Editör İnsanın Yazısı Gölge E-dergi’yi Okumak İçin 10 Geçerli Sebep Birdi, ikiydi, üçtü derken Gölge beşinci sayıyı çıkarmış. Günlük işler arasına bir de sayfa düzenleri, bolca e-posta vesaire eklenmiş ve nihayetinde buraya kadar gelinmiş. Kısmetse aşırı derece okunduğu için akşam haberlerinin sonunda Ali Kırca’nın evlatlarından Barış Çimen bizimle röportaj yapacakmış, ki yazık ki henüz böyle bir şey yok, Google’da arayınca bir sürü yerde çıkıyormuşuz, falanmış, filanmış... Her şey iyi de en önemli noktayı atlıyoruz beli de; aklı başında bir insan Gölge’yi neden okumalı? İşte size 10 geçerli sebep: 1-Gölge-dergi, el emeği, göz nuru, ticari bir beklenti olmadan “Yahu şu çizgi roman piyasası içinde nasıl yer ediniriz be!” fikrinden doğmuştur. 2-Oldukça uzun bir koza süresi geçirmiş, öncesinde birçok çizgi roman grubu kurulmuş, dağılmış, yine kurulmuş, yine dağılmış ama ümitler yitirilmemiştir. 3-Dergi çalışanları 15-40 yaş aralığında, kuşak çatışması olmaksızın dostça, ağabey kardeş formatında anlaşmaktadır. 4-Aynı çalışanlar yayınlanmadan önce onlarca kez okuyorsa en ufak hatayı bile affetmemektedir. 5-Yine aynı çalışanlar adam kayırmaya, hamili kart yakınlarına gıcık kaptıkları gibi emek hırsızlığını da affetmez. 6-İlk sayısında Burak Turna, bu sayısında da Manfredi ile söyleşi gerçekleştirerek tanınmış isimlerle okuyucularını biraz daha yakınlaştırmıştır. 7-Dördüncü sayıda ise Orkun Uçar’ı yazar kadrosuna misafir ederek Metal Fırtına Serisi ile haşır neşir olmuştur. 8-Yazarlarımız arasında yayımlanmış kitabı olanlar, yakın zamanda yayınlayacaklar ve ileriki yaşamında kitap yayınlamayı düşünenler vardır. 9-Gölge, çizgi romanın yanı sıra sinema eleştirileri, öyküler, küçük çaplı isyanlar da içerir. Ve… 10-Okuyuculardan gelen e-postalar dergi ekibinin şevkine şevk katar, yeni iş arkadaşları bulmak için tüm ekip yanıp tutuşur... On maddenin ardından editör insanın yazısı burada bitiyor. Eğer maddeler size yine de tatmin edici gelmediyse önümüzdeki onlarca sayfa boyunca sayfa boyunca siz de birkaç geçerli neden bulabilirsiniz. Yok, gerçekten bulabilirsiniz. Böyle bir konuda şaka yapar mıyız hiç? Editör Mustafa Emre ÖZGEN
İçindekiler Kapak
Şükrü BAĞCI
Manfredi: “Bu durumda Tex olsa ne yapardı?”
Gölge “ÖZEL” Röportajı Sayfa 4 Öfkeli Babanın Gazabı Oğuz ÖZTEKER Sayfa 14 TORA Cem VURAL Sayfa 19 Muhteşem Kahramanlar mı? Mustafa Emre ÖZGEN Sayfa 27 Günah Şehri Eda İHTİYAR Sayfa 29 Çalınan Eşyalarınızdan Müessesemiz Sorumlu Değildir Utku TÖNEL Sayfa 31 Bu Sene Oskarlar Kime Gider? Hasan Nadir DERİN Sayfa 35 Çizgi Roman Kahramanlarının Kostümleri Sıtkı SIYRIL Sayfa 42 Neden Kızlar Çizgi Roman Okumaz-El Cevap AİLA Sayfa 45 Kadınlar Neden Çizgi Roman Okurlar? Süpürgeli CADI Sayfa 47 “I Am Legend” Eleştirisi Murat Tolga ŞEN Sayfa 48 Cennete Hoş Geldiniz Onur KÜÇÜK (kazegami) Sayfa 51 Galyalı Asteriksin Maceraları Masist ÜŞENMEZ Sayfa 54 Bu dergide yayınlanan tüm yazı ve çizimler yazarlarına-çizerlerine aittir İzinsiz alıntı yapılamaz, yayınlanamaz Yazıların içeriğinden yazarları-çizerleri sorumludur
www.hayalsaati.com
Gölge Yayın Kurulu; Oğuz Özteker, Utku Tönel, Şükrü Bağcı, Ahmet Yüksel Dergimize yazarak ve çizerek katkıda bulunabilirsiniz.
Manfredi : “Bu Durumda Tex Olsa Ne Yapardı ?” Türkiye’de sevilerek takip edilen çizgi romanlardan biri olan Büyülü Rüzgar sessiz sedasız 5. yılını doldurup 64. sayısına geldi. Serinin yazarı Giofranco Manfredi bu günlerde İtalya’da yayınlanan Gizli Yüz (Volto Nascosto) çizgi romanının da senaristliğini yaptı. Gizli Yüz ne zaman Türkiye’de yayınlanır bilinmez ama İtalya’da bu ay yayınlanan 4. sayının çizeri bir Türk. Ersin Burak’ın çizdiği bu sayı yayınlanırken biz de Gölge Dergi olarak Manfredi ile Gizli Yüz ve Büyülü Rüzgar üzerine güzel bir söyleşi yaptık. Gölge: Büyülü Rüzgar Türk okuyucuları tarafından tıpkı Zagor, Tex ve Mister NO gibi sevilen bir çizgi roman oldu. Ocak ayında İtalya’da 114. sayı çıkarken bizde de 64. sayı çıktı. Bizler Manfredi’nin bir süre sadece Büyülü Rüzgar yazacağını düşünürken İtalya’dan gelen bir haberle Volto Nascosto (Gizli Yüz) isimli Eylül 2007de ilk sayısı çıkan ve şu anda 4. sayısında olan yeni bir çizgi roman yazdığınızı duyduk. Gizli Yüz kimdir ve hikâyesi nasıldır? Giofranco Manfredi: Volto Nascosto (Gizli Yüz) sömürgecilik karşıtı Sudan kökenli, yüzünü gümüşten bir maskeyle saklayan gizemli bir savaşçı. Hikâye 19. yy sonlarında İtalya’nın Etiyopya İmparatoru II. Menelik’e karşı ilk sömürge savaşı sırasında gelişen olayları anlatıyor. Gölge: Hikâyenin 14 albümden oluşmasına nasıl karar verildi? Manfredi: Bu Sergio Bonelli’nin seçimiydi, sadece birkaç sayı eksik veya fazlası olabilirdi. Ama seçimin doğru olduğu ortaya çıktı çünkü bu seçim bana kapsamlı ve etkileyici bir hikâyeyi fazla uzatmadan anlatma şansı verdi. Ben de öyküyü tıpkı bir roman gibi başından sonuna kadar oluşturdum. Özellikle buna dayanarak senaryonun kaç sayı olacağına karar verildi. Gölge: Çizerlerle işbirliğiniz ne ölçüde? Tipleri, mekânları çizerlerken birlikte mi çalışıyorsunuz? Manfredi: Gizli Yüz’ün grafik tasarımları Goran Parlov’a bırakıldı ve Massimo Rotundo tarafından da başarıyla devamı getirildi. Çok fazla deneme yaptık ve sıkı işbirliği içinde çalıştık, çünkü karakterlerin nasıl yansıtılacağı konusunda çok net fikirlerim vardı.
4
Gölge: Maceraların geçtiği yerlere gerçekten gittiniz mi veya gördünüz mü? Manfredi: Hayır, ancak babam ben doğmadan 8 sene önce faşist dönemde Etiyopya’daymış ve ressam olduğundan Massawa ve genel olarak Afrika’nın tümünü yansıtan bol bol tablo yapmış. Bunun sayesinde hayal gücümün gelişmesinde büyük katkıları olan Afrika’yı yansıtan tablolarla çevrili bir şekilde büyüdüm. Bir öykü yazarken (ister kitap ister çizgi roman, önemi yok) kullandığım kişisel bir metodum var; dönem ve ortam hakkında kitaplardan, resimlerden ve internetten referans alarak bulunabilecek tüm birikimi toplarım ve kendi yarattığım karakterleri bu ortama koyarak yazmaya başlarım, sonra - ama her zaman değil - doğrulamak için ilgili yere giderim. Eğer hemen yerine gitmiş olsam neyi doğrulayacağımı bilemem ve o mekân hakkında çok fazla yerinden his toplamış olurum, bu da benim yazarken hayal gücümü kısıtlar. Zamanla anladım ki bazı şeyleri hayalimde canlandırdığımda, yerinde gidip gördüğümden daha gerçekçi sonuçlar ortaya çıkarabiliyorum. Yerine gidildiğinde kaçınılmaz olarak detaylara boğuluyorsunuz. Büyülü Rüzgar’ı yazarken de bu metodu kullandım. Amerika’da gezip gördüğüm sadece Kaliforniya’dır, Dakota’ya ve Kızılderili rezervlerine hiç gitmedim. Gene de Amerika’yı benden daha iyi tanıyan, enine boyuna gezmiş olan birisi, bana yorumumun coğrafi ve tarihi gerçeklerle çok uyumlu olduğunu söylüyor. Bunun sırrı hazırlık çalışmalarına çok zaman ayırmakta yatıyor. Eğer günlük, anı gibi kitaplar okunursa o yerin ve zamanın insanlarının olayları nasıl gördükleri anlaşılabiliyor ve böylece en iyi şekilde anlatım yakalanabiliyor. Ancak bunun yerine hemen o yere gidilmiş olsa sadece kişisel deneyimler ve ilk izlenimler toplanır ki bunlar kulaktan dolma veya o ana dair bilgiler olabilir ve böylece o mekânda birkaç yüzyıl önce insanların nasıl yaşadığını anlamak güçleşir. Gölge: Gizli Yüz için çalışan bir Türk çizer var, Ersin Burak, bunu nasıl başardı, kendisini nasıl buluyorsunuz? Manfredi: Kendisini şahsen tanımıyorum, ancak çizimlerini gördüm ve görür görmez çok hoşuma gittiler. Mimariyi ve genel olarak kökleri sadece İslam’a değil, Hıristiyanlığa da dayanan ve 1001 Gece Masalları’nı hissettiren doğu ortamını iyi tanıyan birilerine çok ihtiyacım vardı. Ersin bunun için mükemmel bir seçim. Gölge: Gizli Yüz’ü İtalyan okurlar nasıl karşıladı?
5
Manfredi: Hem okuyucular, hem de eleştirmenler ve meslektaşlarım tarafından çok sıcak bir karşılama olduğunu söyleyebilirim. Öykü gerek konusu ve anlatımı, gerek tiplemeleri ile herkes tarafından yeni ve farklı bulundu, bundan çok memnunum Daha görkemli sahneler içeren büyük savaşın başladığı sayılara geldiğimizde neler olacak göreceğiz. Gölge: Gizli Yüz’ün Türkiye’de çıkabileceğine dair herhangi bir duyum aldınız mı? Manfredi: Gizli Yüz henüz çıkalı çok olmadı. Yurtdışında arayışlara girmeden önce İtalya’da nasıl karşılandığını iyi anlamak isterim. Bunun dışında çizim ve edisyon olarak gerçekten çok güzel bir çizgi roman ve yurtdışında da kalitesinden taviz verilmeden yayınlanması benim için her şeyden önemli. Gölge: Hazırlamakta olduğunuz yeni mini seriler var mı? Manfredi: Şu anda yok. Tex için iki uzun hikâye yazmaktayım ve yeni bir romana başladım. Ayrıca Büyülü Rüzgar Mississippi boyunca yeni bir maceraya atıldı ve bunun çalışması da çok zamanımı aldı. Bu yüzden şu aralar yeni bir seriye başlamak için pek zamanım yok. Gölge: Sizce Bonelli neden mini-seriler çıkarmak gereği duydu? Manfredi:: Açıkçası ortam böyle gerektiriyordu. Yazarlar, okurlar, herkes sonsuza
dek sürecek gibi gözüken hikâyeler yerine ömür boyu tek bir yazar veya karaktere bağlı kalmamak için daha kısa, sonuçlanan maceralar istiyordu. Gölge: Şimdi Büyülü Rüzgar’a geçelim, bu ay Türkiye de 64. sayı çıktı. Gelecek sayılarda Ned ve Poe’nun hayatlarında ne gibi değişiklikler olacak? Manfredi: Tek albümde sonuçlananların yanında değişik konu ve ortamlara yayılan pek çok macera olacak. Özellikle 66. sayı ilginç. Kendi içinde ayrı bir hikâye gibi gözüküyor ancak önemi ilerde ortaya çıkacak. İlkel Kızılderili kabileleri ile ilgili, gizem ve arkeoloji yüklü bir hikâye. Bahsedilen bu gizemler Lovecraft’ın hayalgücüyle ilgili. Ben de (sanırım ilk defa) Lovecraft’ın canavar yaratıklarıyla döneminin arkeolojik keşifleri, Amerikan yerlilerinin antik ayinleri ve kültürel mirasları arasındaki bağı göstermeye çalıştım. Gölge: Büyülü Rüzgar, hikayelerinde tarihi olaylara yer verip tarihi takip ediyor. Hiç hayal gücünüzle tarihi değiştirmeyi düşündünüz mü? Manfredi: Sinemada çoğu zaman tarih tamamıyla değiştirilmiştir ve sonuçları da pek iyi olmamıştır. İnsanların zaten nasıl biteceğini bildiği bir hikâyeyi anlatmak ve bu yüzden sürprizi başka yerlerde aramak (olayın arka planında aslında ne oldu, ne gibi
şeyleri ekleyebiliriz, tarih kitaplarında sadece isim olarak geçen ancak kişiliği pek bilinmeyen gerçekten yaşamış insanları nasıl yorumlayabiliriz) yazarlar için zorlayıcı bir mesele. Gölge: Önünüzde Tex gibi dev bir western var. Gece Kartalı dururken kimse Ned’in maceralarını okumayacak korkusunu yaşadınız mı? Büyülü Rüzgar’ı yaratırken amacınız neydi? Manfredi: Büyülü Rüzgar’ı yaratmaktaki amaç öncelikle farklı bir şeyler yapmaktı. İlk olarak, Ned belli bir tehlikeye atıldığında kendime şunu soruyordum: bu durumda Tex olsa ne yapardı? Cevabı bulunca Ned’e bundan farklı, hatta tamamıyla zıt olan şeyi yaptırdım. Serinin genelinde Western dünyasının anlatımını yenilemeye çalıştım. Hayli başarılı olduğumu düşünüyorum ve gerçekten Büyülü Rüzgâr’da işlediğim kimi konular daha sonra Tex’in çeşitli hikâyelerini de etkiledi. Ayrıca Büyülü Rüzgâr ile piyasaya çıkan çoğu yeni çizerin de daha sonra Tex’e geçtiğini belirtmeden geçemeyeceğim.
