İÇİNDEKİLER
04-08 Öykü-Vehmin Distopik Çıkmazı 09-12 Öykü - Hile-i Siyaset
13 Çizgi Roman Tanıtım - Çirkin
14-18 Sinema İnceleme- Xmen
19 Şiir- Arwen’in Gece Ezgisi
20-21 Öykü - Uyurgezerin Günlüğü 22-26 Çizgi Roman İnceleme- Çığlık 27-31 Öykü- Dünyalar Arasında
80. Sayı ile
32-34 Yazar'ın Kalemi'nden-İstanbul'un Gizli
tekrar birlikteyiz. Gölge e-Dergi'ye ulaşmak için http://golgedergi.blogspot.com Genel Yayın Yönetmeni: Mehmet Kaan SEVİNÇ Editör: Ahmet YÜKSEL golgeedit@gmail.com Yayın Kurulu: Sadık YEMNİ, Hasan Nadir DERİN, Gülhan D SEVİNÇ, Melahat YILMAZ, Mehmet Berk YALTIRIK, Grafik Tasarım: Gülhan D SEVİNÇ Redaksiyon: Ceren ÇALICI Kapak İllüstrasyon: Mahir TEKDAL Pinup: Mehmet Günay ERCAN Gölge e-Dergi internetten yayın yapan özgür ve özgün içerikli tam bağımsız bir dergidir. http://twitter.com/GolgeDergi http://issuu.com/GolgeDergi http://golgedergi/deviantart.com
Büyücüleri 35-37 Çevirmen'in Kalemi'nden- Fare Kral 38-40 Öykü - Çirkin Kız Toraman 41-47 Çizgi Roman -Batık Şehir
48-49 Çizgi Roman İnceleme-Batman
50-56 Öykü- Parlak Yıldız ve Çekirdek Meseli 57-63 Sinema İnceleme - Keanu Reeves 64-69 Öykü - Melek 70-73 Çizgi Roman İnceleme- Flash Patladı. 74-78 Çizgi Roman- Kagan 79-81 Öykü- Kabus 82-84 Sinema-Festival Çok Güzel Gelsene 85-94 Sinema- !f Ankara ile 4 Gün Daha 95-97 Fuar İzlenimleri- İzmir Kitap Fuarı’nda Anadolu’dan Korku Esintileri 95 Pinup
Her Son Bir Başlangıçtır Mayıs geldi, Mayıs benim yaş günümün ayı, severim Mayıs’ı, Mayıslar vazgeçilmez… 2013’ün Mayıs’ı da son günlerinde benim unutulmazlarım arasına girdi. Gezi’de gençlerin “kestürmezük”ü, daha öncesinde hükümetin “1 Mayıs’ı Taksim’de yaptırmazuk”u, öncesinde bir avuç sanatseverin “Emek’i yıktırmazuk”u ve böylesinde başlayan Gezi süreci. Seçimlere kadar süren tahammülsüzlükler. ‘Kimse’nin kendinde bir problem aramaması, süreci faiz lobisine, paralel yapıya, birkaç çapulcuya bağlamaya çalışması. Yer yerinden oynadı… Siz buna ister #direniş deyin, ister #isyan, ister #halkayaklanması artık kimsenin kimseye tahammülü kalmadı. 250 yıl önce Dadaloğlu’da böyle söylememiş miydi; “ferman padişahın, dağlar bizimdir" derken. Aslında konumuz bu değil, asıl konu gezi süreci sonrası ortaya çıkan sanat. Parkta önce uyarlamalarla başlayan sonra güftesiyle, bestesiyle öne çıkan şarkılar, önce doğaçlama, sonrasında yazılarak çıkan tiyatro oyunları, incelemelerearaştırmalara konu olacakken daha süreç biter bitmez ortaya konan ve içinde bol bol Gezi olaylarından bahseden Ahmet Ümit’in Beyoğlu’nun En Güzel Abisi romanına, Kemal Gökhan’ın Ya Ameliyatlı Yerime Gelseydi çizgi romanı ve daha hazırlanan yayınlanan nice kitaplar. Şimdilerde ise kurgusal beyinler Gezi’yi imbikten geçirip distopyalar-ütopyalar üretiyor. Yakında çıkar huzurunuza. Biz Gölge olarak 2013 Eylül sayımızı Gezi özel sayısı yaptık, 2014’de Bir Cinayet Tanığı öykü sayımızı Berkin Elvan’a hediye ettik. Ama Gezi süreci bitmedi. Belki sokak protestolarını bitirmek lazım ama artık birilerine de bir şekilde “Gezi aslında temel hak ve hürriyetlerin ihlaline ve özel hayata müdahaleye karşı, karşılaştığımız sürekli tahammülsüzlüklere karşı bizim de tahammülsüzlüğümüzü göstermemizdi. Saygılı olmamız isteniyorsa bize saygı gösterecekler” demeli. Gezi kendini yalnız hisseden halkımın “birlikten kuvvet doğar” dediği ve “birlikte olmak için gittiği parkın adı… Son cümlelerimi de Cem Karaca’nın Bu son olsun şarkısının sözleriyle bitireyim “doğarken ağladı insan, bu son olsun bu son… http://www.youtube.com/watch?v=YP7ghF9pwys Mayıs geldi, Mayıs benim yaş günümün ayı, severim Mayıs’ı, Mayıslar vazgeçilmez… Her son yeni bir başlangıçtır… Bu yazının sonu ile birlikte size Sadık Yemni’nin aklınıza milyonlarca şey getirecek edebiyatın distopyaları üzerine bir denemesi ile başbaşa bırakacağım. Lütfen bu Sadık ağabeyin yazısını hazmede hazmede, geziyi düşünerek okuyun… Ahmet YÜKSEL
3
Deneme
Deneme
Vehmin Distopik Çıkmazı Geçmişi denetleyen geleceği, şimdiyi kontrol eden geçmişi kontrol eder. Orwell – 1984 Özgürlük mutsuzluğa gebe olmak zorunda değildir. Yevgeni Zamyatin - Miy İnsan gerçekliğe ancak onu yeniden yaratarak tahammül edebilir. Esaret ve serbestlik çoğu kez hafızanın oyunudur. Köle ile Kul arasında elmastan yapılmış ve saç teli kalınlığında bir duvar bulunmaktadır. Yazi Meyyın
İkiz Tepeler İki tepe ve aralarında yemyeşil ormanlarla kaplı bir vadi hayal edin. Birinci tepenin üstünde yaşayan ahalinin oluşturduğu sistem bireylerin tek tek mutluluğunu inşa etmeye soyunmuş olsun. Bunu kolektifçi zihniyetle, müksüzleştirerek, mükemmel bir işbölümü, tıkır tıkır çalışan gönüllülük düzeniyle ve herkesi eşit kılmaya çalışarak yapabileceği gibi, Huxley’nin Cesur Yeni Dünya kitabı’nda olduğu üzere sınıfların varlığını memnuniyetle kabul ettirerek, insanları sanrı verici, kaygılardan uzaklaştırıcı ilaçların yardımıyla bilim ve sanattan azade bir şekilde hayal âleminde yaşattığı bir ortamla yapsın. Sonuç kaçınılmaz olarak er ya da geç aşağı kayıp hızla o vadiden geçip karşı tepenin üstündeki diğer sisteme taşınmaktır. İkinci tepeyi anlatmaya başlamadan önce ünlü Matrix (1999) filminin bir sahnesindeki Ajan Smith’in, Neo’ya söylediği şeyleri hatırlayalım. ‘Birinci Matrix’in, içinde kimsenin acı çekmediği, herkesin mutlu olduğu mükemmel ve insani bir dünya olarak tasarımlandığını biliyor muydun?’ Tanınmış İngiliz felsefeci John Gray Matrix filmi üzerine kaleme aldığı denemesinde şunları söyler: ‘Ananevi şekilde süren sosyal kontrol bitip gittiğinde cürümle mücadele için video kameralarını ikame ettik. Terörizme destek veren ülkelere karşı akıllı bombalar, hayal kırıklığı ve depresyon gibi insani tepkilere karşı prozak. Çevreye kafayı takmamak için de MP3. Aslında gerçekliğin, problemlerimizin çoğunun çözümsüz durduğu bir pazarı yoktur. Matrix filminin bir mesajı varsa teknolojinin sihir olmadığıdır. Filmin konusu daha iyi bir dünya için doğallıktan uzaklaşmış istek ve arzuların en gelişmiş teknolojiyle kaçtığı rotadır. Teknoloji gerçekte insan hayatını değiştiremez.’ İkinci tepede de Yevgeni Zamyatin’in aşırı ‘Biz’leştirilmiş toplumu ya da George Orwell’ın 1984’ündeki gibi bir ortam yaratılmış olsun. ‘Biz’ de ortak amaçlar ve tek doğru var. Bunun dışına çıkan ve bir gelecek hayali olan hain. Teknoloji ve bürokrasi cenderesi tarafından sıkıştırılmış bir toplum. Cinsellik kararlaştırılmış saatlerde birlikte yaşanıyor. Sözümüze 1984 ile devam edelim. ‘Savaş barıştır. Özgürlük köleliktir. Bilgi-
4
5
Deneme
Deneme
sizlik kuvvettir’ sloganlarıyla kurulmuş bir düzen. Tek partinin mutlak hükümranlığı söz konusu. Çift taraflı televizyonlar. Her saniye gözetlenme. Uykusuzluk. Düşsüzlük. Sürekli savaşma atmosferinin neden olduğu manevi harabiyat. Dağarcıklardaki kelimelerin giderek azalması. Sevgisiz, gammazcı, köle ve sadist birey imalathanesi ortamı. Totaliteryen rejimin her an ve her köşeden bireyin üstüne çullanması. Bitimsizce kuşatılmışlığın uyuşturucu, zihinsel olarak kötürümleştirici etkisi. Ve tabii o anlı şanlı ‘Büyük Birader’. 2011 yılında Roman Kahramanları dergisi için kaleme aldığım bir denemede ‘Büyük Birader’le pek de hayali sayılamayacak! bir söyleşi yaptım. Bu konuya girmeden önce İkiz Tepeler’in yamaçlarına ait film ve kitaplara kısaca değinmek istiyorum.
Distopik Yamaçlar Yevgeni Zamyatin’in 1920’li yıllarda yayımladığı Biz adlı romanı daha sonra gelecek eserler için örnek teşkil etmiştir. Ayn Rand’ın 1938 yılında yayımladığı Ben (Anthem) adlı kitabı buna örnek gösterilir. A. Huxley 1932 yılında Cesur Yeni Dünya’yı yayımladığında kendisine yöneltilen aynı eleştiriyi reddetmiş ve ‘Biz’i bu eseri yazdıktan yıllar sonra okuduğunu söylemiştir. G. Orwell’in kırk sonları yayımladığı 1984’ünde kendinden önceki yapıtlardan esinlendiği çok açıktır. Bu son derece normaldir. Bir intihal söz konusu olmadıkça esinlenme zinciri yapıtların tekamülü için çok sıhhatli bir olgudur. Fahrenheit 451 ve yıllar sonra yeniden çekilen versiyonu olan Equlibribrium üzerine çok yazıldı. Burada yamaçlarda ışıldayan ve bahsi pek az geçen yapıtlardan bazılarına eğileceğim. Logan’s Run - Bunlardan biri William Francis Nolan ve George Clayton Johnson’ın aynı adlı kitabından 1976 yılında yapılmış olan Logan’s Run (Türkiye’de Hayal Şehir adıyla gösterildi) adlı filmdir. 23. yüzyılda artan çevre kirliliği kitlesel ölümlere neden olmuş ve sağ kalanlar için yalıtılmış ve steril bir ortam kurulmuştur. Burada yaşayanlar doğumlarından itibaren bu kapalı ortamda tabiri caizse vur patlasın, çal oynasın şeklinde bir hayat sürdürürler. Yaş sınırı otuzdur. Otuz yaşına gelenler bir törenle yok edilir. Herkesin elinde kalan zamanını gösteren sayılar vardır. Bir grup bu yaş sınırına karşı çıkmak için örgütlenmiştir. Polislerden biri bu kimseleri yakalamak ister, ana bilgisayar tarafından bu iş için görevlendirilir, ama dışarıdaki dünyanın çekimine girer ve hayatında ilk kez tabiatı, doğan güneşi, ağaçları görür. Onlar içeride yaşarlarken kirlenen doğa kendini yenilemiş ve yeniden içinde yaşanır hale gelmiştir. Polisin şimdi yapacağı iş bu bilgiyi içeridekilere anlatmak ve herkesi dışarıya çıkarmaktır.
idare edilmektedir. Hükümet yerine General Atomics’in adı geçer. Televizyon yayınları halka yalan yanlış haber vermekte ve yarışma programlarıyla milleti uyutmaktadır. Ben Richards adlı kahramanımız bu şirketin aleyhine konuştuğu ve eleştirdiği için iş bulamamaktadır. Küçük kızı hastadır. Ona ilaç alamamaktadır. Bu nedenle adam ‘Zirveye Tırmanış’ adlı ölümcül bir oyunda yer almaya karar verir. Bu oyunda yarışanlar önce halka tanıtılmakta, aleyhinde tanıtım yapılmakta ve şehirde bir yere bırakılmaktadır. Serbest kaldıktan on iki saat sonra av başlayacaktır. Silahlı profesyonel izsürücüler onu takip edecek ve buldukları yerde kameraların önünde işini bitireceklerdir. Sağ kaldığı fazladan her saat ve öldürdüğü her izsürücü için fazladan para kazanacaktır. Otuz gün yakalanmazsa av sona erecektir. Tabii böyle bir şey şimdiye kadar hiç gerçekleşmemiştir. Ben sanılandan güçlü çıkar. Bazı kimseler tarafından gammazlandığı gibi, yardım gördüğü de olur. Zaman zaman yakalanmasına ramak kalır. General Atomics’in halktan sakladığı sırları öğrenir. Bunu faş eder ve öykünün sonunda bir uçağı ele geçirerek bunu televizyon binasına doğru sürer. Bu öykü aynı başlıkla filmleştirildi, ama yapılan ağır distopik ortamı minimalleştirmekten, karikatürleştirmeden başka bir şey değildi. Yetmiş beş kilo ağırlığındaki verem eşiğindeki Ben Richards rolünü yüz on beş kiloluk Arnold Schwarzenegger’in oynamasından bile bu belli olmaktadır. Battle Royal – The Long Walk’un ABD’de filminin çekilmemesi çok ilginçti. Running Man filminin kitabın okurlarında yarattığı hayalkırıklığından sonra belki o da benzer sonuca ulaşırdı, ama yapılmaması çok ilginçti. Kitabın yayımlanmasından yirmi yıl sonra Japonlar Koushun Takami’nin romanı Battle Royale’i filme çektiler. Yönetmen Kinji Fukasaku’du. Japonya’da otoriteryen rejim iş başındadır. Anarşi kol geziyor. 42 adet öğrenci iradeleri dışında bir adaya götürülüyor. Burada ellerine tuhaf ve alakasız silahlar tutuşturup birbirlerini öldürmeleri söyleniyor. Kırk bir kişi ölecek ve ancak bir kişi adayı canlı olarak terk edebilecektir. Battle Royale, The Long Walk- Uzun Yürüyüş’ün yirmi yıl sonra Japonya’da kendine has kültürel renklerle ortaya çıkışıdır.
Büyük Birader
The Running Man - Stephen King’in 1982 yılında yine Richard Bachman müstear adıyla yayımladığı otoriteryen ve distopik bir romandır. Yakın gelecekte ABD’de çevre epey kirlenmiştir. Rejim şirketokrasi ile
‘Büyük Birader Sizi Gözlüyor ‘ sloganı artık film ve kitaplarda yer alan bir sözcük değil. Televizyon programlarının yanı sıra kelimenin tam anlamıyla hayatımızın çok önemli bir yanını muştuluyor. 1984’ün yazarının ülkesinin başkentinde dünyanın adam başına en çok gözetleyici kamerası düşmekte. Londralılar sabah akşam her saniye gözetleniyor. Kredi kartlarımız alışveriş topografyasını, telefonlarımız konuşma metinlerimizi ve koordinatlarımızı bildiriyor. Buna gönüllü olarak katlanıyoruz. Kendi özgür irademizle kredi kartımızı ve telefon markamızı seçmekteyiz. Peki kimdir bu Büyük Birader? Benle yaptığı hayali söyleşide bir sorum üzerine şöyle demişti: ‘İnsan iradesi komut almayı ve vermeyi özgürlük telakki eder. Çünkü özgür düşünce geçmişi yoktur. Ben bir ütopya özüyüm. Seçilmiş, ince elenmiş bir fikirler yumağı. Bilimi ve tekniği kullanarak mükemmel, tepeden tırnağa kontrolü, hiçbir şeyin aksamadığı, tek merkezden idare edilen, durağan sistemleri özleyen hastalıklı yanlarla beslenirim. Petrolü, ham maddeyi, gıdayı, suyu ve havayı kontrol araçtır. Esas öz ütopik girdaptır. Ben, biz buyuz. Sizler bunu hayal edersiniz, ben uygularım.’ Bizim hayallerimizi uygulayan ve geniş bir ekrana aksettirerek bize izleten büyük abiler!
6
7
The Long Walk – Stephen King 1979 yılında Richard Bachman müstear adıyla yayımladığı otoriteryen ve distopik bir romandır. 1966 ile 2000 arasında gençler için yayımlanmış en iyi 100 roman içindedir. Yakın gelecekte ABD’de şu andakinden epey farklı bir rejim vardır. Her yıl yüz genç Uzun Yürüyüş denen bir yarışa katılır. Halk tarafından milyarlarca dolar bahislere neden olan çok popüler bir yarıştır. Bu yarışta kurallar çok basittir. Yüz genç bir noktadan yürümeye başlar. Uyumak yoktur. Yemek içmek yürürken yapılmaktadır. Hacet gidermenin ise saniyeler içinde bitirilmesi gereklidir. Gençleri yol boyunca jipli askerler takip etmektedir. Duran, yere yıkılan, yürüyemeyen üç ikazdan sonra infaz edilmektedir. Bu yarışı bir kişi kazanacaktır. Geriye kalan doksan dokuz genç ölüme mahkûmdur. Kazanana ömrü boyunca arzu ettiği her şey sağlanacak ve haliyle çok ünlü olacaktır.
Deneme
Bize ait bir yer Ünlü distopik film ve romanların belli ülkelerden çıktığı görülmekte. İngiltere, Amerika, Rusya ve Japonya. Endüstri, teknoloji, atom bombası, emperyalizm, turbo kapitalizm, Faustvari Batı medeniyeti ve sosyalizm. Dünyada doğal kaynaklar azalıyor, nüfus çoğalıyor. Çevre kirliliği giderek artıyor. Tohumlar büyük biraderlerin depolarında korunuyor. Kıymetli metaller, su, petrol vb. savaş nedeni olmaya devam ediyor. Dünya ülkeleri kaynakları bölüşme denklemi merkezli olarak bölgesel bazda yeniden yapılanıyor. Yakın gelecekte bizi gerçek anlamda distopik ortamların beklediğini anlamak için çok efor harcamaya gerek yok. Yolda olanın ayak sesleri şu anda bile duyulmakta. Bir zirvede uyuşturulmuş, bu nedenle mutlu, kafasını hiçbir şeye takmayan, küçük şeylerin esiri olduğunu farketmeyen, bilime, sanata kapalı bir hayat içinde sadece haz peşinde koşan bir dünya var. Diğer zirvede sürekli bir düşmanın varlığı söylemiyle nefretin, korkunun esiri olmuş, insanlıktan iyice sıyrılmış, totaliter, otoriter bir rejimin kıskacında, her saniye duyguları ve hareketi kontrol altında olan bunalmış insanların dünyası bulunmakta. Yüz gencin uzun yürüyüşe çıktığı, anne ve babalarının bununla gurur duyduğu, üzerlerine bahislerin oynandığı, kırk iki genç kız ve erkeğin bir ıssız adadan canlı çıkabilmek için kırk birini öldürdüğü acımasız ve sarp yamaçlar var. Korku hâlâ dağları bekliyor yani. Peki o sözünü ettiğim vadi? Yakın gelecekte insanları distopik yamaç ve zirvelerden sakındıracak, hakkaniyetli ortamları tesis eden bize ait bir yer olacak mı?
Yazan: Sadık YEMNİ
8
9
Öykü
Hile-i Siyaset Fırka reisi, Taşkasap’ta fırkanın gayriresmi dairesi sayılan “nohut oda bakla sofra” evinin cumba kısmına çökmüş yağmur damlaları arasında sokağı görmeye çalışmaktaydı. Sinirinden bıyıklarını bura bura bir hâl olmuş, âdeta bıyığı yeni terleyen delikanlılara dönmüştü. “Ah İsfendiyar! Ah sersem İsfendiyar! Uyar mısın tulumbacı kopuğun aklına! Şu hâlimize bak! Evde kalmış avretler gibi bohçacı, kurşuncu yolu gözler olduk!” Meşrutiyetin ilanının ardından 1908 intihabadının (seçimlerinin) fırtınasının estiği günlerdi. Bir anda herkes fırka, mebus gibi kavramlarla yeniden haşır neşir olmuş, kendi fikrince bir fırkaya savrulmuştu. İşte onlardan biri de “Bize de bir pay düşer mi?” düşüncesiyle kendi fırkalarını kuran ihtiyar kabadayılardan ve tulumbacılardan müteşekkil “Racon-ı Osmaniyye Fırkası”ydı. Sultan Hamid devrinde Sayılı Fırtınalar’dan Üsküdarlılara ne kadar nam salmış, hır çıkarmış kabadayı, külhanbeyi varsa: “Sultan Abdülhamid’e komitacı zoruyla hürriyet ilan ettirdiler, bu vakitten sonra bize de rahat bırakmazlar,”diyerek apar topar kendi fırkalarını kurmuşlardı. Tophane ve Kasımpaşa’dan, hatta Beyoğlu’nun gayrimüslim kabadayılarından, kimseleri de yanlarına çekmişlerdi ki Aksaray ve Üsküdar’ın kabadayılarıyla eskilerden beri çekişmeleri dillere destandı. Her ne kadar pek az bir kısmı okuryazar olsa da seçimlerden hezimetle çıkacaklarını biliyorlardı. Neticede inhitabat esnasında sandıkların başına dikilen Balkanlardan getirdikleri eli tüfekli komitacı taifesine karşı mukabele edemeyecekleri aşikârdı. İşte bu nedenle “Bir mebus da çıkarsak kârdır!” diyerekten umutsuz bir mücadeleye girişmişlerdi. O kadar umutsuzlardı ki fırkanın tulumbacılar kısmından Öcü Selim’in akıllara zarar komiklikteki fikrini kabul etmişlerdi. Öcü Selim, merhum Kör Emin’in kahvesinde yaptıkları bir konuşmada sandalye üzerine çıkıp “Muhterem ağalar! İntihabattan mebus falan çıkarmazlar bize! Rumelinin komitacısına sandık başında pek ses de çıkaramayız! Her şeye rağmen yapabileceğimiz yegâne mavra kaldı. İntihabatta hile karıştırmak! Harpte hile olur da seçimlerde olmaz mı? Bu komitacı sürüsü telgrafhane önünde iki kurşun sıktı diye hürriyet getirmediler mi başımıza?” diye figan etmişti. Mütekaid (emekli) kabadayılardan biri: “Sus ulan! Jurnalleyen biri çıkar şimdi, başımıza iş açacaksın!” diye karşılık vermişse de “Bizim devrimiz geçti birader, korkma!” diyerek evvelden Fehim Paşa’nın fedailiğini yapmış birkaç jurnalci külhani, ihtiyar kabadayıyı teskin etmişti. Öcü Selim’in lakabı suratını kömüre bulayıp mezarlık yollarında insanları korkutarak zorla soymasından ileri geldiğinden birkaç yeniyetme külhanbeyi de: “İn ulan aşağıya hortlak bozuntusu! Babıali’ye mebus sokmak, hile-i siyaset yapmak sana mı kaldı karakoncolos kılıklı it!” diyerek alaşağı edilmeye çalışılmışsa da o bunlara kulak asmayarak sözlerine devam etmişti: “Benim zanaatım öcülüktür! İstanbul’un cümle kurşuncusunu, üfürükçüsünü tanırım. Birinden biri bize fayda getirir elbet! İki gün sonra fırkamızın muhterem reisinin evinde benden haber bekleyin!” diyerek ortalıktan kaybolmuştu. İşte intihabata birkaç gün kala, fırka reisinin evinde bekleyen fırkanın gediklileri çaresizlikten Öcü Selim’in yolunu gözlemektelerdi. Sabahtan Tazı Fikret’le haber gönderip: “Bize büyük yardımı olacak birini buldum. Padişah sofrası hazır edip, birkaç kese altını da hazır edin. Akşama ağır bir konukla geleceğim!” deyince hazırlıklara başlamış, akşam olmadan bir tamam hem yemekleri hem altınları denkleştirmişlerdi. Birkaç kabadayı, “Ulan umacı kılıklının getirdiği konuktan ne olacak? Görüp görebileceği en ağır misafir ya Mezarcı Mahmut ya da Nebbaş Faik’tir!” diye muhalefet ettiyse de onlara kulak asan olmamıştı. O çaresizlikte her hıyarım var diyene elde tuz koşacak raddedelerdi.
10
11
Öykü
Fırka reisi yeniden cumbanın penceresine dönünce korkuyla: “Tövbe bismillah! Hele gelene bakın! Öcü Selim’in ardından gelene bakın!” diye kendi kendine söylendi. Pencerelere üşüşen kabadayı ve tulumbacılar ilkin havanın karaltısından hiçbir şey görememişlerdi. Ancak bir vakit sonra eve yaklaşan Öcü Selim’i ve arkasından yürüyen heyulayı fark etmişlerdi. İki metreyi aşkın boyuyla cüppesine sarılmış, başına kocaman bir sarık dolamış Ahu Baba suretinde Gul-i Beyabani suretinde uzun sakallı bir adam sallana sallana yürümekteydi. Kabadayılardan biri sormuştu: “Allahım aklıma mukayyet ol! Bu mezarlık kuşu gör ki hangi heyulayı peşine takıp getirdi! Baykuşlarla, karakoncoloslarla ahbaplık eder bu mezarcı gör ki hangi ahbabını peşine takıp getirdi!” Her biri korkularından aşağıya inip yumruklanan sokak kapısını açtıklarında o uzun boylu, sarıklı adamı daha yakından görmüşlerdi. İfadesiz yüzünden, fersiz gözünden ürküp hürmet göstermişler, sofranın kurulacağı sofaya çıkarıp sadrazam paşaymışçasına karşısında el pençe divan durmuşlardı. Adam besmeleyle yemeklere taam ederken Öcü Selim de kim olduğunu takdim etmişti: “Çoğunuz belki adını duymuşsunuzdur. Suret-i Ejderî Battal Baba derler! Seçimi nasıl kazanacağımızı bana anlattı, aklıma yattı. Size de münasip gelecektir!” Battal Baba bir yandan zeytinyağlı dolmaları yalayıp yutarken diğer yandan intihabatı nasıl kazanacaklarını anlatıyordu: “Şimdi bu meclise mebus sokmak için, padişahımızın her kulu rey verecekse ve padişahımız İslam mülkünün halifesiyse… Şu hâlde Dersaadet’de ve mülkü Osmani’de bulunan her kafir ve Müslüman rey verecekse… Kendi cemaatleri olan cinler periler niye rey vermesin? Bana verdiğiniz bu altınlarla gider soğan kabuğu alırım. Alırım da Dersaadet’in iyi saatte olsunlarının beylerinin paşalarının katına varırım. Varırım da bu sizin fırkaya rey versinler derim! Öbür fırkanın gavur mukallidi azaları nereden bilecek?” Her ne kadar Battal Baba’nın Sulukule ağzı konuşması tuhaflarına gitse de bu adamcağızın görünüşünün tesirinde kalarak fikre ikna olmuşlardı. Altın keselerini gönül rahatlığıyla teslim ettikten sonra Battal Baba ile Öcü Selim’i uğurladılar. Seçimler yapıldığında keyiflerine diyecek yoktu ancak mebus seçimi tamamen bitip bir mebus dahi çıkartamadıklarını öğrenince perişan olmuşlardı. Dahası ne Öcü’den ne de Battal Baba’dan bir ses seda çıkmamıştı. Bir ay kadar sonra fırkaya girip çıkan külhanbeylerinden biri Öcü’yü Ahırkapı taraflarında mimli bir eve girip çıkarken gördüğünü jurnalleyince her biri silahlanıp Ahırkapı’daki malum evi basmaya gitmişlerdi. Battal ile Öcü’yü çilingir sofrası başında yakalayınca döve pataklaya dışarı çıkarmışlardı. Öcü Selim yemin billah ediyordu: “Vallahi de gittik perilerin paşasına beyine… Olur dediler. Neticeye biz de üzüldük…” Battal’da aynı nağmeyi farklı makamdan okuyordu: “Komitacı gavuru boş durmamış. Balkandan ne kadar cazusu koncolosu varsa toplayıp getirmişler. Hile yapmışlardır vallahi!” O koca boyuna rağmen para kaybetmiş külhanbeylerinden dayak üstüne dayak yiyordu. Öcü bir ara: “Vurmayın adama! Morali bozulmasa içmezdi! O bile perişan!” deyince daha fena kötek yemeye başladılar. O sırada kıyıda vuku bulan bir durum dikkatlerini çekti. Bazı adamlar denize çuvallar dolusu soğan kabukları döküyorlardı. Adamlara ne yaptıklarını sorduklarında bir hayli şaşırmışlardı. Bunların her biri farklı sandıklardan çıkma soğan kabuklarıydı. Açtıkları her sandığı sayarken birden bire farklı farklı sandıklarda peyda olmuşlardı. Duayla açtıkları her sandıktan soğan kabukları adeta fışkırmıştı… Yazan: Mehmet Berk YALTIRIK
12
İllüstrasyon: Mehmet Kaan SEVİNÇ
13
Sinema
Sinema
İnceleme
İnceleme
X-Men Film ve çizgi roman karakter kıyaslaması (ya da : Ulan Wolverine ne zaman 1.95 oldu ?)
