Editör Konuşuyor
Yahu, hayat ne kadar karmaşık... Yahu, hayat ne kadar zor... Yahu, şu dünyada akıllı bir insan olmak ne güç...
Bu ne karanlık... Bu ne vahşet... Bu ne yahu…
Ne olur, ne biter? Kim ölür kim kalır? Ve kim gelir, kim gider...
İşte böylesine zor bir zamanda, böylesine zor koşullarda, böylesine cesur yürekler varken, biz de biraz tebessüm etmek, biraz hoş vakit geçirmek için, biraz olsun “oh!” diyebilmek, size o duyguyu yaşatabilmek için uğraşıyoruz. Onun için varız. Gölge, 6. sayısı ile sizlere bir kez daha merhaba diyor dostlar... Eğer biraz olsun içinize mutluluk saçabildiysek, o zaman görevimizi hakkıyla yerine getirdiğimizi anlarız.
Merhaba, bir kez daha...
Editör Mustafa Emre Özgen
Bu dergide yayınlanan tüm yazı ve çizimler yazarlarına-çizerlerine aittir İzinsiz alıntı yapılamaz, yayınlanamaz Yazıların içeriğinden yazarları-çizerleri sorumludur Gölge Yayın Kurulu; Oğuz Özteker, Utku Tönel, Şükrü Bağcı, Ahmet Yüksel Dergimize yazarak ve çizerek katkıda bulunabilirsiniz.
www.hayalsaati.com Kapaklarda Gördüğünüz özgün Gölge çizimi Şükrü Bağcı’ya ait... Vampire Hunter D ile de arkadaş olmuş... Sizce kapışsalar kim döver? Biliyorsanız kayalsaati@gmail.com a cevap yazın. Gölge e-dergi de yazar ve çizere her zaman ihtiyaç duyulur. Yazmak-çizmek gibi bir yeteneğiniz varsa hayalsaati@gmail.com dan ulaşabilirsiniz. Dergide okur yorumlarına da yer vereceğiz... Haberiniz olsun...
bize
İçindekiler Kapak
Şükrü BAĞCI
Editör Konuşuyor Mustafa Emre ÖZGEN Sayfa 2 Hollywood ve Çizgi Roman Hakan BUHURCU Sayfa 4 Ölesiye Pişmanım Serkan KÖSE Sayfa12 Kambur Yazan; Nihal ŞENTÜRK Çizen; Cemal KELEŞOĞLU Sayfa 14 Her Durumun Kanalı CNBC-e Mustafa Emre ÖZGEN Sayfa 16 Korsanların Kralı (One Piece) Onur KÜÇÜK (kazegami) Sayfa 18 Tatlı Rüyalar Oğuz ÖZTEKER Sayfa 23 Hayatta Kalan’ın Öyküsü-MAUS Eda İHTİYAR Sayfa 29 İki Kardeş, Tek Yönetmen Hasan Nadir DERİN Sayfa 31 Birgün Bir defter Buldum Ve Hayatım Değişti Masis ÜŞENMEZ Sayfa 36 V.Bölüm- Satılan Mal Geri Alınmaz Utku TÖNEL Sayfa 40 Sıtkı SIYRIL Sayfa 43 Doğan Kardeş Murat Tolga ŞEN Sayfa 45 Doğan Kardeş Yeniden Deniz K. PALA Sayfa 47 Kurtadam Yazan; Angela CARTER Çizen; Şükrü BAĞCI Sayfa 48
Hollywood Ve Çizgi Roman Çizgi romanlar ile Hollywood arasındaki ilişki 1900’lerin başlarından beri süregelmiştir. Bu ilişki daima inişli çıkışlı bir grafik ortaya çıkardı. Ortaya çıkan yapımlar bu çizgi romanların sadık okurlarını kimi zaman memnun ederken kimi zamanlarda ise okurları epey kızdıran yapımları oluşturdular. Bu alandaki ilk örneklere 1930’lu yılların ikinci yarısında denk gelebiliriz. Bilim-kurgu/fantastik karışımı olan 1936 yılındaki “Flash Gordon” ve 1939 yılındaki “Buck Rogers” serileri Hollywood’un çizgi roman uyarlamaları ile ilk flörtünü oluşturmaktaydı. Hikâyelerin iyi ve kötü arasındaki mücadeleyi anlatan epey basit öğelerden oluşması ve içerdikleri bolca klişeler ile yetişkinlerden ziyade daha ufak yaş kitlesindeki izleyicilere hitap eden bu yapımlar aynı zamanda çizgi roman uyarlamalarının uzun yıllar boyunca sadece “çocuklara yönelik eğlence” olarak görülmesinin de kapısını açmışlardı. Kaynak alınan konseptleri epey yoğun bir bilim-kurgu ve fantastik öğeleri içinde barındırıyor olsalar da bu uyarlamaların çok düşük bütçeleri bulunmaktaydı, o dönemin epey kısıtlı teknik imkânlarında basit dekorlardan oluşan setlerde bu yoğun fantastik unsurları görsel olarak sunmaktan çok izleyicilerin hayal gücüne bırakmaktaydılar. 1938 yılında Superman’in, 1939 yılında da Batman’in ilk defa çizgi roman sayfalarında boy göstermeleri “süper-kahraman” ekolünün önünü açarak Amerikan çizgi roman sektörünü kökünden değişikliğe iterken tabii ki Hollywood da buna kayıtsız kalmamıştı. 1940’lı yıllarda Superman bir radyo şovu olarak uzun bir süre dinleyiciler ile buluştu, 1943 yılında ise bir “Batman” serisi izleyiciler ile buluştu. 1950 yılında “Buck Rogers” ve 1954 yılında da “Flash Gordon” TV serisi olarak bir kere daha izleyicilerin karşısına çıkmış oldular. Fakat 1950’li yıllarda asıl olarak Superman fırtınası esti. 1950 yılında “Atom Man vs. Superman” adlı film çekildi, Superman’i canlandıran kişi Kirk Alyn idi. 1951 yılında ise 1958 yılına kadar sürecek olan ve toplam 104 bölümden oluşan “Adventures of Superman” bir TV serisi olarak izleyicilerin karşısına çıktı. Dizinin popülerliği “Superman and the MoleMen” adlı bir film de çekilmesini sağladı. Superman’i canlandıran George Reeves o dönemlerde izleyicilerin gözünde bu rolle özdeşleşmişti. Fakat bu yapımlar da gene
4
çocuklara yönelik düşük bütçeli basit yapımlardı ve yetişkin izleyiciler için herhangi bir önem temsil etmiyorlardı. Hollywood’un o dönemlerde çizgi roman uyarlamalarını ciddiye almayışı George Reeves’in trajik hikâyesi ile net bir şekilde görülebilir. Bu dizide canlandırdığı Superman rolü ile hafızalara kazındığı için asla istediği tarzdaki ciddi yapımlarda rol bulamayan Reeves’in tartışmalı intiharı bu TV serisinin de sonunu getirmiş oldu. 1960’lı yılların ilk yarısı çizgi roman uyarlamaları için sessiz geçerken 1966-1968 yılları arası yayınlanan “Batman” TV serisi bir yandan Batman’in popülaritesini yükseltirken öbür yandan ise bu karakter için yaklaşık 20 yıl sürecek bir lanet oldu. Batman’in Adam West, Robin’in ise Burt Ward tarafından canlandırıldığı dizi Batman’in karanlık imajını tamamen değiştirerek çoğu zaman absürdlüğe kaçan bir komedi/macera kahramanına çevirdi. Özellikle dövüş sahnelerinde kocaman harflerle ekranda beliren BANG, BOOM, CRASH gibi görsel ses efektleri ile hafızalarda yer eden dizi çocuk izleyicilerin kalplerini fethetmişti. Serinin bu aşırı popülerliği ayrıca 1966 yılında gene aynı ekip tarafından “Batman: The Movie” adlı bir film çekilmesine de neden olmuştu. Bu serinin akıllarda yer edinen çocuksu komikliği, 1980’lerin sonuna kadar izleyicilerin akıllarından silinmeyecekti. 1960’lı ve 1970’li yıllar çizgi roman uyarlamalarının animasyon sektöründe de kendini göstermeye başladığı dönemdi. Bu dönemde çeşitli DC ve Marvel karakterleri basit animasyon serileri olarak izleyicilerin karşısına çıktılar. Bunlar içinde en kayda değeri Fleicher Stüdyoları tarafından yapılan ve dönemine göre çok kaliteli bir animasyon tekniği ile hazırlanarak günümüzde bir klasik sayılan Superman animasyon serisiydi. 19731977 yılları arasında yayınlanan bir Justice League hikayesi olan “Super Friends” de tüm çocuksu yapısına rağmen bir animasyon klasiği olarak yer edindi. 1970’li yıllar Marvel karakterlerinin kendilerini izleyiciler ile ilk defa buluşturmaya çalıştıkları dönemlerdi. 1977 yılında “The Amazing Spider-Man”, 1978 yılında “Spider-Man Strikes Back” ve 1979 yılında “Captain America” birer TV filmleri olarak yayınlandılar. Bu düşük bütçeli filmler dönemin teknik imkânsızlıkları dolayısıyla izleyicilerin yüzlerinde küçük birer tebessüm yaratmaktan öteye gidemediler. Fakat bunlar arasında asıl kayda değer olanı 1978-1982 yılları arası yayınlanan TV serisi “The Incredible Hulk” oldu. Bruce Banner’ın (Bruce adlı o dönemlerde gay’ce bir çağrışım yapıyor diye dizide isim David Banner olarak
değiştirilmişti) Bill Bixby tarafından canlandırıldığı seride onun diğer kişiliği süper güçlü Hulk’u ise bedeni yemyeşil boya ile kaplanıp bir peruk ile desteklenen vücutçu Lou Ferrigno canlandırıyordu. Kaynak aldığı konsepti son derece ciddiye alarak işleyen Hulk serisi TV ekranlarında beliren belki de ilk ciddi çizgi roman uyarlamasıydı. Büyük bir hayran kitlesi edinen seriye ayrıca 1988 yılında “The Incredible Hulk Returns”, 1989 yılında “The Trial of Incredible Hulk” ve 1990 yılında “The Death of Incredible Hulk” adlı TV filmleri eklendi. Seride Thor ve Daredevil gibi bazı ünlü Marvel karakterleri de konuk olarak gözüktüler.
1970’li yıllarda dikkat çeken diğer çizgi roman uyarlaması TV dizileri ise 1976-
1979 yılları arasında yayınlanmış, başrolde Lynda Carter’ın yer aldığı ve günümüzde klasik bir kült sayılan “Wonder Woman” ile 1979-1981 yılları arasında yayınlanarak Buck Rogers’ı son bir defa daha izleyicilerin karşısına çıkartan “Buck Rogers in the 25th Century” adlı dizilerdi. Aradan geçen onca yıla rağmen çizgi roman uyarlamaları Hollywood’da ciddiye alınmayan, düşük bütçeler ile çekilen ve gişe hâsılatında hiçbir kayda değer başarıları bulunmayan B sınıfı filmler olarak görülmeye devam ediyorlardı. Ta ki her şeyi kökünden değiştiren film 1978 yılında gösterime girene kadar... Büyük bir miti sinema filmi yapmayı kafaya koymuş olan yapımcı Alexander S a l k i n d istediği türde bir karakter olarak gördüğü Superman’in film haklarını alarak büyük bütçeli görkemli bir sinema uyarlaması yapma işine girişti. Bu film o güne dek Hollywood tarihindeki ilk büyük bütçeli çizgi roman uyarlaması sinema filmi olacaktı. Epey yoğun bir ön hazırlık aşamasına karşın öyle bir noktaya gelindi ki projenin tamamı ile rafa kaldırılması dahi gündeme geldi. Fakat The Godfather filmi ile popülerliğinin zirve noktasına oturan ve Hollywood’un en saygın aktörlerinden biri olan Marlon Brando’nun Superman’in babasını canlandırması için kendisine götürülen teklifi sürpriz bir şekilde kabul edişi her şeyin resmen başlangıcını belirledi, o andan itibaren artık geriye dönüş yoktu. Filmi yönetmesi için ilerleyen yıllarda Lethal Weapon serisi ile hafızalara kazınacak yönetmen Richard Donner getirildi. Donner geniş bir film ekibi ile çok sıkı bir hazırlığa girişerek özellikle Superman’in beyazperdede uçmasını sağlayacak yöntemler üzerinde kafa yordu. Superman’i canlandıracak ve bu ikon role uyacak bir aktör belirlemek başlı başına sorundu, ünlü aktörlerin de adları geçmesine karşın Donner role ünlü bir isim istemiyordu. Denenen sayısız aktörün arasından Christopher Reeve adlı adı sanı duyulmamış, sıska, genç bir aktör deneme çekimlerindeki performansı ile herkesi büyüleyerek rolü kaptı. Rol için çok sıkı bir hazırlığa girişen Reeve çekim tarihi geldiğinde kostümü heybetli bir şekilde dolduracak mükemmel bir fiziğe kavuşmuştu. Sadece fiziksel görünüm olarak değil, oyunculuk yetenekleri de çok iyi olan Reeve’in Clark Kent’den Superman’e dönüşümü inanılmazdı, tabiri yerinde ise Reeve bu rolü canlandırmak için doğmuştu. Superman’in baş düşmanı Lex Luthor rolüne gene ünlü bir aktör olan Gene Hackman getirilirken adı duyulmuş veya duyulmamış aktörlerle tamamlanan kadro ile çekimler başladı.