BÜYÜLÜ RÜZGAR Gianfranco Manfredi’nin yarattığı çizgi roman kahramanı “BÜYÜLÜ RÜZGAR” Türk okuyucularıyla 2002’nin Ekim ayında tanıştı. “BÜYÜLÜ RÜZGAR” Teks, Zagor, Tom Miks ve diğerlerinden çok farklı bir karakter. Kızılderililer arasında beyaz bir şaman. Manfredi’nin bu hayal kahramanı, “Son Mohikan” ve “Sol Ayağım” filmlerinden tanıdığımız Danıel D. Lewis’e çok benziyor. BÜYÜLÜ RÜZGAR’ın asıl adı, Ned Ellis ve Amerikan ordusunun bir askeri… Alçakça kurulan bir komplonun kurbanı olup ağır yaralanınca, Sioux kabilesi şamanı Topal At tarafından kurtarılıp, tedavi edilir. Görüntüler görme ve geleceği öğrenme yetisine sahip olduğu anlaşılınca kabileye kabul edilir. Topal At bir baba gibi onu yetiştirip, Şamanlığı öğretir. Kafasında, geçirdiği ağır kazandan kalma bir metal parçası taşıdığı için hafızasını kaybeden Ned Ellis’in hikâyesi Dakota’ya giderken bir trende başlar. Orada ünlü yazar Edgar Allan Poe’ya benzeyen, bu yüzden de kendisine, “Poe” lakabı verilmiş olan alkolik bir gazeteci, Willy Richards ile tanışır. Şikago’lu gazeteci Poe, BÜYÜLÜ RÜZGAR geçmişini ararken onu yalnız bırakmaz ve şeytan ruhlu iş adamı Howard Hogan’a karşı birlikte savaşırlar. Olayları dikkatle incelerseniz günümüzle olan paralelliğini
Gölge: Sizce Ned köklerini büyük oranla kitaplar, filmler ve Amerikan tarihinden alan bir karakter mi yoksa tamamen özgün mü? Ned’in Daniel Day-Lewis’e benzemesine nasıl karar verdiniz? Manfredi: Ned karakteri pek çok kökene dayanıyor ancak tabi ki sinema veya çizgi romandan ziyade edebi kökler. Ana esin kaynağı James Fenimore Cooper’ın romanında yarattığı ve Son Mohikan filminde Daniel-Day Lewis tarafından canlandırılan Natty Bumppo karakteri, ancak Ned çok az olsa da Amerikan tarihinde görülmüş durumlardan biri olan, özellikle “beyaz adam”dan ziyade Kızılderili olmasıyla genel anlamda yerli kültürüne yaklaşan beyaz adam derhal fark edersiniz… Fırsatçılar, arsa spekülatörleri, şerefsiz iş adamları, soyguncular, vs… Eski adıyla Ned Ellis, yeni adıyla Sioux şamanı BÜYÜLÜ RÜZGAR, güçlü karizması ve mert kişiliği ile çeşitli maceralarda yavaş yavaş hafızasını toplayacaktır… Manfredi’nin hayal gücünü burada takdir etmemek mümkün değil. Western’e değişik bir bakış açısı olduğu kesin. Alışılagelmiş çizgi romanlardaki Beyaz-Kızılderili ilişkisi, çok farklı bir görüşle ele alınıyor. Her zaman düşman gösterilen Kızılderililer, bu çizgi romanda nihayet hak ettikleri gibi dürüstçe okuyucuya sunuluyor ve yaşamları tüm detayları ile ortaya seriliyor. Bugüne kadar beyaz düşmanı vahşiler olarak ele alınan bu ırkın, sosyal yaşamları, aile ilişkileri ve töreleriyle, bizlerden hiç de farklı olmadıklarını, asıl vahşilerin beyazlar olduğunu Manfredi bize bu çizgi romanda ispatlıyor. BÜYÜLÜ RÜZGAR kendi türünde bence tek olan bir çizgi roman. Olaylara bakış açısı, günümüzle paralelliği, doğaüstü güçlerin sanki normal hayatın bir parçası gibi gösterildiği ama hayal dünyasında sürüklerken birden katı gerçekle yüzleşildiği bir çizgi roman. Aslında, her macerası ayrı bir film senaryosu olabilecek nitelikte. Usta bir kalem olan, şarkı sözleri, kitaplar ve çizgi romanlar yazan Manfredi’nin bunda rolü büyük. Ortiz, Frisenda, Milazzo gibi ustaların çizimleriyle yaşantımıza giren BÜYÜLÜ RÜZGAR, Kızılderililere olan tutkumuz yüzünden mi bilinmez, Türk çizgi roman okuyucusunun kalbini kısa sürede fethetmiştir. İnci ASLIER Büyülü Rüzgar çizgi romanının çevirmeni
karakterini temsil ediyor. Tabii ki daha sonra kendine has karakter gelişimini gerçekleştiriyor. Gölge: Ülkemizde Ned’in daha çok şaman güçlerini kullandığı ve Kızılderili gelenekleriyle ilgili hikâyeler seviliyor. Yeni maceralar yazarken okuyucu tepkilerini göz önünde bulunduruyor musunuz? Manfredi: Okuyucuların fikirlerine her zaman çok değer vermişimdir ancak bunun beni fazla şartlandırmamasına da dikkat ederim. Okuyucular sık sık anlık düşünerek tepki verir. Büyülü Rüzgar gibi on yıldan fazla süredir devam eden ve henüz belirlenmiş bir sonu olmayan bir seriyi yazdığınız zaman anlık kararlar veremezsiniz, aksi takdirde çizgi romanın genel gidişatı sekteye uğrar. İleriye bakmayı ve sürekli yenilikler bulmayı bilmek gerekir. Okuyucuları sadece memnun etmekle kalmayıp ayrıca şaşırtmak, sürprizler sunmak gibi yükümlülüklerimiz de var. Daima beklenmedik şeyler sunmak gerekir, aksi takdirde bu, bir yazarın kendisinden beklenen yaratıcı ve yenilikçi olması gerekliliğini reddetmek demektir. Gölge: Yeni bir albüm çıkmadan ne kadar önce senaryosu hazır olmuş oluyor? Örneğin şu an İtalya’da 114. sayı piyasada, peki siz kaçıncı sayıyı hazırlamaktasınız? Manfredi: Hikâyeleri albüm çıkış sırasına göre yazmıyorum. Şu anda 122. sayıya kadar olan senaryolar hazır durumda. Günümüzde Büyülü Rüzgar’ın İtalya’da iki ayda bir çıktığını ve albümlerin 30 sayfa arttığını düşünürsek genelde seriden bir-bir buçuk sene önde olduğumu söyleyebilirim. Yani şu anda 2009’da çıkacak sayıları yazmaktayım ve bu sene içinde de 2010 sayılarına başlayacağım. Gölge: Büyülü Rüzgar için çalışan pek çok çizer var, en çok hangisini beğeniyorsunuz, hangisinin çizdiğini görünce “İşte bu gerçek Ned Ellis!” diyebiliyorsunuz? Manfredi: Çizerler arasında ayrım yapmam, zira hepsi seri için orijinal ve önemli katkılar yapıyor. Ancak özellikle Ned hakkında konuşursak en çok Goran Parlov’un çizdiği Ned’i sevdiğimi saklayamam. Ancak maalesef Goran biraz tembel ve bir senaryoyu ona teslim ettiğimde tam olarak ne zaman bitireceğini bilemiyorum. Bu bir sorun çünkü Büyülü Rüzgar zamanla devamlılığın önemli olduğu bir çizgi roman haline geldi, yani başlayıp biten türde olsa bile her hikaye bir öncekinin bittiği yerden
başlıyor. Bu yüzden eğer bir çizer işini zamanında yetiştirmezse sonuç bir felaket oluyor. Gölge: Sizce Büyülü Rüzgar ve Gizli Yüz arasında karakter benzeşmeleri var mı? Manfredi: Hayır, kesinlikle yok. Gizli Yüz ile çok daha farklı şeyler yapmaya çalıştım. İkisinin de yazarı ben olduğum için doğal olarak bazı ortak noktalar vardır, ancak bu olsa olsa benim anlatımımdan kaynaklanır, kesinlikle karakterlerin benzeşmesinden değil. Gölge: 2008 yılı için Tex’e bir senaryo yazacağınızı duyduk, hikâye ne yönde olacak? Manfredi: Aslında biri normal seri (ancak 2009’dan önce çıkmayacak), diğeri de dev albüm için olmak üzere iki tane hazırlıyorum. Tex karakterini çok seviyorum ve son çıkan albümlere kıyasla çok daha fazla aksiyon içeren Tex’in eski sayılarındaki havayı yakalamaya çalıştım. Gölge: Türkiye’de neredeyse İtalyan çizgi romanı = Bonelli durumunda. İtalya’da Bonelli harici durum nasıl? Manfredi: Şu anda durum hayli ilginç, zira yeni yazarlar piyasaya çıkıyor ama güçlü karakterler (geçmişte Bonelli harici olan Corto Maltese, Valentina gibi) ender görülüyor. Yeni yazar ve senaristler hayli esnekler ve farklı türlerdeki hemen her karakter için yazabilecek kapasitedeler. Ancak yeni ve önemli karakter yaratımı pek mevcut değil. Bence bunun sebebi karakterden ziyade ortam ve türe önem vermelerinden kaynaklanıyor. Karakterler asla hikâyeyi anlamlandırmak için yaratılmamalı. Şöyle anlatayım, eğer iyi bir senaryo tasarlanırsa ancak bu karaktere uygun değilse fedakârlık yerleşmiş bir karakteri ait olmadığı bir senaryoya uydurmaktan ziyade hikâyenin kendisinden yapılmalı diye düşünüyorum. Gölge: İtalyan, Amerikan, FransaBelçika, Manga olsun, sevdiğiniz çigi romanları söyleyebilir misiniz? Manfredi: Belirli bir ekolü takip ettiğimi söyleyemem. Daha ziyade ilgimi çeken ve orijinal olduğuna inandığım yazarları takip ediyorum. Günümüzde bir krizden
bahsedilse bile gayet fazla sayıda çizgi roman piyasaya çıkıyor, bu yüzden önemli olan reklâmları veya büyük yayınevlerinden çıkıp çıkmadıklarını göz ardı edip daha ziyade gerçekten okumaya değer olanları keşfedebilmek. Bu keşifleri yapabilmenin en iyi yolu çizgi roman fuarları… Genelde ülkene ithal edilmesini beklemektense, bol bol seyahat edip çeşitli iyi çizgi romanları yerinde ve kendi dilinde keşfetmek… Bu doğal olarak zor çünkü gerekli yabancı dilleri öğrenmeyi gerektirir. Çizimler konusunda da belli bir tecrübe seviyesine gelmek gerekir zira iyi bir çizgi roman, kendisini diyaloglar olmadan da anlatabilir, sonuçta çizgi roman görsel bir anlatım tarzıdır. Gölge: Çizgi roman piyasasını nasıl görüyorsunuz ve çizgi romanın geleceği hakkında neler söyleyebilirsiniz? Manfredi: Bu konuda oldukça iyimserim. Edebiyat, müzik, sinema, televizyon, tiyatro gibi pek çok farklı alanda çalıştım ve fark ettim ki bazı sektörlerde teknolojik devrimler süreklilik arz etse de, çizgi roman birilerinin yazdığı ve birilerinin çizdiği bir sanat eseri olarak kalmaya devam ediyor. Sabit kalan bu çalışma metodu, üreticilere çok fazla zaman kaybetmeden tarzlarına konsantre olma ve sürekli gelişen teknolojiye göre kendilerini yenilemeleri fırsatını sunuyor. Konu müzik veya sinema olunca kendini yenilemek ve yeniliklere uyum sağlamak kesinlikle çok önemli ancak üretim metotlarındaki bu sürekli ve hızlı değişim, sıklıkla sanatçıyı kendileri üretmediği, sadece kullandığı bir teknolojinin kölesi haline getiriyor. Örneğin sinemada, eğer çok fazla özel efekt varsa yönetmen kamerayı belli bir noktaya sabitlemek durumunda, oyuncular da yeşil veya mavi bir panonun önünde durarak, çevresinde o anda ne olup bittiğinden ve hatta sonuçta ortaya ne çıkacağından bihaber şekilde kendini aptal gibi hissederek tamamen teknolojinin kölesi olmuş şekilde alınan kararlarla rol yapmaya çalışıyorlar. Şanslıyız ki çizgi romanda böyle bir şey mümkün değil. Photoshop gibi bilgisayarın getirdiği çeşitli nimetlerden faydalanılabilir ancak temel hep aynı kalıyor. Bu durum başka şeylerle de açıklanabilir. Örneğin futbol çok popüler çünkü ayaklarını (beyinlerini de kullananlar var) kullanan insanlar tarafından oynanıyor, programlanmış robotlar tarafından değil. Fuarlara gelen gençler çizerlerin önünde sıra oluyorlar çünkü sadece bir kalemin hızlı hareketleriyle mucizevî bir şekilde kişi ve durumların anlatılabilmesini görmek onları büyülüyor. Eğer çizer bir ekran arkasında esir olsaydı
ve çizimler yazıcıdan çıksaydı kimse onun önünde sıraya girmezdi, zira bireysel yetenek ve kabiliyetleri icra edilirken izlemenin yeri doldurulamaz. Gölge: Röportajımızı bitirmeden önce Türk okuyucularınıza iletmemizi istediğiniz özel bir mesajınız var mı? Manfredi: Uzun yıllar önce, 70’lerin sonunda Türkiye’ye tatile gelmiştim ve bir daha gelme fırsatı bulamadım. Aslında kötü bir durum çünkü tatilim gerçekten muhteşem geçmişti. Bugün Türkiye’ye dair sadece Orhan Pamuk’un romanlarını tanıyorum (Nobel ödülü almasından çok önceleri kitaplarını okumaya başlamıştım). Umarım tekrar Türkiye’ye dönme ve Büyülü Rüzgar okuyucularıyla tanışma şansım olur. Gölge: Nazik cevaplarınız için çok teşekkür ederiz,
Röportajı İtalyanca aslından çeviren: Erdem “Leto” VİRLAN (erdemleto@hotmail.com)
Öfkeli Babanın Gazabı Ford Focus’u üç katlı, müstakil villanın önünde durdurdum. Otomobilden inmeden önce, orduda görev yaptığım günlerde tedarik ettiğim Sig Sauer marka tabancamın şarjörünü son kez kontrol ettim. 9 mm.’lik on dört kurşun yerinde, bir tanesi de namludaydı. Silahı, belimin arkasındaki kılıfına yerleştirdim. Tabancayı vücudumda hissedince, rahatsız oldum. Fakat en basit sorunum buydu. Çok daha büyük bir derdim vardı. Üç haftadır kayıp olan kızımın izini buraya kadar sürebilmiştim. Artık sona yaklaştığımı tahmin ediyordum. On altı yaşındaki kızımı yoldan çıkaran uyuşturucu ve kadın tacirlerinin, kendi rızalarıyla Sandra’yı teslim etmeyeceklerini biliyordum. Birkaç dakika daha arabamın içinde kalıp, pilot montumun cebinden çıkardığım plastik kutudaki yeşil haplardan birini ağzıma attım. Seneler evvel öğrendiğim meditasyon tekniğiyle zihnimi boşaltım. Bünyemdeki tüm duygu odacıklarının kapısını, ikinci bir emre kadar kilitledim. “Pekâlâ, Scorpio, görev bekliyor,” diye mırıldanıp, otomobilin kapısını açtım. Kendime, yıllar önceki kod adımla seslenişim, bilincimin bambaşka bir boyuta geçtiğinin bariz göstergesiydi. Malikânenin önünde dikilip, etrafa bakındım. Bahçenin stratejik noktalarına yerleştirilmiş kameraların farkında değilmişim gibi davranmaya çalıştım. Birazdan içeri girecek ve eğer yaptıkları hatanın farkına varıp, kızımı bana vermezlerse, bunu onlara ödetecektim. İriyarı ve kel kafalı bir zenci, birden kapıyı açtı. Oysa daha zili çalmamıştım. Demek, kapalı devre monitörlerinden gelenleri izliyorlardı. Bir defa daha haklı çıkmıştım. Zaten nadiren yanılırım. Esmer görevli, hiç umulmayacak kadar nazikti. “Buyurun efendim, size nasıl
14
yardımcı olabilirim?” “Adım, Graham Masterson… Sandra’yı, yani kızımı arıyorum. Burada bulabileceğimi söylediler.” “İnanın bu konuda hiçbir bilgim yok ama eğer isterseniz bir de işletme amirimiz Bay Herbet’e soralım. Beni izleyin lütfen…” İşletme amiri mi? Anlaşılan malikânenin sahibi, bir işletmeci tutacak kadar varlıklıydı. Tabii ya neden olmasın? Yasadışı pis işlerde, çok büyük para vardır. Birçokları da, sonunu düşünmeden, bunun cazibesi kapılır. Ama artık – hiç değilse buradakilerin – sonu çok yakın… Her iki kulağında altın küpeler bulunan görevli, arkasını dönüp, koridorun sonuna doğru ilerledi. Soldaki ikinci kapıyı tıklatıp içeri girerken ben de peşindeydim. Kapıdaki pirinç tabelada ismi yazan James Herbet, dışarıya dönmüş, ellerini kumaş pantolonunun ceplerine sokmuş, masasının hemen ardındaki büyük pencereden batmak üzere olan akşam güneşini izliyordu. Biz odaya girince, yüzünü döndü. Zayıf ve uzun boyluydu. Arkaya doğru taradığı siyah saçları, ensesine kadar iniyordu. Zenci, neler olup bittiğini kısaca açıkladıktan sonra ofisten ayrıldı. “Demek kızınız da ekibimizde çalışıyor, öyle mi? Sizinle elimden geldiğince açık konuşacağım. Hemen her hafta aramıza yeni insanlar, yeni simalar katılır. Çoğu, geçmişlerinden fazla bahsetmezler. Bizler de onları zorlamayız. Kızınızı şahsen tanımadığım için, son günlerde aramıza katılanlardan hangisinin o olduğunu bilmiyorum. Büyük bir olasılıkla, buraya gelip, çalışmak istediğini, uygun bir ücret karşılığında her işi yapabileceğini söylemiştir. Tabii biz de ona yardımcı olabilmek amacıyla, en uygun işi vermişizdir…” Mavi gözleriyle sinsice bana bakıp, gülümsedi. Ancak, tebessümü gözlerine yansımadı. İnsanın içini ısıtan veya güven veren bir gülümse değildi bu… “Ona nasıl bir iş verdiğiniz merak ediyor filan değilim. Sadece kızımı alıp, buradan gitmek istiyorum.” “Arzu ederseniz bunu bir de kendisine soralım. Kim bilir, belki de buradaki hayatından memnundur ve sizinle gelmek istemez.” Bir defa daha sırıttı James. On altı yaşındaki bir genç kız, bu tip adamların eline düştüğünde, fahişelikten veya uyuşturucu madde satıcılığından başka ne iş yapabilirdi ki? Karşımda dikilen herifin o anda gırtlağını sıkmamak için kendimi zor tuttum. “Bana hemen kızımı gösterin!” “Yoksa?… Sanki cümleniz yarım kaldı gibi Bay Masterson.” “Hayır, yalnızca talebimi dile getirdim. Sizinle gevezelik edecek değilim.” “Hay hay… Beni izleyin öyleyse. Sanıyorum, üst kattaki odalardan birindedir.”
