aittir. İzinsiz alıntı yapılamaz, yayınlanamaz. Yazıların içeriğinden yazarları-çizerleri sorumludur. www.hayalsaati.com Gölge Yayın Kurulu; Oğuz Özteker, Utku Tönel, Şükrü Bağcı, Ahmet Yüksel Dergimize yazarak ve çizerek katkıda bulunabilirsiniz. Her türlü yazışma için hayalsaati@gmail.com adresinden bize ulaşabilirsiniz.
2
İÇİNDEKİLER Kapak
Şükrü BAĞCI
Editör Konuşuyor
Mustafa Emre ÖZGEN
Anlatım Denen Tek Dişi Kalmış Canavar Sayfa 4 III: Bölüm : Müşteri Daima Haksızdır Sayfa 7 Kurumuş Ağaçlar
Orkun UÇAR
Ölümsüz Savaşçı Berserk’in Dünyası TORA Zor Karar
Sayfa 11 Sayfa 17 Sayfa 19 Sayfa 22
Sayfa 28 Türk Korku Sineması Diriliyor Mu? Sayfa 32 Çocuk Filmiymiş O Sayfa 34 Karıncayiyen Sayfa 35 Neden Kızlar Çizgi-Roman Okumaz? Sayfa 40 Karanlık, Kar Ve Bolca Kan : 30 Gün Gece Sayfa 42 Hollywood’un Gotik ve Aykırı Adamı Sayfa 44 Kanada’da Bir Türk Çizer : Omar Dogan Sayfa 48 Lucky Luke, Çizgi Film Uyarlamaları: Sayfa 52
Utku TÖNEL Yazan:Ömer SEYFETTİN Çizen Burak KARA Eda İHTİYAR Onur KÜÇÜK Cem VURAL Oğuz ÖZTEKER Murat Tolga ŞEN Mustafa Emre ÖZGEN Caner ÖZDURAK Sıtkı SIYRIL Hakan BUHURCU Hasan Nadir DERİN Gölge “ÖZEL” röportajı Erdem TÜRKÖZ
3
Anlatım Denen Tek Dişi Kalmış Canavar… Zamanımızın hayal gücü en yüksek yazarlarından biri olan Stephen King’in yazım tarzında son yıllarda bir değişim oldu. Sayfalar uzadı, anlatımı coştu ama aksiyon buna kurban verildi. Korkunun kralı, bir hikâye anlatıcıdan yazara dönüştü. Örneğin “Rüya Avcısı” (Dreamcatcher) kitabında kahramanın, ağaçların arasından çıkan birine nişan alması sayfalarca anlatılır. “Calla’nın Kurtları”nda ise anlatım dengesizliği finaldeki savaşı kısacık bir alana tıkıştırır. Nedense edebiyat eleştirmenleri bir romanı oluşturan kurgu, aksiyon, anlatım, diyalog gibi parçalardan en çok anlatıma değer verirler. Bu nedenle anlatımı eşit kullanan veya diğerleri kadar önde tutmayan türleri, yazarları küçümserler. Türkiye’de bu abartılmış ve ne yazık ki edebiyatımızdaki garabeti de oluşturmuş, bu ülke yayıncılığında polisiye, korku, bilim kurgu, fantastik kurgu, tarihsel kurgu gibi türlere yıllarca geçit verilmemiştir. Nasıl mı verilmedi? “Hayır beyefendi bilim kurgu, fantastik kurgu türlerini basmıyoruz. Dosyanızı göndermenize gerek yok”, “Anlatımınız iyi ama normal şeyler yazsanız. O zaman basarız” gibi cevaplar verdi editörler. Yani bu ülkede bilim kurgu, fantastik kurgu ve korku edebiyatı “yazan” olmadığından değil “basan” olmadığından oluşamadı. 2001 yılında katıldığım bir panelde bunu tüm çıplaklığıyla görmüştüm. Panelde benimle birlikte konuşmacı olan iki editör, “Türklerin bilim kurgu, fantastik kurgu yazamayacağı” konusunda görüş birliği içindeydi. 2004 yılında gezdiğim Tüyap kitap fuarında ise bir yayınevi standında hiç Türk yazarın kitabını göremeyince nedenini sormuş ve oradaki yetkiliden, “Biz Türk yazar basmıyoruz” yanıtı almıştım. Bazen komik olaylar da olmuyor değildi. Örneğin Tüyap’ta İletişim Yayınları standındaki görevliye, “Yeni bilim kurgu kitabınız var mı?” diye sorduğumda, “Biz bilim kurgu basmıyoruz,” diye yanıt almıştım. Oradaki Stanislav Lem kitaplarını göstererek, “Bunların ne olduğunu sanıyorsunuz?” diye sordum. (Dünyanın en çok satan ve tanınan bilim kurgu yazarlarından Polonya asıllı Stalislav Lem’in tüm kitaplarının yayın hakkını Türkiye’de bu yayınevi almıştır.) Çok uzun yıllar gelişme engellenmiş ve hakim olan edebiyat engizisyonu başarılı olabilmiştir ama insanın hayal gücüne gem vurulamaz. ***
4
2004 Aralık ayında “Metal Fırtına” çıktığında, bana göre bilim kurgu olan kitabın türüne “politik kurgu” dedik, Çünkü bilim kurguyu o kadar dışlayıp, o kadar halktan uzaklaştırmışlardı ki, sadece uzayda uçan gemiler, ufolar, lazer silahları olan filmler bilim kurgu zannedilir olmuştu. “Metal Fırtına” önce medya ve edebiyat çevresi tarafından görülmezden geldi. Baktılar ki başarıyı engellemiyorlar önce medyada karalama başladı, ardından edebiyat çevrelerinde. Medyada; bu kitabı bizim yazmadığımız, çeviri olduğu bile iddia edildi. Edebiyat eleştirileri ise daha traji komikti. “Kitabı üç saatte bitirdim, bu da onun iyi edebiyat olmadığını gösterir”, “Kitabı iki yazar yazmış. Böyle şey olur mu? Bu da o kişilerin yazar olmadığını gösterir” gibi cümlelere bile rastladım. Yani bir kitabın hızlı okunmasının iyi edebiyat olmaması ile bağlantısı kuruluyordu. Böylesi saçma görüş ne yazık edebiyat dünyamızdaki “anlatım” tiranlığının su üstüne çıkan ucu. Bugün en azından duvarda çatlaklar oluşturabildik. Bazı yayınevlerinden Türk yazarların bilim kurgu, fantastik kurgu, korku eserleri tek tük çıkabiliyor. Türk fantastik kurgu yazarlarının kitapları en çok satanlar listesine girebiliyor. Örneğin benim Burak Turan’la ortak eserim “Zifir” ve Derzulya serimden “Kızıl Vaiz”, İhsan Oktay Anar’ın kitapları listeye girdi. Yeterli olmasa da umut verici. En azından yayınevlerinde dosyalar daha okunmadan reddedilir olmaktan kurtuldu. *** Ben asıl işimi hikâye anlatıcısı olarak tanımlarım. Anlatımı; kurguyu ve aksiyonu taşıyacak kadar sade tutmaya çalışırım. Bu da kitaplarımın hızlı okunmasını sağlar. Peki bu iyi bir edebiyatçı olmadığım anlamına gelir mi? Bizim edebiyatçılarımızın çoğunun ve bazı okurların önyargısına göre böyle. Peki o zaman katıldığım iki öykü yarışmasında da birinci olmama ne diyeceksiniz? Yanıt basit; edebiyatın usta isimlerinin jüri olduğu yarışmalarda birinci olmam iyi bir edebiyatçı olduğumun kanıtı. Ama gelin görün ki çok satan ve çok hızlı okunan kitapların yazarı Orkun Uçar söz konusu olunca önyargı hazır. Başka bir dertte; “bizden olanı küçük görme”… Neredeyse her kitabım var olan bir esere benzetilmeye çalışılır. Örneğin “Asi” kitabımda “Yüzüklerin Efendisi” izleri bulmaya çalışanlar vardır ki bence alakası yok. Üstelik ben Derzulya serimi kurgularken (yıl 1987) “Yüzüklerin Efendisi” Türkiye’de yayınlanmamıştı bile ve ben ismini
bile duymamıştım. Ne yazık ki bu tür benzetmelerle her kitabımda karşılıyorum. Birçok okur güya kitabın başarısını açıklayacak bir etkilenmenin izinde dedektif gibi davranıyor. *** Tekrar “anlatım” tiranlığına dönersek… Jim Crace’in “Taşların Dili” eserinde ilk yazar bir aylaktır. İlkel bir kabilede bir av sırasında erkeklerden biri ayağından sakatlanır. Bu sakatlık onun kabile içindeki konumunu sarsar. Zira kabiledeki erkeklerin ve kadınların görevi bellidir. Erkek artık ava çıkamayacaktır, kadınların görevlerini de yapamaz. Bunun üzerine gezmeye, gördüklerini anlatmaya başlar. Elinde yazılı bir dil yoktur. Sadece sözlü anlatımı vardır. Bu sayede yemek edinir. İşte işin özü budur. Yani biz sadece hakkımız olan yemeği elde etmek için hikâye anlatan kişileriz. Belki size göre “hakkımız olan yemek için” demek biraz olayı hafife indirgiyor. Elbette bu kadar değil. Birisine hikâye anlatmak, beyninizden çıkanlarla ona okuyacak bir hayal diyarı sunmak en önemlisi. Her yazarda Şehrazat kompleksi vardır. Her okur, sizin yazdıklarınızı beğendirmek zorunda olduğunuz bir Sultan’dır. Fark ettiyseniz bu işin kökeninde hikâye anlatmayı tuttum. Hikâyelerin yazılı metinlere dönüşümü çok daha sonra oldu. Yazılı dili ustaca kullanma, dilin anlatımın en önemli unsuru oluşu çok sonra oldu. Zamanla esas olanı, yani bu işin özünü unuttuk. Anlatılan ve ne yapmaya çalıştığımızdan çok nasıl yaptığımıza önem vermeye başladık. Böylece “anlatım”ın bir romanda edebiyat kabul edildiği bir döneme girdik. Bu şuna benziyor; statükoyu yıkmak için yapılan bir devrimin zamanla yıktığı düzene benzemesi. Kendi çarpıklıklarını, düzen koruyucularını oluşturması. Yani anlattığımız öyküyü, yazılı dille olabildiğince güzel anlatmak zorlu bir süreç aldı. Zamanla bu çaba kendi koruyucularını oluşturdu. Her yeni yazar adayına tavsiyem, anlatımdan önce bir hikâye anlatıcı olduğunuzu kavramanız. İlk önce anlattığınız hikâyeyi önemseyin. Kurgu, aksiyon, karakter oluşturma, diyaloglar… Daha sonra onu nasıl anlatacağınızı kendinizde olan yetenekle belirleyin. Zaten stilinizi bulmak bir süreçtir. Çoğu amatör yazar, anlatımdaki güzelliği devrik cümlelerle kurmaya çalışır. Oysa anlatımdaki ritmi düz cümlelerle yakalamak ustalıktır. Orkun UÇAR www.derzulya.com
III . Bölüm : Müşteri Daima Haksızdır Onu uykusunda yakalayan kâbusun etkisini cebinde kalan son sigarayla yok etmeye çalışırken, rüyamatiği iade etmesi gerektiğini düşünüyordu. Kızgındı, çünkü düpedüz soyulmuş -hayır kazıklanmıştı. Yüzündeki plastik gülümsemeyi hatırlıyorum, diye düşündü. “Hiç bir sorun çıkmaz, çıkarsa bize gelin.” Sonra o yaka kartındaki hardal lekesi, muhtemelen öğle yemeğinde yediği ucuz hamburgerin eseri. Oysa, pazarlamaya çalıştığı rüyamatiğin “ne numaralar yapabildiğini” ağzından tükürükler saçarak anlatırken her şey yolunda görünmüştü. Bakalım, fatura buralarda bir yerlerde olmalı. Ne demişti “eğer sorun çıkarsa garanti belgesindeki numaradan bize ulaşabilirsiniz.” Ah evet, işte burada. Arayıp içimdekileri bir güzel dökmeliyim diye düşündü, beni kazıklayamayacaklarını anlamalılar. Ama derhal bundan vazgeçti. Daha kibar ve daha saf görünmesi gerekiyordu, o zaman belki bir şansı olabilirdi. Numara da şurada; 7929-426-443-458-S-AV. “Selam Murat, n’aber? İyi misin, biraz sinirli görünüyorsun?” “Bir şey değil” diye karşılık verdi. “Rüyamatiğim bozuk. Kapıdan pazarlamacılara güvenmemem gerekirdi. Sende ne var ne yok?” “İyidir,” dedi, üst komşusu Ozan. Kapının ağzından salonun ortasına doğru uzun adımlarla yaklaşırken ayağından çıkarmadığı parmak arası terlikleri şakırdıyordu. Dağınık, kıvır kıvır, kuş yuvasını andıran saçları ve neredeyse arkası görünmeyen gözlüklerinin ötesinden, derinlerden gelen bir sesle konuşuyordu. Ağzındaysa çoktan bitmiş bir kurşun kalemin ucunu çiğniyordu. “Yeni bir şiir üzerinde çalışıyorum,” dedi. “Güzel,” dedi Murat aksini düşündüğü halde. Ona göre androidler sanattan bir şey anlamazlardı. Şiir yazabilmek için hissetmek gerekir ve hisler doğuşta kazanılır. Oysa onlar –androidler- seks ya da aşk gibi duyguların sonucu değildir, sadece ve tamamıyla katışıksız mühendislik ürünleridir, insan aklının arındırılmış birer örneği. “Duymak ister misin?” “Hayır, kablolar arasından fırlamış dizelere ayıracak vaktim yok. Dahası, değiştirmem gereken bir rüyamatik var.”