Superman filmi için orijinal fikir iki filmi beraber çekerek sinemalarda kısa süre aralık ile gösterime sokmaktı. Fakat çekimler ilerledikçe bütçenin aşılmaya başlanmasıyla sinirler gerildi. İlk defa denenen özel efektler teknik ekibi epey uğraştırmaktaydı. Yapımcı Salkind ve yönetmen Donner arasında süregelen gerilim birbirleri ile konuşmama noktasına kadar dayanmıştı. Sonunda bütçe sıkıntısı nedeniyle ikinci filmin çekimlerini yarıda keserek önce ilk filmi gösterime sokup eğer başarılı olursa ikinci filmi hazırlama kararı alındı. 1978 yılında gösterime giren “Superman” filmi tam anlamıyla bir sinema klasiği oldu. Sadece ABD’de değil, tüm dünya genelinde büyük övgüler toplayan film tam bir gişe canavarına dönüşerek yapımcılarına çok büyük maddi kâr sağladı. İzleyicilerin gözünde Superman rolü ile özdeşleşen Christopher Reeve’in beyazperdedeki etkisi inanılmazdı. Bu başarı hemen ikinci filmin çekimlerinin kaldığı yerden devam etmesini sağladı. Fakat Alexander Salkind ilerleyen yıllarda çok pişman olacağı bir hata yaparak yönetmenliği sürekli sürtüştüğü Richard Donner’ın elinden aldı ve ekibin pek iyi anlaşamadığı Richard Lester’a verdi. Bu Superman serisi için hayati bir dönüm noktası olmuştu. Zaten çoğu Donner tarafından çekilmiş olan ikinci film Lester tarafından yeni sahneler eklenerek yeniden montajlandı ve 1981 yılında “Superman II” gösterime girdi. Film gene büyük bir başarı sağlamıştı, fakat bu aynı zamanda bir bakıma da sonun başlangıcı olacaktı. 1970’li yılların sonları o döneme dek Hollywood’a önemsenmeyen bilim-kurgu ve fantazi türünün önlenemez yükselişini işaretlemekteydi. Star Wars, Alien, Star Trek, Superman gibi sinema salonlarında art arda gösterime giren filmler hem izleyicilerin gözünde hem de gişe hâsılatında büyük başarılar elde edince 1980’li yıllar bu türün sinema salonlarını istila etmesini sağladı. Art arda çekilen yeni filmler, devam bölümleri ve seriler ile bilim-kurgu/fantazi türünün günümüzde klasik sayılan önemli örneklerinin büyük bölümü bu dönemde ortaya çıktı. 1980 yılında “Flash Gordon” bu defa bir sinema filmi olarak izleyicilerin karşısına çıktı. Özellikle Queen’in film için yapmış olduğu müziklerle akıllarda kalan film epey başarısız bir uyarlama olarak yerini aldı. 1983 yılında “Superman III” ve 1987 yılında “Superman IV: The Quest for Peace” gösterime girdi, fakat artık ilk iki filmde süregelen büyü ortadan tamamı ile kaybolmuş ve kötü hikâyeler ile seri cazibesini tamamen kaybetmişti. Christopher Reeve’in beşinci film için kendisine yapılan teklifleri geri çevirmesi ile Superman’in sinema macerası o dönem için son bulmuş oldu. 1980’ler boyunca ufak bütçeli bazı çizgi roman uyarlamaları çekilmiş olsa da çok önemli bir yapım çıkmadı. Dikkat çekenlerden biri 1988 yılında yayınlanan, bir TV filmi olarak çekilen ve epey başarısız bulunan “Punisher” filmiydi. Aslen bir roman karakteri olarak doğmuş olmasa da çizgi roman serisi ile epey ünlenen Conan’ın 1982 yılında gösterime giren “Conan the Barbarian” ve 1984 yılında gösterime giren “Conan the Destroyer” filmleri başroldeki Arnold Schwazenegger’in kariyerini cilalayarak kayda değer bir başarı elde ettiler. Conan çizgi romanlarından türeyen bir karakter olan “Red Sonja” filmi ise 1985 yılında gösterime girdi ve başarısızlıkla sonuçlandı. Bunların haricinde
ayrıca 1981-1986 yılları arasında da “Spider-Man and His Amazing Friends” adlı animasyon seri ve 1988-1992 yılları arası “Superboy” TV dizisi yayınlandı. Superman’in sinema macerasının sona ermesi ile yeni bir arayışa giren yapımcılar gözlerine bir başka ünlü DC karakterini kestirdiler. Tim Burton gibi sıradışı dâhi bir yönetmenin ellerinde epey gotik bir anlatım tarzı ile hayat bulan “Batman” filmi 1989 yılında gösterime girdi. Burton karakterin 1960’lı yıllardaki dizi sebebiyle izleyicilerin akıllarına kazınan komik imajını kökünden değiştirerek onu yeniden orijinal karanlık atmosferine geri döndürdü. Özellikle Jack Nicholson’ın Joker rolündeki olağanüstü performansı ile akıllarda kalan film gelmiş geçmiş en çok hâsılat getiren ilk on film arasına girerek muazzam bir başarıya imza attı. Hemen hazırlıklarına girişilen devam filmi 1992 yılında “Batman Returns” adı ile sinemalarda izleyiciler ile buluştu. Fakat ikinci film gişe hâsılatında ilk filmin gerisinde kalmıştı ve karakterler çizgi roman kökeninden çok uzaklaştıkları için Burton bazı izleyicilerin tepkisi ile karşılaşmıştı. Yapımcı stüdyo Warner Bros. yönetmen Burton’ın ikinci filmi aşırı karanlık bir atmosfere bürümesinden ve gişede ilk filmin ardında kalmasından haz etmeyerek onu yönetmenlikten aldı, böylece sonraki yıllarda ispatlanacağı üzere Superman film serisinde yapılan aynı hata bir kere daha yinelenmiş oldu. 1990’lı yıllar bütçe olarak irili ufaklı çok sayıda çizgi roman uyarlamasını sinemaya ya da TV’ye taşıdı. 1994 yılında Alex Proyas’ın yönetmenliğinde gösterime giren “The Crow” kült bir film statüsüne ulaşırken özellikle başrol oyuncusu Brandon Lee’nin çekimler sırasındaki talihsiz ölümü ile akıllarda yer edindi. The Crow’un başarısı beraberinde giderek vasatlaşan üç devam filmi ve bir de kısa ömürlü bir TV serisi getirdi. Büyük bir bütçe ile çekilerek 1995 yılında gösterime giren “Judge Dredd” ünlü aktörleri, başarılı özel efektleri ve görkemli setlerine karşın kötü bir uyarlama olarak kaldı ve gişede hayal kırıklığı yarattı. 1997 yılında gösterime giren “Spawn” bolca özel efektle süslü vasat bir eğlencelik olmaktan öteye gidemedi. “Steel”, “Tank Girl”, “Barb Wire” gibi düşük bütçeli kimi uyarlamalar zaman zaman gözükse de pek önem teşkil etmediler. 1993-1997 yılları arasında “Lois & Clark: The New Adventures of Superman” adlı dizi yayınlandı, Superman’den ziyade Clark ve Lois arasındaki ilişkiye odaklanan dizi pek başarılı bulunmadı. Bu yıllarda sinemadaki en başarılı uyarlama o dönemlerde pek tanınmamış bir çizgi roman karakterinden uyarlanan “Blade” filmiydi, başarısı sonraki yıllarda iki devam filmi ve sadece tek sezon gösterimde kalan bir TV dizisi getirdi. Batman sinema serisinin yönetmenliğine Tim Burton yerine Joel Schumacher’ın getirilmesi Batman serisi için tam anlamıyla bir kâbus oldu. 1995 yılında gösterime giren “Batman Forever” gişede epey başarılı olsa da Burton tarzı bir Batman görmeyi bekleyenleri tam bir hayal kırıklığına uğrattı ve epey kötü eleştiriler aldı. 1997 yılında gösterime giren “Batman & Robin” ise gelmiş geçmiş en kötü çizgi roman uyarlamalarından biri olarak adını sinema tarihine yazdırdı. Batman’in karanlık atmosferini tamamen yıkarak 1960’lı yıllardaki
dizinin absürdlüğüne doğru geri adım attıran yapım yerden yere vurulmasının yanı sıra çok kötü bir gişe hâsılatı elde ederek Batman’in sinema serisini de aynı Superman gibi dördüncü film ile sona erdirdi. 1970’ler sonundaki Superman ve 1980’ler sonundaki Batman’in başarılarının ardından 1990’lı yıllar çizgi roman uyarlamaları için pek parlak bir dönem sayılmazdı. Bu dönem boyunca çekilen uyarlamaların neredeyse tamamı hayal kırıklıkları yaşatmışlardı. Özellikle “Batman & Robin” hafızalarda öyle kötü bir yer edinmişti ki 1990’ların sonlarına yaklaşıldığında artık stüdyolar çizgi roman uyarlaması çekmeyi pek istememekte ve hiçbir saygın aktör de bu tür bir yapımda yer almaya yanaşmamaktaydı. Çizgi roman uyarlamaları önemsenmedikleri eksi statülerine geri dönme tehlikesi ile karşılaşmışlardı. 1990’lı yıllar live-action’dan ziyade animasyon dalında çizgi roman uyarlamalarının parladığı dönem oldu. Warner Bros. tarafından çekilerek 1992 yılında yayınlanmaya başlayan ve gençlerden yetişkinlere her yaştan kitleye hitap eden bir türde yapılan “Batman: The Animated Series” öyle başarılı olmuştu ki Emmy Ödülü kazanmasının yanı sıra pek çok Amerikan animasyon serisi için çıtayı epey yukarı yükseltmişti. Bu serinin başarısı tamamı Warner Bros.’dan çıkan “Superman: The Animated Series”, “The New Adventures of Batman & Robin”, “Batman Beyond”, “Teen Titans” ve “Justice League” serilerinin önünü açtı. DC’nin animasyon dalındaki bu başarısı karşısında Marvel da sessiz kalmayarak “Spider-Man”, “X-Men”, “Fantastic Four”, “The Incredible Hulk” gibi animasyon seriler yaptı, fakat bunlar Warner Bros. animasyonlarının başarısının epey gerisinde kaldılar. 1997-1999 arası yayınlanan ve sadece yetişkinlere yönelik olan “Spawn” animasyon serisi ise son derece ciddi ve sert yapısı ile büyük övgü toplayarak kült bir animasyon seri olarak yerini aldı. 2000 yılına yaklaşırken bir X-Men filmi çekileceğinin haberi çizgi roman okurlarını heyecanlandırdı, fakat bir yandan da 1990’lardaki kötü uyarlamalar akıllarda henüz taze olduğundan endişe uyandırdı. Aşırı fantastik bir konsepte sahip olan XMen’in sinemaya nasıl uyarlanacağı merak konusuydu. Filmin ortalama bir bütçesi olacaktı ve kimse bu bütçe ile filmin layıkıyla çekilerek başarı elde etmesini beklemiyordu. Filmde kullanılacak kostümler internette ilk defa gözüktüğünde ise kıyamet kopmuş ve film yerden yere vurulmaya başlanmıştı bile. Fakat yönetmen Bryan Singer sürpriz bir başarıya imza attı. Fantastik konsepti mümkün olduğunca budayarak gerçekçi bir bakış açısına indirgeyen film gösterime bir numaradan girerek başarılı bir hâsılat elde etti ve epey olumlu eleştiriler aldı. X-Men filminin başarısı çizgi roman uyarlamalarına bakış açısında önemli bir değişime neden oldu: Artık hikâyeler eskisi kadar uçuk değil, daha gerçekçi ve karakter odaklı bakış açısına dayandırılan senaryolar ile aktarılmaya başlanacaktı. Stüdyolar konsepti yeterince
ciddiye alarak film çekerler ise gişe hâsılatında karlı çıkacaklarını öğrendiler. Ayrıca bu film ile sinemada uzun süredir süregelen DC’nin üstünlüğü ilk defa Marvel’ın eline geçmiş oluyordu. X-Men’den sonra 2000’ler boyunca tam bir çizgi roman uyarlaması furyası başladı. Gelişen CGI teknikleri ile özel efekt yapmak artık daha kolay bir hale gelmişti ve son 15 yıldır ciddi bir özgün senaryo yaratma sıkıntısı çeken Hollywood için çizgi roman hikayeleri can simidi işlevi görmüştü. Marvel karakterlerinin filmleri art arda sinema salonlarında gösterime girmeye başladı. Yaklaşık 10 yıldır süregelen davalar sona ererek karakterin film telif haklarını ele geçiren Sony tarafından “Spider-Man” filmi nihayet 2002 yılında gösterime girdi ve büyük bir gişe hâsılatı elde etti. “X-Men 2-3”, Spider-Man 2-3”, “Fantastic Four 1-2”, “Blade 2-3”, “Daredevil”, “Elektra”, “Hulk”, “Punisher”, “Ghost Rider” gibi çok sayıda Marvel karakterinin filmi geçen sekiz yıllık sürede hızla çekilerek gösterime sokuldu ve büyük çoğunluğu çok yüksek gişe hasılatları elde ettiler. Bu uyarlamalar kimi zaman beğenilse, kimi zaman eleştirilse de yapımcılarına sürekli para kazandırmaya devam ettiler. Marvel bu filmlerden payına düşen yüzde ve yan ürünlerin satışı ile elde ettiği kâr sayesinde kendi stüdyosu olan Marvel Studios’u açma ve kendi filmlerinin yapımcısı olma şansını elde etti. Önümüzdeki dönemde de “Iron Man”, “The Incredible Hulk”, “Punisher: War Journal” gibi yeni filmler sinema salonlarında karşımıza çıkacak. Sinemada liderliği Marvel’a kaptıran Warner Bros. kontrolündeki DC bir sürelik sessizliğin ardından Christopher Nolan’ın yönetmenliğinde 2005 yılında “Batman Begins” filmini gösterime soktu. Batman serisini baştan aşağı yenileyen film çok başarılı bulundu. Gene aynı ekip tarafından çekilen devam filmi “The Dark Knight” da önümüzdeki yaz gösterime girecek. Batman haricinde Superman serisine de yeni bir başlangıç yapmak isteyen Warner Bros. bunun için ilk iki X-Men filminin yönetmeni Bryan Singer’ı başa geçirmesine karşın 2006 yılında gösterime giren “Superman Returns” ile istediği sonucu elde edemeyerek hayranların büyük bölümünü hayal kırıklığına uğrattı. Şu aralar 2008 sonlarında önemli DC karakterlerini aynı ekipte buluşturacak “Justice League” filminin çekimlerinin başlaması planlanılmakta. 2000’ler Marvel ve DC’nin yanı sıra diğer firmaların çizgi romanları için de büyük bir çıkış teşkil etti. Hollywood yapımcıları el atabildikleri her çizgi romanı sinemaya uyarlamak için birbirleri ile yarıştılar. Özellikle Robert Rodriguez’in çizgi romanın yaratıcısı Frank Miller ile birlikte çektiği “Sin City” içlerinde en dikkat çeken olarak sivrildi. Noir film tadındaki çizgi romanın sayfalarından kare kare aynen aktarılarak uyarlanan yapım sadece en iyi uyarlamalardan biri olarak kalmadı, aynı zamanda kült filmler arasında da kendine yer edindi.
2000’li yıllar çizgi roman uyarlamaları için TV
ekranlarında da epey hareketli geçti. Clark Kent’in Superman olmadan önceki gençlik dönemini farklı bir bakış açısı ile ele alan “Smallville” dizisi büyük sükse yaptı. “Blade”, “Painkiller Jane” ve yeni bir “Flash Gordon” dizisi istenilen başarılardan uzak kalmış olsalar da, ekranlarda çeşitliliği sağladılar. İlerleyen dönemlerde de “Preacher” TV ekranlarında izleyiciler ile buluşacak. Peki, son sekiz yıldır patlak veren bu çizgi roman uyarlamaları nereye varacak ve okurların bu konudaki tepkisi ne durumda? Kuşkusuz arada başarılı ve eğlenceli örnekler de çıkmasına karşın bunların çoğunun yapımcıların para kazanmak için özen göstermeden alelacele kotardıkları yapımlar oluşu çizgi roman okurlarını kızdırmakta. Stüdyoların genellikle filmin kalitesinden ziyade filmin gişesinden ve yan ürün satışlarından elde edecekleri hâsılatlara odaklanmaları çizgi roman uyarlamalarını sinema sektöründe hâlâ daha arzulanan saygınlığa ulaştırmış durumda değil. Bir zamanlar küçümsenerek bakılan çizgi roman uyarlamalarında artık çok ünlü yönetmen ve oyuncuların yer alıyor olmaları dahi bu durumu yeterince geliştiremedi. Okurları en çok kızdıran unsur ise yapımcı ve senaristlerin ele aldıkları konseptlere herhangi bir saygı göstermeden gönüllerince değiştirerek çizgi romanı ile tamamen alakasız filmler ortaya çıkarmaları. Bu durumdan çıkan sonuç da çizgi roman uyarlaması filmlerin artık gişe devleri arasında yerlerini almış olmalarına karşın kalite konusunda hâlâ daha kat etmeleri gereken bir mesafe olduğu yönünde ve bunun için de öncelikle yapımcıların kafa yapılarını değiştirerek, ellerindeki materyale sadık kalmayı öğrenmelerini gerektiriyor.
Hakan BUHURCU www.grafikroman.com
Ölesiye Pişmanım Ah saygıdeğer efendim, bir bilseniz neler çektiğimi... Her gece içer, kumar oynar, başka kadınlarla düşüp kalkardı. Ben, onun için evin hizmetçisiydim, evimizse oteliydi. Haftada üç beş kuruş verir, ihtiyaçları karşılamamı beklerdi. Hiç pazara çıkmadığı, ekmeğin fiyatını bilmediği, verdiği paranın azlığından kolayca anlaşılabilir. Ah saygıdeğer efendim, onu öldürdüm çünkü öyleyken yaşamayı hak etmiyordu! Oysa hatırlıyorum da, evlenmeden önce, benim için her şeyi yapabileceğine dair yeminler eder, bensiz yaşayamayacağını söylerdi. Evliliğimizin ilk yılı boyunca, her hafta sonu güzel bir sürpriz yaptı. Benim için çiçekler aldı, mutfakta bana yardım etti. İlk senemizin güzel günlerini, altı yıl boyunca, her gece ama her gece rüyamda gördüm. Öylesine özlüyordum ki eşimin eski tavırlarını... Her sabah kalktığımda mutfağa gider, kahvaltı için çayı demlerken ağlardım. Gözyaşlarım, akşamdan kalma tabakları yıkarken, bulaşık suyuna karışırdı. Geçmişin hatıraları, her sabah göz yaşartıcı bomba misali, gözlerimin önüne gelir, patlardı.