Bürodan, birlikte çıktık. Girişteki avluyu geçip, merdivenlere yöneldik. Uzun bir koridora girip, en dipteki odanın kapısı önünde durduk. Kapının üzerinde kırmızı bir lamba yanıyordu. James ampulü gösterip, “Çok üzgünüm bayım, şu anda içeride çekim yapılıyor. Dolayısıyla, içeriye girip de bunu berbat etmemizi istemezsiniz değil mi?” “Umurumda bile olmaz,” dedim. Adamı yana itip, sertçe kapıyı açtım ve içeri girdim. Nedense, gördüklerim beni hiç şaşırtmadı. Odanın tam ortasında kocaman bir yatak, kırmızı saten pikenin altında ise bir adamla, bir kadın vardı. İkisi de çıplaktı. Yılların kazandırdığı tecrübe ve aldığım disiplinli eğitim sayesinde, dikkatim dağılmadı. Hiç vakit kaybetmeden, çabucak yüzlerine baktım. Yataktaki hatun, kızım değildi. “Sandra nerede?” diye sordum. Kimseden ses çıkmayınca bağırmaya başladım. “Hemen söyleyin, sabrım taşmak üzere!” Yüzümdeki ciddi ifadeden ve ses tonumdan şaka yapmadığımı anladılar. Odada bulunan herkes, donup kaldı. Oysa iki metre arkamda dikilen James beni umursamıyordu bile. Geniş odanın köşesine yerleştirilmiş kameranın ardındaki, sarı saçlı ve gözlüklü adama seslendi. “Üzgünüm Shaun, ona engel olamadım,” dedi. Oturduğu iskemleden ayağa fırlayan adam, “Seni geri zekâlı, ne yaptığını sanıyorsun sen? Burada çekim yaptığımızı görmüyor musun?” diye haykırdı. Çok sinirlendiği belliydi. Shaun’a yaklaştım. Gömleğinin her iki yakasını da tutup, adamı sarsmaya başladım. “Kes sesini pezevenk. Bana hemen kızımı göster!” Bu esnada, etrafımızda bulunan diğer insanlar, yatağın yan tarafına ve odadaki iki koltuğun arkasına eğilerek saklandılar. Hatta birisi, banyoya kaçtı. Kimseyi önemsemedim. Shaun, irileşmiş gözleriyle bana baktı. Şaşkındı. Ne yapması gerektiğini düşünüyordu sanki... “Hangi kızdan bahsediyorsun? Hem sen de kimsin?” Bir an duraksadı ve sağa doğru eğilip arkamdaki kişiye seslendi. “Yardım etsene James! Engel olsana şu herife…” Tereddüt etmeksizin, hızla tepki verdim. Belimdeki silahı çıkarıp, arkamdan bana yaklaşmakta olan James’e döndüm ve iki el ateş ettim. Bang! Bang!
Vücuduna isabet eden kurşunların etkisiyle, önce geriye doğru savrulan işletme amiri, birkaç saniye sonra sırtüstü yere devrildi. Odaya, kükürt benzeri barut kokusu dolarken, yataktaki çıplak adam, üzerindeki pikeyi kenara savurup, koşarak dışarıya doğru kaçtı. Bu esnada mavi iç çamaşırı gözüme ilişince, sandığım gibi çırılçıplak olmadığını anladım. Ancak yataktaki kadın, benzer bir şeye kalkışmadı. Sadece çığlık attı. Ben dikkatimi yeniden Shaun denen adama yönlendirdim. “Sadece üç saniyen var! Eğer bu süre içinde bana kızımı teslim etmezsen, aynı şey senin de başına gelebilir! Üç…” “Sakin ol dostum… Anlaşılan, kim olduğumu bilmiyorsun. Ben Shaun Hudson’ım…” “İkiiii… Kızım nerede?” “Ne bileyim ben senin kızını be adam? Her gün onlarca kişiyle muhatap oluyorum ve…” “Bir!...” “Hey, hey dur bir dakika!” Dehşete kapıldığından, alnı terlemişti ve sesi titriyordu. Bang! Silahımı adamın sol diz kapağına yönelttiğim için, piç kurusu yere yıkıldı. Bir daha asla yürüyemeyecek diye düşündüm. Tabancamı, yeni doğmuş enik gibi inleyen yataktaki hatuna doğrulttum. “Neler yapabileceğimi gördün. Gebermek istemiyorsan, öt bakalım bebek! Son kez soruyorum, Sandra nerede?” “Baba?...” Tedirgin ve ürkek bir ses tonuydu duyduğum. Sandra’ya ait olduğunu hemen anladım. Banyo tarafına döndüm. Duygu odacıklarımdan birinin kilidi kontrolümün dışında açıldı. Silahımı aşağıya indirip, sağ bacağımın arkasına sakladım. Kızımın daha fazla korkmasını istemiyordum. Banyo kapısının eşiğinde dikilen genç kız, hiç ummadığım bir şey yaptı. Koşup, bana sarılacağı yerde, diz kapağını tutup, döşemenin üzerinde kıvranan adama bakıp, ağlamaya başladı. Ona doğru hızla birkaç adım atıp, başını göğsüme bastırdım. “Geçti artık minik serçem… Merak etme her şey yolunda,” diye mırıldanırken gözlerimden yaşlar süzülüyordu. *** Oysa Graham Masterson yanılıyordu. Hiçbir şey yolunda olmadığı gibi, onunla karşılaşan herkesin hayatı da farklı bir biçimde değişmişti. Yukarıdaki şiddet olayının yaşandığı
İngiltere’nin, Winslow kasabası, ertesi gün tüm medya kuruluşlarında, ön saflardaki yerini aldı. Böylece, ülkede, kasabanın ismini duymayan kalmadı. Yeni filmini çekmek üzere, aynı zamanda reji asistanı olan kızı Megan’la ve ekibiyle Winslow’a gelen, yönetmen Shaun Hudson, Pinewood Film Stüdyoları’nın ortaklarından biriydi. Fakat o gün yaşanan talihsiz olaydan sonra, bir daha bu işi yapmadı. Londra’nın dışına da çıkmadı. Ölene dek, tekerlekli sandalyede yaşadı. Babasının yaşadıkları nedeniyle psikolojisi bozulan Megan Hudson, aylar boyunca psikiyatri tedavisi görmek zorunda kaldı. İçlerindeki en talihsiz kişi, filmin yapımcısı adına çalışan ve vurulduğu anda ölen James Herbet’di. O güne dek, herhangi biri sergilenmemiş olsa da, üç tiyatro oyunu yazan, kendisinden böyle bir talepte bulunulmadığı halde, Londra’daki çeşitli film stüdyolarına sayısı belirlenemeyecek kadar çok senaryo gönderen, yerel gazetedeki haftalık köşesinde tiyatro sanatına dair makaleler kaleme alan Graham Masterson, çok geniş hayal gücüne sahipti. Belki de sadece bu nedenle, akli dengesini yitirmişti. Asla orduda bulunmamıştı, Sandra adında veya bir başka isimde kızı da yoktu. Yıllar önce tüberkülozdan ölen annesinden miras kalan evde, tek başına yaşamaktaydı. Cinayetleri işlediğinde kırk dört yaşında olan Graham Masterson, geriye kalan yedi yıllık ömrü boyunca Londra yakınlarındaki bir akıl hastanesine kapatıldı.
Oğuz ÖZTEKER oguzozteker@yahoo.com İlüstrasyon ve Vinyetler A.Gökhan GÜLTEKİN http://telumaithor.deviantart.com
19
20
Muhteşem Kahramanlar mı? Fark ettim de şu dergideki yazılarımın neredeyse hepsi birer isyan niteliği taşır olmuş. O kadar birikmişim ki, isyan etmeye uygun ortam bulmuşken atıp tutmaya başlamışım! Bu yazımda ise kim ya da ne olduklarını bilmediğim, tanımadığım -ki zaten tanımak da istemediğim- amaçlarının ne olduğunu bir türlü anlayamadığım, arkalarında bir takım gizli örgütlerinin varlığından şüphelendiğim insanlar hakkında bir şeyler anlatacağım. Başlığa bakıp da “yahu nerelere gidiyor bu yazı” ya da “ne saçmalıyor Emre yine” diyebilirsiniz, tamam. Ama biraz sabır, toparlıyorum konuyu. Şu gizemli insanlar çok karmaşık ruh halleri içinde olmalılar. Belki de Türkçe’den başka herhangi bir dil bilmiyorlar da olabilirler. Kim bilir? Belki de hayal güçleri o kadar geniş, o kadar yaratıcı ki, biz onların gizliden gizliye vermek istedikleri mesajı koparıp alamıyoruzdur... O insanlar, bir şekilde bizim sinema endüstrimizde çalışıyorlar. Yıllarca üniversite okuyup tahsil yapıyorlar (korsan piyasası için aynı şeyi söylemeyeceğim tabii). Çevirmen, yönetici, ithalatçı vs. olarak bir yerlere geliyorlar. İşte benim anlatacağım her şey bu insanların etrafında dönüyor. Aynı insanlar dudak uçuklatan rakamlarla üretilen ve yüzlerce ülkeye pazarlanan filmlerin belki de en kritik noktalarından olan adlarını en ilgisiz, en saçma ya da harikulade biçimde değiştiriyorlar. İşte benim “yeni isyanım” burada başlıyor... Neden adları orijinal olarak kalamıyor? Yani neden en sadık şekilde çevrilmiyor Türkçeye? Yani cidden gizliden gizliye bir şeyler mi yolluyorlar beynimize nedir? O kadar uçuk örneklerle karşılaşıyorum ki! Gerek DVD, VCD edisyonlarında, gerekse vizyon filmlerinde yaratıcılığın sınırları zorlanıyor... Bir kaç örnek ile iddiamı güçlendirmek istiyorum: Yazıma başlık olan Muhteşem Kahramanlar, Alan Moore’un aynı adlı çizgi romanından uyarlanmış bir film. Orijinal ismi “The League of Extraordinary Gentlemen”, yurdumuzdaki adı ise belirttiğim gibi Muhteşem Kahramanlar... Sıradışı Centilmenler Birliği adını koymak afişe çok mu zor? Yine bir çizgi roman uyarlaması olan, başrollerini Tom Jane ve John Travolta’nın oynadığı “The Punisher” ülkemizde “İnfazcı” olarak piyasaya verildi. İnfaz sözlük anlamı olarak execution, carrying out olarak geçiyor. Filmin orijinal adı olan Punisher kelimesinin kökü olan punish kelimesi ise cezalandırmak... Filmin içinde de Cezalandırıcı olarak telaffuz edilince ilk kez Punisher ile karşılaşmış gözler
27
ister istemez İnfazcı’yı arıyor. Tamam, Cezalandırıcı burada da İnfazcı nerede? Daha bir otobüs dolusu örneğim var. Güncel filmlerden başlayalım. Mesela Churchill: Hollywood Years, Çakma Başkan Hollywood’da diye vizyona girdi. Michael Clayton, Avukat; Mr. Woodcock, Beden Öğretmeni Bay Woodcock; The Deaths of İan Stone, Ölüm Bekçisi; Beowulf ise Ölümsüz Savaşçı oldu çıktı... Daha eskilerden ise: Sweet November, Kasımda Aşk Başkadır; Pleasantville, Yaşamın Renkleri (!); The Three Burials of Mequades Estrada, 3 Defin... İnsanı sinir krizine sokan bambaşka bir örnek ise “The Village” filminin korsan edisyonunun kapağındaki iç karartan ismi: “Villadaki Cesetler” Nasıl olmuş da “Hellboy”, “Constantine”, “V for Vendetta” orijinal isimleri ile vizyona girebilmiş? Ne büyük çelişki! Tüm bunlar bir yana, anlattığım isim mutasyonları yaşanırken yetkililer nasıl oluyor da onlara izin veriyor, bir tane insan çıkıp da “siz ne yapıyorsunuz bre zındıklar, böyle isim mi olurmuş” demiyor? Bizim filmlerimiz de böyle felaketlere uğrayıp mı giriyor yurtdışında vizyona, kim bilir? Halide Edip Adıvar’ın Sinekli Bakkal’ı zamanında İngiltere’de “The Clown and His Daughter” adıyla yayımlanmış... Bir de “Son Osmanlı Yandım Ali”, The Last Ottoman, Knock Out Ali” diye çevrilmiş. Tamam, yandım kelimesini tam olarak çeviremeyebiliriz ama Knock Out Ali nedir yahu? Demek ki bizim geniş hayal gücüne sahip çalışanların aynı modellerinden yurtdışında da varmış... Yazıma son verirken, genel olarak sinema endüstrisini eleştirdiğim için “Red Kit”e dönüşen “Lucky Luke”ü, “Alaska”ya dönüşen “Ken Parker”ı, ilginç bir şekilde “Kızılmaske” adını almış “Phantom”u, “Capitan Mikiy”i, “İl Grande Blek”i bilinçli olarak es geçtim. Haberiniz olsun... Mustafa Emre Özgen me.ozgen@hotmail.com
