SAYI 9 HAZİRAN 2008
GÖLGE | Haziran ‘08
KAPAK İÇİ YAZISI
Yerli çizgi roman kültürü yazınındaki boşluğu doldurmaya çalıştığımız Gölge dergimiz, bütün yazarların büyük özverileri ile her ay çıkmakta direniyor. (Gerçi ben iki sayfa bir şeyler karalayıp yolluyorum, o da editörün “elimde çıplaklar kampında çektirdiğin fotoğrafların var” şantajına maruz kaldığımdan...) Siz sevgili okuyucularımızın ise tek yapması gereken, kotanızdan 15-20 mb’lık bir kısmı gözden çıkarıp bir pdf dosyasını bilgisayarınıza indirmek. Kazançlı çıkan siz olacaksınız, bundan emin olun! Efendim “Ben bilgisayardan bir şey okuyamam, elime almak isterim dergiyi (!)” derseniz... o zaman da, pdf dosyasını açınca print diye bir ikon var sevgili okuyucu, çekinme bas ona! Kartuş pahalı mı dedin? Onun da çözümü var: ayarları en düşüğe getir, bir de iki sayfayı tek sayfa olarak birleştir, al sana cillop gibi dergi. Biz tabii ki doğanın korunması için “kağıt israf etme, monitörden okumaya alış” deriz. Yine de sana kalmış, o kadar israftan bir şey olmaz. Hatta elindeki kağıdı okuyup etrafa dağıtır, derginin duyulmasını da sağlayarak cennetlik olursun belki de... Bu sayıyı da öncekiler gibi seveceğini umar, seni sayfalarla baş başa bırakmadan önce “Fazla bilgisayar başında oturma, bu haziran sıcağında, madem çıktısını da aldın, çık bir parka püfür püfür oku,” derim bu güzel dergiyi.
Masis ÜŞENMEZ Gölge e-Dergi Yazarı
Bu dergide yayınlanan tüm yazı ve çizimler yazarlarına-çizerlerine aittir İzinsiz alıntı yapılamaz, yayınlanamaz Yazıların içeriğinden yazarları-çizerleri sorumludur Editör: Ahmet Hamdi Yüksel Gölge Yayın Kurulu; Oğuz Özteker, Utku Tönel, Şükrü Bağcı, Emre Özgen Dergimize yazarak ve çizerek katkıda bulunabilirsiniz.
www.hayalsaati.com
Gölge e-dergi de yazar ve çizere her zaman ihtiyaç duyulur. Yazmak-çizmek gibi bir yeteneğiniz varsa golge.editor@gmail.com dan bize ulaşabilirsiniz. Cengiz Han demiş ki;
“Saklanmak için yer yoktu, ben de korkmaktan vazgeçtim…” Siz de korkmayın; Gölge’yi okuyun, Gölge’ye yazın ;) Aylık süreli yayın (Sayenizde)
Kapağa yazı yazma görevini geçen sayının kapağındaki yazılara “Bu nasıl grafik?” diyerek itiraz etme cesaretini gösteren Övünç Güven Ersoy’a verdik... Teşekkürler Övünç ;)
2
İÇİNDEKİLER Kapak Mert YAVAŞÇA Kapak İçi Yazısı Masis ÜŞENMEZ Sayfa 2 Arthur C. Clarke’ın Gizemli Dünyası Masis ÜŞENMEZ Sayfa 4 Korkak Utku TÖNEL Sayfa 6 Be Kind Rewind Barış SAYDAM Sayfa 8 “Hodi Podi Çocuklara Verdiğimiz Bir Hediye” GÖLGE Özel Röportajı Sayfa 10 Hodi Podi: Gökyüzündeki Ülke Barış MÜSTECAPLIOĞLU Sayfa 14 Wachowskiler Ve Speed Racer Fikret KARAKURT Sayfa 15 Ars Moriendi Yazan : Utku TÖNEL Çizen : A.Gökhan GÜLTEKİN Sayfa 18 Nasıl Fantastik Edebiyat Okuru Oldum? Gizem ÖLGEN Sayfa 21 2X2 Shinobuden Onur KÜÇÜK (kazegami) Sayfa 23 80’ler Ve Korkunç Komik Filmler Murat Tolga ŞEN Sayfa 26 “Ben Kendimi Bildim Bileli Resim Yapıyorum” GÖLGE Özel Röportajı Sayfa 28 Adanın Yüz Karası Oğuz ÖZTEKER Sayfa 32 Gilda Eda İHTİYAR Sayfa 39 Star Wars : Fenomeni Yaymak Cansu KORKMAZ Sayfa 41 Hulk Ümit KİREÇÇİ Sayfa 46 Bir Sinefilin Festival Günlüğü Hasan Nadir DERİN Sayfa 51 Free Comic Book Day Matt BRADY Çeviren: Oğuz ÖZTEKER Sayfa 60 Aydede Yazan : İbrahim AYDIN Çizen : Hakan AYDIN Sayfa 69
GÖLGE | Haziran ‘08
ARTHUR C. CLARKE’IN GİZEMLİ DÜNYASI
Bilim Kurgu sevgisini geniş kitlelere yayabilmiş yazarlar yavaş yavaş aramızdan ayrılıyor. Önce Asimov, sonra Stanislaw Lem, şimdi de Arthur C. Clarke. O kendilerine özgü, futuristik bilim kurgu anlayışları nasıl artık yoksa kendileri de bu dünyadan sıkılıp ayrılmak istemişler gibi. Sanki bir buruklukla bizi bırakmayı seçmişler. Sıra ile gidiyorlar, tek tek, acele etmeden. Artlarında sevenlerini bırakarak. Bilim kurgunun şu an bulunduğu yapay konumdan pek hoşlandıklarını sanmıyorum. Kendi zamanlarının bilime odaklı kurgusunun, nasıl çocuk oyuncağına dönüştüğünü gördüler yaşamları boyunca. Yeni bilim kurgu daha çok aksiyona yönelik, şiddet dozu yüksek, okuyucuya fazla kafa yoracak bir şey bırakmıyor. Oysaki onların naif hikâyeleri şimdiki gençlik için sıkıcı masalların ötesine geçemiyor. Sizleri Arthur C. Clarke’ın yaşamı ile sıkmak istemiyorum. 1917’de doğduğu İngiltere’nin ücra bir kasabasından, Sörlüğe kadar giden bu yaşam sizleri ilgilendiriyorsa çok basit bir arama ile zaten bulursunuz (adres google). O kaynaklardan kopyala yapıştır yapmak ne bana, ne de dergimize yakışır. Ben size Clarke’ın başka yönlerini ve bana hissettirdiklerini anlatmaktan yanayım (tamam editörün zoruyla oldu, yoksa ben de kolay yolu seçerdim). Bilim kurguya başladığım kitap Rama ile Randevu’dur. İlk Rama’yı bir solukta bitirdiğimde bana düşündürdüğü öncelikle bu eserin nasıl bir beyinin fantezisi olduğu idi. Clarke’ın Rama dünyası yere çok sağlam basan ve bilimsel gerçeklikler üzerine şekillenmiştir. Beyninin içinde inşa ettiği bu silindirik gemi o kadar kafaya yatkındır ki gerçekliğinden şüphe edemezsiniz. Daha ortada uydu kavramı yokken yazar bir göktaşının dünyaya çarpma tehlikesine karşı kafasında bir kalkan uydu sistemi kurmuş ve bu uydunun dünya ile haberleşmesinde geçen zaman kaybını bile hesaplamıştır. Clarke’ın bu tarz yaklaşımları o zamanlar bilim çevrelerince hor görülse de zamanla NASA tarafından kullanılmaya başlayan pek çok sistemi yazılarında inşa etmiştir. Rama’nın devamı niteliğindeki Rama II serisi ise ilk Rama’daki bilimsel tarzdan çok insan ilişkilerine odaklanmıştır. Yazarın Gentry Lee’nin yardımıyla yazdığı, en beğendiğim eseri olan bu seri hayatımda da önemli bir rol oynamıştır (eşime selam ederim). Üstün zekâlı Richard Wakefield’in küçük Shakespeare robotları yaparak zaman geçirmesi, ileride karısı olacak Nicole des Jardins’le olan duygusal gelgitleri, Nicole’ün insan türünün gelişimi için en sevdiği insanı kendinden uzaklaştırması, Richard’ın organik maddeler üreten makineden çıkardığı olağanüstü tasarımlar kitabı sevmemin başlıca nedenleridir. Rama II’de yazar bize insan ilişkilerinde çıkar çatışmalarının, kıskançlığın, kötülüğün her nerede olursak olalım değişmediğini bize gösterir. Clarke’ın günümüzün Nostradamus’u olmasının kanıtı sadece uydu haberleşmesini bulması ile de sınırlı değildir. Daha ilk romanı Prelude to Space (1947)’de 1959’da aya ayak basılacağını yazmış ancak bu düşü 78’e kadar gerçekleşmemiştir. Gezegen araştırmaları yapılmamışken Jüpiter’in kaç tane uydusu olduğundan bu uydularda buz kütlesi bulunabileceğine kadar birçok varsayımda bulunmuş ve hatta güneş sistemini araştıran uyduların Jüpiter’in yörüngesinde hız almasına dair bir sistem bile geliştirmiştir. Clarke’ın yazdığı sayısı bini bulan kısa hikâyelerind-
4