12
Bütün yaptıklarıma rağmen ona yaranamadım. İlkokul mezunu olduğum için beni hakir görüp aşağıladı. Yok komşularla dedikodu yapmaktan yemek yapmaya vakit bulamıyormuşum, yok çirkinmişim ve beni yanında gezdirmeye utanıyormuş. Saçlarım niye genç yaşımda beyazlamış. Neden makyaj yapmıyormuşum. Neden namaz kılıyormuşum. Her şeyime karışıp beni hayattan bezdirdi. Son altı yıldır sadece bir kez seviştik ve o gece de içkiliydi. Nefesi, fare ölüsünden beter kokuyordu. Sanki o nazik eşim gitmiş, yerine barbarca
davranan, hayvani bir yaratık gelmişti. O gece beni hamile bıraktı. Ve yedi ay sonra da, karnımdaki yavrumu, biricik evladımı, tekmeleyerek öldürdü. Her şeye rağmen terk etmedim, onu hep sevdim ve eski günlerdeki gibi davranmasını dileyerek, aylarımı, yıllarımı onunla geçirdim. Ama onu öldürmemin nedeni bütün bu anlattıklarım değildi. Onu öldürdüm çünkü bir gece yanında sarhoş bir kadınla geldi ve hatunu taciz etmeye yeltendi. Ben de hızla mutfaktan bıçağı alıp, sırtına sapladım. Sırtında açtığım yaradan, siyaha çalan, irin gibi kan döküldü ve karaltıya benzer bir şey, duman gibi yükselerek, kapının üzerindeki küçük camdan, adeta kaçtı. Onu öldürdüm çünkü o kadına tacizde bulunmasına izin veremezdim! Kadına acıdığım için öldürmedim, kocamı o hatundan kıskandığım için öldürdüm. Zaten başkalarıyla düşüp kalkıyordu. Karşımda da bunu yapmasına nasıl izin verebilirdim? Sonrasında, pişman oldum. Çünkü eşim yere düşerken elimi tuttu ve beni sevdiğini söyledi. Meğer şeytan, yıllardır ruhunu esir almış. Ama yine de bunu yapmamalıydım. Onu öldürmemeliydim, biliyorum. Ah saygıdeğer efendim, beni affedin, ölesiye pişmanım! Siz de biliyorsunuz pişmanlığımın boyutunu. Ah efendim ah, eğer olmasaydım, aynı kanlı bıçağı kalbime saplayarak, kendimi öldürür müydüm?
Serkan KÖSE k3sm3k3s@mynet.com
İllüstrasyonlar İlker GAZİOĞLU ilkergazioglu.deviantart.com
Her Durumun Kanalı: CNBC- e Aslında, her şeyden önce yalnız bir “e” vardı. Yanlış hatırlamıyorsam ekranın sol alt köşesinde bekleyen, oldukça yalın, beyaz bir logodan ibaretti. O dönemde yine e’nin yayınları büyük ölçüde yabancı filmlerden oluşuyordu. Tabii benim için pek bir şey ifade etmiyorlardı, ama şimdi... Geçiş dönemini (evrimleşme dönemimi desek) yani e’den, CNBC-e’ye dönüşümü de pek umursadığım söylenemezdi. Ben de popüler kültür okyanusuna kapılmış, yavaş yavaş boğulmaya başlayan bir çocuktum. Hayatımın en önemli olguları yeni kavuştuğum PlayStation’um, oyun CD’lerim ve Milliyet Kardeş’lerimdi. Ara sıra gözüm takılıyordu CNBC-e’ye. İşte bu takılmalardan birinde ilginç bir tanıtımla karşılaşmıştım. Büyüklere Çizgi Dizi Kuşağı! Kuşağın ürünü ise Dilbert idi. Daha önce bir kez bile adını duymadığım bu çizgi dizi bir hayli ilgimi çekmişti. Büyüklere çizgi dizi kuşağında oluşuna aldırış etmeden takip etmeye başlamıştım. Hafta sonları geç saatlere kadar oturmayı sevdiğimden bambaşka bir çizgi dizi ile daha karşılaştım. Aman Yarabbi! Ne deli bir şeydi o, South Park! Bir de, belirttiğim gibi hayatımın büyük bölümünü kaplayan bir PlayStation’um olduğu için sonraları dublajlı olarak yayınlanmaya başlayan, video oyunlarını tanıtan, hile kodlarını veren Cybernet isimli program da vazgeçilmezlerim arasına girmişti. Sonrasında The Simpsons ve South Park ile ben de kendi evrimimi geçirdim. Sadece büyüklere çizgi dizi kuşağına takılı kalmayıp dizileri v filmleri de kaçırmaz oldum. Hatta CNBC-e Dergi kaçırmadan edindiğim aylık yayınlar arasına girmişti. CNBC-e’nin çok farklı bir kanal olduğunu düşünüyorum. İzlenme oranları ile değil de izlenme arzusu ile ilgileniyor gibiler. Benim kuşağım, yabancı dizileri yalnızca hafta sonu öğlen kuşaklarında izleyebilmiş, bu diziler de “Simbad”, “Amazon” gibi adi yapımlardan öteye gidememiştir. Kısacası mahrum kalmış bir kuşaktır. Bize sürekli taklit durum güldürüleri (sit-comlar), son derece yüzeysel hepsini vur dizileri ve sürüsüne bereket uçuk pembe diziler sunulduğu için 20 yıl sonrasının televizyon piyasasının ne kadar karanlık
16
olacağı bir yana, CNBC-e’nin de öneminin katlanarak artacağı kanaatindeyim. Toplumda ise CNBC-e’ye çok farklı açılardan bakılıyor. Forum sitelerinde kullanıcılar imzalarına “CNBC-e İzleyicisi” yazan küçük resimler ekliyor. Bak diyor, ben üşenmeden o altyazıları okuyabiliyorum. Bir gazetenin (sanırım Milliyet’ti) okur mektupları köşesinde okuduğum bir feryadı ise hiç unutamıyorum: “Neden CNBC-e alt yazılı yayın yapıyor? Sadece elit kesimin kanalı mı?” Elit kesim bambaşka bir tartışma konusu, milletin altyazıya ne kadar takıldığına bakar mısınız? Yahu CNBC-e olmasa Heroes’i, Battlestar Galactica’yı, Two and A Half Men’i nasıl seyredeceğiz? Tüm bunlar bir yana Birçok dizi sezon finali yaparken yeni diziler de sinyal vermeye başladı. Pushing Daisies ve Chuck yalnızca başlayanlar. Kanal, film kuşaklarında da büyük değişiklikler yaprak daha taze yapımları izleyiciye sunmaya başladı. En büyük korku ise kanalın “daha pahalı, daha yeni”nin peşinden giderek tüm karizmasını yitirmesi... Yazımı bitirirken bir kez daha CNBC-e Dergi’ye değinmek istiyorum. Bildiğim kadarıyla ülkemizde başka hiç bir ulusal kanalım aylık yayın akışını paylaştığı dergi yok. Bizler, CNBC-e izleyicileri, ödüllü yarışmalardan (ki daha bir ödül kazanmışlığım yok,) Bart, Homar, Stewie kartonlarından, ek çizgi romanlardan pek bir haz duyuyoruz. Gölge E-dergi editörü olarak CNBC-e Dergi’ye selam duruyorum! Yahu, iki “e dergi” arasında kaldım, dilek mi tutsam?
Mustafa Emre ÖZGEN me.ozgen@hotmail.com
Korsanların Kralı (One Piece) “Hazinemi mi istiyorsunuz? Öyleyse gidin, arayın bulun onu. Hepsini tek bir yere bıraktım,” der Korsanlar Kralı Gold Roger idam edilmeden hemen önce. Bu sözleri duyan pek çok korsan denizlere açılır. Grand Line’da, yani dünyanın en tehlikeli okyanusunda, Korsan Kralının hazinesi “One Piece” i aramaya koyulur insanlar. İşte böylelikle başlar “Büyük Korsan Çağı”. Kuzey Mavi, Güney Mavi, Doğu Mavi, Batı Mavi isimleriyle dört parçaya ayrılır One Piece dünyasının denizleri. Dünyanın ortasından geçen çizgi boyunca da en tehlikeli okyanus “Grand Line” uzanır. Hikâyemiz Doğu Mavi’deki küçük bir kasabada Monkey D. Luffy isimli bir çocuğun Shanks isimli bir korsan tarafından kurtarılmasıyla başlıyor. Luffy, Shanks’ın tayfasının Grand Line’dan getirdiği bir “şeytan meyvesini” yediği için garip güçler kazanmıştır. Ardından kötü adamlar tarafından kaçırılıp denize atılan ve bu meyvenin yan etkisi olarak da denizde artık yüzemeyen Luffy’yi hayatını riske atarak kurtaran korsan Shanks, adadan ayrılırken Luffy’ye hasır şapkasını ödünç verir. Bir gün Korsan Kralı olacağına söz veren Luffy, o gün geldiğinde şapkayı Shanks’a Grand Line’da kendisi geri verecektir. Bu olaydan yıllar sonra Luffy kendi tayfasını toplamak, bir korsan gemisi edinmek, Grand Line’a varıp One Piece’i bulup Korsan Kralı olmak niyetiyle denize açılır. Geçtiğimiz haftalarda yetişkinlere yönelik, aşırı şiddet içeren mangalar tanıtmıştık. Bu hafta şiddete biraz ara verip (daha doğrusu şiddeti hafifletip) yaş sınırını biraz daha aşağı çekiyoruz. Tür olarak şounen yani 13 yaş ve üzeri erkeklere yönelik bir manga One Piece. Eiçiro Oda tarafından yazılan ve çizilen; tüm zamanların en çok satan mangalar listesinde Dragon Ball ve Koçi Kame’den sonra üçüncü sıraya ulaşan, 4 Ağustos 1997’den beri Haftalık Şounen Jump dergisinde yayınlanan ve dünya çapında milyonlarca fanatik hayranı bulunan bu mükemmel manga için bir tanıtım yazısı yazmak gerçekten çok güç. Hikâye anlatımıyla, zenginliğiyle, olay örgüsü ve karakteristik özellikleriyle anlatılmaz “okunur” diye tabir edebileceğimiz mangalardan.
18
Karakterler:
Hasır şapkalı korsan çetesi: Kaptan Monkey D Luffy: “Bir gün korsan kralı ben olacağım,” sloganıyla korsanlığa elinde hiçbir şeyi yokken başlayan, hikâye ilerledikçe “nakama”sını (bkz. Terimler) toplayıp maceradan maceraya koşan ana karakterimiz. Yemeğe (özellikle ete) olan düşkünlüğü, macera aşkı, dik kafalılığı, yardımseverliği ve düz mantığıyla bizi kâh duygulandırıp coşturan, kâh gülmekten öldüren kaptanımızdır kendisi. Yediği Gomo Gomu meyvesi vücudunu lastik yapmıştır ve böylelikle uzuvlarını istediği kadar uzatıp kendine has saldırıları kullanabilir. Roronoa Zoro: Küçük bir çocukken dojonun birine meydan okuyup, dojonun ustasının küçük kızından dayak yediği için dünyanın en iyi kılıç ustası olmaya yemin eden Zoro büyünce bir korsan avcısı olmuştur. Fakat haksız yere donanma tarafından yakalanıp idam edilecekken Luffy tarafından kurtarılır ve Luffy’ye ilk nakama olur. Birini ağzında tutmak kaydıyla üç kılıçla dövüşür; hobileri içki içmek ve uyumaktır. Ayrıca yer ve yön kavramı neredeyse sıfırdır. Nami: Takımımızın rotacısı ve yön bulma uzmanı. Çok sinsi ve paragöz bir insan olmasının yanında eli çabuktur. İstediğini elde etmek için her türlü numarayı yapar. Trajedilerle dolu hayatı onu bu yola itmiştir. Hayali ise tüm dünyayı kapsayan haritayı çizmektir.
Usopp: Büyüdüğü kasabada yalancılar kralı olarak bilinir ve aşırı korkaklığıyla tanınır. Babası yıllar önce denize açılıp korsan olmuş, annesi ise çok erkenden hayata gözlerini yummuştur. Önceleri Kaya isimli hasta ve zengin bir kızın odasının önündeki ağaca tırmanıp ona uydurduğu hikâyeleri anlatarak zamanını geçirirken, tayfaya katıldıktan sonra Kaya tarafından hediye edilen gemileri “Going Merry”nin onarımını ve bakımını üstlenmiştir. Takımın keskin nişancısıdır. Bir gün denizlerin en cesur savaşçısı olacağına söz vermiştir. Sanji: Küçükken korsan Kızıl Bacak Zeff tarafından ölümden kurtarılmış ve olaydan sonra korsanlığı bırakıp denizin ortasında büyük bir lokanta işletmeye başlayan Zeff’in yanında aşçılık yapmaya başlamıştır. Tüm “Mavilerin” birleştiği yer olduğu düşünülen efsanevi deniz “All Blue”nun (tüm mavi gibi bir anlama geliyor) gerçekte var olduğunu kanıtlamak ve orayı görmek istemektedir. Takımın aşçısıdır. En büyük zaafı kadınlardır.
Tony Tony Chopper: Mavi burunlu bir geyik olduğundan dolayı geyikler tarafından dışlanan Chopper bir gün yanlışlıkla Zoan türürndeki Hito Hito (insan) isimli şeytan meyvesini yer ve yarı insan olur. Fakat insanlar da geyikler de onu aralarına kabul etmez. İnsanlar onu canavar diye adlandırıp kasabalarından kovarlar. Sonunda şarlatan bir doktorun yanında huzuru bulmuştur. Doktordan pek çok tıbbi bilgi öğrenip kendi alanında uzman olmuştur. Takımımızın en sevimli üyesidir ve ayrıca geminin doktorudur. Nico Robin: Daha sekiz yaşındayken başına çok büyük bir ödül konmuştur. Dünya hükümeti tarafından en büyük suçlulardan biri kabul edilmektedir. Suçu da Dünya Hükümetinin insanlardan sakladığı “Bilinmeyen Çağ” hakkında bilgiler içeren eski Poneglyph isimli yazıtlardaki dili okuyup anlayabilmesidir. Yediği Hana Hana meyvesi, Robin’in vücut uzuvlarını istediği bir katı yüzeyde çiçek açarmışçasına çıkarıp kullanabilme özelliği verir. Franky: Water 7 isimli şehirdeki dünyanın en iyi gemi yapıcısının iki çırağından birisi. Ustası Dünya Hükümeti tarafından idama götürülürken deniz treni tarafından ezilen Cutty Flam (Franky’nin önceki adı), hayatta kalıp işe yaramayan vücut kısımlarını metal kullanarak yeniden yapmış ve yarı insan yarı robot bir hale gelmiştir.
Diğer karakterler: Shanks: Dünyanın en büyük korsanları arasında sayılan Shanks, Luffy’nin çocukken hayatını kurtarmış ve kendi hasır şapkasını ona emanet etmiştir. Buggy: Luffy’nin ilk düşmanlarından korsan Buggy, yediği Bara bara meyvesiyle vücudunu parçalara ayırabilir. İntikam ateşiyle Luffy’yi Grand Line’da bile takip etmektedir. Vivi: Şiçibukailerden Sir Crocidile tarafından gizlice kaosa ve iç savaşa sürüklenen Arabasta ülkesinin prensesi. Luffy ve nakamasıyla tanışınca onlardan yardım istemiş ve bir süre nakama olarak onlarla yolculuk etmiştir. Smoker: Grand Line’ın başladığı noktadan beri Hasır Şapkalıların peşinde olan, Logia türü Moku Moku isimli duman meyvesinin özelliklerini kullanan Donanma komutanı.
Dünyanın Sonundaki Ada
Şimdiye kadar çıkan tüm şounen mangalar gibi One Piece de atası Dragon Ball’un izinden gitmekte ve “düşmanı yendikçe ardından daha güçlüsü gelir” formülünü uygulamaktadır. Fakat One Piece’i günümüz mangalarından ayıran önemli özellikler vardır. Mesela diğer şounenlerin en çok düştüğü hata olan “kendini tekrarlama” hatasına düşmez. Konsept değişmez ama kahramanlarımızın karşısına çıkan karakterlerin hiçbiri birbirine benzemez. Mekânlar ve olaylar bir fantastik filmden bile beklenmeyecek çeşitliliktedir. Mangayı okurken Oda-sensei’nin hayal gücüne hayran olmamak elde değil. Kahramanlarımızın karakteristik özellikleri hem heyecan hem de komedi unsuru oluşturur. Hikâyede manga okurken bile insanın gözünden yaş getirtebilecek yoğunlukta duygusallık da vardır. Ve pek çok yerde okuyucuyu gülmekten kırıp geçiren anlık espriler. Pek az eser bu kadar fazla duyguyu bu kadar yoğun bir biçimde hedef kitleye iletebilmektedir. One Piece de bu eserler arasındadır. Her manga bölümünün sonunda Oda-sensei’nin hayranların sorularına cevap verdiği tek sayfalık bir kısım da yer alır. Manganın büyük başarıya ulaşmasıyla Fuji TV’de 1999 yılından itibaren Toei Animasyon Stüdyosu tarafından yapılan anime serisi yayınlanmaktadır. Mangaya sadık bir çizgide devam etse de ara sıra “doldurma” maceralara da yer veren seri 15’in üzerinde ülkede televizyonlarda yayınlanmaktadır. Hatta ülkemizde de Star TV’de çok kalitesiz bir çeviri ve dublajla “Lastik Çocuk” adıyLa yayınlanmış, bu yüzden pek ilgi görmemiş, en sonunda da çift puro birden tüttüren Kaptan Smoker bahane gösterilerek RTÜK tarafından kanalın ceza yemesine sebebiyet vermiş ve yayından kaldırılmıştır. One Piece’in pek çok farklı platformda 15’nin üzerinde video oyunu bulunmaktadır. Ayrıca animenin açılış ve kapanış şarkıları başta olmak üzere müzik albümleri de Japonya’da çok satanlar arasındadır.