Günah Şehri Günah Şehri alışılmış çizgi romanlardan oldukça farklı. Öncelikle bildiğimiz, klasik kahramanlık öykülerinden bahsetmiyor. İyi özellikleri ağır basan, insanların iyiliğini düşünen, karşılık beklemeden yardım eden insanlar yok Günah Şehri’nde. Burada insanların çoğu bizim gerçek hayatta yaklaşmaktan bile çekineceğimiz katiller, fahişeler, tecavüzcüler, ayyaşlar… Fakat bu insanlardan bazıları herhangi bir sebepten, iyi bir insan olmak istedikleri için değil, sadece o an öyle davranmak istedikleri için birbirlerine yardım ediyorlar. Bazen de tam tersine sadece istedikleri için bir katliam yapabiliyorlar. Günah Şehri, Türkçe’de dört kitapla yer buluyor: Buruk Veda, Uğruna Öldürülecek Hatun, Yağlı Av ve Sarı Piç. Hepsinde yer alan ortak karakterler mevcut. İlk kitapta ölü olarak bıraktığımız bir karakter başka bir ciltte kanlı canlı karşımıza çıkabiliyor. Çünkü Günah Şehri evreninde aynı anda birkaç dikkat çekici hikâye yaşanıyor. Size düşen aradaki geçişleri yakalamak. Marv, Hartigan ya da Dwight. Hepsi de birilerine herhangi bir sebepten yardım etmek istiyor. Belki tesadüf belki değil ama korumaya çalıştıkları hep güzel kadınlar. Zaten Günah Şehri’nde güzel kadınlar her köşe başında sizi bekliyor. Güzel ve de acımasız kadınlar. Mafya ve polisle anlaşma yapmışlar. Kendi başlarının çaresine bakıyorlar. Kimsenin onlara dokunamayacağının bilincinde ama bu düzeni bozmamak için de dikkatli. Her kitapta farklı bir hikâye mevcut. Okurken anlıyorsunuz ki bazıları aynı anda meydana geliyor. Buruk Veda’da Marv’ın hikâyesini okurken Uğruna Öldürülecek Hatun’da Dwight devreye giriyor. Tabii arada birinci ciltte öldürdüğümüz Marv muazzam gövdesiyle karşımıza çıkıyor. Yağlı Av’da ise Günah Şehri sakinlerinin polise ve mafyaya karşı olan özgürlüklerini koruma mücadelesi gözümüze çarpıyor. Yeni piyasaya çıkan Sarı Piç’te ise Memur Hartigan’ın (belki de Günah Şehri evreninin en dürüst ve en iyi karakterinin) haksız yere suçlanışını izliyoruz. Başka bir insan için yapabileceğimiz fedakârlığın ölçütü nedir sorusu gözümüze takılıyor. Yaşlı bir adamın hayatına karşılık küçük bir kız çocuğunun hayatı. Adil bir değiş tokuş mu? Hartigan’a göre öyle. Sarı Piç bir kahramanlık masalı. Günah Şehri serisinin belki de en masum ve cesur öyküsü. Çünkü temelde yaşlı bir adamın küçük bir kızın yaşamı için sahip olduğu her şeyi ortaya koymasını okuyoruz. Hem
29
de karşılık beklemeden. Günah Şehri evreninde bu çok alışılagelmiş değil aslında. Hartigan’ın temelde düşündüğü yozlaşmış bir dünyada iyi bir şeyler yapmak değil. Kahraman olmak gibi bir isteği de yok. Sadece o küçük kızı, Nancy’i, korumak istiyor. Sırf o yüzden şehrin sahiplerine kafa tutuyor. Kazanıp kazanmaması önemli değil, ne kaybettiği de. Tek önemli olan o küçük kızın zarar görmemesi. İşkence görmesi, itibarını kaybetmesi ya da ailesinden kopması da umurunda değil. Her şeye katlanabilir Hartigan. Bir tek şey dışında; Nancy’nin zarar görmesi. Nitekim asıl öykü burada başlıyor. Hartigan bir kez daha Nancy’nin hayatını kurtarmak için Günah Şehri sokaklarında. Fakat bu sefer ondan intikam almak isteyenler de Hartigan’ın peşinde. İşte bu safhada ortaya kitabını ismini veren karakterimiz giriyor: ‘Sarı Piç’. ‘Sarı Piç’ denilen şehrin sahibi diyebileceğimiz Roark ailesinden (daha önce Buruk Veda’da Roark’ların bir diğer ferdi Peder Roark ile tanışmıştık) Amerikan senatörünün oğlu. Bir insan sırf yaşamak için ne hale gelebilir sorusuna güzel bir cevap kendisi. Ailenin sarı renkli ve de mide bulandırıcı bir kokuya sahip, sapıkça zevkleri olan bir ferdi küçük Roark. Sarı Piç’te geçen hikâye aslında Robert Rodrigez’in Frank Miller ve Quentin Tarantino’yla beraber yönettiği Günah Şehri filminde de yer alıyor. Film Uğruna Öldürülecek Hatun dışındaki diğer üç ciltteki hikâyelerden oluşuyor. Olay örgüsü de belki bu yüzden filmden daha rahat takip edilebilir. Film siyah beyaz bir ortamda geçen, son derece etkileyici karakterlerden oluşan bir başyapıt. Filmdeki yegâne renkli karakterlerden biri olan Sarı Piç ise tüm karizmasıyla filmden akılda kalan bir unsur denebilir. Frank Miller çizgi roman için yarattığı bu karakterleri kendisinin de yönetmenlik deneyimi yaşadığı bu filmde özüne sadık kalarak yeniden canlandırmış. Film için yaratılan atmosfer de çizgi romanın havasına uygun; karanlık, depresif ve de siyah beyaz. Günah Şehri için söylenebilecek en doğru tanımlama sanırım hayallerinizi gerçekleştirebileceğiniz bir yer olduğu. Tabii kurallara uymanız şartıyla. Aksi halde size cehennemi yaşatacak birileri olacaktır. Eda İHTİYAR edaihtiyar@gmail.com
IV. Bölüm : Çalınan Eşyalarınızdan Müessesemiz Sorumlu Değildir Murat, yanında Ozan ile birlikte Tatlı Rüyalar Pazarlamacılık’ın hayali binasının önünde boş gözlerle etrafa bakınırken, şirketin satış tekniğini düşündü. Aklındakiler şaşkınlık, kızgınlık ve saygıdan oluşan garip bir duygu akımında kaybolmuştu. Bozuk bir ürünü kendisine kakaladıkları için onlara kızgındı ancak yaptıkları işin hakkını veriyorlardı. Çalıştığını düşündüğünüz bir ürünü size pazarlıyor, parayı ceplerine atıyor ve sizi en ufak bir dokunuşta patlayabilecek olan baloncuk bir rüyanın içine bırakıp ortadan kayboluyorlar; satın aldığınız ürünün gerçekten çalıştığı gibi saçma sapan bir rüya. “Bu adamlar pazarlamacı değil şair olmalılarmış,” dedi gülümseyerek. “Senden oldukça iyiler.” “Anlamadım?” dedi Ozan, kıvırcık saçlarının arasına dolanmış olan bir kurşun kalemi yerinden çıkarmaya çalışırken. “Güzel isim. Aslında yeterince dikkatli okursan yaptıkları işi tam anlamıyla ortaya koyuyor.” Sesini, rüyamatiği kendisine satan pazarlamacınınki gibi yapmaya çalışarak “‘Merhaba. 200TL. Tatlı Rüyalar.’ Bu kadar basit.” Bunun üzerine diğeri ağız dolusu bir kahkaha attı. “Hiç böyle düşünmemiştim.” “Bir dahaki sefere daha dikkatli olmalıyım. Sanırım biraz kitap falan okusam işime yarar.” Yapabileceği başka bir şey olmadığını görünce Murat eve dönmek üzere direksiyonun başına geçti. Alışkanlığın verdiği kolaylıkla motoru çalıştırdı ve arkadaşının yanında olmadığını görünce, kafasını camdan dışarı çıkarıp bağırdı. “Gelmiyor musun?” Ozan, hala saçına dolanan kalemle boğuşuyordu. “Geliyorum, bir saniye daha.” Son bir kez, var gücüyle çekti ve kalem ucunda bir tutam saçla birlikte elinde kaldı. Hızırın arka kapısını açıp kendini içeri savurdu. “Pekâlâ, artık gidebiliriz.” Makina, gürleyen motorların eşliğinde dört yanı saran gökdelenler arasından yolunu bulmaya çalışırken, aracın her bir yanından devasa reklâm panoları rüzgârsız bir denizdeki koca gemiler gibi havada tembelce salınıyordu. “Bu sabah, oturduğun yerde bir yılan vardı.” “Hadi canım!” dedi Ozan, alaycı bir gülümsemenin ardından. “Doğru söylüyorum, herifin biri hayvanı birisine mi satacakmış neymiş. Ama yılan bagajda huysuzlaşıyormuş, o yüzden hayvanı boynuna sarmış. Yol boyunca öyle durdu.” Sabahki olayları şimdi böyle anlatınca kendisine de garip gelmişti. “Ne tuhaf insanlar var yahu,” dedi. “Ha evet, zengin insanların gerçek ve egzotik hayvanlara karşı anlayamadığım
31
bir ilgisi var. Onları evlerinde beslemekten zevk alıyorlar. Sanırım damarlarındaki kanla ilgili.” “Komik yanı, hayvanı sakinleştirmek için ona elma falan yediriyordu, bana da ikram edince ne yapacağımı şaşırdım ve aldım.” “Hahaha! Adam sana resmen hayvan muamelesi yapmış!-Hey şu androeş dükkânını gördün mü! Vay canına harika bir parça! Sence biz de bunlardan bir tane almalı mıyız?” “Hayır, ben ihtiyaç duymuyorum. Bir de ona bakmakla uğraşamam, hem de tam emekliliğim gelmişken. Sahi, eve gitmeden o işi de halletsem iyi olur, şuradan E45’e sapalım.” Hızırı kıvrak bir hareketle önünde bir kale gibi yükselen binaların arasından ustalıkla geçirirken bu günün hayatının son çalışma günü olduğu düşüncesiyle içine daha önce tatmadığı bir mutluluk yayıldı. Dilediği işte çalışmak ya da çalışmamak onun elindeydi, çünkü özgür irade hakkı kazanmıştı. Dışarı daha çok çıkacağım, diye düşündü ve insanlarla daha fazla vakit geçireceğim, ama sadece androidlerle değil, kanlı canlı olanlarla da. Daha çok konuşacağım ve daha çok okuyacağım. Hatta belki de Ozan’ın önerisine kulak verip yazarım, kim bilir... Bundan sonra her şey benim elimde, her şey! “Murat! Dikkat et!” Nereden çıktığı belli olmayan dev bir çöp öğütücü kamyon aniden yolun ters tarafında belirivermişti. Koca bir kasası, bir fabrika gibi tüten egzozu ve çevresinde sürüklediği onlarca küçük çöp konteynırıyla birlikte savrula savrula üzerlerine doğru gelen bu kamyon, okyanusun derinliklerinden çıkıp gelen dev bir kalamarı andırıyordu. Bu koca metal yığınını karşısında gören Murat, ne yapacağını düşünecek kadar zamanı olmadığını biliyordu o yüzden işi ellerine bırakıp yılların biriktirdiği alışkanlıklara güvenmeyi seçti. Keskin bir dönüşle, yolun diğer tarafına geçen taksi, havada daireler çizerek savrulmaya başladı ve az daha güneşin parlattığı koyu camlarla kaplı gökdelenlerin birinden içeri giriyordu ki arkalarından gelen bir başka hızıra çarptı ve aracın yönü değişti. Etrafta amaçsızca süzülen reklâm panolarının birinin içinden geçip karşıdan gelen bir otobüsün önünden son anda kurtulduğunda Murat’ın aklına acil durum paraşütlerini çalıştırmak geldi ve olanca gücüyle direksiyonun altındaki küçük kola asıldı. Yere indiklerinde, şans eseri herkes hâlâ tek parçaydı. Yere iner inmez yaktığı sigarasının son nefeslerini soluyan Murat, arkadaşına döndü. “N’oldu öyle?!” dedi Ozan, gözlüklerinin ardından gözlerini kocaman açarak. “Bilmiyorum, her şey bir anda oluverdi,” diye yanıtladı Murat kekeleyerek. “Sen iyi misin? “Evet, bir şeyim yok. Ama otobüsle devam etmek en iyisi.”
