Gölge e-Dergi 8. Sayı

Page 1

SAYI

8

MAYIS 2008

KARANLIK ŞEHİR KAMÇILI ADAM DÖNÜYOR BAK BİRADER BAŞIMIZ BELAYA GİRECEK IRON MAN- BİR SİSTEM ADAMI OLMAK STAR WARS : EFSANEYİ YARATANLAR


GÖLGE | Mayıs ‘08

Editör Konuşuyor

Merhaba Gölge’mizin iflah olmaz müdavimleri...

Klasik bir giriş yapmayı tercih ediyoruz hep. Anlaşılmamız kolay olsun diye. Ve yine aynı cümleler, aynı sözcükler. Gölge e-Dergi 8. sayısı ile monitörünüzde size gülümsüyor... Tamamen “ya birader rica etsek” mantığı ile, yani gönül işi, el emeği olan dergimiz aylık yayın yapmanın tüm zorluklarını aşarak bir kez daha karşınızda...

Gölge’den iki sürprizimiz var çok yakında:

Birincisi Özel Sayı’mız. Eylül ayında yayımlanacak ‘Gölge e-Dergi Öykü Özel Sayısı‘ için macera, korku, polisiye öykülere yer vereceğiz. Gerekli ayrıntıları dergimizin içinde bulabilirsiniz... İkinci sürprizimiz ise Temmuz ayında, dergimizle birlikte çıkacak olan ‘Manga Özel Sayısı’ olacak. Anitolia çeviri takımı tarafından hazırlanacak olan bu ‘Özel Sayı’da Anatolia takımının çevirdiği mangaların incelemelerini bulabileceksiniz. Sözün özü, Gölge dopdolu ve durmuyor, koşmuyor da uçuyor. Ne oluyor diye sormayın, biz de kapıldık bir rüzgâra, gidiyoruz işte...

Mustafa Emre ÖZGEN golge.editor@gmail.com

Bu dergide yayınlanan tüm yazı ve çizimler yazarlarına-çizerlerine aittir İzinsiz alıntı yapılamaz, yayınlanamaz Yazıların içeriğinden yazarları-çizerleri sorumludur Editör: Mustafa Emre Özgen Gölge Yayın Kurulu; Oğuz Özteker, Utku Tönel, Şükrü Bağcı, Ahmet Yüksel Dergimize yazarak ve çizerek katkıda bulunabilirsiniz. www.hayalsaati.com Gölge e-dergi de yazar ve çizere her zaman ihtiyaç duyulur. Yazmak-çizmek gibi bir yeteneğiniz varsa golge.editor@gmail.com dan bize ulaşabilirsiniz. Ve ünlü şair Goethe demiş ki

“Dünyanın en önemsiz işini yapmak, yarım saati değersiz saymaktan iyidir” Zamanınızı iyi kullanın Gölge’yi okuyun Gölge’ye yazın ;) Aylık süreli yayın (Sayenizde)

2


İçindekiler Kapak

Bülent SARILAR

Editör Konuşuyor Mustafa Emre ÖZGEN Sayfa 2 Iron Man – Bir Sistem Adamı Olmak Ümit KİREÇÇİ Sayfa 4 Aile Bağları Oğuz ÖZTEKER Sayfa 8 Uğursuz Yazan: Filiz ATA Çizen Cemal KELEŞOĞLU Sayfa 12 Ellen Ripley Masis ÜŞENMEZ Sayfa 14 Özgürlerin Kaderi Hikmet Temel AKARSU Sayfa 17 The Secret Life Of Words Barış SAYDAM Sayfa 20 Bak Birader Başımız Belaya Girecek Mustafa Emre ÖZGEN Sayfa 22 Slam Dunk Onur KÜÇÜK (kazegami) Sayfa 24 VII. Bölüm : Zehirli Hap Utku TÖNEL Sayfa 27 Kamçılı Adam Dönüyor Hasan Nadir DERİN Sayfa 32 Karanlık Şehir Volkan KURUT Sayfa 35 Star Wars : Efsaneyi Yaratanlar Cansu KORKMAZ Sayfa 44 Deli Serkan KÖSE Sayfa 47 Kull, Conan ve Solomon Kane İçin Yeni Bir Başlangıç Çeviren : Utku TÖNEL Sayfa 48 Toros İle Hâmile Sıtkı SIYRIL Sayfa 49 Festival Günlüğü Eda İHTİYAR Sayfa 53


GÖLGE | Mayıs ‘08

IRON MAN – BİR SİSTEMİN ADAMI OLMAK Iron Man (Demir Adam), bir dönem ülkemizde de yayınlanmış seriye adını veren bir Marvel Comics kahramanıdır. İlk kez 1963 senesinde DC’den ayrılarak Marvel’a geçen Stan Lee’nin o dönem yarattığı ve okuyucuya sunduğu kahramanlar silsilesi içerisinde okuyucuyla buluşmuştur. O sene X-Man, Spiderman, Fantastik Four, Daredevil, Silver Surfer, Hulk gibi kahramanları da çizgi roman dünyasına kazandıran Stan Lee, tümünün ölümsüz olacağını biliyor muydu acaba?

STAN LEE ve ÇİZGİ ROMANDA BİLİM Iron Man’in hikâyesine girmeden önce belki de biraz Stan Lee’den ve onun kahramanlarından bahsetmek gerekir. Yukarıda adı anılan ve anılmayan Lee kahramanlarına baktığımızda ortak bir yan görürüz: Bilim. DC Comics’in aksine kahramanların yaratılmasında “neden-sonuç” ilişkisini gerçekçi bir yapı üzerine kurmayı tercih eden Stan Lee, yaşadığı dönemin atom bombası, nükleer kâbusu, soğuk savaş korkusu üzerine çeşitlemeler yaptığı dikkat çeIron Man’in ilk kapağı kicidir. Ancak Lee bilimin olası tüm korkulu yanlarına rağmen insancıllığı ön planda tutarak bilimin yarattığı kahramanlarla dünyayı ve iyileri korumayı hedeflemiştir. Aynı zamanda uyarlama ustası olan Lee gerek bilimkurgu eserlerden, gerek o dönem TV-sinema kahramanlarından, gerekse sosyal gelişmelerden başarıyla yararlanmıştır. Radyasyonun (atomun) yaratabileceği ucubelerden kahramanlar yaratmıştır Lee. Uzaya giden ve belki de hastalanarak-değişerek dönebilecek astronotlar endişesinden süper bir aile ortaya çıkarmıştır. Biraz Doktor Jeykil-Mister Hyde, biraz “Fareler ve İnsanlar”, biraz da bilimin yarattığı sevgisiz Frankenstein, işte Hulk. Arthur C. Clarke’ın “Son Nesil “romanından uyarlanan” Silver Surfer. Ve diğerleri… Tümü de bilimi insanlık yararına kullanmayı hedefleyen harika kahramanlar. Ve elbette onların tersine bilimi ve elde ettikleri güçleri kötülük için, insanlığı boyunduruk altına almak için kullanmaya kalkışanlar da ortaya çıkar. Lee, her şeyin karşıtlarıyla var olduğunu bilir ve uygular. Bu noktada gerçekten unutulmaz kötüler yaratır ve Alfred Hitchok’un “kötü adam yetersiz ise film kötüdür” tezini ortaya koyar. Örümcek Adam Dr. Ahtapotla, Hulk Lider’le, Fantastik Four Dr. Doom’la, X-Man Magneto’yla savaşır dururlar. Bilim adamı olan veya bilim sayesinde ortaya çıkan tüm kahramanlar karşıtlarıyla var olur, bilimi insanlığa kötülük yapmak için kullananlarla mücadele ederler. İşte Iron Man, bu bilim adamı silsilesinin tam merkezindedir. Ancak diğerlerinden oldukça farklı bir konumdadır. Diğerleri bireysel olarak okuyucuya mesajlar iletirken Demir Adam, Tony Stark bir sistem adamı olarak mesajlar iletir.

4


IRON MAN Yazar/Editör Stan Lee fikrini, yazar Larry Lieber yazımını, Don Heck ve Jack Kirby çizimini ortak yaratmışlardır kahramanımızın. İlk kez Tales of Suspense’in 1963 yılı Mart sayısında sayfalara taşınan öyküsüyle Tony Stark oldukça etkileyici bir giriş yapmıştır. Hikâyesi tam olarak şöyledir: 15 yaşında MIT’ye kabul edilen bilim dehası Tony silah endüstrisinin en büyük temsilcisi STARK Endüstrisinin tek varisidir. Ailesini bir araba kazasında kaybeden Tony şirketin başına geçmeye mecbur kalır. Tam bir komünizm karşıtı olan kahraman, Vietnam’da yeni tasarlanan silahların denemelerini görmeye gittiğinde yaralanır ve esir düşer. Düşman, onun kimliğini anlayınca kendileri için silah tasarlamasını ister. Tony, bunu yapmak yerine ölmeyi tercih edebilecektir. İşin komiği zaten kalbinde sorun vardır ve hemen önlem almazsa, tercih hakkını kullanmasına gerek kalmadan huzura erecektir. Zindanda Uzakdoğulu başka bir bilim adamıyla tanışan Tony “silah üretiyorum” yalanıyla hem kalbini koruyacak, hem de kendisini kurtarabilecek bir tasarım üzerinde ortak çalışmaya başlar: Demir Adam Kostümü (zırhı). Sonunda kostüm (zırh) tasarımı biter, Demir Adam serbest kalır ancak ona yardımcı olan bilim adamı vurulur. Tony evine döner. İşadamı - süper kahraman kimliklerine sahip karakterler arasında Tony, bana göre, DC comics’in kahramanlarından bazılarıyla benzeşir. Biraz Bruce Wayne, biraz da Oliver Queen (Green Arrow)’dir. Bruce Wayne gibi playboy, zengin, yetim, bilim becerisi olan, özel zırhlar, silahlar tasarlayabilen, dünyanın her yanındaki şirket şubeleriyle muhteşem bir imparatorluğun hâkimidir. Buna karşın Oliver Queen gibi, silah üretmekte olan bir şirketin (QUEEN INDUSTRYS) de sahibidir. Ancak Oliver’la aralarındaki tek fark Tony’nin sistem adamı oluşu, Oliver’in ise ürettiği silahlarla ölenler olduğunu bizzat görünce, şirketini terk ederek sokaklarda yaşamaya karar verecek kadar asil oluşudur.

SİSTEM ADAMI OLMAK Her ne kadar Captain America, Marvel Comics’in Amerikalılara göre en vatansever, bizdeki birçok kişiye göreyse en faşizan kahramanı olduğu varsayılsa da, dikkatli okunduğunda Iron Man’in alttan alta çok da rahatsız edici bir sistem adamı olduğu görülür. Belki de başarılı birçok sanat yapıtında olduğu gibi “mesajını doğrudan vermediği için” daha az dikkat çeken, başarılı bir çizgi romandır Iron Man bu bağlamda. Ancak zaman içerisinde çizdiği politik grafik artık düşüncelerini saklamakta zorluk çekmesine neden olur. Amerikan dış politikasını Iron Man’den izlemek mümkündür. Gerçi sosyal gelişmeleri takip eden birçok çizgi romandan takip etmek de mümkündür ama özellikle sistemi haklı çıkaran ve çoğunlukla yönetimi destekleyen sonuçlara ulaşan Demir Adam hükümet politikaları düzeyinde bir takibi mümkün kılıyor. 1963’de antikomünist olan Tony, savaş bitince ciddi bir boşluğa düşer. O dönemde yaratılan Çinli, Rus, Latin


GÖLGE | Mayıs ‘08 Amerikalı baş düşmanlar birden sıradan öykülerin aktörleri durumuna düşerler. Bu boşluğu soğuk savaş ve nükleer paranoya alt yapısı doldurmaya çalışır. Ancak bu da yetersiz kalır ve uluslararası terör imdada yetişir. Derken bu da yetmez. Bunun üzerine daha önce kalp rahatsızlığıyla “insansı” zaafı hatırlanan Tony’ye “alkolizm” yakıştırılır. Bu da seride fazla beyaz olan karakterler sürüsü arasından bir zenciye Iron Man olma şansının tanınmasını sağlar. Daha sonra War Machine adıyla kendi kostümüne kavuşacak olan bu karakter uzunca bir süre Tony’nin yerine Demir Adam’lık yapar. Hatta çok uzun süre. Bir dönem, Tony kostümü hiç giymez bile kendi serisinde. Hep hastadır, yataktadır ve hatta bir defasında da ölür, öldü sanılır. Ve sistem ilerler. 1990’larda Irak işgaliyle Demir Adam yeniden hayat bulur. Bu arada kostümünden ilham alınan 5 demir adamlı bir grup kurulur ve terörle mücadelede önemli yan hikâyelere girişilir. Hatta bir sayıda teslim olan teröriste “etmeseydin” denilerek infaz uygulanır. Şimdilerdeyse Tony, Civil War (İç savaş) hikâyesiyle de, Illuminati grubuyla da, World War Hulk hikâyesiyle de sürekli olarak sistem adamlığını ortaya koyuyor, arkadaşlarıyla ciddi zıtlıklar yaşıyor ve dayaklar yiyor. Gözden kaçıyor ama işin ilginç tarafı Captain America’nın ölümünün altında da Örümcek Adam’ın kimliğini açıklayarak sevenlerinin hayatını tehlikeye soktuğu için şeytanla anlaşma yapmasına da Demir Adam’ın sisteme fazla bağlı kalışı yatıyor. Önümüzdeki günlerde dıştan – içe dönen Amerikan politikasının nasıl şekilleneceğini şimdiden söylemek mümkün olmasa da Demir Adam serisinde takibinin mümkün olduğu aşikâr gibi.

DÜŞMANLAR Kahramanların karşıtlarıyla var olduğu tezine dönersek ve sistem adamı iddiasını biraz daha açmak ve desteklemek istersek Demir Adam’ın düşmanlarına bakmak yararlı olacaktır. Iron Man’in mücadele ettiği küçük çaptaki hırsız, bilim-sanayi casusları, ortak savaşılan Marvel Evreni kötülerini bir kenara bırakarak doğrudan baş düşmanlarına bakalım:

6

Mandarin: Uzaylı teknolojisinden elde ettiği güç yüzükleriyle kötülük yapan Çinli bilim adamı. Crimson Dynamo: Demir Adam benzeri kostümlü Rus. Dr. Doom: Fantastik Dörtlü’nün de düşmanı olan bilim dehası diktatör. Fing Fang Foom: Dünyaya bir tür silah teknolojisi getiren uzaylı ejderha. AIM: Uluslar arası terör grubu. Justin Hammer: Teröristlere de silah satan, etikten uzak rakip firma sahibi. Immortus: Gelecekten gelen Fatih Kang’ın bir versiyonu. Tony, sistemin geleceğini de kurtarır. Radioactive Man: Radyasyon emen ve kullanan Çinli bilim adamı. Temugin: Mandarin’in oğlu. Titanium Man: Özel tasarımlı zırhlı başka bir Rus. Unicorn: Titanium Man’in hamiliğini yaptığı başka bir Rus.


DEMİR ADAM VE ÇİZGİ ROMAN Amerikan silah teknolojisinin tezahürü, biçimlenmiş hali olan Demir Adam denizde, havada, karada, uzayda, yer altında, yer üstünde, başka boyutlarda ve zamanlarda her zaman üstün olunacağının mecazi bir yansımasıdır. Yapısalcı bir çözümlemeyle incelenecek olsa, belki daha onlarca şey daha söylemek mümkün olurdu bu konuda. Demir Adam 1968 senesinde kendi serisine kavuştuğu o günden bu yana kendi adıyla 400 civarında sayıya ulaşmış. Tümünde de maalesef dünyayı kana bulayan bir gücün başarılı bir yansıması olabilmiş. Belki ara ara sistemi eleştiren Marvel comics yayın politikasında sistem adamlığı imajını kırmış da olsa Demir Adam biraz da yayınevi kahramanları arasındaki sistem temsilcisi konumundadır. Bu şekilde “karşı taraf” temsilcisi olarak sistem eleştirisinin yürütülmesini de sağlamaktadır. Marvel’ın tüm yönüyle sistemin sesi olduğunu söylemek bu noktada yanlış olur. Marvel’ın fazlaca yanlış tanınan Captain America’sı ve çok sevilen The Avengers’i vasıtasıyla Amerikan politikalarının eleştirildiği gerçeğini unutmamak gerek.

Iron Man işte kendine tam da bu merkezde misyon edinmiş gibi.