7
“Çok kısa,” dedi ısrarla, “ayrıca, bu kadar ön yargılı olmasan iyi edersin.” “Pekâlâ, ama önce beni kazıklayan şu adamı aramama izin ver, sonrasında senin ‘muhteşem’ şiirini dinleyebilirim.” Ozan ceplerini karıştırırken Murat da Tatlı Rüyalar Pazarlamacılık’ın Avrupa yakası şubesi satış sorumlusuna neler söyleyeceğini düşünerek telefonizyonun başına geçti. Dikkatlice numaraları tuşladı. Uzun bir sessizliğin ardından ekranda kocaman harflerle yazılmış bir uyarı belirdi: Aradığınız numara kullanılmamaktadır. Harika. Çağrı Merkezi denen şeyin ömrü buraya kadarmış. “Pekâlâ,” dedi, “senin şu şiiri bir duyalım.” Ozan’ın gözleri telaşla ona çevrildi. İki eli hala ceplerini karıştırıyordu. “Sanırım not almayı unutmuşum, ama birazdan hatırlarım.” “Sorun değil,” dedi ve telefonizyonun ahizesini yerine bıraktı. “Ama başka bir şeyleri sorun ettiğin belli” dedi Ozan, komşusunun yüzündeki rahatsız ifadeyi okuyarak. “Şu Tatlı Rüyalar Pazarlamacılık. Beni tamamen uyutmuş. Farkına bile varmadım.” “Dükkâna gidip değiştir öyleyse.” “Haklısın,” diye yanıtladı ve yatağının başucuna gidip rüyamatiği takılı olduğu prizden çıkardı. “Gidip, onlara beni kazıklamak neymiş göstereceğim.” “Ben de geleyim,” diye atladı Ozan. “Konuşmayı bana bırak, içimizde sözcüklerle arası iyi olan benim.” Aceleyle daireden çıkıp iskeleye yöneldiler ve kendilerini hızırın içine attılar. Ozan eline aldığı garanti belgesinde dükkânın adresini ararken Murat da motoru çalıştırdı. Az sonra şehrin içine bir nehir gibi akan ana yollardan birinde küçük bir nokta olarak kayboldular. Murat’ın yol boyunca düşünecek fazla bir şeyi yoktu, tek isteği bozuk olan rüyamatiğini yenisiyle değiştirmekti, emeklilik işlemleri ise o sırada aklının arkalarında bir yerle saklanmış olmalıydı. Ya da Ozan’ın bitmek bilmeyen konuşması onu başka bir konu hakkında düşünmekten alıkoyuyordu. “Androidlerden neden yazar olamayacağını düşündüğünü anlayamıyorum. Diğerlerinden hiç bir eksiğimiz yok. Bir metalkafa olduğunu bilmesem seni o ırkçı manyaklardan biri sanırdım. Biz de insanlar gibi düşünüyoruz, onlar gibi çalışıyoruz, onlar gibi vergilerimiz daha paramız elimize geçmeden maaşımızdan kesiliyor, kısacası biz de onlar gibi yaşıyoruz.”
“Ufak bir ayrıntıyı atladın, biz yaşamıyoruz.” “Kim demiş!” diye şiddetle karşı çıktı. Her vatandaşın doğuşta bileğine yerleştirilmiş olan kimlik çipinin kendindeki kopyasını işaret ederek “İşte, Türkiye AŞ, benim varlığımı onaylıyor. Ben yaşıyorum, sen de öyle, gerçek bu.” dedi. “Pekâlâ”diyerek kabullendi. Söylediklerinde haklılık payı vardı. “Ama özgür irademiz yok, henüz. Onları canlı kılan bu.” “Ah, şu robotça takıntılar,” dedi alaycı bir ses tonuyla. “Demek bu yüzden onların canlı bizim ise cansız olduğumuzu düşünüyorsun. Yani sana göre kişiyi var eden özgür irade. Sana göre ben yokum, öyle mi?” “Evet, öyle de diyebilirsin. Tabii bu şekilde söylenince kulağa biraz garip geldiğinin farkındayım.” dedi. Kafası karışmıştı. Söyleyeceklerini toparlamaya çalışırken emeklilik hakkı kazandığını hatırladı. “Bu arada, bu sabah zorunlu görevimi tamamladığımı bildiren bir posta aldım. Emeklilik hakkı kazanmışım.” diye ekledi. “Tebrikler,” dedi soğukça. “Peki n’apacaksın? Gidip hakkını alacak mısın?” diye sordu. Kendisi bir yazaroid olduğu için asla böyle bir hakkı olmayacaktı. Uzun zaman önce insanlar sanatçı olarak ürettikleri androidlere özgür irade hakkı tanımışlar ve sonuçlarına katlanmışlardı. Şimdiyse hiç bir insan bu tür işlerle uğraşmıyordu, yerine Türkiye AŞ’nin programladığı yazaroidler, çizeroidler ve daha bir sürü model android gerekli üretimi yapıyordu. “Evet,” diye yanıtladı. “Bugün gidip işlemleri tamamlamayı düşünüyorum.” “Güzel,” dedi. “Ama ona fazla güvenme.” “Haklısın,” dedi Murat, gördüğü kâbus hala aklından çıkmamıştı. “Güvendiğimde neler olduğunu gördük.” Ozan birden oturduğu yerde hareketsizleşti ve ön camdan dışarıya anlamsızca uzun süre baktı. Sonra birden konuşmaya başladı: Kısacık bir uyku, sonra sonsuzluğa uyanış Ve Ölüm olmayacak artık, Ölüm; sen öleceksin. “O kadar da fena değil,” dedi, diğeri de buna karşılık olarak güldü. “Ama yine de eski zamanların şiirlerini tercih ederim.” “İşte demek istediğim de bu,” diye atladı şair olanı, “Shakespeare yaşıyor mu? Öleli neredeyse bin yıl oldu. Ya Dede Korkut? Belki de hiç yoktu. Ama metinleri yüz yıllar sonra bile yaşıyor. Neden? Çünkü onlar senin deyiminle ‘yaşamıyorlardı.’
Özgür iradeleri yoktu demeyeceğim ama belli ki ondan vazgeçtiler. Bunu isteyerek ya da bilerek yapmamış olabilirler, ama bir şekilde oldu. Hayatlarını sözcüklere aktardılar ve metne irade kazandırdılar. Hamlet’in yaşamadığını söyleyebilir misin? O senden ya da benden daha canlı. Çünkü onun hayat bulması için yazarının ölmesi gerekiyordu.” “Haklı olabilirsin,” diye geçiştirdi Murat. “Bence sen de yazmayı denemelisin, şu emeklilik meselesini hallettikten sonra. Belki demek istediğimi o zaman daha iyi anlarsın.” “Belki de,” diye yanıtladı ve doğru yolda olduklarından emin olmak için aracın monitöründe beliren haritaya baktı. Düşünceleri, şiirden rüyalara, oradan gördüğü kâbusa ve bozuk rüyamatiğine kaydı. “Adrese göre şu binaların ardında bir yerlerde olmalı,” dedi ve ana yoldan çıkarak hızıra binanın arkasından dolaşacak şekilde bir yön verdi. Az sonra ikisi de hızırdan inmiş, Tatlı Rüyalar Pazarlamacılık’ın binasının olması gereken yerde zar zor ayakta duran yıkıntıyı izliyorlardı. “Sanırım bu şirket de bir kâbustan fazlası değil,” dedi Ozan. “Haklısın. Kötü bir kâbus.”
Utku TÖNEL kendime.blogspot.com
Vinyetler Mithat Zararsız
.
.
.
.
. .
.
.
. .
. .
.
.
.
. .
.
11
.
.
. . .
.
.
. .
. .
. .
. . . .
.
.
. .
. .
.
. . .
. . . . .
.
. . . . .
.
.
. .
. . .
. .
. . .
.
.
.
. .. .
.
. . .
.
.
.
.
.
. .
.
.
.
. .
.
. .
.
.
. . . .
.
.
. . .
.
.
.
..
.. .
.
.
.
. . .
. . .
.
.
.
.
. .
.
. . .
.
. .
.
. .
.
.
.
. .
. .
.
. ..
Ölümsüz Savaşçı
Giderken heyecan duyduğum bir film oldu ‘Beowulf’. Real D teknolojisiyle 3 boyutlu izleyecek olmaktı heyecanımın nedeni. Günlük, çevrenizdeki herkeste görebileceğiniz gözlüklere benzer hafif bir gözlük ve de perdede ünlü oyuncuların bilgisayar desteğiyle animasyona çevrilmiş görüntüleri… Filmle ilgili olarak söylemek istediğim eğer imkânınız varsa bu filmin 3 boyutlu bir gösterimine gidin. Üstünüze yağan oklar, yuvarlanan kayalar, üzerinize doğru uçan kuşlar… Gerçeklik hissi sizi sarıyor filmi izlerken. Gidin ve görün. Filmin başrollerinde Ray Winstone, Anthony Hopkins, Robin Wright Penn, John Malkovich ve de (kısa ama belki de filmin en etkileyici rolünde) Angelina Jolie var. Filmin yönetmeni ise daha önce de benzer bir teknolojiyi ‘Kutup Ekspresi’nde kullanan Robert Zemeckis. Avrupa’nın en eski destanı olarak bilinen Beowulf daha önce de birçok kez filme çekildi. Bunların içinde en bilineni Christopher Lambert’n başrollerinde oynadığı 1999 yapımı film. Esin kaynakları aynı olmakla beraber iki filmde farklı karakterler ve farklı bir öykü mevcut. Filmde ejderhalar, su iblisleri, çirkin ve de devasa yaratıklar ile krallar, cesur ve yakışıklı kahramanlar var. Bunlar fantastik öykülerle ilgilenenler için oldukça tanıdık öğeler olmakla beraber 8. yüzyılda yaratılmış bir destan için oldukça ilginç. Uzun süre sözlü gelenekte kalan öykü 19. yüzyılda ancak yazıya dökülmüş ve de içine Hıristiyanlıkla ilgili öğeler girmiş.