Murat onaylar bir şekilde başını salladı ve hızırın bulunduğu yer en yakın parkomata giderek cebindeki tüm bozuklukları makinaya attı, vızıldayarak çıkan fişi de aracın ön camına yapıştırarak Ozan ile birlikte köşe başındaki otobüs durağına doğru ilerlemeye başladı. “Sen şanslı bir adamsın,” dedi Ozan. “Sen de öyle.” Birlikte, otobüs durağına çıkan merdivenleri tırmanırken heyecanlarını yatıştırır düşüncesiyle, şehrin hemen her yerinde bulunan bakkalmatiklerden birinden aldıkları iki koca paket çikolatayı kemiriyorlardı. Durakta beklerken fazlaca konuşmayıp, çikolatayla ilgilenmeyi tercih ettiler, yeterince sessiz kalırlarsa az önce yaşadıkları korku dolu dakikaları atlatabileceklerini düşünüyor gibiydiler. Son ısırıklarını alırken İstanbul AŞ’nin para yeşili otobüslerinden biri durağa kenetleniyordu. Kapılar tıslayıp açıldığında onlar da otobüsten içeri doluşan insanların arasına karıştılar. Artık kendileri de kullanmadığı için, yol boyunca gönül rahatlığıyla sohbet edebilirlerdi. *** Türkiye AŞ Personel Dairesi İstanbul Şubesi. Otobüsten indiklerinde önlerinde yükselen tarihi görünüşlü binanın alınlığının ortasında kocaman, yaldızlı harflerle yazan bu sözcükler Murat için yeni bir hayatın başlangıcını saklayan kapıları açan sihirli sözler gibiydi. Meraklı adımlarla içeri girdi. Onları karşılayan ilk şey bir makina oldu. Lütfen düğmeye basıp kendinize bir sıra numarası alın ve bekleyin. “Tüm o özelleştirmelerden sonra bile hâlâ aynı. Sıra. Umarım bütün günümüzü burada geçirmeyiz.” Murat, makinanın kendisine söylediği gibi yaptı ve kapının diğer tarafındaki bekleme odasına doğru yöneldi. Sıra bekleyen pek büyük bir kalabalık yok gibi göründü. Anlaşılan kimse emekli olmak istemiyor, diye düşündü. Ozan ile birlikte kendilerine bir yer bulup oturdular ve beklemeye başladılar. Ding-dong! 426. Acaba emeklilik hakkımı hemen kullanabiliyor muyum? Ding-dong! 435. Fazladan bir belge istemezler umarım. Ding-dong! 457. Buradan çıkar çıkmaz arabamı gidip görmeliyim, umarım parkomata attığım bozukluklar yeterli olur. Ding-dong! 463. Ozan’ın yazma fikrini burada sıra beklerken değerlendirebilirmişim. Ding-dong! 489. Duvarları daha iç açıcı bir renge boyayabilirlerdi, sonuçta burası bekleme salonu. Ayrıca yerdeki parkelerle hiç uyuşmuyor. Ding-dong! 500. Dokuz bin sekiz yüz elli altı tane yeşil parke. Birinin üzerine ise bir şey dökülmüş; sanırım mürekkep, o yüzden daha çok mavi gibi. Ding-dong! 512. Ding-dong! DİNG-DONG! “Murat, galiba sıra bize geldi.” Yerinden kalkan Murat, sakin adımlarla gişeye gitti ve emekliliği için
gerekli işlemleri başlatmak üzere geldiğini söyledi. Camın diğer tarafındaki orta yaşlı, asık suratlı hareketsiz adam birden canlandı. “Bileğinizi okuyucuya tutun lütfen.” Murat kendine söyleneni yaptı ve adamın bilgisayarın tuşlarına anlamsızca vuruşunu izledi. “Emeklilik hakkı kazanmışsınız.” Murat başıyla onayladı. “Kullanmak istiyor musunuz?” Tekrar bir baş hareketi. “Taksiciymişsiniz. Aracınızı almak ister misiniz, yoksa iade mi edeceksiniz.” Birkaç saat önce yaşadıklarını düşününce Murat aracı almanın daha iyi olacağını düşündü. “Evet, alıyorum.” “Güzel, şimdi şu kabul formunu doldurup bana getirin lütfen.” “Nedir bu? Neyi kabul ediyorum?” Adam burnundan derin bir nefes çekerek başını monitörden Murat’a doğru çevirdi. “Emekli oluyorsunuz, özgür irade hakkınızı kabul ettiğinize dair bir form. Ayrıca-” Adam birden durakladı, yutkunup klavyeye birkaç anlamsız dokunuş daha yaparak devam etti. “Ayrıca, ölümü kabul ettiğinizi de gösteriyor.” “Ölümü mü?” “Evet, özgür irade hakkıyla birlikte gelen bir seçim. Lütfen şurada doldurup bana verin. Yeni hayatınızda mutluluklar.” Sürecek... Utku TÖNEL kendime.blogspot.com Vinyetler A.Gökhan GÜLTEKİN http://telumaithor.deviantart.com
Bu Sene Oscar’lar Kimlere Gider?: Bir Falcılık Denemesi Bir Oscar sezonu daha geldi çattı. Aralık sonundan itibaren Amerika’da eleştirmen birliklerinin en iyilerini birer birer açıklamaları ile başlayan süreç, çeşitli meslek birliklerinin ödülleri, Altın Küreler derken 25 Şubat gecesi Oscar heykelciklerinin verilmesi ile sona erecek. Bu sene senaristlerin grevi nedeniyle sadece basit bir basın toplantısı ile geçiştirilmek zorunda kalınan Altın Küre’lerden sonra Oscar’ların o bildik görkemli törenle dağıtılıp dağıtılmayacağı hâlâ belirsiz. Ancak her yıl olduğu gibi bu yıl kimlerin kazanacağını tahmin etmek eğlenceli bir oyun. Elbette Oscar’ı alan filmlerin kayıtsız şartsız o yılın en iyiler olduğunu söylemek mümkün değil. Ne de olsa ödüllerin verilmesinde günün politik ortamından adayların daha önceki performanslarına, daha önce aday olup olmamalarına kadar pek çok etken etkili oluyor. Bunu da göz önüne alıp Oscar’ları çok da önemsememek, en azından aday filmlerin belli bir kalitenin üzerinde olduğunun bir garantisi olarak görmek lazım aslında. Bu yıl 8’er dalda adaylık alan iki film, No Country for Old Men ve There Will Be Blood öne çıkıyor. Zaten daha önceki ödüllerde de bu iki film belirgin bir şekilde ön plandaydı. Hemen arkalarında 7’şer adaylıkla Michael Clayton ve Atonement yer alıyor. Ayrıca Juno filmi de bu yılın gizli favorisi olarak düşünülebilir. Pek çok fanatiği olduğu biliniyor. Ne yazık ki en önemli favoriler halen dağıtımcılarımız tarafından sinemalarımızda gösterime sokulmadığı, alternatif yollar benim tarafımdan tercih edilmediği için bu yazı No Country for Old Men, There Will Be Blood ve Juno filmleri izlenmeden yazılmıştır. Belki onlar bu filmleri Oscar beklentisi ile gişeleri daha iyi olsun diyerek Oscar’lar sonrası (ya da Oscar gecesine çok yakın) gösterime sokacaklar ama ev sineması sektörünün çok geliştiği günümüzde filmlerin Oscar adaylıklarının ve kazandıkları dalların DVD satışları için daha etkili kullanılması gerektiğini düşünmek, bu filmleri mümkün olduğunca erken gösterime sokmak gerek bir yandan da. Kategorilere birer birer bakmak gerekirse; öncelikle buralara kısa ve belgesel filmlerin buralara uğramadığı için herhangi bir yorum yapmanın mümkün olmadığını belirtelim. Yine de en iyi uzun metraj belgesel için şu ana kadarki ödüllerde öne çıkan filmin Amerika’nın Irak işgalinin çözümsüzlüğü üzerine kurulduğu anlaşılan No End in Sight olduğunu söylemek mümkün. Büyük ihtimalle Oscar’ı da bu film alacak.
35
En İyi Makyaj: Adaylar: La Vie en Rose, Norbit, Pirates of the Caribbean: At World’s End Diğer iki filmde çok daha yoğun bir makyaj kullanımı olsa da La Vie en Rose filminde güzeller güzeli Marion Cotillard’ın Edith Piaf’ın hayatının çeşitli dönemlerini yansıtacak şekilde deforme edilmesi tam bir başarı idi. Oscar’ı bu filmin alması yerinde bir tercih olur. Ancak Hollywood endüstrisinden çıkmayan bir filmin teknik dallarda aldığı adaylığa bile başarı gözü ile bakılabilir bir yandan da. Bu şekilde düşünülürse, korsanların şansı daha bir yüksek. En İyi Görsel Efekt: Adaylar: The Golden Compass, Pirates of the Caribbean: At World’s End, Transformers Her ne kadar üç aday içinde film olarak en az sevdiğim Transformers olsa da en iyi efektlerin de bu filmde olduğu gözüküyor. Oscar’ı bu filmin alması beklenmeli. En İyi Ses Efekti: Adaylar: The Bourne Ultimatum, No Country for Old Men, Ratatouille, There Will Be Blood, Transformers Bu dalda genellikle aksiyon filmlerinin avantajlı olduğu düşünülürse Transformers’ın bu ödülü de alması beklenebilir. The Bourne Ultimatum da şanslı. En İyi Ses Miksajı: Adaylar: The Bourne Ultimatum, No Country for Old Men, Ratatouille, 3:10 to Yuma, Transformers Bu tip teknik kategorilerde favori belirlemek gerçekten zor. Ancak bu dal için de benim favorim The Bourne Ultimatum. En İyi Kostüm: Adaylar: Across the Universe, Atonement, Elizabeth: The Golden Age, La Vie en Rose, Sweeney Todd The Demon Barber of Fleet Street Bu daldaki adaylar çoğunlukla dönem filmleri olur. Bu kez de öyle. Günümüzde geçen hikâyeler ile ilgili çok titiz bir kostüm çalışması yapılmış olsa bile genellikle çok dikkat çekmiyor. Bu nedenle özellikle Elizabeth çok görkemli ve üzerinde ince ince çalışılmış kostüm çalışması ile ödülün en büyük adaylarından. Ancak kişisel favorim ve kazanacağını tahmin ettiğim film Atonement. Geçtiğimiz günlerde Keira Knightley’nin filmde giydiği kostümün sinema tarihindeki en iyi kostümler arasında adının anıldığını düşünürsek, bu filmin Oscar heykelciğini alması kuvvetle muhtemel.
En İyi Sanat Yönetmeni: Adaylar: American Gangster, Atonement, The Golden Compass, Sweeney Todd The Demon Barber of Fleet Street, There Will Be Blood Kostüm dalındaki eğilim genellikle bu dalda da görülür. Elizabeth bu dalda aday olamadığına göre Atonement filminin bu dalda da ipi göğüsleyeceğini düşünmek yanlış olmayacaktır. Sweeney Todd’un da ufak da olsa bir şansı olabilir. En İyi Kurgu: Adaylar: The Bourne Ultimatum (Christopher Rouse), The Diving Bell and the Butterfly (Juliette Welfling), Into the Wild (Jay Cassidy), No Country for Old Men (Roderick Jaynes), There Will Be Blood (Dylan Tichenor) Bu daldaki adayların sadece ikisini izlemekle birlikte The Bourne Ultimatum’un hızlı kurgusunun ödülü hak ettiği kanısındayım. Ancak Oscar tarihinde en iyi kurgu ödülünü alan filmin çoğunlukla en iyi film ödülünü de aldığı sıkça görülüyor. Bu nedenle There Will Be Blood ve No Country for Old Men’in şansı daha fazla olabilir. No Country for Old Men’in kurgucusu Roderick Jaynes’in kim olduğu düşünülürse ödülü alması da yüksek bir olasılık gibi gözüküyor. Çünkü Coen kardeşler filmlerinin kurgularını kendileri yapıyorlar ve kurgucu olarak takma isim kullanıyorlar. Roderick Jaynes de aslında Coen kardeşlerin ta kendisi. En İyi Görüntü Yönetmeni: Adaylar: The Assassination of Jesse James by the Coward Robert Ford (Roger Deakins), Atonement (Seamus McGarvey), The Diving Bell and the Butterfly (Janusz Kaminski), No Country for Old Men (Roger Deakins), There Will Be Blood (Robert Elswit) Roger Deakins’in The Assassination of Jesse James... filmindeki çalışması birinci sınıftı ve ilk gördüğüm anda Oscar’a aday olmazsa büyük haksızlık olacağını düşünmüştüm. Ancak Deakins bir yılda iki başarılı işe imza atınca No Country for Old Men ile kendi kendine rakip oldu. Bu nedenle oylarının iki film arasında dağılması yüksek bir ihtimal. Üstelik Janusz Kaminski’nin kamerasını felçli bir adamın dünya ile iletişim noktası olan sol gözünün yerine geçirdiği çalışması o kadar etkileyici ve teknik açıdan kusursuz ki karşısında hangi film olursa olsun kazanmalı bence. Bu nedenle kişisel favorim de kazanacağını tahmin etiğim film de The Diving Bell and the Butterfly.
En İyi Müzik: Adaylar: Atonement (Dario Marianelli), The Kite Runner (Alberto Iglesias), Michael Clayton (James Newton Howard), Ratatouille (Michael Giacchino), 3:10 to Yuma (Marco Beltrami) Güzel olması bir yana tümüyle filmin ruhunu yakalayan ve sonundaki gelişmenin ne olduğu konusunda notalarla ipuçları veren, daktilo tuşlarının vuruşlarından müziğe dönüşen çalışması ile bu dalda Dario Marianelli’nin Atonement ile Oscar heykelciğini kaldıracağına kesin gözüyle bakıyorum. En İyi Şarkı: Adaylar: Falling Slowly (Once filminden, söz ve müzik Glen Hansard ve: Marketa Irglova), Happy Working Song (Enchanted filminden müzik Alan Menken, söz Stephen Schwartz), Raise It Up (August Rush filminden söz ve müzik Jamal Joseph, Charles Mack, ve Tevin Thomas), So Close (Enchanted filminden müzik Alan Menken, söz Stephen Schwartz), That’s How You Know (Enchanted filminden müzik Alan Menken, söz Stephen Schwartz) Adaylara bakıldığında kazanan Enchanted filminden olacak gibi gözüküyor. Kişisel favorim, That’s How You Know. En İyi Yabancı Film: Adaylar: İsrail’den Beaufort, Avusturya’dan The Counterfeiters, Polonya’dan Katyn, Kazakistan’dan Mongol, Rusya’dan 12 Herhalde bizim açımızdan hakkından fikir yürütmenin en zor olduğu kategorilerden biri bu. Genellikle hakkında hiçbir bilgimiz olmayan filmler yarışıyor bu dalda. The Counterfeiters’in adını daha sık duyduğumu belirterek onun kazanabileceğini düşündüğümü söyleyebilirim. Ama çok belirsiz bir durum yine de. En İyi Animasyon (Uzun Metraj): Adaylar: Persepolis (Marjane Satrapi ve Vincent Paronnaud), Ratatouille (Brad Bird), Surf’s Up (Ash Brannon ve Chris Buck) Kişisel olarak Persepolis’in kazanması beni çok memnun edecektir ancak büyük ihtimalle Altın Küre’lerde olduğu gibi Ratatouille ipi göğüsleyecek. O da çok iyi bir film olduğu için çok da bir itirazım olmaz doğrusu. Beowulf dururken nasıl aday olabildiğine bile anlam veremediğim Surf’s Up’ın ise zerre kadar şansı yok.
En İyi Orijinal Senaryo: Adaylar: Juno (Diablo Cody), Lars and the Real Girl (Nancy Oliver), Michael Clayton (Tony Gilroy), Ratatouille (Brad Bird; Jan Pinkava, Jim Capobianco), The Savages (Tamara Jenkins) Senaryo dalındaki ödüller kimi zaman akademinin en iyi film ödülünü veremediği biraz daha aykırı (tabii yine akademinin izin verdiği kadar bir aykırılıktan bahsediyorum) ama aynı derecede de başarılı filmlere gider. Örneğin Pulp Fiction bu konuda iyi bir örnek sayılabilir. Bu yıl da pek çok fanatiği olan Juno’nun en iyi film ödülünü alması zor olduğu için orijinal senaryo ödülünü alması çok muhtemel. Böylece belki de ilk defa Oscar sahnesine eski bir striptizci çıkacak. Sırf Diablo Cody’nin bu şekildeki geçmişi nedeni ile ödül Tony Gilroy’a kayabilir. En İyi Uyarlama Senaryo: Adaylar: Atonement (Christopher Hampton), Away from Her (Sarah Polley), The Diving Bell and the Butterfly (Ronald Harwood), No Country for Old Men (Joel Coen & Ethan Coen), There Will Be Blood (Paul Thomas Anderson) Belki de en büyük çekişmenin yaşanacağı kategorilerden biri bu. En iyi film kategorisinde yarışan 3 filmle birlikte Ronald Harwood da The Diving Bell and the Butterfly’ın şahane senaryosu ile yarışanlar arasında. Sarah Polley’i baştan denklemin dışında tutup kalan 4 film arasında değerlendirme yapmak gerek. Coen’lerin ve Anderson’un filmlerini henüz izlememiş olmanın etkisiyle de olabilir ama benim seçimim Atonement ile tecrübeli senaryo yazarı Christopher Hampton olur. Filmin aynı olayları farklı gözlerden gösteren hikâyeleme yapısı son derece başarılı idi. En İyi Yardımcı Kadın Oyuncu: Adaylar: Cate Blanchett (I’m Not There), Ruby Dee (American Gangster), Saoirse Ronan (Atonement), Amy Ryan (Gone Baby Gone), Tilda Swinton (Michael Clayton) Eleştirmen birliklerinin ödüllerinde Amy Ryan ve Cate Blanchett öne çıkan isimler olmuştu. Her ne kadar Altın Küre’yi Cate Blanchett alsa da ve akademi de onu çok sevse de bu yıl ödülü Amy Ryan’a verecekler gibi hissediyorum kendi adıma. Ne de olsa Blanchett o kadar iyi bir oyuncu ki önümüzdeki yıllarda defalarca aday olmaya devam edecektir. Daha önceki ödüllerde çok ön plana çıkmasa da Hollywood çevresindeki saygın konumu, yaşı ve son olarak oyuncular sendikasından aldığı ödül gözönüne alınırsa Ruby Dee’nin de ciddi bir aday olduğu belirtilmeli.