Ümit KİREÇÇİ http://cizgiromanokurlariplatformu.blogspot.com


GÖLGE | Mayıs ‘08

AİLE BAĞLARI

Yetmiş üç yaşındaki Hakkı Öncüler hastane odasındaki yatağında gözlerini açtığında, sadece nasıl olup da buraya geldiğini değil, neden burada bulunduğunu da bilmiyordu. Ama buradaydı işte… Hem de otuz altı saatten biraz daha uzunca bir süredir. Tabii o bunun da farkında değildi çünkü kazadan sonra ilk defa gözlerini açıyordu. Üstelik kendini çok da iyi hissediyordu. Koluma bağlı olan serum şişesinden verilen ilaç epey etkili olmalı, diye düşündü. Bilinci hepten yerine gelip, görüşü netleşince, bakışlarını odanın içinde dolaştırdı. Yanı başındaki sandalyede oturan kadını görünce şaşırdı. Odada, bir başkasının bulunduğunu fark etmemişti. Işık saçan ve umut veren gözleriyle ona bakan kadın, “Aramıza döndüğüne çok sevindim,” dedi gülümseyerek. “Ben de, yeniden seni görebildiğime çok sevindim Melike!” Kısa bir sessizlik anında, sadece gözleri konuştu… “Her zamanki gibi hem çok şahane, hem de çok alımlısın sultanım,” dedi Hakkı Bey ve yataktan doğrulmaya yeltendi ama kendinde bu gücü bulamadı. Adamın sol elini avuçlarının içine alan Melike Hanım, “Ah şu latifelerin yok mu, beni baştan çıkaran da bunlardı zaten… Lütfen kıpırdama bey. Daha çok erken… Gücünü toparlayabilmek için biraz daha sabretmelisin. Uyum sağlamak vakit alıyor,” dedi. “İyi ama niçin buradayım, bari bunu izah et bana…” “Şişşştt… Bunları daha sonra konuşuruz. Bak, Nalân’la Didem de buradalar…”

8


Bakışlarını yatak ucuna çevirdi Melike Hanım. Hakkı Bey de aynı şeyi yaptı. “Aman ne hoş, güzel torunum da buradaymış… Merhaba Didem’ciğim, nasılsın bebeğim? Gel de sana bir sarılayım…” Daha geçen ay yedinci yaşını tamamlamış olan Didem, yataktaki dedesinin yanına havada süzülürcesine, usulca ulaştı. Kollarını yaşlı adamın boynuna dolayıp, “Seni çok özlemiştim dedeciğim, iyi ki geldin,” dedi. Torununun sevgi gösterisi ve o eşsiz kokusu öylesine mutlu etmişti ki yaşlı adamı, nereye geldiğini düşünmedi bile… “Merhaba babacığım,” dedi Didem’in hemen ardında dikilen gelini, Nalân, “şimdi nasıl hissediyorsunuz kendinizi?” Öz kızı gibi severdi Nalân’ı. Belki de bininci defa, Kenan’ın yaptığı en akıllıca iş bu kızla evlenmek oldu, diye düşündü… Sahi, hanımı, gelini ve torunu buradayken, oğlu Kenan neden yoktu? “Sağ olasın kızım, iyiyim; hem de çok iyiyim. Öyle iyi hissediyorum ki neden hâlâ burada bulunduğumu anlayamıyorum. Üstelik annen, beni hareket ettirmemekte ısrarcı davranıyor. Hele bir çağırın bakayım şu doktoru da, neyim varmış, neyim yokmuş öğrenelim. Kendimi bu kadar sağlıklı ve dinç hissederken, niçin bu hastane odasında kalmam gerektiğini bana bir anlatsın bakayım.” “Buna hiç gerek yok dede, istersen bunu sana ben de açıklayabilirim.” “Didem, lütfen sakin ol biraz! Zamanı gelince elbet durumu açıklayacağız ama şimdilik bırakalım da biraz kendine gelsin. Adaptasyon zorluğu yaşamaması için ona şans tanımalıyız,” dedi küçük kızın annesi. “Neler söylüyorsunuz kuzum siz? Gençliğimi İkinci Cihan Harbi senelerinde yaşadım, akabinde Kore Savaşı’na katıldım ben! Allah’a şükür, tüm bu zorluklarla sağ salim baş edebildim… Lakin siz kalkmış şanstan bahsediyorsunuz. Benden şanslı adam mı olur yahu, baksanıza her biri diğerinden değerli, harikulade hatunlar çevirmiş etrafımı… Haydi, beni daha fazla merakta bırakmayın da, çıkarın baklayı ağzınızdan.” “Heyecanlanma Hakkı Bey, birazdan duyacakların daha farklı şeyler olacak…” “Deyiverin bakalım, diyeceğinizi. Kurt misali kocadık ya, maskaranız mı olduk şimdi?” “O nasıl söz bey? Bizim en büyük desteğimiz, hepimize kol kanat geren, evvela bizlerin mutluluğu için çaba sarf eden, ailemizin yegâne sağlam çınarıydın sen…” “Eee bütün bu sır saklamalara sebep nedir öyleyse?… Hem söyleyin bakalım, Kenan denen zıpır nerede? Nadide eşim, biricik torunum yanımda. Hanım kızım da burada, pekiyi oğlum olacak o hayırsız nerede?” “Sinirlenme bey, elbet o da gelecek… Lakin henüz vadesi dolmuş değil. Oğlumuza kızmayı bir tarafa bırakmalı, bilakis onun adına sevinmelisin. İşte olup biten bu!” Kısa bir sessizliğin ardından yeniden devam etti Melike Hanım, “Gene karşındayım ama üç yıl evvel aranızdan ayrıldığımı anımsamıyor musun?” 1773’te Mühendishane-i Bahr-i Hümayun, yani İmparatorluk Deniz Mühendis-


GÖLGE | Mayıs ‘08 hanesi olarak kurulan okulu, bugünkü adıyla İstanbul Teknik Üniversitesi’ni, 1957 yılında dereceyle bitiren makine yüksek mühendisi Hakkı Bey, zeki bir adamdı. Eşinin neler söylediğini idrak etmesi fazla uzun sürmedi… Tabii ya, nasıl da unutmuştu? Daha iki gün önce gelini ve torunuyla birlikte, oğlunun kullandığı otomobille Şile’deki yazlıktan İstanbul’a dönerken, kırmızı ışığı fark etmeyip, bir anda ana yola çıkan alkollü şoförün kullandığı kamyonla çarpışmışlardı. Nalân’la Didem, hurdaya dönen arabanın içine sıkışmış ve olay anında vefat etmişlerdi. Birkaç kaburgası çatlayan oğluyla birlikte hemen hastaneye götürülen ancak beyin sarsıntısı nedeniyle komaya giren Hakkı Öncüler’in yaşlı kalbi ise on dakika öncesine kadar yaşam mücadelesi veriyordu. Ancak bu anlamsız direnişin artık kimseye bir faydası kalmamıştı. Kozasından çıkan kelebek misali, vücudundan uzaklaşan benliği bir eliyle eşini, diğeriyle torununu tutuyor, çemberi tamamlayan geliniyse, tam karşısında, onunla birlikte göğe yükseliyordu. Ailenin yeniden bir araya geldiğine mi, yoksa oğlunun yaşadığına mı sevinsin bilemezken, çok şeyden mahrum kalıp, henüz küçük ve masum bir çocukken hayata veda eden torunu Didem için, gözlerinden yaşlar süzülüyordu.

Oğuz ÖZTEKER oguzozteker@yahoo.com

Vinyetler Mehmet GÜLERYÜZ www.mehmetguleryuz.net

10


Öykü Özel Sayısı Gölge e-dergi “Öykü Özel Sayısı” için Polisiye / Bilim kurgu / Fantastik kurgu/ Korku öyküleri topluyoruz Bu “Özel Sayı”da daha önce hiçbir yerde yayınlanmamış öykülerinize yer vermemizi isterseniz, Times New Roman karakteriyle 12 punto, A4 ile 4 sayfayı geçmeyen ve belirttiğimiz türlere uyan öykülerinizi golge.editor@gmail.com dan bize ulaştırabilirsiniz. Son teslim tarihi 1 Haziran 2008’dir. Seçilen öyküler, daha sonradan açıklayacağımız tarihte, internet ortamında yayımlanacak olan “Gölge e-dergi Öykü Özel Sayısı” e-dergisinde yer alacaktır. Değerlendirmeler, Gölge e-dergi yayın kurulu üyeleri tarafından yapılacaktır. Aylık olarak yayınlanan Gölge e-dergiye www.hayalsaati.com ‘dan ulaşabilirsiniz

Son katılım tarihi 1 Haziran 2008 Ödüllü bir yarışma değildir Gölge yayın kurulunun belirlediği üç katılımcıya Jbc Yayınevi tarafından “30 Gün Gece” çizgi romanı armağan edilecektir




GÖLGE | Mayıs ‘08

ELLEN RIPLEY Eski sayılarımızı okuyanlar bilirler. Her şey Sıtkı Sıyrıl’ın “Neden kızlar çizgi roman okumaz?” adlı yazısı ile başladı. Tartışma bir sonraki sayıda kadınların cevapları ile ilerledi. Ortalık kan gölüne döndü (mecazi anlamda tabii). Peki ya kadınlar niye aksiyon filmlerinde kahraman olamaz? Hiç düşündünüz mü? Ne kadar sayıca az örnekleri olsa da, tabii ki de olabilirler ve olmalıdırlar. Sinema tarihinin en önemli kadın kahramanı hiç şüphesiz ki Sigourney Weaver’ın ete kemiğe büründürdüğü Alien serisindeki Ellen Ripley karakteridir. Sinema salonlarında ilk görüldüğünden bugüne otuz yıl geçmiş olmasına rağmen hala Ripley kadar güçlü bir kadın aksiyon kahramanı çıkamamıştır. Genelde her olayda kadın erkek ayrımı yapıp kadınlara haksızlık edildiğini vurgulamaya çalışan feminist yazarlara sinir olsam da, Ripley’i düşününce ve aksiyon filmlerinde kadının rolüne baktığımda ortada tehlike durumunda ciyak ciyak bağırıp testosteron yardımı ile olaydan kurtulmaya çalışan kadınlardan başka bir şey görmek mümkün değil. Ne yazık ki aksiyon seyircisi genelde Bond, Die Hard, Terminator gibi serilerde gördüğümüz şekilde hep olayları bir erkeğin çözmesini bekliyor. Terminator’de Sarah Connor gibi bir karakter biraz işi kurtarıyorsa da diğerler seriler için durum hiç de iç açıcı değil. Bu arada iki seride de James Cameron parmağı olduğunu belirtmekte fayda var. Kendisinin bir süre Sarah’ı oynayan Linda Hamilton ile de evli kaldığı düşünülürse sanırım erkeksi görünümlü kadınlardan hoşlandığını söyleyebiliriz (talibi varsa duyurulur). Sinemada sanırım bu ayrımcılığın ortadan kalkması için en başta kadın seyircilerin de aksiyon, bilim kurgu, korku gibi türlere gereken önemi vermeleri gerekiyor. Çünkü seyirci erkek olunca, dünyayı kurtaran kahramanın da kendisi gibi biri olmasını bekliyor. Ripley karakteri sinema filmleri içinde yine de bir kapı açmayı başarmıştır. Son yıllarda Lara Croft, Elektra, Resident Evil, Aeron Flux gibi bazı filmler hep Alien’ın başarısından ortaya çıkabilmiştir. Amerikan Film Enstitüsünün 2003 yılında yaptığı en büyük aksiyon kahramanları listesinde, Ripley karakterinin sekizinci sırada yer alması ve üstünde bulunan tek kadın karakterin ise Kuzuların sessizliği’nden Clarise Starling olması durumu özetliyor sanırım. Bu ikisi dışında sinema tarihinde güçlü bir kadın karakter bulmak mümkün değil. Yıllardır senaryolarda kadın karakterlere ne kadar haksızlık yapılmış olursa olsun, Alien ile Ellen Ripley’e bahşedilen rol tüm sinema tarihinden öç alabilecek kadar güçlüdür. 1979 yapımı bir bilim kurgu filminde başrolü bir kadına vermek de sanırım sadece Ridley Scott’un cesaret edebileceği bir risktir. Beyaz perdeye en çok yakışan bu hatunu biraz daha tanımakta fayda olduğunu düşünüyorum. Böylece belki gelecekte yapılacak filmlerde örnek alınabilir. Alien filmi ile ortaya çıkan Ellen Ripley, 2092 Olimpia, Luna geze-

14


geni doğumludur. Amanda Ripley MacLaren adında bir kızı vardır. 2122 yılında Weyland-Yutani co tarafından USCSS Nostromo gemisinde çalışmak üzere işe alınır. Gemi dünyaya Thedus gezegeninden maden taşımaktadır. Ripley ve gemi mürettebatı Hiperuyku durumunda iken, gemi onları uyandırır ve geçmekte oldukları bir uydudan farklı bir sinyal geldiğini söyler. Bir kurtarma operasyonuna girişen ekip, kafaya saldırıp parazit bırakan bir yaratık ile gemiye döner. Ripley karantina kuralları gereği yaralıyı içeri almak istemese de daha sonra android olduğunu öğreneceği kişi tarafından ihanete uğrar. Parazit bir süre sonra yaralının içinde büyüyerek gelişir ve dışarı çıktığında terör başlar. Ripley, şirketin gizli bir sırrını da öğrenir. Değişik yaşam formları bulunduğunda, şirket, mürettebattan yaşamı pahasına örneği getirmesini istemektedir. Ripley mürettebattan son kalan olarak gemiye kendi kendini yok etmesi emrini verir ve bir kurtarma gemisi ile uzaya çıkarak kurtulur... İkinci filmimiz Aliens tam da buradan başlar. Ripley 57 yıl boyunca kurtarılmayı beklerken uykuda kalmıştır. Uyandığında kızının 66 yaşında öldüğünü öğrenecektir. Teğmen rütbesine terfi eden Ripley uzun uğraşlar sonucu tekrar bir kurtarma görevine atanır. Şirketin yaptırmış olduğu yeni enerji santralinden haber alınamamaktadır. Askeri ekip gezegene ulaştığında yine yaratıkların saldırısına uğrarlar. Ancak bu sefer yaratıklar hem sayıca çok daha fazla, hem de daha güçlüdürler. Ripley gezegenden kurtardığı Newt adlı küçük kız, yaralı bir asker ve yarım bir android ile kurtulur. Alien3 David Fincher’ın ilk filmi olması dolayısı ile bende ayrı bir yeri vardır. Filmde Ripley’in önceki macerasında yaratık parazitine maruz kaldığını öğreniriz. Fury adlı bir gezegene düşmüştür. Sadece erkeklerin çalıştığı, hapishane olarak kullanılan bu gezegende aşkı bulurken şirketin kendini ve embriyoyu ele geçirmemesi için hayatını feda edecektir. Bu filmde özellikle Ripley karakterinin bir erkekle ilişkiye girmesi fanlar tarafından çok yadırganmıştır. Ayrıca filmin sonunda kendini ateşe atan Ripley’in içinden yaratık çıkarken kendi bebeğimiz gibi ona sarılması gibi duygusal bir bölüm vardır. Ripley öldükten yıllar sonra tekrar Alien filmi çekmek isteyen yapımcılar karakteri tekrar canlandırmak için klonlama yöntemini düşünürler ve Alien Ressurection ortaya çıkar. Şirket yaratığa kavuşmak için Ripley’in DNA’sını klonlamıştır. Ancak birçok başarısız klondan sonra ana karakterimiz Ripley 8 ortaya çıkar. Ripley 8, Alien ile İnsan kırmasıdır. Bu yüzden üstün güçleri vardır. Ancak kendisinin klon olduğunu öğrendiğinde kontrolden çıkarak deforme Ripley klonlarını yakacaktır. Filmdeki Alien ile sevişme sahnesi oldukça tartışma yaratmıştır. Filmin sonunda Ripley 8 kurtularak dünyaya iner ve bilinmeyen geleceğine doğru adım atar. Ripley’in karakteri filmlerin dışında da birçok çizgi romanla geliştirilmiştir. Alien vs Predator filmi ile ise olay örgüsündeki ana karakter olmaktan çıkmıştır. Ripley’in herhalde en büyük başarısı 4 film arasında geçen onca yıla rağmen Sigourney Weaver’ın karizmasından bir şey kaybetmemesi, hatta üstüne koymuş olması. Weaver’ın oyunculuk gücü ve eğitimi dolayısı ile de yarattığı karaktere ayrı bir güç katması başarıyı tetiklemiştir.