Wolverine/Hugh Jackman: Madem Wolverine dedikodudan başlayalım. Wolverine çizgi romanlarda 1,65 m boylarında, iri yarı ve kıllı bir Kanada’lı olarak görünür. Her yerde fark edilmesini sağlayan özelliği yandan boynuz gibi fırlayan saçları ve fışkıran favorileridir. Bunun dışında Adamantium’dan iskeleti ve artık herkesin ezbere bildiği gibi pençeleri vardır. Hugh Jackman’ın seçilmesi, fanatik Wolverine fanları tarafından ilk başta ciddi eleştirilmişti. Çünkü Hugh Jackman 1,95 m boyunda, o kadar da iri olmayan ve temiz pak görünüşlü bir Avustralya’lıydı. Fakat ilk filmde, gerek değişik çekim teknikleri kullanarak, gerek te Hugh Jackman’ın hem vücut çalışması hem de rolünü iyi benimsemesi sayesinde hayranlar memnun oldular. Senaryonun X-Men hayranlarını küstürmemek için dikkatlice yazılmış olması, Wolverine ile Cyclops’un birbirlerini sevmemeleri, Wolverine’in Jean Grey’a duyduğu aşk gibi konuların ustaca işlenmesi sayesinde Wolverine hayranları ilk filmden oldukça memnun ayrıldılar. Filmdeki en büyük sıkıntı, Wolverine’in vahşi tarafının gözükmemesiydi, çünkü Wolverine’in en büyük özelliklerinden birisi hayvani tarafıyla insan tarafını dengede tutmak için büyük savaş vermesiydi. 2. Filmde Jackman’ın biraz daha vücut çalışması ve araya tadımlık olarak konan vahşi savaş sahneleri ise hayranları iyice memnun etti. Filmde sürekli tişörtünün çıkmasıysa bayan hayranların da işine gelmişti tabii. İlerki filmlerde Wolverine’in aşk hayatının işlenmesi, romantik tarafının görünmesi, sadece tişörtünün değil pantalonunun da çıkması gibi sebepler yüzünden Wolverine’in hayran kitlesinin erkeklerden bayanlara kayması ne kadar tutucu hayranlar tarafından hoş karşılanmasa da, Jackman’ın performansının gerçekten başarılı olduğu tartışılmaz.
X-Men’lerin tarihi oldukça karışıktır. 1960’larda X-Men 5 tane ucubenin maceraları olarak yayınlanmaya başlamıştı ve bir türlü istenilen okuyucu kitlesine erişememişti. 70’lerin başında neredeyse kapatılacakken bir yazar ve çizer değişikliğine gidilmiş, yazar Len Wein yepyeni bir takım kurmuştu. Kurulan takım, ilki gibi genç beyaz Amerikalılardan oluşmuyor, tam tersi Afrikalı bir tanrıça, iblise benzeyen bir Alman, ihtiyar ve gizemli bir Kanadalı, Kanadalıyla aynı yaşlarda bir İrlandalı ve iri yarı bir Rus (1970’lerde? Ne cüret?) gibi tuhaf karakterlerden oluşuyordu. Len Wein daha sonra yerini efsanevi Chris Claremont’a bıraktı ve 1990’lı yıllara kadar büyük üstad, bizim bildiğimiz ve sevdiğimiz X-Men evreninin oluşturdu. 1990-2000 arası Marvel’in düştüğü sıkıntı ve piyasada alternatif çizgi romanların artması üzerine, X-Men de maalesef hem konu hem de çizim olarak kalitesini ciddi anlamda düşürdü. Fakat Joe Quesada’nın Marvel’in başına gelmesiyle genel yapılan revizyonlardan X-Men çizgi romanı da nasibini aldı ve daha derli toplu bir çizgi roman olmayı başardı. 2000’li yıllarda çekilen X-Men, X-2 ve X-Men : The last Stand film serileri X-Men’lere olan ilgiyi geri getirdi ve filmler yüksek hasılat rekorları kırdılar. Bu filmlerin başarısından en fazla ışığı Hugh Jackman aldı ve arkasından X-Men Origins : Wolverine ve The Wolverine adlı X-Men uzantısı filmlerde başrol oynadı. Bunun dışında X-Men : First Class filminde de 10-15 saniye göründü ve X-Men : Days of Future past’te de rol alarak tüm X-Men filmlerinde oynayan tek karakter oldu. Wolverine her zaman Marvel’in “Sürekli süt veren Holstein ineği” olduğu için bu kadar üzerine düşülmesine ve sağılmasına şaşmamak lazım. Peki filmlerdeki diğer karakterlere nasıl davranıldı? Çizgi filmle, filmi arasında ne gibi farklar var ? Bunları yakından inceleyelim.
Rogue /Anna Paquin : Rogue karakteri filmde çok radikal bir değişikliğe uğramıştır. Normalde çizgi romanda yetişkin bir kadın olarak görünen ve ilk baştan beri Wolverine’in denki/eşiti konumunda olan bu güneyli güzel, filmde genç bir kız çocuğu olarak gösterilmiştir. Çizgi roman’da Wolverine’in babacan bir tarafı vardır ve çoğu X-Kadınla ilk başlarda Abi- kız kardeş tarzı bir ilişkisi olmuştur. (Buna örnek olarak Shadowcat ve Jubilee verilebilir) Filmde bunlardan yola çıkılarak bir Wolverine-Rogue ilişkisi işlenmiştir. Yine filmdeki bir değişiklik Rogue’un saçının ilk başta kahverengiyke, daha sonra Magnetonun gücünü çektiğinde önünde beyaz bir tutam belirmesidir. Orijinalde ise Rogue’un saçı hep aynıdır. Filmde Rogue’un sürekli gücünü kontrol altında tutmaya çalışması ve gücünü daha çok bir lanet olarak görmesi çizgi romanla paraleldir ve güzel işlenmiştir. Sevgilisini Buz adam olarak yapmaları ise 90’lı yıllarda Rogue’un Gambit’le arasının kötü olduğu zamanlarda Buz Adamla olan yakınlaşmasından dolayı olduğunu tahmin ediyorum. Filmde oynayan Anna Paquin ne kadar ödüllü bir oyuncu olsa da, filmde ya Rogue’un fazla işlenmemesinden ya da rolü tam benimseyemesinden her filmde süresi gittikçe azaltılmış ve Rogue aslında oldukça güçlü ve kendine güvenen bir karakterken, filmlerde zayıf ve güvensiz bir karakter olarak gözükmüştür. Eğer filmde beğenip te Anna Paquin’i daha fazla izlemek istiyorsanız kendisi şu anda “True Blood” dizisinin ana karakteridir. Özellikle internetten sansürsüz bölümlerini indirirseniz, çok daha net bir şekilde “oyunculuğunu” görebilirsiniz.
14
15
Sinema
Sinema
İnceleme
İnceleme
Storm/Halle Berry: Storm’un hem zenci hem de bir kadın olarak çizgi romanda gözükmesinin tarihsel değeri vardır. O zamana kadar genelde bu tarz karakterler ya zayıf ya da kötü olarak görünürken, Storm kısa zamanda lider pozisyonuna geçmiş ve hem X-Men’lerin hem de okuyucunun saygısını kazanmış bir karakterdir. Storm ilk filmde çok “ara” bir rolde görünmüş ve üzerine yeterince düşülmemiş, karakterin büyümesine izin verilmemiştir. Bunun dışında Berry’nin filmin direktörü Bryan Singer’la anlaşamaması ve sürekli kavga etmesi, Storm’un ekranda gözükme süresinin kısaltılmasına da neden olmuştur. Berry, son X-Men filminde oynamayacağını ilk baştan deklare etse de 2006’da çıkarttığı Catwoman filminin tam bir fiyasko olması (ki kendisi büyük bir cesaret örneği göstererek bu filmle kazandığı en kötü bayan oyuncu Altın Ahududu ödülünü şahsen almıştır) ve 3. Filmde Bryan Singer’in değişmesi, yeni yönetmenin de Storm’a çok daha fazla ekran süresi tanıyacağı sözü vermesi üzerine Berry üçüncü filmde oynamaya karar vermiştir. Fakat ne yazık ki 3 filmde de Storm, Wolverine-Jean Grey-Cyclops aşk üçgeninin arkasında kalmış ve perdede ciddi bir performans gösterememiştir. X-Men hayranları en fazla Storm’un sinemada yeterince işlenmemesinden hayal kırıklığına uğramışlardır Jean Grey / Famke Janssen Jean Grey X-Men serisinde her zaman çok önemli bir yeri olan karakterdir. Özellikle Phoenix gücü ile birleştiğinde evrendeki en güçlü karakterlerden biri haline gelir. İlk filmde Jean Grey’in güçlerine fazla değinilmemişken, ikinci filmde önemli bir rol verilmiş, üçüncü filmdeyse ana konu Jean Grey’in Phoenix gücüne sahip olması ve gücün kontrolden çıkması üzerinedir. Her üç filmde de Grey-Wolverine-Cyclops aşk üçgeni üzerinde durulmuştur. Famke Janssen’ın Jean Grey portresi hayranlar tarafından beğenilmişse de, orijinal Jean Grey’in çok daha genç ve güzel olması nedeniyle daha farklı bir oyuncu bulunup bulunamayacağı çok konuşulmuştur. (Janssen ilk filmde 35 yaşındaydı, son filmde ise 42 yaşına basmıştı) Janssen diğer oyuncular gibi şansını çok değerlendirememiş ve bu filmden sonra diğer filmlerde oynayarak yıldızlığa yükselememiştir. Charles Xavier/Sir Patrick Stewart-James McAvoy Charles Xavier, herhalde X-Men’ler içinde popülaritesi en keskin iniş-çıkışlarla dolu olan karakterdir. İlk başta ayakları tutmayan bilge bir mutant olarak karşımıza çıkmış, zaman içinde uzaylı bir prensese aşık olmuş, ayakları bir şekilde tamir
16
olunca X-Men’lerin grubuna aktif olarak katılmış ve Storm’la kapışmış, ileriki zamanlarda ise beyin gücünü bir zamanlar kendi yararı için de kullandığı ortaya çıkmış, kendi ikizini boğduğu öğrenilmiş ve bu gibi tuhaf git-geller yüzünden X-Men’ler evreninde bir görünmüş ve bir kaybolmuştur. İlk üçlemede onu Sir Patrick Stewart canlandırmıştır. Fiziksel olarak oldukça Xavier’e benzeyen Stewart, rolünü tamamen benimsemiş ve filmde çok başarılı bir performans sergilemiştir. X-Men’lerin ilk zamanlarını konu alan First Class filmindeyse profesörü İskoçyalı oyuncu McAvoy canlandırmıştır. Kendisi genç bir Xavier’e hiçbir şekilde benzemese de, değişik fikirleri olan genç , heyecanlı ve aktivist bir Xavier’i gerçekten çok güzel canlandırmıştır. Cyclops/James Marsden Gerçeği söylemek gerekirse ilk çizgi romanındaki günden şu güne kadar Cyclops’u bir türlü sevememişimdir. Bana hep Xavier’in yıldız öğrencisi olmak için elinden geleni yapan, gerektiğinde takım arkadaşlarını azarlayan fakat buna rağmen önce Jean Grey sonra da Emma Frost gibi iki tane bebeği kapan sahte bir izci çocuk havası verir. Büyük bir Wolverine fanı olmamama rağmen Grey’in Wolverine yerine Cyclops’u seçmesine bir sürü kişiden fazla üzülmüşümdür. Herhalde 3. Filmin başında Phoenix Cyclops’u yok ettiğinde sinemada onu alkışlayan tek ben vardım. Marsden gerek tip, gerek hareketleriyle tam uyuz bir Cyclops’u canlandırmış. O yüzden fazla diyecek bir şey yok. Magneto/Sir Ian McKellen/Micheal Fassbender Magneto, ilk X-Men çizgi romanında görünen ve oldukça popüler olan bir karakterdir. Fikirleri Xavier’le çakıştığı için çoğu zaman ona karşı olan, fakat zaman zaman yanında yer alan, oldukça güçlü bir mutanttır. Magneto çizgi romanda Xavier’den yaşça biraz büyük, fakat oldukça atletik vücutlu ve Xavier’in tersine aktif olarak öğrencilerinın yanında yer alan ve onlarla beraber savaşan biri olarak görünmektedir. Sir Ian McKellen’in oyunculuğuna hiçbir lafım olamaz, genç kuşaklar onu Gandalf olarak bilse de, onun çok daha gençken BBC televizyonu için çektiği filmlerini izlemişliğim vardır. Fakat bence usta hiç gitmemiş Magneto’ya. Karakter olarak oturmuş fakat yaşı ve fiziksel yapısı Magneto’ya kesinlikle hiç uygun değil. Çizgi romanda Magneto yaşı ilerlemiş olmasına rağmen hala çok atletik bir vücuda ve gayet yakışıklı ve karizmatik bir surata sahiptir. Filmdeyse Magneto karizma vermekten çok ürküten bir korkuluğa benzemektedir. First Class filminde oynayan Fassbender ise hem tip hem de fiziksel olarak oldukça uymuş ve Xavier’i canlandıran McAvoy’la da iyi bir ikili oluşturmuşlar. Keşke yaşı ilerlemiş Magneto’yu da biraz daha uygun seçselermiş.
17
Sinema
Fantastik
İnceleme
Şiir
Mystique / Rebecca Romjin Mystique karakteri, şekil değiştirme yeteneği yüzünden evvelden beri X-Men’lerin başına bela olmuş bir karakterdir. Kendisi bir süper kötü’dür ve Nightcrawler adlı X-adamın da annesidir. Çizgi romanda genelde liderlik özelliğiyle tanınsa da, zaman zaman başkalarının adına çalıştığı da olmuştur. Filmde Mystique’i Rebecca Romjin canlandırmıştır. Açıkçası eski bir top model ve bir femme fatale olan Romjin’i 3 film boyunca neredeyse çıplak görmek çoğu erkek hayranın hoşuna gitmiş olsa da, çizgi romandaki kostümün niye ortadan kaldırıldığı bilinmemektedir. Bunun dışında filmde Mystique’in “iyi asker” rolü de çizgi romandaki karakterine pek uymamaktadır. Fakat “Mutantım ve bununla gurur duyuyorum” tavrı birebir çizgi romandakiyle gerçektir. Bu karakterler dışında 3 ana filmin hepsinde oynayan karakterler yoktur. Ice-Man ve Pyro karakteri üç filmde de çok minimal rollerde yer almışlardır ve karakterlerinin gelişmesine çok fırsat verilmemiştir. O yüzden bunlara yer vermeyeceğim. Fakat 30-40 senelik geçmişi olan bir çizgi romandan 10’a yakın karakterin seçilmesi ve hepsine de 2 saat içinde uzun uzun yer vermenin imkansız olduğu da ayrı bir gerçektir. O yüzden eleştiride bulunurken bütün bunların da göz önünde tutulması gerekir. Favori karakterim Night-Crawler ise orijinalde içinde ciddi bir Hıristiyanlık inancı bulunan ( hatta bir ara papaz olmak için eğitim gören) ve Çingenelerle yaşayan bir sirk akrobatıyken, kendini günahkar olarak gören bir evsize dönüştürülmüş. Ne kadar filmde sirkte kendisine muhteşem Nightcrawler dediklerinden bahsetse filmdeki evsiz görüntüsünün çok arkasında kalmış, bu yüzden benim gibi hayranlar ciddi hayal kırıklığına uğramışlardır. Yeni X-Men : Days of Future Past filmi ise hem ilk X-Men üçlemesindeki orijinal karakterleri hem de en son çıkan First Class filmindeki karakterleri kullanacağından şimdiden oldukça merak uyandırmaktadır. (Mystique rolünü, First Class filminde onu canlandıran Jennifer Lawrence canlandıracak. Tahminim seyircilerin artık 42 yaşında olan Romjin’i yarı-çıplak görmek istemeyeceklerini düşünüp bu yönde karar aldılar. Lawrence , Açlık oyunları serisinden sonra burada oynayarak nerd-kültüründe ismini ciddi ciddi yazdırmaktadır) Film 2014 yılının Mayıs ayında vizyona girecektir ve şimdiden X-Men – Apocalypse (2016) ve The Wolverine 2 (2017) filmlerinin duyurusu yapılmıştır. X-Men filmlerinin bire bir çizgi romanlarıyla uyumlu olmadığı bir gerçek fakat getirdikleri gişe başarıları da hiç yabana atılacak gibi değil. Marvel’in dizi film alanında yakalayamadıkları başarıyı filmlerde yakalamaları kesinlikle sevindirici.Umarız ki bu yeni çıkan filmler de eskileri kadar başarılı olurlar.
Gece yarısı yürürken yalnız başıma Lothlorien’de Uyanık kalmış çok eski düşlerin yankılı sesleriyle Onun sesiydi bu dindirmek ister gibiydi matemimi Sanki bana pırıldayan gümüşi dolunayı hediye etti Rüzgâr, ayın önündeki bulutları hüzünle taşırken Arttı kederim Arwen’in ışıltılı şarkısıyla içimden Kalbimin çığlığı yırtarak geçti gecenin sessizliğinden Ruhum payını aldı acıyı uyandıran tılsımlı senfoniden Kara gökte ışıldayan unutulmuş bir yıldızın sesi Anlatır sanki eski hikâyeleri kalbime Arwen’in ezgisi; Kulaklarıma gelir yitip giden aşkının kayıp uğultusu Sesinde savaşlardan dönemeyenlerin buğusu Belki başka sonbahar gecelerine bırakır devamını Tamamlar Akşam yıldızı vahşi dolunaya Serenat’ını İsterim gece sonsuza kadar sürsün hep dinlesem onu Eşlik etse siyah ufuklarda kaybolan meleklerin korosu Dikkatle seyrettim onu sessizce kendi köşemden; Bir siluet dikiliyordu sanki hüzün dolu gözlerinde Yolgezer in hayali yaşıyordu durgun kalbinde Yitip gitmeyecek bir sis örtüsü gibi hep içinde Matemi her an taze içinde, üzerinden yıllar geçse de Yaşatır içinde hep Aragorn’u daima karanlık tutkularla Her şarkı söylediğinde acısı süzülür gözlerinden daima Onun “Luthien! Luthien!” diye seslendiğini duyar sanki Yüzyıllar önce hikâyeleşmiş aşkların hayali dolaşır aklında Sırra kadem basmış ve unutulmuş her hatıra gibi Estel için akıttığı gözyaşları onun için her an değerli Üzerinden asırlar geçse de dinmeyecek bu kederi Soluyor akşam yıldızı sessizce, Elrond’un söylediği gibi
Tunç PEKMEN
18
Yusuf GÜRKAN
19
Öykü
Bir Uyurgezerin Günlüğü:
Balonlara Zaafım Var Mor bir gece… Bulutlar sessizce birbirinin yanından geçerken yorganı üstüme çekiyorum. Gözlerim kapanıyor ve kapı gıcırtısına benzer bir ses duyuyorum. Bir daha geri dönemeyecekmişim gibi ilerliyorum. Etraf karanlık, yerler kaygan. Dengemi kaybediyorum. Hayır, aşağı düşmüyorum. Buna eminim. Sanki yukarıya doğru kayıyorum. Bu da neyin nesi böyle? Işık için deliriyorum. Görmeyen gözlerimi ellerimle yırtıp atmak istiyorum. Sesler… Kıkırdayan iki ya da üç kişi… Perdeleri açıyorlar. En beyazından sonsuz bir ışık doluyor gözlerime. Canımı yakıyor. Etrafta keskin bir baharat kokusu var. Koşar adımlarla uzaklaşıyorlar. Kapattıkları kapıyı açıyorum. Kalp atışlarım yavaşlıyor, burası benim evim. Rengârenk balonlar görüyorum. Olamaz! Çocukluk kâbusum geri döndü. Çok dikkatli olmalıyım. Balonlara zarar gelmemeli. Hem bunlar uçanlardan değil. Hepsi yerlerde geziniyor, üstelik ipleri kuyruk gibi onları takip ediyor. Onların üzerine basmadan ilerliyorum. Koridoru parmak uçlarımla geçip mutfağa sapıyorum. Buzdolabını açtığımda içinde dünden kalan salamlı sandviçin hayatta kalan parçaları karşımda duruyor. Sağlıklı dişlerimle sandviçe gülümsüyorum ve soğuk ellerimle sıkıca kavrayıp kendime çekiyorum. Her ısırıkta dişlerim bir balon gibi patlıyor, nefesim kesiliyor. Bir türlü ısırmayı başaramadığım sandviçi ağzımdan çıkarıp yere fırlatıyorum. Bir yengeç gibi hareket etmeye başlıyor. Ayağımı tavana kadar kaldırıp şiddetle üstüne basacağım sırada, omzumun üstünden geçen bir kelebek onun üstüne konup ona son nefesini veriyor. Sandviç hızla şişip koca bir balona dönüşürken göz bebeklerim büyüyor. Basamıyorum. Ne de olsa balonlara zaafım var. Kapı yumruklanıyor. Yine o fısıltılar. Geri geldiler. İki ya da üç kişiler. Kapı zorlanıyor. Açmamı beklemiyorlar. Koridordan kapıya doğru bakıyorum. Bütün vücutları iğnelerle kaplı üç kişi var. Kızıl saçlı olanı beni işaret ediyor. Diğerleri üzerime doğru koşmaya başlıyor. Bu lanet olası adamlar kim? Balon dolu koridorda ilk balonun patlamasıyla sarsılıyorum. Ellerim titriyor. Koridordaki balonlara dokunan adamlar birbiri ardına patlamalara sebep oluyor. Balonlarım teker teker yok oluyor. Yatak odama doğru koşarken bina sallanmaya başlıyor. Penceremi açıp aşağıya bakıyorum. Büyük, kırmızı bir balon görüyorum. Aşağıda bir sürü insan var. Balona atlamamı söylüyorlar. Hayır, atlayamam. Ben kurtulsam bile o balon patlayabilir. Ne de olsa balonlara zaafım var. İçeri girip camı kapatıyorum. İğneli adamlara doğru koşuyorum. Onlara çarptıkça patlıyorum. Kollarım, bacaklarım, kafam… Ve bina çöküyor… Kıkırdamalar. İki ya da üç kişiler ve hepsi iğnelerle kaplı. Perdeleri kapatıyorlar. Kör gibiyim. Dengemi kaybediyorum ve aşağıya doğru kayıyorum. Beni geri çeken nedir? Yumuşak bir yere düşüyorum. Çıldıracak gibiyim. Haykırdıkça kendimden geçiyorum. Karanlık… Hatırlamıyorum. Saatimin alarm sesiyle gözlerimi açıyorum. Vücudum tek parça. Yaşıyorum. Gözlerimi gökyüzüne dikiyorum. Güneş bulutlarla öpüşüyor. Üstümü giyinirken her şeyin bir kâbustan ibaret olduğuna seviniyorum. Fakat odamdan çıkıp koridora adımımı attığımda yerlerin iğneler ve patlamış balonlarla dolu olduğunu görmek hiç hoşuma gitmiyor… Yazan: Kaan TOBEL İllustrasyon: Kaan KARACAOVA
20
21
Çizgi Roman
Çizgi Roman
İnceleme
İnceleme
Çığlık Haftalık Mecmuası
Uzun süredir Gölge dahil olmak üzere herhangi bir dergi ya da internet için yazı yaz(a)madığımı itiraf ederek başlamak istiyorum. Bunun en büyük ispatı da şüphesiz ki Gölge derginin geçmiş sayılarında saklıdır. Zira Gölge’de yayımlanan en son yazım bundan tam bir yıl önce, Nisan 2013 tarihindeymiş. Mevcut durumun nedenlerini bir kenara bırakırsak bu sayfalarda tekrar bir şeyler karalamanın heyecan verici olduğunu ifade etmeliyim. Hayatımda kıramadığım bazı insanlar vardır ve Ahmet Yüksel de bunlardan biridir. Kendisinin nazik teklifine ret cevabı vermek ise neredeyse imkânsızdır. Bu yüzden vaktimin el verdiği ölçüde, düzensiz de olsa bir şeyler karalamaya çalışacağım. Yaklaşık üç yıl önce bir kitap projesini şekillendirmeye karar vermiştim. Bu kitap ise başlangıcından günümüze Türk edebiyatındaki “spekülatif edebiyat” tanımı içerisine dahil edilebilecek tüm eserleri (roman, öykü) tespit etmek ve tarihçesini yazmaktı. Bu çok yönlü çalışmayı tamamlayacak kadar ehil olup olmadığım, hakkaniyetiyle yapılması şart olan bu çalışmanın altından tek bir kişi olarak kalkıp kalkamayacağım sorunsalını bir kenara bırakırsak o gün bugündür kimi zaman hızlı, kimi zaman da yavaş bir tempoyla çalışmalarıma devam ediyorum. Hâlen araştırma safahatında olup, tek bir kelime dahi yazmadığımı da söylemeliyim. Detaylara girmek yersiz. Bunun yerine Gölge’de dilim döndüğünce sizlerle paylaşmak istediğim konuları ifade etmek istiyorum. Gerek bibliyografya çalışmalarında, gerek akademik çalışmalarda ve makalelerde, gerek kütüphane veri tabanlarına dayalı çalışmalarda, gerekse araştırma kitaplarında heyecan verici eserlere rastlamak mümkün. Bu konuda derli toplu herhangi bir çalışma olmadığı için de keşfedilen kimi eserlerin daha önce herhangi
22
bir yerde kullanılıp kullanılmadığını, üzerine yazılar yazılıp yazılmadığını saptamak ne yazık ki çok zor. Yaşanan bu zorluklar ise hali hazırda bakir olan bu konuya ne denli az ilgi olduğunun bir göstergesi zaten. İşte bu araştırmalar esnasında karşılaştığım dikkat çeken, unutulmuş, unutulmaya yüz tutulmuş ya da daha önce gündeme getirilmemiş bazı eserleri, yalnızca roman ve öykü kitabı kısıtlamasına gitmeden, yazmaya çalışacağım. İlk olarak ise Gölge konseptine uygun bol çizimli bir mecmua ile başlamak istiyorum. Çığlık! 9 Ocak 1960 tarihinde çıkan ve yalnızca üç sayı çıktığını düşündüğümüz bir dergi Çığlık. Zira adına daha önce Tersninja’nın kurucusu Ege Görgün’ün Çöpçüler Kralı yazı dizisinde rastlamıştık. Görgün yazısında, yalnızca birinci sayısı hakkında bilgi veriyordu. M.Orhan Bayrak’ın hazırladığı Türkiye’de Gazeteler ve Dergiler Sözlüğü (1831-1993) başta olmak üzere referans olarak kullandığımız bibliyografyalarda ise adına rastlamadık. Derginin sayılarına ise Milli Kütüphane’nin Süreli Yayınlar kataloglarından ulaştık. Adından da anlaşılacağı üzere Çığlık, korku öğeleri barındıran bir dergi. Ancak çizgi roman olmadığını ve yalnızca içinde yer alan haberlerin (hikayelerin) illüstrasyonlar ile desteklendiğini belirtelim. Derginin imtiyaz sahibi Şükrü Gezer, yazı işleri müdürü ise Nebil Fazıl Aslan’mış. Söz konusu kişiler hakkında herhangi bir araştırma yapma ihtiyacı duymadık ve neden böyle bir dergi çıkardıkları sorusunu ilk sayının giriş bölümünde aradık. Manipülasyonlar ile dolu ilk sayının “Çıkarken” adlı giriş bölümü de çeşitli iddialarda bulunuyor zaten. “Her satırına kadar hakikat” olduğu sıklıkla vurgulanan dergi daha ilk cümlesi ile okuru etkimeye çalışıyor: “Haftada bir çıkacak olan bu kitap şimdiye kadar Türkiye’de neşredilmemiş bir özellik taşımaktadır. En heyecanlı, en meraklı hakiki vakalar muhtelif kaynaklardan ve hususî istihbarat teşkilatımız tarafından derlenmiştir. “
23
Çizgi Roman
Çizgi Roman
İnceleme
İnceleme
üçüncü sayfaları anımsatmayacak türden. Nekrofililerden, yamyamlara; cinayetlerden, dünyanın farklı yerlerindeki ilginç vakalara kadar geniş bir yelpazeye yayılmış. Bunların çoğunda tarih ve dönem aleni bir şekilde belirtilmiş. Muhtemelen bundaki niyet tarihsel gerçekliğin vurgulanması olsa gerek. Korkunun vazgeçilmez yoldaşı olan erotik içerikli yazılar da kitapta yer almakta. İlk sayıdaki yazıların bir listesini sunmak derginin içeriğinin çizgisini ifade etmek açısından daha kolay olacaktır: Birinci Salacak Canavarı Şişli Güzeli Mediha Hanım Eşkiya Aşkları Korkunç Ülkeler - İnsanları Yutan Ölüm Gölü ve Canlı İskeletler Ormanı Kurşuna Dizilen Futbolcu - Ölüm Penaltısı Dolma Bahçe Sarayına Dikilmek İstenen Rus Bayrağı Nasıl Denize Fırlatıldı? Bedbaht Gelinler - Ulu Dağın Beyaz Karlarını Kırmızı Kana Bulayan Balayı Cinayeti Şehvet Delisi Kadınlar - Üç Erkeğin Kadını Sevgilisinin İskeleti ile Evlenen Genç Kız Yamyam Kadınlar - Hazreti Hamza’nın Ciğerlerini Yiyen Kadın Çözülemeyen Sırlar: Geceleri Ermeni Mezarlığında Duyulan Tekbir Sesleri 800 Genç Kadını Öldürüp Irzına Geçen Korkunç Landru - Kanlı İbrahim
İddialarını bu kadar ileri götüren dergi ise gerçek olduğunu söylediği haberleri öyküleme tekniği ile aktarıyor (Giriş yazısında “bu hakiki olaylarda hakikatin katılık ve soğukluğu yoktur” diyerek bu durumun imasını yapar). Gerçi yalnızca Çığlık değil, 50’li yılların kimi dergi ve gazetelerinde (İmdat gazetesinde de benzer metot uygulanmıştır) haberler, vakalar hikâyeleştirilmiştir. Hatta birinci ağızdan duyulmuşçasına diyaloglarla desteklenmiştir. Çığlık’ta da benzer durum vardır ve girizgâhta bu konuya değinilir: “Bilâkis üç, dört sahifelik bir yazımız üç yüz, dört yüz sahifelik en meraklı, fakat uydurma bir romandan daha çok meraklı, heyecanlı ve zevk vericidir.” 60’lı yıllar şüphesiz ki, gerek telif gerekse çeviri çizgi romanların rağbet gördüğü yıllardı. Bununla birlikte günlük ya da haftalık belirli periyotlarda çıkan gazeteler tefrika halinde çizgi romanlar yayımlarken fotoromanlar da ilgi görmeye başlamıştı. Çığlık ise bir çizgi roman olmamasına rağmen gerek renkli kapakları, gerekse içeriği ile üretim ve tüketim çılgınlığı yaşayan bir dönemin yansıması. Kapakta yazılan “Korku Kitapları” ibaresinin dikkat çekmek için yazıldığı ise aşikar. Bu bağlamda korku furyasının öncülerinden demek pek yanlış sayılmaz. Her ne kadar Çığlık dergisinin kapakları yedi yıl sonra “Korku” adıyla yayımlanacak olan Creepy ve Eerie dergileri ve devamında gelen takipçilerinden çok daha naif olsa da bir başlangıç sinyali verir (İmdaat ile birlikte). Üç sayının kitap kapağı ve içindeki bazı illüstrasyonlar Tekin Aral’a ait. İtiraf etmeliyim ki iç sayfalardaki bazı illüstrasyonlar Mehmet Sevinç’in kalemine bir hayli yakın. Derginin konuları ise gazetelerimizdeki
24
Daha önce de ifade ettiğimiz gibi yazıların çoğu hikâyeleştirilerek sergüzeşt haline getirilmiş, böylece magazinel ve ilgi çekici boyut kazandırılmıştır. Ancak üç sayı da incelendiğinde korku öğelerini barındıran ve kurgu olmaya yakın yalnızca tek bir yazı karışımıza çıkar (pek tabii ki bu bizim çıkarımımızdır). O da Korkunç Landru - Kanlı İbrahim adlı yazı dizisidir. Üç sayı boyunca tefrika edilen ve anlatım üslubu göz önüne alındığında uzun öykü ya da roman olması aday olan bu yazının da girişinde gerçek bir vaka olduğu yazılır. Ancak bu, herhangi bir kurgu eserin girişinde de pek ala vurgulanabilir ve de örnekleri çoktur. Zira gerçeklik vurgusu, okurda yaratacak etkinin artması hususunda (ki aynısı filmler için de geçerlidir) bir araç olarak kullanılır. Söz konusu yazı her ne kadar edebi anlamda bir eser olamayacak kadar düzensiz bir şekilde yazılmış olsa da kurgu kriterlerini karşıladığı için kanımızca tefrika edilen telif eserler arasında sayılmasında bir mani olmadığı kanaatindeyiz. Zira Tanzimat sonrasında gelişen tefrika kültürünün gazete sayfalarına taşınması gibi bu eser de dergi sayfalarına taşınmıştır. Gerçi yazarının niyeti (kurgu bir eser meydana getirmek mi, gerçek ya da asparagas bir haberi süsleyip okunması, tüketilmesi kolay bir yazıya dönüştürmek mi) tam olarak bilinmese de nihai ürünün kurgu kategorisinde değerlendirilip, korku külliyatımıza dahil edilmesinde bir sakınca olmadığını değerlendiriyoruz. Olayların merkezinde gerçek bir şahsiyet olup olmadığı konusunda bilgimiz olmayan ve IV. Mehmed devrinde yaşayan bahriyeli Kanlı İbrahim vardır. Kanlı İbrahim’in disiplinden uzak bir şekilde yaşamaya ve keyfi bir hayat sürmeye karar vermesiyle de olaylar başlar. Ancak ev basmak, dükkân yağmalamak yerine yoldan geçen bir kadını öldürmeye karar verir. Bunu ilk fırsatta yapar hatta sonrasında cinsel ilişkiye girer. Bu bağlamda Ed Gein gibi nekrofili bir seri katili konu alan ilk yerli karakterdir diyebiliriz (Daha önce bir dime novel örneği olan Yamyam Yusuf, nekrofili olmasına rağmen seri katil izleği taşımaz). Seri katildir, çünkü bir sonraki cinayeti ve eylemleri için açlık duyar. Nekrofilidir, çünkü ölü ile sevişmek ister. “Hele bu kadın öldürülürken kim bilir ne kadar da tatlı bağıracak, feryat edecek, yalvaracaktı.”