En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu: Adaylar: Casey Affleck (The Assassination of Jesse James by the Coward Robert Ford), Javier Bardem (No Country for Old Men), Philip Seymour Hoffman (Charlie Wilson’s War), Hal Holbrook (Into the Wild), Tom Wilkinson (Michael Clayton) Javier Bardem bu kategorinin rakipsiz ismi. Sadece fragmandan bile insanın kanını donduran bir performans çizdiği belli oluyor. Şu ana kadarki hemen hemen bütün ödülleri de toparladı. Oscar’ı kazanamaması büyük sürpriz olur. En İyi Kadın Oyuncu: Adaylar: Cate Blanchett (Elizabeth: The Golden Age), Julie Christie (Away from Her), Marion Cotillard (La Vie en Rose), Laura Linney (The Savages), Ellen Page (Juno) Cate Blanchett’in bu yılki ikinci adaylığını aldığı bu kategoride çok fazla bir şansı yok. Elizabeth filmi çok beğenilmemişti ne de olsa. Marion Cotillard, Altın Küre’yi almış olsa da bir Fransız oyuncunun Oscar’ı alması çok sık görülen bir durum değil. Bu nedenle yarışın Julie Christie ve Ellen Page arasında geçeceği düşünülebilir. Her ne kadar Page’in çok destekçisi olsa da Julie Christie’nin pek çok övgü alan performansının Oscar’ı kazanacağını tahmin ediyorum. Eğer Christie’nin cebinde bundan yıllar önce aldığı bir Oscar olmasaydı bundan eminim bile diyebilirdim. En İyi Erkek Oyuncu: Adaylar: George Clooney (Michael Clayton), Daniel Day-Lewis (There Will Be Blood), Johnny Depp (Sweeney Todd The Demon Barber of Fleet Street), Tommy Lee Jones (In the Valley of Elah), Viggo Mortensen (Eastern Promises) Bu yıl Oscar’larda erkek oyuncu kategorilerinin kazananları şimdiden belli gibi. Javier Bardem kadar kesin değil belki ama burada da Daniel Day-Lewis’in kazanamaması sürpriz olacaktır. George Clooney yakın zamanda Oscar aldığı için çok şansı yok. Sweeney Todd daha çok adaylık alabilseydi Johnny Depp’in kazanabileceğini de düşünmek mümkündü ama bu yıl da Oscar’ı kucaklayamayacak gibi. Ama inanıyorum ki Depp önümüzdeki yıllarda bir-
inde ödül alacaktır. En İyi Yönetmen: Adaylar: Julian Schnabel (The Diving Bell and the Butterfly), Jason Reitman (Juno), Tony Gilroy (Michael Clayton), Joel Coen & Ethan Coen (No Country for Old Men), Paul Thomas Anderson (There Will Be Blood) Bu kategoride aday olması ile sürpriz sayılan Jason Reitman ile sadece adaylıkla kalması beklenen Tony Gilroy’u baştan elemek mümkün. Normal şartlarda doğal olan en iyi film ve en iyi yönetmen ödüllerinin aynı filme verilmesidir. Fakat öyle görülüyor ki akademi iki film arasında kaldığında bu ödülleri paylaştırabiliyor. Bu nedenle No Country for Old Men ve There Will Be Blood bu ödülleri paylaşabilirler. Ancak çok fazla adaylık almasa ve En İyi Görüntü Yönetmeni dışında bir dalda iddialı olmasa da The Diving Bell and the Butterfly filminin yönetmeni Julian Schnabel’in adı ödül sezonunda sıklıkla geçti. Akademi, en iyi filme aday göstermediği, Fransızca bir filme bu ödülü verir mi bilinmez ama benim oy hakkım olsa idi bu filme gidebilirdi (en önemli iki adayı izlemediğimi bir kez daha belirtiyorum). Yine de Oscar’ın Coen’lere gideceğini düşünüyorum. En İyi Film: Adaylar: Atonement, Juno, Michael Clayton, No Country for Old Men, There Will Be Blood Gecenin en büyük ödülü için yönetmen dalında aday olamayan Atonement, tıpkı yönetmen dalında olduğu gibi bu dalda aday olması da sürpriz sayılabilecek Juno ve her ne kadar ana dalların pek çoğunda aday olsa da geceden zengin çıkmayacak gibi gözüken Michael Clayton’ı baştan elediğimiz takdirde, yine yazı boyunca bol bol adı geçen iki filmle karşı karşıya kalıyoruz. Büyük ihtimalle tüm ödül sezonunda bir adım önde gözüken No Country for Old Men, Coen’lerin gecenin en büyük ödülünü kazanmalarını sağlayacak. Not: Bu yazı 27 Ocak’da yazılmıştır. Elbette 25 Şubat gecesine kadar köprünün altından çok sular akabilir, eğilimler değişebilir. Hasan Nadir DERİN http://sinemamanyaklari.wordpress.com
Çizgi Roman Kahramanlarının Kostümleri Bilindiği üzere çizgi-roman kahramanlarının büyük çoğunluğunda ortak olan iyilik, doğruluk, dürüstlük, efendilik, yaşlılara saygı gibi, bir kostüm de çizgi-roman âleminin olmazsa olmazlarındandır. Onlarca çizgi-roman kahramanının karizmatiklikten ibişliğe doğru giden bir skalada yer almasını sağlayan müthiş tasarımlardır. Her birinin ayrı bir hikâyesi, ayrı bir fonksiyonu, ayrı bir karizması vardır. Günümüzde bu işler nispeten kolaylaştı. Şu anda ben bir süper kahraman olmaya karar versem, basarım parayı, Yıldırım Mayruk’tan, Cemil İpekçi’ye, Versace’den Armaniye hepsini hizaya sokup, onları yarıştırıp, içlerinden en iyi tasarımı seçip âlemin aklını alırım. Peki ya eskiden, peki ya 1800’lerde, peki ya 1900’lerde yaşasaydım? Kuşkusuz ya kostümümü kendim tasarlayacak ya da artık benim bu kostüm sevdamla ta*ak geçmeyecek kadar samimi bir takım arkadaşlardan yardım alacaktım. Ve kendimden biliyorum, o yıllarda yaşayıp kostümümü kendim tasarlıyor olsaydım, donunu taytının üzerine giyip, paçaları çizmesinin içine sokan, göğsüne isminin baş harfini yazıp pelerin takan muhteşem zat Superman’la asla dalga geçilmezdi. Gelelim kostümlerdeki bir takım ortak elemanlara. Pelerin ile başlayalım… İlk defa 13 yaşındayken sünnetimde taktığımda, stresten olsa gerek onu takmanın nasıl bir şey olduğunu anlayamamıştım. Akabinde koca adam olup evde pelerin uydurup omuzlarıma taktığımda bünyeye verdiği coşkuyla tanışmış oldum. Omuzlarım dikleşti, çenem ileri doğru uzadı, gözlerim ufku taramaya başladı, emir verecek birilerini arıyordum. Pelerin resmen sihirliydi. Bana kattığı karizmayı kanımda hissediyor, büyüyor, uzuyor, güçleniyordum. Ta ki aynada kendimi görene kadar. Beyaz atletin üzerine büyük bir şaldan uydurup yaptığım pelerinimin ipleri boğazımı sıkmış, altımdaki portakal lekeli eşofmanın diz yapmış duruşu ile tam bir ibiş olmuştum. Omuzlar düştü, kafa eğildi, çene sarktı, Evin damı küçüldü küçüldü, daralıp pelerini yırtıp atmam bir oldu. Bu küçük deneyimden de anlayacağınız gibi gerçek hayatta pelerin takan biri, karşısındakini en az yarım saat oyunca güldürecek şiddette komik oluyor. Bunu evde deneyebilirsiniz.
42
Kaldı ki boyna takılan bu aparat, boynu sıkması, içe giyildiğinde aba gibi yakması, rahat hareket etmenizi engellemesi, hele ki kavga esnasında allah muhafaza biri arkadan pelerini çekiverse, anında etkisiz hale gelip göt üstü yere oturmanızı sağlaması gibi birbirinden kötü özelliklerle, gayet hareketli yaşamları olan kahramanların asla ve asla takmaması gereken bir aksesuardır. Mandrake, Superman, Batman pelerinli dostlarımıza örnek. Hadi Batman pelerinle uçuyor, antin kuntin edevatını altında gizliyor olmasıyla kurtarıyor, Mandrake desen adam kont gibi, sihirbaz zaten, pelerin yakışıyor. Superman ise bu konuda da hiçbir savunması olmaması ile maymun dötü gibi parlıyor aralarında. Sanki pelerin yeterince komik, yeterince dalga geçilecek bir malzeme değilmiş gibi, bu kostümlerin diğer ortak noktalarından biri de tayttır. Tayt bırakın erkek kişideki görünümünü yazılışı ile bile kahkahalara vesile bir objedir. Kısa olanları 90’ların ilk yarsısında moda olmuştu da, yüzerken heves edip ben de giymiştim. Neyse ki bu furya kısa sürmüş, hiçbir fotoğrafta kısa bile olsa tayt giydiğim belgelenmemiş ve acı hatıraları unutmuştum. O günleri hatırlayınca kısasının bile bende travmalar yarattığını görüp uzun olanını gerçek hayatta giyen bir erkeğin anında kafasına şimşek düşeceğine adım gibi eminim. Masallarda görüyoruz, prensler tayt giyiyor. Kafada da 2 metre çapında tüylü bir şapka. Bu adam o devirde, bu kıyafeti kaldırabiliyor. O fantastik ortamda, cadıların, prenseslerin, cücelerin, devlerin arasında göze batmıyor taytı ve altındakiler. Ama şimdi öyle mi? Superman, Örümcek Adam, Batman, Kedı Kız, ateş oğlan, kıl adam, yün adam hepsi önce bir tayt tedarik ediyor kendine, sonra ortamlara dalıyor. Örneklere bakınca taytın Marvel kahramanlarının çoğunda olduğunu görüyoruz. İçlerinde Örümcek Adam gibi hakkıyla giyip karizmasına karizma katanı da var, Superman gibi cümle aleme rezil olanı da. Genelleme yapacak olursak aynı türban gibi, taytı da çizgi-roman âleminde yasaklamak en doğrusu. Bırakın uğraşsınlar kamusal alandı, bu tayt değil, anneannelerimizin giydiği streçti bla bla… Pelerin ve tayt opsiyonel de eğer misyonunuz olan bir kahraman iseniz simge şart. Ancak kartal, yarasa, kurt, gibi karizmatik hayvanlar çoktan kapılmış. Ya Kinowa’nın kafaya ördek derisi geçirmesi, Çelik Bilek’in canlı porsuk takması gibi daha naif hayvanlara meyledecek, ya da daha figüratif, daha estetik daha bir hede hödö olan imajinatif bir simge bulacaksınız. Dört yapraklı yonca (Mister No), kurukafa (Kızılmaske), “Z” harfi (Zorro) gibi örnekler mevcut. Bununla birlikte superhero’ların azalması sebebiyle, simge kullanımının da azalarak biteyazdığını görüyor ve seviniyoruz.
Gelelim maskeye. Maske bir kahramanı belki en karizmatik gösteren aksesuar. Batman’in Daredevil’in, Kızılmaske’nin, Kinowa’nın, Zorro’nun, Vendetta’nın, Örümcek Adam’ın gerçek kimliklerini saklayıp çift kişilikli bir hayat sürmelerine sebep olan, adamı psikolojik olarak yıpratan, “maske bir yırtılırsa taytla falan cümle âleme rezil oluruz valla” şeklinde strese sokan nesnedir. Günümüzde lateks versiyonlarını çeşitli fanteziler için kullanmaktayız ama bunun dışında hem çizgi romanda, hem de gerçek hayatta gereksiz olan kahraman takısıdır. Bunlar dışında özel bir tasarım değil de sıradan kıyafetler olmasına rağmen hiç değiştirilmemesi sebebiyle kostüm kategorisine giren kıyafetler var. Fenerbahçe sempatizanı Teks’in Sarı gömlek-mavi pantul ve çizme triosu, Teksas, Tommiks, Swing ve tüm kankalarının üzerlerinden hiç çıkarmadıkları için derileri gibi olan sıradan kıyafetleri, Mister No’nun yonca desenli kazağı, Hulk’un kasık bölgesi asla parçalanmayan pantulu gibi kıyafetler de bir nevi kostüm olarak literatüre girmişlerdir. Bir de kostüme, kıyafete hiç önem vermeyip olaylara konsantre olan, normal insanlar gibi kıyafet değiştiren, Martin Mystere, Ken Parker, Dylan Dog gibi şahane çizgi-roman kahramanları vardır ki aynı zamanda bu konunun da dışındadırlar. Ne mutlu onlara. Son paragrafa girerken, çizgi roman âlemindeki kostüm mevhumunun, sahibine kattığı karizmanın yanında bir o kadar da karizmadan götürdüğü bir gerçektir. Ne diyor adam, “İmaj hiçbir şeydir, Susurluk her şey”.