en biri olan “Dial F for Frankenstein” (1964) Britanyalı bilgisayar mühendisi Tim Berners-Lee’ye 1989’da ortaya çıkardığı World Wide Web (www) kavramına ilham vermiştir. Daha gerçeğe dönüştürülememiş onlarca öngörüsü bulunan Arthur C. Clarke New Scientist dergisine verdiği bir röportaj’da “İnsanlar gülmeyi bırakırsa 50 yıl sonra gerçekleşecek,” demiştir. The Sentinel adlı kısa hikâyesinden yola çıkarak Stanley Kubrick’le beraber senaryolaştırdığı “2001: A Space Odyssey”’in filme alınması ile okuyucu kitlesini ve ününü arttıran Clarke’ın burada anlattığı Dünya’ya uygarlığı getiren Monolith taşı ilginç bir şekilde geçtiğimiz yıllarda İngiltere’de ortaya çıkmıştır. Tabii bunun bir aldatmaca olduğu konusunda da önemli şüpheler bulunsa da taş çıktığı gibi tekrar bilinmeyen bir şekilde yok olmuştur. Yazarı tabii ki çağdaş bir medyummuş gibi göstermek istemiyorum sizlere, ancak öngörüsü gelişmiş bir kişi olduğu da bir gerçektir. Mucitlik yanının da üstünlüğü zaten daha on iki yaşındayken kendi teleskopunu tasarlayıp yapmasından bellidir. Yazarın Bilim Kurgu hikâyeciliği ile ilgili saptamış olduğu üç temel kuralından da bahsetmek isterim: 1 – Eğer yaşlı ve ünlü bir bilim adamı bir şeyin mümkün olduğunu söylerse, neredeyse kesinlikle haklıdır. Ama aynı kişi bir şeyin imkânsız olduğunu söylerse çok büyük ihtimalle yanılıyordur. 2 – Olabilirliği keşfetmenin tek yolu imkânsıza doğru biraz daha gitmeyi göze almaktır. 3 – Yeterince gelişmiş bir teknoloji sihirden ayırt edilemez. Arthur C. Clarke’ın işleri, uzay mekikleri, bir uydu ve hatta bir dinozor türüne verilen isimlere ilham kaynağı olmuştur. Ayrıca yazarlığı dışında seksenlerde TV şovları ile de fikirlerini dünyaya açıklamaya çalışmıştır. Bunun yanında Arthur C. Clarke hiçbir zaman edebi olarak üstün nitelikte bir yazar olmamıştır. Ancak yazılarındaki basitlik ve hayal gücünün sonsuzluğu onu çağdaşlarından (kusura bakma sevgili okuyucu, yıllardır şu kelimeyi bir yerde kullanmak isterdim ve kullananlara imrenirdim, şimdi rahatladım) birkaç adım öne çıkarmıştır. Aldığı birçok ödülden onu en çok gururlandıranı olması yanında, başını en çok ağrıtanı da İngiliz Kraliyet Onur nişanı olarak Sör unvanı alması olmuştur. 1998 yılında unvan onanmadan önce hakkında bir tabloid gazetesinde Pedofili suçlaması yapılmış, o da aklanana kadar ödülü reddetmiştir. Olayın bir düzmece olduğu anlaşılınca gazete özür yazısı yazmış ve yazara da unvanı verilmiştir. Ayrıca 1994 yılında da Nobel barış ödülüne de aday olmuştur. 1959’dan beri çocuk felci yüzünden tekerlekli sandalyeye mahkûm kalmış olan yazar yine de yaşama azminden bir şey kaybetmemiş ve uzun yıllar dalışlar yaparak kendi özgürlüğünü denizde bulmuştur; kendi deyimi ile “Deniz altında tüm fonksiyonlarım çalışıyor”. Kendisi artık aramızda yok, ama dünyaya bıraktığı miras nesiller boyu unutulmayacak. Kitapları her zaman bilim kurgu fanlarının başucunda bulunacaktır. Şu anda Rama ile Randevu David Fincher’ın yönetmenliğinde sinemaya aktarılıyor. Oyuncular arasında Morgan Freeman’ın adı geçiyor. 2009 sonlarında vizyona girmesi beklenen film bakalım 2001: A Space Odyssey gibi bir klasik olabilecek mi?
Masis ÜŞENMEZ masisus@gmail.com
GÖLGE | Haziran ‘08
KORKAK
Yoldaki sessizliği seviyorum. Korkularımın canlı kalmasını, hayatta kalmamı sağlıyor. Cesurların çoğu siperlerde öldü. Kimisi de tuvalette ihtiyaç giderirken ölmüştür muhakkak ama yine de cesur adamlardı. Geriye sadece ben ve benim gibiler –korkaklar– kaldı. Yoldaki ıssızlığı seviyorum. Geçmişi hatırlatıyor. İnsanoğlunun gösteriş, hırs ve aptallıklarla dolu gelmişini, geçmişini ve geleceğini. Yapılan hataların büyüklüğünü, eksilen insanların geride bıraktıkları boşluklarla ölçüyorum. Bir zamanlar iki yüz kişinin yaşadığı küçük bir köyden geçerken, ufak bir hata, bir taktik hatası diyorum, on iki bin kişilik bir kasabanın enkazını geçerken topçu birliklerinin yanlış konumlandırılması diyorum, yüz elli bin hayalet barındıran bir kentten geçerken, hava savunmasında büyük bir boşluk ve yedi milyonluk bir yıkıntının içinden geçerken tek bir aptallık diye düşünüyorum. Savaş. Bu ıssız yolun ortasından geriye baktığımda her şey normal görünüyor. Yıllanmış asfaltta bile ufak tefek yaşlılık belirtileri dışında bir iz yok. Toprak normal zamanlarda olduğundan daha kurak değil ve hava herhangi bir kışlarsıcakvekurakyazlarılıkveyağışlı bölgesindeki gibi. Ama yine de bir gariplik var. Bir zaman, bir yerde, bir şeyler ters gitmiş. Ensemdeki tüylerin diken diken oluşundan anlayabiliyorum. Birileri bir hata daha yapmış ve bu hatanın bedelini ben, burada tek ayağı çukurda bir katırın sırtında bulunmakla ödüyorum. Normal şartlar altında insan evladı asfalt yolu katırlarla kat etmek için yapmamıştır ve normal şartlar altında petrol yakıtları katır yükü cinsinden hesaplanmaz. Yine normal şartlar altında kimse bu kadar benzini benim gibi bir korkağa emanet etmez ve böylesine değer taşıyan bir yükü şehirlerarası yolda korumasız, ağzında tüten sigarayla, bir başına taşımaz. Bu, delilik ya da en azından tedavi edilebilir bir ruhsal bozukluk olarak algılanır. Ancak eğer birileri sizin elinizdeki tek sermayenize ipotek koymuş ve sizden ne yapıp edip borcunuzu ödemenizi istemişse, normal şartlar altında yapmanız gereken, en yakın kasabadaki yakıt
6
deposunu yağmalamak değil, bir başkasından borç istemektir. Yine üzülerek söylüyorum ki; normal şartlar altında insanlar birbirlerinin kafasının üzerine koca bombalar fırlatıp dünyayı nükleer bir havai fişek gösterisine çevirmeyeceğinden, bu “ruhsal bozukluğum” mazur görülebilir. Sessizliği bozmamak için içimden bir şarkı tutturuyorum, on iki yıldır etrafta duyabildiğim tek şarkıyı. Sigaramdan son bir nefes daha çekip cebimden bir yenisini yakmak üzere tabakamı çıkarırken ensemden sırtıma bir ağrı saplanıyor. “Kıpırdama!” Orta yaşlı, dişlerinin yarısı dökülmüş kuru gırtlaklı bir adamın sesi. Kanlı gözler, çatlak bir cilt, kirli sakallar, düşük omuzlar, kambur bir sırt ve ucu bana dönük bir Walther p38. Katır yüküyle benzin taşıyan birini ateş etmekle tehdit etmek de ruhsal bozukluklar arasına alınmalı, üstelik benden isteyebileceği tek şeyin benzin olduğunu düşünürsek. Fazla kafa yormaya da gelmez, ne de olsa aklı normal şartlar altındaki gibi işlemiyor. Usulca ellerimi yukarı kaldırıyorum, hareketimden cesaret alıp saklandığı yerden doğruluyor. Kısa bir kararsızlığın ardından, cesurca bir adımla bana yaklaşmaya karar veriyor. Gel, ne olursan ol yine gel. Yakından, uzaktakinden daha çirkin görünüyor, mesafe yüzündeki çatlakların derinliğini, çirkinliğini gizliyor ve onu yüzüne bakılabilir bir adam olarak sunuyor. Savaşın üzerinden on yıl geçtikten sonra her şey sanki her zaman böyleymiş gibi yaşıyoruz. Yıllar geçtikçe her şey daha normal görünüyor. Bu ıssız yolda iki medeni insan gibi birbirimizi selamlıyoruz. “Şu bidonlardan birini aç bakalım. İçinde ne varmış, bir görelim.” Bir korkak olduğum için derhal bana denileni yapıyorum. İçindekini görmesi için yavaş yavaş bidonu kaldırıp benzini asfalta döküyorum. Damlalar yerde birikip ayaklarının dibine doğru akarken kurnaz gülümsemesi koca bir sırıtışa dönüşüyor. Duyuyorum, içinden ‘Bu sefer piyangoyu vurdun oğlum’, diyor. Sevinçten ayaklarını yere vurup, sıçrayan petrolün sesiyle dans ediyor. “Benzin,” diyorum. Sigaramın sönmekte olan izmariti dudaklarımdan kayıp yere düşüyor. Birden parlayan benzin adamın ayaklarını tutuşturuyor. Elimdeki bidonu başından aşağı boca ederken, katır alevlerden ürküp kaçmaya çalışıyor. Yine bir cesur ölüyor, yine bir korkak hayatta kalıyor. Yanmakta olan adamı arkamda bırakıp ilerlerken saklandığı yere bir merakla göz atıyorum. Hurdaya çıkmasına az kalmış bir motosiklet yan yatmış duruyor. Borcu da, sermayeyi de siliveriyorum. Katır mı? Ondan da iyi bir akşam yemeği olur herhalde.