One Piece Dünyasından Bazı Terimler:
Şeytan Meyveleri: Çok zor bulunurlar. Yenildiklerinde insanüstü güçler kazandırırlar. Fakat yan etkileri vardır. En büyük ve genel yan etkisi denizde yüzememe, deniz suyuna karşı dirençsizliktir. Üç çeşit şeytan meyvesi vardır: 1. Paramecia Türü: Kullanıcısının vücut yapısında değişikliklere sebebiyet verir. Mesela: Luffy “Gomu Gomu (lastik) meyvesi” yediği için vücudu sünüp genişlemekte, böylelikle kolunu, bacağını hatta boynunu uzatarak düşmana saldırmaktadır. 2. Zoan Türü: Kullanıcısını hayvana dönüştüren meyvelerdir. Kişi insanken, yarı hayvana veya tüm olarak hayvana dönüşebilir. Bildiğimiz klasik kurt adam kavramı gibi. (bkz. Karakter Tanıtımı: Chopper) 3. Logia Türü: Kullanıcısının vücudunu doğada bulunan çeşitli elementlere dönüştürebilen ve kişiye bu elementleri (ateş, buz, karanlık, yıldırım, duman… vs) kontrol etme yetisi kazandıran meyvelerdir. -Dünya Hükümeti: One Piece dünyasındaki 180 ülkenin birleşimiyle oluşturulmuş politik organizasyon. İlk bakışta dünyadaki adaleti ve barış ortamını korumakla yükümlü gibi görünen devletin aslında ne kadar yoz, çarpık, ikiyüzlü ve yalancı olduğuna şahit
oluyoruz. Milyonlarca insanı yalanlarla uyutan ve itaat ettiren en büyük kuruluştur. Günümüz dünyasındaki hükümetlere bir gönderme de denilebilir. -Şiçibukai: Başlarına çok büyük ödüller konulan bazı çok güçlü korsanların devlet tarafından hükümet yanlısı çalışmaya ikna edilmeleriyle kurulmuş organizasyon. -Grand Line: Dünyanın ortasından geçen çizgi boyunca yer alan ve Korsan Kralının da hazinesinin gömülü olduğu söylenen dünyanın en tehlikeli ve gizemli okyanusu. -Log Pose: Grand Line’da mevsimler ve doğa olayları kadar yer ve yön kavramı da bir birine girmiştir. Normal pusulalar işe yaramadığından Loge Pose adı verilen özel pusulalar kullanılır. -Nakama: Dost, tayfa, yoldaş, kader arkadaşı kelimeleri nakama’ya yakın olsa da tam olarak anlamı karşılamamaktadır. Mangada çok kullanılan bir terimdir. Japoncanın dilsel özelliğinden dolayı hem çoğul hem de tekil anlama gelebilir.
Irklar ve Hayvan çeşitliliği: One Piece dünyasında okuyanın aklına gelemeyecek sayıda hayvan ve ırk çeşitliliği vardır. Şu ana kadar çıkan sayılarda insanlar dışında mermanlar (balık-adam) ve devler hikâyeye dâhil olmuştur. Besin zincirinin en üstünde Deniz Kralları yer almaktadır. Devasa boyuttaki bu yaratıklardan biri manganın en başında efsanevi korsan Shanks’ın kolunu almıştır. Bunların dışında haberleşmeyi sağlayan salyangoz benzeri Den Den Mushiler, dev balinalar, dinozorlar, Lapahn denilen dev ve vahşi etçil tavşanlar, kungfucu foklar, denizkedileri, gökyüzü balıkları, ulaşımı sağlayan Yagara isimli fazla gelişmiş denizatları bu hayvan çeşitliliğini anlatmak için yeterlidir. Son Söz Sonuç olarak; sizi sürükleyen, başka dünyalara götüren, kendi içinde tutarlılığa sahip, heyecanlı ve bir o kadar da komik bir manga arıyorsanız One Piece tam size göre. Karikatürize çizimleri, fantastik arka planlarıyla kendine has bir görsel üsluba sahip olduğu kadar hikâye anlatımı ve kurgusuyla da iz bırakacak bir yapıt. Şu an Japonya’da 489. bölümü basılan, 10. yılını geride bırakan bu manga, sona ulaşıncaya kadar okuyucuyu hiç sıkmadan bir 10 yıl daha geçebilir.
Onur KÜÇÜK (kazegami)
Tatlı Rüyalar Kumsal da epey uzunmuş hani… Güneş parlıyor, denizin, belirli aralıklarla kumsala çıkartmalar yapan dalgaları huzur veriyor, etrafta salınarak dolanan bayanlar ilgi çekiyor, büfeden gelen kızarmış patates kokuları ve tenimizi ısıtan güneş, bira içme isteği uyandırıyordu. Oh be! Ne iyi etmişim de, bu otele gelmişim. Sadece dört yıl devam eden ve büyük bir hüsranla sonuçlanan evliliğimin ardından, tıpkı yirmi sekiz yaşımdaki gibi, bir defa daha, tek başıma tatildeyim. Senelik iznimi kullanıyorum. Üstelik henüz saçlarım kırlaşmamış, gözlerimin altında torbacıklar oluşmamış, mayomun üzerinden sarkan ve yukarından baktığımda, ayak parmaklarımı görmemi engelleyen bir göbeğim de yok. Savulun kızlar, Veysel geliyor! Boşanınca, sorumluluklarımdan da, “Eve kaçta geleceksin? Neden geç vakte kadar çalışıyorsun? Niçin sen de diğerleri gibi terfi almıyorsun? Yarın akşam ne pişireyim? Hafta sonunda annemlere gidelim mi?” gibi sorularından da kurtuldum. Her zamankinden daha özgür, daha tecrübeli ve daha azgınım. Kendime güvenim tam. Tatilim sona ermeden, mutlaka birçok heyecan yaşayacağım… Kızarmış patateslere ve soğuk biralara yakın olmak istediğimden, büfenin yakınlarındaki bir şezlongun üzerine havlumu serdim. Ne de olsa yanımda, bira içme ayol göbek yapacak, patates kızartması kolesterolü yükseltir, öğle güneşi adamı çarpar, güneş gözlüğünü taksan da, ben nereye baktığını biliyorum, diye serzenişte bulunacak eski eşim yok. Ona inat yapar gibi, uzanmadan önce, sahile şöyle bir göz gezdiriyorum. Gel de bakma; hakikaten görülmeye değer şeyler! Ayvanın yanında, elma irisi, mango ve hindistancevizleri, hatta şu tarafta küçük bir kavun görünümündekiler bile var. Ulan oğlum Veysel, bunca yıldır nelerden mahrum kalmışsın? İyi ki gelmişim; ağzımın tadı, gözümün zevkiyle bile şunlara bakamaz olmuştum. Bekâr bir erkek olmanın güzelliği bu işte, arzu ettiğim hatuna, alıcı gözüyle bakabilmek! Civarımdaki hatunlar da geniş omuzlarımdan ve adaleli kaslarımda göz banyosu yapsınlar diye tişörtümü ve şortumu çıkarıp, şezlonga uzandım. Ancak hiçbiri için kolay bir av olmadığımı ve entelektüel kimliğimi öne çıkarmak istediğimden, sırt çantamdaki kitabımı elime aldım. “Etekli İktidar” Yahu Sinan abi, kitabına ne biçim bir isim koymuşsun? İktidar etekte olsaydı, ‘iktidarsız’ sıfatı erkekler için kullanılır mıydı hiç? Neyse maksat kültür olsun, diye düşünüp okumaya başladım. Eğer sarmazsa, yukarıdaki odamda bir kitabım daha var, bilmem ne tipi Yeşilçam öyküleri filan diye bir şey… Kimin yazdığını bile bilmiyorum, bir arkadaşım “Plajda ancak bu okunur,” diye vermişti.
23
Elimdeki kitabın ilk on sayfasını çevirdikten sonra canım sıkıldı, karnım acıktı. Büfeden bir tabak dolusu duble patates alıp, üzerine bolca ketçap ve mayonez döktüm. Şezlonga dönüp, soğuk bira eşliğinde afiyetle mideye indirdim. İkinci biramı içerken, etrafa bakındım. Birasız sigara, sigarasız da bira içilmediğinden midir, nedir bilinmez, çantamdan sigara paketimi çıkarıp, jelâtinini açarken sahile göz gezdirdim. Tam bu
esnada biraz ilerideki bir hatun dikkatimi çekti. Kızıla çalan koyu kestane rengine boyalı dalgalı saçları, uzun bacakları, alımlı bir görünümü bulunan bu kadın, elindeki küçük aynaya bakıp rujunu sürüyordu. Bayanlar, denize girmeden önce neden makyaj yaparlar ki, diye düşündüm. Oysa kadının, deniz girecekmiş gibi bir hali yoktu. Avını gözleyen kurt misali, bakışlarımı üzerine diktiğimden olsa gerek, genç kadın da dönüp, bana baktı. Yeşil gözleri öylesine güzeldi ki, bir anda çekiciliğine kapıldım ve Dünya’nın yörüngesindeki Aydede gibi hissettim kendimi. Ancak kısa sürede toparlandım ve taktik değiştirdim. Gözlerimi gözlerinden bir anda bile ayırmadan, elimdeki sigara paketinin jelâtinini, kutuyu parmaklarımın arasında döndürerek, usulca açtım. Mesajım çok netti, seni de böyle soyarım! Güzel kadın, bana gülümsedi. Ardından, sırtüstü uzanıp gökyüzüne baktı. Ben de biçimli vücudunu incelemeye başladım. Bronzlaşmış bedeninde en ufak bir biçimsizlik bulunmadığı gibi, meyve reyonu da dikkat çekiciydi; yusyuvarlak portakalları tam sıkılacak kıvamdaydı! Vay be, diye geçirdim içimden… Demek memlekette, böyle hatunlar da varmış. Biradan bolca bir yudum alıp, sigaramdan duman çektim. Ne yapıp, edip, bu dilberle tanışmalıydım. Kendimce, aklımda bazı senaryolar yazmaya başladım. Yanına gidip, doğrudan iltifat etmeye başlasam ve öyle güzelsiniz ki sizinle tanışmazsam, yaratan bile bana kızar, desem. Ne derdi acaba? Yoksa öyle güzelsiniz ki, sizin yanınızda şu masmavi deniz bile sönük kalıyor, diye lafa giriş mi yapsaydım? Belki de kafadan, ilk görüşte aşka inanır mısınız? diye sorup, o daha şaşkınlığını üzerinden atamadan, ben de inanmazdım, diye devam etsem, daha uygun olurdu… Aha! Dur lan, hatun bu tarafa geliyor. Bakışlarımdan kıllandı mı yoksa? Ne diyeceğim ben şimdi ya? Yiyecek gibi baktın da, iyi bok yedin lan Veysel… Tam yanıma geldi, sağ elini beline dayadı, hafifçe üzerime eğildi. İçimi okşayan bir ses tonuyla, “Ateşinizi alabilir miyim,” dedi. “Hangi ateşimi?” Ulan Veysel, bu da laf mı şimdi? “Haklısınız, öyle ateşli bir görünümünüz var ki, ta öteden bile sıcaklığınız hissediliyor!” dedi. Ne diyor bu güzellik abidesi ya? “Sigaramı yakmak için diyorum, ateşinizi alabilir miyim?” Sol elini kaldırıp, parmaklarının arasındaki uzun Parliament’i işaret edince durumun farkına vardım. Öf be, ne kadar da salağım! Hatunun güzelliği karşısında resmen şapşala döndüm! “Tabii… Tabii ki alabilirsiniz.” Hemen ayağa fırladım. Çakmağımla sigarasını yaktım.
“Teşekkürler…” Derin bir nefes çekip, dumanı yüzüme üfledi… Hiç rahatsız olmadım. “Sizin gibi kültürlü birine sıkça rastlanmıyor artık. Ne okuyorsunuz?” “Hiiiç… Öylesine göz atıyorum. Adamın biri, kadınlar hakkında kitap yazmış da, ne derece yanıldığını öğrenmek için okuyorum.” “Doğru; kadınlar, erkekler için gizemli varlıklardır. Fakat bazıları bizi kolayca çözebilir… Ne dersiniz, siz de bu tiplerden misiniz?” “Değilim ama olmaya çalışıyorum. Eğer isterseniz, bana yardım edebilirsiniz…” Gülümsemeye çalıştım. Sıcaktan ve heyecandan vücudumdan ter fışkırdı; engel olamadım. Dönüp gitmesini istemiyordum… “Çok sevinirim,” diye ekledim. “Öyle mi? Ne iş yapıyorsunuz? Yoksa siz de yazar mısınız?” “Yok canım, ben sıradan bir okurum fakat bir ilham perisiyle karşılaşırsam, arada sırada amatörce şiirler de yazarım.” Bu da nereden çıktı şimdi, saçmalıyordum. En iyisi konuyu değiştirmekti… “Aslında, özel bir şirkette muhasebe şefiyim.” Hiç değilse, biraz unvan kullanarak hatunu cezp etmeye çalışayım. “İstanbul’dan mı geldiniz?” diye sorduğunda gözlerinde muzipçe bir pırıltı dolandı. “Bu arada kabalığımı affedin lütfen, Ayla ben, Ayla Biltekin.” “Ben de Veysel… Veysel Diker. Dedem terziymiş…” “Siz de diker misiniz?” “Fırsat buldukça… Hatta arkadaşlarım bana dikici Veysel diye seslenirler.” Yaptığım espriye kendim de gülümsedim. Erkek argosuyla konuşacak kadar bilmiş bir kadın mıydı, yoksa ne söylediğinin farkında olamayacak kadar masum muydu, karar veremedim. “Bu arada, evet, İstanbul’dan geldim. Doğru tahminde bulundunuz.” “Tahmin ettiğim konusunda yanılıyorsun Veysel.” Sustu. “Sana Veysel diyebilir miyim?” diye sordu. “Gayet tabii, araya mesafe koymayıp, şu resmiyeti hemen bırakalım. Nasıl yani, İstanbul’dan geldiğim konusunda tahminde bulunmadın mı?” “Hayır canım, dedim ya ben tahminde bulunmam ama kıymetli erkekleri gözünden tanırım.” Gözlerimin ta içinde bakıp, bir defa daha muzipçe gülümsedi. Anlaşılan daha ilk günden güzel bir yaz aşkı başlamak üzereydi. Ben de gülümsedim. “Peki, bunu nasıl bildin? diye sordum, “İstanbul’da yaşadığım gözümde yazmıyor ki,” diye de ekledim. “Çok düzgün bir Türkçe ile konuşuyorsun, üstelik fiziğine de dikkat ediyorsun. İstanbul beyefendilerini bilirim. Doğma, büyüme İstanbulluyum. Nişantaşı’nda yaşıyorum. Hani eğer burada güzel bir arkadaşlığın temelini atabilirsek, orada da görüşebiliriz, diye söylüyorum.” Heyt be, hatunun gönlünü şimdiden fethettin aslanım, helal sana… Bu kadın da gerçekten erkekten anlıyormuş hani… “Bundan büyük mutluluk duyarım. Ne dersin, yüzelim mi?” “Çok isterdim ama öncesinde biraz güneşlenmem lazım. Fırsat bulmuşken, güneşin keyfini çıkartalım. Bu arada sohbet eder, birbirimizi tanımış oluruz. Benimkinin yanındaki şezlonga gelmek ister misin?”