25
Çizgi Roman
Öykü
İnceleme
Kanlı İbrahim, cinayetlerine devam eder ve artan ölümler üzerine mahalleli işlenen cinayetlerin cinler tarafından, Peri Padişahının oğlu tarafından yapıldığını düşünür. Ancak yanıldıklarını anladıklarında nöbet tutmaya ve asayiş timi kurmaya karar verirler. Bu esnada Kanlı İbrahim de mahalleye taşınır ve asayişin sağlanmasına yardım eder. Olaylar bu şekilde gelişirken hikâye sonlanır. “Devamı Haftaya” denir ancak dördüncü sayı çıkmadığından ya da çıkmışsa da izine ulaşamadığımızdan yarıda kalır. Kanlı İbrahim olayı anlatılırken tüm sahneler detaylandırılır, diyaloglar eklenir, gerçek bir vaka dahi olsa bilinemeyecek ayrıntılar belirtilir. Bazen olaylar anlatıcının bazen de karakterin ağzından aktarılır. Korku ise en çak Kanlı İbrahim’in eylemlerinde ve mağdurların yaşadığı çaresizlik esnasında hissedilir hale gelir. Bu bağlamda salt korku öyküsü olarak değerlendirilebilir. Hatta bir sahnede bir vampir benzetmesine de yer verilir:
Dünyalar Arası 78. Sayıdan Devam Yzb. Eren gözlerini tanıdık bir kâbusa açtı. Paraşütü açılmıştı ve yavaşça aşağı süzülüyordu. Karşısında ateşlemiş olduğu füzesi, kitlenmiş olduğu hedefine doğru gitmekteydi. Arkasından alevler saçıyordu. Görüş menzilinde kendi uçağı da alev topu hâlinde aynı yöne doğru savrulmaktayken, AIM-120 AMRAAM hedefini buldu ve beyaz ışıklar saçan yumurtanın üzerinde o tanıdık patlama oldu, alevler saçıldı. Ağır metalin metale sürtme sesine benzer bir ses duydu sarsılan yumurtamsı nesneden. Bir saniyelik bir süre sonra bir daha duydu, bir daha... Nesne vurulmuş olduğu tarafa doğru, sanki desteği alınmışçasına devrilmeye ve gölün üzerine doğru düşmeye başlamıştı. O sırada uçağı da uzak bir mesafeye düştü patlayarak. Nesnenin etrafındaki beyaz parlama soluklaştı ve suya düştüğünde neredeyse hiç kalmamıştı. Düştüğü yer kıyıya yakın olduğu için su düşüşünü hafifletse de zemine çakılmasını engellememişti ve yere çarpma sesi de geldi. Paraşütle ineceği yer konusunda şanslıydı çünkü kıyıya yaklaşık 100-125 metre mesafeye düşecekti. Üzerinde can yeleği de vardı, yüzebilirdi bu mesafeyi. Suya yumuşak bir iniş yaptı Yzb. Eren, iner inmez de kaskını çıkardı kafasından. Paraşütünü üzerinden çözdü ve yüzmeye başladı kıyıya doğru. Objenin düştüğü yerde az da olsa alevler vardı, o sebepten 15 derecelik bir açıyla yüzüyordu ona. Objenin içini görebiliyordu kıyıya yüzerken, uzaktan çok seçemiyordu ama koridorumsu bir yapıya benzetti gördüğünü. İçi, dışı gibi bembeyaz değildi aynı zamanda. Suya düşmesi büyük bir yangın çıkmasını engellemişti enkazda ama yine de objenin parçalarının bir kısmı yanıyordu.
“Katil İbrahim baygın kadını bir vampir gibi sırtlayarak tahta perdeden atladı.” Aniden sonlanan Kanlı İbrahim’in akıbeti hakkında şimdilik elde edebildiklerimiz bundan ibaret. Merak ettiğimiz ise yalnızca yazının devamı değil. Merakımızı tetikleyen bir diğer husus Tekin Aral’ın Kanlı İbrahim’i çizerken Kazıklı Voyvoda figüründen esinlenip esinlenmediğidir! Çığlık - 1. Sayı (09 Ocak 1960) Çığlık - 2. Sayı (16 Ocak 1960) Çığlık - 3. Sayı (23 Ocak 1960) Fatih DANACI
f_atih2004@yahoo.com
26
Kıyıya çıktığında soluklanmak için oturdu Yzb. Eren. Hava serindi, sudan çıkmıştı, doğal olarak üşüdü biraz. Dişlerinin birbirine vurmasını engellemeye çalışarak ayağa kalktı ve nesnenin yanına temkinli adımlarla gitmeye başladı. Üzerinde silah da yoktu, tulumun cebinden eksik etmediği isveç çakısı haricinde. Her ihtimale karşı çıkardı ve keskin bıçağını tırnağıyla açtı. Kıyıda, iki karışlık suyun içinde duruyordu obje. Ona dönük olan kısmı, AIM-120 AMRAAM’ın vurmadığı kısımdı ve düşerken de havada kaldığı için herhangi bir zarar görmemişti. Objenin mermerimsi, beyaz renkli dış kabuğu dışında bir şey göremiyordu şu an o yüzden. Yanaşmak için belli bir noktadan sonra suya girmesi gerekiyordu. Suda karada yürüdüğü kadar sessiz yürüyemiyordu bu da Yzb. Eren’i iyice tedirgin ediyordu. Yaklaştıkça küçük alevlerin çıtırdaması kulağına geliyordu sadece. Objenin solu suyun daha derin kısmında olduğu için sağından gitmeyi daha mantıklı buldu, etrafından dolandı ve bir gürültüyle zıplayarak geriye düştü, suyun içine. Hasar görmüş taraftan bir parça düşmüştü anladığı kadarıyla. Ayağa kalktı tekrar, hem heyecandan hem de soğuktan dişleri birbirine vuruyordu artık ve engel olamıyordu. Döndüğünde objenin etrafından, gerçekten kötü hissetmesi için güzel bir sebep vardı şimdi elinde: hareketsiz yatan 4 beden. Yedi adım mesafeyi koşarak yanlarına gitti bu sefer, sessiz olmaya gayret göstermedi bile. yanlarına geldiğinde bir şok daha yaşadı: bunlar insan değildi! Nabzı âdeta iki katına çıkmıştı, kalbinin sesini duyabiliyordu. İnsana çok benzeyen bedenleri vardı, farklılık ilk bakışta sadece yüzlerindeydi. Gözleri yukarı doğru yanlardan çekikti ve normal bir insanınkinden yaklaşık %25 daha büyük görünüyordu. Ağızları, kendi ağzına göre biraz daha küçüktü ve soluk bir mor renkteydi. Vücut hatlarının insan bedeniyle karşılaştırıldığında kusursuz kıvrımları vardı. Bir tanesine çok daha fazla yanaştı çakısını daha sıkı kavrayarak. Nefes almıyordu. Nabzına baktı; atmıyordu. Hiçbirinin, kafa kısmını görerek anladığı kadarıyla vücutlarında kıl yoktu. Yanaştığı beden anladığı kadarıyla bir dişiye aitti, insana olan benzerliği o kadarını ayırt etmesine izin vermişti. Karın bölgesinde büyük bir yara vardı, kanları sanki biraz daha koyuydu, içine çivit katılmış gibi çok az mora çalıyordu.
27
Öykü Kendine gelmeye çalıştı Yzb. Eren, kafasını salladı sanki bilincini yerine oturtmak istiyormuş gibi, yetmedi bir tokat attı kedine. Her şey gerçekti veya her şey gerçek gibiydi. Bu bir kriz durumuydu onun kafasında, yapılması gerekenleri değerlendirdi hemen: Kısa bir süre sonra nasıl olsa bir helikopterin pervane sesini duyacaktı. Bu süre zarfında bu yerde yatanlara, insanlara veya insanımsılara, insan muamelesi yaparak acil müdahale durumunda gerekenleri yapabilirdi. Hareketsiz yatan bir diğerine yanaştı. Bu da suratının keskin hatlarından anladığı kadarıyla bir erkekti. Ürkekçe yanaştı, elini boyununa attı, nabzını kontrol etmek için. Bir hareket yoktu. Diğer bir bedene yanaştı, anladığı kadarıyla bu da erkekti ve bunda da nabız namına bir şey yoktu. Son bedene geldiğinde ilginç şekilde alnında, mavimsi, neon gibi ışıldayan bir şerit gördü ve karnı inip kalkıyor; nefes alma emaresi gösteriyordu. Nabzının olması gereken yere elini attı, evet bir hareket vardı. Anladığı kadarıyla bu da bir dişiydi, inanılmaz mükemmel vücut oranı ve çıkıntıları vardı, yüz çizgileri de ziyadesiyle hoştu. Hemen yarası var mı diye kontrol etti, küçük sıyrıklar dışında kolunda derin bir yara vardı ve kan kaybediyordu; bu kısma tampon yapmak için sol kolundaki cebini yırttı, tulumun kolundan da uzunca bir parça yırttıktan sonra cebi katladı, uzun parçayla da katlanmış parçayı sıkıştırmaya çalıştı. Kanamayı durdurmak için de yaranın üzerine bastı eliyle. O sırada derince ve panikle nefes alarak uyandı kollarındaki güzel yaratık. Gözlerini gördüğünde Yzb. Eren de panikledi ama kollarından bırakmadı onu, “Sakin ol, sakin ol!” demekle yetindi. Yaratık anlayamadığı bir şeyler söyledi sesini gittikçe yükselterek ama çırpınmadı. Alnındaki neon parlama da artmıştı. Etraf birden aydınlandı.Yzb. Eren gökyüzüne bakmak zorunda hissetti kendini, kafasını kaldırdı. Kaçan yassı yumurta şeklindeki gemi geri gelmişti. Tuttuğu yaratığın yaralı kolundaki şimdi bir bileklik olduğunu fark etti çünkü parlıyordu artık. Ölü bedenlerden bir tanesi yok oldu, sonra biri daha. Yaratık Yzb. Eren’e kollarını doladı, kurtulmaya çalıştı ama beceremedi ve artık çok geçti onlar da yok olmuştu, beraberce. Düzensiz hareketler yapan üç tane parlak nesne kalan gemi kalıntılarına çarptı ve kalan her şeyi sadece küle çevirdi. Yzb. Eren, yaratığın ellerinden kurtultuğunda geriye doğru düştü serbest kalmasının etkisiyle. Metal soğukluğunu hissederken etrafına şaşkın gözlerle bakıyordu. Gri, tuluma benzeyen ama çok daha rahat görünümlü bir bollukta olan kıyafetler giymiş 3 yaratık,Yzb. Eren’in ve ellerinden kurtulduğu yaratığın olduğu odaya girdi, otomatik kapının açılmasıyla. İkisi erkek, diğeri kadındı girenlerin. Ona sarılan yaratık bir şeyler bağırdı, erkekler Yzb. Eren’in kollarından yakaldı. Yzb. Eren kollarıyla savurdu ikisini de. Kadın olan ona doğrulttuğu bir objenin düşmesine bastı. Kemiklerine çekiçle vurulmuş gibi bir ağrı ve titreşim hissetti, ağrıdan kaynaklı midesi bulandı ve olduğu yere çıkardı midesinde ne varsa, yere yığılırken. Bu saldırı Yzb. Eren’in bütün dermanını almıştı, yeniden koluna girdi erkek personel ve onu açık kapıdan dışarı çıkardı. Orta alana çıkmışlardı. Geminin sağında ve solunda toplamda 4 kapı vardı çıktıkları geminin arkasındaki kapı dışında. Çıktıkları kapının karşısında kokpit vardı. Kokpitte arkası dönük bir personel oturuyordu ve o da kadındı kıvrımlarından anladığı kadarıyla. Onu sağda, kokpite yakın olan odaya doğru götürüyorlardı. Düşünceleri bulanıklaşmaya başladı Yzb. Eren’in. Suratındaki aptalca gülümsemeyle “Amerikan Kokpit” derken kendinden geçti bir kez daha. Ayıldığında bilinci yavaşça yerine geldi. Hiçbir şey hissetmiyordu, tam bir felç hâlindeydi. Gözlerini zorlukla araladı. Oturur vaziyetteydi ama hiçbir yerini hareket ettiremedi. Karşısında yaratıklardan biri oturuyordu. Dişi olanıydı yüz hatlarından anladığı kadarıyla ama yaralı olarak kurtulan olamazdı çünkü kolundaki yara yerinde değildi. Konuşacak oldu, gücü yetmedi. Karşısındaki yaratık konuştu, anlamadı ama hemen ardından gri duvarlar ışıldadı ve bildiği dilden konuştu: -Merhaba dünyalı. Gözleri daha büyük açıldı, gözünü ışıldayan duvarlarda gezdirerek “Merhaba?” diyebildi zorlanarak, sorarcasına. Duvarlar yine ışıldadı ve yaratığın dilinde konuştu bu sefer. Duvarların konuştuklarını birbirlerinin lisanlarına çevirdiğini anlamış oldu bu sefer Yzb. Eren. Ve böylelikle aralarında bir diyalog başlamış oldu:
28
29
Öykü
Öykü -Niye bize saldırdın? -Öyle emir aldım. Odanın duvarları uzunca bir süre parlayarak kaldı ve Yzb. Eren’in konuştuğunun aksine uzun uzun cümleler kurdu. Aslında çok doğal bir dil gibiydi yaratıklarınki, Fince gibi tınlıyordu kulakta. Parlayan duvarların konuşması arasında ‘emir’ kelimesini seçebilmişti. Sonra yaratık birkaç cümle daha cevap verdi: -İnsanlar olarak sizin, Oekien’inizin çok gelişmediğini biliyorum ama bu kadar da keskin bir işleyişinizin olduğunu tahmin etmiyordum. Duvar ışıldamayı bir an durdurup konuşmaya devam etti: -Oekien, doğru olanı yapma yönünde karar vermektir. Sizin dilinizdeki “Emir” kelimesinin zıttı gibidir. Ehmesitler yani karşında oturan ırk, emir değil kendinden tecrübeli olandan tavsiye alırlar, değerlendirip doğru olanı yapmak durumdadırlar. Bunu yapmamaları herkesin zararına olacağından doğru olanı karar vermek herkes için en iyisidir. -Biz de doğru olanı yapmaya çalışıyoruz ama ben askerim, üstlerimden emir aldığım zaman bunu yapmak zorundayım. -Aslında sadece sen öyle değilsin: Bu sistemin, bu kadar sert işleyişi olan bir organizasyona indirgenmiş hâli olabilir ordu ve birimi olarak asker ama siz insanlık olarak hep daha iyi bildiğinize inandığınız birinin peşinden gitmeye meyillisiniz ki bu oluşu da yaratmış olanlar biziz, Ehmesitler. -Nasıl? -Sana oluşu ve tarihinizi olduğu gibi anlatacağım zevkine vararak dinlemeni temenni ediyorum. Yzb. Eren’in allak bullak olmuş zihni diyecek bir şey bulmakta zorlandı ve dinlemeye koyuldu: “Sizin zaman ölçülerinize göre, bundan yaklaşık 1.000.000 yıl önce biz de sizin gibi varoluşumuzun kaynağını merak ediyorduk ve sonunda bir noktaya geldik. Bulduğumuz her şey tam bir Sıfır’a gidiyordu ve Sıfır’dan geldiğimizi düşünmek ırkımızı tatmin edemiyordu. Sıfır’ı ve ilk varoluşu sana anlatıp kafanı iyice karıştıracak değilim. Nasıl şimdi olduğumuz hâle geldiğimizi, hiç değilse belli bir noktadan sonra görmek için yeni bir deney yapmaya karar verdik. Irkımızda daha önceden belirlediğimiz ve yaşamaya uygun olan şu anda “Dünya” dediğiniz Miialma Gezegeni’ni kullanacaktık bu deney için ama yaşam piramidinin en üstündeki dinazorları ve diğer ırkları yok etmemiz gerekiyordu. Buzdan oluşan Jää meteorunun eksenini değiştirdik ve Miialma’ya çarpmasını sağladık. Üzerindeki ırklar bu sayede yok olmuşlardı ama gezgen Jää’nın erimiş hâliyle, yani suyla kaplandı. Hâlâ yaşamaya elverişliydi ancak suyu tahliye etmemiz gerekiyordu. Kendi ırkımızdan 50 kişiyi doğar doğmaz sadece beslenebilecekleri bir ortamda destekleyerek iletişimsiz bıraktık, 20 sene boyunca. Bunları Kaptan Nuh ile beraber Miialma’ya gönderdik. Kaptan Nuh’un görevi sadece bu 50 kişiyi Miialma’ya bırakmak ve fazla suyu tahliye etmekti, böyle tavsiye edilmişti ancak doğru olduğunu düşündüğü şeyi yaptı ve yolculuk sırasında bu gemidekilerle iletişime geçti. Ayın çekimi etkisiyle ve yörüngedeki dönüş hızıyla Miialma’da tufanlar vardı, yaşamak imkânsızdı. Gemideki 50 kişi çok korkmuştu. Suyu tahliye eden Kaptan Nuh bir süre daha onlarla kaldı ve hayatta kalmaları için onlara yardımcı oldu. Kaptan Nuh’un sözünden çıkmaz oldular. Kaptan Nuh öldüğünde ise aralarında onları yönlendirecek başka birini seçtiler. İnsan ırkı hep kendilerinden daha çok bildiğini düşündükleri birilerini seçti ve onun dedikleri dışına çıkmadı ve Oekien sizde hiç gelişmedi. Oekien gelişmeyince, Emir verenler oldu ve bunun üzerinden sistemler yarattınız kendinize. Bunu kırmak için kalıntılarımızı yok etmeyi düşündük ve bilgi almak için yaptığımız seferlerinden bir kısmında bazı Ehmesitler, sizin burada ortaya çıktığınızı kanıtlayacak yalan kanıtlar koydu. Bu oluşta gelişiminizi izlemeye ve Oekien’in oluşmasını sağlamaya çalıştık. 1.000.000 yıldır bir ilerleme kaydettik ve daha da hızlanmasını sağlamaya çalışıyoruz. Gelen Ehmesitler birçok kalıntı bırakmaya devam ediyor sırrını
çözemediğiniz, Piramitler gibi. Bunlar uygarlığınıza çok şey katacak ancak kullanmayı beceremiyorsunuz yine Oekien eksikliğinden.” Yzb. Eren’in kafasında tonlarca yerine oturmayan taş vardı. Yıllardır bildiğini sandığı hatta yüzyıllardır insanların bildiğini sandıkları şeylerin yalan olduğu düşüncesi olması gerektiği kadar sarsmamıştı ama idrak eşiğinde de değildi. Bir kâbusta olduğunu düşünebildi bir kez daha ama etini sıkacak mecal yoktu ellerinde. Yaratık devam etti: -Birçok sorunun olduğunu biliyorum, bunların senin için çok fazla olduğunu da ancak hiç değilse bir süre hatırlamamanı sağlayabilirim. Yzb. Eren “Hayır” demeye vakit bulamadan üzerindeki ışık fazlasıyla parlamaya başladı ve yoğun bir karanlık içinde kayboldu yine. Soğuğun ve helikopter pallerinin sesinin rahatsız edici etkisiyle yine zorlukla araladı gözlerini. Van Gölü’nün kıyısında yatıyordu. Görevli personel seri hareketlerler geldi ve sedyeye alıp taşıdı Yzb. Eren’i. İki günde kendine gelmişti Yzb. Eren. Tümgeneral Recep Çelik’in emriyle komutanın karşısında duruyordu şimdi çakı gibi. 7. Ana Jet Üssünde görevli olduğunu bildiği, yakından olmasa da tanıdığı Bnb. Hakan da odadaydı. Esas duruşta duruyordu ikisi de. Komutan konuşmadan elindeki kağıtlara bakıyordu. Derin, boğucu bir sessizlik vardı odada. Komutanın burnundan soluk verme sesi geldi konuşmaya başlamadan önce ve “Bnb. Hakaaan” dedi manalı manalı: -Emret komutanım! -İki hafta önce, Malatya’dan kalktın ve benim emrimle Van Gölü’ne doğru bir görev icra etmeye çıktın, hatırlıyor musun? -Evet komutanım! -Sonra ne oldu? Bnb. Hakan duraksadı, gözlerini kırpıştırdı ve uzaklara daldı, cevap veremedi. -Sen, Yzb. Eren. -Emret komtanım! -Sen hatırlıyor musun iki gün önce çıktığı görevi? -Evet komutanım! -Niye düştü uçağın evladım? Yzb. Eren de diyecek bir şey bulamadı. -Çıkın dışarı, gözüm görmesin! Gürledi komutan. Bnb. Hakan ve Yzb. Eren kaçarcasına çıktılar odadan kafa selamını hızla verip. Dış kapıya geldiler birliklerine döneceklerdi, ayrılmak için baktılar birbirlerinin yüzlerine. Eğitimlerde karşılaşmışlardı daha önce ama ortak noktalarının olması samimi etmişti içten içe birbirlerine karşı onları. El sıkıştılar, “Abi, görüşürüz” dedi Yzb. Eren âdeti olmadığı gibi. “Görüşürüz, kardeşim,” dedi Bnb. Hakan ve ayrıldılar. - SON –
30
31
Yazan: Ozan BAYAR
İllüstrasyon: Erdinç KALAFAT
Yazar'ın
Kaleminden
İstanbul’un Gizli Büyücüleri Kafamda sürekli olarak bir dönem büyücü hikayeleri dolanıyordu. Yolda giderken hep aynı kişileri görüyordum. Bu insanlar bir şekilde sürekli olarak karşıma çıkıyorlardı. Ve zamanla bende değişik hisler uyandırmaya başladılar. Çok etkileniyordum onlardan ve onları çok merak ediyordum. Bu kişilerle hemen hemen hiç konuşmuyorduk ama bence aramızda yine de gizli bir iletişim vardı. En azından yalnız kaldığım zamanlarda ben onları düşünüyordum. Kafamda onlar için hikayeler yaratıyordum. Sonra o hikayelere de inanıyordum. Bu adam veya bu kadın kesinlikle bir büyücü olmalı diyordum. En azından beni büyülüyorlardı. Ve onları tekrar gördüğüm zamanlar inanılmaz derecede heyecanlanıyordum. Bilmiyorum, onlar da beni fark ediyorlar mıydı acaba ama muhtelemen fark ediyorlardı. Şehir ve insan hikayeleri beni çok etkiliyordu. Calvino’nun ‘Görünmez Kentler’ini okuduğum anda ona vurulmuştum. Kapağını kapattığımda içime inanılmaz bir ümit dolmuştu. Sonrasında Rus Fütüristler üzerine araştırmam olmuştu. Ve onların ‘alışkanlıkları kırma’ çağrıları beni derinden etkilemişti Duyu organlarımızın sınırlılığı içinde kaldığımız her an alışkanlıklarımızın bir parçasıydı. Göremediklerime, duyamadıklarıma yer açmak istedim. Böylece içinde yaşadığım kentin gerçek yüzünü ve gerçek insanları deneyimleme imkanını yakalayacaktım. İstanbul’un Gizli Büyücüleri gerçekle gerçek dışının bir birleşimi gibi. Ama tabii bu noktada gerçek nedir ya da ne değildir sorgulamasına da girebiliriz. Belki de kitapta anlatılan her şey gerçek, bunu bilemeyiz. İstanbul’un Gizli Büyücüleri’ni yazarken gizem tarihini ve literatürünü de kullandım. Konuyla ilgili Giovanni Scognamillo ile yaptığımız çalışmalar ve kendisiyle olan arkadaşlığım sayesinde bilgi sahibiydim zaten. Ayrıca Açık Radyo’da üç yıldan bu yana gizemcilik üzerine ‘Karanlığın Çocukları’ isimli programı hazırlayıp sunuyordum. Kitabın arka planında, olaylar örgüsünün içerisinde bu literatürü de kullanmaya gayret ettim. Kitabın ortaya çıkmasına gelince, bu konuda aslında kendime hiç güvenim yoktu. Gazetecilikte doktora yapıyorum. Ve uzun zamandan beri gazetelere söyleşiler yazıyorum. Ancak bir gazeteci olarak, alışkanlıklarım, duyduklarımı, gördüklerimi aktarmak üzerine. Üzerine herhangi bir kurgusal düzen yerleştirmiyorum. Bundan evvel yayınlanan iki kitabım da araştırmaydı zaten. Kurgusal bir metin ortaya çıkarmak ise bambaşka bir disiplin. Bir gece evde muhabbet ediyoruz. Değer var bizde. Çok sevdiğim, çok uzun zamandan beri tanıdığım bir arkadaşım. Onunla sohbet etmeyi çok seviyorum. İnanılmaz derecede yetenekli, duyarlı ve zeki bir insan. Bazen onunla yaptımız konuşmalar öyle yerlere götürüyor ki beni, haftalar boyunca oralardan geri dönemiyorum. Bir gece Değer’e sokakta sürekli olarak görüp durduğum aynı insanlardan bahsetmeye başladım. Bu kişierin aslında birer büyücü olduklarını düşündüğümü söyledim. Bunu biraz da sohbetimizi renklendirmek için yaptım. Sonra Değer bana dedi ki ‘Aylin neden zamanını harcıyorsun ki? Ben senin yerinde olsam yalnızca en iyi bildiğim şeyi yaparım. Senin en iyi yaptığın şey yazı yazmak değil mi? O zaman bütün enerjini ona harca’ dedi. ‘Ama iki kitap yazdım zaten’ dedim ‘Hayır kızım, roman yazacaksın’ dedi