Utku TÖNEL http://kendime.blogspot.com Vinyet İlker GAZİOĞLU http://ilkergazioglu.deviantart.com
GÖLGE | Haziran ‘08
BE KIND REWIND Gondry’den sihirli bir dokunuş… Michel Gondry’nin son filmi Be Kind Rewind, yönetmenin artık kemikleşen seyirci kitlesini oldukça memnun edecek tarzda bir yapım. İzlerken zaman zaman kahkahalarla güleceğiniz, zaman zaman da hüzünlü anlar yaşayabileceğiniz sıradışı ve özel bir film. Be Kind Rewind isimli video dükkânının sahibi Fletcher, dükkânda çalışan Mike ve onun en iyi arkadaşı Jerry üzerine kurulan film, bir yanıyla da günümüzde kaybolmaya yüz tutan yerel kimlikleri, küçük, kapalı ve kolektif bir tarih bilinci taşıyan şehirleri de anlatıyor. Fletcher’ın, belediyenin şehri modernleştirmek için yürüttüğü çalışmalar yüzünden eski video dükkânını yeniden düzenlemesi gerekmektedir. Fletcher’da çareyi, VHS formatında kasetler kiraladığı video dükkânını, DVD formatında filmlerin satıldığı modern dükkânlara çevirmekte bulur. Araştırma için şehirden bir süreliğine uzaklaştığında ise Mike ve Jerry ortalığın altını üstünü getirir. Jerry’nin magnetize olması ve dükkândaki bütün ka-
setleri bozmasıyla, ikili film kiralamak için yeni yollar aramaya başlar. Çözüm basittir: Filmleri yeniden çekmek! Bu ana fikirden hareketle sinema tarihine geçmiş pek çok filmi ikili basit tekniklerle yeniden çeker ve bu iş beklenmedik derecede başarılı olur. Be Kind Rewind bu basit ve absürt hikâyesini; müthiş bir mizahla ekrana taşırken, özünde de kimliğini unutmak istemeyen yaşlı bir adamın ve amiyane tabiriyle iki işe yaramazın kişisel hayat hikâyelerine yoğunlaşıyor. Bireysel anlamda toplumda herhangi bir yeri olmayan bu insanların ortak bir çalışmayla bir anda kahramana dönüşmeleri, bunun hemen ardından da bireyselliğin terk edilişi ve toplumsal bir farkındalık yaratılması oldukça güzel. Şehre kök salmış bir caz şarkıcısının hayat hikâyesinin filme çekilmek istenmesi ve bu fikir etrafında bütün şehrin ortak hareket edişi, sonuç itibariyle yapılan filmden çok bir ruh halini vurguluyor. Film o ana kadar birbirinden şaşırtıcı ve yaratıcı mizansenlerle izleyicileri eğlendirirken, işte o ruh halini hissettirdiği andan itibaren de filme tuhaf bir hüzün hâkim oluyor. Bu belki de Michel Gondry’nin bütün filmlerine nüfuz eden, modern yaşamda aslında herkesin yapmak istediği, fakat bir türlü yapamadığı ve sürekli içine attığı bir halet-i ruhiyenin dışavurumunun getirmiş olduğu sezgisel bir şey. Gondry’nin filmlerinde yaratmış olduğu bu sihirli dünya, Be Kind Rewind’da da eski bir video dükkânında izleyenleri içine alıyor. Unutulmaya yüz tutmuş pek çok şeyi hatırlatması yanında, basit formüller üzerinden etkileyici güzellikte formlar yaratabilen Gondry, son harikasıyla da seyircilerin
8
kendi içlerindeki engin dünyaları keşfetmelerine olanak sağlıyor. Ghost Buster filminin yeniden çevriminde ne kadar gülsek de, filmin finalinde sokakta gösterilen belgeselimsi filmde ne kadar hüzünlensek de sonuçta Be Kind Rewind, seyircinin kendi içsel dünyasında tıpkı Science of Sleep’te olduğu gibi bambaşka kapılar açıyor. Gondry, içimize attığımız ve üstünü değersiz şeylerle örttüğümüz o masum ve değerli duygulara dokunuyor. Bu ufak dokunuştan sonraysa bizler için yeniden toparlanmak ve dış dünyanın gerçekliğine uyum sağlamak pek kolay olmuyor.
Barış SAYDAM http://burnout.blogcu.com
GÖLGE | Haziran ‘08
“HODİ PODİ ÇOCUKLARA VERDİĞİMİZ BİR HEDİYE” Çizer Engin Deniz Erbaş’ın resimlediği iki kitap Nisan ayında raflarda yerlerini aldı. Biz de Gölge e-Dergi olarak Erbaş’la raflardaki bu kitaplar ve çizgi roman konusunda sorular sorduk. -Engin Deniz Erbaş’ı Rodeo Strip’de ki çizgi romanlarından ve Anadolu Korku Öyküleri gibi fantastik kitap kapağı çizimlerinden biliyoruz. Yine de klasik bir başlangıç olması için bize birkaç kelime ile Engin Deniz Erbaş kimdir, anlatabilir misiniz? -Çizen ve tasarlayan biridir. Resimleme, çizgi roman ve grafik tasarım konusunda 1995 den bu yana aktif olarak çalışıyorum. Bu tarihten önce de Marmara Güzel Sanatlarda Grafik okuyordum.
-Nisan ayında iki kitap için illüstrasyonlar hazırladınız. Barış Müstecaplıoğlu’nun yazdığı çocuk kitabı Hodi Podi ve Hikmet Temel Akarsu’nun yazdığı Özgürlerin Kaderi. Önce Hodi Podi ile başlayalım. Nedir Hodi Podi’nin hikâyesi?
-Barış’ın yazdığı ve benim çizdiğim bir çocuk kitabı projesi Hodi Podi. Bir tesadüf eseri bu maceraya girdik, esasında bir çocuk kitabı çizmek aklımın ucundan bile geçmiyordu. Yayıncı bir dostumuzun beynimize girmesiyle bir şekilde kendimizi bunu yaparken bulduk Barış’la.
-Sizin Barış Müstecaplıoğlu’nun yazdığı Perg Efsaneleri’ni Strip için kısa bir çizgi roman yaptığınızı biliyoruz. Peki, bu hikâyeye çizer olarak katılmanız nasıl oldu? Sadece çizdiniz mi yoksa hikâye kurgusunda Barış Beye destek verdiniz mi?
-Perg çizgi romanıyla ilgili olarak hikâyeye bir katkım olmadı. Perg Efsaneleri Türkiye’nin ilk Fantastik kurgu serisidir. Aynı zamanda oldukçada iyi bir örneğidir. Çizilecek kocaman bir dünyadır Perg. O tip bir yapıta hikâye anlamında herhangi bir katkı vermek haddim değil açıkçası.
10
-Karakterlerin tasarımında Barış Beyle nasıl bir çalışma yaptınız?
- Unutmayalım ki Hodi Podi görsel ağırlıklı bir proje buna bağlı olarak görsel evreni ve karakterleri özgürce tasarladım; Barış’la da üzerinde sıkça konuştuk. Şunu rahatlıkla söyleyebilirim, bu işi eğlenerek yaptık. Umarım herkes beğenir, özellikle de çocuklar. Çünkü Hodi Podi’yi çocuklara verdiğimiz bir hediye olarak düşünüyoruz. Eğer beğenilirise animasyonlarına kadar giden uzun bir Hodi macerası planlıyoruz. :)
-Ne kadar zaman sürdü bu kitabın resimlendirilmesi? -Tam bir tarih vermem çok güç, çünkü bunu yaparken başka işlerle uğraşıyordum, tasarım, storyboard v.s. Sadece bu işe ayırdığım zaman üzerinden düşünürsek 3 ay gibi bir zaman diyebilirim sanırım. Asıl zamanı Hodi’nin evrenini görebilen, içindeki çocuğu kaybetmemiş bir yayıncı ve editörü bulmak için harcadık. :) Zor olan buydu...
-İllüstrasyonlarınızda geleneksel çizgiler görüyoruz. Anadolu Korku Öyküleri kapağında da bunu zaten çok belirgin olarak görmüştük. Özgürlerin Kaderi’nde de geleneksel Anadolu desenini resmin içine çok güzel yerleştirmişsiniz. Ve bu Hodi Podi’de de mevcut. Bu çizim tarzı sizden istenen mi yoksa tercih ettiğiniz mi?
- Bu sorunun en iyi cevabı geçmişte yaptığım işlerde saklıdır. 1999 yılında, Akrebin Gölgesi (4m yayınları) diye bir dergi serisi çıktı bu memlekette, orada çizdiğim ve yazdığım 2 ayrı hikâyem var. Her ikisini de seri olarak düşünmüştüm. Deccal ve Yüzleşme. Deccal için İslami bir mitten hareketle ortaya çıkartılmış bir karanlık çağ (darkages) hikâyesi diyebiliriz. Sonraki zamanlarda bu tip korku filmleri yapıldı bilirsiniz. Yüzleşme bir bilim kurgu hikâyesidir ve nihilist bir gelecek öngörüsünü içerir. Mekân İstanbul’un altındaki dehlizlerdir. Hikâyenin sonunda İstanbul’un, evrende yol alan Yer’den kopmuş bir parça olduğunu anlarız. Bu görselleştirmeyi de daha yakın tarihlerde yapılan bazı işlerde bulabilirisiniz.
GÖLGE | Haziran ‘08 Devam edecek olursak 2001’de Kanada’da, editörlüğünü Isabelle Stephen’in yaptığı Flirt isimli çizim kitabına El-Araf adlı bir çizimle eşlik ettim. Bir paragraflık da konuyu anlatan şiirsel bir denememle birlikte. Resimlemenin ana fikri anne ve babasından izin almadan cenge gidip şehit düşen İslam cengâverlerini anlatıyordu. Bunlar Araf’ı korumakla cezalandırırlar. Bunları çoğaltmak mümkün ama doğu mitlerini kullanma meselesi benim evrenimin içinde yaşayan bir şey, ancak bu bir saplantı değildir. Konuyla ilgili son olarak şunu söyleyeyim, benim istemediğim tarzda veya istediğim ölçüde yorumlayamayacağım bir projede yer almayı istemem.
-Hodi Podi ile ilk defa mı çocuk kitabı resimliyorsunuz?
-Evet, ilk denemem. Güzel Sanatlardaki çocuk kitabı resimleme derslerini saymazsak.
-Özgürlerin Kaderi’nde yazarla nasıl bir çalışma içindeydiniz? Kitabın illüstrasyonlarına kitabı okuyup siz mi karar verdiniz yoksa yazarın yada editörün tarifi ile mi çizildi?
-Yazarı Hikmet Temel Akarsu’yla (buradan kendisine saygılarımı gönderiyorum) o dönemde henüz tanışmamıştık. Kitabı bir gecede oturup okudum sonrada resimledim, editörde benim yorumuma saygı gösterdi ki olması gereken budur. İkarus yayınlarının bu konulardaki tavrını oldukça beğendiğimi söylemek isterim. Bu konuyla ilgili şöyle de birşey söylemek istiyorum; mesele bir romana, bir edebi esere çizim yapmak olduğunda, kitap içinden sahnelerin mümkün olduğunca resimlenmemesi, daha çok öykünün duygu yada ana fikrini yakalayan görseller oluşturulması taraftarıyım. Edebi esere müdahale etmeden, o evreni çizgiyle sınırlamadan yorumlamak daha doğru bir iştir. Tabi fantastik kurgudan bahis etmiyorum burda o apayrı bi konu.