“Tabii ki…” dedim kısaca ama sevinçten havaya zıplamamak için kendimi zor tutuyordum. Çantamı, havlumu, giysilerimi ve kitabımı aldım. Birlikte biraz ötedeki şezlonglara yürüdük. Tam, her ikimiz de karşılıklı gelecek şekilde şezlongların kenarına oturmuştuk ki, aklımı başımdan alan bir talepte bulundu. “Şey… Böyle bir ricada bulunmak için çok mu erken, bilemiyorum ama ne yapayım, kendi başıma beceremiyorum. Yanımda, senin gibi erkek varken bunu bir başkasından istemek de saçma geliyor…” Sustu. Kirpiklerini kırpıştırdı. Boynunu hafifçe yana büküp, bana baktı. Ne söyleyeceğini çok merak ediyordum ama ısrar etmezsem konuşmayacak gibiydi. “Canın ne istiyorsa bana söyleyebilirsin, senin için her şeyi yapmaya hazırım. Bira veya patates filan mı istiyorsun? Hemen gider alırım…” Sadece gülümsedi. “Hayır, hayatım,” (Doğru mu duydum, bana hayatım mı dedi?) “böyle bir şeyi neden senden isteyeyim? Garsona söylerim, getirir,” omzuna dökülen saçlarını başının arkasına toplayıp, topuz yaptı. Öyle güzel görünüyordu ki, kasıklarımda bir titreşim hissettim. Ama o bunun farkında değildi, ateşe körükle gitti. Sağ elini diz kapağıma koydu ve usulca tenimi okşadı! Bir anda kalp atışlarım hızlandı, yüreğim vücuduma daha fazla kan pompalamaya başladı. Çoğunun nereye gittiği de belliydi… Ter içinde kaldım. Bu kadın beni uçuracak, diye düşündüm. “Veysel’ciğim rica etsem, sırtıma güneş kremi sürer misin?” Şezlonga yüzükoyun uzandı. Yüzünü yana çevirip, bana döndü. Yeşil gözlerinin içinde erimek, saçlarını koklamak, vücudunu okşamak istedim. Zaten onun da niyeti buydu… Ulan Veysel ne şanslı adamsın sen! Güneş kremini avucumun içine boca edip, boynunu ve kulunçlarını okşamaya başladım. Hesapta, sırtını kremliyordum. “Veysel?” “Efendim canım…” Ufaktan ufağa, ben de daha samimi konuşmaya başlamıştım. “Neden beni cevaplamadın?...” Haydaaa, soru neydi ki? “…Yoksa odana gelip, seni huzursuz ederim, diye mi korkuyorsun?” “Yapma be güzelim, ben hiçbir kadından korkmam… Zaten senin gibi güzel kadınlardan korkulmaz ki… Sizler sadece el üstünde tutulur ve bir ömür boyu sevilirsiniz!” Vay be, iyi kıvırdım. “Ben de odana gelmemi istemediğin için, numarasını bana vermedin sanmıştım.” Yok yahu, neden istemeyeyim ki? Aklı başında her erkek senin gibi bir kadını ister! Sadece bunu sorduğunu anlamamıştım. O anda, önümde uzanan yarı çıplak vücuduna odaklanmıştım da, bu yüzden sorunu duyamadım, demedim ama aklımdan bunlar geçti. “328’de kalıyorum. Belki akşam yemeğinden sonra odama çıkar ve dizüstü bilgisayarımdan internete gireriz veya yanımda getirdiğim filmlerden birini izleriz,” dedim. Bu esnada vücudunu okşamaya (pardon kremlemeye) devam ediyordum. Tam bu sırada, Ayla’nın cep telefonu çaldı. “Merhaba tatlım nasılsın? Sağ ol, vallahi ben de iyiyim. Ne yapayım işte, tatildeyim. Rahatlamaya ve kendime yeni arkadaşlar bulmaya çalışıyorum… Evet, öyle oldu, Veysel adında, harika biriyle tanıştım.” Dönüp
bana baktı, gözlerinin yumup, dudaklarıyla hayali bir öpücük yolladı. Ben de aynını tekrarladım. Acaba şimdi uzanıp boynunu öpsem ne der diye düşünürken, yeniden cep telefonunda konuşmaya başladı. “Sorun yok, ayın yirmi sekizindeki toplantıya katılacağım. Üçüncü kattaki salonda yapılacaktı değil mi? Tamam, patrona söyle, mutlaka orada olacağım. Şimdi izninle kapatıyorum, bir saat kadar güneşlenmem lazım. Öpüyorum canım,” dedi ve telefonu kapattı. Bana dönüp, “İş yerimden bir arkadaş,” diye açıkladı. Tek kelime bile etmeme fırsat bırakmadan, “Biraz da belime ve tam şuraya krem sürer misin?” dedi ve bikinisinin kopçasını açtı. Allah’ım, beni bu nefis kadınla mı sınıyorsun? Sırtını sıvazlarken ellerim titriyor, mayom her geçen saniye şekil değiştiriyordu…
***
Bir saat kadar daha Ayla’yla sohbet ettik, sonra o gitti. Ben de kendimi Akdeniz’in bol tuzlu sularına bırakıp, pik noktasına varan heyecanımı denizin soğukluğuyla bastırdım. O şekilde otelin içinde dolaşamazdım ya! Yeterince serinledikten sonra, odama çıktım. Ayla ile birlikte yiyeceğimiz öyle yemeği için hazırlanmam gerekiyordu. Asansörden inip de odamın kapısına gelince, aksilikler başladı. Plastik kartı dört defa yerine sokmama rağmen, bir türlü kapıyı açamadım. Her seferinde klik diye bir ses çıkıyor ama kırmızı küçük lamba yanmaya devam ediyordu. Üstelik Ayla ile buluşmamıza sadece yirmi dakika kalmıştı. Daha fazla vakit kaybetmeden resepsiyona indim. “Af edersiniz, 328 nolu odada kalıyorum. Ama şu kartımla kapıyı açamıyorum.” “Bir bakalım efendim,” diyen görevli kartı benden aldı ve bilgisayarına yerleştirdi. “Bu kart iptal olmuş bayım,” dedi. “Nasıl olur ya, daha dün gece geldim ve bir haftalık ücreti peşin ödedim. Niçin iptal ettiniz kartımı?” “Çünkü 13:15’de kartınızı kaybettiğinizi belirtip, adınızın Veysel olduğunu ve İstanbul’dan geldiğinizi ifade edip, bir yenisini almışsınız. Sabah vardiyasında görevli arkadaşım bilgisayara bu şekilde not düşmüş. Öyle olmadı mı?” “Yok yahu, böyle bir şey hiç olmadı. Kartımı filan kaybetmedim ben!” “Pekiyi sizin adınız Veysel Diker değil mi?”
“Evet, Veysel Diker benim, ama kartımı kaybettiğimi söyleyip de yenisini isteyen ben değilim…” Otel görevlisi benden daha zekiydi. “Pekâlâ, hemen birlikte odanıza çıkalım o halde…”
***
Odaya çıktığımızda can sıkıcı bir durumla karşılaştık. En çok da benim canım sıkıldı çünkü odadaki şifreli kasayı açamadığım için komodinin çekmecesine koyduğum zarf, içindeki 1.500 YTL ile birlikte kaybolmuştu. Bunun yanında, bir iş gezisi esnasında Dubai’den satın aldığım CD çalarım, daha geçen hafta tedarik etiğim dijital fotoğraf makinem, vakit ve nakit darlığı nedeniyle İstanbul’daki gece âlemlerine dalamasam da, bundan böyle sanal âlemlerde gezerim, düşüncesiyle karımdan ayrıldığımın ertesi günü satın aldığım dizüstü bilgisayarım da çalınmıştı. Üstelik Ayla’yı da, bir daha hiç görmedim. Şehvetli bir yaz aşkı yaşayacağımı sanırken, geriye sadece büyük bir hayal kırıklığı ve henüz taksitleri ödenmemiş kredi kartı borçlarım kalmıştı. Aferin lan Veysel; bir çift yeşil gözün, bir tutam kızıl saçın, iki tane portakalın uğruna, iyi halt ettin…
Oğuz ÖZTEKER oguzozteker@yahoo.com
Vinyetler A. Gökhan GÜLTEKİN telumaithor.deviantart.com
Hayatta Kalanın Öyküsü - MAUS “Yahudiler bir ırk kuşkusuz ama insan değiller.” Adolf Hitler Maus, 1992 yılında Pulitzer Özel Ödülü’nü alan bir çizgi roman. Konusu genel olarak İkinci Dünya Savaşı sırasında bir Yahudi ailesinin yaşadıklarını içeriyor. Kitabın yazarı, aynı zamanda çizeri olan Art Spiegelman, babası Vladek’in anlattıkları üzerinden İkinci Dünya Savaşı’nda yaşananları ve yaşananların günümüze etkilerini irdeliyor. Hikâyeye kitabın yazılış süreci de dâhil oluyor. İşte bu sebeplerle kitap otobiyografik. Kitabın, konu hakkında yazılan, çizilen diğer kitaplardan önemli bir farkı yazarın hikâyeyi kendinden yola çıkarak anlatması sayesinde okuyucuya verdiği gerçeklik duygusu. Yazar kendini, babasını, çevresindekileri yalın bir dille eleştirirken yaşanan olayları abartıdan uzak bir şekilde anlatıyor. Kitapla ilgili söylenmesi gereken ilk şey aslında yazarın hikâyeyi hayata geçirirken nasıl bir yol izlediği. Maus’ta kahramanlar resmedilirken hayvanlar kullanılmış. Adından da anlaşılacağı üzere kitapta başkarakterler fareler. Yahudiler, o dönemde kendilerine aşağılayıcı bir şekilde davranıldığı ve güçsüz kaldıkları için fare olarak çizilmiş, onları avlayan Almanlar da kedi. Bir Alman ile Yahudi’nin çocukları ise hem kediye, hem fareye benzeyen yaratıklar olmuş. İnsanları hayvan olarak resmetmek bazı tutarsızlıklara neden olsa da komik enstantanelere de neden olmuş. Mesela bir sahnede fareden korkan bir Yahudi var. Kitapta Alman kılığına girenler kedi maskesi takan fareler, Almanları uzaklaştıran Amerikalılar da köpek oluyorlar. Buraya kadar hayvanların seçiminde bir yol izlendiği açık. Bunların dışında Fransızlar; kurbağa, İngilizler; balık, İsveçliler ren geyiği, Polonyalılar ise domuz. Yazar bu seçimlerinde ise farklı kültürdeki popüler karakterleri göz önüne almış. Mesela Amerikan televizyonlarında yayınlanan çizgi karakterler Miss Piggy ve Porky Pig, Polonyalıları çizerken yazara ilham kaynağı olmuş. Ailesini evlerinde saklayan Polonyalılara karşı pozitif bir yaklaşımı olduğunu anlayabiliriz ilham kaynaklarına bakarsak. Yahudi kökenli Walt Disney’in en meşhur karakterlerinden Miki Fare de Maus ile bağdaşan bir saldırıya maruz kalıyor. Spiegelman’ın Yahudileri fare olarak çizmesine neden olan ilhan kaynaklarından biri de Miki Fare’ye yapılan bu eleştiri olabilir. “Miki Fare şimdiye kadar yaratılmış en sefil kahraman... Her bağımsız delikanlı ve her saygın gencin sahip olduğu sağlıklı duygular, hayvanlar dünyasının bu en büyük mikrop taşıyıcısının, bu pisliğe ve iğrençliğe bulanmış haşaratın ideal hayvan tipi olamayacağını anlatır... Yahudilerin insanlara kaba saldırısına son! Kahrolsun Miki Fare! Gamalı Haç takın.” Gazete makalesi, Almanya, otuzlu yıllar
29
Kitapta Vladek’in anıları 1930’ların ortalarından başlıyor. Savaşa kadar geçen sürede onun hayatına göz atıyoruz önce. Sosyal yaşamı, eşi Anja’yla tanışması, evliliğinde yaşadığı sıkıntılar... Bu anlatımın en önemli yanı bu sayede savaş öncesinde Yahudiler’in aşama aşama nasıl Nazi kamplarına düştükleri ya da yanı başlarındaki tehlikeye ne kadar uzaktan baktıklarını ayrıntılı ve açık bir biçimde görmemizi sağlaması. Diğer taraftan da Nazilerin ne kadar sinsice ve etkili bir biçimde ilerlediklerini görüyoruz. Kitaptaki en etkili anlardan biri de Nazi kamplarının bile insanları herkese hoşgörülü olmaya teşvik etmeye yetmemesi. Vladek savaştan yıllar sonra bile farklı olduğu için cezalandırılmasından hiçbir çıkarım yapamamış sanki. Köpek olarak resmedilen bir zenciye karşı oldukça önyargılı. Onu dışlıyor ve aşağı görüyor. Potansiyel bir hırsız gözüyle bakıyor. Bunun yanı sıra sırf Vladek öyle istiyor diye dinini değiştiren Artie’nin Fransız eşi var. Yahudilerin diğerlerine karşı duyduğu önyargının bir örneği daha. Artie ile babası Vladek’in arasındaki çatışmalar da kitapta büyük bir yer kaplıyor. Artie babasıyla çok ilgilenmiyor. Bunun kökeninde ise babasının ona küçüklüğünden beri işe yaramaz muamelesi yapması ve sürekli savaş sırasında ölen ağabeyinin fotoğrafıyla kıyaslanması var. Kendisi o dönemde yaşamadığı ve ailesinin yaşadığı sıkıntılarla boğuşmadığı için sürekli suçlu hissediyor. Yaşamadığı bir savaşın etkileri yıllarca peşini bırakmıyor. Maus, Vladek’in hikâyesi. Onun savaşın öncesinde, sonrasında yaşadıkları, Nazilere yakalanmamak, kaçmak için yaptıkları, yeni bir hayat kurmak için verdiği mücadele ve de bütün bu olanları oğluna anlattığı zamanlar... İnsanlık tarihine kara leke olarak geçen savaşın bir ailenin yaşamına yansımasını gösteriyor Maus bize. Yahudileri ötekileştirmeden varoluş mücadelelerine tanık olmak için bir fırsat aynı zamanda.