32
33
Yazar'ın
Çevirmen'in
Kaleminden
Kaleminden
‘Roman? Ben? Nasıl olur?’ ‘Bana anlattığın bu hikayeleri yazsana mesela dedi’ Woody Allen’ın sevdiğimiz bir filmi vardı. Bu filmden bana ilk defa Değer bahsetmişti. Zelig diye bir film. Woody Allen burada aslında olmayan bir karakterin belgeselini hazılıyor. Mockumentary denilen bu tarzda gerçekmiş gibi anlatılan gerçek olmayan olaylar. Değer, ‘böyle bir şey deneyebilirsin’ dedi. Bana da çok iyi bir fikir gibi geldi. Olabilir mi olamaz mı, nasıl olabilir derken, ortaya İstanbul’un Gizli Büyücüleri çıktı. Tuhaf bir gecede ilk hikayeyi yani Can’ı yazdım. Daha sonraki tuhaf gecelerde de devamı geldi. Aslında birer hikaye olmanın da ötesindeydiler benim için çünkü onları yaşadığımı hissediyordum. Yazdıkça rahatladım. Sonra baktım bir kitap olacak kadar da yazı var elimde. Acaba bir yayınevi bunları basmayı kabul eder mi düşünürken çalışmayı İthaki’ye yolladım. İthaki benim için rüya gibiydi. Yani başıma gelebilecek en güzel şeydi. Çünkü en sevdiğim kitaplar hep oradan çıkıyordu. Allah’ım o Edgar Allen Poe’lar ne kadar da paha biçilmezdi öyle. İthaki, benim rüya yayınevimdi diyebilirim. Ve Yankı Enki bana kitabı beğendiğini söylediğinde ben buna inanamadım. Ama oldu işte, yayınlandı ve önsözünü de Giovanni yazdı. Büyü gibi... İstanbul’un Gizli Büyücüleri hayatımdaki en güzel şeylerden biri. Ve ben Giovanni’ye, Değer’e, Yankı’ya ve bana ilham olan bütün o büyücülere ayrı ayrı teşekkür ederim. Aylin ÜNAL Fotoğraf : Halil KOYUTÜRK
Fare Kral Bütün mihnetlerine rağmen çok severek çevirmenlik yapıyorum. Hele de çeviri bitip redaksiyondan geçerek matbaaya gidiyor ve mis kokulu yeni basılmış kitap elime ulaşmıyor mu, işte o ânın verdiği hazzın tarifi gerçekten çok zor. Ama o aşamaya varana kadar metinle kelime kelime uğraşıyor, sırası geldiğinde kavga ediyor, zaman zaman “Yeter artık!” deme noktasına geliyor insan. Bir nevi kitapla aşk yaşıyorsunuz yani. İşte bu aşkı yaşarken en mutlu olduğum kitaplar polisiye türündekiler. Hele de Michael Dibdin gibi her kelimeyi düşünerek yazan, her olayı bir sonrakine şaşırtıcı bir şekilde bağlayan bir yazarın kaleminden çıkmış bir polisiyeyi çevirirken, değmeyin bendeki keyfe. Dibdin, beş yıl boyunca İtalya’da yaşadıktan sonra yaratmış on bir kitaptan oluşan Aurelio Zen serisini. Kitapların her biri İtalya’nın ayrı bir şehrinde geçiyor; baş kahramanımız Aurelio Zen görevi gereği Perugia senin Venedik benim dolaşırken sadece çözmeye çalıştığı vakanın sırlarını değil, İtalya’nın sokaklarını da adım adım önümüze seriyor. Lezzetli yemekler, köşebaşında bir dilim pizzanın yanında bir kadeh yerel üretim şarap yuvarlayabileceğiniz minik bistrolar, en koyusundan esspressolar ve tabii ülkenin her adımda karşınıza çıkan muhteşem tarihi dokusu, serinin ayrılmaz parçaları. Hatta biraz rol çaldıkları bile söylenebilir. Olayların 1980’li yılların ortalarında geçtiğini belirtmekte de fayda var. Dolayısıyla Zen karşılaştığı vakaları müthiş teknolojik aletler kullanarak değil, bildiğimiz eski güzel dedektiflik usulleriyle çözüyor. Sorguluyor, kurcalıyor, didikliyor, kimi zaman zanlıya tuzak kuruyor, bütün bunları yaparken de İtalya’nın ülkemizi hiç de aratmayan bürokratik ağına ustalıkla çelmeler atıyor, politik yozlaşmışlıkla mücadele ediyor. Serinin ilk kitabı Fare Kral. Dibdin kitabı “O zamanki dostlara” ithafıyla açıyor. İçinizde hemen bir nostalji duygusu uyandı, değil mi? Özellikle benim gibi yeniyetmeliğini seksenlerde geçirmiş olanlar için harika bir hasret giderme imkânı söz konusu. Bilgisayar hemen hemen hiç kullanılmıyor, cep telefonları yok, Papa hâlâ II. Jean Paul ve 80’lerin artık büyümüş, orta yaşa merdiven dayamış çocukları da hâlâ çocuk. Aldo Moro’nun kaçırılması ve öldürülmesi olayını elini yüzüne bulaştırmış olan Zen, emniyet müdürlüğünde ömür törpüsü masabaşı işlerle uğraşarak emekliliğini beklemekte. Derken Perugia’da bir kaçırılma vakası yaşanıyor, nüfuzlu birileri araya girerek Roma’nın işe doğrudan müdahale etmesini istiyor, aslında konuya pek de bulaşmak istemeyen Roma da göstermelik ilgisini ispat için Zen’i Perugia’da görevlendiriyor. Dibdin, Aurelio Zen’i bir yabancı, Perugia şehrine dışarıdan gelmiş birisi olarak resmetmiş; tıpkı 1970’lerde kendisinin oradaki üniversiteye İngilizce dersi vermeye gittiğinde olduğu gibi. Zen biraz kapalı bir karakter, ne düşündüğünü, aslında nasıl bir insan olduğunu okuyucuya açıkça ya da bir çırpıda söylemiyor. Şurada bir rüyasını anlatıyor, burada bir anısından bahsediyor ve yavaş yavaş ortaya koyuyor kendisini. Siyasete gelince, Dibdin anlatılarını tanımlanabilir bir ideolojiyle lekelememek konusunda dikkatli davransa da suç hikâyeleri anlatmak için geniş bir siyasi bakış açısının yalnızca temel bir unsur değil, kaçınılmaz olduğuna inanıyormuş. İkisi de sol eğilimli olan Raymond Chandler’a ve Dashiell Hammet’a hayranmış ve söz konusu yazarların hakkında yazdıkları toplumda gördükleri yozlaşma ve suistimalden
34
35
Çevirmen'in Kaleminden
rahatsızlık duyuyormuş. Onlar gibi Dibdin de kitaplarında açık bir siyasi güdüleme yapmaktan uzak durmuş. “Chandler ve Hammet sorunları açığa çıkarıyorlardı; sorunlara çözüm önermiyorlardı,” diyor. Öte yandan siyasi meseleler hayatımızın içine öyle işlemiş ki, beklenmedik köşe başlarında karşımıza çıkıveriyorlar. Dibdin’in en iyi başardığı şeylerden biri bu. Bir trende yolcular arasında geçen sıradan bir konuşmada, aralarına ne olduğu anlaşılamayan bir soğukluk girmiş iki sevgilinin sohbetinde, bir suçluyu neden mahkemeye çıkartamadığını anlatan bir polisin monoloğunda… Fare Kral’dan sonra serinin ikinci kitabı İntikam da yayımlandı. Zen bu defa Sardinya Adası’nın sarp yüksekliklerinde cinayet peşinde koşuyor. Bu biraz huysuz, annesiyle başı belada olan, kadınları bir türlü anlayamayan İtalyanla henüz tanışmadıysanız bence tam vaktidir. Bahsimizi Fare Kral’dan ülkemize de cuk oturan bir alıntıyla kapatalım: “Mucize falan istediğim yok, Senatör. Benim istediğim adalet. Yoksa bu ülkede adaletin sağlanması için mucize mi gerekiyor?” Seda ÇINGAY
36
37
Öykü
Çirkin Kız Toraman Oğlan Mahyalar ışıldıyordu kaç tepeli olduğu anımsanmayan kentin semalarında. 29 Ekim 2103. Kesişmiş Kadir Gecesi, Cumhuriyet Bayramı’yla. Marmara kıyılarında bir sandal; sandalda dünyalar güzeli bir kız, çelimsiz mi çelimsiz bir oğlan... Kız hiç istemese de binmişler aynı sandala. Hava karanlık, deniz çalkantılı. Sandalı Maltepe Sahili’ne çekiyor oğlan. Yanaşıp atıyor kendini kayalıklara. Kızı da sürüklüyor yanında. “Baksana!” diyor kıza, “Bak buradan ne güzel görünüyor İstanbul’un mahyaları.” Beş şerit gidiş, beş şerit geliş paralı sahil yolunun manyetik bariyerlerini gösteriyor kız. Bariyerlerin yaydığı radyasyon kurcalıyor aklını. Çirkinleşiyor güzel kız, “Gidelim!” diyor, “Korkuyorum.” “Bir şey olmaz.” diyor çelimsiz oğlan, gürbüzleşiyor.
Adalara bakıyorlar sessizce, İstanbul’a, mahyalara... Tam o anda bir dalga vuruyor kayalara. Sıçrayan bir damla kaçıveriyor kızın ağzına. Anımsıyor deniz suyundaki ölümcül bakteriler hakkında işittiklerini. Tükürüyor, öğürüyor, kusuyor defalarca. Çirkinleşiyor biraz daha, “Kötüyüm!” diyor, “Korkuyorum.” “Bir şey olmaz.” diyor oğlan, biraz daha gürbüzleşiyor.
İstanbul aşkından bahsetmeye başlıyor oğlan. Kız Kulesi’ni, köprüleri, tarihî üniversiteleri anlatıyor uzun uzadıya. “Baksana!” diyor, “Baksana şu muhteşem mahyalara!” Kız kaldırıp kafasını bakıyor. Sedefadası’ndaki gökdelenden Büyükada’dakine, Büyükada’dan Heybeli’ye, oradan Burgaz’a, Burgaz’dan Kınalı’ya gerilmiş, renkli renkli, dev mahyalar... Başını öne eğiyor yeniden. “Çözemiyorum!” diyor, “Korkuyorum.” “Bir şey olmaz.” diyor oğlan.
38
39
Öykü
Atlıyorlar sandala. Çirkin kız bitkin, toraman oğlanın yüzünde gevşek bir sırıtış. Yavaş yavaş ilerliyorlar Boğaz’a. Haydarpaşa’ya bakıyor oğlan, baktıkça gülüyor, gürbüzleşiyor. Kız gitgide çirkinleşiyor. Üsküdar’ın ışıltısını kesiyor Kız Kulesi’nin koca gövdesi. Köprülerin altından geçiyorlar sonra; bir kez, iki kez, üç kez, dört kez, beş kez... Garipçe, Rumeli Feneri, Demirciköy, Kilyos derken üniversite yerleşkesi beliriyor uzakta. Bütün üniversiteleri toplamışlar bir araya. İstanbul Üniversitesi Gökdeleni’ni görüyorlar önce, sonra Boğaziçi, Yıldız, İTÜ ve teker teker niceleri. Toraman oğlan, on bin kilo oluyor sonunda; çirkin kız, kelimeleri çaresiz bırakırcasına çirkin. Sandal daha fazla taşıyamıyor toraman oğlanı. “Batıyoruz!” diyor çirkin kız, “Korkuyorum.” “Bir şey olmaz.” diyor toraman oğlan. Batıyorlar.
Yazan: Soner IŞIKSAL
İllüstrasyon: Nida YİĞİTLER
isiksal.wordpress.com
40
41
42
43
44
45
46
47
ÇizgiRoman
ÇizgiRoman
İnceleme
İnceleme
BATMAN JBC’den Dört Önemli Çizgi Roman: “Batman: Yeni Dünya”, “Batman: Gülen Adam”, “Batman: Pelerinli Süvari’ye Ne Oldu?” ve “Deadpool Marvel Evreni’ni Öldürüyor!” Daha önce Star Wars, Şemsiye Akademisi ve 30 Gün Gece gibi çizgi romanları Türk okurlarla buluşturan JBC Yayıncılık, bir süre önce duyurduğu büyük hamlesini geçtiğimiz günlerde gerçekleştirdi ve dört güzel çizgi romanı Türkçeye kazandırdı. Marvel Comics firmasının yayınladığı “Deadpool Marvel Evreni’ni Öldürüyor” hikayesi, son yıllarda ciddi bir popülarite yakalamış olan Deadpool karakterinin Türkiye’de yayınlanan ilk macerası oldu. Yüksek telif fiyatları nedeniyle yıllardır tüm yayınevlerinin uzak durduğu DC Comics’in Batman karakteri de, ülkemizdeki ününe karşın, uzun süredir hasret olduğumuz bir karakterdi. JBC’nin oldukça hızlı bir şekilde başladığı Batman macerası da, bir değil, üç çizgi romanla start aldı. Bu maceraları alıp okumadan bir fikir sahibi olmak isteyenler için, aşağıdaki kısa tanıtımların biraz olsun faydalı olacağını umuyorum. Batman: Yeni Dünya Batman: Yeni Dünya, Geoff Johns ve Gary Frank tarafından yazılıp çizilen, yani oldukça sağlam bir kadrodan gelen bir çizgi roman. Başlıkta kullanılan “Yeni Dünya”yı DC’nin büyük hamlesi New 52 ile karıştırmayın, bu aslında “Earth One” kavramının, yani DC’nin süper kahramanları daha modern, daha farklı şekillerde hayal ederek, “devamlılık dışında” ele aldığı konseptin bir çevirisi. Batman: Earth One haricinde, Superman: Earth One da YKY tarafından aynı çeviriyle (Superman: Yeni Dünya) dilimize çevrilmişti. Batman: Yeni Dünya, farklı, daha güncel bir “Batman orijin” hikayesi. Teknik olarak DC Evreni içinde geçmiyor, yani “resmi devamlılık” içerisinde, DC (New 52) Evreni içerisinde yeri yok, fakat 2010’lu yıllarda Batman karakterine giriş yapmak için bir çizgi roman arıyorsanız, kesinlikle ideal bir eser. Batman: Gülen Adam Captain America’yı 2000’li yıllarda adeta yeniden yaratan, ve bu ay vizyona giren Captain America: Winter Soldier filmine adını veren Winter Soldier hikayesinin de yazarı olan Ed Brubaker’ın kaleme aldığı Batman: Gülen Adam, Batman ile baş düşmanı Joker’ın ilk karşılaşmasını anlatan, sağlam bir hikaye. Gülen Adam, Yeni Dünya’nın aksine DC devamlılığı içinde önemli yeri olan bir
48
hikaye, ve JBC’nin yayınladığı ciltte, ABD’de de sık sık olduğu gibi, “Tahtadan Yapılmış” hikayesi ile birlikte sunuluyor. Bunların ikisi de son dönemlerde yazılmış önemli Batman hikayeleri arasında. Batman: Pelerinli Süvari’ye Ne Oldu? Neil Gaiman – Andy Kubert gibi muhteşem bir kadronun elinden çıkan, ve başlığıyla Alan Moore’un meşhur Superman “son” hikayesi, “Whatever Happened to the Man of Tomorrow?”a gönderme yapan bu Batman çizgi romanı, kesinlikle farklı bir süper kahraman okuma deneyimi sunuyor. Aslında 2008 yılında, Batman karakterinin Grant Morrison yazarlığında, son derece buhran dolu bir süreç geçirdiği bir dönemde yazılan bu hikaye, arkasındaki karışık “Final Crisis” ve “Batman RIP” arka planına karşın, yine de tek başına okunabilecek bir çizgi roman. Deadpool Marvel Evreni’ni Öldürüyor “Deadpool Marvel Evreni’ni Öldürüyor”, Marvel’ın daha önce Punisher, ve biraz farklı olmakla birlikte, Hulk ve Wolverine karakterleriyle denediği bir kurgu mantığını paylaşıyor. Hikayede ne olduğunu anlatmaya açıkçası çok gerek yok, zira evet, mesele tıpkı başlıktan anlaşıldığı gibi: Deadpool gerçekten de Marvel Evreni’ni öldürüyor! Aksiyona dayalı bir macera olan “Deadpool Marvel Evreni’ni Öldürüyor”, eğlenceli, hızlı bir okuma deneyimi arayanlar için ideal bir seçim. Üstelik, bu tarz kurguların genel yapısının aksine, Deadpool Marvel Evreni’ni Öldürüyor’da Marvel multi-evren yapılanmasına ilginç göndermeler de var, bunlar deneyimli Marvel okurlarını da tatmin edecektir. Yine de, temel amacın eğlence olduğu unutulmamalı, bu öyle çok ciddi bir kurgu, ağır bir içerik beklenmemesi gereken bir çizgi roman. Söylemeden geçmeyelim, “öldürülen” elbette asıl Marvel Evreni değil, bu bir paralel evren hikayesi . Marvel’ın meşhur karakterlerini daha güncel çizgi romanlarda görüp, “Bunları Deadpool öldürmemiş miydi yahu?” diye düşünmenize gerek yok! * Son olarak, çizgi roman sevenler için oldukça önemli olduğuna emin olduğum genel bir meseleden de bahsedeyim: JBC Yayıncılık’ın dört cildi de harika baskılara sahip. Çizgi romanda kalite konusu internetteki çizgi roman platformlarında sık tartışılan bir konu, fakat bu yayınlarda kesinlikle okuyucuyu tatmin edecek bir kalite var – ciltler boyut olarak Amerikan baskılarından iki santim kadar daha kısa, fakat kalite olarak birebir denecek kadar iyi. Berk URALCAN
49
Öykü
Parlak Yıldızlar ve Çekirdek Meseli “Karnım aç. Bakkala kim gidecek?” Cem, dikkatini bilgisayar ekranından çekerek sesin geldiği yere baktı. Uzunca siyah saçlı, buğday tenli kadın banyo kapısının önünde duruyordu. Beyaz şort, beyaz kolsuz tişört giymişti. Sol elinde sarı bir baş havlusu tutuyordu. “Çayı ben koyarım.” Cem, sevgiyle beş yıllık karısı Merve’ye baktı. Abartılı bir şekilde omuzlarını silkti ve yerinden doğruldu. “Ne alınacak?” “Bilinen şeyler. “ Cem, genç kadına bakarak gülümsedi ve kapıya doğru yürüdü. Yerler biraz tozluydu. Ayakkabıları iz bırakıyordu. Bu doğaldı. Yazlık evleri dört buçuk aydır kapalı duruyordu. Kahvaltıdan sonra onları sıkı bir temizlik bekliyordu. “Su da almak lazım.” Kadın başını salladı. “Bekçiye söyleriz.” Cem, kapıdan çıktı. Sabahın erken vaktiydi. Sahil tarafına baktı. Bir kişi görebildi ancak. Bekçi değildi. Arkadan tanıdık biri gibi de gelmiyordu. Kel kafalı, tombiş bir amcaydı. Cam göbeği mayosuyla arkasını ona dönmüş denize bakıyordu. Herkes uykudaydı. Cem ve Merve gece yolculuğuyla gelmişler ve henüz yatağa girmemişlerdi. Edirne’den Çeşme’ye gelmek on saat araba sürmek demekti. Bütün site uykudayken ortalarda gezinmek çok hoştu. Gece üçten önce yatılmadığı için pek nadir yaşadığı bir şeydi. Adımlarını bakkala doğru sürerken zihninde çelişkili düşünceler belirdi. İnternetten gazeteleri okumuştu dizüstü bilgisayarında. Haberler bir garipti. Nesi garipti diye düşününce gariplik adeta içi boş bir yağ tenekesine dönüştü. Garipliği kuvvetle hissediyor, ama onu ifade edecek nesnel kanıtlara ulaşamıyordu. Boşluk güçlü bir semboldü ama. Enigmanın göbeğiydi. Zihnini zorlarken aklı gece araba sürdüğü anlara gitti. Direksiyondaydı. Yol, altında sıradan bir şekilde kayıyordu. Bu sıradanlık reel ortamı sanala kaydırıyordu biraz. Sanki arabayı kendi kullanmıyordu. Elinde bir joystick tutuyordu. Bu arada canı bira çekiyordu. Bu çok gerçekti. İster oyunda, ister gerçek hayatta olsun canı bira içmek istiyordu. Merve sağında oturuyordu. Yüzü kırk beş derece pencere tarafına çevrikti. Parlak siyah
50
51
Öykü
Öykü
saçları yüzünü örtmüştü. Dudakları hafifçe aralıktı. Cem o anda kadını nasıl arzu ettiğini hatırlayarak içini çekti. Bu iç çekişte içiçe arzu nesneleri imgeleri saklıydı. Bakkaldan bira da alacaktı. İçmek için erkendi. Çok erkendi, ama bugün tatillerinin ilk günüydü. Böyle zamanlarda kaideler istisnalara çok saygılı davranır, asla fiyakalarını bozmazdı. Cırcır böceklerinin sesleri kuş cıvıltılarına karışıyordu. Denizden gelen tuzlu ve iyotlu havayı solumak çok hoştu. Tatil başlamıştı. On bir koskoca gün burada aylaklık yapacaklardı. Merve yaptığı çeviriye devam ederdi. Birazdan deniz banyosu yapmak üzere olduğunu ve sabah saatin alarmının yedide çalmayacağını bilerek yapılan çeviriler insanı çok yormazdı. O haberlerde ne vardı? Hohle Welt vardı. Cem, aklının dürtüsü üzerine sırıttı. Rahmetli babası ‘Oyuk Dünya’teorisinin en ateşli savunucularından biriydi. Dünyanın içi oyuktu. Orada eskiden de, şimdi de Agarthalılar yaşıyordu. Kutuplardaki deliklerden girilebilen iç dünyanın suni güneş şeklinde kendi ışığı bile vardı. Evinde kendi çizdiği bir sürü harita bulunmaktaydı. İç mimar olduğu için kalemi kuvvetliydi. Bazıları renklendirilmiş olan haritalarla büyümüştü. Cem bir Şambala çocuğuydu, ama şu anda içi oyuk dünyaya inanmıyordu. Dünyadaki mağara silsilerinin karmaşıklığı, derinliği ve birbirleriyle ilintisi onun gözünde jeolojik normaliteydi. Solundan gelen su sesiyle başını çevirip o tarafa baktı. Bir kadın bahçesini suluyordu. Turuncu renk şort giymiş orta yaşlarda şişman bir kadındı. Daracık beyaz tişörtü belindeki yağların bütün siteyi kaplamasını güç bela engelliyor gibiydi. Bakışları karşılaşınca Cem kadına selam verdi. Kadın ona kim olduğunu çıkaramıyormuş gibi baktı ve sonra dikkatini yere verdi. Koca göt karı bir selamı çok görmüştü. Cem ve Merve bu sitede yeniydi. Sık sık gelip uzun kalamadıkları için herkesi tanımıyorlardı. Ayrıca bazı evler çok sık sahip değiştiriyordu. Yine de kaba bir davranıştı. Feyz Market sabah çok erken olduğu için boştu. Burada her zaman görmeye alıştığı kısa boylu, siyah zeytin gözlü, esmer adamın yerine ince uzun boylu, çiçekli pamuklu kumaştan elbise giymiş yaşlı bir kadın vardı. Boyu, ince tabanlı spor ayakkabılarına rağmen en az bir seksendi. Esas garabet içeride satılan mamullerdeydi. Sanki okullara resim malzemesi satan bir kırtasiyeciye girmiş gibiydi. Cem şaşkınlıkla raflara baktı. Boyalar, eskiz defterleri, tuvaller... Tablet bilgisayar bile satılıyordu. Ne olmuştu bu markete ya? Kim olduğunu çıkaramadığı birine benzettiği kadın ona gülümsedi ve “İyi sabahlar.” dedi. “İyi sabahlar. Şey ben buraya… Ekmek, peynir, sucuk…” Az kalsın bira yerine ‘Geğirik tahlisiye sandalı’diyecekti. Babasının lafıydı. Bunun için duraklamıştı. “Çiğdem alın.” “Ne?” “Ayçekirdeği.”