GÖLGE | Mayıs ‘08 Birçokları için uyku kapsüllerinden iç çamaşırı ile çıktığı sahne sinema tarihindeki en seksi sahnelerdendir. Weaver’ın ince ama kaslı yapısı, silahları kuşandığında Arnold’a bile taş çıkaracak görüntüsü ile bir aksiyon yıldızı olduğunu kanıtlamaktadır. Burada üstünde durmamız gereken bir nokta daha var. Ripley seri boyunca kadınlığının her tür sorunu ile karşılaşsa da görüntü olarak özellikle aksiyona boğulduğumuz yerlerde çok erkeksidir. Weaver’ın yarattığı karakterin arkasındaki güç sanırım buradan gelmektedir. Ripley karakterinin başarısından yola çıkarak bir kadın süper kahramandan beklentiler sanırım şu şekilde sıralanabilir: aAptal görünme: Ripley her olayda soğukkanlılığını korur. Karar verdikten sonra sorgulamadan harekete geçer ve asla geçmişe bakmaz. Hiçbir hareketinde seyircinin kendisine salak damgasını yapıştırmasına izin vermez. aErkeksi görün ama kadınlığını kullan: Ripley İkisinin arasında bir denge kurar. İlk bakışta kimsenin hayalindeki kadın değildir ama olaylar üzerindeki hâkimiyeti ve tavrı cazibesini arttırmaktadır. Ayrıca uyku kapsülünden çıktığında, ekibinin yanında ne kadar kırılgan bir kadın gibi dursa da ilerleyen karelerde gücünü seyirciye aktarır. aSilahlan ve büyük oyna: Hiçbir erkek işinden kaçmaz. Yeri geldiğinde robot vinçlerinin içine girerek mürettebatına yardım eder, yeri geldiğinde en teknolojik silahları donanıp yaratıkların karşısına çıkar. aAklını kullan: 4. Filme kadar insanüstü hiçbir gücü olmayan Ripley genelde akıl oyunları ile koca bir ordunun yapamadıklarını yapar. aSeni küçük görenlerle uğraşma ve kurallarına sadık kal: Her Alien bölümünde Ripley ile dalga geçenler ya da emirlerine uymayanlar olur ancak o bunları dert etmez. İlk ölenler hep bu kişilerdir. aEğlenmene bak: Birçok kez ölümle burun buruna gelen Ripley her zaman söyleyecek komik bir şeyler bulur. Örneğin Alien3’de yaratıkla karşılaştığında “Korkma ben de ailedenim,” der. Başka bir sahnede ise yine yaratığa “Uzun zamandır hayatımdasın, senden başka bir şey düşünemez oldum,” diyecektir. Aranızda senaryo çalışmaları yapanlar varsa, belki bu kurallar size kadın kahramanlar yaratırken yol gösterir. Ama tabii sinemada başarı için belli bir tarif vermek mümkün değil, neyin başarılı olabileceğini kestirmek güçtür. Yine de Ellen Ripley belki bizlere bir ipucu verebilir. Size Weaver ile yapılmış son röportajlardan birinde söylediklerini de ileterek yazımı noktalayayım: “Ridley Scott ile konuşmalarımızda Ripley’i gezegene döndürmenin ve her şeyin başladığı yeri keşfetmenin iyi bir fikir olacağını düşündük. Ancak daha ortada kesin bir şey yok. Zaten bu fikre sıcak bakacak bir yapımcı bulmak da zor. 50’lerinin sonundaki bir kadına kahramanlık yaptırmaya cesaret edebilecek bir yapımcı olması lazım.” Sen üzülme sevgili Weaver, 80’ine de gelsen, seni Ripley olarak görmeye gidecek binlerce Alien fanı olacaktır. Alien’ı devam ettirmen, en azından yeniden çekilen Indiana Jones’dan çok daha iyi bir fikir olacağı kesin.

16

Masis ÜŞENMEZ www.otekisinema.com


ÖZGÜRLERİN KADERİ Hikmet Temel Akarsu’nun Nisan ayında Nefti Yayıncılık’tan çıkan romanı Özgürlerin Kaderi Türkiye’deki Rock camiası için de bazı ilkleri taşıyan bir roman. Yazar bu romanda ilk defa, dünya edebiyatında büyük bir coşkuyla işlenen bir alana el atıyor ve Türk kültürel motiflerini kullanarak “epic & power-metal” tarzında bir kahramanlık destanı anlatıyor. Yazar Hikmet Temel Akarsu’nun kaleminden Özgürlerin Kaderi... Çokları gibi tarihsel roman okumaya bayılan, sürekli eski devirlerde olan biteni tespit etmeye, anlamaya çalışan biri, araştırmacı bir kişilik filan değilim. Fantastik edebiyatın yükselişi yıllarında, çok fazla kılıç, büyü, şövalye, ejderha hikâyeleri, romanları okudum. Dahası oyunlarını, filmlerini izledim, tutkuyla figürlerini biriktiren oğlumu izledim. Onun figür merakına ortak oldum. Onun hülyalara dalıp gidercesine şövalye romanları okumasını, hayaller kurmasını hafif buruklukla izledim. Her yaz Dragon Festivalleri’ne şövalye zamanlarının kıyafetleri ile katılmasına ve savaşan ordularda büyücü olarak görev almasına şaşkınlık ve ilgi ile baktım durdum. Birlikte “power-metal” ve “epik-metal” dinleyip, kahramanlık öyküleri anlatan bu şarkıların müzikal derinlerinde uçtuk gittik. Çok sevdim bu arkaik dünyayı. Ama dönüp kendimize baktığımda büyük üzüntü duydum. Görkemli bir tarihten geliyoruz ama çocuklarımızın gıpta ve özenti ile okuyacakları, düşler âleminde yaşayacakları, geçmişimizi anlatan büyük bir roman dünyamız olmadığını gördüm. “Power” ve “epik” metal müziğimizin olmadığını gördüm. Tıpkı şövalyelerin dünyası gibi ve fakat ondan da yüce bir kahramanlık dünyamız olduğunu zaten biliyordum. Fakat bizimkilerin şövalyelerden çok farklı olduğunu da biliyordum. Şövalyelerin karşısına bahadırları koydum. Bu temel kavram çevresinde romanımı örgütlemeye koyuldum. Şövalyeler din için, devlet için, soylular ve varsıllar için savaşıyorlardı. Benim bahadırlarım ise özgürlük, kardeşlik, paylaşma, yoksullar ve imparatorlar önünde diz çökmeme uğruna... Gerçekte de bu böyle değil miydi? Bir bakışa göre böyleydi işte! Bunu tarihte en görkemli şekilde nerede yaptıklarını düşündüm bizimkilerin. Malazgirt ışıl ışıl parıldıyordu karşımda. Romanımı zevkle oluşturdum. Çünkü konu hakkında bayağı çok şey biliyordum. Bu romanımı oğlumun faaliyetlerine ortak olduğum dönemlerde sürüklendiğim düşler ve kahramanlıklar dünyasında yazdım. Yazarken çok da mutlu oldum. O kadar ki 60 yaşımda kendimi yazarlıktan emekli edip sadece şövalye romanlarının karşılığı olarak adlandırdığım bahadır romanları yazmak ve onların dünyasında yaşamak istiyorum. Şövalye romanlarında büyük duygusallıklar, büyük idealler, büyük adanmışlıklar vardır. Bizim bahadırlarda ise bunun şahı vardır ve daha ötesi... Fakat şövalye romanlarının önemli bir ekstrası vardır: stilizasyon, artistik metod ve estetik boyut. Ne yazık ki bizim kültürümüzde yazılan tarihi romanlarda duygusallık, stilizasyon ve artistik metod hep ihmal edilir. O nedenle, tarihi romanlarımız, bu unsurlardan yoksun olduğu için hemencecik hamaset düzeysizliğine düşer. Ya da kaba saba kalır. Propaganda metnine dönüşür. Bu kulvarda yazıp da bunu aşabilmiş pek az romancımız vardır. Özgürlerin Kaderi’nde bu gelişkin yazınsal teknikler uygulanmaya çalışılmıştır.


GÖLGE | Mayıs ‘08 Özgürlerin Kaderi’ni fantastik bir kurgu olarak ele almadım. Realistik ögelerin ağır bastığı, fakat şövalye anlatım tekniklerinin süblimasyonu içerisinde muhayyel hale gelmiş bir konteks içinde yazdım. Bu yüceltme tarihimiz ve aidiyetimizle barışık bağlar kurmaya, ülkemizi ve geçmişimizi sevmeye, anlamaya, yorumlamaya, toplum olarak özgüvenimizi geliştirmeye yönelik olarak kurgulanmıştır. Şövalye romanlarının yerel versiyonu sayılabilecek palavralardan oluşmuş bir şey yazmamaya çalıştım. Benim roman anlayışımdaki fark şu. Ben gerçeküstünü pek sevmiyorum. O yüzden, estetik ve masalsı yönü bir kenara bırakılırsa fantastik romanı ve hatta kimi abartılı şövalye romanlarını da sevmiyorum. Gerçeklik bende çok önemli. Muhayyel dünyalar, ikna edicilik ve inandırıcılık şartını yerine getirdiğinde benim için kabul edilir olabiliyor. Gerçek olma olasılığı sıfır olan yazınsal kurgulara sempati duyamıyorum. O nedenle Kral Arthur ve Yuvarlak Masa Şövalyeleri’nin hikâyesi benim için Yüzüklerin Efendisi’nden daha makbuldur. Bu yüzden kendi romanımda tamamen gerçeklere bağlı kaldım. Özgürlerin Kaderi’ni okuyanlar kendilerini 1071 yılının 26 Ağustosundaki Cuma gününe denk gelen yaz gününde Malazgirt Ovası’nda Zahva mevkiinde, meydan muharebesinin ortasında hissedeceklerdir. Karakterlerimin çoğu tarihsel olarak varittir ve olabildiğince gerçeğe yakın çizilmiştir. Kurgusal karakterlerim her Türkmen obasında bulunabilecek, gördüğünüzde tanıyabileceğiniz, bizim bütün temel davranış kalıplarımızı içeren insanlardır. Hepsini ailenizden biri gibi tanıyıp seveceksiniz. Aslında şövalyeliğin tarihsel bir “pr” çalışması olduğunu düşünüyorum. Dolayısıyla şövalyeliğin amaçları ve uygulanışı gözüktüğü kadar masum ve ulvi değildir. Derin düşündüğünüzde faşizmin özü ve dinsel totaliterizmin en artistik unsurlarının şövalyeler olduğunu hemen farkedebilirsiniz. Ama verilen emek sonucunda müthiş bir stilize algı, müthiş bir estetik ruh ve propaganda gücü çıkmıştır ortaya. Ben bahadırların hikâyesini anlatırken bizimkilerin daima daha naif, daha masum, daha sade, daha az artist, daha bir güzel şeyler uğruna dövüşen insanlar olduğunu vermeye çalıştım. Gerçekte de bu böyledir. Bir Türkmen obası 1071 yılında neden savaşır? Otlakları için, koyunları, kuzuları için, güzel vatanı için, ailesi için, özgür kalmak için, imparatorlara boyun eğmemek için... Bunlar savaşmak için kabul edilebilir az sayıdaki nedenselliklerden bir kaçıdır. Bahadırların hep böyle nedenleri olduğunu düşünmek istedim. Çünkü böyle hissediyorum. O yüzden onları daha içli ve temiz buluyorum. Bu duygularımda biraz ileri gittiğimi, abarttığımı da biliyorum. Ama ben romancıyım. Böyle bir hakkım var. Tarihçiler biraz daha realist olabilirler. Ama ben, kendi milletimi böyle güzel şeyler peşinde koşan bir millet olarak görmek istedim hep. Bu kulvar geçmişte hep tam tersini düşünen insanların elindeydi. Tarihi romanlarımızdaki şiddet, hamaset, şövenizm ve ajitasyon ne yazık ki insanları başka yönde motive etmektedir. Ben artık bu değişsin istiyorum.

18

Hikmet Temel AKARSU


Özgürlerin Kaderi 52. Bölüm Ön Safa Cehennem Ateşi

Kor-tigin, başının üzerine tuttuğu kalkana gürz inmesi ile beraber yüzüstü yere kapaklandığında miğferine tutturulmuş Ayça Kız’ın saçlarını Konur-Alp almış ve bu emanet koltuk altında vuruşmaya başlamıştı. Ön safta, Kor-tigin’in düştüğü, başındaki miğferi çıkarıp eline aldığı ve onlara yüzünü gömdüğü fark edilmişti. Kor-tigin yere yıkılırken bütün Afşin erlerinden aynı seda yükseliyordu: “Ayça Kız’ın saçları!” “Değmesin namahrem eli! Şehit kızıdır!” “Cenab-ı Hak bunu iki cihanda her Türkmen erinden sorar!” “Bırakmayın kâfire! Dayanın yiğitler!” Kızıl kanlara boyanmış Konur-Alp, bir gün önce güle oynaya bilek güreşi yapıp şakalaştığı mert delikanlının ilk büyük cenginde vurulup düşmesine dayanamıyor, kahrından perperişan oluyordu. Onun yavuklusunun, Şehit Karakan Alp’in kızının saçlarını kefereye bırakmaktansa oracıkta ölmeye razıydı. Koltuğunun altında Sultan miğferi, daldı yalın kılıç Bizanslılar’a. Kor-tigin öldü mü kaldı mı kimse anlayamadı. Zaten artık kimsenin bunu düşündüğü de yoktu. Varsa yoksa Şehit kızının saçları! “Allah Allah!” nidalarıyla doğruldu Afşin Taburu. Bir yalım olup yaktı Bizans saflarını. Nice koçyiğitler vurulup kelime-i şahadet getirdi o lahza. Konur-Alp ölüm makinası olmuş sürekli lejyoner biçiyor, her birini indirdiğinde tekbir getiriyordu. O kadar yiğit ve göz alıcı vuruşuyordu ki; Bizanslı subayların dikkatini çekti. Dört kişilik bir tim özel emirle KonurAlp’in üstüne çullandı. Dört zırhlı piyadeyle bacaklarına yapışıp düşürdüler Konur-Alp’i. Çıkıp gövdesine, kısa lejyoner kılıcını iki eliyle tersten tutup Konur-Alp’in göğsüne indirdi bir lejyoner. O saat bir kelime-i şahadet sesi duyuldu ve kanlar kızarttı gökleri. Böyle şehit düştü işte o yaman yiğit. Oğuzların yiğit evladı böyle erdi Hakk’ın huzuruna. Konur-Alp’in şehit düştüğünü gören Afşinler çıldırdı. Gün-Alp atılıp oraya, bir kılıç darbesiyle kellesini aldı Bizanslı lejyonerin. Er-tigin atılıp Ayça Kız’ın saçlarını kaptı düştüğü yerden: “Ayça Kız’ın saçları!” diye haykırdı. Gerideki hatta doğru fırlattı Sultan miğferi içindeki saçları. O anda tam iki gözünün ortasından bir ok yeyip kelime-i şahadet getirdi Er-tigin. Er-tigin düştüğü anda ölümcül bir atış başladı çarpışma bölgesine. Gökler, ok, taş, alev olmuş yere yağıyordu. Sanki tek bir canlı bırakmak istemiyorlardı. Hem Bizans piyadeleri hem Türkmen cengâverleri kıpırdayamaz hale geldiler bir anda. Saniyede binlerce ok düşüyordu çarpışma bölgesine. Grizu ateşine tutulmuş oklar, Rum alevleri, taşlar, kayalar yağıyordu gökten. Gün-Alp geriye koşup Ayça Kız’ın saçlarını buldu. Onu daha da geri hatlara doğru fırlatıp kalkanını tepesine çekti. Yürüdü o mahşeri ateş altında kâfirin üstüne. Eli, kolu, omuzları her yeri oklanmıştı. Gövdesi bir şadırvandan akan sular gibi kan akıtıyordu. Kendileri de hayretler içinde oklanan perperişan Bizans lejyonerlerinin tepelerine çektikleri ve altına sindikleri kalkanlarına kadar atıldı. “Lailaheillallahh! İleriiii!” diye haykırdı. Son kalan Afşinler ayaklandı. “Allah Allah” sesleriyle yeni bir saldırı başladı. O saldırının en önünde çarpışan kahraman yiğit Gün-Alp ayaklarının altında kalmış kalkanların aralanmasıyla aşağı çekildi. Oracıkta hançerleyip boğazladılar Oğuz boyunun kahraman evladını. Ok yağmuru, grizu ateşi ve gökten yağan taşlar bir nebze olsun dinmemişti. Son gücünü harcıyordu Afşin Taburu, Konur Taburu ve Kutalmışoğlu Alayları. O sırada hazin bir ricat borusu öttü. Türk ordusu geri çekiliyordu. Görevini yapmış kişilerin iç huzuru içinde kelime-i şahadet getirip oracıkta can verdi yiğit Gün-Alp. Afşinler’den geriye çekilecek kim kalmıştı ki?