Eda İHTİYAR edaihtiyar@gmail.com
İki Kardeş, Tek Yönetmen Sinema dünyasında, beraber çalışan yönetmen kardeşler olgusu sıkça rastladığımız bir durum. Taviani kardeşler, Wachowski kardeşler hatta Türkiye’den Taylan kardeşler ilk akla gelenlerinden birkaçı. Elbette Ridley ve Tony Scott gibi kariyerlerine ayrı ayrı devam eden isimleri de unutmamak gerek. Ama herhalde beraber çalışan kardeşler içinde en verimli işbirliğini gerçekleştirenler yıllar boyu pek çok başarılı filme imza atan Coen kardeşler olsa gerek. Hollywood’un en ünlü isimlerinden birkaçı ile çalıştıkları halde her zaman bağımsızlıklarını koruyan ikili bu anlamda sektör içinde farklı bir yerde duruyorlar. Daha ilk filmlerinden itibaren Coen kardeşlerin bir diğer dikkat çeken özelliği de sinema tarihine ve türlere olan hâkimiyetleri ve her zaman korudukları mizah duyguları oldu. Coen kardeşlerin arasında sadece üç yaş fark var. Büyük olan Joel Coen 1954 doğumluyken, küçük olan Ethan Coen ise 1957 doğumlu. Her ikisi de üniversitede öğretim görevlisi olan anne-babaları Coen kardeşlerin donanımlı bir şekilde büyümesine etki etti belli ki. Özellikle anne Coen’in sanat tarihi hocası olması mutlaka kardeşlerin sonraki yaşamlarında önemli rol oynamıştır. İkilinin sinemaya ilgisi daha küçük yaşlardan başlamış. Joel’in ufak ufak biriktirdiği paralarla bir Super-8 kamera alıp amatörce film çektiği biliniyor. Belli ki küçükten beri bol bol film izleyen kardeşler özellikle kimi türlere hâkimiyetlerini de o yıllara borçlular. Sonradan kardeşler üniversite eğitimleri sırasında farklı dallara yöneliyorlar. Joel sinema sevgisini eğitimi ile birleştirmek isteğiyle sinema okurken, Ethan’ın tercihi felsefe oluyor. Muhtemelen okulunun da etkisiyle Joel, sinema dünyasına ilk adım atan kardeş oluyor. O yıllarda özellikle kurgu alanında kendini geliştiren Joel, aynı dönemde efsane bir filmde de kurgu asistanlığı yapacaktı daha ilk filmini çekmekte olan Sam Raimi isimli gencecik bir yönetmenin… Bu filminin adı The Evil Dead idi. 1984’de iki kardeş beraberce ilk filmlerini ortaya çıkardılar. Blood Simple isimli bu film, kardeşlerin kara film türüne sevgisini ortaya koyarken ilk film olmasının dışında ikili için pek
31
çok başka ilki de barındırıyordu. Daha sonra pek çok filmde yapacakları gibi filmin hemen her şeyine imza atan kardeşler yönetmenliğe Joel’in yapımcılığa ise Ethan’ın adını yazıyor, yazarlıkta ise krediyi paylaşıyorlardı. Ancak sonraki filmlerinde de hep söylendiği gibi bu sadece kâğıt üzerinde ve kimi zaman belirli yasal zorunluluklar bunu gerektirdiği içindi, yoksa kardeşlerin her ikisi de bu işlerin her birini yapıyorlardı. Daha bu ilk filmlerinde kurgu hanesinde de Roderick Jaynes ismini görüyorduk. Sinema dünyasında daha önce hiç ismi duyulmamış bu kurgucu aslında Coen kardeşlerin kendilerine taktıkları bir isimden başka bir şey değildi. Filmlerinde kendi isimlerinin fazlasıyla yer aldığını düşünen Coen kardeşler, bundan böyle filmlerinin kurgusunu yaptıklarında bu ismi kullanacaklardı, hatta bu isimle Oscar’a bile aday olacaklardı. İlk filmin ilklerine devam edelim. Kardeşler bu filmin müziklerini, yine daha sonraki filmlerinin hepsinde beraber çalışacakları Carter Burwell’e, görüntü yönetmenliğini ise kendisi de daha sonra yönetmenliğe adım atacak olan Barry Sonnenfeld’e teslim edeceklerdi. Bu, her iki ismin de ilk uzun metraj filmleri idi. Filmlerinde oyuncu olarak da bazı isimlerden vazgeçemeyen Coen kardeşler, zamanla oluşturacakları bu oyuncu kadrosundan Frances McDormand’a bu filmin başrollerinden birini vermişlerdi. Joel Coen için bu ismin bir önemli tarafı daha vardı elbette. Frances McDormand ve Joel Coen, daha bu filmin gösterime girdiği 1984 yılı bitmeden evlenmiş olacaklardı. Coen’ler tekrar kamera arkasına dönmeden önce artık arkadaşları olan Sam Raimi ile onun çekeceği bir filmin senaryosuna imza atacaklardı. Crimewave isimli bu film fazla bir başarı kazanmayacak ama şu ana kadar Coen kardeşlerin kendi filmleri dışında senaryosunu yazdıkları tek film olarak kalacaktı (Ancak 2009 yılında George Clooney’nin yöneteceği bir filme senaryo yazacaklarından bahsediliyor). Sam Raimi sonradan bu işbirliğinin karşılığını verecek ve Coen’lerin bir filminde senaryoya katkıda bulunacaktı. Bunun dışında çeşitli filmlerde birbirleri ile fikir alışverişinde bulundukları biliniyor. Örneğin Raimi, A Simple Plan filminde yoğun kar altında çekim teknikleri konusunda Coen’lerden önemli bir destek aldığını belirtmiştir. Coen’ler de kendi projelerine döndüklerinde Raimi’nin coşkun kamera hareketlerini çok farklı bir filmde kullanacaklardı. Raising Arizona isimli bu film temelde yine bir suç hikâyesini anlatsa da bu kez komedi unsurlarını ağırlıkla kullanıyor ve Coen’ler o hınzır mizah duygularını ilk kez seyircilerle paylaşıyorlardı. Başrollerini Nicolas Cage ve Holly Hunter’ın paylaştıkları bu film, çocukları olmayan bir çiftin bu arzularını çocuk kaçırma ile gidermeye çalışmalarını anlatıyordu. Ama bu konudan beklenmeyecek kadar eğlenceli bir filmdi ortadaki. Yan oyuncu kadrosunda yine Frances McDormand’ın olmasının yanında ileride Coen oyuncularından biri olarak sayabileceğimiz John Goodman da vardı. Bu filmle birlikte kardeşler filmlerinin kurgularını yapmaya da kısa bir ara verecekti. İkilinin hemen sonraki filmi Miller’s Crossing ise yine bir suç öyküsü ve tam bir
gangster filmleri türüne saygı duruşu idi. Zaten Coen’lerin senaryosu da türün çok önemli yazarlarından biri olan Dashiell Hammett’ın bir romanına dayanıyordu. Bu gangster filminde bile Coen’ler alttan alta mizah duygularını göstermekten de geri durmuyorlardı aslında. Başrolünü Gabriel Byrne’a verdikleri bu filmin kadrosunda daha sonra pek çok filmde birlikte çalışacakları Steve Buscemi ve bir sonraki filmlerinin başrolünü teslim edecekleri John Turturro yer alıyordu. İşe o bir sonraki filmleri, Coen kardeşlerin gerçek anlamda fanlarının oluşmasına ve bir Coen filmi kavramının ortaya çıkmasına vesile olacaktı. Coen’lerin bir önceki filmlerinin senaryosunu yazarken yaşadıkları tıkanıklıktan yola çıkarak yazdıkları bu senaryo tam da bir senaryo yazarının yaşadığı tıkanıklığı anlatıyordu. Ama bunu o kadar başarılı bir şekilde yapıyordu ki ortaya bazı eleştirmenler tarafından halen Coen’lerin en iyi filmi olarak kabul edilen bir film çıkıyordu. Bu film tabii ki Barton Fink’ti. Aynı adlı karakteri müthiş bir başarı ile canlandıran John Turturro bir yana, John Goodman da görmelere seza bir seri katil kompozisyonu çiziyordu. Coen’ler bu filmleri ile çok önemli ödüller de kazanıyorlardı. Örneğin Cannes Film Festivali tarihinde ilk kez bir film en iyi film, en iyi yönetmen ve en iyi erkek oyuncu ödüllerini birlikte alıyordu. Bu filmle birlikte görüntü yönetmeni olarak da deneyimli bir isim olan Roger Deakins ile çalışmaya başlayan kardeşler bundan sonra da kamerayı başka bir isme teslim etmeyecekler ve uzun yıllar boyu birlikte verimli bir ortaklığa imza atacaklardı. Barton Fink’in başarısı üzerine Coen’lerin bir sonraki filmi daha bir merakla beklenir olmuştu. Coen kardeşlerin senaryo aşamasında eski dostları Sam Raimi ile çalıştıkları bu film adeta bir Frank Capra filmiydi. The Hudsucker Proxy isimli bu film saf, temiz ve biraz da aptal taşralı bir karakterin, bu özelliklerinden hiç ödün vermeden büyük bir şirketin başına geçmesini anlatıyordu. Gösterime çıktığı dönemde pek beğenilmeyen bu film Coen’ler açısından da ilk ciddi başarısızlıkları anlamına geliyordu. Kendileri açısından büyük bir bütçe sayılan 25 milyon $’a mal olan film, sadece 3 milyon $ getirerek hayal kırıklığı yaratıyordu. Ancak yıllar içinde bu filmin de kendi hayranları oluştu ve bu film de Coen kardeşlerin önemli filmlerinden biri haline geldi. Filmin başrollerinde Tim Robbins, eşsiz Paul Newman ve Jennifer Jason-Leigh oynamış olsa da Coen oyuncularından Buscemi ve Goodman da filmde yerlerini almışlardı. Raimi ve değişmez oyuncusu Bruce
Campbell de cabası. Bu gişe başarısızlığının ardından 1990’ların ortalarından itibaren Coen kardeşler hem eleştirmenler hem de seyirciler bazında önemli başarılar kazanan birkaç filme imza attılar. Elbette seyirci başarısı denince gişe rekorları kıran filmleri anlamamak gerek, Coen’lerin filmleri hiçbir zaman bildik popcorn seyircisine uygun olmadı. Bu filmlerden ilki olan Fargo, yine Coen’lerin sevdiği türden bir suç hikâyesiydi. Düzmece bir adam kaçırma olayının ne kadar ters gidebileceğini anlatan bu film müthiş çizilmiş karakterleri, tıpkı filmlerin geçtiği yerler gibi olan soğuk hikâye yapısı ama her zaman bir yerlerden fırlayan kara mizahı ile her sinemaseverin izlemesi gereken filmlerden biriydi. Her zamanki teknik ekipleri ile çalışan Coen’ler (kurguyu da tekrar kendileri ele almışlardı), başkarakter olarak belki de sinema tarihinin gördüğü en orijinal polis memurlarından birini yerleştiriyorlardı. Karnı burnunda hamile haliyle olayları çözmeye çalışan bu kadını Joel Coen’in eşi Frances McDormand canlandırıyor ve bu rolüyle bir de Oscar kazanıyordu. Filmin kötü adamları olarak da Steve Buscemi ve Peter Stormare de hafızalara kazınan karakterler yaratmışlardı. Bu arada Coen kardeşlerin bu filmin en başına bunun gerçek bir hikâye olduğunu da yazmaları da onların muzırlıklarının ayrı bir göstergesi idi belki de. Filmin hikâyesindeki kimi olaylar farklı gerçek olaylardan esinlenmişse de toplamının gerçekle bir ilgisi yoktu. Buna rağmen filmin sonunda akıbeti meçhul olan parayı aramak için filmin geçtiği yerlere giden hazine avcılarının olduğu söylenir. Zamanla bu filmin hayranları o kadar arttı ki Fargo filmin çekildiği yerlerde Fargo festivalleri bile düzenlenmeye başlandı. Coen kardeşler bir sonraki filmlerinde yine komediye ağırlık verdiler ve aynı isimli ama birbirinden çok farklı iki adamın karıştırılmasından yola çıkan The Big Lebowski filmini yaptılar. Yine her biri birbirinden orijinal karakterlerle dolu bu filmde oynayan isimlerin hemen hepsi daha önce de en az bir Coen filminde oynamış isimlerdi. Bu birbirini çok iyi tanıyan ekip içinde başrolün teslim edildiği Jeff Bridges hiç yabancılık çekmiyor, daha önce Coen’ler ile hiç çalışmamış olmasına rağmen tam bir Coen karakteri olup çıkıyordu. John Turturro’nun unutulmaz bowling manyağı Jesus karakteri de fazla rolü olmamasına rağmen filmden seyircinin aklına kazınan imgelerinden birkaçına imza atarak çıkıyordu. The Big Lebowski de Coen’lerin üzerinden zaman geçtikte daha fazla sevilen ve hayran kitlesi genişleyen bir filmleri oldu. Coen kardeşler 2000’lere Homeros’un Odysseia eserinin çok serbest bir uyarlaması ile giriyorlardı. O Brother, Where Art Thou? o kadar serbest bir uyarlamaydı ki belki de filmin başına bunu yazmasalar fark edilmeyecekti bile. Hikâyeyi 1930’ların Amerika’sına taşıyan Coen kardeşler filmde özellikle kilise müziğine fazlasıyla yer ayırıyor hatta bir anlamda bir müzikal yapıyorlardı. Bu sayede bir Coen filminin soundtrack’i de ilk defa bu kadar ilgi görüyordu. Bu film özelinde müziklerde T Bone Burnett’ın imzası var gibi gözükse de yine de kimi yerlerde sadık bestecileri Caret Burwell’in müziklerini de kullanıyorlardı Coen’ler. Bu filmin Coen’ler açısından bir önemi de belki de ilk kez tam
bir Hollywood starı denebilecek bir isimle çalışmaları idi. George Clooney bu filmde çok eğlenceli bir performans sunarak kendine güvenen Coen kardeşleri pişman etmiyordu. Coen kardeşlerin bir sonraki filmi bu kez çok sevdikleri kara film türüne bir dönüş olacaktı. Tamamen siyah/beyaz olarak çektikleri The Man Who Wasn’t There filminde başrolde Roger Deakins’in muhteşem görüntülerinin olduğunu söylersek yanlış bir cümle kurmuş olmayız herhalde. İlginçtir, bu sonuca filmin önce renkli olarak çekilmesi, sonradan siyah/beyaza transfer edilmesi sonucunda ulaşılmıştı. Elbette bu stilize suç filminde Billy Bob Thornton’un tüm filmi sürükleyen performansını da yabana atmamak gerek. Bu film seyirci açısından Coen kardeşlerin son birkaç filmi kadar başarılı olmasa da eleştirmenlerden yine tam not almıştı. Coen’lerin sonraki iki filmi Intolerable Cruelty ve The Ladykillers, başrollerindeki iki büyük star George Clooney ve Tom Hanks sayesinde daha iyi gişe başarıları elde etmiş olsa da, ne seyircilerin, ne de eleştirmenlerin bu filmleri pek sevdiği söylenemez. Hâlbuki Coen kardeşler bu iki filmle yine sinema tarihinden sevdikleri türlere saygılarını sunuyor, ilkinde adeta bir Tracy-Hepburn komedisi çekiyor, ikincisinde de zaten direk olarak bir Ealing stüdyosu klasiğinin yeniden çevrimini yapıyorlardı. Coen kardeşlerin kayıtsız şartsız hayranları bu filmleri de beğenmiş olsalar da, ikilinin en iyi filmleri arasına almanın mümkün olmadığı bir gerçek. 2006’da Paris, je t’aime projesinde bir süredir birlikte çalışmadıkları Steve Buscemi ile birlikte Paris’e pek keyifli bir selam gönderen Coen’ler, bir sonraki yıl sinema dünyasına No Country for Old Men isimli bir bombayla dönüş yapıyor, senenin hemen hemen tüm ödüllerini topluyor ve ödül sezonunu, koleksiyonlarına 3 Oscar daha katarak kapatıyorlardı. Bir tane de Javier Bardem’e kazandırmaları da cabası. Ülkemizde 7 Mart’ta gösterime girecek bu filmi sinemada izleme fırsatını kaçırmamak gerek. Coen’ler hiç hız kesmeden film çekmeye devam edecek gibi gözüküyorlar. Sırada şimdiden Brad Pitt ve George Clooney’nin başrollerini paylaştığı Burn After Reading var. Başroldeki isimler sinema salonlarına her zamanki takipçilerinin epey dışında bir kitleyi de sürükleyecek gibi gözüküyor. Umarız istim üzerindeyken bir şahane film daha çıkartırlar ortaya. Bekleyelim görelim.