52
Cem, kadının tezgâhın altından alıp ona uzattığı pembe paketli ayçiçeği paketine bakakaldı. Merve delisiydi. Kendisi de severdi. Soracağı bin kadar soruyu erteleyerek arka cebinden cüzdanını çıkardı. “Ne kadar?” “İndirimde. Bir lira yeter.” Cem, cüzdanındaki yegâne tekliği kadına uzattı ve onun uzattığı pakete dokundu. Bu dokunmayla inanılmaz bir güç harekete geçti. Cem bir anda o mekândan silindi ve kendini bir arabada buldu. Yazlık ve o garip marketle ilgili anıları iyice geriye çekilmişti. Kendi arabalarıydı. Merve uyuyordu. Saatte doksan altı kilometre hızla güneye doğru yol alıyorlardı. Bu hız normaldi de, kendisinin bu arada uyumuş ve uyanmış olması şoke edici bir durumdu. Son kilometreleri hiç hatırlamıyordu. Kimbilir kaç dakika uyumuştu. Otuz metre kadar önünde bir kamyon gidiyordu. Cem midesi kasılarak, tüyleri diken diken olarak aynadan arkaya baktı. Arkasındaki far ışıkları da bayağı uzaktaydı. Sabahın 03.24’ünde ölümün soğuk nefesini ensesinde hissederek Merve’ye baktı. Kadının yüzü biraz pencere tarafına çevrikti. Parlak siyah saçları yüzünü örtmüştü. Kiraz dudakları hafifçe aralıktı. Başka zaman olsa bu içinde arzu uyandırırdı. Yalnız şu anda hissettiği korkuyla yıvışık bir suçluluk duygusuydu. Kendini değil kadını da öldürmek üzereyken şansına uyanmıştı. Cem birden kendini çok yalnız hissetmişti. Gözleri dolmuş durumdaydı. Kısa bir tereddütün ardından kadını uyandırmaya karar verdi. Sağ eliyle Merve’nin sol omuzuna dokunduğunda yine o enerji harekete geçti ve kendini bakkal dönüşü yolda buldu. Deminki şişman kadın bahçe sulamayı bırakmış ve içeri girmişti. Kimseye rastlamadan geri döndü. Yol boyunca elinde tutuğu ayçekirdeği paketine bakınca ayıktı. Merve sırf çekirdeklerle dönerse bozulurdu. Yakındaki diğer bir markete gitmek amacıyla durdu. Etrafına bakındı ve geriye doğru sadece bir adım atabildi. Diğerlerine benzer bir hışımla harekete geçen enerji onu bir başka mekâna taşıdı. Benzincideki tuvaletteydi. Büyük aynada yüzüne bakıyordu. Hemen sağında uzun boylu bir delikanlı yüzünü yıkıyordu. Siyah tişört ve kot pantolonluydu. Tişörtündeki gitar resminin altındaki yazıyı aynadaki görüntüsü sayesinde okudu. ‘Hardrock is still alive’. Yirmi başlarındaki delikanlının gözleri uykusuzluktan kan çanağı gibiydi. Bütün gece araba sürmek zor işti. “Yolculuk nereye?” Kısa kumral saçlı delikanlı ona doğru bakacak oldu, ama vazgeçti. Hiçbir şey olmamış gibi ellerini lavaboya silkeledi ve çıkışa yakın duran hazneden bir kâğıt havlu çekip elini sildi. Tek kâğıt yetmişti. Kapıyı açıp gitti. Bu sahne Cem’in kanını dondurmuştu. Aklı, sağırlık, vurdum duymazlık gibi nedenlere iltifat edemiyordu nedense. Delikanlı aynadan ağzının oynadığını ve ona doğru baktığını görmüştü. En sağ dipteki ayakta su dökme yerinde duvara en yakın pisuarda duran orta yaşlı adama baktı. Orta boylu, biraz kilolu, saçları kırlaşmış biriydi. Bu sıcak havada parlak gri kumaştan takım elbise giymişti. ‘Ne kadar sallarsan salla dona düşer son damla’ kuralını boşa çıkarmak istercesine gayretli bir çalışma içerisindeydi. Cem adamla konuşmayı düşündüyse de vazgeçti. Altın vuruşu tek başına yapmak istemiyordu. Midesinde portakal büyüklüğünde bir buz parçası var gibiydi. Gidip kapıyı açtı ve dışarıya çıktı.
53
Öykü
Öykü
Merve erkekler tuvaletinin önünde onu bekliyordu. Dar beyaz tişörtü, siyah kot pantolonuyla bir içim suydu, ama yüzü bozuktu. Yüzündeki korku tayfı yüklü ifade her şeyi açıklıyordu. Bir şey olmuştu. Telafisi olmayan, kurulu düzenin yapısını A’dan Z’ye değiştiren, günlük yaşam denen şeyi alaşağı eden bir şeydi galiba Allah hayıra çıkarsın. * “Ne oldu ya?” Merve kocasının yüzündeki dehşet bezeli derin şaşkınlıkta, bir süredir içinde yaşadığı şoktan çıkış olmadığının kesin işaretlerini okudu. Şok açtığı yelpazesini son kertesinde durdurmuştu. Olay buydu işte.
ve dört yaşındaki cin bakışlı bir kız çocuğu onları fark etti. Köpek kıykıyladı. Küçük kız da el salladı. Kızın yanında oturan annesi telefonuna vermişti dikkatini. Kızın bu hareketini fark etmedi. Merve birileri tarafından fark edilmeyi soğuk havadaki bir şömine ateşi gibi çekici buluyordu. “Telefonun yanında mı?” Benzinciden çıkmış, trafiğin aktığı yöne doğru yürümüş ve elli metre kadar ilerideki toprak yola saparak sürülmemiş tarlaya girmişlerdi. Az ileride bahçeli evler görünüyordu. Ana yoldan ayrılınca birçok şey canlanmıştı. Yıldızlar daha çoktu ve parlaktı. Toprak kokusu ve tüten yaseminler burnunda keyif sonatı çaldırıyordu. “Yok.” dedi Cem. “Her şey arabada kaldı. Arabamız…”
“Sen de hissediyor musun?” Merve, Cem’i ilk kez gördüğü ânı hatırladı. Altı yıl önce bir resim sergisinde soyut bir yapıtın estetik gizemine vâkıf olmaya çabalarken yanında bitmiş ve “Ne kadar bakılsa da yüzeyin altı seçilemiyor.” demişti. Babası gibi iç mimardı. ‘İki boyutlu yüzeye yüklenen tonilato’ diyecekti sonradan. Üzerinde tenine yakışan koyu kahverengi bir deri ceket ve yüzünde bir görüşte kalbini ısıtan bir gülümseme vardı.
Merve’nin zihnindeki kaygı zaman merkezli bir anafor kaynatmaktaydı. Araba konusu bekleyebilirdi. Adamın sözünü kesti. “Bugün günlerden ne?“ “Bir ara internetten…Hayal gibi. Bilmiyorum, ama aklımda kalan tarih 13 Temmuz 2014. Pazar günü. Yazlıktaydık. Ayçekirdeğini orada aldım. ”
“Kimsenin… Kimsenin bize aldırdığı yok.” Merve’nin gözleri dolmuştu. “Büfeden ayçekirdeği alacaktım. Adam suratıma bile bakmadı. Yakında duran diğerleri de. Bu yani… sonra koşarak buraya geldim.” “Ben aldım.” Genç kadın Cem’in elindeki pembe ambalajlı torbaya bakakaldı. Bu yeni şaşkınlık salvosunda olumlu bir yük, pozitif bir akı vardı sanki.
Merve ‘sanmıyorum’ yüz ifadesiyle adama baktı. “21 Haziran benim yaş günüm. 21 haziran 2014’te 29’a basacaktım. Yirmilerimin son yılı. Bunu kutladık mı? Annem o korkunç köpeği Bafbaf ve yerlere sarkan küpeleriyle geldi mi? Babam sana Galatasaray niye bu yıl şampiyon olacak konulu uzun bir söylev çekti mi?” Adam düşünürken genç kadın devam etti. “ 28 Mayıs 2014 evliliğimizin 6. yıldönümü. Kutladık mı? Sana ne hediye aldım peki? Biliyor musun, onca zaman öncesinden aklımda bir şey vardı. Sürpriz yapacaktım.” “Yani?”
“Ne zaman aldın?” “Tam emin değilim. Şeydendi. Feyz market’ten.” Merve sağından konuşarak geçip erkekler tuvaletinin kapısına doğru yönelen iki delikanlıya bakıp içini çekti. Erkekler onu her ortamda fark ederdi. Hele böyle saçları aşağıya salınmış durumdayken. Başlarını bile çevirmemişlerdi.
“Bir kaza yaptık Cem. Öldük. Tarih sanırım kaza şoku nedeniyle belleğimizde kendini silmiş gibiydi, ama şimdi yavaşça hatırlamaya başlıyorum. 2 Temmuz akşamı yedide yola çıktık. 2013 yılıydı. Üzerimizde bu giysiler vardı.” “2013’tü doğru.” dedi Cem. “Mayısta da evliliğimizin beşinci yılını kutlamıştık. ” Buraya sabaha karşı üç buçuk-dört civarında vardık. Sen de bunu hissediyorsun değil mi?”
“Ne yapıcaz?” Cem etrafa bakınarak, “Arabaya gidelim.” dedi. Genç kadın içi acıyarak gülümsedi ve “Araba yok Cem.” dedi. “Her yere baktım.” Cem’in iri siyah gözlerinde beliren ‘peki ne yapmalı’ ışıması içini acıttı yine. Sağına soluna bakındı ve aniden aklına gelen şeyi söyledi. “Gel yürüyelim şöyle.” Adam uzattığı elini tuttu. Genç çift el ele yürüyüp benzinciyi çapraz geçtiler. Gece yolculuğu yapan uykulu yüzlü insanların, kapısı açık duran arabaların arasından geçerken sadece bir küçük pekinez köpek
54
Cem başıyla onayladı. “Bir ara direksiyonda uyuduğumu fark ettim. Uyandım her şey yolundaydı. Sen uyuyordun. Her şey yolunda gibiydi. Sonra…” “Benzinciden iki kilometre kadar geride kaza yaptık. Bunu nasıl bildiğimi soracaksın. Çünkü arabayı ben kullanıyordum. Sen uyuyordun. Son hatırladığım şey bu benzincide durup bir kahve içmek ve ayçekirdeği almaktı. Bu gece o gece mi emin değilim. Senin daha ileriki tarihte bir gazete okuduğunu görmen önemli. Yazlığa varmış gibiydik sanki. Çünkü ben duşa girmiştim. Şampuan yoktu. Senin alışverişe gitmek için kapıdan çıktığını falan hatırlıyorum. Bizden bir şeyler oraya ulaştı belki de ve buraya o ayçekirdeklerini
55
Öykü
Sinema
İnceleme
taşıdı. Belki bu yoldan defalardır geçiyoruz. Bir sen kaza yapıyorsun, bir ben. Her seferinde ölüyoruz. Yollar çatal çatal. Aklım havsalam almıyor, ama iliğimde kemiğimde hissediyorum şu anda. ” Bir süre el ele konuşmadan yürüdüler. Merve tenlerinin hâlâ sıcak olduğunu hissetmenin ve ayakkabılarının toprak yolda çıkarttığı katırtıları duymanın hazzını yaşıyordu. “Şimdi ne olacak?” “Gökte bu yıldızlar ve yanımızda çekirdekler olduğu sürece bilincimiz varlığını sürdürecek.” dedi genç kadın. Cem sessiz kalarak başıyla onayladı. “Her çekirdek bir zaman yüküne sahip. Saniye olsa çoktan biterdi. Dakika da değil. Yıldızların parlaklığından ve yaseminlerin kokusundan anlıyorum. ” Bir sonraki sessizlik dakikalarca sürdü. “Seni çok seviyorum Merve.” “Ben de seni. Aşkımız zaman eğiriyor.” “Doğru.” Parlak yıldızların altında yürümeye devam ettiler. Bir taş atımı mesafede duran ilk eve bir santim bile yaklaşamadılar. İkisi de bunun farkında değildi. Masallarda dere tepe düz gidildiği ve arkaya bakıldığında bir arpa boyu yol alındığı anlatılmaz mıydı? Belki bu tür gerçekliklerden ödünç alınmış bir tekerlemeydi bu. Meseleydi aslında, bir hâlden diğerine geçince mesel olmuştu. Balçova – Nisan 2014
Yazan: Sadık YEMNİ
İllüstrasyon: Enver Gökhan ALTUN
Dağlardan Esen Soğuk Rüzgâr;
Keanu Reeves
“Siz yaşamak için mutlu olmak zorundasınız, ama ben değilim!” Adının anlamı Hawaii dilinde “Dağlardan esen soğuk rüzgâr” anlamına gelen Hollywood’un tartışmalı en iyi oyuncularından biri… Dünya yıkılsa yüz ifadesini değiştiremeyeceğiniz gösterişten uzak ve izole bir hayat seçen Reeves her anlamda farklı bir aktör. Birçok oyuncunun kariyerine sığdıramayacağı başarılı filmlerde rol alma başarısına sahip. 1964 yılında Beyrut’ta dünyaya gözlerini açan Keanu İngiliz kostüm tasarımcısı Patricia Taylor ve Çin asıllı bir Hawai’li olan jeolog Samuel Nowlin Reeves’in iki çocuğundan ilki olarak hayata merhaba dedi. Annesi ile babasının boşanmasının ardından gençliğini Kanada’da yaşayan Reeves her seferinde kendisinin Kanada’lı olduğunu söyler. Oyunculuk kariyerine de yine bu ülkede adım atan aktörün ilk heyecanı 15 yaşında rol aldığı “Wolfboy” adlı oyundur. O dönemlerde farklı işlere de merak salan Keanu pastane yöneticiliği ve buz pateni altı bileyiciliği de yapmıştır. Toronto’da yaşadığı dönem içerisinde birkaç kısa film ve reklam filmlerinde de rol almış ve Hollywood’a girişi “Bill and Ted Excellent Adventure” ile olmuştur. Ondan öncesinde Kanada yapımı olan “Youngblood” ve “Dream To Believe” ile ısınma turları attı. On Adımda Keanu Reeves 1. Adım; Bill and Ted Excellent Adventure(1989) : Zamanda yolculuk üzerine uçuk kaçık bir film… Bill ve Ted’in akılları fikirleri günün birinde ünlü birer rock yıldızı olmaktır. Okuldaki durumları da oldukça kötüdür ve mezun olmaları bir hayalden ibarettir. Fakat onlara son bir şans verilir. Yapmaları gereken tek şey geçmişte yaşamış bir kişinin günümüz dünyasında nasıl yer edinebileceğini göstermektir. Onlar kara kara bunu nasıl yapabileceklerini düşündükleri sırada ne hikmetse uzaydan bir zat gelir ve onları geçmişte çılgın bir yolculuğa çıkartır. Bilim kurgu öğelerinin beceriyle harmanlandığı uçuk bir komedi olan yapım aynı zamanda Reeves’in inişli çıkışlı kariyerinin başlangıç noktasıdır. Yapım iyi bir gişe elde etmiş ve1991’de devamı niteliğindeki Bill and Ted’s Bogus Journey ile başarısını taçlandırmıştır.
56
57
Sinema
Sinema
İnceleme
İnceleme
2. Adım; My Own Private Idaho (1991): Yönetmenliğini Good Will Hunting adlı filmden de hatırlayacağımız Gus Van Sant’in üstlendiği yapım Shakespeare’in Henry IV oyununun güncel bir uyarlamasıdır. Mike ve Scott sokaklarda yaşayan uyuşturucu bağımlısı iki gençtir. Geçimlerini ve uyuşturucu ihtiyaçlarını vücutlarını satarak sağlamaktadırlar. Mike aynı zamanda narkolepsi hastasıdır ve çoğu zaman nerede uyandığından habersizdir. Hayattaki tek amacı ise kaybolan ailesini bulmaktır. Scott zengin bir ailenin çocuğudur fakat saplandığı bu tekinsiz hayattan kendi çekip çıkaramaz. Gus Van Sant’in aynı zamanda senaryosunu da yazdığı yapım bir çok oyuncu tarafından geri çevrilir fakat Reeves bu cesur yapımı kendi oyunculuğunu kanıtlamak için bir şans olarak görür. Aynı zamanda her daim mutsuz duruşunun da bir iz düşümüdür yapım. Reeves’i oyunculuk performansı ile bir adım öne taşıyan film rol arkadaşı için aynı kaderi sunmaz. River Phoenix bu filmi sırf gençlik idolü olmaktan çıkıp performans oyuncusu olmak adına kabul eder ne yazık ki sonuç umduğu gibi olmaz ve genç adam uyuşturucunun karanlık dünyasına yuvarlanır. 3. Adım; Bram Stoker’s Dracula(1992): Bram Stoker’in romanından uyarlanan yapımın yönetmen koltuğunda mesleğinin en iyilerinden olan Francis Ford Coppola’yı görmekteyiz. Stoker’in birçok uyarlaması arasında bir adım önde duran film aynı zamanda Coppola’nın sinemaya saygı duruşu niteliği taşır. Reeves’in Jonathan Harker’e hayat verdiği filmde Gary Oldman, Anthony Hopkins ve Winona Ryder rol alır. Üç dalda Oscar alan eser büyük bir başarı kazanır. Coppola’’ya neden başrol için Reeves’i seçtiği sorulduğunda “Çünkü gençlerin ilgisini çekecek başka bir isim bulamadım!” demiştir. 4. Adım; Little Buddha(1993): Yönetmenliğini İtalyan sinemasının kuşkusuz en büyük yönetmenlerinden biri olan Bernardo Bertolucci’nin üstlendiği yapımdır. Bertolucci’nin en çok eleştiri
58
alan yapımı batı kültüründen uzaklaşıp doğu kültürüne yaklaştığı üçlemesinin ikinci ayağıdır. (Çölde Çay ve Son İmparator) özünde bir reankarnasyon hikâyesi olan film Buda’nın gerçeğe dayanan öyküsüdür. Öyküde Buda ve uzak doğu felsefesi misyonerlikten uzak ve anlaşılır bir dilde anlatılmıştır. Reeves’in Siddhartha’yı canlandırdığı öykünün diğer başrol oyuncuları ise Bridget Fonda ve Cris Isaak’tır. Reeves bazı eleştirmenlerden donuk bir performans gösterdiğine dair eleştiriler alsa da çoğu izleyicinin fikri aynıdır. Aktör bu rolü hakkıyla kotarmıştır. 5.Adım;Speed(1994): Oyuncunun Hollywood’un en aranan oyuncusu olmasını sağlayan ve çıkış ivmesinin o dönemlerdeki son adımlarından olan aksiyon tarzındaki film gişede elde ettiği başarı ile akılda kalıcıdır. Devam macerası da gecikmeyen yapımda oyuncuya Sandra Bullock eşlik etmiştir. Jan de Bont’un yönetmenliğini yaptığı hikâye Reeves’in kariyerindeki en önemli basamaklardan biridir. Reeves ardı ardına çektiği filmlerle kariyerinde önemli bir yere gelir ta ki 1995’e kadar bu tarihten 1997’ye kadar olan süreç onun çıkış ivmesini aşağılara çekecektir. Lakin dağlarda esen rüzgâr hafiflese de kesilmez ve yoluna hızlanarak devam eder. 6. Adım; Johnny Mnemonic(1995): Robert Longo yönetmenliğindeki bilim-kurgu aksiyon filmidir. William Gibson’un Neuromancer adlı romanındaki harici bir hikâyeden uyarlanan yapım Reeves için Matrix’in ayak seslerini içerir. Bir nevi çıkışından önceki düşüşüdür. 21. yy.’da en değerli mücevherin bilgi olduğu dönemde şirketler önemli verilerini kafalarına bir çip yerleştirdikleri “veri kuryeleri” aracılığı ile taşımaktadırlar. Mr. Smith’de bu kuryelerden biridir. Yerine getirmek zorunda olduğu son görevinde ise beyninde yaşadığı bir sorundan dolayı hayatı tehlikeye girecektir. Yapım eleştirmenler tarafından oldukça ağır eleştirilere maruz kalır. Gişede de umduğu başarıyı elde edemez. Genç aktörün yükselişine balta vuran iş ona iki yıl boyunca sıkıntılı günler yaşatacaktır. Ta ki Al Pacino karşısına çıkana kadar. Fakat yaşattığı sıkıntılı günlerin yanında yapım onun oyunculuk kariyerindeki yolunu da çizecek ve onu Neo olmaya hazırlayacaktır.
59
Sinema
Sinema
İnceleme
İnceleme
7. Adım; Devil’s Advocate(1997): “Kendine bu kadar güvenme evlat! Ne kadar iyi olursan ol, asla dikkatleri üzerine çekme. Bu en büyük hatan olur. Her zaman küçük görünmek zorundasın. Sessiz ol, küçük adam ol! Aptalı oyna, istenmeyeni… Saf görünen zeki ol. Mona Lisa’nın eteğindeki el benim! Ben bir sürprizim evlat! Geldiğimi asla görmezler. Sende eksik olan bu!” Kevin Lomax işini oldukça ciddiye alan, sadece kazanmayı düşünen, müvekkilleri suçlu olsa bile vicdanının sesini bastırarak onları adaletin elinden kurtaran hırslı bir avukattır. Kazandığı son davadan sonra başlarda hayatının fırsatı olarak gördüğü adam, John Milton ile tanışır. John ona hayatında istediği tüm fırsatları sunacaktır. Küçük bir bedel karşılığında… Şeytanla anlaşma yapmak… Yapım Reeves’e Al Pacino ile oynamak ve büyükler ligine parlak bir dönüş yapma imkânı verir. Oyunculuk performansının tavan yaptığı filmde Pacino gibi büyük bir oyuncunun altında ezilmeden başarı ile bitirir başladığı işi. Tabi bunda ona çoğu zaman dezavantaj olan donuk oyunculuğunun da payı vardır. Dik ve sade duruşu bu kez işe yarayacaktır. 8. Adım; Matrix Triolgy(1999-2003): “Ne yazık ki Matrix’in ne olduğunu kimse anlatamaz, onu kendin görmek zorundasın!” Matrix serisi temelinde Matrix, Matrix Reloaded ve Matrix Revolutions olmak üzere üç bölümden oluşur. Tüm bölümler aynı sanal dünyada geçer. Matrix’in hikâyesini yedi bölüm altında toplayabiliriz. “Yolu bilmek ile o yoldan yürümek farklı şeyler…” 1- İkinci Rönesans: Milenyum çağının ortalarında insanlar tüm yükümlülüklerini ürettikleri robotlara vermiş ve tüketim toplumuna doğru hızlı adımlarla ilerlemektedirler. İnsanoğlu tüm hizmetlerini yaptırdıkları robatlara zerre kadar saygı duymamaktadırlar. Sonunda bir robot sahibine direniş gösterir. İnsan zekâsına sahip olduğu için insan gibi yargılanır ve onun gibi üretilen tüm robotlar yok edilir. Kalan son robotlar da dünya üzerinde bir noktada birleşirler. Toplandıkları bölgeye “01” adını verirler. Birkaç dönem sonra robotların üretip dünya pazarına sürdükleri cihazlar gezegenin ekonomik dengesini bozunca durumu sonunda ciddiye alan dünya liderleri birleşir ve robotların enerji kaynağı olan güneşin karartılmasına kararı verilir. 2- Savaş: Dünya atmosferine atılan sis bombaları ile robotların enerji kaynağı olan güneş karartılır. İnsanlar atağa geçtiklerinde bilmedikleri bir şey vardır. Robotlar bu atağı çoktan beri beklemektedirler
60
ve insanlığı yeryüzünden silecek güce sahiptiler. Savaş bittiğinde robotlar dünyada kalan güçsüz ve suçsuz bedenlere gözlerini dikerler. İnsanlık yeryüzünden silinmiştir. 3- Yeni Dünya Düzeni: Savaşta insan bedenini inceden inceye araştıran robotlar güneş’in sönmesiyle yeni enerji kaynaklarına yönelirler. Araştırmalar sonucunda insan bedenindeki ısıyı füzyonun bir türüyle birleştirip elektrik enerjisine dönüştürmeyi başaran makineler, buldukları üreyen ve kendini yenileyebilen bu yeni enerji kaynağının beyinlerini insanlığın en mükemmel yıllarını içeren Matrix adını verdikleri bir simülasyonla uyuşturarak bedenlerinden faydalanır ve karşılıklı bir döngü yaratırlar. 4- Matrix: Programın tasarımcısı ilk önce insanlar için mükemmel bir dünya kurar. Bu dünyaya inanmayan insanlar programdan uyanmaya kalkışır. Bazıları da tam tersine simülasyonun içinde ölmektedir. Mimar güncelleştirmelerine devam eder ve son olarak 19. yy. dünyasını inşa eder ve insan psikolojisini araştırmak için “Kâhin” karakterini dâhil eder. Yıllar içinde Kâhin de işe yaramayıp uyanmaya kalkan insanlar programı çökertmeye kalkışınca mimar bu kez “Seçilmiş Kişi” adını verdiği karakteri programa katar. Bu kişi Matrix’de üstün güçlere sahip olacak ve insanlığı kurtaracaktır. “Gerçek Dünyaya hoş geldin!” 5- The One: Yüzyıllar içinde seçilmiş kişiyi arayarak Matrix’ten kurtarılan insanlar “Zion” adını verdikleri yer altı şehirlerinde yaşamaya başlarlar. Bu arada arayışlarına devam edebilmek için Matrix’e gizlice girip çıkmaktadırlar. Bu giriş çıkışları engellemek için program ajan denen öğeleri programa ekler. İnsanlık seçilmiş kişiyi ararken bir taraftan da ajanlarla mücadele halindedir. 6- Döngünün Sonu: Kâhin insanların ölümüne sebep olan temizleme işlemine bir süre sonra dayanamayıp son döngüde seçilmiş kişiye yüklenmiş olan güçlerin aynısını Smith adlı bir ajana da yükleyerek güçleri eşitler ve kavgayı seyre başlar. Smith bir süre sonra fazlasıyla güçlenecek ve programın her kademesine nüfuz etmeye başlayacaktır. Tam bu sırada seçilmiş kişi Neo ortaya çıkar. “Hiç gerçek olduğundan emin olduğun bir rüya gördün mü? Ya bu rüyadan hiç uyanmasaydın o zaman gerçek dünya ile rüya arasındaki farkı nasıl ayırt ederdin?” 7- Barış: makine şehrine girerek anlaşma yapan Neo, Matrix’e yeniden girerek Smiht ile karşılacak fakat ona yerleştirilmiş kodun kendisininkiyle aynı olduğunu fark ettiğinde virüsün kendine de bulaşmasına izin vererek kendini ve Smiht’i yok edecektir. Böylece anlaşma gereği makinelerle insanlar arasındaki barış sağlamış olacaktır.