-Çizimlerinizde tip olarak kıyafet olarak ya da duruş şekli olarak referans kullanıyor musunuz?
-Bu duruma göre değişiyor gerektiğinde kullanırsınız, gerçekçi çalışan her profesyonel çizer referans kullanır bu böyle bir iştir.
-Perg Efsaneleri çizgi romanı yayınlanırken “İlk Perg Çizgi romanı” diye tanıtıldı. Ama devamı gelmedi. Siz de daha sonrasında çizgi roman yapmadınız. Ne oldu Perg Efsaneleri, devam ettirdiniz mi, başka hikâyeler çizdiniz mi ya da bir albüm çalışması oldu mu?
-Açıkça şunu söyleyeyim şu ana kadar (yukarıda saydığım işler de dâhil olmak üzere) başlayıp da devamını getirebilme imkânını bulabildiğim hiçbir çizgi roman projesi olmadı. Perg’le ilgili çizimlere ilk fırsatta dönmek istiyorum. Umarım fırsatını buluruz ancak şu an Perg çalışmaları beklemede.
-Türkiye’de çizgi roman üzerine çok konuşuldu. Kimi yayıncıdan, kimi yazardan çizerden dert yandı. Siz yurt dışına da çizgi roman hazırlamış bir çizer olarak Türkiye’de çizgi roman üretilmesinin önündeki engeli ne olarak görüyorsunuz?
12
-Ben olayı daha çok kültürel bir mesele olarak algılıyorum. Zorlamaya gerek yok insanımız bunu
istemiyor, görsel sanatların memleket de tarihi belli. “Şu çizgi roman meselesini nasıl halledeceğiz abi...” gibi diyaloglara yakın bir gelecekte, içki masalarında, “devrimi nasıl yapacağız abi…” gibi memleket kurtarma sohbetlerinde rastlayacağız diye korkuyorum. Müslüman mahallesinde salyangoz satıyoruz, bizim iş biraz böyle, bunu kabul edelim. Oysa çizgi romanın gelişmediği bir ülkede, ne sinema gelişir, ne de animasyon ileriye gider. Japonya ve Amerika buna örnektir şu an bir tane senaryo bile yazılmasa yıllarca film ve animasyon yapabilecek kadar hazır çizgi roman projeleri vardır. Bu tip bütün endüstrinin belkemiği, sinema ve animasyonun besin kaynağı çizgi romandır. Aynı zamanda kültür emperyalizminin en iyi propaganda silahlarından biridir.
-Peki, yakın gelecekte çizgi roman yapmayı düşünüyor musunuz?
-Yani net bir şey söylemem mümkün değil maalesef, umarım olur. Resimleme, tasarım gibi çalışmalarım arasında en sevdiğim şey çizgi roman yapmak aslında.
-Hodi Podi’nin bir sonraki macerası ne olacak ve ne zaman yayınlanacak?
-Hodi uzay yolculuğuna çıkacak, hatta ve hatta çıktı bile :) Bir kaç ay sonra bitmiş olur diye düşünüyorum.
-Son olarak Engin Deniz Erbaş’ın gelecekte bir çizer olarak yapmayı planladığı neler var?
-Anhatol Söylenceleri isimli, Orta Asya evrenine göndermeler yapan karanlık çağ tarzında bir çizgi roman serisi kurgum var. Umarım hayata geçirebilme olanağını bulurum bu konuyla ilgili yaptığım görselleştirmeleri de bu internet adresinden görebilirsiniz. http://engindenizerbas.cgsociety.org/gallery/
-Bize zaman ayırdığınız için teşekkür ederiz. -Ben teşekkür ederim. Başarılar.
GÖLGE | Haziran ‘08
HODİ PODİ : Gökyüzündeki Ülke
Nisan ayında İkarus yayınevinden çıkan çocuk kitabı Hodi Podi’nin yazarı Barış Müstecaplıoğlu Gölge e-Dergi için Podilerin hikayesini nasıl kurguladığını yazdı. Podiler, milyonlarca balonla gökyüzünde asılı duran bir adada yaşayan minik ve sevimli yaratıklardır. Podiler ülkesinin en meraklı çocuğu olarak tanınan Hodi Podi, günün birinde kenardan aşağı bakmaya heveslenir ve aşağı düşer. Düşerken bir balona tutunur ve yeryüzüne kadar usulca süzülür. Gökyüzündeki Ülke isimli kitap, Hodi Podi’nin yeryüzünde tanıştığı ilginç dostların yardımıyla, gitgide daha yukarıya çıkmasını ve sonunda bulutların arasındaki ülkesine geri dönmesini anlatır. Kahramanımız ülkesine yaklaşmak için bir sapandan fırlatılmak, bir zeplinle yolculuk etmek, sihirli kanatlar takmak gibi eğlenceli yöntemler kullanır. Bu arada ne olduğunu bilmeden boynuna taktığı paha biçilmez bir muska, Hınzır Harami isimli karakterin kahramanımızı yol boyunca kovalamasına neden olur. İkarus Yayınları’ndan çıkan kitap 52 sayfa ve tamamı renkli resimli. Hodi Podi sadece modern bir masal karakteri değil, içinde sınırsız maceralar yaşanacak özgün ve renkli bir dünyanın merkezi. Çocuklarımızı eğlendirecek, hayal güçlerini geliştirecek ve daha iyi insanlar olmaya (sıkmadan!) teşvik edecek bir dünya… Barış Müstecaplıoğlu bu kitapta Doğu ve Anadolu masallarının, efsanelerinin karakterlerini modern bir bakış açısıyla yeniden yorumlayıp fantastik bir çocuk öyküsünün içine katıyor. Engin Deniz Erbaş da bu dünyaya ve karakterlerine benzersiz çizgileriyle hayat veriyor. İki sanatçının her detayını birlikte tasarladıkları bu proje, yazar ve çizer işbirliğine de güzel bir örnek. Bu kitabı özel kılan başlıca özelliği, kültürümüze ait masalsı figürlerle donatılmış olması, unutulmaya yüz tutan efsanelerimize pek çok gönderme yapması. Öykü boyunca Lokman Hekim, Hezarfen Ahmet Çelebi, Haramiler, Cinler, Zümrüdü Anka, Tepegöz ve daha nicesi boy gösteriyor. Çizimler de kitabın bu yönünü güçlendirecek detaylarla zenginleştirilmiş. Gökyüzündeki Ülke’nin kahramanı Hodi Podi’nin farklı maceraları bir seri halinde devam edecek. İkinci kitap Hodi Podi Uzay Yolcusu’nun 2008 bitmeden, Hodi Podi Mavi Derinlik’in ise 2009 başında yayımlanması planlanıyor. Bu seri için hazırlanan internet sitesinde hem Podiler diyarını daha yakından tanıyabilir hem de Hodi’nin eğlenceli animasyonlarını seyredebilirsiniz.
Barış MÜSTECAPLIOĞLU http://www.hodipodi.com
Barış Müstecaplıoğlu 1977 yılında Kocaeli’de doğdu. Boğaziçi Üniversitesi’nde İnşaat Mühendisliği okudu. 2002-2005 yılları arasında Türkiye’nin ilk fantastik kurgu diyarı Perg’i yarattı ve bu diyarda geçen Korkak ve Canavar, Merderan’ın Sırrı, Bataklık Ülke, Tanrıların Alfabesi romanlarını yazdı. Bu seriyi gerçek dünyada geçen Şakird isimli romanı ve sokak çocuklarını konu alan bol aksiyonlu bir polisiye, Kardeş Kanı izledi. 1002.Gece Masalları, Time-Out İstanbul Öyküleri ve Türkiye ile Amerika’da eş zamanlı basılacak İstanbul Suç Öyküleri isimli öykü seçkilerine katılan yazar, çeşitli dergilere kitap eleştirileri de yazmaktadır. 2008 ortalarında, Kardeş Kanı isimli romanı Lehçe olarak Polonya’da basılacak..
14
WACHOWSKİLER VE SPEED RACER Mizaç itibariyle dalgın bir milletiz, odaklanamıyoruz. Bendeniz de bu karakteristiği birebir barındırdığımdan olsa gerek bu iki biraderin ismini ilk duyduğumda kıt İngilizcemi de bu denkleme dâhil ederekten isimlerini bizatihi “Watchowskiler” olarak kabullenmiştim. Böyle iki tane cevher yönetmenin ismi “İzlegiller” şeklinde çevrilebilen konveksiyonel bir isim olmasındı da ne olsundu, değil mi... Bu bir süre böyle gitti, ta ki bir gün alelâde bir tartışmada kültürel güvenilirliğimi tamamen yitirip madara olana kadar. Evet, isimleri “Watchowskiler” değildi. Gelgelelim bu hakikat, Wachowskilerin izlenmeleri, ehemmiyetle takip edilmeleri gerektiği gerçeğini değiştirmiyordu. Bu minvalde kendimi bir şekilde de olsa haklı çıkartmanın gururu içinde huzurla kendileri hakkında atıp tutmaya devam edebilirdim yani. Wachowski kardeşlerin sinemada bir fenomene dönüşmesi bundan 9 sene öncesine denk geliyor bilindiği üzere. Matrix’in yapım aşamasındaki söylentiler ve vizyona girer girmez elde ettiği gişe hâsılatı bir yana, daha önceden ele alınmış bir konuyu farklı yöntemlerle peliküle aktararak elde edilebilecek başarının en aşikâr örneği olan Matrix, sinema tarihine adını yazdırdı tartışmasız. Distopik bir dünya tarifini ve gerçeklik üzerine söylemlerini, sırtını çizgi roman ve uzak doğu sinemasının estetiğine dayayarak anlattı ve bu sentez çoğumuza göre son yirmi yılın en “cool” filmlerinden birini çıkarttı ortaya. İddia ettiği kadar derin miydi, üçlemenin devam filmleri Matrix’in ününe leke mi sürdü, yoksa efsaneyi daha da yukarı bir seviyeye mi taşıdı, Cypher nasıl Matrix’e girip Ajan Smith’le buluşabiliyordu? Bunların hepsi tartışmaya açık konular, ama kesin bir mevzu var ki; Wachowski kardeşler artık sinema dünyasının en çok takip edilen isimlerinden biri olmuştu. Wachowskiler’in esas ikilemi de burada ortaya çıkıyor zaten, o sebeple bu argümana derinlemesine dalmadan önce Wachowskiler’in Matrix’ten önceki debut filmleri “Bound”a ve Matrix’e beraber bir göz atmakta fayda görüyorum. “Bound” 1996 tarihli bir kara-film. Film-noir teriminin gerektirdiği rahatsız edici tavır ve beraberinde getirdiği trajik komediyi, suç dünyasının karanlık ilişkilerinin aracılığıyla gösteren bu küçük ama etkileyici film Wachowski kardeşlerin en başından beri kendi sinemalarını yapmak istediklerinin Matrix üçlemesiyle beraber en büyük kanıtı. Hali hazırda potansiyeli olan bir türü yaratıcı bir senaryoyla ve bol kapalı mekân çekimleriyle kotaran, düşük bütçenin sınırlamalarını lehine kullanan yapısıyla “Bound” başlı başına farklı bir kara film. Matrix’i de konuya dâhil edersek eğer, bu filmlerin ortak noktası veya bize verdiği fikir olarak ne sunulabilir? Kardeşler, hali hazırda var olan türleri kurcalamayı ve kendi sevdikleri yönde değiştirmeyi seviyorlar. Oturaklı bir vizyonları ve yeterli bilgi birikimleri olduğu için de bunu oldukça başarılı bir şekilde yapıyorlar. Yönetmen olarak dahil olmasalar bile “V for Vendetta”ya katkıları ve ilk kez bir Alan Moore uyarlamasının potansiyeline yaklaşır bir sinema filmine dönüşmesindeki rolleri de yadsınamaz. Her ne kadar Alan Moore hâlâ hiçbir uyarlamadan memnun olmadığını ve Hollywood’un onu rahat bırakmasını istediğini söylese de bizim genel olarak V’ye pek bir itirazımız olmadı. Gelelim Wachowskiler’in son eseri Speed Racer’a! Bizim neslimizi es geçmiş olsa da Tatsuo Yoshida’nın yarattığı bu çizgi film, anime kavramının öncüsü olarak kabul edilen bir seri.