Hasan Nadir DERİN http://sinemamanyaklari.wordpress.com
Bir Gün Bir Defter Buldum Ve Hayatım Değişti... Yerden bulduğunuz bir defterin insanları öldürme gücü olduğunu anlarsanız ne yapardınız? Kendinizi suçla savaşa mı adar, yoksa kendi çıkarınız için mi kullanmaya karar verirdiniz? Diyelim ki suçla savaşmaya adadınız (ne zorun var kardeşim?), bu yaptığınızın doğru bir davranış olduğunu düşünebilir misiniz? Adaleti dağıtmak sizin işiniz mi? Yagami Light’ın seçtiği yol bu, suçlulardan arınmış bir dünya! Bunun için her şeyden vazgeçmeye hazır. Peki ama genç Yagami’nin elindeki bu güç için dünya hazır mı? Çizgi Dünyayı seviyorsanız mutlaka kıyısından köşesinden Japon manga ve animelerine de bulaşmışsınız demektir. Bazılarımızın bu türle ilgili fikirleri çizim tekniği ya da Japon dünya görüşü gibi nedenlerden dolayı pek olumlu olmayabilir. Ben de ergenlik dönemimde manga yerine DC ve marvel’i tercih ederdim. Daha sonra biraz Metin Demirhan’ın da zoru ile Japon çizgilerine bakmaya başladım. İlk başlarda kısa bir süre için (yersen) hentai tarzı (her daim cıbıl olmaya hazır hatunlar ve en manyak fantazilerde bile göremeyeceğimiz sahnelerin sunulduğu manga türü) ile giriş yapmış olduğum bu sanat, ilerleyen yıllarda ergenliğin de geçmesi ile daha olgun örneklere yönelmeme vesile oldu. Ancak ne kadar önyargılı olursanız olun, Japonların özellikle bilimkurgu ve korku türlerine yeni bir soluk getirdiklerini de unutmamak gerekir. Death Note ise tüm önyargılarınızdan arınıp seyretmeniz gereken bir polisiye macera. Yüksek derecede spoiler içeren bu yazıyı okumadan önce bir kez daha düşünün, ölüm tanrıları ile yüzleşmeye hazır mısınız? Son yıllarda ülkemizde de büyük fan kitlelerine sahip olan Japon animelerinin en başarılı yapıtlarından biri 2006’da başlayıp iki sezon süren Death Note (Ölüm Defteri) oldu. Tsugumi Ohba’nın yazıp Takeshi Obata’nın çizimleri ile hayat bulan uzun soluklu manga serisinden Madhouse stüdyolarının uyarladığı yapım, yirmişer dakikalık otuz yedi bölüm boyunca seyirciyi avucunun içine alıp sarsmayı başarıyor. Ölüm tanrıları yani Shinigamiler
36
yaşamlarını devam ettirebilmek için ellerindeki ölüm defterlerine yukarıdan izledikleri insanların isimlerini yazarak öldürür ve o kişinin kalan ömrünü kendilerine katarlar. Aslında oldukça sıkıcı olan bu evrende, tek işleri gözlerine kestirdikleri insanların hayatlarını almak olan ölüm tanrılarından Ryuk monotonluğa son vermek için Dünya’ya defterini düşürür, kendi deyimi ile sadece eğlence aramaktadır ve insanlar oldukça ilginç ve eğlenceli yaratıklardır. Kara kaplı, üzerinde sadece Death Note yazan defter Japonya’nın en zeki lise öğrencilerinden biri olan Yagami Light’ın eline geçer. Light defteri açtığında şu satırlarla karşılaşacaktır; Her fani bir gün ölümü tadacaktır! (Bu da benden yanlış anlaşılmasın)
Ölüm Defteri Kuralları: ) Bu deftere ismi yazılan insan ölecektir. ) Ölmesi istenen kişinin ismi yazıldığı sırada, yüzü akla getirilme-
lidir. Aynı isme sahip insanların zarar görmemesi için bu gereklidir. ) İsim yazıldıktan 40 saniye içinde ölüm nedeni girilebilir. ) Eğer herhangi bir neden belirtilmemişse kişi kalp krizi sonucu ölecektir. ) Ölüm nedeni belirtildikten 6 dakika 40 saniye içinde detaylar yazılabilir. Önce defterin başında yazan bu kurallara pek bir anlam veremeyen Light, çocukça bir şaka olduğunu düşündüğü defteri denemek için haberlerde gördüğü bir rehine olayının suçlusunun ismini deftere karalar... Tam ümidi kesip defteri atmak üzere iken ekranda birden rehinelerin koşarak uzaklaştıkları görülür, az sonra detaylar geldiğinde Light ufak çaplı bir şok yaşayacaktır. Haberlere göre suçlu strese dayanamayıp kalp krizine yenik düşüp oracıkta ölmüştür. Gerçeği ise şimdilik sadece Light bilmektedir. Elindeki gücün farkına varan Light birkaç gün içinde yüzlerce suçlunun kalp krizinden ölmelerine neden olacaktır. Artık dünyaya yeni bir düzenin getirilmesi gerekmektedir ve kendini kurtarıcı olarak görmeye başlayan Light tüm suçluları yeryüzünden silerek pir-u pak bir dünya yaratmak için kolları sıvar. Ancak bu düşüncelerle boğuşurken Light’ın karşısında Ryuk belirir. Kendisine yol gösterici olacak ve yazılı olmayan kuralları öğretecek olan eğlence arayan bu ölüm tanrısı defterle teması olmayan in-
sanlar tarafından görülemez. Ryuk elma yemek gibi dünyevi tatlara alışırken – ki bir ölüm tanrısı için uyuşturucu gibi bir etkisi vardır – Light da son hızla defterin sınırlarını keşfetmeye başlayacaktır. Otoriteler ortada ilginç bir durum olduğunun farkındadır, ne kadar suçluların kalp krizi sonucu ölmeleri halk tarafından mutlulukla karşılansa da Internetional Police Organization (IPO) çok zeki bir seri katille karşı karşıya olduklarını anlar ve olayla ilgilenmesi için dünyanın en iyi dedektifi olan L’ye suçluyu yakalama görevini verir. Gizemli bir kişilik olan L’nin yüzünü ve gerçek ismini sadece dostları bilmektedir. Halk tarafından Kira (Killer yani katilden türetilmiş) adı verilen gizemli suçluyu bulmak için kolları sıvayan L, ilk hamlesinde öyle bir oyun oynar ki, bütün dünya Kira’nın gerçekten var olduğunun farkına varır. Nasıl suçluları ortadan kaldırdığını anlamasa da L, küçük akıl oyunları ile yavaş yavaş hedefine doğru ilerlemeye başlar. Ancak rakibi de boş değildir. Light, L’in zekâsına hayran kalmıştır, ancak dünyayı kötülüklerden arındırma projesini sekteye uğratabilecek herkes onun için düşmandır. Artık L’in de dediği gibi “ Kim önce hareket ederse o kazanır. “ Light için L’in yüzü ya da gerçek ismi öldürmek için yeterlidir, ancak bu bilgilere ulaşmak sandığından çok daha zordur. İki satranç oyuncusu gibi birbirlerinin adımlarını tahmin etmeye çalışan iki düşman, maskelerini düşürmek için sürprizlerle dolu çeşitli stratejilerle birbirlerini mat etmeye çalışacaklardır. En güzel tarafı da seyircinin bu ikili arasında taraf tutmasını istemeyen anime bizi bir Light’ın bir L’in beynine sokarak objektifliği korumamızı sağlar. Kim kazanırsa kazansın kaybeden bir şekilde Dünya olacaktır. Müzikleri, senaryosu ve çizim kalitesi ile diğer animelerden ayrılan Death Note, “Yetenekli Bay Ripley” tarzı bir olay ağının ortasına bizleri çekiyor. Bu polisiye roman serisi suçlunun bakış açısı ile olaylara yaklaşması ile yeni bir akım yaratmıştı. Death Note da bize aynı tadı veriyor ve en az onun kadar başarılı bir olay örgüsüne sahip. Suçlu ile kendini yakın hissetmek kimi zaman seyirci ve okuyucu için fazla sevilen bir durum değildir, hele de gençleri hedef alan bir yapımda bu durum biraz da tehlikeli olabilir. Durumun korkunçluğunu anlatabilmek adına iki örnek verebilirim. Birincisi Belçika’da yaşanan bir cinayet olayında cesedin yanında bulunan iki notta “Watashi wa Kira dess” (Ben katil Kira) yazıları bulunmuş ve olay henüz aydınlatılamamış. Konu ile ilgili ayrıntılı bilgiye http://en.wikipedia.org/wiki/Manga_Murder sitesinden ulaşabilirsiniz. Amerika Virginia’da bir lisede ise bir kişinin sınıftaki öğrencilerin adlarını kendi yaptığı sahte bir ölüm defterine yazdığı anlaşılmış. Çin’de de öğrencilerin ruhsal ve fiziksel sağlıklarını etkilediği için hükümet tarafından Ölüm Defteri sansürlü yayınlar kapsamına alınıp yasaklanmış durumda. L karakterinin devreye girmesi ile seyirci ikilemde bırakılıyor. Bir tarafta adalet için savaşan bir detektif, diğer tarafta sadece suçluları öldüren bir katil. Detektif L’in o garip alışkanlıkları... Daha ilk
gördüğümüzde bu çocuk hal, tavır ve duruşu ile bizleri etkilemeyi başarıyor. Light’ın burnu havada, yakışıklı, kendine bakan, megaloman ve antipatik karizmasına karşın L son derece kırılgan, naif ve sıcak bir yapıya sahip. “Birdy” filminde Matthew Modine’in kuş gibi tünediği sahnelerden etkilendiği belli olan L, kambur oturmasının konsantrasyonunu %40 arttırdığını iddia ediyor. Şekerlemelere meraklı, çocuk ruhlu bu zeki yaratık her hareketi ile de diğer karakterlerden ayrılmayı başarıyor. Ayrıca senaryonun da kendisine torpil geçmesi sonucu her vurucu diyalog da L’den geliyor. Tabi Light da hiç altta kalan bir yapıya sahip değil. L’in yine dediği gibi “Kira kaybetmekten nefret eden bir çocuk, nereden mi biliyorum? Çünkü ben de öyleyim!” Manga ve Animeleri dışında, seri bir romana ve iki de Japon yapımı filme sahip. Japon sinemalarında oldukça iyi bir gişeye ulaşan filmler üçleme olmak için de gün sayıyor. If İstanbul kapsamında Türk sinemaseverleri ile de buluşacak olan proje ne yazık ki iyi modellenmiş ölüm tanrılarıyla bile seyredilmeyi hak etmiyor. Öncelikle oyunculuklar yerlerde, çekim tekniği etkisiz ve konular çok kısa geçilmiş. Birinci film animelerin birden dokuzuncu bölümlerine kadar işlerken, ikinci filmde yirmi beşinci bölüme kadar geliyoruz. Üç beş dakika daha uzatsalar otuz yediye de ulaşırlarmış sanırım. Ancak güzel bir haber üçüncü bölüm efsanevi Japon korku filmi yönetmenlerinden, “Ringu” ve “Karanlık Sular”’dan tanıdığımız Hideo Nakata imzasını taşıyor. Hollywood’a yaptığı filmler dışında, Japonca çektiği tüm filmleri bir başyapıt mertebesine ulaşmış Nakata’nın bu projeye katılması beni sevindirdi doğrusu. L: Change the World adlı son bölümü seyretmek sanırım ayrı bir zevk olacak. Tabii Nakata korku öğesi olarak yine etrafa beyazlar içinde, saçları yüzlerini örtmüş çıplak ayaklı küçük kızlar salmaz umarım. Death Note ile ilgili siteler: http://deathnote.viz.com http://jump.shueisha.co.jp/deathnote http://www.animenewsnetwork.com/encyclopedia/anime.php?id=6592 http://en.wikipedia.org/wiki/Death_Note
Masis ÜŞENMEZ midnight.blogcu.com
V. Bölüm – Satılan Mal Geri Alınmaz Öğleden sonra güneşi, müdürlük binasının heybetli kolonları ve arı kovanını andıran sayısız penceresi ardından zar zor hissediliyordu. Kapının önünde uzanan cadde, şehrin dört bir yanına uzanan diğer binlercesi gibi yayalar ve seyyar satıcılarla doluydu. Yukarıdaki hızır yolundan saçılan yanık yağ kokusu tüm caddeyi kaplıyordu. Her şey alabildiğine normaldi. “Nasıl hissediyorsun?” “Her zamankinden farklı bir şey yok,” diye yanıt verdi Murat. “Çevremdeki her şey daha önce nasılsa şimdi de öyle.” “Belki de henüz etkinleştirilmemiştir,” diye akıl yürüttü Ozan. “Biliyorsun, böyle yerlerde işleri ağırdan almayı severler.” “Sanmıyorum, çünkü içerideki adama hemen çalışıp çalışmayacağını sordum, o da ‘ben sisteme girişinizi yapar yapmaz çalışmaya başlar’ dedi.” “Peki sen ne diyorsun? Şu anda farklı hissediyor musun?” “Pek değil,” diye yanıt verdi Murat, çünkü kendisini bu sabahkinden farklı hissetmiyordu. Belki de rüyamatikten yediği kazık bunu hissetmesini önlüyordu. “Öyleyse bir deney yapalım” dedi Ozan, “bilimsel olmakta fayda var.” “İyi fikir, ne öneriyorsun?” diyen Murat arkadaşının bu fikrini akla yatkın bulmuştu. “Biliyorsun ki, ben bir yazaroidim ve dünya edebiyatı konusundaki engin bilgim ve birikimim bazen ben istemeden de kendiliğinden ortaya çıkıveriyo-“ “Sadede gel,” diye çıkıştı Murat. “Şu direğe kafa atmayı dene.” “Saçmalama!” “Kafa at ve işe yarayıp yaramayacağını gör,” dedi Ozan ve arkadaşını binanın önündeki iskele direklerinden birinin önüne doğru itiverdi. Arkadaşının çekindiğini görünce de onu yüreklendirmek için “Çok sert olmana gerek yok, sadece yapıp yapamayacağını görmen yeterli, beynini dağıtıp üstünü batırma,” diye ekledi. “Pekâlâ” dedi ve yükselen iskeleyi sırtlayan koca demir ayaklardan birinin yanına gitti, kısa bir tereddütten sonra kafasını hafifçe metale dokundurdu.
40
“Acımadı,” dedi ardından. “Kafanı kırmana gerek yoktu zaten,” dedi Ozan, “Asimov’un kanunları da buraya kadar. İşe yarıyor dostum!” Arkadaşının söylediklerine inanan ve bundan başka çaresi de olmayan Murat, özgür iradenin koca bir yalandan ibaret olup olmadığı sorusunu o an için bir kenara bırakarak gündelik hayatından bir sorunu; bozuk rüyamatikle ne yapacağı ve dahası parkmetreye bıraktığı arabasının çekilip çekilmediği sorularıyla boğuşmaya hazırlandı. Özgür irade sorunu halledilmiş görünüyordu, şimdiyse asıl meseleleri halletmek vardı. “Arabayı gidip almam gerek, oradan da rüyamatiği bir tamirciye falan göstersem iyi olur. Madem değiştiremiyorum –yani kazıklandım- bari bundan sonra doğru çalışacağından emin olayım,” dedi ve arkadaşına sordu. “Sen de geliyor musun?” “Hayır, ben gelmesem daha iyi,” dedi Ozan isteksizce. “Eve gidip şu şiiri tamamlamak istiyorum.”
“Öyleyse akşama görüşürüz.” “Görüşürüz dostum,” dedi ve hızırbüs durağına tırmanmaya koyuldu. Merdivenlerin tepesine varmışken Murat’ın arkasından bağırdı. “İradene hâkim ol!” Kuşkusuz Ozan eğlenceli bir arkadaştı. Murat da onunla arkadaş olmaktan mutluluk duyuyordu. Bu düşünce duraktan ayrılan hızırbüsün dumanına karışırken, yapması gerekenler kara bir duman gibi aklını doldurdu. Her şeyden önce bir an durup bir sigara yakacak oldu ki, arabasını hatırlayınca bunun pek de iyi bir fikir olmadığına karar verdi ve yakınlardaki bir taksi durağından bulduğu ilk taksiye binerek hızırına doğru yola koyuldu. Emekli olmanın insanı bu kadar değiştireceğini bilmezdim, daha şimdiden taksiye müşteri olarak biniyorum, diye düşündü ve yüzünde bir gülümseme belirdi. Birkaç dakika sonra, hızırını park edip gittiği yerde buldu kendini. Parasını ödeyip taksiden indi, hızırına bindi ve dolmakta olan park süresini daha fazla uzatmak istemediğinden havalanarak oradan uzaklaştı. Ağır ağır ilerleyen trafiğin arasına karışırken bulunduğu yerin yakınlarında bir teknik servis olup olmadığını da aracındaki monitörden kontrol etti. Olumlu sonucu belirten ışık yanıp sönerken, bilmediği bu semtte kazık yiyebileceğini düşündü. Yerine, ne zaman evdeki eşyalarda bir sorun çıksa telefon ettiği servisi eve çağırmak geldi aklına. En azından iki kere kazık yemekten kurtulmuş olurum, diye söylendi ve bulduğu ilk sapaktan sağa girerek evine doğru yola koyuldu.
Hızırı iskeleye kenetleyip seksen dokuzuncu katın plastik kokan koridoruna girdiğinde Ozan’la karşılaştı. “Bu kadar da aceleci olmana gerek yok,” dedi, “şiiri yazdığım sayfayı alıp hemen geleceğimi söylemiştim,” Murat’ın açık olan daire kapısına doğru ilerlerken. “Bir günde edebiyata olan ilginin birden bire artması ilginç,” diye söylendi şaka yollu ve “hepsi kafanı o direğe vurduğun için,” dedi kahkahasının arasından. Murat arkadaşının arkasından “Ne diyorsun sen be?” diye şaşkın ve hazırlıksız bir tonda sordu ancak o çoktan içeri girmişti ve söylenenleri duymadı. “Haydi, içeri gel de şunu bir dinle!” diyerek Murat’ı çağırdı. Murat içeri girdiğinde üst komşusunu kıvır kıvır saçları ve kalın gözlükleri arasından elinde tuttuğu bir sayfayı içten içe sayıklarken buldu. Etrafa saçılmış onlarca sayfanın arasında, üzeri kimi boş, kimi yazılmış ve karalanmış, kimi de buruşturulup bir köşeye atılmış yapraklarla kaplı olan masanın yanı başında dikilmiş hevesli ve davetkâr gözlerle arkadaşına bakıyordu. Murat “Bu da ne böyle?” diye sordu. “Bu, edebiyat,” dedi Ozan afallayarak. “Senin ilk öyküne başladığın yer, oğlum!” “Benim mi?” dedi tereddüt ederek. “Evet, ‘gelir gelmez yazmaya başladım’ dediğin öykü. Sonunun nereye varacağını merak ediyorum!” “Ben de öyle,” diye yanıtladı Murat. Arkadaşının hangi öyküden bahsettiğine dair en ufak bir fikri bile yoktu.
Sürecek...