61
Sinema
Sinema
İnceleme
İnceleme “Bu açıklanamaz ama hissedersin. Hayatın boyunca dünyayla ilgili bazı şeylerin yanlış olduğunu hissetmişsindir. Ne olduğunu bilmezsin ama o oradadır, beynine saplanmış bir kıymık parçası gibi… Seni deli eder…” Larry ve Andy Wachowski kardeşlerin yazıp yönettiği bilim-kurgu filmi olan yapım gişede dünyada kırılması zor bir rekora imza atmış ve gösterime girdiği günden itibaren özellikle de gençler arasında fenomene dönüşmüştür. Oyuncuya büyük bir şöhret kazandıran macera ona Hollywood’un tüm kapılarını da sonuna kadar açtı. Keanu Reeves Neo karakteriyle o kadar özdeşleştirildi ki üzerine yapışan bu görevden kurtulmakta zorlandı. Artık yeni başladığı her işte bir parçası Neo olarak kalacaktı. Durgun, soğuk ve her anında dengeli…
tarafından yok edilir. Bu nedenle robotu Gort, daha sert ve saldırgan tedbirler almak zorunda kalır. Filmde Reeves Klaatu’yu canlandırırken, Jennifer Connelly ise onun yeryüzünde tanışacağı bilim insanlarından Helen Benson’ı oynuyor. Son Dönem Yapımlarından; Man of Tai Chi(2013): Çin-ABD ortak yapımı filmdir. Yapımın en önemli özelliklerinden bir tanesi de Reeves’in ilk yönetmenlik denemesi olmasıdır. Oyuncu maceranın bir bölümünde arkadaşı olan dublör Tiger Chan’in yaşamından etkilenmiştir. Yapım seksenler ruhunu taşıyan bol aksiyonlu ve dövüş tekniklerinin yeni, eski ayırt edilmeksizin harmanlandığı hızlı bir maceraya sahip. Öyküsünü dolaysız bir aksiyonla aktarıyor ve izleyiciyi sıkmadan keyifli anlar yaşatıyor. Keanu Reeves sanat yaşamını acılarla, inişlerle ve çıkışlarla yaşayan bir oyuncu. Tam da zirve yaptığı dönemde önce bebeğini daha hayata gözlerini açamadan kaybetti. Ardından da sevdiği kadını… Kendini müziğe verdiği ve bunu da gayet iyi başardığı bir grubu var. Basit ve gösterişsiz yaşamayı seviyor. Parayla arası pek yok. Öyle ki kazandığı servetin büyük bir bölümünü vakıflara harcıyor. Motor tutkunu ve bir apartman dairesinde yalnız yaşıyor. Reeves ilginç bir aktör, birçoklarına göre yeteneği sıfırın altında. Fakat kabul etmek gerekir ki o sinema dünyasına adını çoktan yazdırdı ve isminin silinmesine de hiç niyeti yok. Melahat YILMAZ
9.Adım; Constantine(2005): DC Comics’in korku çizgi romanı olan “Hellblazer”dan sinemaya uyarlanan yapım gösterime girdiği tarihten itibaren başarılı bir gişe elde etmiş ve izlenmesi gereken filmler listesine adını yazdırmıştır. Yönetmenliğini Francis Lawrence’ın üstlendiği macera iyi ile kötünün garip ve karanlık mücadelesini anlatır. John Cosntantine’nin bazı özel yetenekleri vardır. Cosntantine dünyada dolaşan bazı melez melekleri ve iblisleri tanıyabilmektedir. Yolu bir gün henüz aydınlatılmamış bir intihar vakasına düşer ve macera başlar. Cosntantine hayatı ciddiye almayan, ölümle dalga geçen ve günde paket paket sigara içen garip bir dedektiftir. Şeytan onun ölmesini o ise bu komedinin bitmesini beklemektedir. 10. Adım; The Day the Earth Stood Stil(2008): Reeves’in bir kez daha Neo’nun kökenlerine dönmeye çalıştığı lakin Matrix’te elde ettiği başarıyı yakalayamadığı bilim-kurgu aksiyon filmidir. Filmin orijinal çekimi yine aynı isimle 1951 yılında yapılmıştır. Oldukça ağır eleştirilere maruz kalır oyuncu. Yönetmenliğini Scott Derrickson’un üstlendiği yapım gişede de istediğini elde edemedi. Washington D.C’de sıradan bir gün yaşanırken, içinde uzaylı Klaatu ve onun birçok güce sahip robotu Gort’u taşıyan bir UFO şehrin tam ortasına iniş yapar. UFO’nun içinde çıkan Klaatu ve Gort, yeryüzüne barış getirmek için görevlendirilmişlerdir. Ancak gezegenler arası bir barış için belki de yeryüzünü yok olması gerekmektedir. Klaatu, yeryüzü için hala umut olduğunu düşünürken, ordu
62
63
Öykü
Melek Melek, kısa adı RAM olan Rehberlik ve Araştırma Merkezinde işe başlayalı yaklaşık iki yıl olmuştu. Zamanının çoğunu Down Sendromu, Hiperaktivite Bozukluğu, Otizm, Asperger Sendromu olan çocukların eğitimlerini planlayıp ailelerine danışmanlık yaparak geçiriyordu. Bu mesleği, çocuklara yardım edebilmek için seçmişti. Ona göre yeryüzünde yardım edilmeyi hak eden ve yardıma en fazla gereksinimi olan yegâne varlıklardı çocuklar. “Çocuk” sözcüğü “Masumiyet” ile eş anlamlıydı onun lügatinde. Sabahın erken saatleri olmasına rağmen bekleme salonu kalabalıktı. Gürültünün düzeyine bakılırsa bugünkü ziyaretçiler çoğunlukla Hiperaktivite Bozukluğu olan çocuklardı. Melek, gayriihtiyari boynundaki gümüş kolyeye dokundu. Ne zaman yaptığı iş onu zorlasa, babasının doğum gününde hediye ettiği melek kanatları olan çocuk figürlü kolyesine dokunurdu. Bu kolye Melek için bir nevi yaptığı işin maneviyatını simgeliyordu. RAM’ın müdürü Seçkin Bey, her zamanki gibi kapıyı çalmadan içeri girip yumruk yaptığı ellerini Melek’in masasına dayadı. “Melek Hanım, az önce savcılıktan aradılar.” “Konu neymiş?” “Ayrıntıları ben de tam olarak bilmiyorum. Bana söylenen küçük bir kızın ifadesinin alınması ile ilgili yardıma ihtiyaçları olduğu. Kız muhtemelen bir suçun kurbanı ya da tanığı olmalı.” “Cinsel taciz falan mı?” “Hiç bilmiyorum… Senin derhal savcılığa gitmeni ve senden her ne konuda yardım isteniyorsa gereğini yapmanı istiyorum. ” “Fakat bu gibi durumlarla hep Burak Bey ilgilenirdi, ben daha önce hiç…” Seçkin Bey gözlerini kısıp öne doğru eğilince cümlesini tamamlayamadı. “Burak izinde, o nedenle bu iş için seni görevlendiriyorum.” diyen Seçkin Bey, girdiği gibi aynı hışımla odadan çıktı. Bir Suçun Kurbanı veya Tanıtığı Küçük Kız! Savcılığa gidene kadar bu cümle Melek’in zihninde yankılanıp durdu. Danışmaya gidip kimliğini ve orada bulunma nedenini açıklayınca, görevli ona savcının odasına kadar eşlik etti. Kısa bir tanışma faslından sonra, “17 yıldır bu işlerin içindeyim. Nelere tanık oldu bu gözler, neler işitti bu kulaklar bir bilseniz… Tam artık hiçbir şey beni şaşırtamaz derken…” diye anlatmaya başladı savcı. “Bir adam karakolu arayıp kızının kendini bir haftadan beri odasına kilitlediğini söyleyince eve bir ekip göndermişler.” “Kızın ailesi kapıyı kırmayı falan denememiş mi?”
64
65
Öykü
Öykü
“Hayır. Kız, ailesini içeriye girmeye çalışırlarsa intihar etmekle tehdit etmiş.” “İyi de günlerce hiçbir şey yapmadan nasıl beklemişler?” “Aileyle bizzat görüştüm; düzgün, mazbut insanlar… Dediklerine göre kız zaten çok tuhaf ve zor bir çocukmuş. Onun sürekli olmadık şeyler yapmasına alışmış olmalılar. Biraz beklerlerse kızın acıkacağını veya sıkılıp kendiliğinden dışarı çıkacağını düşünmüşler.” “Peki ya sonra?” “Polisler saatlerce dil döktükten sonra odasını karıştırmayacaklarına ve eşyalarına dokunmayacaklarına dair söz verip kıza kapıyı açtırmışlar.” dedi savcı ve yasağa rağmen arkasındaki camı açıp bir sigara yaktı. “Tabi kız, odası ve eşyaları konusunda bu kadar korumacı olunca polisler şüphelenip odayı detaylıca aramaya karar vermişler. Gerçi kızın ısrarları olmasa bile yine de polisler arama yapardı bence. Mekânı görmek için gittiğimde odanın içi iğrenç kokuyordu.” Melek’in kafası karışmıştı, “Polisler kızın odasında ne buldu?” Savcı sigara dumanını üflerken fısıldar gibi “Bir sürü ölü hayvan ve bir bebek cesedi.” dedi. Melek ayağa kalktı, duydukları onu sarsmıştı ama profesyonel davranmalı, belli etmemeliydi. Titreyen ellerini göğsünde kenetleyip “Çocuğu hemen görebilir miyim?” dedi. “Tabii ki, zaten sizi bunu için çağırdık. Umarım siz neler olduğunu anlamamıza yardımcı olursunuz.” “Umarım…” Kız 14–15 yaşlarındaydı. Uzun, koyu kumral saçları karmakarışıktı. Melek odaya girip kapıyı kapatınca, bir deri bir kemik ellerini yüzünden çekti. İri mavi gözlerinin etrafı ve dudakları, beyaz teninin aksine mosmordu. “Merhaba Özge, benim adım Melek.” “Merhaba Melek” dedi gülümseyerek, “Beni eve götürmeye mi geldin?” “Evet, ama önce seninle biraz konuşalım olur mu?” “Ne hakkında?”
Kız, kocaman mavi gözlerini şaşkınlıkla kırpıştırdı. Sanki ona yöneltilen soru deniz mavi mi ya da ateş sıcak mı gibi saçma ve gereksizdi. “Sence değil mi?” “Ölülerin güzel olduğunu sana kim söyledi Özge?” “Hiç kimse! Ben babaannemden nefret ederdim hep, annem onun yaşlı olduğu için huzursuzluk ettiğini söylerdi. Sonra bir gün, yani ben 10 yaşındayken hastalanıp öldü. Annem başucunda dua ediyordu, bana bakıp üzülmememi, babaannemin huzura kavuştuğunu söyledi. Ona baktığım zaman o kadar güzel görünüyordu ki… Artık ondan nefret etmediğimi hatta sevdiğimi fark ettim.” “Böyle hissetmen çok normal, babaanneni hep seviyordun sadece bunun farkında değildin o kadar. İnsanlar birini kaybettiği zaman, aslında onu ne kadar sevdiklerini fark ederler.” “Hayır, anlamıyorsun… Annemin muhabbet kuşunun ne kadar sevimli olduğunu ancak avucumda sıkarken öldüğünde anladım. Sonra okula giderken hep peşime takılan o gıcık köpek var, öldüğünde o kadar tatlıydı ki kimse görmeden odama sokmak için çok uğraştım. Hele evimizin bodrumunda doğan yavru kedileri görseniz, aptal sesler çıkaran o tüylü şeylerin öldükten sonra ne kadar güzel olduklarına inanamazsınız.” Melek, bu mavi gözlü, tatlı, masum görünüşlü kızın söylediği her yeni cümleyle daha da çok dehşete düşüyordu. Kıza muhtemelen Nekrofili* teşhisi konacak ve bir tedavi merkezine sevk edilecekti. Ona bakıp zoraki gülümsedi, profesyonelce davranmalı ve işine devam etmeliydi. “Bana karşı bu derece açık olduğun için teşekkür ederim. Düşündüklerini, hissettiklerini benimle paylaşman benim için çok önemli. Şimdi senden, soracağım sorulara aynı samimiyetle cevap vermeni istiyorum. Bunu yapabilir misin?” Kızın yüzünde de aynı zoraki gülümseme vardı. Başını evet anlamında salladı. “Bana kardeşinden bahseder misin?” “Altı ay önce annemle babamın bir bebeği oldu. Sürekli ağlayan çirkin bir şeydi. Biliyor musun adını Melek koymuşlardı.” “Öyle mi? Peki ona ne oldu?”
“Öncelikle neden yüzünü bu şekilde boyadığını açıklamak ister misin?” “Ne kadar güzel olmuşum değil mi? Tıpkı gerçek bir ölüye benziyorum.” “Bir ölünün neye benzediğini nereden biliyorsun?” “Babaannemi ve küçük kardeşimi görmüştüm; bir de hayvanlar var ama ölüm, insanda çok daha güzel duruyor bence.” “Hımmm… Sence ölüler güzel mi?”
66
“Ondan nefret ediyordum, annemse artık abla olduğumu ve her abla gibi kardeşimi sevmem gerektiğini söyleyip duruyordu. Hep aynı şeyleri duymaktan o kadar sıkıldım ki, bir gün kardeşimi sevmem için ölü olması gerektiğini söyledim ona.” “Annen sana kızdı mı?” “Hayır, ama korkmuş gibiydi. Bir daha kardeşimi sevmem için ısrar etmedi hiç. Ama sonra annemi üzdüğümü anladım. Geçen ay doğum günümdü, annem benim için parti düzenlemişti. Çok yorgun olmalıydı o gece. Çünkü bebek ağlıyordu ama annem uyanıp ona bakmaya gelmedi. Bebek odası benim odamın tam karşısındaydı biliyor musun?”
67
Öykü
Öykü
“Peki, sonra ne oldu?” “Annem bebeğe bakmaya gelmeyince ben gittim. Çok huzursuz görünüyordu, o an karar verdim. Annem haklıydı, ablası olarak huzur bulmasını sağlamalıydım. Ağlaması durana kadar yastıkla yüzüne bastırdım. Yastığı çektiğimde dünyanın en güzel bebeğini gördüm. O artık gerçekten de Melek’ti.” Melek, gözlerinden süzülen yaşlara engel olamıyordu artık. Profesyonellik de bir yere kadardı, sonuçta o da insandı. Ayağa kalktı, çıkmak için kapıya doğru yönelip “Teşekkürler Özge, sanırım şimdilik bu kadarı yeterli.” dedi. Kapıyı açtığında “Dur, lütfen gitme Melek!” dedi Özge, “Anlatacaklarım henüz bitmedi.” Melek kapıyı kapattı ama yüzünü kıza doğru dönmeye cesaret edemiyordu; “Devam et, dinliyorum.” dedi. “Kardeşimi kucağıma alıp odama döndüm.” diye anlatmaya devam etti; ağzından çıkan her hece, suya atılan taş gibi dalga dalga yayılıyordu Melek’in zihninde. Gözlerinden süzülen yaşların aksine ağzı kupkuruydu. Yine de kaldı ve dinlemeye devam etti. “O kadar güzeldi ki sabaha kadar onu öpüp kokladım. Sabah anneme olanları anlattığımda önce çılgına döndü. Sonra bana ‘Bir çocuğumu kaybettim diğerini de kaybedemem. Gerçeği öğrenirlerse seni hapse ya da akıl hastanesine atarlar. O yüzden herkese gece bebeği emzirirken uyuya kaldığım için onun boğulduğunu söyleyeceğiz.’ dedi. O gün evimizin yakınlarındaki mezarlığa gömdüler kardeşimi. Babam anneme kızgındı, annem sürekli ağlıyordu, ben de ağlıyordum. Günlerce düşündükten sonra kardeşimi o mezarlıkta bırakmamaya karar verdim. Gece herkes uyuduktan sonra elime bir kürek alıp gizlice mezarlığa gittim. Onu mezardan çıkardığımda neredeyse gün doğmak üzereydi. Eve döndüğümde kardeşimi benden almasınlar diye kendimi odama kilitledim.”
“Sakin ol şimdi seni gerçek bir Melek yapacağım. Tıpkı ailemize yaptığım gibi, korkma sakın, inan bana çok güzel olacaksın.” Nefes alamıyordu, boğuluyordu. Bilinçle bilinçsizlik arasındaki o ince çizgide gelip giderken uzaklardan birinin bağırdığını duydu. “Doktor Seçkin Bey, yetişin! Hasta nöbet geçiriyor.” Ayak sesleri duyuyordu, etrafında koşuşturan birileri vardı. Birisi başını kaldırıp yüzüne oksijen maskesi geçirdiğinde gözlerini hafifçe araladı. Başucunda duran adamları tanıyordu. Birisi Savcıydı, fakat neden hademe gibi giyinmişti? Diğeri de Müdürü Seçkin Bey’di, onun da üzerinde doktor önlüğü vardı. Seçkin Bey elindeki boş enjektörü gösterip “Merak etme Özge, sana yaptığım iğneden sonra kendini daha iyi hissedeceksin.” dedi. İlacın etkisiyle kendinden geçmeden önce boynundaki gümüş kolyeyi sıkıca tutup gülümsedi. Özge ölmüştü ve o artık bir Melekti…
(*Nekrofili: Türkçe karşılığı “Ölüsevicilik” olan psikolojik hastalık.)
Yazan: Selin SIROĞLU
Melek, sualtındaymış gibi nefesini tuttuğunu fark etti, derin bir nefes alıp kapıyı açtı. “Pekala Özge, ben gidip annenle baban gelmişler mi diye bir bakayım.” “Gelmeyecekler çünkü onlar öldüler.” “Öldüler mi? Nasıl?” Melek’in kalbi kulaklarında atıyordu sanki, hızla arkasını döndüğünde Özge ile göz göze geldiler. “Hatırlamıyor musun, onları sen öldürdün.” Melek, kolyesine dokunmak için elini uzattığında kolye boynunda değildi. Özge gülmeye başladı, kahkahaları odayı dolduruyordu. Melek’in dizlerinin bağı çözüldü, bir bez bebek gibi yere yığıldı. Özge, yanına gelip üzerine doğru eğilmişti, işte o zaman Özge’nin boynunda parıldayan melek kanatları olan çocuk figürlü kolyeyi gördü. “O kolye benim,” diyebildi güçlükle. “Hayır, o kolyeyi bana doğum günümde babam verdi.” dedi Özge. Melek, boğazında kopan çığlıkla Özge’nin boynundaki kolyeyi yakaladığında, Özge de Melek’in göğsüne oturmuş boğazını sıkıyordu.
68
69
İllustratör: Umut CAN
Çizgi Roman
Çizgi Roman
İnceleme
İnceleme
Flash Patladı! Haberi duyulduğunda, severleri bir heyecan dalgası üzerinde sörf etmeye başlamıştı aylar öncesinden; bir yayınevimiz (daha) Flash Gordon’u yayımlamayı planlıyordu. Yayının nasıl yapılması gerektiğine dair fikirler, baskı formatın ve yayım periyodunun biçimine dair akıl yürütmeler, devamının getirilip getirilemeyeceği, halihazırda Gordon yayını yapmakta olan bir başka yayınevinin durumu, hukuki sorunlar, telif hakları meseleleri ve eksik olmayan dedikodular, üzerinde çizgiroman konuşulan medyalarda dillendirilir olmuştu. Her dönemde kendine okuyucu kitlesi edinmeyi başarmış bir çizgi kahraman söz konusuydu ve elbette çizgiroman severlerin gündeminde yer edinmesi olağan, hatta çizgi dünyamız için güzeldi.
Gordon ciltleri gazete veya dergi alana küçük bir ek meblağ karşılığı çizgiroman dağıtılan kampanyalar için bayilerin önüne yığılır hale gelmişti. Flash Gordon -amiyane tabirle- yayıncısının elinde patlamıştı. İşte o günlerde dost sohbetlerinde fısıltıyla konuşulmaya başlamıştı, daha tutarlı bir Flash Gordon yayınının gerekliliği. Editoryal bir yaklaşımla ele alınacak, kronolojik bir sıra izleyecek, günlük gazete ve Pazar ekleri için çizilen öyküleri birbirinden ayıracak, Türk okuyucusunun alıştığı “çizgiroman dergisi formatı”nın getirdiği kısıtlamaları, kaynağındaki özgün biçimine müdahaleyi en az düzeyde tutacak bir yöntem ile aşacak, çevirisi kusursuz, baskısı doyurucu, sözün özü, beklentileri “Gordon olsun da çamurdan olsun”un ötesinde olan ve bu çizgi kahramana kültürel miras gözüyle bakan insanlara seslenecek bir yayının yolu gözlenir olmuştu. Sonunda söylenceler Büyülü Çizgiroman’ın gerçekten de Flash Gordon’u yayın portföyüne katacağını açıklamasıyla gerçekliğe büründü. Eski ile yeni yayıncı arasındaki tatsızlığın tartışmaya dönüştüğüne şahit olundu. Bedel ödeyerek alıp okudukları çizgiromanların artık belirli bir kalitenin altında kalmasını hazmedemeyen bir kitle ise haklı haksız ayrımı yapmadan gelişmeleri gözlüyor, yeni Flash Gordon’u ellerinde tutacakları günü gözlüyorlardı. Sonuçta, müşteriydi her zaman haklı olan. Beklenen gerçekleşti. Büyülü Çizgiroman’ın Flash Gordon’u 2014 Mart ayı içinde satışa sunuldu. Beklenen ile beklenti düzeyi arasındaki örtüşme kısmen sağlanmıştı, ama örtüşen kısım kimine göre cüzi miktarda, kimine göre ise tatmin edici düzeydeydi, elbette aradığını bulamayanlar da vardı, onlara göre yeni bir facia ile karşı karşıyaydı Gordon. Cüzi miktarda olduğunu düşünenler, çoğunlukla Flash Gordon’u tutkuyla sevenlerdi, bir parça düş kırıklığı yaşadılar. Özgün yayın formatının deforme edilmiş olması hiç hoşlarına gitmedi. Üstüne üstlük, işin çeviri ve yazım kısmında kolay hazmedilemeyecek kadar çok sorun vardı. Çeviri büyük ölçüde doğru olsa da ifade biçimlerinde can sıkıcı yanlışlar vardı ve öyle üç-beş taneyle sınırlı değildi bunlar. Yazım hatalarıyla da pekişince okunaklı olmaktan çıkmıştı Flash Gordon.
Gerçekleşmesi halinde Flash Gordon yayınlarında bir patlama olacak demekti. bu gelişme. Ülkemizdeki en tutarlı ve en uzun yayımını gerçekleştiren TAY Yayınları’nın çıkardığı Gordon serilerinin tadı halen damağında olan ve aktif çizgiroman okurluğunu sürdüren orta yaşlı bir okuyucu kitlesi de ümitlerini bu yeni girişime bağlamıştı. Zira, yakın zamanda bir hayal kırıklığı yaşamışlar, baskı kalitesi fena olmasa da seçilen serüvenlerin kronolojik bir sıra izlemeyişi, farklı çizerlerin farklı dönemlerde ve farklı medyalar için değişik formatlarda ürettiği işlerin rastgele seçilmiş izlenimi veren bir yayıncılık anlayışıyla basıldığı birkaç cilt, Gordonseverlerin yüzünü güldürmemişti. TAY döneminde Gordon’a büyük emekleri geçmiş Aslan Şükür ustanın kapak resimleri için ekibe dahil edilmesine karşın bu jestvari girişim de yayını kurtarmaya yetmemişti, Okuyucu profilini tahlil etmeden, beklenti düzeyini saptamadan, kemik bir okuyucu kitlesinin varlığı yönündeki önkabullere dayanarak çıkartılan her yayın gibi Demirbaş Yayınevi de kısa sürede iadelerle deposunu doldurmuş, yatırımının karşılığını alamadığı için yeni sayıları basma aralığını genişletmiş, sonunda
70
“Bardağın yarısı dolu,” diyenler, yayımın editoryal bir yaklaşımla gerçekleştirildiğini savunuyor, tek bir çizerin eserlerinin seçilmesi. ülkemizde hiç yayınlanmamış serüvenlerin yer alması, yayın sırasına uygun olarak sunulması, sunuş metni, son sayfalarda dizin verilmesi, özenle seçilmiş vinyetler ve Ertuğrul Edirne imzalı oldukça başarılı bir kapak illüstrasyonuyla gelmesi gibi olumlu yönlerini öne çıkartıyordu. Meseleye kötümser bir bakış açısıyla bakıp, “facia” yorumunu yapanlar ise, bilgi çağını yaşadığımız şu günlerde, unun, şekerin umulmadık derecede bol bulunduğu, ama hâlâ doğru düzgün bir helva yemekten nasıl olup da mahrum kaldıklarını anlayamayanlardı, ki onlar da kendi bakış açılarından haklıydılar. Aynı zamanda tüketici de olan okurun, yayınevinin tercihlerini sorgulaması da olağandı. Niçin Mac Raboy’dan başlatılmıştı seri? Yaratıcısı Alex Raymond’un çığır açan çizgileriyle okuyucuyu buluşturmak varken, muhteşem bir yetenek de olsa, her zevke hitap etmeyen Raboy’u tercih etmenin alemi
71
Sinema
İnceleme neydi? Flash Gordon’u alıp bambaşka bir noktaya taşıyan ve bir anlamda yeniden yaratan, içerdiği mizah ve öykülerin akışkanlığıyla okuyucuyu çok daha kolayca “havaya sokan” Dan Barry imzalı serüvenlere öncelik verilmesi gerekmez miydi? Üstelik Raboy, Türk okurunun pek de hazzetmediği bir anlatım tarzı kullanmıştı uzunca süre. Geçmişin altyazılı karikatürleri kadar demode kalmış, öyküleri konuşma balonları yerine anlatı metinleriyle ören, kendi döneminde bile artık terk edilmeye başlamış bir tarzı benimsemişti Raboy. Sırf bu özelliği bile Büyülü Çizgiroman’ın Flash Gordon’unu riskli bir yayın haline sokuyordu. Neden özgün yayın formatından sapmış ve üç kare iki banttan oluşan sayfaları iki kare iki banta düşürmüş, karelerin eş boylarda olmayışı nedeniyle sayfa düzenini şişirme anlatı kutularıyla doldurarak sağlama yoluna gitmişti yayınevi? TAY döneminde dahi şikayet konusu olan bu hatayı nasıl olup da yinelemişti? Yanıt, hedef kitlenin alışık olduğu çizgiroman dergisi formatına uyumlu, ergonomik bir baskı arayışı mıydı yalnızca? Bu tür bant bölme ve özgün yayında bulunmayan anlatı kutuları ekleme işleminin sayfa düzeni olumsuz etkileyeceği, yer yer öykülerin akışını sekteye uğratacağı, okuyucuya da fiyat olarak yansıyacak olan maliyeti artıracağı hesaplanmamış mıydı acaba? Sadece Flash Gordon’a özel bir durum değildi ama, yayınevlerinde çeviri metinlerini değerlendiren, baskıya girmeden önce tashih işleminden geçiren, yazım hatalarını düzelten eleman sıkıntısı mı yaşanıyor, diye dertleniyordu okuyucu, elinde tuttuğu bu çarpıcı örneğin metinlerini süzerken. 300 küsur sayfalar kalıplı Flash Gordon okunup bittiğinde, birçok kişi için geriye ah, of ve keşkeler kalmıştı yine. Bir “keşke” de bizden olsun. Keşke “Flash Patladı” başlığıyla yazdığımız bu metin, ikinci öyküsünde (S033 - On the Doom Comet - 1948-09-26 to 1949-06-12) açıkça gözlenebilen, Mac Raboy’un İskandinav mitolojisi unsurlarından yararlanışı, hikayedeki Tor ve Loke’nin, bildiğimiz iki düşman kardeş Thor ve Loki, kullandıkları yerçekimi düzenleyen aygıtın Thor’un Çekicinin farklı bir ifadesi olduğu gibi içerik çözümlemeleri üzerine yoğunlaşan bir yazı olsaydı. Lakin, Büyülü Çizgiroman’ın Flash Gordon’unda Loke’nin mahkeme kararı olmaksızın sık sık isim değiştirmesi, aniden Luke diye karşımıza çıkması, sonrasında tekrar Loke olması, bu isim değişikliğinin ard arda defalarca yinelenmesi, yeniden Loke’de karar kılması ve abartısız yüzlerce başka yazım hatası, ifade yanlışı, diş gıcırtıları arasında okuma keyfini tuzla buz ediyor. Dolayısıyla içerik çözümlemelerini de bir başka bahara bırakıyor. Son söz olarak, artık yayıncılarımızın zihninde bir Flash patlamalı ve okuyucu profilini doğru çözümleyip, beklenti düzeylerini iyiden iyiye ölçüp biçmeleri gerektiği gerçeğini aydınlatmalı, diyor, Gordonseverler nezdinde tüm çizgiroman okurlarına sabırları için teşekkür ediyorum. Not: “Edilen teşekkür” hak edilen kalitede yayımlanmış çizgiromanlar okuma beklentisini halen sürdürmeyi başaranlara, elbette. Yoksa bizim yazımız gül gibi... :) N. Hakan TARHAN teskin. blogspot.com
72
73
74
75
76
77
Öykü
Kabus Saat gece yarısını çoktan geçti. Kar taneciklerini arabanın buğulu camından zar zor seçebiliyorum. Tek dostumun bana çığlık atarcasına bağıran sesi yankılanıyor kulaklarımda. Geçmişimin ne zaman peşimi bırakacağını ve artık depresif hâlime tahammülü kalmadığını haykırıyor. Günlerdir gözüme uyku girmediği için onun bu haykırışını duymakta bile zorluk çekiyorum. Hayallerim ile gerçeklerim birbirine karışmış gibi sanki hangi dünyada olduğumu ayırt edemiyorum. Araba duruyor dostum hiçbir şey söylemiyor. Sanki demin çığlık çığlığa bana bir şeyler anlatmaya çalışan adam gitmiş yerine ruh gibi sadece yolu seyreden bir robot gelmiş. İyi geceler demek için elimi kaldırıp iniyorum arabadan. Gecenin soğuğu içime işliyor. Ceketimin yakalarını yukarı kaldırıp kafamı iyice gömüyorum içeriye. Karşımda duran kasvetli binaya girmektense bu ayazda donmayı tercih edercesine dikiliyorum sokağın ortasında. Kafamı gökyüzüne kaldırıp yüzüme düşen kar tanelerini seyrediyorum bir süre. Soğuk içime işleyen yalnızlığın yerine geçer mi diye bekliyorum ama nafile. Bedenime bir zift gibi yapışmış bu yorgun duyguyu atamıyorum üzerimden. Çaresizce içinde onlarca yıkık anımı barındıran evime doğru adım atıyorum. İçerisi dışarıdan çok daha soğuk sanki ve ortamdaki ölü sessizliği içimi daha da ürpertiyor. Elim apartmanın ışığına doğru gidiyor elektrikler kesik olacak ki lambalar yanmıyor. Uzun ve karanlık bir koridor duruyor karşımda ve açılmayı bekleyen onlarca kapı. Benimkisinin hangisi olduğu bile kestiremeyecek durumdayım. El yordamıyla ilerliyorum. Gecenin loş ışığı aydınlatıyor sadece yolumu. Elim bir kapıya erişiyor. Tam anahtarı çıkartmaya yeltenirken kapının açık olduğunu fark ediyorum. Elimle hafifçe ittiriyorum. Anlam veremiyorum bu duruma fakat içerden gelen sıcak havanın ve ışığın kaynağını görmek istiyorum. Aptalca bir cesaretle açıyorum kapıyı ardına kadar ve giriyorum. Kapı arkamdan kapanıveriyor ve ilerde bir çalışma masası ilişiyor gözüme. Sonra her şey beliriyor. Birden beynime bir balyoz yemiş gibi kendime geliyorum. Gözlerim fal taşı gibi açılıyor. Karşımda eski patronum duruyor. Bundan bir ay önce beni işten atmıştı. Sadece isteyen neyin nasıl yapıldığını düşünmeden emirler savuran para arsızı şerefsizin tekiydi... Fakat, fakat burada ne işi var? Tüm bu düşüncelerle donakalmışken birden bana bağırıp çağırmaya başlıyor. Küçük dilini bu mesafeden bile görebiliyorum, şakaklarından fışkıran damarlarını ve ağzından saçılan tükürüklerini... Bana eskiden yaptığım tüm çalışmaları fırlatıyor. Oda küçülmeye başlıyor, tüm duvarlar üzerime geliyor, kâğıtlar suratıma bir jilet gibi çarpıyor. Herifin pis nefesini burnumda hissediyorum. Canımı kurtarmaya çalışır gibi kapıya atıyorum kendimi ama açılmıyor. Oda daha da küçülüyor, ağzından sıçrayan tükürükler enseme çarpıyor. Lanet kapı açılmıyor bir türlü sırtımdan akan teri iliklerime kadar hissedebiliyorum. Her şey beni yutmaya hazırlanırken son bir darbe ile açabiliyorum kapıyı ve yeniden o karanlık koridora atıyorum kendimi. Nefes nefeseyim, ellerim titriyor. Ter damlaları alnımdan yere damlıyor. Ceketimi çıkartıyorum. Koridora bakıp yürümeye başlıyorum. Kalbim sanki ağzımda atıyor. Elim yine bir kapıya geliyor. Korkuyorum başta dokunmaya ama sanki bir güç beni o kapıları açmaya itiyor. Elim yeniden kapının koluna gidiyor ve açılıyor kapı. Loş bir ışık vuruyor suratıma ve yıllardır hayranı olduğum fakat şimdi bana yasaklı olan bir koku ilişiyor burnuma... Bir an beynim uyuşuyor sanki
78
79
Öykü
Öykü
geçmek istiyorum her şeyi ama toparlayamıyorum aklımdakileri. Köşeye sıkışmış bir sıçan gibi kapatıp kendimi duvarın dibine, bitmesini bekliyorum.