GÖLGE | Haziran ‘08 Elbet hayal meyal de olsa bir kısmımızın hatırlayabileceği bu çizgi film, karakterlerinin naifliği ve kahramanımız Speed’in ahvaliyle son dönem izleyicisi için “çocukça ve safça” gelebilecek bir seri. Henüz popüler kültüre dair bu “engin” bilgi birikimimize ve “olgun” görüşümüze sahip olmadan önce çizgi filmlerde görmeyi sevdiğimiz uçuk dizaynlara sahip inanılmaz hızlı arabalar, kötü niyetli rakiplerini sadece yarış pistinde değil birebir dövüşlerde de madara eden temiz yüzlü kahramanlarıyla başlı başına ilginç bir seçim. Speed Racer, oturma odasında küçük metal arabalarıma havada üç takla attırıp hiç hasarsız yoluna devam ettirdiğim, oyuncak askerlerimi büyük tepelerde (ki tepe dediğim turuncu battaniyem oluyor) hışımla dövüştürüp sıyrık bile almadan kurtulmasını sağladığım bir oyun seansı gibi. Yetişkinlerin müdahalesinden azat, mantığı, yer çekimi kanununu, alegoriyi bir kenara bıraktığımız bir dünya. Dikkatlerimizi Speed’in harikulade kırmızı fularından alıp hikâyeye çevirebilirsek, Speed Racer çocukluğundan beri araba yarışlarına dair takıntısıyla fark edilen bir çocuktur. Tüm ailesinin en büyük tutkusu olan araba yarışları aynı zamanda Speed’in ağabeyi Rex’in ölümüne de sebep olmuştur. Speed’in tek isteği Rex’in ölümüne sebep olan The Crucible yarışını kazanmaktır. Ama yarış sektörünü tekelinde bulunduran Royalton şirketinin yarışlara şike bulaştırdığını ve eğer işbirliği yapmazsa bir daha asla kazanamayacağını öğrendikten sonra kendi babasının dizayn ettiği Mach 5’le The Crucible’ı kazanıp kendini kanıtlamaya karar verir. Bu yolda eski büyük rakibi gizemli yarışçı Racer X’le işbirliği yapmak zorundadır. Filmde ilginç bir oyuncu kadrosu olduğuna dikkat çekmem gerekir sanırım. Speed rolünde genç oyuncu Emile Hirsch, babası Pops ve Mom Racer rolünde John Goodman ile Susan Sarandon, gizemli yarışçı Racer X rolünde Matthew Fox’un çenesi ve Speed’in sevgilisi Trixie rolünde de Christina Ricci var kadroda. Ayrıca son dönemde Güney Kore sinemasına merakımız sayesinde ilgimizi çeken ama kendi diyarında çoktan Michael Jackson’ın şöhretine muadil bir seviyeye ulaşmış olan pop-star Rain’i de izleme şansımız olacak. Fragmana ve filmin künyesine bakacak olursak Speed Racer için, naif tarafını hiçbir şekilde es geçmeyen eğlenceli ve hızlı bir aile filmi olacak diyebiliriz. Kullanılan renkler, araçların dizaynları, yarışçıların kostümleri (fuları bir kenara bırakın artık lütfen) genellikle
16
çizgi filmin özüne sadık kalarak sinemaya uyarlamak için ellerinden geleni yaptıklarının bir göstergesi. Çizgi filmlerden alışık olduğumuz birçok görsel teknik ve pastel renkler gibi stile katkısı bulunan ilginç seçimlerin Sin City’nin sinema-çizgi roman sentezine benzer yenilikçi bir seyirlik sunacağı kesin. Uzak doğu nüansını aktarma konusunda da Wachowskiler’e güvenmememiz için hiçbir sebep yok açıkçası. Çizgi filmin, dolayısıyla bu filmin, karakterlerine salt yarışçıdan daha fazla bir yafta biçtiği bilgisinden yola çıkarak tüm hikâyenin yarış pistlerinde geçmeyeceğini, kahramanlarımızın yeri geldi mi kötü adamlarla amansızca dövüşeceği sekanslara şahit olacağımızı da öngörmek yanlış olmaz. Speed Racer vaat ettiği hızı, adrenalini ve eğlenceyi tümüyle bize sunabilecek gibi duruyor. Tüm bu olumlu yanlarına rağmen, neden yazının başından beri sızlanıyorum o zaman ben? Şöyle ki; Speed Racer’ın sinemadaki en büyük handikaplarından bazıları, serinin yılmaz hayranları ile gerçekçilik takıntılı izleyiciler olacak, evet! Fight Club’ın sonunda Tyler’ın o kurşuna rağmen hâlâ hayatta kalmasının ne kadar saçma olduğunu bas bas bağıran insanlarla aynı masaya oturmuşluğumuz vardır hepimizin. Ama bir başka unsur daha var ki göz ardı edilmesi çok büyük bir gaflet olur. Mevzu bahis film bir Wachowski kardeşler filmi… Bu da demektir ki Matrix’in mirasının getirisi olan her kesimden her çeşit insan bu filme çok büyük bir beklentiyle yaklaşacak. Aynı zamanda Wachowskiler’in Linklater, Burton ya da Rodriguez gibi kemik bir izleyici kitlesi de oluşmadığı için bu beklentisi yüksek kesimde her türden insan bulunacak. Diliyorum ki sinema izleyicisi bu filmi olması gerektiği gibi stili ön plana alıp, içeriği geriye atan absürt bir eğlencelik olarak algılar da her karşımıza çıkan insana “300”ü ya da “Sin City”yi açıkladığımız gibi gözlerimizi devirerek “Bak, yanlış anlamışsın…”la başlayan cümleler kurmak zorunda kalmayız. Zira sanıyorum hepimiz bıktık “300”ü ciddiye alırsak, esas faşist olanların Spartalılar olduğunu iddia etmekten… Speed Racer Wachowskiler’in beklenen projesi olarak düşünüldüğünde çok riskli bir seçim olmuş, bu kesin. Ve bu haliyle önümüzdeki birkaç yıl boyunca dikkatleri çekecek bir film mi olacak, yoksa hedefi ıskalayan bir başka Hollywood safsatasına mı dönüşecek, henüz bilmiyorum. Eğer saçma sapan bir film olarak maddeleşirse tüm beklentilerimiz, elimde meşaleyle en ön sırada ben olurum söz veriyorum. Ama eğer ki bu film vaat ettiklerini gerçekleştirebilen güzel bir film olursa, umalım ki yukarıda tekrarladığım yanlış anlaşılma yüzünden harcanmasın. Çünkü bu iki kardeş ileride kendi tarzlarını iyice belli etmiş önemli sinemacılar olarak çok güzel filmlere imza atacaklar gibi bir his var aklımın bir köşesinde. Fikret KARAKURT http://mannsporte.onpunto.com
BİR BAŞLANGIÇ:
Ya da Nasıl Fantastik Edebiyat Okuru Oldum? Fantastik edebiyatla tanışıklığım, bir okurun uzun, yorucu ve hayal kırıklıklarıyla dolu yolculuğuyla birlikte başlar. Bana her zaman sıkıcı gelen ve ödev yapabilmem için okumak zorunda olduğum “okuma parçaları”ndan kendimi kurtarıp edebiyatla asıl yakınlaşmam ilkokul yıllarına rastlar. Daha önceleri, sağda solda duyduklarımdan ya da izlediklerimden etkilenerek yazdığım birkaç masal dışında edebiyatla ilgili deneyimim yoktu. Yazılabileceklerin en iyisini, tek ortalı ve kareli defterime yazmıştım, şimdi ise sıra benden kötülerin neler yapmaya çalıştığını görmekti. İlk deneyimim Ömer Seyfettin’in bir öykü kitabıydı. Evimizde kaşağı ya da at bulunmadığından, -ya da kolumu kaybetmekten korktuğumdan, tam emin olamıyorum- kendisiyle birlikteliğimiz kısa sürdü. Hemen ardından Jules Verne geldi. Kabul ediyorum, İki Yıl Okul Tatili genç dimağlar üzerinde oldukça etkili bir kitap adı ve ben de bu satış stratejisinin kurbanlarından biri olmuştum. Ancak kendisiyle biraz sohbet etme fırsatı bulduğumda gördüm ki, onun dünyasında otoriter babalar ya da kolu kesilen adamlar yoktu. Yerine; maceradan maceraya koşan ve kötü adamları alt eden benim gibi çocuklar vardı. Kitabı iki kere bitirdikten sonra öğrendiğim edebiyatın içinde macera, bilinmezlik ve eğlence barındırabileceğiydi. Bu tanışıklığı daha sonraları ilerletip; adını hatırlayamadığım ancak “kendi maceranı kendin belirle” diye tanımlayabileceğim kitaplarla kütüphanede geçen günler boyunca ilerleterek, edebiyatın hayal gücüme yaptığı dizel etkisine alışkanlık kazandım. Ortaokula geldiğimdeyse, bir başka uzun zaman dostumla; Howard Philips Lovecraft ile tanışacaktım. O zamanlar heavy metal dinliyordum –ki hâlâ severek dinlerim– ve bir müzik grubum vardı; kısacası dünyadaki en etkileyici kişi bendim. Sonra bir gün, bir arkadaşım elinde bir kitapla yanıma yaklaştı, “Şunu bi’ oku, ablamın kitaplarının arasında buldum, süper!”dedi. Üzerinde; elindeki tırpanıyla birlikte bir köye giren, kanatlı ve kuyruklu Ölüm’ün resmi vardı. Başının hemen üzerindeyse kalın harflerle Cthulhu’nun Çağrısı yazıyordu. Benim gibi biri için yeterince “sıkı” göründüğünden, fazla tereddüt etmeden bu çağrıya kulak verdim ve eve gider gitmez kitabı okumaya koyuldum. Son sayfayı çevirdiğimdeyse dünya benim için bambaşka bir hâl almıştı. Artık dünyadaki en etkileyici kişi ben değildim. Yerimi, bu garip, karanlık ve korkutucu üslubun sahibi olan adama bırakmıştım. Ahtapot ağızlı, kuş kanatlı yıldızların ötesinden gelen kozmik tanrılar, deliren Araplar, tek satırını okuyanı de-