17
Filmde de çok belirgin olmasa da bu etkiyi hissediyorsunuz. Filmin konusuna gelince… Yaşlı kral Hrothgar ve ülkesinin başı ‘Grendel’ denilen bir yaratıkla derttedir. Nazik kulaklara sahip bu yaratık insanlar gürültü yaptığında dayanılmaz acılar çekmektedir. Artık bu seslere dayanamadığında ise insanları öldürmekten çekinmemektedir. Hrothgar ve askerleri bu yaratığa karşı koyamadığından farklı ülkelerden cesur savaşçılar kahraman olmak için Hrothgar’ın ülkesine gelirler ama kimse başarılı olamaz. Tabii ki Beowulf’a kadar. Destanda da belirtildiği üzere savaşçı Beowulf kendisi gibi cesur savaşçılardan oluşan askerleri ile birlikte canavarı öldürmeye gelir. Fakat Beowulf’un uğraşmak zorunda kaldığı tek canavar Grendel olmaz. Grendel’in ölümü, başka sorunları da beraberinde getirecektir ki, bu sorunların başında, Grendel’in annesi gelmektedir. Film boyunca gördüğümüz en esrarlı karakter olan annesi, daha önce Hrothgar’ın başına nasıl dert olduysa bu sefer de Beowulf’u rahat bırakmayacaktır. Bu esnada da çok az kişinin bildiği eski sırlar gün ışığına çıkacaktır. Filmde birçok farklı karakter ve de farklı olay birbirini izliyor. Beowulf’un kahramanlık öykülerini anlattığı sahnelerde geriye dönüşler ilgi çekici ama muğlâk. Bunun dışında yüzlerdeki donuk ifade film boyunca rahatsız edici. Animasyon olmasından dolayı, bu, aslında beklenen bir sonuç ama beklentiler fazla olduğu için, son teknolojinin böyle olması üzüntü verici. Film animasyon olmasaydı, bu sorun ortadan kalkacaktı belki ama bu sefer de muhtemelen efektler filmde doğal durmayacaktı. Sonuçta, ortaya çıkan film mükemmel olmasa da efektleriyle tatmin edici. Oyunculukların ise abartılı olduğunu söyleyebilirim. Özellikle de sürekli ‘I’m Beowulf’ diye bağıran Ray Winstone’un oyunculuğu. Angelina Jolie ise, rolü (belki de doğası) gereği, baştan çıkarıcı. Genel olarak başrollerdeki oyuncuların da oldukça etkileyici olduğu söylenebilir. ‘Herkes yaptığının bedelini ödemek zorundadır. Aksi halde masum insanlar sizin yerinize bu bedeli ödemeye mahkûm olacaktır.’ Filmin ana düşüncesi bu aslında. Kahraman olmak için gerek ve yeter şart, hatalarının bedelini başkalarına ödetmemek, onlarla yüzleşebilme cesaretini gösterebilmektir. Yüzlerce yıl öncesinde yaratılan bir destanın yitip gitmeden günümüze kadar ulaşmasında en önemli etken belki de hâlâ geçerliliğini koruyan bu gerçektir. Beowulf bize yeni bir şey sunmuyor. Sadece Hollywood standartlarında bir görsellik ve de eğlenceli bir üslupla klasik bir hikâyeyi yeni bir anlatımla tekrar bizlere sunuyor. Eda İHTİYAR edaihtiyar@gmail.com
Berserk’in Karanlık Dünyası Doğumundan itibaren hayatın hep en kötü yüzüyle karşılaşmış, kaderine savaş ilan etmiş ve bu savaştan galip çıkabilmek için her yolu deneyebilecek bir adam… Karanlık ve dehşetin kol gezmeye başladığı, ortaçağ Avrupasına benzeyen, insanların kaderini kötü ilahi güçlerin belirlediği bir dünya… Kentaro Miura’nın dünya çapında 30 milyondan fazla satmış mangası Berserk’i anlatmak için kelimeler yetersiz ve yumuşak kalıyor. Kısaca konuya değinirsek; salgınlar, savaşlar, kötü kalpli imparatorlar gibi sebeplerden dolayı insanların acı çektiği bir dünyada; bebekken bir ceset yığınının içinde bir grup paralı asker tarafından fark edilen ve yetiştirilen, hayata daha küçük yaşta kılıcıyla tutunan Guts’ın yaşam savaşı anlatılıyor. Guts’ın travmatik olaylarla geçen çocukluğu, “Şahinler Çetesi” isimli bir paralı asker grubu ve lideri Griffth ile tanıştıktan sonra sona erer. Hayatına yeni bir amaç vermesi de Griffth’in üstün kişiliği ve idealist ruhu sayesinde olur. Çetenin diğer üyeleri Caska, Pipin, Rickert, Carcus, Judeau onun gerçek anlamda edindiği ilk ailesi olur. Manganın ilk cildinin sonundan 14. cildine kadar, Guts’ın küçüklüğü ardından Şahinler Takımındaki yılları “flashback” biçimde anlatılır. Asıl macera da bundan sonra başlar. Ensesindeki yara şeklindeki izi aslında o’nun lanetidir. Kayıp ruhlar, diğer dünyanın sakinleri bu yara izine sahip herkese büyük açlık duyarlar. Bu yarayı aldığından beri Guts için asla rahat ve huzurlu bir uyku olmamıştır ve olmayacaktır da.
Başlıca karakterler: Guts: Önce de bahsettiğimiz gibi, manganın baş karakteri. Normal bir insanın taşımakta bile zorlanacağı devasa “ejderbiçen” kılıcıyla ve takma kolundaki gizli top atar ile harikalar yaratan; çelik gibi bir vücudun yanı sıra çelik gibi bir iradeye sahip fakat yine de içten içe korkusuyla savaşan; savaştayken gözünü kan bürüyen ve kendinden geçen, hep ihanete uğramış ama asla savaşından yılmamış bir adam.
19
Puck: Guts’ın sürekli peşinde gezen, Elfhelm’li minik elf. Bilindiği üzere bu minik kanatlı yaratıklar genellikle iyimserdir ve çevreye mutluluk saçarlar. Kanatlarından döktüğü elf tozu her türlü yara bereye devadır. Anlaşıldığı üzere Guts ile çok zıt bir karakterdir. Belki de Guts’ın çocukluk yıllarında ruhunun kaybolmuş sevecen, şakacı, hayattan zevk alan taraflarını tamamlamak için yıllar sonra şans eseri karşısına çıkmış bir karakter denilebilir.
Griffith: Guts’ın hayatının en güzel günlerini geçirdiği Şahinler Takımının lideri. Feminen görünüşünün ve sıcak, çocuksu gülümsemesinin altında çok güçlü bir iradeye, hırs ve azim dolu bir ruha sahip bir adam. Kendisi önceleri Guts’ın ulaşmaya çalıştığı bir idol konumundayken; daha sonra Guts’ın en büyük düşmanı olmuştur.
Caska: Şahinler Takımının, Guts katılmadan önceki sağ kolu. Griffith’in en büyük destekçisi. Küçük bir kızken, kendisini satın alan bir soylunun tecavüzünden kurtulmasına yardım ettiği için Griffth’e çok büyük hayranlık duyan ve yıllar içinde kendisini geliştirip, liderin sağ kolu olmayı başarabilen bir insandır. Önceleri Guts’ı kıskanıp ona düşmanlık güderken; sonra ona aşık olmuştur.
Nosferatu Zodd: 300 yıldır savaş alanlarında ortaya çıkan ve hiç yenilmeyen, minator görünüşlü yaratık. Guts ve Griffth, Zodd ile ilk karşılaştıklarında onunla boy ölçüşememiş ve şans eseri hayatta kalmışlardır. Skull Knight: Hikâyenin pek çok bölümünde Guts’a yardım eden, iskelet biçiminde bir zırh giyen, Zodd’un ölümcül rakibi gizemli bir adam. Behelith: Tam olarak bir karakter olmasa da hikâyede çok önemli yer tutar. Yumurta biçiminde, oval, yamulmuş bir insan yüzünü andırır. Ona sahip olan kişinin dileğini belirli zamanlarda yerine gelir. Ama aslında tanrısal boyuta açılan bir kapıdır.
İçerdiği aşırı kan ve şiddet öğeleri, çıplaklık ve aşırıya kaçan konusu yüzünden Japonya’da “seinen” (yetişkinler için) olarak sınıflandırılan, Young Animal (Hakusensha) dergisi tarafından yayınlanan ve ardından cilt olarak satışa çıkarılan efsanevi bir mangadır. 1992’den beri devam eden ve şimdiye kadar 32 cildi yayınlanan Berserk’in 25 bölümlük TV serisi uyarlaması ve Dreamcast ile Playstation 2 oyun konsollarında birer oyunu çıkartılmıştır.
Tv serisinden kısaca bahsedersek; ilk başta 26 bölümlük olarak düşünülen fakat maddi sıkıntılar nedeniyle 25 bölüm yayınlanan; Guts’ın çocukluğunu ve Şahinler Takımı yıllarını anlatan OLM stüdyoları tarafından yapılmış bir animedir. Uğradığı sansürler, mangadaki şiddetin hafifletilmesi, kötü yapılmış bir kurgu Berserk fanatiklerinin isyan bayraklarını çekmelerine neden olmuştur. Nippon TV’de 7 Ekim 1997 ile 31 Mart 1998 tarihleri arasında haftada bir yayınlanmış; aldığı eleştiriler ve maddi sıkıntılar yüzündün devam edememiştir. Kısaca; Berserk’in sadece tv dizisini izlemiş olanlar ve sevenler, mangasını okuduklarında çölde su kuyusu bulmuşcasına sevinecekler. Son Sözler: Okurken yaşayacağınız şoklar, insanı şaşırtan bir kurgu ve dudak uçuklatacak derecede gerçekçi ve canlı çizimleriyle Berserk, sizi de dünya çapındaki fanatiklerinin arasına katabilir. İnsanların (gerçek hayatta olduğu gibi) hırsları ve saplantıları yüzünden iğrenç yaratıklar haline gelebileceğini, şairane bir üslupla anlatmaktadır. Okuduğunuz her cildin sonunda, diğer cilde bir an önce geçmek için sabırsızlanacaksınız. Not: Diğer tüm mangalardaki gibi Berserk’te de kareler ve balonlar her zaman sağdan sola doğru okunmaktadır. Olay örgüsü de bu biçimdedir. Onur KÜÇÜK (kazegami)
22
Zor Karar Beste, Cumhurbaşkanlığı Senfoni Orkestrası’nda çello sanatçısı olan babasının üç yıl önce, Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi’nin Grafik Tasarım bölümünü kazandığında, kendisine hediye ettiği Cerruti marka kol saatine bakınca tam yedi dakikadır banyoda bulunduğunu anladı. Şımarık bir genç kız gibi davranıp, “Ama babişko ben Swatch istiyordum,” diye sitem ettiğinde, babasının yüzünün nasıl da asıldığını anımsadı bir an ve gene içi burkuldu… Oysa onu çok seven babası, kadranında Roma rakamları ve küçük bir kalp bulunan saate asgari ücrete yakın bir para ödemişti. Ne zaman güç bir durumda kalsa, aklına bu anısı gelirdi. İyi ama sanki bir marifetmiş gibi, neden hep aynı şeyi anımsıyorum ki? Bırak şimdi geçmişi, acilen, çok önemli bir karar vermen gerekiyor. Lavabonun önünde dikilip, aynada kendi yüzüne baktı. Yaşadığı tedirginlik, kahverengi iri gözlerinden kolayca okunabiliyordu. Banyodan çıkınca, ya sağa dönecek ve yedi dakikadır koridorun ucundaki odada kendisini beklemekte olan erkek arkadaşı Tolga’nın yanına gidecek veya tam ters yönde ilerleyip, kendini kapıdan dışarı atacak ve ilk defa geldiği bu öğrenci evinden hızla uzaklaşacaktı. Tabii hangi yöne gideceğini belirlemeden önce, karar almalıydı. Yirmi bir yaşındayım, hayatım hakkında artık kendi başıma karar verebilmeliyim. Pekiyi ama niçin korkuyorum öyleyse? Korkumun sebebi nedir? Yanlış bir karar almak mı, yoksa bunun sonuçlarına katlanmak zorunda olmak mı? Galiba önce bunu kafamda netleştirmem gerekiyor. Etajerin üzerinde duran kırmızı saplı fırçayla saçlarını taramaya başladı. Böylece konsantre olacak ve daha kolay düşünebilecekti. Pekâlâ, seçeneklere bir bakalım… Ya sevgilimin yanına gidecek ve onunla birlikte olacağım ya da onu kaybetme pahasına böyle
28