Utku TÖNEL kendime.blogspot.com
Vinyetler A. Gökhan GÜLTEKİN
Yazarımız, Yıllık İzninin Bir Bölümünü Kullandığından Dolayı Bu Ayki Yazısını Yazamamıştır Bu bilginin bize gelmesinin akabinde Sıtkı Sıyrıl ile yaptığımız görüşmede kendisine, “kardeşim burası sanki günlük bir gazete sen de her gün orada yazı yazan bir köşe yazarıymış gibi ne bu yıllık izin tatavası“ denmiş, “hayır aylık yayınlanan sanal bir dergiyiz, yılda toplasan en fazla 12 tane yazı yazacaksın, hepsini otursan bir günde yazarsın, ama iş artisliğe gelince yıllık izinmiş, bir bölümüymüş, yakışmıyor bunlar, utanmadan bu ibareyi koymamızı söylüyorsun bir de” diye eklenmiştir. Sıtkı Sıyrıl’ın “Yavrum ben son ütücülük yapıyorum, sen biliyor musun son ütücülüğü? İkitelli’ye geldin mi sen hiç? Bu buz gibi havalarda ben atölyede don atlet buharların arasında çalışıyorum. Ne sigortam var, ne yemeğim ne yolum. 40 yılda bir haftalık izin koparmışım bir de sana laf mı anlatacam” şeklindeki, titreyen sesinden duygusal bir havada olduğunu sezdiğimiz konuşması üzerine “İyi de kardeşim, bizim suçumuz ne, ben burada 50 kişiden tıkır tıkır yazı topluyorum, dergi bir seni bekliyor ama” şeklinde alttan alınmış, “istesen yarım saatte attırırsın sen o yazıyı” şeklinde gazlanmıştır. “Hem bir bölümünü kullansan ne olur, tamamını kullansan n’olur. Yazıver işte yarım saatte, izinde kış uykusuna mı yatıyorsun, astral seyahate mi çıkıyorsun, anlamıyorum ki” diyerek gazla karışık ince bir sitem kendisine iletilmiştir. Anlaşılan o ki gaz konusunda tecrübeli olan Sıtkı Sıyrıl havaya girmemiş, “yea hocam benim g*tümde ayı bağırıyor. Yazabilsem, yazardım zaten. Ben sana kolaylık olsun diye, yıllık izin açıklamasını koy dedim. O sana gelmiyorsa, <yazarımızın yazısı elimize ulaşmadığından ötürü yayınlanmamıştır> ibaresi koy, gizem yap. Ne biliyim hacı abi, yap bişiler işte. Yapan nasıl yapıyor” şeklinde gazı savuşturmasını bilmiştir. “Yıllık izin neyse de, yazarımızın yazısı elimize ulaşmadığından ötürü yayınlanmamıştır ibaresi hepten geyik yahu. Sanki internet yok, sanki faks yok, sanki kurye yokmuş gibi, sanki posta güverciniyle yazı gönderiyormuş gibi bunu koyuyorlar açıklama diye. Resmen okuyucuya ayıp. Onun yerine yaz oraya
43
<yazarımız yazı yazacağına evde divx izlediğinden dolayı yazısını yazamayıp, eşeklik etmiştir, okuyucudan onun eşekliği adına özür dileriz. Hele bir tekrarlansın bu olay, o zaman yapacağımızı da biliyoruz> diye. Bak bakalım bir daha yazısını geciktirebiliyor mu?” diyerek sohbeti sürdürdüğümüz Sıtkı Sıyrıl: “Bak kardeşim hâlâ divx mivx diyerek bana laf sokmaya çalışıyorsun. Benim divx seyredecek vaktim mi var anasını satayım, son ütü diyorum sana, remayöz diyorum, İkitelli diyorum, atölye diyorum, sen kalkmış divx diyorsun bana,” diyerek ketum tavrını sürdürmüştür. “Sevgili Sıtkı, anlıyorum seni ama burada iki araba laf edeceğine şimdiye yazmıştın yazını, ben ne yazacağım sana ayırdığımız boş sayfalara, sen de bizi anlasana biraz,” diyerek bir umutla yazı kopartmaya çalıştığımız yazarımız, son olarak “Hacım bana farkmaz. Sayfayı boş mu basarsın, estetik ayağına karı, kız resmi mi koyarsın, yoksa bu konuştuklarımızı mı yazarsın bilemem...” diyerek telefonu kapatmış, akabinde telefonunu mesaj moduna alarak bizimle irtibatını kesmiştir. Eğer okuyorsa mesajlarını dinlemesini önerdiğimiz yazarımıza, yazı yazmamak için ayaküstü yazdığı son ütücü masalını yemediğimizi hatırlatır, bu masalın kurgusuna ayırdığı efor ile yazısını çoktan yazmış olacağını bildirir, valla kendisinin kaybedeceğini şifahen söyleriz.
Gölge Ekibi
Doğan Kardeş Bu aralar ilkokul 1. sınıfta okuyan oğlum için, devamlı takip edebileceği, hayal gücünü açacak, bol çizgi romanlı bir süreli yayın arayışındayım. Benim okuma maceram da hemen hemen aynı dönemde babamın elinde getirdiği bir Milliyet Çocuk (Baytekin Özel sayısı) ile başlamıştı. Çizgi romanlar hem hayal gücümü ve vizyonumu olabildiğince genişletmiş, hem de okuma yeteneğimi hızlandırarak güçlendirmişti. Çizgi Roman etiketi altında piyasada bulunan, büyüklerin genellemesiyle; Tommiks, Teksas’lar hangi aklıevvel yüzündendir bilmem, lanetlenmiş, eve uyuşturucu sokmaktan daha zor okunur olmuştu ama Milliyet Çocuk, Tercüman Çocuk, Güneş Çocuk, Doğan Kardeş gibi haftalık periyotlu dergiler hem büyüklere hoş gözüküyor, hem de çizgi roman okumayı masumlaştırıyordu. Oldukça hatırı sayılır bir takipçisi olan bu dergiler zamanla kapandılar ya da form değiştirdiler. O günlerden günümüze tamamen değişmiş ve Miço adını almış haliyle bir Milliyet Çocuk kaldı sanırım, ama tatsız tuzsuz ve ruhsuz bir şekilde… Bu arayış esnasında birden gözüme takılan Doğan Kardeş dergisi Marketin orta yerinde bir zaman tünelinden geçmeme sebep olacaktı az kalsın. Hiç düşünmeden dergiyi alıp, iyi avlanmış bir yırtıcı hayvan edasıyla evde bekleyen aç evladımın önüne attım! Ama açıkçası pek ilgilenmedi! Nedendir diye düşünürken dergiyi karıştırmaya ve konuya muvaffak olmaya başladım. Yeni Doğan Kardeş, şimdiki çocuklar için değil, bir zamanlar takipçisi olan ama şimdi kocaman adam olmuş çizgi roman müptelaları için yayınlanmaya başlamıştı. Türk çocuk dergileri arasında çok özel bir yeri olan ve Yapı Kredi Bankası’nın kurucusu Kazım Taşkent’in bir kazada kaybettiği oğlunun adını verdiği dergi, 1945 ile 1978 yılları arasında, otuz üç yıl boyunca aralıksız yayınlandı. 90’larda bir geri dönüş yapsa da bu kısa ömürlü oldu ve günümüze kadar hepimizin en özel çocukluk anılarında yer aldı. Doğan Kardeş, yıllarca Türk çocuk dergiciliğinin başını çekti ve yayınlandığı dönemde kalitesiyle ve doğru yönlendirmesiyle bir neslin hayatını yönlendirdi ya da değiştirdi. Bir sürü ünlü sima da çocukken bu derginin devamlı okuyucularıydı. Müjdat Gezen, İdil Biret, Suna Kan ve niceleri… Müzik tahsili için yurtdışında bulunan küçük Suna Kan dergiye yolladığı mektubunda şöyle diyordu: “İtalya’ya müzik ve kültür tahsiline gidiyorum. İleride büyük bir virtüöz olarak döneceğimi düşündükçe seviniyorum. Memleketimin bana sarf ettiği emekleri boşa çıkarmayacağım.” Bir Milliyet Çocuk fanatiği olarak, Doğan Kardeş’i, çok daha sonraları sahaflardan aldığım ciltleri sayesinde okuyup, sevmiştim. Milliyet Çocuk’a göre çeşitliliği az ve yayınladığı çizgi roman sayısı düşüktü ama Frankofonlar iyiydi. Doğan Kardeş Tortaks, Kahraman Ozan Hügo, İkiz Kardeşler, Profesör Tonton gibi nefis çizgi romanlar her yaştan meraklısıyla buluşmuştu ama artık köprünün altından çok sular akmıştı ve çizgi romanlar ve onları okuyanlar dâhil olmak üzere her şey değişmişti. Yeni Doğan Kardeş, çizgi roman’a odaklanmış olarak aylık periyoda yayınlanacak ve artık çizgi romanların seçiminden de anladığımız üzere bir yetişkin dergisi
45
olmuş. Çizgi romanlar seçilirken farklı türlerin bir araya gelmesine özen gösterilmiş, derginin ilk sayısında çizgi roman âleminin ustalarından Alexandro Jodorowsky’nin yazdığı, Mark Riou ve Mark Vigouroux’nun resimlediği kısa hikâyeler, kovboy Blueberry, Blacksad, Okko, Gecelerin Efendisi, Albatros ve David Fincher’ın sinemaya uyarlamakta olduğu Tetikçi gibi seriler var. Ayrıca yükselen manga çizgi romanı merakı da es geçilmemiş… 16 sayfalık bir manga eki dergiyle birlikte verilmekte fakat Manga ile yeni tanışan okurların kafasını karıştıracak kadar türle etkileşimi zayıf bu eki pek beğendiğimi söyleyemem, açıkçası derginin satışı için bir cazibe yaratacak gibi durmuyor. Eski kahramanların neredeyse ezberlenmiş öykülerinin farklı formatlarda yeniden, yeniden ve yeniden yayınlandığı ve giderek düşen satış rakamlarından bahsedilen Türk çizgi roman yayıncılığında yeni bir umut olarak algılansa da yeni Doğan Kardeş ile ilgili bazı çekincelerim de yok değil. Özellikle Aylık yayınlanan bir dergi için çok az sayfa sayısına ve reklâm almadığı için haklılığı bir yerde savunulabilecek, pahalı fiyat etiketine sahip derginin ne derece takip edilir olacağı büyükçe bir soru işareti haline geliyor. Geçtiğimiz yıllarda, bu piyasada büyük umutlarla başlayıp, birkaç ay da sona eren çizgi romanlardan sonra, haklı olarak, kimse aylarca takip ettiği bir macerayı yarıda bırakmak istemiyor. Doğan Kardeş’in önünde uzun ve zor bir yol var. İlk sayıyı bir zamanlar Doğan Kardeş okumuş tüm yetişkinler, şartlanmış bir duyguyla alacaklardır ama formatın bu denli değiştiği dergi onlar için sadece bir isim olmaktan öteye gitmeyecektir. Hatta yayınlanan kimi çizgi romanların, bunu bir çocuk dergisi sanarak alanlarda önce hayret sonra nefret hisleri yaratacağı bir gerçek, çünkü “Doğan Kardeş” ismi 33 yıl boyunca bir çocuk dergisi olarak insanımızın beynine kazındı. Şimdi aniden aynı isimle çıkan bir derginin tamamen farklı bir yayıncılık anlayışına yönelmesi bazıları için affedilecek bir durum olmayacaktır. YKY’nın bu isimde ısrar etmesi uzun vadede çeşitli tartışmaları getirebilir. Derginin bir sorunu da ilk sayının dağıtımının kısıtlı ve sorunlu yapılmış olması, fakat bu zamanla düzelecektir diye düşünüyorum. Tabii çizgi roman okuru için ilk sayıya sahip olmanın önemi nedeniyle eski sayıların bulunabilir olması da çok önemli. Ayrıca tam macera okumaya alışmış Türk çizgi roman okurları, beğendikleri çizgi romanı sadece 8 sayfa okuduktan sonra, 1 aylık bir bekleme süresinden oluşan bu sabır girdabına ne kadar dayanabilecekler, bunu zaman gösterecek. Doğan Kardeş umarım Türk çizgi romanına yeni umutlar ve takipçiler kazandıran güçlü bir yayın olur. İyice soluklaşmış karışık bir dünyada eski bir dostun hatırlattıklarına ve yeni sohbetlerine hepimizin ihtiyacı var çünkü…
Murat Tolga ŞEN midnight.blogcu.com
Doğan Kardeş, Yeniden 1945 yılında yayımlanmaya başladığında bir çocuk dergisiydi Doğan Kardeş. Sanırım bu dergiyi –okumamış bile olsa– bilmeyen yoktur. 33 yıl boyunca okurlarına bilgi veren, hikâyeler anlatan, onların resimlerini, şiirlerini yayımlayan Doğan Kardeş, yayıncılık tarihinin köşe taşlarından biri haline gelmiştir.Şu an yaşı bizlerden büyük olan birçok çizgi roman sever de, o zamanlar dergide bölüm bölüm yayımlanmakta olan Ateştop, Zero X, Küçük Kovboy Kit Kat, Süper 3 ve tabii ki Tarzan gibi maceralar sayesinde çizgi romanla tanışmıştır. 1978 yılına kadar devam eden bu serüvene nokta konduğunda, bir dönem de sona ermiş oluyordu. 1988 yılında, aradan 10 yıl geçtikten sonra, Yapı Kredi Yayınları dergiyi tekrar yayımlamaya karar verdi, ancak büyük umutlarla girişilen bu proje eskisinin yerini tutamadı ve 1993 yılında uzun bir açıklamayla yayın hayatına veda etmek zorunda kaldı. Sebep olarak ekonomik nedenlerin yanı sıra çok can alıcı bir etkenin altı çizilmekteydi: “… Okumayla esasen alışverişi olmayan toplumumuzda, okuma edimini ders çalışmakla özdeşleştirmiş bir eğitim ve öğretim sistemi yüzünden, okul kitapları dışındaki okumalara yer de yok, zaman da. Çocuklar ders çalışmaktan, … [sınavlara] hazırlanmaktan başlarını kaldırabildiklerinde televizyona yakalanıyorlar. Bunu da çok görmemeli onlara ve bu koşullarda Doğan Kardeş’in ekranla rekabete girişebileceği gibi hayallere kapılmamalı…” Şimdiyse yıl 2008. Çocukların her türlü bilgiye anında ulaşabildiği ve Internet aracılığıyla kendini ifade edebildiği mecralara çok rahatça ulaşabildiği bir zamanda yaşıyoruz. 1990’lı yıllarda televizyonla rekabet edemeyen bu çocuk dergisi formatının 2000’li yıllarda Internet’le başa çıkabileceğini düşünmek gerçekten zor. Bu nedenle Yapı Kredi Yayınları 1998 yılında atılan bu adımı tekrar etmemeye karar verdi: Eski Doğan Kardeş’in yeri bambaşkaydı, formatı o dönemin ihtiyaçlarına ve beklentilerine cevap verebiliyordu, ancak bu ismin –ki Yapı Kredi Bankası’nın kurucusu Kazım Taşkent’in 1939 yılında bir kaza sonucu hayatını kaybeden oğlu Doğan Taşkent’in anısına çıkarılan bir dergidir Doğan Kardeş– yaşaması isteniyorsa bambaşka bir format ve içerikle diriltilmeliydi. İşte bugün elinizde tuttuğunuz yeni derginin ardında 63 yıllık bir geçmiş yatıyor. Aradan geçen yıllarla birlikte derginin de büyüdüğünü söyleyebiliriz: Artık “her yaştan gençlere” hitap eden bir çizgi roman dergisi haline geldi. Birinci sayıyla beraber vampir öyküsünden detektiflik hikâyesine, efendisiz samurayların maceralarından Alexandro Jodorowsky’nin kısa öykülerine çok farklı türlerde çizgi romanı bir araya getirerek yayın hayatına tekrar merhaba diyen dergi, bana göre bir açıdan eskisinden çok da farklı olmayan bir yaklaşımı ortaya koyuyor: 20. yüzyılın ortasında çocuklar için kendilerini ifade edebilecekleri benzersiz bir alan yaratmıştı, 21. yüzyıldaysa ülkemizde kemikleşmiş bir meraklı kitlesini saymazsak çok az bilinen bir sanat dalını sayfalarına taşıyarak, neredeyse hiç yerli üretimin olmadığı bir ortamda bu kez de gençlerin kendilerini ifade edebilecekleri potansiyel bir alan yaratmış durumda.
Deniz K. PALA Doğan Kardeş Dergisi Editörü
47
48
Daha önceleri dergix.com adresinde fırtınalar estiren Efsane e-dergi “Xasiork
Dergi”, yeni kadrosu ve yüzüyle
Mart 2008’de geri döndü!
Üç ayda bir www.xasiork.biz adresinde yayınlanacak olan dergi; polisiye, korku, bilimkurgu ve fantastik kurgu türlerindeki yazılarla öykülere yer verecek ve hem yüz sayfayı aşkın geniş içeriğiyle hem de kaliteli tasarımıyla göz dolduracak. Yirmiden fazla kişinin ilk sayısına katkıda bulunduğu Xasiork Dergi, elektronik dergi anlayışında da yeni bir sayfa açmak amacında. “…Ve işte Xasiork kutsal bir yılan gibi deri değiştiriyor, yeni nesillere bayrak teslim ederek yeni efsaneler üretmeye devam ediyor. Bu bir devir teslim töreni. Amacımız geçmişi övmek değil, yeniyi kutsamak ve vaftiz etmek. Xasiork Dergi bu ‘Ölümsüz Öykü Kulübü’nden çıkan kitaplı yazarlara yenilerini ekleyerek anıtı yüceltecek.” Orkun Uçar