GÖLGE | Haziran ‘08 lirten kitaplar, çılgın bilim adamları, her biri artık hayal dünyamın içindeydiler ve gitmeye niyetleri yoktu. İtiraf etmeliyim ki o kitabı asla geri vermedim. (Kitabı o kadar çok sevmiştim ki, gidip ne kadar Lovecraft bulduysam hepsini satın alıp okudum.) Lovecraft ve yazdıkları benim için başka bir dünyaya, paralel bir evrene açılan bir kapı olmuştu. Yeni şekiller için kıvranan hayal gücüme fantastik kurguyu, bilim kurguyu ve korkuyu bir arada ve bütünüyle bırakmıştı. Artık ne okumam gerektiğini tümüyle biliyordum, sadece zamana ihtiyacım vardı. Daha sonraları, Lovecraft’ın hayatını ve ilham kaynaklarını incelerken daha büyük ve daha garip bir adamla tanışacak ve bu kez de kendimi karamsar ve karanlık bir dünyanın içinde bulacaktım. Kısa öykü türünün kuramcısı ve polisiyenin mucidi Edgar Allan Poe ile tanışmam da böyle oldu. Lise yıllarımdaysa JRR Tolkien’i tanımış, Bilbo ile yolculuğa çıkmış, Frodo ile onun izinden gitmiştim. Her şeyden ve herkesten önceki Ainur’un Müziği’ni işitmiştim ve sesi okuduğum satırların arasında hala canlıydı. Ejderha Mızrağı, Unutulmuş Diyarlar gibi kitapların basitliğine bakmadan, iyi/kötü diye ayırmadan elime geçeni okuyor ve her yeni macerada, kahramanların ardı sıra tehlikeye doğru ilerliyordum. Fantastik kurgu, hayata bakışımı ve hayatımı biçimlendirişimi tamamıyla değiştirmişti. Bulabildiğim her türlü rol yapma oyunundaki evrenleri tüketip her birinde sayısız koşuşturma yaşadıktan sonra, hemen her fantastik edebiyat okurunun geldiği dönemece varmıştım. Artık okumak yetmez olmuştu ve yazmak istiyordum. Ama bu bambaşka bir hikâye. Fantastik edebiyatın tanımı; benim için her zaman zor bir iş olmuştur. İlk defa duyanlara açıklamak için genelde “Yüzüklerin Efendisi var ya; hah aynen o şekilde!” diyerek, kestirme bir yola sıklıkla başvursam da, geçerli ve açıklayıcı olduğu söylenemez. Siz okuyucular için daha belirgin bir tanım yapacak olursam; büyü ve doğaüstü olayları konu, tema ya da art alan olarak ele alacak şekilde ana unsur olarak kullanan metinler fantastik edebiyat türüne dâhildir. Ancak bu türün sınırları genellikle belirsiz, değişken ve oldukça sisli olduğundan neyin fantastik olduğu/olmadığı konusunda ahkâm kesmek o kadar da kolay değildir. Başlangıcı insanoğlunun hayal gücüne dayalı bir yaşam biçimini benimsediği zamanlara dek uzanır. Her türlü doğa olayının ve bilimsel gerçeğin doğaüstü güçlere bağlanmasıyla ilk fantastik kurgu eserlerinin ortaya çıktığını söyleyebiliriz. Bu anlamda Frodo ile Odysseus, Conan ile Beowulf kardeş sayılır. Her ikisinde de kahramanların yolu zorludur, ulaşmaları gereken –ve genellikle dünyanın gidişatını etkileyen– bir sonuç, bir görev vardır. Neyse ki hemen hepsi yılmaz birer dava adamıdır. Büyüler, büyücüler, doğaüstü yaratıklar ve şeytani düşmanlar, kısacası efsaneler ve destanlar fantastik edebiyatın olmazsa olmazlarıdır. Bunun dışında fantastik edebiyat yazarı, eserlerine kendi hayal gücünün çizdiği resimleri de eklemekten geri kalmaz. Zaten bu türün iyi örnekleri genellikle efsaneleri temel alıp kendi gerçekliğini tanımlayabilmiş metinlerdir. Aslında yazar, kendi destanını yazmaya çalışan modern bir insandan başka bir şey değildir. Bu yüzden işi eski ozanlardan çok daha zordur.
Gelecek sayıda : Fantastik Kurgu Yazmak
22
Gizem ÖLGEN
2x2 SHINOBUDEN “Shinobu! Gerçekten Ninja olmak istiyorsan ilk görevin; mahalledeki tüm genç kızların iç çamaşırlarını toplayıp bana getirmek.” Böyle tehlikeli (!) bir görevi veren, süper sapık Ninja ustası Onsokumaru-sama’dan başkası olamaz. Shinobu, Ninja olmak isteyen saf, temiz kalpli, genç bir kızdır. Bölgede Ninja yetiştiren dojoya gittiğinde, anında kabul edilir. Havada uçan, küre şeklinde, sarı bir yaşam formu olan ustası Onsokumaru tarafından yetiştirilmeye başlar. Orijinal ismi Ninin ga Shinobuden olan manga, Ryoichi Koga tarafından yaratılmıştır. Absürtlüğüyle; cinsel içerikli esprileriyle; Japon kültürüne, mangalara, oyunlara, animelere, Amerikan kültürüne olan göndermeleriyle; akıcı ve hızlı kurgusuyla yetişkin ve donanımlı bir kitleye hitap etmektedir. Sayfalar boyunca anlık esprilere ve absürtlüklere tahammül edebilecek insanların kalplerinde taht kurabilecek bir mangadır.
Karakterler: Onsokumaru: Mangadaki eğlence unsuru… Yaşı, türü, cinsi bilinmeyen Ninja sensei Onsokumaru’nun portakal gibi görünüşünün altında bencil, sapık ve çocuksu yönleri gizlidir. Vücudunu şekilden şekle sokabilir. Her işi öğrencilerine yaptırırken kendisi uyumayı veya etrafta çıplak (?) dolaşmayı tercih eder. En başarılı öğrencisi Shinobu üzerinde fanteziler üretir.
Shinobu: Onsokumaru’nun bir çeşit kartal olduğuna inanacak kadar saf, temiz kızımız… Aklı bir karış havada gezen Shinobu, Onsokumaru’nun tacizlerinden her seferinde yanlışlıkla da olsa vahşi bir şekilde kurtulur. En yakın arkadaşı Kaede ile çok iyi anlaşır.
Kaede: İç çamaşırı görevi sırasında Kaede’nin evine gizlice giren Shinobu, o günden sonra (Kaede istemese de) onunla arkadaş olur. Mangadaki en mantıklı karakterdir. Onsokumaru’ya haddini bildirmede başarılıdır.
GÖLGE | Haziran ‘08
Sasuke: Shinobu’nun birbirinin tıpatıp aynısı sınıf arkadaşlarından biri. Aslında Ninjalardan hangisinin Sasuke olduğu anlaşılamayacağından hepsine birden Sasuke denilebilir. Ortak özellikleri; erotik mangalar okumak, fanteziler kurmak, anime izlemek, oyun oynamak, boş konuşmaktır. Her zaman maskeli gezerler. Yemek yerken bile çıkarmazlar maskelerini.
Manga boyunca Dragon Ball’a, yakuza filmlerine, Gundam serisine, masallara, Hollywood filmlerine göndermelerle karşılaşabiliriz. Olaylarda mantık aramak yersizdir. Onsokumaru ve diğerlerinin maceraları gündelik olaylardan oluşur. Ufo Table stüdyosu tarafından 12 bölümlük TV anime serisine uyarlanmıştır. ABD’de de yayınlanan serinin her bölümü iki ayrı maceradan oluşur. Shinobu’yu ünlü şarkıcı ve ses sanatçısı Mizuki Nana seslendirmektedir. Son Söz: Anime ve manga ile ilgilenen; absürt yapıtları seven; anlık esprilerden hoşlanan; cinsel yönü ağır basan mizahtan rahatsız olmayan manga okurları için en uygun seçenektir 2x2 Shinobuden (ABD’deki adıyla Ninja Nonsense!).