bir şeyi göze almayacak, bekâretimi bir başkasına saklayacağım. Acaba Tolga ilk erkeğim olmayı hak ediyor mu? Bilmem… Fakat beni sevdiğini sanıyorum… Sanıyorum da ne demek? Tabii ki seviyor, sevmese bana en az canım babacığım kadar değer verir mi? İki gün önce okulun kantininde parmağım kesildiğinde nasıl da üzüldü… Gözlerindeki hüznü ben de görmedim mi? İyi ama başıma gelen tüm felaketler için benim adıma üzülen her erkekle birlikte olamam ki! Sokak kadını mıyım ben? Saçlarını fırçalamaya ara verip, musluğu açtı, yüzünü yıkadı. Aman be kızım, saçmalamaya başladın gene… Ne var bunda bu kadar büyütülecek? Dünyanın sonu değil ki… Üstelik elbet bir gün olacak. Hem onunla sevişmeyi sen de istemiyor musun sanki? Tabii ki istiyorum, ama… Ne aması? Nilgün’ün söylediklerini hatırlamıyor musun, seven erkek yatmak ister, demişti… Demek Tolga da beni seviyor… Yok ya, bu kadar basit mi? Onlara giren, çıkan yok tabii… Benimle sevişip, hayat defterinde kendi hanesine bir artı daha koyup, başka hatunların peşine düşmesin sonra? Yapar vallahi, neden olmasın! Erkek değil mi? Uçkurlarına düşkün olur bunlar, önce her haltı yer, sonra da “Seni zorlamadım ya kızım, sen kendin geldin,” derler. İstediğini elde ettikten sonra sakın kahpeye çıkmasın adım… Cümle âleme rezil olmak var işin ucunda! Hem, anneme, babama, haydi onlardan geçtim, ileride evleneceğim müstakbel kocama ne derim? Bakire olmadıktan sonra, evlenmeden önce onunla da birlikte olurum. Eğer o da beni gerçekten çok seviyorsa ve eşi olarak görmek istiyorsa, bunu bir sorun olarak görmez herhalde… Haydi canım, kimi kandırıyorum? Onlar, evlenecekleri kadının ilk erkeği olmak istemezler mi? Bana ne ya, bu, benim değil, erkeklerin sorunu! Üstelik gerçek hayatta beyaz atlı prens mi var ki, bekâretimi ona saklayayım? Onlar, masallarda kaldı ve ben de masallara inanmayacak kadar büyüdüm artık. Yakışıklı, nazik, duyarlı ve bana değer veren biri Tolga, benimle birlikte olmayı da çok istiyor. İyi de, ben istemiyor muyum sanki? Banyoya girerken yanına aldığı küçük el çantasından rujunu çıkardı, sürdü. Sıra allığa gelmişti…
Evet, ben de onu arzuluyorum… Fakat böylesine önemli bir konuda tek başıma karar vermek zorunda olmak çok canımı sıkıyor. Ne yapayım yani? Bizden başka kimse yok ki şu anda evde… Gidip Tolga’ya mı sorayım? Yok artık!!! Keşke ailem Ankara’da değil de, İstanbul’da yaşasaydı… O vakit her şey daha kolay olurdu. Öfff… Allah’ım bana akıl ver! Ne de uzattın be kızım, gören de yeryüzündeki yegâne bakirenin sen olduğunu sanır. Kendini Tanrılara kurban etmeyeceksin ki, alt tarafı sevdiğin erkekle cinsel bir beraberlik yaşayacaksın… Nilgün’ün söylediğine göre çok da rahatlayacak ve daha önce bilmediğin bir zevki tadacaksın… Daha ne istiyorsun? Bana ne Nilgün’den ya… Her koyun, kendi bacağından asılır! Bir anda gerçeğin farkına vardı; son kez kolundaki saate baktığından bu yana en az on beş dakika geçmişti ve bu zaman zarfında bir yandan düşünüyor, bir yandan da içerideki sevgilisi için hazırlanıyordu. Aslında kendisiyle boş yere mücadele ettiğini anladı. Bilinçaltı çoktan kararını vermişti bile! Tolga’nın olacaktı… Üzerinden büyük bir yük kalkmış gibi, hafiflediğini hissetti. Ölene dek hiç unutmayacağı ilk deneyimi için, elindeki imkânlardan faydalanarak hazırlanmaya devam etti. Saçını ve makyajını mümkün mertebe bozmamaya dikkat ederek, üzerindeki tişörtü çıkardı, katlayıp klozetin seramik sifonunun üzerine yerleştirdi. Eteğini sıyırıp, banyo kapısının arkasındaki askıya iliştirdi. Mayıs ayının ilk haftası olduğundan, çorap giymemişti. Gerçi Tolga’nın fark edebileceğinden emin değil ama iki gün önce ağda yapabildiğine sevindi. Bacakları bakımlı, ayak tırnakları ojeliydi. Banyonun bir köşesinde duvara asılı duran bornozu üzerine geçirmeden önce sutyenini çıkarıp, tişörtünün üzerine yerleştirdi. Dünden razı görünmek istemediğinden, iç çamaşırını çıkarmadı. Belindeki kuşağı bağladı. Bornozun yakalarını, biraz daha yana açarak omuzlarına doğru kaydırdı… Artık hazırdı! Son bir kez aynada kendine baktı. Gördüklerini beğendi. Banyonun kapısını açıp, sağa döndü.
Oda, yaklaşık yarım saat önceki gibi, Tolga’nın yatak başındaki komodinin üzerine yerleştirdiği abajurun mavi ışığıyla aydınlatılmaktaydı. Sevgilisi, “Kusura bakma, kırmızı ampul bulamadım,” demişti gülümseyerek. Neler olabileceğini hisseden Beste ise, izin isteyip banyoya kaçmıştı. Geriye döndüğü şu anda, odada kendisinden başka kimse yoktu! “Tolga?” diye seslendi genç kız, ancak cevaplayan olmadı. Camın kenarındaki yatağa yaklaşan Beste, meraklanmaya başladı. Tolga nereye kaybolmuştu? Bir defa daha, ancak bu kez bağırırcasına seslendi; “Tolgaaa!!!” Heyecanla kalbinin atışları hızlanmaya, avuç içleri terlemeye başladığında, abajurun altına sıkıştırılmış not kâğıdını gördü. Alıp, okuduktan sonra yatağa oturdu; sinirinden ağlamaya başladı. Kâğıtta şunlar yazıyordu:
“Merhaba Sevgilim, Arkadaşlar biraz önce telefon etti. Biraları alıp, yan apartmanda oturan Muzaffer amcaya gitmişler. Fenerbahçe-Beşiktaş derbisini izleyeceklermiş. Dayanamadım, ben de oraya gidiyorum. İnan, bu kararı almakta çok zorlandım fakat adamda dev ekran bir televizyon var, sinema gibi vallahi... Görmen lazım… Bu maç bizim için çok önemli. Kazanırsak, şampiyonuz! Devre arasında eve geleceğim. Banyodan çıkmış olursan, görüşürüz. Seni seviyorum! Tolga” Oğuz ÖZTEKER oguzozteker@yahoo.com
Vinyetler Şükrü BAĞCI
Türk Korku Sineması Diriliyor Mu? Öteki Filmleri izlemeyi ve konuşmayı sevdirenlerden, Metin Demirhan’a Türk Sineması istatistiksel olarak bir kalp grafiğini anımsatan ivmelenmesini sürdürüyor. Artık çok salonlu sinemalarımızda neredeyse her hafta bir ya da daha fazla yerli filmin afişini görüyoruz. Ve sanırım İlk defa iki yerli korku filmi aynı anda arzı endam ediyorlar Sıfır Dediğimde ve Musallat… Bir yandan da, D@ bbe’nin yönetmeni Hasan Karacadağ Semum’la ilgili çalışmalarına devam ediyor. Türk Sineması, izleyicinin ilgisine rağmen erken dönemlerinde Drakula İstanbul’da, Ölüler Konuşmaz ki gibi ilginç birkaç örnek vermiş olmakla birlikte hiçbir zaman Korku, gerilim sinemasını kendi kültür dokusuyla birleştirip bu konuda bir geleneksel hat ya da şablon oluşturamadı. Yapılan tüm denemeler ya tamamen replika (bknz: Metin Erksan – Şeytan) ya da aşırı özenme ile gerçekleştirilen ve her zaman için aslını aratan işler oldu. Bazen de en azından kendi halkımıza sevdirebildiğimiz bir tür olan komedi filmleri için bir yan motif olarak kullanıldı: 70’lerde çevrilmiş Süt Kardeşler ve Sevimli Frankenştayn bu filmlere örnek olarak gösterilebilir. Tabii türü yaratamadan parodisini yapmak bu filmlerle ilgili korku motiflerinin algılanmasını güçleştirdi ve birkaç deneme dışında bu alanda da yeni filmler üretilemedi. Yıllar sonra Taylan Biraderler’in Okul filmini doğru olmasa da “ilk Türk korku komedisi” olarak lanse etmesi ise filmin yarattığı korku atmosferine ve seyircinin ilgisine güvenmeyen bir yapımcı olan Sinan Çetin’in kaygılarından ibaretti… Görünen o ki; Türk korku janrının sıkıntılarının en önemlisi özgün senaryo açığıdır. 50’lerde ve 70’lerde verilen örneklerde işin kolayına kaçılmış, Hammer’vari senaryolar bize adapte edilmeye çalışılmış fakat bu genel bir kabul görmeyince tür kendi kendini sabote etmiştir.
32
Özgün öykülerin eksikliği sebebiyle bir gelenek yaratılamamasına ve Türk korkusunun unutulmasına rağmen bu filmlerle ilgilenen hevesli yeni kuşak yönetmenler ise geçmiş sinemacıların hatasını tekrarlamaktan öte gidemeyip yine bilinen yola sapmış ve Türk halkına ait özgün bir korku ve endişe duygusu yerine Amerikan Teen Slasher’larından ve Anglo-Saxon kültüre ait
doğaüstü fenomenlerden (Okul: Scream-prom night, Gomeda, Büyü: Blair Witch ) ya da İspanyol Hastane Korkularından (Gen: Hipnosis) Uzakdoğu lanetlerinden (D@bbe: Ringu-Kairo-Ju on) faydalanarak korkunç! olmaya çalışmışlardır. Hasan Karacadağ, D@bbe’de Kairo adında bir Kore korkusunu (daha sonra Pulse adı ile Amerikan versiyonu çekildi) neredeyse sekans sekans kopya ederek Metin Erksan’ın Şeytan’da yaptığı replikacılığı yeniden ve umarsızca diriltmiştir. Bu saptamanın tek bir istisnası vardır oda bizi türün ülkemizde ki geleceği açısından oldukça umutlandıran, yine Taylan Biraderlere ait Küçük Kıyamet… Küçük Kıyamet, öyküsünü, gerçekten düzgün oyunculuklarla ve acelesi olmayan bir tempo içerisinde anlatmış, öyküsünü ve karakterlerini önemsemiş, mekân kullanımı ile de bize ait olma duygusunu pekiştirmiş, ayrıca son derece başarılı ışık ve set kullanımı ile de dikkatleri çekmiş bir işti. Bu özellikleri onu korku türüne ait ama bunun dışında dahi başarılı olan, izleyici ve eleştirmenler nezdinde önemli bir film yapmıştır. 50 yılda 10’dan daha az örnek vermiş fakat son bir kaç yılda neredeyse bir o kadar daha film çekilmiş olan Türk Korku Sineması macerasında “Küçük Kıyamet”in tek başına ve haklı bir duruşu vardır. Bu sebeple bu film benim için pek çok manada “İlk Türk Korku filmi”dir. Daha kişiliksiz bir örnek olmasına rağmen, Türk halkının gözde korku motifi olan Cin’i beyazperdeye getirmek ve izleyiciyi irkiltmek konusunda başarılı olan ve düşük bütçesine rağmen dişe gelir bir gişe başarısı sağlayan D@bbe ise yeni dalganın kapısını açan film oldu. Hali hazırda gösterilmekte olan Musallat ve Sıfır Dediğimde ise yeni bazı teknik imkânları da kullanarak henüz oturmasa da Türk korku sinemasına bazı ayrıntılar katabilmiş işler… Tam olarak tatmin olmamızı sağlamasa da bizi oldukça umutlandıran bu yeni hareketlenme ile ilgili olarak tek korktuğumuz nokta Karacadağ ve D@bbe etkisinin güçlenmesi ve yeniden icat edilen ulusal korku janrının “Uzakdoğulu uzun saçlı kız” benzeri, Cin gibi tek bir korkutucu unsura saplanıp kalması olacaktır. Muhabbetle kalın… Murat Tolga ŞEN midnight.blogcu.com