(Bu bölüm yazar Hikmet Temel AKARSU’nun izni ile kullanılmıştır)


GÖLGE | Mayıs ‘08

THE SECRET LIFE OF WORDS Sessiz bir haykırış…

Karavanda yaşayan sıradan bir kadının hayatını anlattığı, yaşam ve ölüm üzerine izleyenleri düşünmeye davet ettiği muhteşem filmi My Life Without Me ile sinemasıyla tanıştığım İspanyol yönetmen Isabel Coixet’e daha sonra Paris, Je T’aime için çekmiş olduğu Bastille isimli kısasıyla iyiden iyiye alışmıştım. Başarısız bir kısa film kolâjından öteye gitmeyen Paris, Je T’aime’de bile kendini gösteren ve belki de genel anlamıyla kötü bir toplamanın içinde en iyi üç kısa filmden birine imza atan yönetmen, Secret Life of Words’de de harikalar yaratmış. Film özetle, Bosna Savaşı sırasında savaş mağduru olmuş kadınlardan biriyle, denizin ortasında petrol rafinerisinde çalışan bir adamın hikâyesini anlatıyor. İki karakterde birbirinden tamamen farklı sorunlar yaşasalar da, içten içe vicdan azabı çekiyor ve bu içsel acılarının dışa yansıması gibi vücutlarında da ağır yara izleri taşıyor. Bosna Savaşı sırasında askerlerin bitmek bilmez aşağılamalarına, tecavüzlerine ve akıl almaz işkencelerine maruz kalmış Hanna, artık yaşamayı bir utanç olarak görüyor ve kendini tamamen dış dünyaya kapatıyor. Neredeyse nefes alıp vermek ve kendisine söylenen işi yapmak dışında hiçbir eylemde bulunmuyor. Sürekli aynı şeyleri yapıyor, aynı giysileri giyiyor, aynı yemekleri yiyor ve eşyalarını aynı sırayla yerleştiriyor. Onun yaşamdan ne kadar kopuk olduğunu en güzel sürekli bıkıp usanmadan yediği yemekler gösteriyor aslında. Hanna, biraz pilav, biraz tavuk ve yarım elma dışında bir şey yemiyor. Onca acıya karşı hayatta kalmanın vermiş olduğu ağır yüklerden dolayı artık bir robottan farksızlaşıyor. Her gün durmadan başka bir sabunla elini yıkaması da, savaşta uğradığı tecavüzlerden arınma isteğinden başka bir şey olmasa gerek. Denizin orta yerinde, dış dünyadan tamamen izole olmuş bir petrol rafinerisinde çalışan Josef’in derdiyse çok başka… O da en yakın arkadaşının karısıyla birlikte olmuş ve bu gerçeği kaldıramayan en yakın arkadaşının intiharına engel olamamış. Rafineride çıkan yangında ölmek için kendini alevlerin içine atan arkadaşına engel olmak adına kendini alevlerin içine atan ve pek çok yerinde yanıklar oluşan Josef’le Hanna’nın tanışması da bu olay aracılığıyla gerçekleşiyor. İki vicdan azabı çeken ve kendini dış dünyaya kapayan karakterin birlikte birbirlerine destek olmaya çalışması aslında çok bilindik bir tema, üstelik kolayca bir melodrama dönüşecek yeterli bir malzeme. Secret Life of Words ise melodrama yakınlaşmak bir yana, her geçen dakika daha da sessizleşiyor ve derdini tıpkı savaş mağduru sessiz kadınlar gibi sessizce ve kendi içinden anlatıyor. Hanna’nın utangaçlığı, sessizliği, tekdüze yaşamı ve soğukluğu ilk başlarda bize itici geliyor, ama hikâye yavaş yavaş su yüzüne çıktıkça, etrafımızı yüzeyin altındaki derinlik sarmaya başlıyor. Bu öyle ağır bir derinlik ki; kadınlara, kadın olmaya, savaşa, insan olmaya, yaşamaya ve paylaşmaya dair pek çok değerli şeyi içerisinde barındırıyor. Şüphesiz bunlarla yüzleşmek de o kadar kolay değil. Hanna’da bütün bun-

20


larla yüzleşmek için kendi içinde bir Hanna yaratıyor. Dış ses aracılığıyla dinlediğimiz aslında Hanna’nın çocukluğundan başkası değil. Sağır olan ve dış dünyayla bağlantısı kulağına taktığı ufacık bir cihaz aracılığıyla sağlanan Hanna’nın aslında hiç yaşayamadığı gençliğini ve kendine bile anlatamadığı şeyleri anlatıyor bizlere o küçük Hanna. Derinliklerden bahsediyor filmin hemen açılışında, derinliklerde şefkat var, kan var diyor. Bizi yüzlerce dakikanın, binlerce yılın, küllerin ve ışığın varlığından haberdar ediyor. Filmi izledikçe anlamlarını bulan küçük ve dağınık kelimelerle zihinlerimizi allak bullak eden bu dış ses, filmin final kısmında söyledikleriyle ise yüreklerimizi paramparça ediyor. Çocuk olmayı öğretiyor, Hanna’nın unuttuğu şeyleri hatırlatıyor, ufacık ama mutlu anılarda bizi yolculuğa çıkarıyor. Fakat biz biliyoruz ki, Hanna artık bunlardan çok uzakta… İşte bu gerçek sanırım boğamıza düğümleniveriyor aniden. Ve Hanna gibi, sessizlik bizi de kaplıyor. İnsanların içlerindeki öfkeden, şiddetten, hırçınlıktan, hırstan ve ahlaksızlıktan bihaber yaşayan, hayata dair bilgisinden çok yaşamaya dair coşkusu olan bir genç kızın çalınan yaşamı ve daha da önemlisi umutları dış sesin anlatısıyla zihnimizde canlanırken, sevgisizliğin ve vicdan azabının getirmiş olduğu soğukluğa karşın, dünyadan izole olmuş ufacık bir rafineride yavaş yavaş da olsa tomurcuklanmaya başlayan yaşama umutları da bizleri cesaretlendiriyor. Yönetmenin, benzersiz anlatımı ve karakterlerinin birbirlerine karşı soğuk yaklaşımları gibi, seyirciye karşı olan soğukluğu ve bir dış ses aracılığıyla bağlantı kurması da seyircinin filmle bütünleşmesini engelliyor. Bu aşamada Coixet’in mükemmel sezgisini de alkışlıyorum. İspanyol sineması, Akdeniz insanının canlılığını yansıtması dışında, melodrama dönüşmeyen bu dramalarıyla da çok özel bir yerde durduğunu gösteriyor. Hayatın içinden dramları ekrana yansıtırken, bunları süsleme gereği duymadan ve olağanca sadeliğiyle vermeyi başaran bu nitelikli sinema anlayışı Secret Life of Words filminde de korunuyor. Bazı durumlarda sözcüklerin yetersiz kaldığını, yaşamanın ölmekten daha çok acı verdiğini, savaşın insanların hayatlarına etkilerini ve vicdan azabının insanları nasıl derinden etkilediğini gösteren Coixet, insan ruhunun derinliklerinde küller gibi ışığında var olduğunu hatırlatmadan da geçmiyor. Böylesine güzel ve anlamlı filmlerde oyunculardan ve teknik özelliklerden bahsetmek nedense hiç içimden gelmiyor. Bir anlamda filmin ruhunu anlatmak varken, filmin bedenini tarif ediyormuş hissi veriyor bana. Ama gelin görün ki, filmde bir Sarah Polley gerçeği var. Michelangelo Antonioni’nin Monica Vitti’si, Jean-Luc Godard’ın Anna Karina’sı, Ingmar Bergman’ın Liv Ullmann’ı neyse, Sarah Polley’de Isabel Coixet için öyle. Polley, bu tip içe kapanık ve iç dünyasında yoğun çelişkiler yaşayan, yaşamdan kopuk ama dış görünüşüyle de her daim cezbediciliği olan karakterleri çok başarılı canlandırıyor. Dış dünyaya karşı çok kalın bir duvar ören, içindeki acılarla mücadele etmenin yanısıra hayata karşı da utangaç bir merak içinde olan karakterini, en ufak bir ters tepkide ve gereğinden cesur bir adımda derhal geriye çekmeyi başarması, soğuk duruşuna karşın hissettiklerini de dışarıya yansıtması fevkalade bir oyunculuk başarısı. Filmin genel anlamda koyu renk paletine karşın, iç sesin filme ortak olduğu sahnelerde buğulanan görüntüler, sarı, kırmızı ve mavi renklerin çağrıştırdıkları anlamlara göre kullanılmış olması ve karakterler gibi kameranın da mesafeli yaklaşımı bu güzel filmi daha da kusursuzlaştırıyor. Secret Life of Words, hikâyesi ve anlatımıyla, savaş mağduru kadınların sessizlikleriyle anlatmış oldukları hikâyelerini beyazperdede ölümsüzleştiriyor.

Barış SAYDAM http://burnout.blogcu.com


GÖLGE | Mayıs ‘08

BAK BİRADER BAŞIMIZ BELAYA GİRECEK Malum yıllardan beri siyaset Türkiye’de tehlikeli bir olgu olarak karşılanır. Yalnızca haber bültenleri ve gazetelerde kalması gereken bir şeydir çoğu insan için. Zamanında çok canı yanan insanımız artık siyasetten olabildiğince uzak durmakta, oğluna, kızına “Aman aman sokakta konuşmayasın sakın,” gibi nasihatlerde bulunmaktadır hep. Bu yüzden olsa gerek kendini rahatlıkla ifade edemez, görüşlerini açamaz bir duruma gelmiştir. Mecliste 550 adet temsilci çalışıyor. Yasalar çıkartıyor, başka ülkelerle temaslarda bulunuyor, konuşmalar yapıyor. Halkımız ise dediğim gibi haber bültenlerinden ve gazetelerden öteye geçemiyor. Bu yayın organlarının da belirli kutupların yönetiminde olduğunu da göz önünde bulundurunca iki de bir ortaya attıkları ifade özgürlüğünün ne kadar çıkmazda olduğunu görüyoruz.

Günümüzde bu özgürlüğü sonuna kadar kullanan bazı çevrelerin olduğunu gördük. “Bu çevreler kimlermiş bakayım,” diye soracak olursanız bir çırpıda genç karikatüristler diyebilirim. Aslında genç sıfatı tek başına yeterli olmayacaktır. Genç ve asi desek daha doğru bir niteleme olacak değil mi? İşte bu genç ve asi karikatüristlerimiz okurlarına toplumsal olayları mizahi bir üslupla ve akıllarına estiğince aktarıyorlar. Son yıllarda tanık olduğumuz olaylar anlattıklarımı destekler nitelikte. Hatırlarsanız her şey, başbakanın “kedi” suretinden tasvir edilmesiyle başlamıştı. Kendisinin bu şekilde tasvir edilmesini kaldıramayan Başbakan çizer Musa Kart’a dava açmış, Penguen dergisi de Kart’a destek olmak için 24 Şubat 2006 tarihli dergilerini “Tayyipler Âlemi” isimli kapakla çıkartmışlardı. (Penguen’e de 8 hayvan tasvirinin bedeli olarak havyan başına 5000 YTL gibi bir hesapla 40 YTL’lik dava açılmıştı.) Bu arada Leman da başbakanı “kene” olarak tasvir etmiş ve eleştiri sınırlarını biraz zorlamıştı. Nihayetinde tüm davalar mizaha hoşgörü ve siyasilerin ağır eleştirilere katlanması gerektiği nedeniyle karikatüristler için mutlu sonla bitmişti. Leman’ın 25 Temuz 2007 Tarihli kapağı ise adeta nispet yapar nitelikteydi!

DURMAK YOK ÇİZMEYE DEVAM!

Nitekim başları belaya girmişti ama davalar kendilerinden yana sonuçlanmıştı dediğim gibi. Yakın tarihimize bakarsak mizah dergilerinin hükümete partilerden daha güçlü bir muhalefet yaptığını görürüz. Bir bakıma vatandaşın sesi görevini üstlenmişlerdir kendilerince. Biraz daha farklı bir konuya, tarihimizin ve siyasetin çizgi romanlarımıza nasıl dâhil olduğuna göz atmak istiyorum. Tarkan örneğin. Elinde kılıcı, atı ve kurduyla Orta Asya’dan dörtnala gelmiş bir karakter. Gitgide daha da batılılaşan insanımıza hafta sonları öğleden sonra kuşaklarında merhaba deyip “Şşt kendine gel,” diyor adeta. Eski düşmanlarla sembolik savaşlar veriyor. Çinlilerden Vikinglere kadar uzanıyor maceraları.

Yüzbaşı Volkan ise başlı başına incelenmesi gereken bir konu benim için.

Ali Recan’dan küçük bir alıntıyı size aktarmak istiyorum:

“Yüzbaşı Volkan Türk Hava Kuvvetleri’nin kahraman pilotlarını sembolize eder. Barış

22


sürecini sürdürebilmek için güçlü ve caydırıcı olmak gerektiğine inanır.” Volkan, Türkiye gündeminden beslenmiştir. Amerika’nın ülkemize silah ambargosu uyguladığı yıllarda Rusya’dadır. 1971’deki U-8 Krizi ise Volkan’ın doğuşu olmuştur. Belirli bir ideolojinin savunucusu değildir. Nitekim yine Rusya’da, rejime karşı olduğu için akıl hastanesine kapatılan Türk asıllı Profesör Ömer Baturov’u batıya kaçırdığı macera şu cümlelerle bitmiştir: “Bir inanışa göre özgürlüğe doğru yol alıyorlar, başka bir inanışa göre ise özgürlükten kaçıyorlardı. Hangisinin doğru olduğuna tarih karar verecek.” Günümüzde ise Volkan’ın kudretinde bir karakter ne yazık ki yok. Aynı maceralar farklı şekillerde servis edilip yozlaştırılıyor sadece. Üstelik ülke gündemi bu kadar dolu iken. Belki de tam tersidir. Gündemimiz bu kadar dolu olduğu için hiçbir karakter ortaya çıkamıyordur, mizahtan öteye geçilemiyordur…

Mustafa Emre ÖZGEN http://abserzahil.deviantart.com

Ya Bir Yol Bul Ya Bir Yol Aç Ya da Yoldan Çekil

Konfiçyüs

Çizgi Roman Okuyoruz... Gölge e-Dergi www.Hayalsaati.com aracılığı ile size ulaşmaktadır...


GÖLGE | Mayıs ‘08

SLAM DUNK

Hanamichi Sakuragi potaya doğru koşmaktaydı. Hayatında ilk kez eline aldığı basket topuyla ilk denemede potaya smaç basacaktı. Âşık olduğu kız Haruko-chan onu izliyordu. Dev bir sıçrayış yaptı. Her şey harikaydı. Havada asılı kalan genç adam kafasını potanın kenarına çarpınca tüm atmosfer yerle bir oldu. Hanamichi Sakuragi, okulda arkadaşlık teklif ettiği 50. kız da onu reddedince depresyona girer. Fakat bir gün okulun basketbol takımı kaptanı Takenori Akagi (goril)’nin güzel kız kardeşi Haruko-chan ile karşılaşır. Atletik yapısını ve uzun boyunu gören Harukochan, Hanamichi’nin takıma katılmasını ister. Fakat Hanamichi o güne kadar hayatında basket topuna bile dokunmamıştır…

Bugün basketbolun Japonya’da popüler olmasının sebeplerinden biri de Takehiko Inoue’nin efsanevi mangası Slam Dunk’ın başarısıdır. 1990 yılından 1996 yılına kadar haftalık Shonen Jump dergisinde yayınlanmış olan manga sadece Japonya’da 100 milyon sattı. Her yaştan ve her milletten dünya çapında çok büyük hayran kitleleri de kazanmayı ihmal etmedi.

Karakterler: Hanamichi Sakuragi: Hayatta zafer yüzü görmemiş bir delikanlı olan Hanamichi, okuldaki kızların basketbol takımındaki erkeklerden hoşlanmaları sebebiyle Shohoku takımına girmiştir. Çok uzun süren çaylaklık döneminden sonra hayatında sağlayamadığı başarıyı basketbolda sağlamaya çalışır. Kendi atışlarına bile ribaund koyan Hanamichi, basket atma konusunda tam bir yeteneksizdir. Kızlara olan zaafı ve kaba kuvvetle desteklediği özgüveni mangada önemli bir komedi unsuru oluşturur.

Takenori Akagi: Shohoku takımının kaptanı ve Haruko’nun abisi. Görünüşünden ve ezici kuvvetinden dolayı “goril” lakabıyla tanınır. En büyük isteği Shohoku’yu ulusal lige taşımaktır.

Rukawa Kaede: Hanamichi’nin azılı rakibi ve aynı zamanda takım arkadaşı. Okulda kızlar arasında en popüler, basketbolda da yetenekli bir insan. Manganın ana karakterinden daha çok hayran kitlesine sahip olduğu söylenebilir.

24


Haruko Akagi: Takenori’nin biricik kardeşi. Takım için moral kaynağı olan, Hanamichi içinse yaşam kaynağı olan kız. Basketbol oynamayı çok istemiş ama fiziksel olarak yeteneği olmadığı için, Shohoku takımının bir nevi ponpon kızı olmuştur.

Ryota Miyagi: Kısa boyuna rağmen inanılmaz hızı ve yetenekleri sayesinde Shohoku savunmasının en önemli ismi. Hanamichi’nin yakın arkadaşı. Kızlar tarafından reddedilme rekoru 10.

Anzai-sensei: Japonya’nın en iyi koçlarından biri olarak görülen Anzai-sensei (Hanamichi’nin deyimiyle “ihtiyar”) Shohoku takımını üst liglere çıkarmak için çok çalışır. Şut atma özürlüsü Hanamichi’yi az süründürmeyen bu tonton amcanın kalbi, yılmayan ruhuna göre zayıf kalmıştır.

Akira Sendo: Shohoku’nun en büyük rakiplerinden olan Ryonan takımında kaptanlığa kadar yükselen Akira, Akagi’nin en azılı rakibidir.

Ayako: Shohoku takımının menajeri olan Ayako çok çalışkan ve güçlü biridir. Hanamichi’ye acımasızca davranır.