24
Onur KÜÇÜK (kazegami)
Okura Özel Sayfa Gölge e-Dergi’ ekibini kutlarım iyi bir iş çıkartmışsınız.. Çetin ENDEN Gölge Dergisini okumaktan mutlu oluyorum. Derginin en güzel tarafı çizgi roman yayınlamanız. Daha uzun çizgi romanlar olacak mı? Bir de hepsini siz mi çizeceksiniz Batman ya da Örümcek adam çizgi romanları yayınlamayı düşündünüz mü? Ali YAŞAR Gölge’yi bir arkadaşımın tavsiyesi üzerine okumaya başladım. Dergiye iki öykümü yolladım ikisi de kabul edilmedi. öncelikle editörünüzün çok despot olduğunu söyleyeyim. Bu yaz yeni öyküler yazıp yollayacağım, umarım yayınlarsınız... İnci YAMAN İnci, kendini biraz daha geliştirirsen güzel öyküler yazacağına inanıyoruz... Yaz aylarında yollayacağın öykülere sen biraz özen göster, biz de artık sana karşı anlayışlı davranalım, yayınlayalım öykülerini... Gölge e-Dergi Ben 13 yaşındayım ve Eşref Bey İlköğretim Okuluna gidiyorum. Gölge e-Dergi’de çizmek istiyorum ama henüz o kadar iyi çizemiyorum. Çizgi roman çizmek için ne yapmam lazım? Murat KAYA Murat, çizer olmak iki dakikada anlatılmaz... Belki bir gün başka bir şekilde kendini yetiştirmene yardımcı olabiliriz. Şimdilik tek tavsiyemiz çizimlerini Deviantart gibi, Resimliroman gibi sitelere ekleyip yorumlara göre kendini yetiştirmen... Umarız bir gün sen de Gölge için çizersin... Gölge e-Dergi Gölge’de yazan arkadaşları kutluyorum. Çok iyi bir iş yapıyorsunuz. Umarız birgün Gölge’yi kağıttan okuruz... Ercüment YALÇINER
Gölge okurları 9 aydır bilgisayarlarında okudukları Gölge e-Dergi hakkında görüş, öneri, istek ve şikayetlerini golge.editor@gmail.com ‘dan bize ulaştırabilirler Gölge e-Dergi
Herşey daha iyi bir GÖLGE için Gölge e-Dergi Yayın Kurulu
GÖLGE | Haziran ‘08
80’LER VE KORKUNÇ KOMİK FİLMLER
80’ler kelimesi artık iyice kabak tadı vermiş olabilir çünkü her hafta yapılan, “yomma harttt yomma sollll”lu partilerden dolayı, 80’lerin ortasında ergenliğini yaşamış ve hafızasına flaş anılar çakmış bizim gibi orta yaşlılar bile, “E artık yeter!” demeye başladı. Ama iş sinemaya ve 80’ler filmlerine gelince durum değişiyor. Gerçi bunun en büyük sebeplerinden biri olan, CGI ile tanışıp, çabucak kendinden geçip, hoş ama boş filmlere iyice bulaşan ve keçiboynuzu üretim merkezi gelen Hollywood yüzünden o yıllarda izlediğimiz bol plastik efektli, çok eğlenceli ve samimi filmlere olan bağlılığımız giderek kuvvetleniyor. 70’lerin sonunda, şimdilerde bir Author olan fakat o zamanlar genç ve ihtiraslı birer sinemacı olarak çıkış arayan Spielberg, Lucas gibi isimler 502lerin seri filmlerinin mantık ve eğlence ve terör duygusunu “Star Wars”, “Jaws”, “Indiana Jones” gibi filmlerde kullanarak geliştirdiler ve yeni bir şablon oluşturdular. Bunun en önemli sebeplerinden birinin 70’ler boyunca devam eden, “French Connection” “Straw Dogs” “Godfather” “Apocalypse Now” “Zardoz” gibi realist ve deneysel bir sinema anlayışının eğlence duygusunu sinema salonlarından giderek kovması olduğunu düşünüyorum. Hollywood, bir daha asla 70’lerdeki kadar öznel ve ciddi filmler üretemeyecekti çünkü bu filmler 50’ler ve 60’lar boyunca, dev yaratıkları, bilinmeyen gezegenlerde geçen tehlikeli maceraları, bikinili plaj güzellerini ve çatlak profesörlerin deneylerini izlemiş sıradan seyirci için oldukça sıkıcı ve seyredilse bile, anlaşılması zor yapımlardı. Az bütçeyle fakat fiyakalı afişlerle üretilen İtalyan, Filipin ve Uzakdoğu filmleri Dünya pazarlarında giderek talep görmeye ve seyirci tarafından da tercih edilmeye başlanıyordu. İtalyanlar 70’lerde erotik komedilerle girdikleri ülkelerde şimdi Mad Max klonu post apokaliptiklerle ve egzotik maceralarla güçlenmekteydiler. Ama hiçbirinin elinde, Hollywood yapımcılarındaki bütçe ve teknik imkânlar yoktu. Yükselen video çılgınlığı ile iştahlanan eğlenceli bir popcorn sineması anlayışı tüm on yıla damgasını vurmaya hazırlanıyordu. Dönemin sinemasal duygusuna daha fazla değinmeden önce, akıllarda kalan, yerlere yatıracak kadar güldüren ama yeri geldiğinde de korkudan tırnak yedirten filmlerden bazılarını hatırlamakta fayda var. Muhtemelen bu listedeki filmlerin bazıları 80’ler de sinema salonlarını es geçmiş ya da video çılgınlığına yetişememiş bünyelere oldukça yabancı gelecektir fakat divx denen video paylaşım formatı bu Neo klasiklerin her yaştan seyirci ile yeniden buluşmasına imkân sağladı. Ayrıca bahsi geçen çoğu film özellikle Star televizyonu tarafından her kuşakta gösterildiği için, çoğunu birden fazla izlemiş olmanız mümkün. Açıkçası 80’ler korku komedileri deyince benim aklıma gelen başlıca filmler: Fright Night (Neris’in bu filmle ilgili enfes bir kritiği var.) Lost Boys, Blob, Gremlins, Little Shop of Horrors, The Gate, Tales from the Crypt, Clownhouse, Bettlejuice, Transylvania
26
6-500, House serisinin ilk iki filmi, Nothing But Trouble, The Monster Squad, Night of the Creeps, Child Play, Killer Klowns from Outer Space, Tremors, Creepshow, Shocker, Vamp gibi filmler oldu. Tema olarak 50’lerin sinema anlayışından ve pulp fiction denilen ucuz okumalıkların beslediği fantastik ve mizahtan faydalanan bu filmler o dönem için devrimsel sayılabilecek plastik ve mekanik efektleriyle de akıllarda yer ettiler. Dönemin efekt ve makyaj ustası ise tartışmaya gerek bırakmayacak şekilde usta işler çıkaran ve özellikle “An American Werewolf in London” filmindeki tek plan değişim sahnesini aklımıza çivileyen Rick Baker’dır. Aynı anlayışın, yani geçmiş dönem hitlerinin remake’lerinin yeniden salonlarda cirit attığı ama nedense kimseyi mutlu edemediği günümüz Hollywood sinemasından farklı olarak 80’ler boyunca yaratıcı yönetmen işleri ve benzerine Ertem Eğilmez’in Arzu filmine ait 70’ler Türk aile komedilerinde rastlanabilen güçlü kastlar bu filmleri eşsiz kılmıştı. Hiç kimsenin BettleJuice’deki Michael Keaton performansını ya da küçük bir rol olmasına rağmen filmi birine anlatırken kuracağınız cümlenin içinde mutlaka geçecek olan “Little Shop of Horrors”un dişçisi Steve Martin’i unutacağını sanmam. Bu iki ismin yanında, çoğu Saturday Night Live’dan yetişen onlarca yetenekli komedyen bu tür filmlerin en büyük kozu oldu. Dönemin en çok akılda kalan filmi ise Flatliners’ın ünlü yönetmeni Joel Schumacher’in 1987 yapımı bugün kült bir vampir filmi olarak kabul edilen The Lost Boys’dur. 80’li yıllara ait neredeyse herşeyi filme başarılı bir şekilde yansıtan The Lost Boys seyirciyi adeta o yıllara geri götürürken, dönemin popüler şarkılarının yanında oldukça başarılı bir şekilde harmanladığı korku, vampir ve mizah öğeleriyle bugüne kadar yapılmış en eğlenceli vampir filmlerinden biri olmayı başarıyor. Ama hiçbir şey sonsuza kadar sürmüyordu ve Lunapark’ın ışıklarının kapatılma vakti yaklaşmıştı. Bu müthiş eğlenceli dönemin kapanışını ise 90’ların başında çekilmiş ve şu an bir ero-kült mertebesine ulaşmış olan “Basic Instinct” müjdeledi. Tutan mayanın peşinden giden prodüktörler daha psikolojik ve görünürde derin olan öykülere kayarak, bizleri yeni ve tatsız bir sinemaya mahkûm ettiler. 80’ler filmleri, tüm iyi yanlarına karşın zamana direnemediler ve artık ancak arşivcilerin ilgilendiği ya da ara sıra TV’lerin geç yayınlarında rastlayabileceğiniz türden filmler haline geldiler… Ayrıca hipermarketlerin ucuz DVD raflarını karıştırırken de birkaç tanesinin vanilya baskı DVD’sine ulaşmanız mümkün. Ama sakın zamanında çok güldüğünüz ya da çok korktuğunuz bu filmleri grup olarak ve özellikle genç izleyicilerle izlemeyin. Dönemin ruhunu özümsememiş ve yeni filmlerin aşırı hızlı ama hiçbir şey anlatmayan kurgusuna alışmış bünyeler için artık bir miktar sıkıntı yarattıkları gerçek ne yazık ki... Gölge-E Dergi’nin yeni sayısında buluşana dek hepinize sinema dolu günler diliyorum. Murat Tolga ŞEN www.otekisinema.com
GÖLGE | Haziran ‘08
“BEN KENDİMİ BİLDİM BİLELİ RESİM YAPIYORUM” Mert Yavaşça oyun karakter ve konsepti tasarlıyor. Kısa süre önce “Savaşım” ve “Son Savaş” oyunlarının tasarımı da bitti ve bu oyunlar web üzerinde oynanmaya başladı. Biz de Gölge e-Dergi olarak Mert Yavaşça’ya oyun konseptleri , karakterleri ve geleceğe yönelik çalışmaları üzerine bir röportaj yaptık. — Mert, öncelikle bize Mert Yavaşça kimdir, resim yapmaya nasıl başladı anlatabilir misin? -1983 yılında Çanakkale Biga’da doğdum. Klasik bir ifade vardır ya “ben kendimi bildim bileli resim yapıyorum” diye, benimki de öyle. Bilinçsiz bir şekilde başlayıp süregelen bir durum. Bunda resim öğretmeni olan annem babam amcam ve dedemin de önemi büyük tabii. — Senin adını İstanbul Hikâyeleri oyunu ile duyduk. Nasıl başladı senin oyun konsept ve karakteri tasarım maceran? -Üniversite 3. sınıfında okurken birden bire oldu her şey. O zamanlar Eskişehir’de bir tasarım evinde çalışıyordum. Çanakkale savaşları ile ilgili bir kitap basılması düşünülüyordu ve illüstrasyonlarını ben çiziyordum. O aralar internetten usta çizerleri araştırmaya başladım. O çizimleri gördükçe içim açıldı resmen kafam toparlandı. Bilgisayar oyunlarıyla da aram iyiydi. Half Life serisinin hastasıyım mesela. Bir de ben bir oyunu normal bir oyuncunun bitirdiği zamanlamayla bitiremiyorum. Oraya bakıyorum buraya bakıyorum, saatlerce dolaşıyorum ortalıkta adamlar neyi nasıl yapmış diye. Öldürdüğüm NPC’leri inceliyorum, modellemelerine bakıyorum dokularına bakıyorum. Ezelden beridir bu dünyaya olan bir merakım vardı yani. Okul bitince bir sene boyunca dışarıya pek iş yapmadım daha çok kendimi geliştirmek için çalıştım. Sonra İstanbul Hikâyeleri geldi aklıma demosu ilk çıktığı zaman oynamıştım, ne güzel demiştim bizde de var bu işlerle uğraşanlar; sonra Murat (Murat Çileli) ile temasa geçtim. Kafalar uyuştu ve çizimlere başladım. Böylece ucundan biraz yakalamış oldum içine girmek istediğim dünyayı… — Aldığın eğitimle bilgisayar oyunlarının bir ilişkisi var mı, yoksa sadece sevdiğin için mi karakter tasarlıyorsun? İstanbul Hikayeleri, profesyonel eski bir hırsızın şehrin altındaki kilometrelerce uzunluğundaki tünellerde hazine arama macerasının geri dönüşü olmayan bir kabusa dönüşmesini konu alıyor.