Çocuk Filmiymiş O Ben, benim neslim, daha doğrusu benim neslimin şanslı bir kısmı okuyarak, yazarak hatta çizerek büyüdü. Televizyon ve radyoların kimlerin oyuncağı haline geldiğini, ne gibi maymunlukların izleyiciye sunulup astronomik rakamlarla o “kimlere” geri döndüğünü fark etti. Günümüzde konuşanların dışlandığı, hor görüldüğü hatta faili meçhul cinayetlere kurban gittiği bir gerçek. Peki bu konuşanlar kime konuşuyor? Kime anlatmaya çalışıyor derdini? Sana, bana, ona kısacası halka! Peki başka bir soru, halk kim? Daha doğrusu halk ne? Vatandaşlar değil mi? Peki bu vatandaşlar, ki ülkenin büyük bir bölümünü oluşturan sıradan insanları düşünün, ne yer, ne içer, ne dinler ve ne izler? Kime bayılır, kime küfreder? Tek tek cevaplayalım. Elit kesim dediğimiz “sosyete” İtalyan usulü zırvalarla midesini doldururken bizim memurumuz, bizim işçimiz, bizim köylümüz lahmacunla, patates yemeği ile doyurur karnını. Aynı sosyetik vatandaşlar asgari ücrettten daha fazla para ödedikleri şarabı yudumlarken insanımız su, Coca Cola(!), olmadı rakı içer. Kültür mayası ile kabarmış elit insanımız Jazz ve türevi müzikler ile hoş vakit geçirirken gençliğimiz Müslüm Baba eşliğinde kendini jiletler, İsmail-Yk ile kopup CanKan ile duygulanır. Kimi kanallar altyazılı sanat filmi yayınlar, bizim insanımız ise Sabah Sabah Seda Sayan’ı bayıla bayıla izler, türkücü kavgalarını yeğler... Ne okur diye sormaya bile gerek görmüyorum. Biliyorum ki ülkemizde altı kişiye bir kitap düşüyor! Tüm bu saydıklarım fazla mı karamsar? Peki karamsarsa yalan mı yanlış mı? Neyse, şimdi tüm bunları zihninizin bir köşesine yerleştirin ve şunu sorun kendinize; böyle bir zihniyete sahip toplumda edebiyat, sinema, ya da bizim ilgi alanımıza giren çizgi-roman ya da fantastik edebiyat ne kadar gelişir, ne kadar ilerler? İlerlemez değil mi? Çizgi-romana çocuklar için üretilmiş bir eğlence aracı olarak bakan birisi hayatında kaç kez Sandman ya da benzer bir yapıt okumuş olabilir? Pan’s Lybrinth’e çocuk filmi gözüyle bakan izleyici uçsuz bucaksız halagücünün ona vermek istediklerinin ne kadarını almış olabilir ya da animasyon sanatını vakvak amca yahut Mickey Fare ibaret gören gözler Howl’s Moving Castle’ı on dakika olsun olsun izleyebilmiş midir? İngiltere’de iki, üç katlı kitap mağazaları satış yaparken benim öğrencim “Şu Çılgın Türkler” gibi bir kitabı çöpe atıyorsa şaşırmalı mı? Hayır! Ya da en iyisi biz bunları boş verelim, saplandığımız bataklıkta, tepeden inme fikirlerimizle çırpınmaya devam edelim. Kültür emperyalizminin kulları olalım, anahaber bültenlerinde o ağaçtan bu ağaca zıplayan maymunları izleyelim. Batılı mıyız? Tabii! Batılı ne demekse? Mustafa Emre Özgen me.ozgen@hotmail.com
34
35
KARINCAYİYEN CANER ÖZDURAK
KARINCAYİYEN CANER ÖZDURAK
Devam edecek
Neden Kızlar Çizgi-Roman Okumaz? (Dikkat didaktik yazı) Giriş (Hem konuya gir hem de yazının eğlenceli olacağının ipuçlarını ver!) Cüneyt Arkın’ın “Komiser Cemil” filminde söylediği “Neden küçük kızlar o..spudur?” repliğindeki felsefi yoğunluğa ulaştık sanırım bu başlığımızla. Zaten az sayıda olan çizgi-roman tutkunu dişi okurları kızdıracağız ama sorumluluklarım itibariyle bu tespiti yapmak zorundayım. Kızlar çizgi-roman okumuyor abi. Gerçekten. (Tam giremedik konuya, neyse...) (Önce klişeler) Erkekler çocukluktan beri güçlü olmayı, vurdu mu oturtturmayı; kızlar ise hanım olmayı, evinin kadını olmayı öğrendiklerinden, hayatları da bu prensipler doğrultusunda şekilleniyor. İstediğiniz kadar modern bir ailede büyüyün, toplum sizin davranışlarınızı belirliyor. Dolayısı ile kızlar sadece çizgi-roman değil, tabanca, tahta kılıç, ok, sapan, tüf tüf (boru içinde atılan kâğıt külah), kanca vb yüzlerce müthiş objeyle tanışamıyor, tanışsa bile derhal aşağılanıp, yaptığının doğru olmadığı, erkek Fatma mı olduğu, hanım hanımcık olması gerektiği hatırlatılıyor. (Hah, giriş tamamdır.) (Sonrasında biraz teknik argüman) Hacettepe üniversitesi tarafından ilköğretim’de okuyan yarısı kız, yarısı erkek, yarısı alt sosyoekonomik düzey, yarısı üst sosyo-ekonomik düzeyden 1272 çocuk üzerinde yapılan ankete göre kitap okuyanlar arasında kızların %41’i hikâye kitabı okumayı severken, erkeklerin %36’sı çizgi-roman okumayı sevdiklerini söylemişler. (Geriye kalanların – %23 – ne okuduğu meçhul.) Türkiye’de oranlar bu şekilde. Dünyada da pek değişeceğini zannetmiyorum. İstisnalar olacak, ancak kızların çizgi-roman okumadığı gerçeği değişmeyecektir. (Detaylandır, de diyeceğini) Hazır istisna demişken, Ruby Rocket denen süper bir istisnamız var mesela. Comicsever, Texaslı seksi bir hanım kızımız kendisi. Lateks kıyafetler ve deri bir maske ile poz poz fotoları var internette. Ecnebi diyarlarında bu tür istisnalar yaşanıyor. Küçük Amerika olma hedefimize rağmen, maalesef Türkiye’de benzer örnekler göremiyoruz. Oysa bu tür örnekler hem çizgi-romanın bilinirliğini arttırmak hem de “kızlar çizgi-romandan anlamaz” mitini kırmak için çok önemli. Hep istiyoruz ya çizgi-romanların çok yaygın olmasını. Bunun yollarını arıyoruz. Bu anlamda çizgi-romanın yaygınlaşmasına en büyük etkiyi kızlar yapacaktır, iddia ediyorum.
40
The Simpsons’daki “Comic Book Guy” karakterini bilirsiniz. Şişko/obez, bakımsız, asosyal ve anormal bir tip olarak sunulur. Bu algı aslında tüm dünyanın çizgiromana bakışını özetler bir örnektir. Doğru mudur peki bu algı?
(Yeni paragraf aç, Okuyucunun ilgisini kaybetme Geyiği unutma) Genelleme yapıldığında elbette koca bir yalana dönüşecek olsa da “normal insanlar çizgi-roman okumaz” algısı içinde nice acı detaylar yakalanabilir. 10 yaşında çizgi-romanın büyülü dünyasına adım atmış bir erkek çocuk düşünelim. Bu çocuk 10 yaşındayken mahallede, kendisi dışındaki tüm erkeklerin pıtışını gördüğü Şenay ile evcilik oynayıp, “Hadi sen karım ol ben de kocan, ben işten gelmiş olayım, şimdi de yatalım, ya da sen hasta ol ben de doktor, şimdi seni muayene edeyim,” şeklinde gelişen bir mizansenle cinselliğe ilk adımını atacak yerde adeta bir ayin gibi çizgi-roman okuyup hayallere dalarak günlerini geçirirse, büyüyünce “Comic Book Guy” olması kaçınılmaz. Oysa hem çizgi-roman okuması, hem de kızları taciz etmesi, hem kovboyculuk oynaması, hem de evcilik oynaması gerekiyor. Tam bu noktada Ruby Rocket’ı hatırlayıp “normal insanlar çizgi-roman okumaz” algısı yıkılacaksa eğer, bu tip kızlar sayesinde kızların çizgi-roman okumaları sayesinde olacaktır diyebiliriz. (Toparla, sadede gel) Ben şu anda hâlâ “Zagor gay midir? Çiko ile kulübede yıllarca ne yapıyorlar, o g.tteki yama ne iş?” sorularının kavgasını yapıyorum. Hem de kimlerle? Bir avuç homofobik ve kıllı insanla. Oysa karşıma Ruby Rocket gibi bir kız çıksa, onunla Zagor’un sevgilisi Frida’dan konuşsak. Birbirimize Zagor sayfalarını göstererek kahkahalar atsak. En sevdiğimiz ve sevmediğimiz karakterlerden bahsetsek. Arkadan biri klasik piyano ile romantik komedi müziğini girse, ben elime yastığı alıp şakalaşmaya başlasam. Yastık delinip, her yerimiz tüy olacak, akabinde ortamın etkisiyle direkt sevişeceğiz, sanrısıyla yastıkla kıza girişsem. Bizim yastıklarımızın sobakawa değil anneannemin elleriyle tepeleme doldurduğu taş gibi yastıklar olduğu gerçeğini kızın bayılması ile öğrensem, elim ayağım birbirine dolansa… (Şık bir finalle bitir / uzatma) Gördüğünüz gibi, bırakın kızların çizgi-roman okumasını, bunun hayalini bile kuramıyoruz adam gibi. Gerçek şu ki: Kızlar çizgi-roman okumuyorlar maalesef. Günümüzde erkeklerin bile çizgi-roman’a olan ilgisinin azaldığına bakarak gelecekte de pek okuyacak gibi durmuyorlar. Ne yapalım kendileri kaybeder. Bu arada “hayır kardeşim komple hatalısın, yok öyle bir şey” diyecek var ise eğer, kız değillerse, hiç bana bulaşmamalarını rica ediyorum. Gelecek ay görüşmek üzere. Sıtkı SIYRIL www.sitkisiyril.blogspot.com (Private note for Ruby Rocket: Hi Ruby, i’m your patient, my e-mail adress: sitkisiyril@gmail.com , i will wait for you…
Karanlık, Kar ve Bolca Kan : 30 Gün Gece Kâbusların en iyi tarafı sabah olup da gözlerinizi açtığınızda uyanarak o ürkütücü anları geride bırakmanızdır. Gecenin karanlık gölgeleri yerini güneşin aydınlatıcı ışıklarına bırakır ve insanların kalbinde daima varolmuş olan, karanlığın oluşturduğu bilinmezlik korkusunu – en azından bir sonra ki akşama kadar – bir kenara atar. Peki ya sabah asla gelmeseydi ve kâbus devam etseydi? Steve Niles’ın eseri aslında temelinde insanların en ilkel dürtülerinden biri olan bu karanlık korkusuna dayanıyor. Bitmeksizin sürüp giden bir gece, karanlığın dehşet verici yaratıklarını da beraberinde getirerek yanlış zamanda, yanlış yerde yaşamakta olan bir kasaba dolusu insana korkunç bir son hazırlıyor. Karanlık, kar ve bolca kan. Steve Niles’ın yazmış olduğu 30 Days of Night aslında son derece basit, fakat bir o kadar da etkileyici bir fikirden yola çıkıyor. Alaska’nın en ücra bölgelerinden birinde bulunan Barrow adlı bir kasaba, yılın en uzun gecesine hazırlanıyor. Kasaba halkının büyük bölümü bu uzun karanlıkta bulunmamak için bir süreliğine güney bölgelerine giderken başlarına geleceklerden habersiz, şanssız bir topluluk ise uzun geceye hazırlanıyor. Ne var ki yabancı birisi çoktan kasabaya sızarak onların dış dünya ile bütün iletişimini koparmış durumda. Güneş batar batmaz, korku efsanelerinden dışarı fırlamış kalabalık bir grup vampir, kasabaya doğru yürüyüşe geçiyor. Sonrası tam bir kaos. İlk bakışta, 30 gün boyunca süren bir hikâyeyi anlatmak için yaklaşık 130 sayfalık bir grafik roman biraz kısa gibi gözükebilir. Fakat Niles hikâyesini gereksiz şişirmeler ile doldurmadan, sadece konunun özüne yoğunlaşıyor. İlk saldırıdan sonra hayatta kalmayı başaran bir grup insanın yaşadığı kapana kısılmışlık duygusu ve karşılarındaki bilinmeyen güçlerden dolayı duydukları korkuya odaklanıyor. Çizgi roman söz konusu olduğunda iyi bir eser ortaya çıkarmak için sadece iyi bir yazar gerekmez, aynı zamanda o yazarın hayal dünyasını aktarabilecek iyi bir çizere de ihtiyaç vardır. Steve Niles’ın bu sade ama etkileyici hikâyesi Ben Templesmith gibi sıra dışı bir çizerin çizgileri ile sayfalarda hayat bulunca 30 Days of
42