GÖLGE | Mayıs ‘08 Kendisi de Hanamichi gibi okulda kızları etkilemek için basketbola başlayan mangaka Takehiko Inoue, bu dalda çok başarılı olamayınca kendisini çizim alanında geliştirir. İçindeki basketbol aşkı hiç dinmeyen mangaka, ünlü eseri Slam Dunk’ı yaratır. Hanamichi karakteri, kendi karakterinin bir çeşit yansıması gibidir. Ciddiyetsiz sahnelerde karikatürize hale gelen çizimler, maçlarda tam bir sanat eseri halini alır. Hikâye anlatımı, esprileri, maçlarda doruğa ulaşan heyecanlı anları, eğlenceli karakterleri ile diğer tüm spor mangalarından her zaman bir adım önde olan Slam Dunk, 1995 yılında Shogakukan Manga Ödülünü kazanmış ve ezici bir üstünlükle Japonya’nın en sevilen mangası seçilmiştir. Amerika ve Kanada’da da lisanslanan manga, dünya çapında büyük başarı elde etmiş; 1993- 1996 yılları arasında Toei Animasyon tarafından TV anime serisine uyarlanmıştır. Ülkemizdeki televizyon kanallarında da yayınlanan ve Türkiye’den de pek çok hayran kazanan Slam Dunk adına internette pek çok sayıda Türkçe hayran sitesi kurulmuştur. 101 bölümden oluşan anime, maalesef mangadaki olaylar daha bitmemişken sonlanır. Animesinin tüm bölümlerini izleyip sonundan tatmin olmadıysanız, mangadan devam etmenizi öneririm. Manga boyunca çizimlerine hayran kaldığımız Takehiko Inue-san’ın halen devam eden ve çizimlerinin doruk noktasına ulaştığı mangası Vagabond da ileriki sayılarda tanıtılacak mangalarımız arasındadır. Son olarak: Basketbolu sevin ya da sevmeyin, gözlerinizden yaşlar gelinceye kadar gülmek, duygulanmak, heyecanlanmak istiyorsanız; kılıçlardan, silahlardan, büyüden sıkıldıysanız; okurken bir sonraki sayfaya geçmeden önce nefesinizi tutup, gözlerinizi kapayacak kadar etkileyici bir manga arıyorsanız; basketbolu birebir oyuncuların gözünden görmek istiyorsanız Slam Dunk tam siz göre bir eser. Tereddüt etmeden okuyunuz. Onur KÜÇÜK (kazegami)

26


VII.BÖLÜM: ZEHİRLİ HAP “Üzgünüm, veri tabanımızda anlattığınıza uygun, bu anahtar sözcükleri içeren bir kâbus bulamadım.” “Nasıl olur,” dedi Murat hışımla, “size gördüklerimden bahsettim. Lütfen bir daha arar mısınız?” Servis elemanı görünmez bir baş hareketiyle Murat’ı onayladı ve yeni bir arama için önündeki tuşlara hızla dokundu. “Anahtar sözcükleri tekrar edebilir misiniz? Aklınıza gelen, gördüğünüz kâbusla özdeşleştirdiğiniz sözcükleri söyleyin.” “Bahçe. Yeşillik. Ağaç. Meyve. Çorak. Diken ve kan.” Bilgisayardan yükselen uyarılar ve geçen birkaç saniyenin ardından sonuç sayfası ekranda göründü. “Gördünüz,” dedi tulumunun içindeki genç adam, “bahsettiğiniz kriterlerde bir kâbus veri tabanında bulunmuyor.” “Başka bir yerde olamaz mı?” “Hayır efendim, pazara sunulan tüm modeller ve tüm rüyalar -buna kâbuslar da dahilTürkiye AŞ Yaratıcı Pazarlama Bölümü denetiminden geçer ve yıllık olarak yayınlanan bu veri tabanında kataloglanır. Kaydı yapılmayan bir rüyanın -ya da kâbusun- pazara sunulması olasılığı yoktur.” Tekniker konuşmasını sürdürürken monitörde beliren bir uyarı dikkatini o yöne kaydırmasına neden oldu. “Efendim, belirttiğiniz anahtar sözcükleri içeren bir giriş görünüyor ama kâbus olarak işaretlenmemiş.” “Nedir?” diye sordu Murat heyecanla. “Hemen bakıyorum,” diye yanıtladı ve klavyeye bir iki kez dokunduktan sonra ekranda beliren yazılara şöyle bir göz atıp başında bekleyen müşterisine döndü. “Üzgünüm, bu rüyaların hepsi cinsel fantezi olarak işaretlenmiş, yani uyarılma ve tatmin için tercih edilen rüyalar.” Orada değilmişçesine sessizce durup kalemini kemirmekle meşgul olan Ozan, bu beklenmedik açıklama karşısında gülmeden edemedi. “İnsanların ilginç zevkleri var doğrusu,” diyerek durumu toparlamaya çalıştı. “Ne demezsin,” diye ofladı Murat. Sonra, genç teknikere dönerek, aynı soruya farklı bir yanıt bekleyen gözlerle sordu. “Peki, bunun başka bir yolu olamaz mı, yani ben bu rüyamatiğimi kapıdan pazarlama yöntemiyle almıştım ve bu şekilde korsan satış yapan pazarlamacılar olduğunu duymuştum, denetim mekanizmasının bazı şeyleri aradan kaçırdığı da olmuyor mu?” “Dilerseniz bir de şirket adıyla arama yapalım,” diye yanıtladı mavi tulumlu tekniker, her zaman müşteriye yardım etmekten memnuniyet duyan sahtekâr çalışan gülümsemesiyle. “Tatlı Rüyalar Pazarlamacılık. Satın aldığım şirketin adı buydu. İşte buyurun,


GÖLGE | Mayıs ‘08 faturası da burada.” Tekniker, Murat’ın elinden faturayı aldı ve klavyeyi hızlı hızlı tuşladı, ardından bilgisayarın işini yapmasını beklemek üzere ardına yaslandı. Kısa bir bekleyişin ardından ekranda beliren sonuçlara göz gezdirerek aradığı şeyin orada olup olmadığını kontrol etti. “Veri tabanında bu isimde beş şirket görünüyor. Üç tanesi Ankara merkezli, bir tanesi geçen sene iflas bayrağını çekmiş ve- evet, işte bu sanırım, İstanbul merkezli olan.” “Adresini öğrenebilir miyiz?” diye heyecanla atıldı Murat. “Evet, -hemen bakıyorum-” dedi, ve bir tuşa dokunarak, monitörde yazanların yazıcıdan çıkaracak olan komutu uyguladı. “Bir de, kimin adına kayıtlı olduğuna bakabilir miyiz?” diye araya girdi Ozan. Birkaç tuş takırtısı daha duyuldu. “M2500-R-SÜ 16986420005 numaralı Türkiye AŞ müşterisi adına kayıtlı.” “Ama –ama— bu benim numaram!” dedi Murat. Üzerinde adresin yazılı olduğu uzatırken “Buyurun,” dedi tekniker, “istediğiniz adres. 70 lira lütfen.”

***

“Bu daha önce gittiğimiz adres!” “Biliyorum, biliyorum,” diye söylendi Murat, tüm bu olanlara bir anlam yükleme çalışan gözlerle elindeki kağıda bakıyordu. Hızırı hareketlendirip, elindeki adrese doğru yola koyulurlarken akıllarını kurcalayan soru, daha önce ziyaret ettikleri yerdeki yıkıntının yerine ne görebilecekleriydi ve her ikisi de bu konuda sessiz tahminler yürüttüler. Uzunca bir sessizliğin ardından “Birisi, dolandırıcılığına seni alet etmek istiyor,” diye açıkladı Ozan. “Belli ki, birileri ağa girip senin kimlik bilgilerini çalmış ve -hani olursa diyetüm borçları senin üzerine yığmak üzere şirketi senin adına kurmuş.” “İyi de o zaman neden gelip dolandırdığı adamı bir daha dolandırmak istesin ki.” “Aç gözlülüğün sonu yok. Dahası, bir adamı bir kere kazıklarsan sana kızar, iki kere kazıklarsan sana muhtaç olur. Bak, yine tıpış tıpış ayağına gidiyoruz.” Murat, elindeki adresi taksisinin yol göstericisine girdikten sonra, konuyu bir başka yöne çekmek için sordu. “Peki, yine bir yıkıntıyla karşılaşacağımızı var sayarsak ne yapacağız? Dahası, bu durum evdeki yazar/hırsızı açıklamıyor ki, her şeyi daha da karıştırıyor.” Ozan, heyecandan çiğneyip paramparça ettiği kalemin çöplerini ağzından çıkarmaya çalışırken konuştu. “Hızırı hatırlasana. Bunu da oraya vardığımızda göreceğiz.”

28

Biraz sonra, Tatlı Rüyalar Pazarlamacılık’ın Türkiye AŞ’nin veri tabanında belirtilen adresine vardıklarında karşılarında gördükleri manzara, daha önceki ziyaretlerine tezat bir yenilikteydi. Daha dün dikilmiş gibi görünen ve camları temizliğin ötesinde, yokmuşçasına parıldayan koca bir gökdelenin üzerinde kalın, altın rengi harflerle aradıkları şirketin adı yazıyordu. Koca bina, sanki birkaç gün içinde yerden bitivermişti. Nasıl da kimse fark etmemişti? Bütün bir şehir, bir günde dev bir gökdelenin yerden bittiğini göremeyecek kadar meşgul müydü? Hızırı uygun bir yere park edip kafalarında yanıtsız sorular ve kollarının


altında bozuk olduğunu düşündükleri bir rüyamatikle girişe doğru meraklı adımlarla ilerlerken neler olabileceğini her ikisi de bilmiyordu. Sadece bu işin ucunu görmek ve sonunda ne olduğunu bilmek istiyorlardı. İçeri adımlarını attıklarında kendilerini iyi giyimli bir kadın karşıladı. Hareketlerindeki gereksiz özenden ve sahte nezaketinden anlaşılacağı üzere bir resepsiyonistti. “Hoş geldiniz,” dedi gülümseyerek, “nasıl yardımcı olabilirim?” “Biz, ee— şey,” Murat’ın dili tutuldu. Şirketlerin en ucuz oyunlarından birine gelmişti yine, kendisine ilgi gösteren güzel bir karşı cins gördüğünde –ortalama bir müşteri olarak– ne yapacağını şaşırır ve kazıklandığını unutup ilk defa gördüğü kadına âşık olurdu. Resepsiyonist kadın biraz daha sahte nezaket gösterisinde bulunsa Murat, hiçbir şey olmamışçasına geldiği gibi kapıdan çıkıp gidebilirdi. Neyse ki, Ozan araya girdi. “Biz aldığımız bu ürünü değiştirmek istiyoruz, programlandığı gibi çalışmıyor.” Kadın, gülümseyişini bozmadan, adeta bir heykel gibi yanıtladı. “Öyleyse, karşıdaki asansörlerden birine binerek, bir alt kattaki servis bölümüne inmelisiniz. Oradaki arkadaşlarım size yardımcı olacaklardır. İyi günler.” “İyi günler,” dedi Murat ve kadının tarif ettiği gibi alt kata giden asansöre bindiler. Kapı ding-dong sesiyle açıldığında karşılarında dolap, kutu ve rüyamatik parçalarından oluşan bir panayır duruyordu. Üst üste yığılı elektronik devreler, her yöne uzanan kablolar ve etrafa saçılmış mekanik ve elektronik aletler doğru yere geldiklerini işaret ediyordu. Bu dijital manzarayı pekiştirircesine etrafta hiç kimse yoktu. “Affedersiniz,” diyebildi Murat, çekingen adımlarla içeri doğru ilerlerken. Yanıt gelmedi. Tedirginlikle biraz daha içlere doğru ilerlediler. Mekanik yığınların ardında, salonun en ücra köşesinde bir ışık belirdi. Masanın başında bir adam, lambasının küçük ama güçlü ışığı altında harıl harıl çalışıyordu. Rahatsız etmek istemeyen, temkinli adımlarla ona doğru yaklaştılar. “Affedersiniz,” diye yineledi Murat. İkisinin yanına geldiğini çok önceden fark eden adam başını önündeki işinden kaldırıp arkasını döndüğünde masada sayfalar belirdi. Gözlerini hızla kırpmasından saatlerdir bu sayfalar arasında kaybolmuş olduğu belli olan adam kalemini kaldırıp ikisine döndü. Murat’ın suratında aval bir şaşkınlık ve inanmazlık ifadesiyle karışık bir korku belirdi ve ayakta durabilmek için Ozan’ın bileğine tutunmak zorunda kaldı. Kendisini karşısında görmenin etkisiyle bir süre hareketsiz kaldı. Ona gelişinin beklendiğini söylediğinde kafasındaki son soru işaretleri de yerlerini tam açıklanamayan anlamlara ve bilinmedik yan anlamlara bırakıyordu. “Kimsin?” diyebildi bu kendisinin kopyası olan adama, ama cümlesini tamamladığında sorunun saçmalığının farkına varmıştı bile. “Ben özgür iradenin sonuçlarından biriyim, nasıl ki hırsız insanlık denen sürünün genel ahlak kurallarını bir kenara koyup başını biraz yukarı kaldırmaya karar verdiğinde gördüğü manzara karşısında şaşkınlığa kapılıp dilediğince hareket ederse, sen de; daha doğrusu ben de, bu farkına varışı yaşadığında, bu durumun bir sonucu olarak ortaya çıktım. Bu his, öyle


GÖLGE | Mayıs ‘08 güzel ve öyle baş döndürücü bir histir ki, ne yapmak istediğini, ne olduğunu dahi unutursun ve etrafına şöyle bir bakındığında sonsuz gibi görünen bir gökdelenin tepesinde, aşağı atlamak üzere olduğunu fark edersin. Başın döner, ama yükseklikten değil; dilersen atlayabileceğini, her şeyi bitirebileceğini ve bunu yapabileceğini bilmenin gücüyle. Sonra bir güzel yukarı tırmanır ve eline kalemi alırsın.” “Senin de, daha doğrusu benim de, dediğim gibi hırsızlar ve sanatçılar birbirlerine pek benzerler. İkisi de bir şeylerin farkına vardıklarında beğenmediklerini değiştirmek için ellerinden geleni yaparlar. Hırsız mülkiyeti sevmez, —belki de ona yürekten bağlıdır ve hepsinin kendi mülkiyeti olmasını ister. Sanatçı da, —bu durumda yazar oluyor— özgür iradesinin farkına varır varmaz içinde yaşadığı toplumun şikayetçi olduğu yönlerini düzeltmek üzere harekete geçer.” “Bu durumda sen benim yazar yönüm mü oluyorsun?” diye kekeleyerek sordu. “Bu gördüğün senden başkası değil,” diye karşılık verdi yazar/hırsız. “Buraya rüyalarını düzeltmek umuduyla geldin, istemeden gördüğün kâbusları yok etmek için. Ama yapabileceğim hiçbir şey yok. Seçimin sonucunda ortaya çıkan manzarayı beğenmiyor olabilirsin, dahası senin düşlediğin ve sonunda başaracağına inandığın şey şu an içinde bulunduğun durum olmayabilir. Ama asıl önemli olan, bir hırsız gibi yakalandığında ‘suçsuzum’ değil de ‘yaptım ve pişman değilim’ diyebilmektir. Kabul edersin ki, gerçekler kağıt üzerindeki sözcükler kadar kolay silinemiyor.” “Güzel konuşma, bunları bir ara kağıda geçirmelisin, unutmadan.” “Yaptım bile, çoktan,” diyerek önünde duran sayfaları Murat’a gösterdi. Hayranlıkla sayfaları inceledi, hepsini tek tek ve her birinin kendi sözleri olduğuna inanamadan. “Kahretsin,” dedi Murat, “sırf özgür iradeye sahip olabilmek için işimi bıraktım ve onu elde ettiğim an beni kölesi yapıverdi.” “Ben senden daha gerçek değilim,” dedi yazar/hırsız. “Bir an olmadığımı farz et ve yokum, bir an yok olduğunu düşün ve yoksun. Özgürlüğün en temelinde ise istediğinde yok olabilmek vardır. Özgürlük sadece onu isteyenler için var olur.” Murat kendinden emin bir hareketle uzandı ve yazar/hırsızın elimdeki kalemi kaparak kırdı. Bir an sonra, Murat ve Ozan, bozuk rüyamatikle baş başa kalmışlardı.

BİTTİ

Utku TÖNEL Kendime.blogspot.com Vinyetler A. Gökhan GÜLTEKİN telumaithor.deviantart.com

30


Okura Özel Sayfa Gölge e-Dergi’den yine yepyeni bir uygulama...