Sıtkı SIYRIL www.sitkisiyril.blogspot.com
Neden Kızlar Çizgi Roman Okumaz – El Cevap Sıtkı Sıyrıl arkadaşıma cevap vermeden duramayacağım Kızlar fırsat bulurlarsa pekâlâ çizgi roman okurlar. Örnek gerekirse ben okumayı Gırgır’la öğrenip, biraz Tina’ya takıldıktan sonra Zembla, Tommix, Texas, Kaptan Swing, Kızılmaske, Zagor ve Mandrake ile büyüdüm. Kenarları mor ispirtolu romanlara para yetiştiremeyince, ilkokul boyunca gazeteci Muzaffer Amca’ya çizgi romanları okuma karşılığında okul sonrası yanında çalışmayı teklif ettim, o da sağolsun kırmadı beni. Kaldırımdaki gazete yığınlarının üstüne oturup çizgi romanları okumak ne zevkliydi! Biraz irdelersek, neden çoğu kızın çizgi roman okumadığını anlamak hiç de zor değil. Hayat seçimlerden oluşur ve zaman kısıtlıdır. Herkes neler yapacağını seçmek ve bu konulara zaman ayırmak zorundadır. Peki, herkes seçimlerinde özgür müdür? Düşünelim biraz. Erkek çocuklar okuldan dönünce üstlerini değiştirip sokağa oyun oynamaya çıkarlar. Kız çocuklardan ise annelerine ev işinde yardım etmeleri, böylece erkenden ilerideki eş/anne rolüne uyumlanmaları beklenir. Kızlara bebek, oğlanlara oyuncak silah almanın ana amacı bu rol dağılımını baştan belirlemektir zaten. Hangi oğlan çocuğuna anneannesi/babaannesi “hadi gel sana örgü/dantel örmeyi öğreteyim” diye tutturmuştur? Kız çocuğu başına örülen bu çorapla büyür – çorap dar gelir, sıkar – ama birçoğu bundan kurtulamayıp kaderine razı “cici kız” olur, hayatta en büyük amacı herkes tarafından sevilmek, takdir edilmek haline gelir. Kızlar çizgi roman okumaya zaman bulamazlar pek – beğenilmek adına her gün kendilerini baştan çizmekle çok meşgullerdir çünkü. Aynı anda güzel, bakımlı, zeki, bilgili, uyumlu, başarılı, neşeli, anlayışlı ve becerikli olmaya çalışmak kolay iş midir? Ama kızlardan beklenen tam da budur. E bunların hepsi korkunç zaman alan uğraşlar sonucu elde edilebilen nitelikler olduğuna göre kızcağız ne yapsın? Hem siz erkekler de biraz ikiyüzlü değil misiniz? Kız çizgi roman okumuş, zamanını özgürce hayal kurup, oyun oynamaya harcamış ve eş/anne rolüne pek
45
çalışmamışsa eğer; buluşup çıkarken bayılırsınız ona, ancak beraber yaşama/evlenme durumunda arıza çıkarırsınız hemen. Yemek yapamıyordur, gömleklerinizi iyi ütüleyemiyordur, ev işi yapmak yerine bilgisayar başında veya birşeyler okuyarak vakit geçiriyordur – ne biçim kadındır? Bazı kızlar ise özgür bir aile ortamında yetişir, rollerin pek takılmadığı, bireyselliğin önemsendiği çevrelerde büyür. İşte onlar, çizgi roman okurlar. Ancak onların da bir “ayrıkotu olma” problemleri vardır. Kız arkadaşlarla paylaşacak ortak konu bulamadıklarından (evcilik oynamak ne saçma banane oynamııcam/seksek salakça bişey, hem hemen de bitiyo, ben çizgi roman okurum daha iyi) erkeklerle takılırlar. Çizgi romanlardaki karakterlerle özdeşleşirler anneleri veya mahalledeki ablaları yerine. Bir süre sonra belirlenmiş rolleri oynayan tüm kadınlara tepki beslemeye başlarlar. Onlar da zaten “erkek fatma”yı dışlarlar. “Normal” kızlar kadınsal beceri ve güzellikleriyle beğenilmeyi hedeflerken, çizgi roman okuyan kızlar cesaret, bilgi ve zekâyla değerlendirilmeyi isterler. Erkeklerle eşit şartlarda oynarlar, avans falan teklif edilirse, bozulurlar. Ben de bu kızlardandım. Marangoz Kazım Abi’ye yalvarıp kılıç ve sapan yaptırır, sapana meşin için ayakkabı tamircilerini dolaşırdık – yine de bir kadınsı taraf herhalde – kuş vurulmasına tahammül edemez, konserve kutularıyla yarışma düzenlerdim. En çok dekman oynardık, çizgi romanlardaki maceraları ve kişileri yorumlardık. Bazen Suzi gibi sarışın olmadığıma üzülür, sonra zaten onun yerinde olup, aylarca Tommix’i beklemek istemeyeceğime karar verip, rahatlardım. Şimdi ne mi yapıyorum? Zagor, Dampyr, Büyülü Rüzgar, Dylan Dog, Martin Mystere okuyor ve biriktiriyorum – artık param var yaşasın! Bilgisayar oyunlarının hastasıyım, sabahlara kadar oynuyorum. Hayatı çizgi roman veya oyun gibi görebiliyor, herşeyle ve kendimle dalga geçebiliyorum. Keşke daha çok kıza kendilerini gerçekleştirebilecekleri, kişiliklerini istedikleri gibi oluşturabilecekleri özgür bir ortam sağlansa! Aila
KADINLAR NEDEN ÇİZGİ ROMAN OKURLAR? Bu yazı bir sıdkı sıyrılmış bir çizgi roman severin tamamen öznel fikirlerinden oluşmaktadır, pek de bilimsel sayılmayabilir... Geçen sayıdaki kadınların çizgi roman okumaması ile ilgili yazıya ithafen fikirlerimi belirtmek istedim sadece. Acaba kadınlar neden çizgi romandan uzak dururlar? Uzak mı dururlar yoksa uzak durmaları mı sağlanır? Geçen sayıdaki klişeler köşesine katılmakla beraber Ruby Rocket isimli çizgi roman sever hemcinsimin fotoğraflarının da klişe olduğunu söylemeden geçemeyeceğim. Çizgi roman sevmenin deri kıyafetlerle, maskelerle ilgili olduğuna inanmamı kimse beklemesin benden. Ama bazı durumlarda sapla samanın birbirine karıştırıldığını da hatırlar gibiyim. Sevgili yazarımız keşke Ruby’nin elinde çizgi romanlarının olduğu veya çizgi roman kütüphanesinin önündeki fotoğraflarını koysaymış yazısına... Bilir misiniz bilmem, ya da hatırlar mısınız o günlerinizi? Çocuklar genellikle ilkokul çağlarında kızlar ve erkekler olarak kutuplaşırlar; kızlar erkeklerden erkekler de kızlardan nefret ederler. Okul bahçesinde herkes kendi hemcinsiyle dolaşır ve birbirleriyle alay ederler ve küçümserler. Çizgi roman okumaya başlamada bu dönemde başlar. Eğer yetişkinler çizgi romanlarını ellerine aldıklarında o dönemlere hızlı bir biçimde dönüyorlarsa vay halimize, erkekler yine kadınlara “umpah” (bkz. Martin Mystere’in dostu Prof. Vincent von Hansen) atar, çizgi roman almaya dükkânlara gelen kadınlara bıyık altından gülerler. Oysaki ben ve benim gibi o dönemleri atlatmış cesur kadınlar oralı olmadan, gösteriş yapmadan gerçekten çizgi roman okurlar. Erkek okuyucular “şu kadar çizgi romanım var, bu kadar koleksiyonum var, o serinin tümü bende var hem de ilk basım peh peh peh.” gibi yarış yaparken (pek çok alanda olduğu gibi), kadınlar çizgi roman çevirisi yaparlar, çizgi roman okurlar, rekabete girmeden çizgi romana gönül verirler. Yaratıcılıkları engellenmeyen kadınlar ve hayal güçlerini taze tutmak isteyen kadınlar çizgi roman okumaya devam ederler, her türlü eleştiriye rağmen. Bu arada geçen yazıdaki fantazi yüklü kısımlara cevap vermeye tenezzül bile etmeyeceğim. Acaba hâlâ kadınlar “çizgi roman okumaz, çünkü kadındırlar,” diye düşünüyor musunuz? Belki de ilgilenmemiz gereken kadınların, erkeklerin veya çocukların çizgi romanı neden okumadıkları değil, okuyanların neden okudukları olursa, daha mutlu olup, bu olumlu yanları diğerlerine aktarma şansımız artar. Süpürgeli CADI
47
“I Am Legend” Eleştirisi “Benim adım Robert Neville.. New York’ta hayatta kalan biriyim.” “Bütün AM kanallarından sesleniyorum. Her gün, öğleyin, güneş tam tepede olduğu vakit, Güney Caddesi sahilinde bekliyor olacağım.” “Eğer biri beni duyuyorsa... ...eğer biri beni duyuyorsa...” “Yiyecek, barınak ve güvenlik sağlayabilirim.” “Beni duyuyorsanız..” “...lütfen, bilin ki yalnız değilsiniz.” İnsan uygarlığı dediğimiz şeyin aslında insanlığın en büyük korkusundan kaçışı sırasında oluşmuş bir şey olması ne tuhaf değil mi! Birlikte ve güçlüyüz çünkü yalnız kalmaktan ölesiye korkuyoruz! Bu korku yüzünden oluşmuş güçlü sosyal bağlarımız sebebiyle, tek başınayken doğanın en zayıf ve avlanabilir canlılarından olan bizler, besin zincirinin en üst sırasında yer alıyoruz ve yine bu sayede Dünyanın tartışmasız efendileriyiz. Fakat ne kadar çoğalsak da yalnız kalma korkusu Adem’den beri! Kaburgamıza kazınmış bir şekilde yaşıyoruz... Robinson öykülerinden bu yana insan hep bu sorunun cevabını aradı; “benden başka hiç kimse kalmasaydı nasıl olurdu?” Bu sebeple İnsanoğlunun en büyük korkusunu abartı süzgecinden geçirerek güçlendiren edebi ya da görsel eserler her zaman meraklı bir izleyici kitlesi bulmuşlardır. Bilim kurgu sineması da erken dönemlerinden beri bu türde sürüyle örnek verdi. Robinson Crusoe on Mars (1964) gibi seriyal dönemi bilim kurgularından, Night of the Comet (1984) gibi 80’ler filmlerine kadar aynı tema bazen aşırı ucuzlaştırılarak, bazen de derinliği ve lezzeti güçlendirilerek sunuldu. Kanımca bu konuda en başarılı örnek bir Tom Hanks ve Wilson adında bir Voleybol topunun başrolünü paylaştığı daha ziyade bir Robinson uyarlaması olan Cast Away’dir (2000) ille de fantastik tatlar verecek bir örnek aranıyorsa da bu da kesinlikle 28 Days Later ( 2002 ) olacaktır. 25 Ocak’ta oldukça gecikmeli bir şekilde sinemalarımızda izleyebildiğimiz (ABD vizyonu 11 Aralık 2007) I am Legend ise kendine rota olarak, yalnızlığın kendisinin getirdiği kâbusu ve psikolojik çözümlemeleri değil, insan ırkının son temsilcisi olarak çok güçlü bir tehditle mücadelenin verdiği aksiyon ve adrenalini sağlamayı seçiyor. Aksiyon’un ve efektlerin böylesi güçlü alt metinlere sahip bir öyküde bu kadar öne geçmesini, büyük bütçeyle yapılan filmlerin artık sanat eseri değil ürün olar-
48
ak algılandığı günümüz sinemacılık anlayışında bir gereklilik olduğunu görsek de… Bu, I am Legend’in kendi öyküsünün altında ezilen bir film olduğu gerçeğini değiştirmiyor. Özellikle uyarlandığı kitaba ait tüm düşüncelerin sığ bir sağcılıkla devşirilerek ters yüz edilmesi ve başkarakter “Robert Neville”nin bir bilim adamından ziyade güçlü kasları olan bir aksiyon kahramanı olarak sunulması daha proje aşamasındayken işlerin yolunda gitmeyeceğinin bir işaretiydi sanırım. Romandan ve daha önceki iki uyarlamadan habersiz okuyucular için konuyu kısaca özetlemek gerekirse; Robert Neville başarılı bir bilim adamıdır ve insanlığı yok edeceğine inanılan, önüne geçilemez tehlikeli virüs ona bulaşmamıştır. Virüs çok kısa bir zamanda insanların ölümüne sebep olmuş, sonuçta Neville New York’ta hayatta kalan tek insan olmayı başarmıştır. Ancak Neville’in durumu çok zordur çünkü belki de dünya üzerindeki tek insan kendisidir. Üç yıl boyunca dolaşmakta, yaydığı radyo mesajları ile hayatta kalan insanlara ulaşmaya çalışmaktadır. Herhangi bir canlıya rastlayamayan Neville aslında yalnız değildir ve her hareketi izlenmektedir. Salgından sağ kurtulan eski insan-yeni mutantlar Neville’in ölümcül bir hataya düşmesini beklemektedirler. Baştan söylemek gerekirse, film izlemek ve bundan zevk almak isteyen ortalamanın biraz üstündeki sinema izleyicisinin peşinen kabul etmek zorunda olduğu şey; filmin beslendiği Richard Matheson tarafından yazılmış gayet güzel bir vampir romanı olan kitaptan aldığı tüm karakterleri ve referansları ille de değiştirerek sunduğu ve bu yüzden kitapla hafif bir esinlenme dışında bir etkileşim aranmaması gerektiğidir. Çünkü film neredeyse ilk sahnesinden itibaren romandan uzaklaşmakta ve bu da benim gibi kitabı okuyup çok sevmiş olanlara tarifi imkânsız acılar vermekte… Örneğin; Romanda Neville karakteri, köpek ile oldukça büyük uğraşılar sonunda dostluk kurabilmekte ve neredeyse bu dostluk sağlandığı gün bitmekte… Oysa filmde köpek Sam başından beri Neville’nin evcil hayvanı ve aralarından su sızmıyor! Doğal olarak filmimiz daha baştan kendi terk edilmişlik duygusunu sabote ediyor. Eğer ille de romanla ilintili bir görselliğe ihtiyacınız varsa iyice eskimiş yaşına rağmen Omega Man (1971) daha iyi bir seçim olacaktır. Gerçi Omega Man’da devşirilmiş bir uyarlamadır ama en azından yalnızlık ve diğerleri bazında sorduğu sorular ve cevapları ile hedef noktaya daha fazla yaklaşmış olduğu savunulabilir. Kitabın sadık uyarlanmış ve bir bilimkurgu klasiği olmuş halini görmek isteyen meraklılar, I Am Legend kitabının ilk sinema uyarlaması olan ve İtalyan sermayesi ile yapıldığı için l’ultimo uomo della terra olarak da bilinen, Vincent Price’lı, 1964 yapımı The Last Man on Earth adlı filmi izlemelidirler. Uyuyan bir virüs yüzünden tüm insanların, vampirlere dönüştüğü ve bağışıklığı olan tek insanın kendi hayatını inatla tek başına nasıl devam ettirdiğini anlatan; sırf bununla da kalmayıp alt öykü olarak toplumun en temel dinamiğini bize gizli ama güçlü bir lezzetle sunan kitabın, ilk olmasına rağmen şu an rahatlıkla söyleyebiliriz ki en güçlü uyarlaması da yine The Last Man on Earth’dir. Bir zamanlar ülkemizde de ilgiyle izlenen “Twilight Zone – Alacakaranlık Kuşağı” serisinin “Where is Everybody? – Herkes Nerede?” Adlı bölümünde de ben-
zer bir konu işlenmektedir. Ve ayrıca bu yapımda ilginç de bir gönderme bulunmaktadır; karakterimiz bir kasabada uyanır, hiçbir şey hatırlamamaktadır. Kasabada dolaşmaya başlar. Sokaklar bomboştur ama her yer insanlar varmış gibi açıktır. Karakol, kafe gibi yerlere gider; her şey olması gerektiği gibidir, sanki herkes birkaç dakika önce oradan ayrılmıştır. Sonunda kendini bir dükkâna atar, aynada kendisi ile yaptığı ufak bir monologdan sonra kitapların olduğu bölüme gider ve kocaman bir raf dolusu “the last man on earth” cildi görür… Tekrar I am Legend’e dönersek, bunun bir şekilde aceleye getirilmiş bir proje olduğu ve senaryonun tüm eklemelere ve değiştirmelere rağmen, filmin yarısından itibaren çöktüğü ve cast seçimininde sanki “Aaa bu Will Smith I Robot’ta çok güzel oynadı, The Pursuit of Happiness’de de feci döktürdü. Bundan hem koşan, hem de ağlayan bir bilim kurgu karakteri yaratalım efsane olur valla!” gibi bir mantıkla yapıldığını da lütfen kulak arkası yapın. Karşımızdaki tüm güçlü çağrışımlarına rağmen, sırtını multi milyon dolarlık efektlerine ve şu aralar nedense ABD vatandaşlarının çok ihtiyaç duyduğu dinsel göndermelere dayayan, çok iyi başlayan fakat köz bile olamadan sönüp giden bir finale sahip, büyük ama yavan bir Süper yapım! daha ne yazık ki… Neville karakteri ile mutantlar arasındaki etkileşim belli bir noktadan sonra o kadar sığlaşıyor ki, başlarda roman tadında akan filmimiz ortasından itibaren (Neville’in acı kaybından sonra da diyebiliriz) tam bir intikam öyküsüne dönüşüyor. Tabii bu arada seyircinin kendi kendine sorduğu “Bu beyinsizler nasıl oldu da sosyal olarak böyle örgütlendi,” gibi sorular havada uçuşup duruyor. Tüm bunlar izleyenin tam bir tatmin olma duygusundan uzak olarak filmi bitirmesine yol açan şeyler… Eğer kendinizi Contact (1997) misali, sorular soran ve bunların cevaplarını veren iyi bir roman uyarlamasına değil de, CGI mutantların kovaladığı, köpeğiyle arası süper ama yalnızlıktan vitrin mankenleriyle çene çalan bir New York’lu züppenin maceralarına hazır hissediyorsanız, biraz da olsa keyif almanız mümkün olabilir. *** Son sözüm ise Ülkemizin değerli Sinema Salonu işletmecilerine (Özellikle Anadolu’da bulunanlara) Üzülerek yazmak zorundayım ki, sinema salonları ile ilgili çok büyük endişelerim var, Salon işletmeciliği hafta sonu film severleri yüzünden yeni bir şımarma noktasına gelmiş ve iyice özensizleşmiş durumda… Evimdeki projeksiyon neredeyse en kötü kaynakta bile salonlardakinden daha iyi izleme zevki sağlıyor… Sinemacılar eğer aldıkları bilet parasının hakkını düzinelerce reklam seyrettirerek ve ampulü bitmiş projeksiyon makineleri ile perdeye soluk bir görüntü göndererek bu şekilde ödemeye devam ederlerse 80’lerin ortasındaki kıyım günlerini dahi ararlar, hem artık onları bir şekilde ayakta tutacak erotik sinema sektörü ve seyircileri de yok! Murat Tolga ŞEN http://midnight.blogcu.com
Cennete Hoş Geldiniz! Geçen sayıdaki tanıttığımız “Berserk” isimli mangadan sonra, yine aynı türdeki bir manga ile devam ediyoruz. Berserk’ten daha vahşi bir manga varsa o da Gantz’dır. Hiroya Oku’nun imzasını attığı bu “seinen” manga, türün diğer eserlerinden çok daha fazla kan, şiddet ve cinsellik içermektedir. Rahatsız edici sahnelerin çokluğu nedeniyle olumlu eleştirilerin yanında çok fazla da olumsuz eleştiri almıştır.