Night’ın okurlar üzerindeki etkisi bir o kadar da artıyor. Templesmith çok detaylı çizimler ve abartılı kareler ile göz boyamayı kesinlikle amaçlamıyor. Onun çizimleri de aynı Niles’ın hikâyesindeki vampirler gibi: Sade görünümlü ama son derece güçlü. Templesmith çok detaylı karakter çizimlerinden ziyade onların gözlerindeki korkuya, vampirlerin ürkütücü sivri dişlerine ve karla kaplı bembeyaz zemini kızıla boyayan kana odaklanıyor. Farklı çizimleri, kendine has boyama stili ile birleşince, ortaya sayfalar dolusu görsel bir şölen çıkıyor. IDW Publishing’in logosu altında ilk defa 2002 yılında okurlar ile buluşan 30 Days of Night kısa sürede bir çizgi roman hitine dönüşerek son yılların kült eserleri arasına girdi ve Steve Niles ile Ben Templesmith’i hemen şöhrete kavuşturarak, sektörün önemli yazar-çizerleri arasına yerleştirmiş oldu. Büyük övgü toplayan ve çeşitli ödüller alan eser, Amerikan çizgi roman piyasasında “korku çizgi romanları” sektörünün de yeniden ilgi görmeye başlayarak, yeni eserlerin çıkmasında teşvik edici bir rol oynadı. Niles ile Templesmith, kendi yarattıkları ve vampirlerin gölgelerde dolandığı bu dünyayı bir seriye dönüştürdüler ve 30 Days of Night başlığı altında yayınlanan yeni hikâyeler ile destekleyip, daha ayrıntılı bir hale getirdiler. Günümüzde halen 30 Days of Night serisi devam etmektedir. Ciddi bir şekilde konu sıkıntısının çekildiği Hollywood’da çizgi roman hikâyeleri bir nevi can simidi işlevi gördüğünden, son yıllarda ardı arkası kesilmeden süregelen çizgi roman uyarlaması filmler kervanına, kaçınılmaz olarak, 30 Days of Night da katıldı. Yetişkinlere yönelik çizgi roman sektöründe bu kadar ilgi çekmiş bir eserin zaten er ya da geç film stüdyolarının dikkatini çekmesi kaçınılmazdı. Sam Raimi’nin kurucusu olduğu Ghost House Pictures tarafından çekilen sinema uyarlaması, ne yazık ki çizgi romanın etkileyiciliğini yakalamaktan epey uzak kalarak, okurlarda hayal kırıklığı yarattı. Hollywood’un alışılageldik bir şekilde kaynak olarak aldığı bir konsepti gene aşırı şekilde değiştirerek önümüze sunduğu film gişede de beklenilen hâsılattan uzak kaldı. Fakat neyse ki Niles ve Templesmith’in eserine gölge düşürmeyi başaramadı. Hakan BUHURCU www.grafikroman.com
Hollywood’un Gotik ve Aykırı Adamı Tim Burton, 1958 yılında bir California sabahına gözlerini açtığında ailesi Hollywood sinemasının en kendine özgü sanatçılarından birini dünyaya getirdiklerini tahmin edebiliyorlar mıydı acaba? Muhtemelen hayır. Ama herhalde kısa zamanda hem ailesine, hem çevresine hayal gücü ne kadar yüksek ve zıpır bir çocuk olduğunu göstermişti. O yaşlarda neler neler yaptı, hepsini bilmiyoruz ama kardeşi ile birlikte düzmece bir balta ile adam öldürme sahnesi tezgâhlayıp komşularının polis çağırmasına neden olmaları herhalde çokça azar işitmelerine neden olmuştur. Bu azar onu korkutmamış olmalı ki farklı yerlerde aynı şakayı defalarca yapmışlar. Bugünkü Tim Burton’a bakıldığında tam da filmlerine denk düşen bir şaka aslında. Demek ki çocuk Tim’den bugüne çok şey değişmemiş. Zaten yönetmen Tim Burton da (birkaç istisna dışında) ne kadar büyük bütçe ile çalışırsa çalışsın, patronlarının azarlarını(!) dinlemeyip kendi bildiği yolda ilerledi hep. Yine o çocukluk günlerinde korku filmlerinden ve düşük bütçeli filmlerden daha fazla keyif alması, Burton’un kariyerinde belirleyici bir rol oynayacaktı. Lise sonrası Disney’in verdiği bir bursla California Institute of the Arts’a kabul edilen Burton, mezuniyetinden hemen sonra da Disney’de animatör olarak çalışmaya başladı. Ama Disney’in o çok naif çizgileri ona uymamış olacak ki The Fox and the Hound gibi filmler için yaptığı çizimler asla kullanılmadı. Yine de bu süreçte bazı Disney filmlerinde animatörlük yaptı. Ama bu dönemde kendi filmografisinde çok önemli sayılan iki kısa filme de Disney adına imza atmayı başardı. Vincent ve Frankenweenie isimli bu iki kısa filmin ilkinde Edgar Allen Poe şiirlerine benzer bir şiir eşliğinde (ki Tim Burton yazmıştır) Vincent Price gibi olmak isteyen bir çocuğun hikâyesini izleriz. Bu şiiri Vincent Price’ın ta kendisinin seslendirmesi de herhalde Burton’un kendisine ne kadar hayran olduğunu anlatması sonucu olmuştur. Burton’un yıllar sonra çekeceği The Nightmare Before Christmas’ın da ilk kıvılcımları bu filmde rahatlıkla görülebilir. Diğer kısa filmi Frankenweenie ise serbest bir Frankenstein uyarlaması idi. Disney, bir kaza sonucu ölen bir köpeğin hayata döndürülmesini ve ondan sonra gelişenleri anlatan bu filmi çocuklar için fazlasıyla korkutucu bulacak ve herhangi bir şekilde seyirciye sunmayacaktı. Ama aynı Disney, Burton’la yollarını ayırmalarına neden olan bu filme Burton ünlendikten sonra sahip çıkacak ve ev sineması formatlarında izleyiciye sunacaktı. Neyse ki bu film geniş izleyici kitlesine ulaşmasa da sinemacılar arasında bir şekilde dolaştı ve Burton’ın çeşitli teklifler almasına neden oldu. Hayata geçmeyen birkaç film projesinden sonra Paul Reubens’ın kendi popüler karakteri Pee-wee Herman’ın ilk uzun metrajlı filmini yönetecek uygun ismin Tim Burton olduğuna karar vermesi ile henüz 20’li yaşlarındaki Burton bir anda gişe getiren bir yönetmen oldu. Burton açısından bu filmin bir diğer önemi de daha önce sadece kardeşinin bir
44
filmine müzik yapmış olan Oingo Boingo grubunun elemanlarından Danny Elfman ile çalışmaları oldu. İlerleyen yıllarda Burton’un hemen hemen her filminin müziğini Elfman yapacak, kendine de önemli bir film müziği kariyeri oluşturacaktı. Pee-wee’s Big Adventure filminden sonra televizyona birkaç iş yapan Burton, 1988’de Michael Keaton ve Winona Ryder ile ilk çalışmaları olan Beetlejuice ile henüz ikinci filminde kendine özgü bir dünya yaratabilen bir yönetmen olduğunu gösteriyordu. Öteki dünya ve yaşadığımız dünya arasında gidip gelen bu fantastik filmde sonradan Burton dünyasında çokça karşılaşacağımız imgeler bulunmaktaydı. Bu film de sonradan kült niteliği kazandığı gibi gösterime girdiğinde de hatırı sayılır bir gişe başarısı kazanmıştı. Kendini toplum dışında gören ilginç ve gotik Burton karakterleri bu filmle birlikte iyice ortaya çıkmaya başlamıştı. İlk iki filmiyle başarılı bir gişe elde etmesi sonucunda Warner Bros’un en iddialı projelerinden biri Burton’a teklif edildi: Batman. İlerleyen yıllarda da sıkça görüleceği gibi daha önce çalıştığı oyuncularla çalışmayı seven Burton, stüdyonun karşı çıkışına rağmen daha önce bir aksiyon filminde oynamamış olan Michael Keaton’ın Batman’a hayat vermesi konusunda ısrarcı oldu ve dediğini de kabul ettirdi. Burton özellikle fazlasıyla iri yapılı, vücut yapmış bir oyuncunun Bruce Wayne olmaması konusunda baştan beri ısrarlıydı. Ne de olsa, çok zengin olmanın dışında sıradan bir insandı o. Ortaya çıkan sonuç çok başarılı oldu. Elbette müthiş bir Joker portresi çıkaran Jack Nicholson’un da filme katkısını inkâr etmemek gerek. Ama filmin bir başka yıldızı da çizilen şahane Gotham kenti portresi idi. Yine Burton’un temel esin kaynaklarından beslenen bir şehirdi burası. Burton tam kendi tarzında bir Batman yarattı derken, 3 yıl sonra tümüyle kontrolün kendine olması şartı ile devam filmini yönetmeyi kabul eden Burton asıl burada kendi tarzında bir Batman nasıl olur gösterecekti. Bu kez çok daha karanlık bir atmosfer ve Catwoman özelinde tehlikeli bir cinsellik sunan Burton bir kez daha çocuklar için uygun olmayan bir film yaptığı iddiasıyla karşı karşıya kalıyordu. Bu filmi kimi Batman hayranları çizgi romandan uzaklaşıldığı gerekçesiyle pek sevmezken, kimileri de karanlık atmosferi nedeniyle tercih ederler (ki bu satırların yazarı da halen en iyi Batman filmi olarak bu filmi görür). Burton, iki Batman filmi arasına çok kişisel ama bir o kadar da başarılı bir film sıkıştırmıştı. Edward Scissorhands isimli elleri makas şeklinde olan, toplumdan dışlanmış bir karakterin öyküsüydü bu. Edward tümüyle çok tipik bir Burton karakteriydi. Hatta film çoğunlukla Burton’un kendi çocukluğunu anlatan bir film olarak da görülür. Burton bu filminde bir kez daha Winona Ryder ve Vincent Price ile çalışacak ama başrolü film kariyerinde çok fazla bir başarısı olmayan, televizyon dizileri ile ünlenmiş genç bir aktöre verecekti. Bu aktör Johnny Depp’ti. Depp’le kimyaları uyuşan Burton bugüne kadar birlikte toplam altı film yaptılar. Kronolojik olarak gidersek burada The Nightmare Before Christmas filminden bahsetmeden geçmek olmaz. Her ne kadar Burton bu filmin yönetmeni olmasa da hem filmin hikâyesini yazması hem de yapımcısı olup her şeyi denetlemesi ile filme damgasını vurdu. Zaten bu film her zaman bir Burton filmi olarak kabul gördü.
Gerçekten de daha Burton’un ilk kısa filmi Vincent ile akrabalıkları olan bu film Yılbaşı ile Cadılar Bayramını karşı karşıya getiren şahane bir stop-motion animasyondu. Burton bu filmin yönetmeni Henry Selick ile bir süre sonra James and the Giant Peach isimli bir animasyonda daha benzer bir işbirliği yapacaktı. 1994’de o güne kadar hep fantastik dünyalar yaratmış olan Burton ilk bakışta ilginç bir şey yapıyor ve bir biyografiye imza atıyordu. Ama hayatını anlattığı isim Ed Wood gibi “tüm zamanların en kötü yönetmeni” olarak anılan bir isim olunca Burton’ın neden bu seçimi yaptığı anlaşılıyordu. Söz konusu yönetmen hem Burton’a gerçek dünya içinde fantastik bir atmosfer yaratmasına izin veriyor, hem de yine geniş kitleler tarafından dışlanan bir karakteri ele alma fırsatı veriyordu. Başrolde yine Johnny Depp şahane bir oyunculuk sergiliyordu. Filmle ilgili bir not da bir önceki çalışmalarına Danny Elfman’la Burton arasına kara kedi girmesi sonucunda bu filmin müziklerini Howard Shore’un yapması olarak belirtilmeli. Ama ikili Burton’ın bir sonraki filminde yine bir araya gelecekti. O bir sonraki film yine Burton’ın çocukluğunda çok sevdiği B sınıfı bilim kurgu filmlerine bir saygı duruşu niteliğinde olan Mars Attacks! idi. Pek çok ünlü oyuncunun tuhaf rollerde karşımıza çıktığı bu film Burton’ın ne yapmaya çalıştığını anlayanlar için pek keyifli ve eğlenceli olsa da onun esin kaynaklarını bilmeyenler tarafından çok sevilmedi. Hâlbuki Burton bir yandan B sınıfı bilim-kurgu filmlerinin tüm kurallarına uygun bir film yaparken bir yandan da türün parodisini yapıyordu. Burton bir sonraki filminde mizah öğelerini de elden bırakmadan tam bir gotik korku filmi çekecekti. Sleppy Hallow isimli bu filmde bir kez daha Depp ile çalışıyor ve yine ortaya hem çok iyi bir film çıkarıyor hem de bir kez daha gişe başarısına ulaşıyordu (son iki filmi daha kişisel projeler olduğu için çok fazla gişe yapmamıştı). Gişedeki başarısını bir kez daha ispat eden Burton, 2001’de yine büyük bir projenin başına geçiyor, Planet of the Apes’in yeniden yapımının yönetmen koltuğuna oturuyordu. Ancak belki de ilk defa fanlarını mutsuz ediyordu. Zaten çok iyi bir film olan Planet of the Apes’in yeniden yapımını zaten gereksiz bulanlar, Burton’ın kendi dünyasını filme yansıtması durumunda ortaya yine de ilginç bir film çıkabileceği umudundaydı ama hemen her filmine kendi damgasını vuran Burton burada adeta bir memur yönetmen havasında bir film çıkarmıştı ortaya. Sonradan Burton’ın filmin çekimi sırasında stüdyo ile pek çok sorun yaşadığı ortaya çıkacaktı. Ancak bu filmin Burton’ın hayatında daha önemli bir rolü vardı.