Okura Özel Sayfa Gölge okurları 8 aydır bilgisayarlarında okudukları Gölge e-Dergi hakkında görüş, öneri, istek ve şikayetlerini golge.editor@gmail.com ‘dan bize ulaştırabilirler Gölge e-Dergi okurlarının yolladıkları yazılar “Okura Özel Sayfa” da yayınlayacak ve gerekirse Gölge editör ve Yayın Kurulu üyeleri tarafından cevaplandırılacak

Herşey daha iyi bir GÖLGE için

Gölge e-Dergi Yayın Kurulu


GÖLGE | Mayıs ‘08

KAMÇILI ADAM DÖNÜYOR

Sene 1981. Koltuğunun altında Jaws ve Üçüncü Türden Yakın İlişkiler olan Steven Spielberg ve ikinci Star Wars filmini de tamamlamış olan George Lucas beraberce bir filme imza atıyorlar. Bu iki ismin o güne kadar ticari sinemanın seyrini değiştirdiklerine inanmayan varsa, beraberce hayata geçir- dikleri bu proje gösterime girdiğinde herhalde bundan şüphesi olan kimse kalmayacaktı. Aslında ikilinin yaptıkları görünüşte çok basitti. Bir zamanların seri halindeki B sınıfı aksiyon filmlerinin temel özelliklerini barındıran bir hikâye kurmak ve bir kahraman yaratmak, bu hikâyeyi günün seyircisinin hoşuna gidebilecek bir aksiyon-komedi dozu ile harmanlamak ve hızlı bir kurgu ve günün en yeni teknolojik olanaklarını kullanarak seyri çok keyifli bir film haline getirmek temelinde gelişen proje bir anda müthiş bir seyirci ilgisi ile karşılaşıyordu. Kendi sorunlarıyla yeteri kadar meşgul olan, sinema salonlarında kafalarını boşaltıp keyifli saatler geçirmek isteyen büyük bir seyirci kitlesini sinemaya toplamayı başaran ikili, 1981’in en çok hâsılat yapan filmine imza atıyorlardı (yabancı filmlerin ülkemizde gösterime girmesinin epey geciktiği o yıllarda bu filmi izlemek için bizim 1983’e kadar beklediğimizi de eklemeli). Sinema sanatından bambaşka şeyler, karakter çözümlemeleri, psikolojik derinlik, politik farkındalık gibi unsurlar bekleyenler belki bu işten pek memnun kalmadılar. Bugün hâlâ, neredeyse tek başlarına tüm bir ticari sinemanın seyrini değiştiren bu iki sakallının yaptıklarından hoşnut olmayanlar vardır. Ama hakkını vermek lazım ki hem bu birlikteliklerinin hem de diğer işlerinin pek çok benzerleri çıkmasına ve hâlâ çıkıyor olmasına rağmen büyük bir çoğunluğu bu filmlerin verdiği seyir keyfinin yarısını bile vermiyordu. Her ne kadar yazının başlığını ve sayfadaki resimleri görenler hangi filmden ve hangi karakterden bahsettiğimizi daha yazıyı okumadan anlamış olsalar dahi şu ana kadar adını anmadığım filmi açıklamanın vakti geldi. Film, Kutsal Hazine Avcıları (Raiders of the Lost Ark), karakter ise Indiana Jones idi. Zaten film daha sonradan Indiana Jones and the Raiders of the Lost Ark olarak anıldı. Bu ilk filmin gayet de güzel bir hikâyesi olmasına rağmen asıl önemli olan Indiana Jones karakteri idi. Bir akademisyen olmasına rağmen kendisini her türlü maceraya atmaktan da çekinmeyen Indy, seyircinin büyük çoğunluğunun gitmesi mümkün olmayan egzotik mekânlara gidiyor, herkesin yaşamak isteyeceği maceralar yaşıyor, bir yandan da yanından güzel kadınlar eksik olmuyordu. Hiç bir zaman mizahı da elden bırakmayan Indy’nin her durumda verecek bir karşılığı da oluyordu. Özel olarak sinema için yazılmış en akılda kalıcı karakterlerden biri olan Indiana Jones sadece kıyafetiyle bile tanınarak adeta bir süper kahraman portresi çiziyordu. Üstelik Superman ya da Batman gibi başka kimsenin üzerinde görülemeyecek bir kostüm de değildi bu. Belki de bir süper kahramandan çok pipo, kendine özgü şapka ve ceketinin Sherlock Holmes ile özdeşleşmesi gibi o da kamçısı, şapkası ve ceketi ile bir bütün oluşturuyordu. Öyle ki bir süre sonra şapkalı bir siluet bile onun Indiana Jones olduğunu belli etmeye yeter olmuştu. Indiana Jones’un yılanlardan nefret etmesi bile onu belli eden özelliklerden biri olup çıkıyordu. Elbette neredeyse Tom Selleck’e gidecek olan bu rolün Harrison Ford ile özdeşleşmesi de ayrı bir olgu. Bugün başka birini bu rolde düşünemiyoruz bile. Herhalde Star Wars


filmlerinin tam göbeğinde, orada da Han Solo gibi çoğu kişi için serinin en sevilen karakterini yaratmışken bu kadar popüler bir karaktere daha damgasını vurması, Harrison Ford açısından takdir edilmesi gereken bir durum. İlk Indiana Jones filmi ile üçüncü Star Wars filmi arasında bir de Blade Runner’ın unutulmaz Deckard’ına can verdiğini de hemen eklemek lazım. Indiana Jones dediğimizde daha ilk notalarından onu tanıtan müziğine de değinmeden olmaz. Spielberg’in Jaws’da, Lucas’ın ise Star Wars’da birlikte çalıştığı ve her iki film için de hafızalara kazınan müziklere imza atan John Williams burada da aynı şeyi yapıyor ve Indiana Jones karakterine adeta yeni bir kimlik kazandırıyordu. İlk filmin başarısı üzerine Indiana Jones’un maceraları 1984’de Indiana Jones and the Temple of Doom ve 1989’da Indiana Jones and the Last Crusade ile devam edecekti. Her ne kadar Lucas, Star Wars ile seri filmlere alışık olsa da Jaws’ın devam filmlerini yönetmeyi net bir şekilde reddeden, E.T.’nin devam filmini çekmeyi bile düşünmeyen Spielberg a çısından uzun süre boyunca devam filmi çekmeyi kabul ettiği tek film oldu bu. Halen de Indiana Jones ve Jurassic Park serileri dışında devam filmi çekmişliği yoktur.

İlk filmde On Emir’in içinde olduğuna inanılan ve bir takım gizli güçleri açığa çıkardığı sanılan kutsal sandığı Nazilerden önce ele geçirmeye çalışan Jones, ikinci filmde Hindistan’da çok daha karanlık ve korku unsurları yüklü bir maceraya atılıyordu. Film, içerdiği bu korku unsurları ve karanlık atmosferi ile Amerika için PG ratingini yetersiz kılıyor ve neredeyse tek başına PG–13 kodlu yeni bir rating oluşmasına neden oluyordu (PG’nin “Parental Guidance Suggested”ın karşılığı olduğunu ve kimi sahnelerin küçük çocuklara uygun olmayabileceği için ailelerin de filmde çocukları ile beraber olmasının tavsiye edildiğini, PG-13’in ise “Parents Strongly Cautioned”ın karşılığı olduğunu ve kimi sahnelerin 13 yaşından küçük çocuklar için uygun olmadığı için ailelerin filmi çocukları ile beraber izlemesinin şiddetle tavsiye edildiğini gösterdiğini belirtelim). Serinin en zayıf halkası olarak görülen (ki Spielberg de bu görüşe katılır ama az sonra bahsedeceğimiz gibi bu filmin onun açısından farklı bir önemi vardır) ve kronolojik olarak ilkinden bir yıl önce geçen bu filmde kötü adam olarak Naziler kullanmıyordu ama üçüncü filmde geri döneceklerdi. Jones’un hem gençliğini hem de babasını (şahane bir Sean Connery) gördüğümüz bu üçüncü filmde bir anlamda ilk filmin formülüne dönülüyor ve bir kez daha dini bir simgenin, Kutsal Kâse’nin peşine düşülüyordu. Jones kadınlarından bahsetmeden de olmaz doğrusu. İlk filmde Karen Allen tarafından canlandırılan Marion Ravenwood hem zeki, hem cesur hem de çekici bir kadın portresi çizerek adeta dişi bir Indiana Jones oluyor ve kahramanımızla ideal bir çift oluşturuyordu. Her ne kadar Spielberg ikinci filmde de Karen Allen ile çalışmak istese de belki de Bond kızlarını örnek alan Lucas, her filmde farklı bir kadın karakter olmasına karar verdiği için aptal sarışın klişesini kullanarak oluşturulan Willie karakteri için bir kadın oyuncu arayışına girildi. Sharon Stone’un da adının geçtiği bu rol için sonunda Kate Capshaw seçildi. İşte ikinci filmin Spielberg açısından


GÖLGE | Mayıs ‘08 asıl önemi de bu seçimde yatıyordu. İleride eşi olacak ve kendisine 5 çocuk verecek olan Kate Capshaw ile bu sayede tanışmışlardı çünkü. Bu film için farklı bir kadın karakter istediği için Lucas’a hâlâ minnettar olmalı. Üçüncü filmde yine bir sarışın kadın öne çıkıyor ve Nazilerin tarafındaki Dr. Elsa rolünde başka da pek fazla önemli filmi olmayan Alison Doody’i görüyorduk. Doddy her ne kadar güzel bir kadın olsa da hayranların Indy için ideal eş olarak gördükleri kadın hâlâ Marion’du. Lucas ve Spielberg’in de Marion’u unutmadıklarını daha sonra görecektik zaten. Indiana Jones sinema macerasına bu şekilde uzun bir ara verdi ama karakterin maceraları devam etti. 90’ların başında Genç Indiana Jones isimli televizyon dizisi ile George Lucas karakteri bu kez küçük ekrana taşıyordu. Indy’nin çocukluk ve gençlik dönemlerini anlatan bu dizide farklı yaşlardaki Indy’i Sean Patrick Flanery, Corey Carrier ve George Hall canlandırıyordu (burada üçüncü filmde Indy’nin geçliğini canlandıran River Phoenix’i de anmadan geçmeyelim). Adeta küçük çaplı bir tarih dersi de olan bu seride Indy’nin yolu Tolstoy, de Gaulle, John Ford, Picasso, Al Capone, Freud gibi pek çok tarihi kişilikle kesişiyordu. Hatta dizinin çoğunlukla Türkiye’de çekilen bir bölümünde Atatürk’ü bile görme şansımız oluyordu. Yakın zamanda Amerika’da çıkan DVD setleri dizinin bu tarih öğreten yanını güçlendiriyor ve her bölümü döneme ait belgesellerle süslüyordu. Dizinin Lucas açısından önemli bir tarafı da kimi görsel efekt tekniklerini ilk kez bu dizide kullanması idi. Daha sonra bu efektlerin çok daha gelişmişlerini yeni Star Wars filmlerinde kullanacaktı. Ancak Indiana Jones’un maceraları bu kadarla da kısıtlı kalmıyordu. Lucas’ın tıpkı Star Wars için yaptığı gibi bir yandan bilgisayar oyunları, bir yandan çizgi romanlar ile Indy’nin serüvenleri giderek artıyordu. Burada tüm bu oyun ve çizgi romanlardan bahsetmek mümkün değil. Ancak tam bir Indiana Jones macerası olan ve hatta hayranların filminin yapılmasını bile istedikleri Indiana Jones and the Fate of Atlantis’in adını da anmadan geçmemek lazım. Herhalde bu oyunun senaryosu bir oyuna değil filme dönüştürülse idi en iyi Indiana Jones filmlerinden biri olurdu. Ama her zaman yeni bir Indiana Jones filmi gündemde olmasına rağmen bir türlü hayata geçmedi. Yeni bir Indiana Jones macerasını sinemalarda izleyebilmek için 2008 yılını beklememiz gerekiyormuş demek ki. 23 Mayıs’da yeni Indiana Jones macerası, Indiana Jones and the Kingdom of the Crystal Skull (Indiana Jones ve Kristal Kafatası Krallığı) ile buluşuyoruz sonunda. Pek çok senaryo taslağını beğenmeyen Spielberg ve Lucas sonunda David Koepp’in senaryosunda anlaştılar. Bu kez 50’lerde geçecek olan hikâyede artık doğal olarak yaşını almış bir Indiana Jones’un yanında Marion’un geri dönüşüne tanıklık edeceğiz. Umalım ki filmin sonunda hâlâ birlikte olsunlar. Indy’nin yanında genç bir takipçisi olarak da Shia LaBeouf’u göreceğiz. LaBeouf’un oynayacağı karakter ile ilgili pek çok söylenti döndü dolaştı İnternet ortamında. Ama ne kadarı doğru, filmi izlemeden bilemeyeceğiz tabii ki. Kötü adam kontenjanı da bu kez Nazilerden Ruslara geçmiş. Cate Blanchett’den şahane bir Rus ajanı çıkacağına inancımız tam. Fanları heyecanlandıran diğer bir konu da bu filmde ilk filmin sonunda sandığın kaldırıldığı depoyu bir kez daha göreceğimizin LaBeouf tarafından teyit edilmiş olması. Görünen o ki artık bizim için günleri saymaktan başka yapacak bir şey kalmadı.

34

Hasan Nadir DERİN http://sinemamanyaklari.wordpress.com











GÖLGE | Mayıs ‘08

STAR WARS: EFSANEYİ YARATANLAR

Bildiğiniz gibi Star Wars gökten zembille bir anda inmedi, bir oluşum süreci içerisinde bugünkü yerini aldı. İşte bu yazıda, George Lucas ve onun Star Wars için kurduğu şirketleri ve çalışmalarına değineceğiz.

LUCASFILM

Lucasfilm Ltd. 1971’de George Lucas tarafından Kaliforniya’da kurulan bir şirkettir. Tanındığı ilk filmi American Grafitti’dir, daha sonra Star Wars ve Indiana Jones filmleri ile adını tüm dünyaya duyurmuştur. İlk olarak hiç kimsenin kaile almadığı uzay filmlerinin ve bilim kurgunun yeni yeni başladığı dönemde kurulan Lucasfilm, özel efekt, ses sistemleri ve bilgisayar animasyonları daha sonra Lucasfilm tarafından çıkartılmayan bir çok filmin yönetmen ve şirketlerini etkilemiş, onlara öncü olmuştur. 2005’in Haziran ayında Lucasfilm’in alışveriş, online ve lisansları Letterman Digital Arts Center’a verilmiştir, bu kuruluş Lucasarts ve Industrial Light & Magic ile aynı binaya sahiptir.

Alt kuruluşları: • • • • •

Lucas Digital o Skywalker Sound – prodüksüyon sonrası ses efektleri o Industrial Light & Magic – özel efektler Lucas Licensing - lisans o Lucas Learning – öğretici materyaller o Lucas Books – kitap hakları LucasArts – bilgisayar ve konsol oyunları Lucasfilm Animation - animasyonlar Lucas Online – websiteleri (starwars.com, lucasfilm.com, thx.com …)

Önceki Alt kuruluşları: • THX Ltd. - theater sound system (2002’de Lucasfilm’den ayrıldı) • Pixar Animation Studio bilgisayar animasyonları film prodüksiyon şirketi (Steve Jobs’a 1986’da satıldı).

Lucas Digital a) Skywalker Sound

Skywalker Sound, Lucas Digital’ın ses efektleri, ses düzenlemeleri, ses dizaynları ve müzik alanındaki alt sistemidir. Merkezi Kalifornia’dadır. (Lucas Valley) İlk olarak Sprocket Systems adı kullanılmıştır, bu isim Skywalker Sound olarak Bölüm 5’ten sonra değiştirilmiştir. 1978’deki ödüllerden beri (ilk aldıkları ödül A New Hope ile gelmiştir) her yıl “En iyi Ses” ya da “En İyi Ses Düzenlemesi” dalında ödüller almaktadır.

b) Industrial Light & Magic

1975 yılınca George Lucas tarafından, Twentieth Century Fox’un Star Wars projesini iptal etmesi sebebi ile kurulmuştur. Merkezi Kaliforniya’daki Letterman Digital Arts Center’dır. 1980’lerde Adobe Photoshop’u bulan ve geliştiren John Knoll ve kardeşi Thomas’da Industrial Light & Magic’de çalışıyorlardı. John Knoll Photoshop’u bulduğunda ILM Özel Efekt Süpervizörü idi.

44


A New Hope ilk kez sinemada gösterilmeye başlandığında hiç kimse böyle bir başarı ve efektler beklemiyordu. Efekt Şefi olarak Douglas Trumbull vardı, asistanı olarak John Dyrska’yı seçmişti. Ve kimsenin yapamadığı ve hiç kimsenin olur gözü ile bakmadığı Star Wars’u onlar yarattı. ILM şu an dünyanın en ünlü özel efekt şirketi.

Tanınan ILM Filmleri: Star Wars Serisi Indiana Jones Serisi Star Trek Serisi Harry Potter Serisi Jurasic Park Serisi Terminator Serisi Karayip Korsanları Serisi

Yeni Vizyona Girecekler: Indiana Jones IV (2008) Red Tails (2008) Jurassic Park IV (2008) Iron Man (2008) Star Trek (film) (2008) Star Wars (TV) (2009)

THX THX, sinemalarda, ev sinema sistemlerinde, bilgisayar hoparlörlerinde ve oyun konsollarında kullanılan ses sistemidir. THX’i George Lucas’ın şirketi Lucasfilm’de çalışan Tomlinson Holman bulmuş ve geliştirmiştir. İlk olarak Return of the Jedi’ın (1982) müziklerinde kullanılmaya başlanmıştır. THX sistemi ses kaydedici teknolojisi değildir. Her türlü ses formatını kabul eder, dijital ve analog’larda THX’den sayılabilir. THX daha çok ses kalitesini yükseltici bir teknolojidir. THX ile uyumlu her türlü ses sisteminde (sinemalar, ev sinema sistemleri, bilgisayar hoparlörleri…) eğer film THX formatını da destekliyorsa, izleyiciye ve dinleyiciye arka plandaki bir çıt sesini bile efekt olarak verebilir. THX, adını yaratıcısı Tomlinson Holman’dan almıştır. Projenin ilk adı Tom Holman’s Crossover olarak düşünülmüştü. Daha sonra “crossover” kelimesini kısaltarak Xover kelimesi türetilince ve baş harfleri alınınca THX olmuştur. Ayrıca bu isim için bulunan başka bir hikâye de Lucas’ın ilk filmi THX 1138’den kalmış olmasıdır. İkisi de büyük bir tesadüftür aslında, hem teknolojiyi bulan kişi ile olan isim benzerliği hem de bulan firmanın sahibinin ilk filminin ismi olması… THX sistemi aslen Kaliforniya’da geliştirilmektedir, fakat Hollywood’da da kullanıldığı için orada da şubeleri vardır. HD teknolojileri ilk çıktığından beri THX’i içinde barındırıyordu, LCD ve plazma televizyonların çoğu o zamanlar THX ile uyumluydu. 2003 yılında da araba ses sistemlerinin bazılarında da kullanılmaya başlandı. Elbette fiyatları gayet fazlaydı –halen de öyle-. THX sistemi ilk olarak Kaliforniya’daki Eileen Norris sinemasında kullanılmaya başlanmıştır. THX’in en geniş alanda kullanıldığı dünyadaki tek sinema da Norveç’deki Colosseum Kino sinemasıdır.