aylardır hasret olduğum bu kokuyu sanki birazdan ölecekmiş gibi içime çekiyorum. “Son bir kez,” diye geçiriyorum aklımdan. Sonra bir kadının hafifmeşrep gülücükleriyle irkiliyorum. Tanrım... Tanrım bu ses... Bu onun sesi... Bir yatak beliriyor karşımda ve eski sevgilimi görüyorum. Bundan bir yıl önce beni aldatmış ve terk etmişti. Şimdi karşımdaki yatakta bir başkasıyla. Ona sarılıyor, onu öpüyor, teni bir başkasının tenine değiyor. Uzun siyah saçları belinden savruluyor, tanımadığım bir adamın beline doluyor bacaklarını, sanki ben orada değilmişim gibi, sanki son kezmiş gibi şehvetle kabul ediyorlar kimyalarını. İşte gene oluyor! Gene oda küçülüyor, gülücükleri kulaklarımı tırmalıyor. Gittikçe bana doğru geliyor her şey. Acıyla zevkin karıştığı çığlıkları yankılanıyor beynimde. Fakat bu sefer kaçmıyorum. Gözlerimi kapatıp son bir kez diyorum yeniden içimden ve kokusunu içime çekiyorum. Elimi usulca kapıya doğru uzatıyorum zorlanmadan açılıyor ve çıkıyorum oradan.
Aniden susuyor her şey. Kulağımda, dibimde patlamış bir bombadan kalan uğultular çınlıyor sadece. İçime buruk ve tedirgin bir huzur yayılıyor. Bittiğine inanmak istercesine ürkek bir tebessümle karanlığı dinliyorum. Evet evet. Uğultular da kesiliyor. Yavaş yavaş serin suların içime aktığını, tatlı bir sıcaklığın beni okşadığını hissediyorum. Bağı çözülmüş ayaklarımın canlandırmak için biraz bekleyip ayağa kalkmaya yeltenirken, birden tüm kapılar açılıyor. Önce o uğultu sonra fısıldamalar daha da güçlü bir şekilde çarpıyor zihnime. Kapılardan, geçmişte bıraktığım tüm yalanlarım, gerçeklerim, tüm hayatım üzerime doğru gelmeye başlıyor. Kimisi ailem, kimisi arkadaşım, kimisi sokakta para atmadığım dilenci kimisi, sevdiğim kadın, kimisi terk ettiğim, aldatan, seven, üzen herkes üzerime geliyor, hepsi boş gözlerle bana bakıyor fakat dudaklarında hain birer gülümseme var. Köşeye sıkışıp kaldım sanki. Kaçacak hiçbir yerim yok. Gözüm koridorun sonundaki cama kayıyor. Koşmaya başlıyorum hepsinin arasından sıyrılmaya çalışarak koşuyorum sadece. Ben koştukça onlar artıyor ben koştukça sanki o pencere daha da ulaşılmaz oluyor. Sonun da pes etmeden bacaklarım koparcasına koşuyorum ve tüm kalabalıktan sıyrılıp pencerenin dibine geliyorum. Aşağıya bakıyorum ve bir kez daha gördüklerime inanıyorum inanamıyorum. Normalde birinci katta olan evim şimdi uçsuz bucaksız bir gökdelen gibi... Aşağıyı göremiyorum bile. Arkamdaki kalabalık gittikçe bana yaklaşıyor. Kalbimin atışlarını beynimde hissediyorum, soğuk soğuk terlemeye başlıyorum fakat avuçlarım alev alev yanıyor. Kalabalık durmak nedir bilmeden bana doğru adım atıyor düşünmeye fırsatım bile kalmıyor. Tam pencereye adım atacakken belimde bir fazlalık hissediyorum. Elimi aniden fazlalığa doğru götürüyorum ve belimden nerden geldiğini bilmediğim bir tabanca çıkartıyorum. Bir umutla kalabalığa doğru ateş ediyorum ama nafile hepsi birer duman gibi dağılıp geri geliyor... Gözlerim kararıyor, göz bebeklerim büyüyor, dişlerimi sıkıyorum tüm vücudum titriyor. Aklıma tek bir çare geliyor ve uyguluyorum. Tabancayı şakağıma dayıyorum gözlerimi kapatıp “Son bir kez,” diyorum ve tüm dünya duruyor. Tetiğe basıyorum. Sonsuz bir acı beynimi delip geçiyor. Metalin soğukluğu ve barut kokusu parçalanmakta olan beynimin algıladığı son şey hâline geliyor. Kan damlalarının cama sıçradığını görüyorum ve kaybolan her anım sanki o damlaların içerisinden bile beni seyrediyor. Gülümsüyorum çünkü artık özgürüm... Ekran kararıyor. Bedenim sonsuz bir hafifliğe erişiyor ruhumun serbest kaldığını hissedebiliyorum... Derken birden yanaklarımda bir acı beliriyor. Bir şeyler beni tokatlıyor bıraktığım tüm acıların ağırlığını yeniden omuzlarıma çöküyor. Gözlerimi açıyorum arabayı kullanan arkadaşım telaş içerisinde bana bakıyor, kendimden geçtiğimi söylüyor. Doğruluyorum kafamı uzatıp camdan dışarıya bakıyorum. Saat gece yarısını çoktan geçmiş. Kar taneciklerini buğulu camdan zar zor görüyorum. Gerçekten farksız olan bir kâbustan kalanları düşünüyorum. Sonra o koku geliyor aklıma ve gözlerimi kapatıp “Son bir kez,” diyorum... Yazan: Buğra ERKE
Koridorda bir duvara yaslanıyorum. Beynim uyuşmuş gibi burnumda hâlâ o koku var. Peşimi bırakmayan kâbuslarımı yaşıyorum girdiğim her odada... Klişe bir korku filminden çalınmış fısıltılar çarpıyor kulaklarıma. Büyüyor, beynimin içini kemiriyor sanki. Seğirmeye başlıyor tüm vücudum. Uyanmak, yırtıp
80
81
İllustrasyon: Buğra ERKE
Sinema
Festival Çok Güzel Gelsene 17. Uçan Süpürge Uluslararası Kadın Filmleri Festivali 8-15 Mayıs tarihleri arasında 43 ülkeden 108 filmi sinemaseverlerle buluşturuyor. Gösterimleri Ankara’da Kızılırmak Sineması ve Alman Kültür Merkezi’nde yapılacak filmlerin yanı sıra festival programında tiyatro, kent forumu, açık hava etkinlikleri, fotoğraf sergisi, film okuma, dans, söyleşi gibi pek çok etkinlik de yer alıyor. 8-15 Mayıs tarihleri arasında gerçekleşecek olan 17. Uçan Süpürge Uluslararası Kadın Filmleri Festivali bu yıl yine dopdolu bir programla baharı karşılamaya hazırlanıyor. Uçan Süpürge Uluslararası Kadın Filmleri Festivali bu yıl 43 ülkeden 108 filmi izleyicilerle buluşturacak. 15 bölümden oluşan festival bu yıl Türkiye’den ve dünyadan yaklaşık 100 konuk ağırlamaya hazırlanıyor. Festivalin bu yılki ödülleri 8 Mayıs’ta Ankara Devlet Opera ve Bale Sahnesi’nde gerçekleşecek olan Açılış Töreni’nde sahiplerini bulacak. Bu yıl “Uçan Süpürge Onur Ödülü” Türkiye Sineması’na 1950’li yıllardan itibaren emek vermiş, 170’den fazla filmle beyazperdede görünmüş bir yıldıza, Muhterem Nur’a veriliyor. “Bilge Olgaç Başarı Ödülleri” ise farklı dallarda çalışmaları bulunan altı kadına verilecek: Sinema yazarı Alin Taşçıyan, kurgucu Çiçek Kahraman, sanat yönetmeni Natali Yeres, yönetmen Nezahat Gündoğan, oyuncu Şebnem Sönmez ve yapımcı Zeynep Özbatur Atakan. “Tema Ödülü” ise LGBTT ailelerinin örgütlendiği LİSTAG ve “Benim Çocuğum” belgeseline gidecek. Festival Filmleri 17. Uçan Süpürge Kadın Filmleri Festivali kapsamında, 8-15 Mayıs tarihleri arasında Ankara’da gösterilecek 108 filmden işte birkaç örnek: Claudia Sainte-Luce’un yazıp yönettiği, Agnès Godard ile birlikte çalıştığı Meksika-Fransa yapımı “Karabalık” (The Amazing Catfish); Almanyalı yönetmen Caroline Link’in filmi “Marakeş’ten Çıkış” (Exit Marrakech); Dersim’in Kayıp Kızları’yla resmi tarihi ters yüz edercesine, anlatılmamış hikayelerin kapısını aralayan Nezahat Gündoğan’ın yeni filmi “Hay Way Zaman”; 2013 ABD yapımı olan, Anna Margarita Albelo’nun yarı-otobiyografik öyküsünden uyarlanan “Kim Korkar Hain Vajinadan?” (Who’s Afraid of Vagina Wolf?); çocuk istismarı, aile içi şiddet gündemde tutmak için oluşturulan festivalin vazgeçilmez bölümlerinden “Olay Yeri: Aile”de Özbekistan’dan “Sessizliğin 40 Günü” (40 Days Of Silence) filmi; festivalin “Bir Ülke: Yunanistan” bölümünde gösterilecek sekiz filmden biri olan “Eylül” (September); Norveç’in ilk kadın yönetmeni Edith Carlmar’ın “Histeri” (1949), “Kayıp Bir Kadın” (1953) ve “Asi Kız” (1959) adlı filmleri ve çok daha fazlası festivalde gösterilecek. Uçan Süpürge’nin, geçen yıldan itibaren yürüttüğü Benim Madam Curie’m projesini kapsamında dört bilim kadını; sosyal bilimci Nermin Abadan Unat, kimyacı Remziye Hisar, patalog Kamile Şevki Mutlu ve astrofizikçi Dilhan Eryurt hakkında yapılan kısa animasyonlar da ilk kez festival kapsamında seyircisiyle buluşacak. Türkiye’den filmler 17. Uçan Süpürge Kadın Filmleri Festivali kapsamında, 8-15 Mayıs tarihleri arasında Ankara’da gösterilecek yerli filmler arasında; Elif Refiğ’in yazıp yönettiği fonda Tuzla tersanelerini anlatan “Ferahfeza”;
82
83
Sinema
Sinema
dünya prömiyerini 63. Berlin Film Festivali’nde yapan Aslı Özge’nin yeni filmi “Hayatboyu”; Altın Portakal’da en iyi film ve en iyi yönetmen ödüllerini alan Ramin Matin’in yönettiği “Kusursuzlar”; Biket İlhan tarafından yönetilen, Umut Beşkırma, Yetkin Dikinciler, Ayten Uncuoğlu, Dolunay Soysert, Sinan Tuzcu’nun başrollerini paylaştığı, 1940’larda köyünden erkek kılığında kaçıp Köy Enstitüsü’ne gitmeye çalışan bir kız çocuğun öyküsü anlatan “Yarım Kalan Mucize”; bu yıl Uçan Süpürge Kadın Filmleri Festivali’nde FIPRESCI Ödülü için yarışacak olan “Mavi Dalga” filmi öne çıkanlar arasında yer alıyor. Etkinlikler 17. Uçan Süpürge Kadın Filmleri Festivali’nin bu seneki programında, birbirinden ilginç pek çok etkinlik de yer alıyor: • Zeynep Özbatur’la Kadınlar için Yapımcılık Atölyesi, • SİYAD Ve FIPRESCI’nin Başkanı Alin Taşçıyan’la Film Okuma Atölyesi, • Kusursuzlar filminin senaristi Emine Yıldırım’la Kadınlar için Senaryo Atölyesi, “Kadınlık Halleri” atölyelerinde ise: • Nihal Poyraz Temürcü ile “Doğal Merhem Yapımı”, • Arzu Çol ile “Tohumu Pişirmek: Bir Arzu Nesnesi Olarak ‘Yemek’in Tarihi”, • Eda Atay ile “Gülme Yogası”, • Elif Zilan ile “Büyülü Dans - Dişil Enerji Aktivasyon Atölyesi”, • Canan Tüzel Okyay ile “Enerji ve Farkındalık için Fiziksel Devinim ve Dans”, • Esra Debreli Deniz ile “Hikayelerle İçe Yolculuk” gibi pek çok atölye katılımcılarını bekliyor. Ayrıca festival kapsamında 10-17 Mayıs tarihleri arasında Goethe Institut Ankara’da Direniş’in Kadınları Fotoğraf Sergisi var. Füsun Demirel’in uzun yıllardan sonra tiyatro sahnelerine döndüğü “Evim Güzel Evim” adlı oyun ise yine festival kapsamında 13 ve 14 Mayıs’ta seyircilerle buluşacak. Festivalin ayrıntılı programı ve güncel etkinlik takvimi için: http://festival.ucansupurge.org/turkce/ index.php
!f Ankara ile 4 Gün Daha !f İstanbul Film Festivali bu yıl bir kez daha 4 gün de olsa Ankara’ya uğradı. Ankara’daki ilk yılında Ankamall’da yapıldıktan sonra Cepa’ya taşınan festivalin yolu bu yıl da Armada Sinemaları’na düştü. Şimdi doğruya doğru, alışveriş merkezinde festival fikri çok hoşuma gitmiyor ama festivalin ana destekçisi Cinemaximum olunca bundan kaçınmak mümkün değil. Şunun da hakkını verelim, teknik açıdan hemen hemen hiç sorun yaşanmayan bir festival geçirdik. Bunda arkasında Cinemaximum gibi güçlü bir destekçisinin olmasının da payı var elbette. Festivalin Armada’ya alınmasının şöyle bir dezavantajı oldu. Gösterim yapılan salonlar Cepa’ya göre daha küçük olduğu için özellikle festivalin popüler filmlerinde biletler çok çabuk bitti. Bu yıl 27 Şubat-2 Mart tarihleri arasında yapılan festival ile ilgili bu yazı bir miktar gecikti ama Gölge’nin geçen sayısını çizgi romanlara ayırınca böyle yapmak durumunda kaldık. Yine de hep söylediğimiz gibi filmler eskimez, zaten festivalde gösterilen filmlerin bir kısmı da halen vizyon gününü bekliyor. Bu nedenle filmlerden bahsetmek için hiçbir zaman geç değil. !f Ankara’da bu yıl toplam uzun metraj 41 film gösterildi (farklı mekanlarda yapılan kısa film gösterimlerini işin içine katmıyorum). Tüm seanslara giden bir kişi bunlardan 21’ini izleyebilirdi. Ben bu filmlerden 19 tanesini dağarcığıma kattım. İşte bunlar ile ilgili kısa kısa fikirlerim. 27 Şubat 2014 Perşembe: 13:00 – Festivalin benim için açılış filmi Sinema ve Çocukların Hikayesi (A Story of Children and Film) oldu. Sinema üzerine kapsamlı belgeseli Sinemanın Hikayesi ile tanıdığımız Mark Cousins’in bu yeni belgeseli adından da anlaşılabileceği gibi sinema tarihinde çocukların ne şekilde kullanıldığına bakıyordu. Bu yaparken Cousins, kendi yeğenlerini çektiği amatör kamera görüntülerinden yola çıkarak bizleri sinema tarihinde bir yolculuğa çıkarıyor. Onlarca filmden görüntüler izlerken farklı zaman ve kültürlerden gelen filmlerde yönetmenlerin çocuk karakterlere yaklaşımının ortak ve farklı noktalarını görüyoruz bu belgeselde. Görüntülerini izlediğimiz filmler arasında E.T. gibi çok bilindik filmler yanında çok fazla film izliyorum diye geçinen benim bile hiç adını duymadığım filmler de vardı. Ne yazık ki çok az seyirci ile izlediğimiz bu güzel belgesel sonunda hemen herkes filmde gördüğü ve izlemek istediği filmlerin adını bir yerlere not etmeye çalışıyordu. 15:00 – Günün ikinci filmi Shirley: Gerçekliğin Kehanetleri (Shirley: Visions of Reality), izlemeden önce deneysel olduğunu bildiğimiz filmlerden biriydi. Bunu bilerek gelenlere oldukça keyifli geldiğini tahmin ediyorum, bilmeden gelenler ise sıkılmış olabilirler. Yönetmen Gustav Deutsch, filminde Edward Hopper’ın 13 tablosundan yola çıkarak o tabloları kanlı canlı sahnelere
84
85
Sinema
Sinema
dönüştürmüş. Karşımızda son derece statik ama görsel olarak üzerinde oldukça çalışılmış sahneler var. Özellikle renk tonlarının tablolar ile aynı olması ve tüm filmde bu tonların dışına çıkılmaması için yönetmen ve görüntü yönetmeni ince ince çalışmışlar belli ki. Filmin görsel açıdan başarısının yanında 13 tabloyu bütünlüklü bir hikâyeye dönüştürme konusunda belli bir sıkıntısı var ama bunun beklenen bir şey olduğunu söyleyebiliriz. Ne de olsa film çok sağlam bir senaryosu olduğu iddiasında değil. Sonuç olarak genel geçer seyirciye göre bir film değil ama bir stil denemesi olarak oldukça ilgi çekici bir filmdi. Bu arada bitiş jeneriğinde tüm tabloları arka arkaya görsek iyi olabilirdi diye düşündüğümü de belirtmeliyim. 17:30 – !f’in en ilgi çekici yanlarından biri başka yerlerde görmenin pek mümkün olmadığı belgeseller oluyor. John Waters’ın fetiş oyuncusu Divine’ın hayatı üzerine yapılmış olan Ben Divine (I Am Divine) belgeseli de bunlardan biriydi. Bu tip belgeseller konusunda deneyimli olan Jeffrey Schwarz, Divine’nın çocukluk yıllarından başlayarak ölümüne kadar yaşadıklarını anlatırken doğru olayları doğru kişiler ile anlatmayı bilmiş. Bu sayede Divine’i farklı yönleriyle ortaya koyan bir belgesel çıkmış ortaya. Bir eleştiri olarak biraz fazla bildik bir tarzda bir belgesel olduğu söylenebilir. Schwarz, ele aldığı kişiliğin yaptıklarını düşünerek bir miktar risk alabilirdi belki ama klasik tarzda bir belgeseli tercih etmiş. Bunun da iyisini yapmış olduğunu söyleyebiliriz. 19:30 – Bu seans için seçtiğim Kıvırcık Saç (Pelo Malo / Bad Hair) festivalin çok fazla adı geçmeyen filmlerinden biriydi. Karşımıza çıkan film de orta karar bir film oldu. Venezuela’dan gelen film, bir yandan güvenlik görevlisi olarak çalıştığı işten çıkarıldıktan sonra iki çocuğuna iyi bir yaşam sürmek üzere çabalayan bir anneyi anlatırken, bir yandan da annesinin karşı çıkmasına rağmen kıvırcık olan saçını düzleştirmek isteyen, bir dans kostümü giyip bununla fotoğraf çektirmek ve dans etmek isteyen bir çocuğu konu alıyor. Bu anlamda hem ülkedeki yaşam koşullarını anlatıyor hem de herhangi bir şekilde toplumun normlarının dışında olmanın çocuk yaşta bile ne kadar zor olduğu konusunu ele alıyor. Annesi, Junior’un istekleri nedeniyle onun eşcinsel olmasından o kadar korkuyor ki oğlunu sevmesine rağmen ona epey sert de davranabiliyor. Hâlbuki film Junior’un cinsel yönelimi konusunda çok kesin bir cümle de kurmuyor. Bu film de görsel olarak son derece sade olan filmlerden biri. Hani neredeyse karakterlerin yaşadıkları yerlerde gizli kameralar yerleştirilmiş, biz onların doğal hallerini izliyoruz. Burada tüm oyuncuların çok doğal performanslarını da es geçmemek gerekli. Onlar da bu oyunculuk tarzları ile filmin görsel yapısına uyum sağlamışlar.
86
21:30 – Amerikan bağımsız sinemasının gerçekten ayrı bir yeri var. Amerikan filmleri de hep birbirine benziyor dediğimiz bir anda ortaya öyle bir şey çıkartıyorlar ki aslında bildik bir hikâyeyi insanın içine işleyen bir şekilde anlatıyorlar. Kimi filmlerden ya da televizyon dizilerinden tanıdığımız ama çok da dikkatimizi çekmeyen oyuncular bu filmlerde yeteneklerini gösterme olanağını buluyorlar. İşte Kısa Dönem 12 (Short Term 12) böyle bir film. Film sorunlu gençlerin gözetim altında tutulduğu bir merkezde geçiyor. Merkezde yaşamanın belli kuralları var. Örneğin küfür edilmeyecek, odaların kapıları her zaman kapalı tutulacak gibi. Ayrıca 18 yaşına gelenler ne olursa olsun bu merkezden ayrılmak durumunda. Aslında bu merkezde çalışanlar da buradaki gençlerden çok büyük değiller. Genellikle onlar da sorunlu gençlikler yaşamışlar, belki de kendileri gibi olan gençlere yardım etmek için bu işi seçmişler. Zaten Brie Larson’un son derece başarılı bir performansla canlandırdığı Grace de böyle bir karakter. Merkezde beraber çalıştıkları Mason (John Gallagher Jr.) ile bir ilişkileri var. Diğer ana karakterlerimiz ise 18 yaşına geldiği için ayrılmak üzere olan Marcus ve merkeze yeni gelen ve kısa süre sonra babasının yanına dönmesi beklenen Jayden. Karakterler arasındaki ilişkiler, olayların geçmişle bağlantıları son derece başarılı kurulmuş. Oyuncuların performansları da başarılı olunca (ki Brie Larson, bu yıl en iyi kadın oyucu Oscar’ına aday olsaymış hiç itirazım olmazmış) filmin düzeyi epey yukarılara çıkıyor. Kısa Dönem 12 önümüzdeki aylarda Başka Sinema kapsamında gösterime girecek. İzleyin derim. 28 Şubat 2014 Cuma: 12:30 – Birkaç yıl önce !f’de izlediğimiz Denizde İki Yıl, son derece ağır tempolu bir filmdi ama etkileyiciydi. Bu nedenle Cuma gününün ilk seansı olarak aynı yönetmenin Karanlığı Savuşturmak İçin Bir Büyü (A Spell to Ward Off the Darkness) filmini seçtim. Benzer şekilde bu da ağır tempolu bir yarı belgeseldi. Yönetmen Ben Rivers, Denizde İki Yıl’da tek başına medeniyetten uzak yaşan bir adamın hikâyesini anlatırken bu kez benzer bir hikâyeyi bir grup özelinde kuruyor, giderek grup içindeki tek bir adamın meditasyonu noktasına geliyordu. Uzunca bir süre son derece sessiz sakin giden film finale doğru yoğun bir death metal konserine dönüşürken adeta o konseri de bir meditasyon ayini gibi yorumluyordu. Yine karşımızda klasik anlamda bir yapıya bağlı olmadığı için seyirciyi zorlayan bir film vardı ama benzer şekilde ilgi çekici bir film olarak akılda kalıyordu. 15:00 – Günün ikinci filmi daha önce bahsettiğim !f’in ilgi çekici belgesellerinden biriydi. Tümüyle arşiv görüntülerinden oluşan Bırakın Yansın (Let the Fire Burn), devletin ya da daha genel olarak otoritenin onaylamadığı bir gruba karşı yapılan bir müdahalenin gelebileceği noktaları çarpıcı bir şekilde gözler önüne seriyordu.
87
Sinema
Sinema
80’lerde Amerika’da yaşanan bu olayda MOVE grubunun yaşadığı eve yapılan polis müdahalesi, evin üzerinde yangın bombası patlatmaya, sonra da yangını bir silah olarak kullanarak içinde küçücük çocuklar bulunan bir evin söndürülmeye çalışılmaması sonucu neredeyse bir katliam yaşanmasını anlatıyordu. Yönetmen Jason Osder, olay yerinden canlı yayın yapan televizyon kanallarının görüntülerinin arasına olayın sonrasında evden canlı kurtulan çocuklardan birinin ifadesi ile birlikte yine olay sonrası açılan mahkemeye polis ve itfaiye müdürü, belediye başkanı gibi kişilerin verdikleri ifadeleri katarak hem olayın dehşetini daha iyi anlatıyor hem de ifadeler arasındaki çelişkileri vurgulayarak özellikle yetkililerin olayları nasıl kendi lehlerine çevirmeye çalıştıklarını gösteriyordu. Filmi izlerken bir yandan dünyanın en medeni ülkesi olarak tanımlanan bir ülkenin bile işine geldiği zaman kendi vatandaşlarına nasıl davranabileceğini düşünürken bir yandan da kaçınılmaz olarak ülkemizde yakın zamanda yaşadıklarımızı da akla getirmemek mümkün değildi.
taşınmıyor. Karakterler neredeyse günlük sıkıcı işlerini yapıyor gibiler. İşin sarpa sardığı, acaba eylem gerçekleştirilemeyecek mi diye düşündüğümüz anlar bile alabildiğine sade. Ancak filmin sorunları eylem yapılıp bittikten sonra ortaya çıkmaya başlıyor. Barajın patlamasının filmi izleyecek olanlar için burada açık etmek istemediğim kimi kötü sonuçları oluyor. Bu da karakterlerimizin kendi vicdanları ile hesaplaşmasına yol açıyor ki işte bu kısımlar böyle bir film için fazla klişe kalıyor. Yine filmin bu bölümündeki yaklaşımı Reichardt’ın bu tip eylemlere ve bu eylemleri gerçekleştirenlere bakış açısı konusunda da kararsız bırakıyor. Bu filmdeki eylemi ve sonrasında olanları tek bir örnek sayıp genele yaymamak gerekir belki ama Reichardt’ın bu eylemlerin gereksizliğine inandığı, eylemi gerçekleştirenleri de samimi bulmadığı sonucunu çıkarmak mümkün.