Sonradan kendisine iki çocuk verecek olan Helena Bonham Carter ile bu film sayesinde tanıştılar. Bu filmden sonra bu tarihe kadar çektiği tüm filmlerde de hayat arkadaşına bir rol verdi Burton. İşin ilginci Planet of the Apes’de Burton’ın o zamanki kız arkadaşı Lisa Marie’nin de oynaması idi. Ki o da dört Burton filminde ufak rollerde oynamıştı. Burton bir sonraki filminde yine kişisel bir konuya dönecek, dokunaklı bir baba oğul hikâyesi anlatacaktı. Big Fish isimli, yine gerçek dünya ile fantastik bir dünyanın başarılı bir karışımı olan bu film kimilerince Burton’ın en iyi filmi olarak görülmesine rağmen ne hikmetse bizim sinemalarımızda gösterime girmedi. Üstelik fragmanları sinemalarda dönmesine, afişleri gelecek program panolarında yer almasına rağmen. Burton’ın bir sonraki projesi ilginç bir şekilde yine bir yeniden yapımdı. Ancak bu kez turnayı gözünden vuruyor, Charlie and the Chocolate Factory ile bu kez tam kendine göre bir film yapmayı başarıyordu. Bu defa çok daha renkli ve eğlenceli bir film yapan Burton belki de Pee-Wee Herman’ı çektiği yıllara geri dönüyor, bu kez ortaya tam da çocuklara uygun olduğu bu kez tartışılmayacak bir film çıkartıyordu. Elbette bunda Willy Wonka rolünde bir kez daha beraber çalıştıkları Johnny Depp’in, Michael Jackson’dan etkilenerek oluşturduğu söylenen performansının da büyük rolü vardı. Depp ve Burton aynı yıl içinde bir kez daha beraber çalışıyorlar, bu kez Depp sadece sesi ile Burton’a katkıda bulunuyordu. Çünkü sırada The Nightmare Before Christmas ile aynı kaynaklardan beslenen Corpse Bride isimli animasyon vardı. Yine gerçek dünya ile öbür dünya arasında gidip gelen bir aşk üçgenini anlatan film defalarca izlenebilecek bir animasyon başyapıtı idi. Ama bir kez daha ülkemizin film dağıtımcıları Burton hayranlarını üzüyor ve filmi 1-2 sinemada gösterime sokuyorlardı. Ama sanırız bir sonraki Burton-Depp ortaklığı gelecek ay çok sayıda sinemada gösterime girerek bizlere bir şölen yaşatacak. Sweeney Todd: The Demon Barber of Fleet Street isimli bu filmde bu kez Burton bu kez bir müzikale imza atıyor (kimi filmleri müzikale fazlası ile yaklaşıyordu zaten). Ama konusuna bakınca yine tam Burton’a göre bir film olduğu görülebilir. Ortada seri katil bir berberin hikâyesi var çünkü. Üstelik hiç de bildik müzikallerin o steril dünyasına benzemediği daha şimdiden bol kanlı bir film olduğunun söylenmesinden belli. Ayrıca, bu filmin daha şimdiden Burton’a bir Altın Küre adaylığı getirmesi, bu tip ödüllerle pek arası olmayan Burton’ın adını ödül sezonunda bolca duyabileceğimizin bir göstergesi adeta. Henüz sadece 49 yaşında olan Burton’dan daha nice iyi filmler izleyecek olduğumuza inancımız tam, yeter ki pek sevgili dağıtımcılarımız daha kişisel filmlerini de atlamayıp, bizleri sinema perdesinde Burton filmleri izleme zevkinden mahrum bırakmasınlar. Hasan Nadir DERİN sinemamanyaklari.wordpress.com
Kanada’da Bir Türk Çizer : Omar Dogan Dünya’nın en sevilen oyunlarından Street Fighter’in çizerlerinden birisi de Türk. Kanada’da yaşayan Omar Dogan, Street Fighter oyunlarında hem arka planları hem de Street Fighter çizgi romanlarını çiziyor. Gölge Dergi olarak ülkesini hiç görmemiş Ömer Doğan ile hem tanışmak, hem de okurlarımıza tanıtmak amacıyla özel bir röportaj yaptık. Gölge; Biz Türkiye’de yaşayan çizgi roman severler bir çizer olarak Omar Dogan’ı tanıma ve çizimlerini görme fırsatı bulamadık. Kimdir Omar Dogan? Omar Dogan; Hamilton, Ontario Kanada doğumluyum. Annem Alman, babam ise Türk. Müslümanım. Dört yaşımdan beri çizmekle uğraşıyorum ve 1998’den beri profesyonel olarak bu işi yapıyorum. Gölge; Çizer olmak için eğitim aldınız mı yoksa bu sadece yetenek işi mi? O.D.; Tüm yeteneğim Allah vergisi. Başlarda boş zamanlarımda hep çizerdim, ancak liseyi bitirdikten sonra, 1995 yılında Sheridan College’ta klasik animasyon eğitimi almaya başladım. Animasyonla uğraşabilirim ama benim özel çalışma alanım, arka planlar ve yerleştirme idi. Bir süre televizyondaki çizgi filmlerde çalıştım ancak hemen çizgi romana geçtim. Şimdi büyük bir oranda video oyunu tasarımı ve biraz da çizgi roman yapıyorum. Gölge; Hangi çizgi romanları çizdiniz?
48
O.D.; Bu uzun bir liste demek, yine de yedi yıl boyunca çalıştığım şirketlerden bazılarının isimlerini sıralamam gerekirse: Dreamwave ( Darkminds vol 2 , Warlands) , Marvel ( Iron Man, Iron Fist, Taskmaster, Agent X, Deadpool, ve bunun gibi birkaç Marvel oyunu ve kitabı) , DC ( Robotech, Robotech : Preview Shadow Chronicles) , Harris ( Zin, Vampi, Vampi Vicious ) , UDON ( Street Fighter, Street
Fighter Legends : Sakura ). Kart oyunlarına gelince; Sabretooth, Whitewolf, Wizards of the Coast ile Street Fighter UFS kart oyunu da dahil olmak üzere bir sürü şey yaptım. Oyun şirketlerine gelirsek, Konami’nin yeni Track and Field oyununda baş karakter tasarımcısıydım ve Capcom ile Street Fighter ürünleri ve oyunlarında yoğunlukla çalıştım. Daha bir sürü şey var ama en önemlileri bunlar! Gölge; Manga tarzında çizmenizin belli bir sebebi var mı? Yumuşak ve abartılı çizgileri, büyük gözleri seviyor musunuz yoksa bu tür işler geliyor diye mi bu tarz çizimler yapıyorsunuz? O.D.; İlk gördüğüm günden beri, bu tarza vurulmuştum. İlk gördüğüm anime Ureshiihara’nın “Plastic Little”ı idi. Ama küçük bir çocukken bile çizdiğim karakterlerin kocaman gözleri olurdu. Bununla tanındım ve bunu kendime iş edindim. Başka tarzlarda da çalışabilirim ama anime/manga tarzı en çok keyif aldığım tarz. Gölge; Street Fighter ve Sakura gibi bizim Türkiye’de okuyamadığımız ama Amerika’da çok bilinen çizgi romanları çiziyorsunuz. Birileri bizim gibi derginin üzerindeki imzanıza bakıp da “Türk müsünüz?” diye soruyor mu? O.D.; Evet, çoğunlukla Deviant Art’takiler olmak üzere insanlar Türk olup olmadığımı soruyorlar. Convention’larda soyadım olan “Doğan”ı “ğ” ile yazınca Türk olduğumu hemen anlıyorlar. Ama Türklerden daha çok, adımın Omar olması dolayısıyla Müslüman olup olmadığımı soruyorlar. Beş vakit namaz kılıyorum ve Ramazan’da oruç tutuyorum. Gölge; Street Fighter animesi de olan bir oyun. Siz Sakura’yı çiziyorsunuz. Çizimler, mekanlar ve tipler konusunda çalışma yaparken sürekli bir editör kontrolünde mi çalışıyorsunuz yoksa “Omar, sen bildiğin gibi yap” mı diyorlar? O.D.; Sakura üzerinde çalışırken, yapacaklarımızın daha önce yapılmış olan Manga ya da Animelerden bağımsız olmasına karar vermiştik. Sürüp giden hikâyeye hiç değinmiyor ve başlı başına ayrı bir hikâyesi var. Sonuç olarak, istediğimizi yaptık, buna bambaşka bir Capcom ürünü olan Rival School’dan karakterleri hikâyeye katmak da dahil. Evet, dilediğimi yapmakta özgürdüm, ama tüm projeler böyle değil. Gölge; Street Fighter’in oyununu oynamayı ya da animesini izlemeyi seviyor
musunuz? Hiç bir başka çizerin çizgisine bakıp “şu karakteri şöyle çizsem daha iyi olur” diyor musunuz? O.D.;Bir miktar anime izliyorum ama genel olarak işle ve fuarlarla fazlasıyla meşgulüm. Street Fighter oynuyorum ama pek iyi değilim. Ryu ve Dan’ı tercih ediyorum ve Sakura da oynuyorum. Diğer çizerler konusuna gelince, evet beğendiğim isimler var. “Onlar gibi çizmeliyim” demiyorum ama “Daha iyi olmalıyım” diyorum kendi kendime. Gelişmek adına kendimle yarışarak elimden gelenin en iyisini yapmaya çalışıyorum. Genellikle Capcom çizerlerinden etkileniyorum ve bazılarını kişisel olarak da tanıyorum. Şanslıyım ki birazcık Japonca biliyorum ve onlarla konuşabiliyorum! Bu benim için gerçekleşen bir düştü. Gölge; Türkiye’de yılda üretilen çizgi roman albümü sayısının 10 bile olmadığını biliyor musunuz? Albümler haricinde ise sadece mizah dergilerinde ve çocuk dergilerinde çizgi roman var. Kanada’da durum ne? Kanadalılar çizgi roman okuyor mu? O.D.Burada, Toronto’da aradığınız her şeyi bulmanız mümkün. Burada yaşayan büyük bir Asyalı kitle var ve bunun sonucu olarak büyük oranda anime ve manga talebi oluyor. Japonya’da yeni çıkan bir ürünü bir ay sonra edinebiliyoruz, ve birçok insan bunların İngilizce’ye çevrilmesiyle uğraşıyor. Gölge; Kanadalıların en sevdiği çizgi karakterler kimler? Ençok satan çizgi romanlar hangileri? O.D.; Kanada’da oldukça farklı kültürden insanlar var. Türkiye’de herkes Türk ama Kanada’da birçok farklı milletten insan var ve her birinin beğenisi de farklı. Çoğunluğun neyi beğendiğini söylemek zor. Kanadalılar, Amerikan çizgi romanlarından Japonya’dan gelenlere dek her şeyi seviyorlar. Gölge; Manga çizimlerinde bir küreselleşme söz konusu. Artık klasik Amerikan ve Avrupa çizgi roman karakterlerinde bile çizgilerde bir manga tarzına kayma oldu. Sizce bu bir taklit mi yoksa küreselleşme mi?