LUCASART

1982 yılında Lucasfilm’in alt kuruluşu olarak George Lucas tarafından kuruldu. Lucas bu şirketi kurarak oyun ve eğlence dünyasına yeni bir çağ başlatmayı düşünüyordu, Atari’yi yeniden canlandırdı. İlk çıkardığı oyunlar Ballblazer ve Rescue on Fractalus! idi, o zamana göre hiç de fena oyunlar değildi. Korsanın ilk belirtilerinin görülmesi ile birlikte oyun satılışı biraz sekteye uğrasa da iyi ses getirdi. 1984 yılında Atari 5200, o zamanki adı ile tanınan Lucasfilm Games sayesinde çıkartıldı. Daha sonra Lucasfilm Games’in tek başına çıkardığı ilk


GÖLGE | Mayıs ‘08 oyunlar Koronis Rift ve The Eidolon oldu. 1990 yılına gelindiğince büyümeye başlayan Lucasfilm endüstrisine yeni şirketler katıldı, böylece ismi Lucasfilm Entertainment Company oldu. ILM ve Skywalker Sound’ın Lucasfilm Digital adlı yeni kurulan şirkete sokulması üzerine de LucasArts adı orijinal olarak oyun dünyasına giriş yapmış bulundu. Gelelim efsaneyi, efsane yapanlara… Şüphesiz George Lucas ve John Williams’dan bahsettiğimi anladınız. Gelin bu iki insanı yakından tanıyalım.

George Lucas

14 Mayıs 1944 yılında Kaliforniya’da doğdu. George’un hayatını Star Wars Öncesi ve Star Wars sonrası olarak ikiye ayırabiliriz. Çünkü George’un hayatında Star Wars Öncesi yarışlar vardı. Evet, George Lucas araba yarışları tutkunu iken geçirdiği bir trafik kazası sonucunda bu hayaline veda ederek Güney Kaliforniya Üniversitesi sinema bölümüne girdi. Sinema bölümüne girmek için bir kısa film çekmesi gerekiyordu ve THX -138: 4EB’yi yarattı. Bu film Ulusal Öğrenci Filmleri Festivali’nde ödül kazandı. Bu film ona ayrıca Warner Brothers’da staj da getirdi. Francis Ford Copolla gibi ünlü kişiler ile tanışma fırsatı yakaladı ve birlikte American Zoetrope adında bir şirket kurdular. Fakat daha sonra Francis Ford Copolla, Godfather filmi için çalışmalara başladı ve Lucas kendi şirketini kurdu; Lucasfilm. Lucasfilm şirketinden çıkan American Graffiti 50 milyon’u aşkın gişe yaptı ve Altın Küre ödülü kazandı. Ayrıca 5 dalda Oscar’a aday oldu. 1975 yılında kurduğu ILM şirketi ile de Star Wars için hazırlıklara başladı. Star Wars filminden sonra Steven Spielberg ile çektiği Indiana Jones serisi de bir fenomen haline geldi.

John Willams John Williams’ı filmlere canlılık veren kişi olarak tanımlayabiliriz, çünkü kendisi yarattığı şahane müzikler ve temalar ile filmleri zihnimize kazıyan bestecidir. 8 Şubat 1932’de New York’da doğdu. Küçük yaşlarda babası ve onun arkadaşlarından etkilenerek müzik hayatına başladı. İlk piyano sonatını 19 yaşında besteledi. Onun hayatının dönüm noktası babasının Steven Spielberg ile tanışması sayesinde olmuştu, çünkü Spielberg, Williams ile 1970’lerde ilk tanıştığında onu E.T., Star Wars, Indiana Jones, Superman, Schindler’s List gibi pek çok klasik filmlerin müziklerini yapması için aradığı adam olduğunu fark etmişti. Spielberg ve Lucas ile çalışmak ve peş peşe aldığı Oscar adaylıkları onu dünyada tanınır hale getirmişti. John Williams’a birçok üniversite fahri doktoralık unvanı verilmiştir. John Williams, 5 Akademi, 18 Grammy, 3 Altın Küre ve 2 kez Emmy ödülü kazanmıştır.

BİR SONRAKİ YAZI: STAR WARS: FENOMENİ YAYMAK Cansu KORKMAZ www.yildizsavaslari.com

46


DELİ

Hapishaneden henüz çıkmıştım. Memlekete gitmek için trene bindim. Kalkışa birkaç dakika kala kompartımana biri girdi. Koca kafalı, tıknaz ve göbekliydi. Bacakları iki ince çubuğu andırıyordu. Uzun siyah saçları ve kocaman ‘’bir’’ gözü vardı. Evet, bir taneydi. Diğeri kapalıydı ve içinden, yanaklarına sarı irin akıyordu. Tam karşıma oturdu. Odada ben yokmuşum gibi davranıyordu. Bir ara kırmızı, küçük lekelerle dolu diliyle, burnuna dokunmaya çabaladı. Muhtemelen akıl hastasıydı. Pencereye doğru yanaşıp çaktırmadan onu izlemeye devam ettim. ‘’Defol, lanet olası pislik!’’ diye bağırarak elinin tersini, birine tokat atar gibi, savurdu. Bir kaçıkla yolculuk etmeye hiç niyetli değildim lâkin tren çoktan kalkmıştı.. Bir ara gözlerini yumdu ve kollarını bedenine çapraz dolayarak uyudu. Ne tuhaf ki uyurken sayıklıyordu: ‘’Şu dakika en uygun zaman. Azrail kucak açmış ruhuma. İnancım yok artık hiçbir şeye. Mutlak gerçek kapıda. Aklımı koparmalıyım yerinden. Unutmalıyım her şeyi, her şeyini! Ölüm kancalar atarak ilerliyor bedenimde. Cehennem senfonisi çalan. Gökten inen saydam damarlar ense köküme batıp ruhumu çekiyor. Gökteki anaforun ortasından bir ışık görünüyor, çekiliyorum. ‘’Ruhlar vals ediyor etrafımda. Mat kırmızıya boyanmış dünya; gitgide kararıyor yaşam. Sen bir taneydin ama onlarca farklı yüzünü gördüm. Seni tanıyamaz oldum. Notaların şeytan aralığından çıkan duygular yüzümde tecelli ediyor. Tabutta gibiyim ve tırnaklarım yetmiyor sonsuzluğun kapısını açmaya. Yırtılan bedenimde çığlık çığlığa bağıran sinir hücrelerimi hissetmiyorum. Hiçbir şey hissetmiyorum. Salt bir sensizlik dalgası düşüyor dimağımın en ücra noktasına. Delilik bu olsa gerek ve ben delirdiğimin farkında bile değilim… ‘’Ne zaman getirildim buraya? Bu ellerimi arkadan bağlayan gömlek ve tek yatak, penceresiz loş oda da neyin nesi? Ne vakit tıkıldım buraya? En son hatırladığım, arkandan bakakaldığım. Anımsıyorum: Cüzdanımdan küçük neşterimi çıkarıp kolumu boydan boya yarmıştım ve kanımla yıkamıştım ellerinin dokunduğu ellerimi. Ve gözyaşlarım akmıştı öptüğün dudaklarımdan. Korkunç bir yakarış duymuştum… Ben miydim o yakaran? ‘’Ateş nehrimdin benim; sen benimdin! Sen benimdin! Sonu var mı bu bekleyişin? Yokluktan çıkıp gelebilecek misin bana? Açelya?’’ Bir anda uyandı, tek gözünü boşlukta gezdirerek konuşmayı sürdürdü. ‘’İlaç kokuyor oda, ama aralarından senin kokunu ayırt edebiliyorum, açelya… Ben uyurken mi geldin buraya? Aman Tanrım, duvardan nasıl geçtin? Niçin konuşmuyorsun? Demek bana döndün. O elindeki ne, bıçak mı? N’apıyorsun? Boğazımı mı kesiyorsun?’’ Ellerini boşluğa uzatıp birini engellemeye çalışır gibi hareket etti. İyiden iyiye ürperdim. Kompartımanda benim göremediğim biri vardı ve karşımdaki deli onu görüyordu. Ya saçmalık diyerek pencereden dışarıyı izleyecektim, ya da deliye inanacaktım. Çabucak bir karar vermeliydim. Birden hayatım boyunca rastlayacağım en tuhaf şey oldu: Adamın boynu arkaya doğru geriliyor ve gırtlağına bıçak dayanmışçasına kesiliyordu. Bir çığlık kopardım ‘’Bu imkânsız!’’ diye bağırdım. Sonra boşlukta kahverengi saplı bir bıçak peyda oldu ve yere düşerek metalik bir ses çıkardı. Hızla koşup adamın boynunu tuttum. Bir yandan kanın durması için tampon uygularken, diğer yandan yardım çağırdım. Adam kendine gelmiş gibiydi. Ağzından kanla karışık sözcükler çıkıyordu. Beni kurtarın, diye yalvarıyordu! Sonra ne mi oldu? Adam kurtuldu ama ben yeniden hapishaneye geri gönderildim. Polisler adamı benim öldürmeye çalıştığımı zannetti! Adamın hayatını kurtardım ve karşılığında Bakırköy Deliler Hapishanesi’ne geri gönderildim! Lanet olsun! Vinyet Serkan KÖSE Şükrü BAĞCI www. fantastikdiyar.com http://sembol.deviantart.com


GÖLGE | Mayıs ‘08

Kull, Conan ve Solomon Kane için Yeni Bir Başlangıç

“Conan the Cimmerian”Sayı 1 Frank Cho

Robert E. Howard hayranları, yazarın birçok eserinin çizgi roman uyarlamasını okuma şansı buldu; özellikle de Dark Horse’un “Conan the Barbarian” başlığı altında yayınladığı başarılı serisiyle. Şimdi ise Dark Horse, Conan serisine yeniden başlamanın yanında Howard’ın diğer iki kahramanına da can vermeye hazırlanıyor. “Conan the Cimmerian” adıyla bu Haziranda 0 numaralı ilk sayıyla yayına başlayacak olan serinin yazarı Tim Truman, çizeri ise Tomas Giorello. Onun ardından Eylülde Scott Allie’den “Solomon Kane” geliyor ve Kasımda “Kull” serisi de yayına başlayarak Dark Horse’un Howard evrenini iyiden iyiye genişletiyor. Bu büyük yayınların kapaklarına ise Frank Cho (Conan the Cimmerian), Andy Brase (Kull) ve John Cassaday (Solomon Kane) yeteneklerini akıtacaklar. Dark Horse, önceleri “Liberty Meadows”un yaratıcısı ve “Might Avengers” çizeri Frank Cho’yla bir “Conan” mini serisi hazırlamayı düşünüyordu ancak, Cho’nun Marvel’deki bir başka projesi yüzünden bu fikir başlayamadan bitti. Şimdi ise, aylık olarak yayınlanacak olan serinin kapak sanatçısı olarak “Conan the Cimmerian”ın çizgilerini üstlenmiş du-

rumda. “Kull”un kapak çizerliğini üstlenen Brase ise daha çok kartlara yaptığı çizimlerle ismini duyurmuş bir sanatçı. Detaya önem veren çizimleriyle bilinen Brase Kull’un zengin evreni için oldukça uygun bir tarza sahip. “Solomon Kane”in kapaklarını çizecek olan John Cassaday ise, atmosfer yüklü, karanlık çizimlerini her sayının kapağına yansıtacak gibi görünüyor. Ayrıca, bu isimlere Hawkman ve Sgt. Rock gibi efsanevi çizgileriyle tanınan çizer Joe Kubert’ı da eklemeliyiz. Kubert, üç büyük kahramanı içeren tek bir kapak çalışmasıyla, Dark Horse’un Howard evrenini resmediyor. Çeviri: Utku TÖNEL

48


TOROS İLE HÂMİLE Sağ elinizle sol kulağınızı tutup, öteki elinizi sağ elinizin arasından geçirip sağ bacağınız ile birleştirip, onlarca kez ekseniniz etrafında dönüp, gözlerinizi sıkıca yumup, eğilip apış aranızdan bakarsanız dünya nasıl görünür? Behiç Pek’i çoğumuz tanıyoruz. Şu sıralar artık bambaşka bir şey olan Leman’da aynı istikrarı ile yazıp çizmeye devam eden birkaç ustadan biri. Karikatürle ilk tanıştığım yıllar olan 1980’lerin başlarında “Behiç Abi” diyorlardı, 30 sene geçti hâla “Behiç Abi” diyorlar. Kendisi hakkında baytlarca, kilobaytlarca yazı yazılabileceği gibi asıl konumuz Behiç Pek değil, onun şahikulade eserlerinden biri olan “Toros ve Hamile”.

90’lı yılların sonlarında yayınlanan, benim hâlâ arşivden düzenli olarak çıkarıp çıkarıp okuduğum inanılmaz çizgi-roman dizisi. Dili, kurgusu, mizahı, karakterleri ve her şeyi ile tam bir başyapıt. İlk 1997 Nisan’ında L-manyak’ın 16. sayısında görünen ve 2001 Nisan’ına kadar dört sene boyunca L-manyak’ta devam eden, tadını damağımızda bırakan, hiç eskimeyen bir eser Toros ve Hamile. Türkiye’nin Simpsons’ı diyebileceğimiz; buna rağmen Toros ve Hamile’ye haksızlık edebileceğimiz övmeye doyulamayan iyi, güzel, rânâ pirima, magnifisınt, vundebah bir şey Toros ve Hamile. Başarılı casting ile dizisi için nefis oyuncular seçen Behiç Pek’in tiplerini kabaca tanıyarak başlayalım incelememize: “Toros” Sıradan Türk çekirdek aile reisi vasfını yer yer zorlayan, evin atkuyruklu ve kel reisi. Fiziksel özelliklerindeki bu zıtlıkları kimyasal olarak da barındırın, uyanık ve saf, zeki ve budala, sert ve naif bir tiptir. Gene bir Behiç Pek karakteri olan Muhlis Bey’i andırır görünüşüyle. “Hamile”, Toros’un kocası evin hanımı, ismine yakışır bir göbeği olan, Toros’un üç çocuğunun anası, gündemi TV sabah kuşağından, patlıcan oturtmaya kadar uzanan çağdaş ev hanımıdır, eküridir. Çocuklar ise “Bodo”, “Mazgal” ve “Tedrisat”tan mütevellit olarak gündeme meze, hikâyeye katalizör olarak hikâyenin belkemiğinin omurlarından bir kaçıdır. Sonlara doğru Vili adlı bir yavru da eklenmiştir aileye.