Ölümden sonra hayatta kalma Tokyo’da boş bir apartman dairesinde dev siyah bir küre. Ölen insanlar kendilerini bu dairede buluyorlar ve ortadaki siyah küre-Gantz’ın verdiği yaratık avlama görevlerini yapmaya zorlanıyorlar. Bu görevler sonucunda başarılı olup 100 puan alanlar özgürlüklerine kavuşup eski yaşantılarına dönebilecekler. Hikâyemizin ana karakteri Kei Kurono da öldükten sonra bu görevleri yapmaya mecbur bırakılır. Eski arkadaşı Katou Masaru ile metroda raylara düşen bir alkoliği kurtarmaya çalışırken can verir ve Gantz’ın görevlerinde yer almak üzere kendilerini apartman dairesinde bulurlar. Kei Kishimoto ve diğer kişilerle (kurban ya da yarışmacı denilebilir) Gantz’ın temin ettiği koruyucu ve güçlendirici kıyafetleri giyerek, garip ve tehlikeli silahları kullanarak hayatta kalmaya çalışırlar. Fakat bu ekipmanlar bile kendilerini kurtaramayacaktır.
51
Karakterler Kei Kurono: Metro faciasıyla Gantz’a gelen, ilk başlarda cinsel açlığının ve bencilliğinin yol açtığı beklenmedik durumlarla cebelleşen; manga ilerledikçe olgunlaşan, yaşama azmi sayesinde pek çok tehlikeli durumdan kurtulan fakat okulunda ezik muamelesi gören bir lise öğrencisi; ana karakterimiz.
Katou Masaru: Kei’nin çocukluk arkadaşı. Kei ile aynı kazanın kurbanı. Güçlü bir fiziki yapıya sahip fakat oldukça narin ve düşünceli bir insan. Kei’yi çocukken bir idol olarak görmüş ve yıllar sonra metro durağında karşılaştıkları gün Gantz’ın oyununda yarışmacı olmuşlardır. Koruyucu ve barış yanlısı olan Katou aslında içindeki yoğun şiddet duygusunu da bastırmaya çalışmaktadır.
Kei Kishimoto: Kurono ve Masaru’nun hemen ardından, intihar ederek Gantz’a gelen, büyük göğüsleri her zaman (özellikle Gantz ve Kurono tarafından) ön planda tutulan, içten içe Katou’ya karşı aşk beslese de Kei Kurono tarafından arzulanan bayan karakterimiz. Gantz’a geldikten sonra gerçek dünyada bir kopyası da hastaneden kurtulmuş ve gerçek hayata dönmüştür.
Joichiro Nishi: Kahramanlarımızdan çok daha uzun zamandır Gantz’ta yer alan ve 100 puan almaya çok yaklaşmış asabi, bencil bir insan. Diğer kurbanlardan çok daha tecrübeli fakat bildiklerini başkalarıyla paylaşmaktan hoşlanmamaktadır.
Gantz’ı okurken kendimizi ana karakterle özdeşleştirmekte zorlanıyoruz. Çünkü Kei Kurono’nun düşünceleri, davranışları, karakteri tipik bir ezik liseli öğrenciyi yansıtıyor. Manga’nın olumlu taraflarına gelirsek; insanların düşüncelerini, aşağılık ve ikiyüzlü hallerini okuyucuya çok iyi veriyor. Özellikle ilk bölümlerdeki düşünce balonlarındaki monologlar günümüz insanının bencil ve vurdumduymaz düşünce tarzını ortaya koyuyor. Temposu düşmeyen, sürekli şaşırtan kurgusu ve nefes kesen olay örgüsü; bölümler ilerledikçe azalacağı halde tam tersine yükselen heyecan da cabası. Çizimlere gelince; Gantz da bilgisayar teknolojisinin nimetlerinden yararlanan günümüz mangalarından biri. Özellikle dış mekânlar gerçek fotoğraflardan manga çizimine dönüştürülmüş. Karakter tasarımları, bazı yan karakterler birbirine benzese de başarılı sayılır. Özellikle sürekli ölüp değişen yan karakterler konusunda mangaka yaratıcılığını konuşturmuş. Yaratık tasarımları da gayet orijinal. Soğan kafalı uzaylılardan tarih öncesi dinozorlara, içinden kuş çıkan oyuncak robotlardan Budist heykellere kadar geniş bir çeşitlilikte. Stüdyo Gonzo tarafından yapılmış 26 bölümlük anime dizisi de büyük ilgi görmüştür. Fakat son bölümlere doğru mangadaki konudan sapıp bağımsız bir sonla bitirdikleri için tepki çekmiştir. Fuji TV tarafından sık sık sansüre uğradığından biraz hayal kırıklığı yaratan anime, daha sonra DVD sürümlerinde sansürsüz olarak yayınlanmıştır. Onun dışında Playstation2 konsolunda bir adet Gantz oyunu da vardır. Son Sözler Başta belirttiğimiz gibi bu manga herkese göre değil. Havalarda uçan iç organlar, aşırı şiddet ve çarpık ilişkiler sizi çok rahatsız etmeyecekse denemenizi öneririz. Animesini izleyenler mangada TV bölümlerinden sonraki bölümleri gördüklerinde çok şaşırabilirler; zira olaylar çok genişliyor her şey daha mantıklı bir hal alıyor.
Onur KÜÇÜK (kazegami)
GALYALI ASTERİKS’İN MACERALARI “Bu maceranın çizilmesine 14 litre çini mürekkebi, 30 fırça, 62 yumuşak kurşun kalem, 1 sert kurşun kalem, 27 silgi, 38 kilo kağıt, 16 daktilo makinesi şeridi, 2 daktilo makinesi, 67 litre BİRA gitti!.” Asteriks ve Kleopatra, Kervan yayınları, Halit Kıvanç’ın giriş yazısı. Seksenlerin çocukları için en büyük eğlence şüphesiz çizgi romanlar olmuştur. Tex, Teksas, Zagor gibi ciddi ve aksiyona dayalı İtalyan çizgi romanlarının dışında Asteriks, Lucky Luke ve Tenten gibi frankofon çizgi romanlar daha çok güldürmeye yönelik absürt espri anlayışları ile bu yıllarda öne çıkmıştır. Fransız çizgi romanlarının en önemlilerinden ve üstünde durulması gerekenlerinden biri elbette ki Asteriks’dir. Asteriks Olimpiyatlarda ile 1 Şubat 2008’de sinemalarımıza uğrayacak olan eski dostumuz Asteriks’i biraz daha yakından tanımaya ne dersiniz? “Bu Romalılar’da beyin yok kuzum!” René Goscinny’in hikâyeleri ve Albert Uderzo’nun çizimleri ile hayat bulan Fransız çizgi romanı Asteriks, Goscinny’nin 1971’de zamansız vefatı ile Uderzo’nun elinde şekillenmiştir. Çizgi romanımız Fransa’nın Galya bölgesinde ufak bir köyde yaşayan bir avuç köylünün bir iksir, cesur Asteriks ve Oburiks’in yardımları ile Roma’ya karşı direnişini anlatır. Roma, Galya’daki bu köye karşı bir türlü galip gelemezken; aynı zamanda cesur Galyalılar uzak yakın demeden her yere yetişir ve yardım elini uzatırlar. “Sakin olun! Herkese yetecek kadar Romalı var!” Ana karakterimiz Asteriks ufak tefek ama cengâver yürekli bir Galyalı’dır. Oburiks ise ufak yaşta Büyüfiks’in hazırladığı devegücü tazıhızı iksirinin içine düştüğünden dolayı tombul bir deve dönüşmüştür. (Orijinal ismi Obelix olan karakter, çocukluğumda Hopdediks olarak Türkçemiz’e kazandırılmışken son yıllarda ismi Oburiks olarak değiştirilmiştir.) İki kafadarın en büyük eğlencesi köpekleri İdefiks’i de yanlarına alarak yaban domuzu avlamak ve karşılarına çıkan Romalı askerleri pataklamaktır.
54
Devegücü Tazıhızı iksiri bu minik Galya köyünün en büyük avantajıdır, üstelik Asteriks’in kıvrak zekâsı ile iksirin verdiği insanüstü güç birleşince Romalılar için tehlike çanları çalmaya başlar. “Küçükken kazana düştüğün için sana iksir yok Oburiks!” Her Asteriks çizgi romanı sıradan bir günle başlar, Asteriks ve Obeliks domuz avındadır, köylüler günlük işlerini yapmaktadır. Sonra birden düzeni bozan bir durumla karşılaşılır ve ana karakterlerimiz fazla sorgulamadan balıklama maceraya dalarlar, akıl ve kas gücüyle çözülen eğlenceli maceralar köyde verilen şenlikli bir yemekle de son bulur. Okuyucu tüm köy ahalisi ile yakınlık kurar: balıkçısı, nalbandı, şef Toptoriks’inden, köyün dışlanmış ve sanatı hep hor görülen ozanına kadar herkes ailedendir. Bu yan karakterlerin birçok maceraya katkıları olur. Yani Asteriks hiçbir zaman olayları yalnız başına çözen bir kahraman değildir. Fransa’nın medarı iftiharlarından Asteriks, özellikle Avrupa kıtasında çok sevilen bir kahramanken; Amerika ve Japonya gibi çizgi romanın kalelerinde pek ilgi görmemiştir. Tabi bunda Asteriks’de geçen hikâyelerin (“Asteriks Amerika’da”yı saymazsak) genelde Avrupa tarihi ve savaşları ile ilgili olmasının, ayrıca Fransız espri anlayışının farklılığının da payı vardır. Aslına bakılacak olursa oldukça politik bir söylemi olan Asteriks Fransız tarihinin bir parodisidir. Türkçemiz’e ilk kez Halit Kıvanç tarafından çevrilen Asteriks sonrasında da eksiksiz olarak tüm maceraları ile Türk çizgi roman severlere kazandırılmıştır. Ancak Halit ağabeyin yapmış olduğu çevirileri sahaflardan bulursanız kaçırmayın derim, onun daktilosundan çıkmış balonları (ilginç bir tanımlama oldu ama siz anladınız onu) okumak ayrı bir tattır. “Brutus bıçakla oynamayı kes sonunda birine zarar vereceksin!” Şirin karakterleri, Oburiks’in çeşitli komplolarla havalara uçurduğu zavallı Romalı asker çizimleri, hiç akmayan kan ve kimsenin ölmediği savaşlarla ilerleyen Asteriks maceraları çocuklara yönelik gibi durmasına rağmen içerdiği parlak espri anlayışı ile yediden yetmişe herkesi etkisi altına almıştır. İngilizce’den Lehçe’ye yüzlerce dile çevrilmiş olan çizgi roman başarısını sekiz animasyon, üç stüdyo filmi ve sayısız bilgisayar oyunu ile de perçinlemiştir.
Tarihsel olaylara da kendi mizah anlayışı ile yaklaşan Asteriks birçok bilinmeyeni ilginç şekillerde açıklar. Örneğin “Asteriks ve Kleopatra”da Oburiks Sfenks’e tırmanayım derken anıtın burnunu kırar, bir sonraki karede etraftaki tüccarların sattıkları Sfenks maketlerindeki burunları yontmaya başladıklarını görürüz. Çocukken okuduğum bu hikayeden sonra uzun süre piramitlerin Galyalılar’ın sihirli iksiri sayesinde yapıldığını sanan ben, uzaylılar tarafından yapıldığı gerçeğini?! (itirazı olan okuyucu mu var yoksa?) öğrenince yıkılmıştım. “Asteriks İspanya’da”da ise boğadan korunmaya ve Romalı bir generalin düşürdüğü kırmızı pelerini temiz tutmaya çalışan dostumuz böylece tarihteki ilk matador olur.
“Hey Asteriks duydun mu bana şişko dedi!” Şubat ayında vizyona girecek filmimize geçecek olursak, Frédéric Forestier ve Thomas Langmann’ın yönettiği “Asteriks Olimpiyatlarda”da daha önce Christian Clavier’in oynadığı Asteriks rolü Clovis Cornillac’a verilmiş. Gérard Depardieu’nun önceki bölümlerde olduğu gibi Oburiks’i canlandırdığı yapımda Alain Delon’u da Jul Sezar olarak göreceğiz. Ayrıca konuk oyuncu patlaması yaşanan filmde Van Damme, Zinedine Zidane, David Beckham gibi isimlerin yanında güzeller güzeli Gisele Bundchen, Claudia Cardinale, Vanessa Hessler’i de eski yunan kıyafetleri içinde görebileceğiz. Çizgi roman versiyonundan biraz farklılaşan filmde genç ve korkusuz Galyalı Alafolix Yunan prensesi Irina’ya âşık olur. Asterix ve Oburiks’in yardımıyla, olimpiyat oyunlarını ve en çok da Irina’nın kalbini kazanabilmek için Yunanistan’a gelir. Aslında çizgi romanda Alafoix diye bir karakter yok. Maximus adlı Roma şampiyonu ile tanışan Galyalılar tam da Fransızlar’a yakışır bir şekilde Romalılar’a kafa tutup olimpiyatlara katılıyorlar. Ancak Jul Sezar şampiyonada iksir kullanımını yasaklayarak Galyalılar’ı köşeye sıkıştırmak istese de, sonuç umduğu gibi olmuyor.
Bakalım film bu aşk hikâyesi ile romanın aslına nasıl bir dokunuş yapmış? Belirtmem gerekir ki önceki sinema filmlerinde Asteriks’in animasyon ya da çizgi romanlardaki başarısını bulamadım. Ama fragmanlarında gördüğüm kadarı ile bu filmde biraz daha fazla emek harcanmış ve ortaya en azından bir kez olsun görülmeyi hak eden bir film çıkmış. Oyuncuların da her halinden orada olmaktan mutlu oldukları ve eğlendikleri görülebiliyor. Sanırım bu durum filme de olumlu yansımıştır. İspanya’nın ufak ve sevimli turizm beldesi Alicante’de kurulan, Avrupa’nın en büyük ve gelişmiş film stüdyolarında çekilen filmde tam 8000 Alicante’li figüran rol almış. Film ayrıca, gerçek boyutlarda yapılmış Yunan arenası gibi yapıları ile de dikkat çekiyor. Türkiye’de dağıtımcılığını 35 milim filmcilik ve D Productions’ın yaptığı, Pınar Altuğ’un prenses Irina’yı, Keremcem’in ise Asteriks’i seslendireceği filmde sürpriz ise Onnumaris’i seslendiren Rıdvan Dilmen (iyi dublaj yaparsa gol olur). Avrupa sinemasının gelmiş geçmiş en pahalı yapımı olan Asteriks Olimpiyatlarda’nın ülkesinde ve Avrupa’da başarı yakalayacağına kesin gözüyle bakılıyor, ama bakalım Amerikan sinemalarında nasıl bir gişe başarısı gösterecek? Masis ÜŞENMEZ http://midnight.blogcu.com