19:30 – Kelly Reichardt, yavaş tempolu, minimalist ama ilgi çekici filmleri ile tanıdığımız bir yönetmen. Eski festivallerde izlediğimiz filmlerini seviyorum. Bu nedenle Gece Planı (Night Moves) filminden de umutluydum ama bu kez çeşitli nedenlerle biraz hayal kırıklığı yaratan bir film oldu. Gece Planı, bir barajı havaya uçurmak üzere plan yapan, bunu gerçekleştiren ve sonrasında kendi vicdanları ile baş başa kalan üç aktivisti anlatıyor. Filmin barajı patlatana kadar olan kısmını sevdiğimi söyleyebilirim. Tam da Reichardt’ın anlatım tarzına uygun bir şekilde, bir Hollywood filminde hızlı bir tempo, görkemli sahneler, arka planda kimi zaman hareketli, kimi zaman gerilim dolu bir müzikle izleyeceğimiz, hatta kimi zaman komedi unsurları da katılacak bir eylemi olabildiğine sade bir şekilde anlatıyor. Bazen günlük yaşamın içindeki mizahı da gördüğümüz oluyor ama bunlar da hiç abartılı hale
22:00 – !f’in programı açıklandığında öne çıkan filmlerden biri Derinin Altında (Under the Skin) idi. Sıradışı bir bilimkurgu izlenimi veren film İnternet üzerinde Scarlett Johansson’un soyunduğu film olarak farklı bir seyirci kitlesinin de dikkatini çekti. Baştan söyleyelim, ikinci nedenle filme gelecek olanlar çok aradıklarını bulamayacaklar, filmin sonunu bile getiremeyebilirler. Bunun yanında Derinin Altında gerçekten de “sıradışı” hatta deneysel tanımlamasını fazlasıyla hak ediyor. Festivallerde farklı denemelerle karşılaşmaya alışkınız aslında ama bu denemeler çoğunlukla çok adını duymadığımız yönetmenlerden geliyor. Hollywood starı olarak tanıdığımız isimleri de her ne kadar bağımsız filmlerde görmeye alışsak da çok aykırı denemelerde görmeye alışık değiliz, üstelik bildiğimiz kadarıyla Scarlett’in de bu tip filmlere pek ilgisi yoktu. Şöyle diyeyim, film bittiğinde yönetmen Jonathan Glazer’ın Scarlett’i nasıl ikna ettiğini merak etmiştim. Derinin Altında’nın özetinde dünyamıza gelen bir uzaylının bir kadın bedenine girip yoldan yabancıları topladığını ve bunları öldürdüğünü yazıyor. Bazen bu özetler filmleri tam olarak yansıtmaz ama bu film için bir özet yazmaya kalktığınızda bu cümlelerden fazlasını yazmanız pek mümkün değil. Filmde bunun dışında hemen hemen hiçbir şey olmuyor. Bu arada filmde Scarlett’in arabaya attığı adamların oyuncu olmadıklarını, gerçekten o sırada yoldan geçen adamlar olduğunu ekleyelim, onun kim olduğunu bilmeden güzel bir kadın bizi arabasına çağırıyor demişler ve bir anlamda uzaylının değil ama yönetmenin kurbanı olmuşlar. Ama yönetmen Glazer, uzaylının kadının bedenine girdiği ilk sahneden her bir adamın ölümüne ya da final sekansına kadar her sahnede öyle bir görsel atmosfer kuruyor ki o atmosfere kapılıp giderseniz filmden gözlerinizi ayırmanız mümkün değil. Ancak o atmosferi yakalayamazsanız filmden son derece sıkılmanız da mümkün. Filmden çıkarken çok sevdiklerini söyleyenleri de duydum, yönetmenin adını not edelim bir daha hiçbir filmine gelmeyelim diyenleri de. Bu arada film sırasında iki kez telefonlarınızı kapatır mısınız diye bağıran kimdi diye merak edenlerden burayı okuyan varsa, o bendim. Filmden sıkılmanızı anlarım tamam da oturup uzun uzun Twitter’a bakmayı anlamış değilim. O kadar bunaldıysanız sinemadan çıkmanıza kimse bir şey demeyecektir.
88
89
17:30 – 80’ler pek çok farklı özelliğinin yanında, AIDS’in büyük bir korku salarak yayıldığı yıllar olarak da hafızalarımızda yer etti. O yıllarda AIDS için eşcinsel kanseri denildiği de aklımızda. Zaman zaman bu dönemi anlatan çeşitli filmler izliyoruz. Test filmi de bu dönemi eşcinsel iki dansçı üzerinden anlatan bir film. Yönetmen Chris Mason Johnson’ın da modern dansçı olması nedeniyle filmin dokusuna yedirilmiş dans sahnelerini ve zaman zaman eşcinseller üzerindeki baskının hissettirilmesini saymazsak aynı dönemi anlatan benzeri filmler arasında çok öne çıktığını söylemek güç. Aslında dans konusu işin içine girince yıllar önce bir festivalde (muhtemelen Uçan Süpürge’de) izlediğim Indian Summer filmi de aynı dönemi yine dansçılar üzerinden ama daha iyi bir sinema dili ile anlatıyordu. Test filmi belki de yönetmenin pek de aklında olmayan bambaşka bir noktası ile beni etkilemeyi başardı yine de. Film boyunca 80’lerde kullanılan ama bugün olmayan ya da biçim değiştirmiş pek çok cihaz kullanıyor. Örneğin ana karakterimiz o günlerde yepyeni bir cihaz olan walkman’i kullanarak hayatına bir fon müziği ekliyor. Ya da sürekli kablosu dolaşan bir telefon kullanıyor. Bu ve benzeri ayrıntılar o günlerde çocukluğunu yaşamış benim kuşağım açısından bambaşka duygular oluşturuyor ve 80’leri aslında dünmüş gibi hatırlamamıza rağmen aslında ne kadar eskide kaldığını gösteriyor.
Sinema
Sinema
1 Mart 2014 Cumartesi: 12:30 – Cumartesi sabahları sinemaların diğer seansları gibi festival seansları da pek dolmaz aslında. Ama bu seanstaki Her Gün İsyan (Everyday Rebellion) filminin biletleri çok hızlı satılmıştı ve salonun tıklım tıklım olacağı önceden belliydi. Gezi olayları sonrası bu tip filmlere de ilgi arttı demek ki. Her Gün İsyan, dünyanın çeşitli bölgelerindeki direniş hareketlerini bir araya getirerek şiddetsiz direniş anlayışını benimsetmeye çalışan bir belgesel. Yönetmenler yoğun olarak Amerika’daki, İspanya’daki, Rusya’daki ve İran’daki direnişleri karşımıza getiriyor ama dünyanın başka yerlerindeki direnişlere de göz atılıyor. Hatta her ne kadar Gezi olaylarından pek bahsedilmese de daha en başta filmin adı yazarken dumanların arasından süzülüp çıkan mekânın Taksim olduğunu görmek güzeldi. Film başarılı bir belgesel olsa da 118 dakikalık süresinde bir süre sonra fazlaca kendisini tekrarlamaya başlıyordu. Örneğin Femen’e biraz fazla zaman ayrılmıştı bence. Süresi biraz daha kısa tutulsa çok daha etkileyici bir belgesel olabilirdi. Yine de festivalin izlenmeye değer filmlerinden biriydi. 15:30 – Festival kataloğunda bu seans için seçtiğim R100 filminin yönetmeni Hitoshi Matsumoto, Cem Yılmaz ile karşılaştırılıyor, film için de Recep İvedik örnek gösteriliyordu. Açıkçası izleyince keşke Recep İvedik’de bu filmdeki zekâ pırıltıları olsaydı dedim. Filmin adı olan R100, filmin 100 yaş sınırı aldığını gösteriyor. Elbette böyle bir karar yok, yönetmen önceki filminin yüksek yaş sınırı alması üzerine öyleyse bu filmimi sadece 100 yaşının üzerindekiler izlesin demiş. Filmde monoton yaşamından sıkılmış olan bir adamın günün birinde bir S&M kulübüne gitmesi ile değişen yaşamını anlatıyor. Bu kulübün özelliği yaşananların kulübün içinde kalmaması. Adamın günlük yaşamı içinde, örneğin metroda ya da şehrin meydanında yürürken karşısına bir dominatrix çıkıyor ve onu dövüyor. Adamın kendisini güvenli hissettiği bir yerde şiddet görürse bundan zevk alamayacağını savunuyorlar. Bu şekilde başlayan film adamın tek başına bu S&M organizasyonu karşı savaşı ile devam ediyor. Filmin elle tutulur çok sağlam bir hikâyesi olmadığı açık ama oldukça eğlenceli. Bu arada film içinde filmi izleyen yönetmenin asistanlarının filmle ilgili yorumlarını da duyuyoruz. Bunlar da senaryo dâhilindeki yorumlar ama yine de bizim seyirci olarak ne saçma şey bu kardeşim dediğimiz ya da senaryodaki tutarsızlıkları yakaladığımız anlarda yönetmenin de adeta evet ben de bunun farkındayım aslında dediğini duyar gibi oluyoruz. Filmin bitiş jeneriğinin sonrasında görünen sahne ise adeta seyircinin artık bu finale de diyecek söz bulamadım şeklindeki düşüncesini yansıtıyor.
90
17:30 – Bu seans için seçtiğim Sarsıntı (Concussion) filmi monoton bir evlilik yaşayan bir kadının oğlunun oyun sırasında attığı topun başına gelmesi sonrası adeta hayatı yeniden sorgulayarak kendini baştan yaratmaya çalışmasını anlatıyor. Bu olay sonrasında önce para ile seks yapmaya başlayan Abby, sonrasında bu işi kendisinin de yapabileceğini düşünerek kendisi cinsellik için para almaya başlıyor. Aslında karşımızda benzerlerini sıkça gördüğümüz bir film türü var. Monotonlaşan bir ilişki sonrası cinselliği dışarıda arayan kadın ve sonrasında bu işi para karşılığı yapması. Bu filmde işi değiştiren bir tek nokta var. Monotonluk yaşanan evlilik, eşcinsel bir evlilik ve dışarda aranan ilişki de yine eşcinsel bir ilişki. Ancak aynı hikâye tamamen heteroseksüel bir ilişki içinde anlatılabilirdi. Bu durumda anlatılan ilişkinin eşcinsel bir ilişki olmasının filme kattığı bir şey var mı diye bakıyoruz, o da yok. Ne yazık ki bu da filmin eşcinsel temasının festivallerde ön plana çıkmak için katıldığını düşündürüyor. Yine de filmin başrol oyuncusu Robin Weigert’ın başarılı bir performans sergilediğini belirtmemiz gerek. 19:30 – Cumartesi günü tüm yoğunluğu ile devam ediyordu. Sırada Uzun Boylu Adam Mutlu mu? (Is the Man Who Is Tall Happy?) filmi vardı. Michel Gondry eline eski model kamerasını alır, Noam Chomsky ile bir söyleşi serisi gerçekleştirir ve sonra da yine bizzat kendisi bu söyleşiler arka planda duyulurken önde gözükmek üzerine animasyon hazırlar. Filmi en basit olarak bu şekilde tanımlamak mümkün. Ama bu söyleşi öyle bir-iki günde biten bir söyleşi değil. 88 dakikalık bu filmde gördüğümüz söyleşiler yıllara yayılmış. Gondry, zaman zaman yaptığı animasyonları Chomsky’ye de göstermiş. Filmde Chomsky ile Gondry bilimin gelişiminden dilbilime kadar pek çok konudan bahsederken çok ağırlıklı olmasa da Chomsky’nin özel yaşamına da zaman zaman giriliyor. Bunun yanında Gondry filmi yaparken yaşadıklarından da bahsediyor. Filmde bahsedilen konular ve Noam Chomsky ilginizi çekiyorsa keyifle izlenecek bir film, aksi takdirde çok sıkıcı gelebilir. Filmin sıkıntılı noktası (aslında sıkıntılı nokta demek ne kadar doğru bilmiyorum, Gondry muhtemelen bunu amaçlamış zaten), baştan sona çok dolu olması. Film sırasında perdeden seyirciye o kadar çok bilgi akıyor ki, bir film için makul bir süresi olsa da sanki üç saatlik bir film izlemişsiniz hissi veriyor. Bir yandan Gondry ve Chomsky, sürekli olarak konuşuyorlar (boş da konuşmuyorlar üstelik ama Gondry çok belirgin ve yorucu bir Fransız aksanı ile konuşuyor), bir yandan da perdenin tümünü dolu dolu kullanan bir animasyon izliyoruz. İki koldan akan bu yoğun bilgi yetmezmiş gibi biz ana dili İngilizce olmayan ülkelerde bir de altyazıdan bilgi akıyor. İngilizce biliyor olsanız bile gözünüz altyazıya takılıyor. Zaten Chomsky de filmlerde duymaya alışık olduğumuz basit bir İngilizce ile konuşmuyor neticede.
91
Sinema
Sinema
21:30 – Irvine Welsh uyarlamaları dediğimiz zaman ilk akla gelen film elbette Trainspotting. Aslına bakarsanız zaten çok fazla yok ama daha ilk gösterime girdiği andan itibaren çok sevilen ve aradan geçen zamana da direnen bu film (şaka maka neredeyse 20 yıl olmuş gösterime gireli), Welsh uyarlaması olmasa da aynı havayı taşıyan kimi filmlere de yol açmıştı. !f’de izlediğimiz, Başka Sinema kapsamında gösterime de girecek olan Pislik (Filth) bir Trainspotting etkisi yaratır mı bilinmez ama yine çarpıcı bir film var karşımızda. James McAvoy’un ıska geçilmemesi gereken bir performansla canlandırdığı terfi bekleyen polis Bruce Robertson ana karakterimiz. Bruce filmin adından da anlaşılabileceği gibi tam bir pislik. Bir yandan kendisi gibi terfi bekleyen arkadaşlarını devre dışı bırakmak için uğraşırken, bir yandan da çözdüğü takdirde terfi için avantaj kazanacağı bir davayı çözmenin peşinde. Bunu yaparken uyuşturucu ve içkiden zaten hiç vazgeçmezken iş arkadaşlarının eşleriyle yatmaktan da çekinmiyor. Kendi karısıyla da bir takım sorunları var belli ki ama ne olduğunu film ilerledikçe anlamaya başlıyoruz. Aldığı uyuşturucuların ve geçmişinde yaşadıklarının da etkisiyle Bruce’un hayatının bir kısmı da hayaller görerek geçiyor. Aynı zamanda başta Bruce, filmdeki hemen tüm karakterlerin kadınları aşağıladığını söyleyebiliriz (filme kadın düşmanı demek mümkün değil ama, sadece karakterler öyle). Tüm bunlara rağmen, seyirci olarak neredeyse tüm filmi onun bakış açısından izlediğimiz Bruce’u seviyoruz. Bunda James McAvoy’un performansı kadar, çevresindeki polislerin ondan beter olması da etkili. Senaryoyu da yazan Jon S. Baird, yönetmen olarak oldukça tempolu bir anlatım tutturmuş. Görsel açıdan da gerçek dünyada geçen sahnelerle hayal sahnelerini belirgin şekilde birbirinden ayırmış. Muhtemelen romanda da öyle ama senaryo açısından da takdir edilmesi gereken bir nokta, filmin finaline doğru bir sürpriz ile karşılaşsak da senaryo filmin her şeyini o sürprize bağlamıyor. Ya da şöyle diyelim, film bittikten sonra aklınızda kalan tek şey o sürpriz olmuyor. Filmde bolca küfür, bir miktar da şiddet ve cinsellik olduğunu da eklemek lazım sanırım. Festivalde bile rahatsız olup çıkan birkaç kişi olduğuna göre vizyona girdiğinde bu sayı daha fazla olabilir. 00:00 – Uzun zamandır festivallerde tek günde altı uzun metraj filmi arka arkaya izlememiştim. Bu kez günün filmlerinden hiçbirini feda edemeyince altıncı filmi de programa eklemeye mecbur kaldım (nasıl bir mecburiyetse artık). Böyle olunca günü İntikam (Blue Ruin) filmi ile kapatmış oldum. Film adı üzerinde, bir intikam hikâyesini anlatıyor. Film, kendi halinde sessiz sakin bir evsiz adam olarak görünen Dwight’ın yıllar önce ailesini katletmiş olan (en azından bu suçtan hapis yatmakta olan) adam hapisten çıkınca peşine düşmesi ve onu öldürmesi ile başlıyor. Olay sonrası işler tam olarak beklediği gibi gitmeyince olay neredeyse bir kan davasına dönüşüyor ve Dwight koca bir aileye karşı neredeyse tek başına bir hayatta kalma mücadelesine girişiyor. İntikam ilk başta geceyarısı gösterilmeyi hak edecek kadar çok şiddet içeriyor gibi gözükmüyor ama film
92
ilerledikçe şiddet düzeyi de artarak seyirciyi giderek daha fazla rahatsız etmeye başlıyor. Filmin tümünde atmosferin oldukça başarılı oluşturulduğunu söylemek mümkün. Zaten genel olarak bir korku filmi değil karşımızdaki. Çoğunlukla ölüm sahnelerinin bol kanlı olduğu bir gerilim filmi denebilir. 2 Mart 2014 Pazar: 12:30 – Bir önceki gün altı film izledikten sonra bugüne 130 dakikalık bir filmle başlamak ne kadar akıl karıydı tartışılır ama Takashi Miike’nin bir filmini sinemada izleme şansı çok sık elimize geçmiyor. Bu nedenle kendimi zorlayıp izlemek istedim ama sonuç ne yazık ki hayal kırıklığı. Bir manga uyarlaması olan Köstebek Şarkısı: Gizli Ajan Reiji (Mogura no Uta - Sennyû Sôsakan: Reiji / The Mole Song: Undercover Agent Reiji) filmi aslında çok basit bir polisiye hikâye anlatıyor. Reiji sadece birkaç kişinin bildiği gizli bir görevle mafyanın içine giren bir polis. Pek çok polisiye filmde gördüğümüz bir durum söz konusu yani. Fakat burada filmin komedi-aksiyon kalıplarında olmasından dolayı Reiji tam bir avanak polis konumunda. Bu şeklide kurulan film yapısı da türe bir yenilik kazandırmaktan çok benzerlerini, hatta daha iyilerini çokça izlediğimiz Hollywood aksiyonkomedi filmlerine yaklaştırıyor. Miike, ondan alıştığımız gibi zaman zaman aşırı noktalara gidebiliyor ama bunlar da filmin içinde çok anlamlı olmadığı gibi komedi tarzı da size hitap etmiyorsa (ki bana etmedi), filmden zevk almak oldukça güç oluyor. 15:00 – Bir hayal kırıklığı sonrası festivalin bana göre en etkileyici filmlerinden birini izledik. Bu seans için seçtiğim Ziyaretçiler (Visitors), Qatsi üçlemesi ile tanıdığımız Godfrey Reggio’nun yeni belgeseliydi. Ama belgesel derken akla klasik anlamda bir belgesel gelmesin. Tümüyle diyalogsuz, siyah-beyaz bir film olan Ziyaretçiler, perdeden bize doğru bakan bir primat görüntüsü ile başlayarak dünyada ziyaretçi olanın bizler olduğunu söylüyor adeta. Film boyunca da çoğunlukla perdeden bize doğru bakan çok çeşitli yaştan ve ırktan insanlar görüyoruz. Bir filmin siyahbeyaz çekildiğini görünce genellikle yönetmenin neden böyle bir karar aldığını düşünürüm. Bu filmde söz konusu insan yüzlerinin verdiği duygunun siyah-beyaz dışında herhangi bir şekilde verilebileceğini düşünmüyorum. Siyah-beyaz çekimler yetişkinlerin yüzündeki çizgilerin verdiği duygular ile çocukların içlerinden gelen coşkuları çok etkili bir şekilde veriyor. Filmin geri kalan kısmında da çeşitli mimari yapıların yine statik ama etkileyici görüntülerini izliyoruz. Benzer şekilde bu görüntüler de siyah-beyaz olarak son derece etkileyici olmuş. Bunun yanında aydan çekilmiş dünyaya bakan çeşitli görüntüler de film içinde yer almakta. Anlaşılabileceği gibi filmin belli bir hikâye akışı yok, çoğunlukla seyirci üzerinde yarattığı his üzerine kurulu. Bu nedenle benim gibi filmi çok sevenler olabileceği gibi o duygu haline giremeyen seyircilerin filmi sevmemesini de anlayabilirim. Nitekim filmden yarıda çıkanlar da az değildi ama en azından kendi arasında konuşanların çok az olduğunu söyleyebilirim.
93
Sinema
Fuar
İzlenimleri
Şunu da söylemek lazım, Ziyaretçiler gibi filmler tam da sinemanın büyük ekranında, karanlık bir salonda izlendiğinde o hipnotize olma hissini yaratabilen filmler. Evde izlendiğinde dikkat dağıtan pek çok çevresel etmen olduğu için filmin sonunu getirememeniz, en azından aynı etkiyi alamamanız çok olası. 17:30 – İşte benim için bu yılki !f’in son filmi geldi çattı. Hélène Cattet ve Bruno Forzani’nin önceki filmleri Amer de !f’de gösterilmişti. İtalyan giallo filmlerine selam çakan bu filmi epey sevmiştim. Bu nedenle Bedenindeki Gözyaşlarının Garip Rengi (L’étrange Couleur des Larmes de ton Corps) filmini de merakla bekliyordum. Doğrusunu söylemek gerekirse yönetmenler stil denemesi işini bu kez biraz abartmışlar. Ortada karısı durup dururken ortadan kaybolan bir adam, flashbacklerle anlatılan bir dedektif hikâyesi falan var ama sanki filmin konusu o kadar da önemli değilmiş gibi gözüküyor. Yönetmen ikilinin asıl derdi perdeyi yine çoğunlukla giallo filmlerinden ödünç aldıkları çarpıcı imajlarla doldurmak adeta (ki filmin isminden itibaren göndermeler başlıyor zaten). Filmden keyif alıp almamak da aslında bu tarzı benimseyip benimsememekle ilgili. Filmdeki her sahneye bir anlam yükleyip bütünlüklü bir hikâye bekliyorsanız işiniz biraz zor. Ya filmi birkaç kez izleyeceksiniz ya da kopup gidecekseniz. Ama bu tip bir filmin görsel atmosfer olarak sizi içine çekip bu yönüyle size keyif vermesini yeterli buluyorsanız tam da sizin filminiz olabilir. Doğrusu ben filmi seçmeden önce de nasıl bir şeyle karşılaşacağım konusunda bilgi sahibi olduğum için keyifle izledim. Hatta !f önümüzdeki yıllarda yönetmenlerin üçüncü filmini de gösterirse şimdiden yerimi ayırtabilirim. !f Ankara’yı günde dört filmden aşağısıyla kapatmak pek âdetim değildir ama bu kez üç filmle günü tamamladım. Yoruldum mu acaba? Yok canım ondan değil de bu günün bir de gecesi var, gece de Oscar törenleri. Günü beşlerdim ama bu durumda gece Oscar törenlerinde sızıp kalacağım kesin gibiydi. Oscar’ı izlemek için önceden uyumayı tercih ederek eve doğru yollanırken festival ekibine sonraki festivallerde tekrar görüşmek üzere diyerek teşekkür ediyordum.
İzmir Kitap Fuarı’nda Anadolu’dan Korku Esintileri
Hasan Nadir DERİN http://sinemamanyaklari.com/
Anadolu Korku Öyküleri’nin imza günü ve söyleşisi nedeniyle, Nisan ayında düzenlenen İzmir Kitap Fuarı’ndaydık. Neler olup neler bittiğini Gölge namına aktarmak için çöktüm klavye başına… İzmir’e gelişimiz ayrı bir macera oldu. Neticede bir pazar sabahı Işıl Beril Tetik, Galip Dursun, Koray Günyaşar ve Demokan Atasoy ile kitap fuarının girişinde bir araya geldik. “Anadolu Korku Öyküleri” söyleşisi öncesinde kendi aramızda bir söyleşi cereyan etti. Gelen tepkiler, yorumlar üzerine şöyle bir hasbihal ettikten sonra söyleşide nelerden bahsedeceğimizin konusuna bile gelmeden bir de baktık söyleşi vakti gelmiş bile. Konferans salonlarından birine geçtik, yerlerimizi aldık, kamera düzeneğini kurduk. Biz geldiğimizde birkaç kişi varken bir süre sonra kalabalıklaştık, insanlar yerlerini aldılar. Yaş grubunun çeşitliliği dikkatimizi
94
95
Fuar
Fuar
İzlenimleri
İzlenimleri
çekti. Öğretmenleriyle gelmiş olan, sürekli not tutan genç arkadaşlar, sorularıyla kendi anekdotlarıyla da katılmasını bildiler. Hatta bir yıl kadar önce tiyatro sahnesinde Hüseyin Rahmi’nin “Gulyabani”sini oynadıkları sene meşhur koca kafalı gulyabani kostümünün bir benzerini kuşanıp sahnede rol almış bir oyuncu da vardı kalabalıkta, onunla da güzel bir sohbet gerçekleştirdik. Peki, biz söyleşide neler anlattık? Anadolu Korku Öyküleri’nin çıkışını anlattık dolaylı yoldan. Bize nelerin ilham verdiğini, hikâyeleri, tarihe yansımış notları ve tarihsel bağıntıları… Bilhassa Demokan abinin Mezopotamya’dan günümüze kadimin destan-hikaye anlatıcılarıyla aramızdaki bağı anlatması insanların bir hayli ilgisini çekti. Her birimizden dinledikleri birkaç anekdotla harıl harıl not tutanları gördük, en çok dikkatimizi çeken ise insanların gösterdikleri ilgiydi. Anadolu Korku Öyküleri’nin uzun seneler sürmesini planladığımız doğmamış öykülerine kıvılcım oldu desem yeridir. (Söyleşinin hem videosu hem de bildiğim kadarıyla ses kaydı mevcuttur ancak henüz yayınlanmadı) Söyleşi bitip toparlandığımız sıra orada İzmir’den bazı arkadaşlarımı da gördüm. Bir tanesi hem korku tarzı hikâyeler yazan hem de üniversitede bu konular üzerine bir araştırma yürüten meslektaşım Seçkin Sarpkaya’ydı. Ayaküstü yüz yüze tanışma imkânı bulduk. Ben pek sohbet edemedim ama Galip abilerle bayağı iyi bir sohbet harlamışlar, Anadolu Korku Öyküleri üzerine konuşmuşlar.
96
İmza faslına geçtiğimizde, söyleşiden gelen birçok kimseyle orada da ayaküstü görüşmeler yaptık. E-posta adresleri verildi, kitaplar tavsiye edildi. Gençlerin daha fazla ilgi göstermesi dikkatimizi çekti. Fantastik, korku tarzı çeviri kitaplar kadar kendi edebiyatımızdan çıkan benzeri türde bir çalışmaya gösterilen bu ilgi elbette umut vericiydi. İmzaya anneleriyle, babalarıyla gelen genç arkadaşlara bir yandan imza verirken diğer yandan velilerine okuma alışkanlığının kazanılmasında bir anlamda destek oldukları için teşekkür ediyorduk. Öyle ya söyleşide de orada da bahsettiğimiz bizden yazarların eserlerini de merak edip okumaya başlayacaklar, merak edecekler… Tabi söyleşiden önce yarım kalan sohbetimiz o esnada da sürdü, kendi aramızda da kitap siparişleri, bilgi alışverişi sürüp gitti… İmza bittiğinde günün yorgunluğu ve yol yorgunluğuna rağmen İzmir’de son saatlerimiz yine imzada, söyleşide yaşadıklarımız ve ileride yaşayabileceklerimiz üzerine geçti. Servisi beklerken hararetli bir sohbet anında fark ettim bir anda yeni bir hikaye kurgusu üzerinde konuşuyoruz. “Günün kapanışı da Anadolu Korku’su üzerinden…” demekten alıkoyamadım kendimi. Nitekim İzmir’den ayrılırken bu toprakların korku esintileri, hikaye tortuları hala üzerimizdeydi, bunu hissedebiliyorduk… Mehmet Berk YALTIRIK 26 Nisan 2014 – İstanbul
97
Pin-up
98