GÖLGE | Mayıs ‘08 Yukarıdaki esas beşliye, birkaç hikâyede eşlik eden psiko “Sayra Enişte” ve karısı “Karı Yenge” dışında daimi bir tipleme eklenmemiş. Mahalledeki figüranlardan, konu komşudan, patrondan, kahvedeki arkadaştan, ünlülerden azami ölçüde istifade edilmiş, ah ne de güzel edilmiştir. Behiç Pek bu renkli tiplemeler ile yetinmemiş, kurguda yaptığı oyunlarla snatch’i pazara, “lock stock and two smoking barrels”ı berbere göndermiş, klişeleri paramparça edip okuyucunun beynini mütemadiyen tokatlayıp arada pışpışlayarak hikâyeye eşlik etmesini sağlamış, her bir karesiyle, her bir finaliyle okuyucularına yüzlerce “ohaa!” çektirmiştir. Sağ elinizle sol kulağınızı tutup, öteki elinizi sağ elinizin arasından sağ bacağınız ile birleştirip, onlarca kez ekseniniz etrafında dönüp, gözlerinizi sıkıca yumup, eğilip apış aranızdan dünyaya bakarsanız dünya nasıl görünür? Muhtemelen Toros ve Hamile çizgi dizisindeki hayat gibi gözükecektir. Hangi birini yazacağımı şaşırsam da, bu akıl almaz kurguya örnek olarak bir macerasının sinopsisini yazmak iyi olacak: Oğlu Mazgal ile evde golf oynarlarken, Mazgal’ın Toros’u yenmesi üzerine sinirlen Toros, “Ben senin yaşındayken derslerim birbirinden ondu,” diyerek çocuğa girişmiş, “okuluna gelip öğretmeninle görüşecem,” derken pazartesi veliler toplantısı olduğunu öğrenmiş ve toplantıya gitmiştir. Toplantı yapılan velilerle dolu odaya girince iri yarı ve budaklı meşe odunu olan öğretmen tarafından geç kaldığı sebebiyle azar yemiş, öğretmenin fırçalamayı sürdürmesine dayanamayarak “Ne diyosunuz lan sen,” demiş ve akabinde yediği tokatla feleği şaşmış, geçmiş mecburen yerine oturmuş ve olayı algılamaya çalışmıştı. Bu şekilde başlayan alacakaranlık kuşağı, Toros’un sözlüye kalkması, soruları bilememesi ve odunla dövülmesine sebep olmuş, olaya hâlâ mantıklı bir açıklama getirmeye çalışan Toros, “Şey, ben, veliler toplantısı, Mazgal’ın babası,” şeklinde geveleyerek gene yerine oturmuştu. Akabinde arka sırasında oturan beyefendiden “Şşş, sakin olun, olan bitenin farkındayım, size yardım edicem,” lafı ile delirmekten kurtulan Toros arkasını dönmesi ile, beyefendinin “Örtmenim, Toros beni konuşturuyo!!” şeklindeki şikayeti sebebiyle hem bir daha sopa yemiş, hem de canından çok sevdiği at kuyruğu kesilerek eline verilmişti. Toros tepkisini “Ölem ben. Çıldır Torosum. Sal beynini çayıra. Alnını denize fırlat,” ünlemleri ile gösterip akabinde sakinleşip soğukkanlı bir plan yapmaya koyulmuştu. Öğretmenin bakmadığı bir sırada son sürat kapıya fırlayan Toros, kapının kilitli olması dolayısı ile dışarı çıkamamış, sopasıyla kendisine yaklaşan öğretmene “Kapı… Kilitli… Örtmenim… İyice kapalı. Açılmıyo örtmenim. Ühüü” diyerek bir kez daha sopasını yemişti. Ardından, tuvalet bahanesi, teneffüs bahanesi gibi çeşitli yöntemler de genellikle sonunda sopa yiyerek sonlanmıştı. Artık iyice alacakaranlık kuşağının esiri olan Toros, hademenin, “Toros’un anası geldi,” uyarısı ile “Ama benim annem öldü,” diyerek dünyaya dönmüş, gelenin karısı Hamile olduğunu görüp sevinçten delirmiştir. Oyunun kurallarını dikkate alarak sırasında annesine “Annea, buradayım annea, al beni al,” şeklinde acıklı bir halde bağırarak, “şımar Toros, Kudur” şeklinde kendini motive ederek kendisini annesine göstermiştir. Tam kâbus bitecekken, öğretmenin şikâyeti üzerine Hamile

50


tarafından “Madem şikâyetçisiniz, eti sizin kemiği benim” diyerek Toros gene öğretmenine teslim edilmişti. Okuyanı komaya sokan bu hikâye Toros’un yatağından haykırarak uyanması ile bitecek gibi de olsa bitmemiştir. Oh hepsi rüyaymış diye uyanan Toros’un yanında bitiveren öğretmen ve diğer sınıf arkadaşları, “Hayır rüya değil, kalp krizi geçirdin, hastanedesin,” demişler ve Toros’u tekrar gayba göndermişler, hemen akabinde artık dayanamayan Hamile’nin “Şaka, sana 1 Nisan şakası yaptık,” demesi ile olaylar anlaşılmış. Toros “Ulan haziran ayında ne 1 Nisan’ı” diyerek ahaliye saldırmış, Hamile’nin “Ama Nisan ayında yapsaydık belli olurdu” demesiyle nihayete ermiştir. Behiç Pek, ezbere bildiğim ancak yazarken bile zorlandığım, manyak ve delice kurgusu ile tekrar tekrar kopa yazdığım bu hikâye gibi yaklaşık 50 adet birbirinden şahane Toros ve Hamile macerasını, her ay hem yazmış hem çizmiş, bizleri mesut ve bahtiyar etmiştir. “Behiç Pek ünlemleri” diye rahatlıkla kategorize edilebilecek bir takım nidalar, haykırışlar, tepkiler, efektler, kelime oyunlu cin kafiyeler vardır ki, Behiç Pek’in diğer eserlerindeki gibi Toros ve Hamile’de de parıl parıl parlar, gözünüzü kamaştırır, söylenmeden geçilmez. “Çok fena rüyam geldi / Bugün günlerden yarın, yarın dünlerden ne gün / Şimdi dışarı çıkalım, in idik out olalım / Viva Hamile, Boku boku viva, sen emi? – Tre bien – Ancuez yes… / Vat yu sey, Ar yu harbi? / Zennube Karısı Şehnaz <karışık pop çalışlı tlf>/ Bıçaklanınca “Annem güzel annem, canım annem, acıdı.” / Köpek saldırınca “Annan, Kofi Annan” efekti / Olası mı Böyle / Büyük müthişlik” ve yüzlercesi havsalamızda uygun bir anda söylenmek üzere beklemektedir. Bu kadar çılgın konular, efektler ve karelerin olduğu onmilyonbin absürtlüğünde bir eser nasıl bütünlük kazanabilir diye soracak olursanız Toros ve Hamile’yi bir kez daha okumanızı öneririm. Benim çoğu eserimde “giriş, gelişme ve sıçış” olarak gelişen olay örgüsü, Behiç Pek’in bu kadar karmakarışık kurgusunda yerli yerine oturuyor, kılçıksız şeklinde tabir edebileceğimiz bir şekilde düğüm ve düğümler çözülüyor dört başı mamur bir eser meydana geliyordu. Büyük bir çoğunluğu TV karşısında, manyak Türk programlarını seyrederken başlayan macera, televizyondaki programın içeriği ile ilgili olarak ilerler. Maceraların konularını genellikle o ayın gündeminden seçen Behiç Pek, maceralarında resmettiği Sinan Çetin, Mehmet Ali Erbil, Süheyl Behzat Uygur gibi birbirinden nadide gerçek tiplerle hem güncel, hem popüler, hem sanatsal hem didaktik oluyor, adeta TRT2, Show TV ve cnbc-e’yi damıtarak bünyeye zerk ediyordu. Gündemin deprem olduğu bir ay, ilk karelerinde, televizyon reklâmında “Mega depreme 10 gün kaldı! Eyart Kuveyk deprem çantası aldınız mı? Hem şık, hem neşeli. Hemen al. İster omzuna tak, ister mafsallarına dola. Tak tak komşunu çatlat. Bu çanta keyifli çanta, sekizlik deprem yaşa, doyamazsın tadına, kez eğlen patlat kahkaha,” şeklindeki bir reklâm cıngılı ile maceraya girizgâh yapılmış, daha ilk karelerden kahkaha sağanağı başlamıştı. “Up Shaper” gibi zayıflatıcı ürünlerin coştuğu bir dönemde, ilk karelerdeki televizyon ekranında “Kanatlı


GÖLGE | Mayıs ‘08 karıncanınkinden ince beliniz, sivrisinek gibi tiril kollarınız olsun istemez misiniz? E o zaman koşup bi hap şapır alsanıza… Burda kıdemli üstçavuşun eşeği osturmuyo. Biriniz kalkıp gitsin bir hap şapır alsın da biraz vücut yapın. Hep yutuşturmayı biliyonuz be. Özellikle dobiç ev hanımları bu kılçığm size…” şeklinde devam eden bir tanıtım ile maceraya start verilmiştir. Toros, bir gün eve gelir ve “Size sürpriz yumurta getirdim,” diyerek, elindeki yumurtaları çocuklara verir. Çocuklar “Bunların içi bal gibi oyuncak kaplı, orta yerinde çukulat misali sütlaç saklı,” diye kinder’ler için delirirler ancak Hamile “Ayol bu düpedüz yumurta,” deyince “Sürpriz kısmı şu yarın pikniğe gidiyoruz yumurta kısmını da haşlayıverin,” der. Gerçek, absürd, abartı, makul bir arada kardeş kardeş geçinirler Toros ve Hamile’de. 20 sene önceki mizah dergilerini okuyun. Çoğu için en iyimser tabiriyle “Dönemine göre komikmiş demek ki,” diyeceksinizdir. Bir de Behiç Pek’in 20 sene önceki işlerine bakın, Muhlis Bey’in albümünü satın alın. Muhlis Bey’e kahkahalar ile gülerken Behiç Pek’in zaman ve mekândan bağımsız, 10 numara mizah yaptığını siz de tasdikleyeceksinizdir. Toros ve Hamile şu kadarcık yazı ile bitecek gibi değil. İçinde daha ne cevherler var. Hepsini yazıp da onu keşfetme zevkinden sizi mahrum bırakmak istemem. Arkada çalan “Zennube karısı şehnaz” fon müziği ile bitirirken, Türk mizahına hiç gürültü çıkarmadan, sessiz sedasız damgasını vuran Behiç Pek’e uzun ömürler diliyor, Toros ve Hamile’nin de albüm olarak basılmasını kendisinden niyaz ediyoruz. Sıtkı SIYRIL sitkisiyril.blogspot.com

52


FESTİVAL GÜNLÜĞÜ İstanbul’dan bir festival daha geçti. Filmekimi, Bağımsız Film Festivali ve Restfest’in ardından şimdi de nisan ayını vazgeçilmez kılan İstanbul Film Festivali 200 film ile 5 sinemada gövde gösterisi yaptı. Bu sene 27. si yapılan festivalde filmler farklı temalar altında seyirci karşısına çıktı. Milos Forman filmlerinden tutun da, 68 kuşağı filmlerine kadar, belgeseller, çocuk ve kadın filmleri, aykırı gece yarısı filmleri… Üstelik bu filmlerin çoğu piyasada kendine fazla yer bulamayan filmler oldukları için de yegâne fırsatımızdı belki de izlemek için. Bu sebepten bilet alırken ince eleyip sık dokumak mı gerek diye düşünüyor insan. Herkes festival öncesi kendi stratejisini oluşturuyordur diye düşünüyorum ben. Mesela benim de genel olarak izlemeyi planlayıp genelde başaramadığım yöntem vizyona girmesi muhtemel filmleri ayıklayıp geri kalan filmleri incelemek oluyor. Tabii daha duygusal düşünüp o an hangi filme gitmek istiyorsam filmlerimi ona göre seçmek daha sık başıma gelebiliyor. Sonuçta sinema bir keyif işi olduğu için ‘festivale bilet alırken dikkat edilmesi gereken hususlar’ gibi bir liste yapmanın anlamsız olduğunu düşünüyorum. Benim film seçme sürecim ise herkesten farklı olarak gitmek istediğim filmlerden ziyade boş zamanlarıma uyan filmleri seçmeye dayanıyordu. Hafta içi tek bir günüm boş olduğu için 3,50 YTL’lik biletler pek ilgi alanıma giremediler. Bunun yanı sıra toplamda beş saatimi sadece bilet almaya (üstelik de sadece 8 filme bilet almak için) ayırdığımı söylersem festivale kötü bir başlangıç yaptığımı düşünebilirsiniz. En azından benim fikrim buydu sırada beklerken. Sınavlarıma ve okuluma lanetler yağdırırken bu kadar çok ‘sinefil’in olduğunu görmek o an bana pek mutluluk verici gelmemişti (bu anı filmi en ön sırada izlerken de yaşadım). Kısacası sinema keyfimi bozmak için tüm dış etkenler etrafımı sarmıştı. Sonuçta 5 Nisan’da festivalin başlamasıyla (bilet alma süreci ile festivalin başlaması arasında geçen süreç uzun olduğundan belki de) tüm olumsuzlukları geride bırakıp festival heyecanına kendimi kaptırdım yine de. Gittiğim az sayıda filmden bahsetmek de benim için ayrı bir eğlence kaynağı oldu. Anladıklarım-anlamadıklarım üzerinden yaptığım muhabbetlerde kendimi bir sinefil olarak hissedemesem de filmi çekenlerin, senaryoyu yazanların hayal gücüne hayran kaldım. Festivalde beni en çok etkileyen film ‘Köstebek’(El Topo) oldu. Alejandro Jodorowsky’nin yönettiği ve başrolünde oynadığı 1970 yapımı bir film Köstebek. 68 ve Mirası teması altında gösterilen filme festivalde ilgi büyüktü. Kült filmler statüsünde sayılan film hayatımda gördüğüm en ilginç film olarak bende yer etti. Birbirini sırtında taşıyan insanlar, kadın sesiyle konuşan erkekler, erkek sesiyle konuşan kadınlar, cüceler, ensest ilişkiler, sapıklar, bol miktarda kan, cinsellik… Her şey bu filmde vardı. Filmin ne anlattığı sorusuna direkt bir cevabım yok. Şaşkın bakışlarla izledim filmi zaten. Yetmişlerin özgür ortamında çekilmiş bir film olduğu filmin her sahnesinde kendini gösteriyor. Çekildiği dönemde 7 ay boyunca gece yarısı matinesinde gösterimde kalan bir filmi akşamüstü izlemek yaman bir çelişki olsa da filmin yarısında rahatsız olup çıkan insanları gördüğünüzde o ruhu yakalayabiliyordunuz.


GÖLGE | Mayıs ‘08 Bir diğer ilginç ve ilgi gören film de ‘Beni Orada Arama’ (I’m Not There) ydı. Bir Bob Dylan hikâyesi olan filmde karakteri altı parçaya bölünmüş bir adamın hikâyesini Bob Dylan şarkıları eşliğinde izledik. Oldukça uzun bir film olması zaman zaman ilgiyi yitirmesine neden olsa da genel olarak eğlenceli, belgesel niteliği taşıyan bir filmdi. Sadece oyuncu kadrosu düşünüldüğünde bile vizyona girmesine kesin gözüyle bakılan film üç seans halinde festivalde gösterildi. Festivaldeki dikkat çeken Türk filmi ‘Ara’ ise tek seansta gösterildi. Ümit Ünal’ın Altın Portakal’a kabul edilmeyen filmi İstanbul Film Festivali’nden iki ödülle döndü. Başrol oyuncularından Serhat Tutumluer en iyi erkek oyuncu ödülünü alırken, film de “günümüz toplumunda hâlâ tabu olan konuları bireysel ilişkiler çerçevesinde büyük bir incelikle ve kişilerin derinliklerine inerek usta işi diyaloglar aracılığıyla çok çarpıcı bir biçimde işlediği için” Jüri Özel Ödülü’nü aldı. Eğer Köstebek şu ana kadar izlediğim en ilginç film ise Ara da şu ana kadar izlediğim en cesur Türk filmiydi sanırım. Filmde yine salondan çıkan insanlara rastlamak mümkündü. Film rahatsız edici, aynı zamanda dikkat çekiciydi. Festival başlamadan aldığım bir karar Milos Forman’ın izlemediğim filmlerini festival sayesinde görebilmekti. Fakat bu konuda pek başarılı olamadım. Sadece ‘Müzik Hatırına-Seçmeler’ ve ‘Hair’i festivalde izleyebildim. İlginç, eğlenceli (özellikle Hair) filmlerdi. Müzik Hatırına ve Seçmeler belgesel niteliği taşıyan kısa denebilecek filmlerdi. Belki de bu yüzden aynı seansta peş peşe sunuldu izleyiciye bu iki film. Hair ise çoğu kişinin bildiği üzere savaş karşıtı ama savaşı da içinde barındıran muhalif bir filmdi. Sonu ise oldukça trajik geldi bana. Gittiğim diğer filmler ise Rus yapımı bir yeniden çevrim olan ‘12’, İspanyol yapımı ‘Barselona-Bir Harita’ ve Sean Penn’in filmi ‘Into the Wild’ oldu. Bildiğimiz Hollywood yapımı filmlere pek benzemeyen ilginç tarzlarda filmlerdi. Farklı kültürleri izlemek için fırsattı hepsi. Festivalin tek özelliği film gösterimleri değildi elbette. Festivalin sonunda filmler çeşitli kategorilerde ödüllere değer bulundu. “Bir anlam ve belki bir aşk bulmak amacıyla doğduğu köye dönmek zorunda kalıp modern dünyada savrulan bir adamın şiirsel ve incelikli bir portresini çizdiği için” Semih Kaplanoğlu’nun ‘Yumurta’ filmi festivalin en önemli ödülü olan Altın Lale ödülünü aldı. Radikal Halk Ödülü’nü ise beklendiği üzere Ulusal Yarışmada Çağan Irmak’ın ‘Ulak’ı, Uluslararası Yarışmada ise yine ‘Yumurta’ aldı. Bu ödüller sadece prestij demek değildi tabii ki. Aynı zamanda Kültür Bakanlığı ödül alan filmlere belli miktarlarda destek verdiği için festivalin teşvik edici bir yönü oldu. Festival 20 Nisan itibariyle sona erdi. Birbirinden farklı 200 film izleyicinin beğenisine sunuldu. Bazılarının biletleri ilk günden tükenirken, bazı filmlerin ise son gün bile biletleri satılmaya devam ediyordu. Filmleri en önden ya da en arkadan izlemek zorunda kaldım bu yüzden. Daha önce hiç izlemediğim türden, aykırı yönetmenlerin filmleri, sürrealist filmler, aksiyon filmleri, romantik filmler, kan, gözyaşı, entrika ama daha çok da keyif. Festivalin de festivale gitmenin de asıl amacı bu zaten. Eda İHTİYAR edaihtiyar@gmail.com

54


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.