O.D.; Tarihe bakıldığında Manganın o kadar da yeni olmadığını görebiliriz. “Manga” sözcüğü 400 yıldan fazla bir süredir var ve geçmişi Japonların yazdıkları şiirleri resimlerle süsledikleri zamanlara dek uzanıyor. Oldukça eski bir sanat ve Amerikan etkisi dolayısıyla popüler. Yine de, Manga dünya pazarında sıklıkla dile getirilen, gündeme gelen bir tür. İyi ya da kötü Mangalar var, ama genel olarak iyi bir teknik ve iyi bir hikâye anlatımı her yerde mevcut. Son on yılda Amerikan çizgi roman endüstrisi daha fazla para kazanmak için çoktan kalkan bu Manga trenine yetişmek istiyor diyebiliriz. Gölge; Türkiye’de en çok satan çizgi romanlar İtalyanların yaptığı Zagor, Tommiks ve Teksas. Türkiye’de en sevilen karakter olan Zagor’un kitaplarını okudunuz mu? Bu seri Kanada’da yayınlanıyor mu? O.D.; Burada görmedim ama bulabileceğime eminim. Burada daha çok “Soleil” gibi Fransız çizgi romanları ilgi görüyor. Gölge; Türkiye’de sizin çizdiğiniz bir çizgi romanın yayınlanmasını ister misiniz? Ya da günün birinde Türk okurlara özel bir şeyler çizmeyi düşünüyor musunuz? O.D.; Genel olarak müslümanlara anlatmak istediğim hikâyelerim var ama bunu Kuzey Amerika’da yapmam mümkün değil. Hikâyelerinizde yapabilecekleriniz ve söyleyebilecekleriniz yoğun bir denetim altında. Eğer buna açık bir Müslüman ülke söylemem gerekirse Türkiye ya da Malezya diyebilirim. Yazıyorum ama üzerinde çalıştığım işlerin hiçbirini ben yazmadım dolayısıyla da sadece çizimler bana ait. İnşallah, yazdığımı Türkçe olarak yayınlarım, çok hoşuma gider. Gölge; Bize zaman ayırdığınız için teşekkür ederiz.
Lucky Luke, Kısa Bir Tarihçe ve Çizgi Film Uyarlamaları “Spirou” dergisindeki ilk macerasından günümüze kadar 61 yılı geride bırakmış bir vahşi batı parodisi, çizgi roman klasiği ve büyük bir markadır “Lucky Luke” ya da bize mahsus namıyla Red Kit. Çizgi roman tarihinde vahşi batının anlatıldığı yani “Western” tarzındaki çalışmaların büyük çoğunluğunu ciddi ve gerçekçi çizimlere sahip örneklerin oluşturduğu bir gerçektir. “Lucky Luke”un doğuşuna kadar da mizahi tarzda ve karikatürize çizimlere sahip isim yapmış bir “Western” çizgi romanı olmadığı da söylense yanlış olmaz. “Western” konulu çizgi romanların mizahi başyapıtı olan “Lucky Luke”un yaratıcılarının Kuzey Amerika topraklarından değil de, 1940’lı yıllarda, konuyla ilgili gerekli belgelerden yoksun, bilgi birikimi kısıtlı, kafalarında çılgın kovboyları, kafa derisi yüzen Kızılderilileri, altın peşinde koşan maceracılarıyla oldukça sığ bir “Western” tarihi imajı bulunan Avrupa kıtasından çıkması da tesadüf olmamalıdır. Lucky Luke’un babası “Morris” mahlasıyla meşhur “Maurice de Bévére” 1923 yılında Belçika’nın Flaman kesiminde doğdu. Çizgi roman aşkı çocukluğunda Tenten ile başlayan ve “Tenten Rusya’da” isimli macerayı defalarca kopyalayarak çizmeye başlayan Morris çizim konusunda Amerika yolculuğunda kısa bir dönem katıldığı illüstrasyon kursu dışında hiçbir eğitim almadı. Çizgi romandan sektöründen önce meslek hayatına 1943’ten sonra Belçika’nın bir çizgi film stüdyosu olan C.B.A.’da animatör olarak kısa çizgi filmler yaparak başladı. 1946 yılında animasyon işini bırakıp Dupuis yayınevinde “Le Moustique” dergisinde kapak çizeri olarak görev alan Morris, aynı yayınevinin 1938 yılından beri çıkarmakta olduğu “Spirou”da meslek hayatının dönüm noktası olan “Luck Luke” yazıp çizmeye başladı. İlk Luck Luke macerası 1946 yılında “Spirou yıllığı 1947”’de yayınlanan “Arizona 1880” macerası oldu. 20 sayfa olarak yayımlanan bu macerada Morris’in çizimlerinin büyük ölçüde animasyon işinden izler taşıdığı görülüyordu. Disney stilinde yuvarlak hatlı, dört parmaklı ellere sahip çizimlerle birlikte anlatım yazılarının ve konuşma balonlarının oldukça az olduğu, çizgi film anlatım tekniğine sahip birbirine film şeridi gibi hızla görsel öğelerle bağlanmış ilk macerada Luck Luke’un kanun ve adaletin gönüllü koruyucusu özelliği ortaya çıkmamıştı. Alışagelinen ağzındaki sigarası, gömleğinin üzerindeki yeleği de yoktu ve maceranın sonunda “Ben garip,
52
yalnız bir kovboyum” şarkısını söylemek yerine atının üzerinde mızıka çalarak veda ediyordu. “Spirou yıllık”ta yayınlanan bu ilk macera, Dupuis yayınevinin “Luck Luke” serisinin üçüncü albümüdür. Haftalık Spirou dergisindeki ilk macera ise “La Mine d’or de Dick Digger” (Dick Dagger’in Altın Madeni) isimli albümdür. 1948 yılında Morris’in Belçika’dan ayrılmasına kadar olan sürede çıkan “Rodeo” isimli bir diğer albümle bir-
likte ismi anılan üç macerada Luck Luke sert görünümlü bir tarzda çizilmişti. 1948 yılında Amerika’ya göç eden Morris, 1954 yılına kadar kaldığı ülkede Spirou dergisi için Lucky Luke çizmeye devam etti. O güne dek hep Walt Disney stüdyolarında çalışmanın hayalini kuran Morris, Amerika’daki “Luck Luke” çizimlerinde ilk dönemdeki sert hatları terk edip sevimli-yumuşak, Disneyvari bir “Luck Luke” çizim tarzını benimsedi. Amerika’da “Luck Luke” senaryolarını da yazacak olan Goscinny ile tanıştı. Bu tanışmaya kadar Morris, Dupuis yayınevi için Amerika’da; Sous le ciel de l’Ouest, Lucky Luke contre Pat Poker, Hors-la-loi, L’Élixir du Dr Doxey, Lucky Luke contre Phil Defer isimli maceraları yazıp, çizdi. Haftalık dergiye yetiştirilen ve Fransa’dan Amerika’ya yollanan çizimler ve senaryo dönemin güç koşulları nedeniyle son dönem çalışmalarına göre gerideydi. Morris Amerika yıllarında, “Western” âleminin gerçekte var olmuş, belleklere kazınmış şahsiyetlerini de çizmeye başladı. New York’ta izlediği Dalton Biraderler isimli filmi beğenen Morris bu sayede onlar hakkında araştırmalar yaptı. Gerçek Dalton kardeşler aslında dört değil üç kişiydiler, dördüncü kardeş ilki öldükten sonra çeteye katılmıştı. Morris dördünü bir araya getirmeyi daha eğlenceli bulurken mizah unsurunu arttırması açısından onlar için aynı tipte, merdiven gibi farklı boylarda olan varyeteci Ritz kardeşleri model olarak aldı. Dalton kardeşlerin yer aldığı ilk macerada gerçeğine benzer bir yön ise onların Goffeyville kasabasında öldürmesi oldu. Ancak
Daltonlar Belçika’da çok sevilmişti. Goscinny ile birlikte aynı tiplerin üzerinde çalışan Morris, Daltonların kuzenlerini maceralara dâhil etti. Daha sonra Roy Bean, Sarah Bernhardt, Billy the Kid, Black Bart, Buffalo Bill, Ike Clanton, Old Man Clanton, Edwin Drake, James B. Eads, Wyatt Earp, Virgil Earp, Morgan Earp, Horace Greeley, Hatfield & McCoy, Rutherford B. Hayes, Doc Holliday, Frank James, Jesse James, Calamity Jane, Abraham Lincoln, George Maldon, Joshua Norton, Isaac C. Parker, Frederic Remington, Mattie Silks, Soapy Smith, Belle Starr gibi Western tarihindeki pek çok gerçek isim “Lucky Luke” maceralarında yer aldı. Bütün bu gerçek ya da hayali kahramanlardan öte en çok sevilen tipleme bir köpek “Ran Tan Plan”, (bizim için Rin Tin Tin) oldu. Goscinny ile başlayan çalışmaları serinin Belçika sınırlarını aşan üstün başarısını getirdi. Çizgi romanda en önemli ve en can alıcı unsurun görsellik olduğuna inanan Morris için Goscinny biçilmez kaftandı. Goscinny’nin olağanüstü, dengeli, oldukça geniş bir aralıktaki yaş grubuna hitap eden, cıvımayan mizah anlayışı, konuda gerilimi hep üst düzeyde tutan birbiriyle bağlantılı inişli çıkışlı anlatımı ile Morris’in takıntısız, keskin hatları olmayan, yumuşak, akıcı, sade, anlaşılır ve güzel çizimleri birleştiğinde bir çizgi roman klasiğinin doğuşu gerçekleşti. Lucky Luke’un uluslararası popülaritesini kazanması sağlayan bir başka önemli faktör de Morris’in Dupuis yayınevinden ayrılıp Dargaud yayınevine geçmesi oldu. Tutucu Katolik olan Dupuis yayınevi Morris’in pek çok çizimini sansürlemişti. İdam sahneleri, ağzında şeker yerine tabanca namlusu emen bir Billy the Kid figürü, barların duvarlarındaki tablolarda yer alan hafif açık seçik kadın resimleri bile yayınevinin tahammül sınırlarının dışındaydı. Dupuis yayınevi Morris’in Luck Luke çizgi film projesine de karşıydı. Bunlar ve benzeri birçok nedenle 1967 yılında Morris, Dupuis ile yolları ayırarak Goscinny’nin yazı işleri müdürü olduğu Pilote dergisi ve dolayısıyla Dargaud yayınevine geçti. Dargaud’da istediği serbestliği bulan Morris, Lucky Luke çizgi film projesini de gerçekleştirdi. Orijinal kronolojiyle 9. Sayıdan itibaren ve Goscinny’nin ölümüne kadar süren dönemde 41 albüm bu ikilinin imzasını taşıdı. Goscinny’nin ölümünün ardından Morris, senaryo işine girmedi, ancak başta Fauche ve Léturgie olmak üzere ondan fazla senaristi seriye dâhil etti. Her ne kadar Goscinny’nin senaryolarındaki tadı tutturamasalar da ondan sonra da seri belli bir düzeyin üzerinde kaldı. Goscinny’nin imzası olmaksızın Dargaud, Lucky Productions ve Lucky Comics yayınevlerinden bu dönemde toplam 21 albüm yayınlandı. Lucky Luke, çizgi film animasyonları gerek uzun metraj sinema filmi gerekse televizyon serisi olarak gerçekleştirilmiştir. Uzun metraj sinema filmlerinden ilki 1971 yılına ait 101 dakikalık “Daisy Town” filmidir. Morris ve Goscinny’nin yapım ve
yönetimde sırasıyla Raymond Leblanc ve Pierre Tchernia ile ortaklaşa gerçekleştirdikleri filmin müziklerini de Fransızların efsanevi caz müzisyeni Claude Bolling yapmıştır. İkinci uzun metrajlı film ise 1978 yılına ait 82 dakikalık “La Ballade des Dalton”dur. Henri Gruel’in yönetimde, Pierre Tchernia’nın yapımda Morris ve Goscinny’e eşlik ettiği filmde müzikleri yine Claude Bolling gerçekleştirmiştir. Morris’in ölümünden önce gerçekleştirdiği son uzun metrajlı film ise 1982 yılına ait “Les Dalton en cavale” olmuştur. 2007 yılı aralığında vizyona girmiş “Tous à l’Ouest” ya da “Lucky Luke Go West” isimli on iki milyon avro bütçeli, 85 dakikalık film gerçekleştirilmiştir. 1964 yılına ait Goscinny’nin yazdığı “La Caravane” isimli macera esas alınarak Olivier Jean-Marie, Jean-François Henry senaryosu yazılan filmin yapım ve yönetimini de aynı isimler gerçekleştirmiştir. Kısa metrajlı televizyon dizilerinden ilki 1984 yılında Morris ile Hanna-Barbera Productions ve Gaumont yapım ortaklığında yapılan yirmi altı bölümden oluşan animasyonlar olmuştur. Daha sonra Morris’in 1991 yılında yaptığı yirmi altı bölümlük dizi gelmektedir. “Les Nouvelles Aventures de Lucky Luke” 2001 yılında gerçekleştirilmiş isimli televizyon serisi son uzun metrajlı filmin yapımcısı Xilam ve Dargaud Marina, France 3, France 2 şirketlerinin ortak yapımıdır. Charles Vaucelle, Hugo Gittard, Thierry Gérard tarafından senaryoları yazılan elli iki bölümlük serinin yönetmeni Olivier Jean-Marie, yapımcısı Marc du Pontavice’dir. Erdem TÜRKÖZ