www.istanbul-hikayeleri.com 28
Karısının sebepsiz intiharı ardından kirli geçmişini bir kenara bırakmak isteyen Tarık, yıllar sonra eski dosttan gelecek teklife karşı koyamayacak ve belki hiç uyanamayacağı bir rüyanın uykusuna yatacaktır. Çünkü eski dost Salih, Işıksız Dünyalar Kitabı’nı bulmuştur ve bu sırrı en yakın arkadaşı ile paylaşacaktır.
-Aldığım eğitimle bilgisayar oyunlarının hiçbir alakası yok. Bu benim çok sevdiğim ve çalışmak istediğim bir alan olduğu için ben çalışmalarımı bu yönde yapmaya karar verdim ve kendi kendimi eğittim. — Son Savaş karakter tasarımını senin yaptığın bir online oyun. Bu oyunun tasarımı için sen mi talip oldun, yoksa “Mert, biz senin İstanbul Hikâyeleri’nde çizimini beğendik, bununda tasarımını sen yap,” diye bir talep mi geldi? -Benim yaptığım demek doğru değil, ben oyunun konsept tasarım kısmında çalıştım sadece, bu projede yer alan insanlardan sadece biriyim. Benim projeye dâhil olmam ise bir akşam cep telefonumun çalmasıyla oldu. İstanbul Dijital firmasından Sinan Ata aradı ve bu projede benimle birlikte çalışmak istediklerini söyledi. Kendileri Sonsavaş’ın web tasarımını yapan firma. Ben de olmaz demedim tabii. “Son Savaş” oyununda Mikail karakteri
— Sen çizimlere başladığında oyunun içeriği ve karakter planlamaları bitmiş miydi, yoksa senin çizimlerinle oyuna katılan karakterler oldu mu?
-Ben projeye başlarken her şey hazırdı. Zaten böyle bir projede çizim aşamasına gelmeden önce konsept oturtulmalıdır, diye düşünüyorum. Bu yönden bir sıkıntımız olmadı. Her şey uyum için de ve planlanan zamanda tamamlandı. — Karakterleri çizerken gözünün önünde canlanan oyunun kurgusu mudur? Mesela Mikail’i ve Mikail’in ordusunu, Mamnon’u ve Mamnon’un ordusunu çizerken mitolojiden efsanelerden ve fantastik karakterlerden faydalandığın zamanlar oldu mu, yoksa yapımcı “Bizim aklımızdan geçen karakterler şu tipte,” mi dedi? -Aslında bana oldukça özgür bir çalışma disiplini sundular. İstedikleri karakterleri ve askeri sınıfları fazla detaylandırmadan bana ilettiler ve benim hayal gücüme bıraktılar. Ufak tefek müdahaleler oldu tabii, mesela Mamnon’un boynuzlarında. Eski efsanelerin tersine dünyanın sonu sanıldığı gibi 21. Yüzyılda gelmemişti. Evet yaşlı Dünya tükenmişti ancak hala üzerinde insanlar barındırıyor ve pes etmemek için direniyordu. 23. yüzyılın ilk çeyreğinde dünyadaki içme suyu sürekli artan insan nüfusuna yetmemeye başladı. Tabiî ki bunda insanoğlunun doğadaki her şeye zarar vermesinin de büyük etkisi oldu. İkinci çeyrekte ise dünyada artık dünya nüfusunun sadece çeyreğine yetecek kadar içme suyu kalmıştı. Bu durum savaşları da beraberinde getirdi. Önceden petrol için savaşan devletler yıkılmıştı; kalanlar ise artık sadece ve sadece su için mücadele vermekteydi. Binlerce yıldır para ve güç için savaşan www.sonsavas.com insanoğlu artık sadece hayatta kalabilmek için savaşıyordu. Bu savaşlar tarihteki bütün savaşlardan daha farklıydı. Sinsi ve kuklalarla değil; aleni, amansız ve kanlıydı. İnsanoğlunun taş ve sopalarla başlayan savaş anlayışı artık tamamen değişmişti. Yok olacağını anlayan toplumlar; nükleer silahlarına sarılıp kendilerine son bir şans daha yaratmaya çalışıyor fakat bu arada zaten yok olmaya yüz tutan doğayı daha da tahrip ediyorlardı. Bu amansız savaşların sonucunda milyarlarca insan gerek savaşlar, gerekse susuzluk yüzünden öldü. Dünya ise artık yok olmak üzereydi...
GÖLGE | Haziran ‘08 — Online strateji oyunu oynadın mı hiç? Sabaha karşı kalkıp birilerine saldırdın mı ya da bir sabah uyandığında aylarca uğraştığın oyununun yok edildiğini gördün mü? -Online strateji oyunlarından bir ara Bitefight’a sardırmıştım. Son zamanlarda da Savaşım’a üye oldum. Ama pek vakit bulamıyorum. Zaman bulsam GTA4 oynayacağım zaten. Bu arada en son Call of Duty: Modern Warfare bitirdim. Adamlar sanat eseri yaratmışlar. — Bir de Savaşım isminde bir web tabanlı oyuna konsept ve karakter hazırladın. Savaşım’ın hikâyesi nedir? Nasıl çalıştın orada? -Son savaş projesinde çalışırken oyunun programcısı Ufuk Şahin ile tanıştım. Ufuk aynı zamanda Savaşım’ın programcısı ve yaratıcısı. Savaşım yıllardır Türkiye’de web tabanlı strateji oyunu denince akla gelen Türk yapımı en başarılı oyun bence. Son Savaş’ı bitirince Savaşım için birlikte çalışmak istediğini söyledi ben de seve seve kabul ettim çünkü Türkiye’de böyle “Son Savaş” oyununda başarılı ve ne yaptığını bilen insanlarla iletişimde olmak ve Mamnon karakteri birlikte bir şeyler yapmak lazım gerek, diye düşünüyorum. Savaşım’ın konsept tasarımı da şu günler de tamamlanmış durumda, son eksiklerimizi bitirmeye çalışıyoruz. Savaşım çok yakında yenilenmiş yüzüyle oyuncuların karşısında olacak. — Konsept ve karakter tasarlarken bunu ileriye dönük bir iş olarak mı görüyorsun, yoksa “Öğrencilik hayatı böyle geçsin sonrası için başka planlarım var,” diye aklından geçiyor mu? -Kesinlikle ileriye dönük bir iş olarak görüyorum. Ben hayatım boyunca bilgisayar oyunları piyasasında çalışsam üzülmem. Ama bakalım zaman neler gösterecek. — Başkaları için oyun karakterleri çizdin, peki kendin için oyun tasarlıyor musun? -Evet, şu an senaryosunu ve kurgusunu planladığım, tasarımlarını kardeşimle beraber üstlendiğimiz bir oyun projesi üzerinde çalışıyoruz. Savaşım ekibiyle birlikte bir sonraki projemiz bu zaten. Yakın gelecekte geçen ve özellikle Türk kullanıcılara hitap edecek bir web tabanlı strateji oyunu. İddialı konuşmak gibi olmasın ama özgünlüğünü yüksek tutmaya çalıştığım bir oyun hazırlıyorum. — Çizgi romanlarla aran nasıl? Sevdiğin seriler, takip ettiğin çizerler var mı?
Her şey yeni bir petrol rezervinin bulunmasıyla başlamıştı. Orta Doğu’daki gelişmemiş ülkelerin topraklarındaydı yine bu rezerv. Dünya petrol ihtiyacını 2108 yılına kadar karşılayacak kapasitedeydi. Emperyalist devletler bu rezerve sahip olabilmek için ellerinden geleni yapıyorlardı. Dünyayı kaosa sürüklemeyi bile göze almışlar; kendilerine karşı çıkmaya çalışanları, kendilerinden bile olsa susturuyorlar, hatta savaş ile tehtid ediyorlardı. Müslümanlar komşularındaki www.savasim.com bu güzel kaynaktan en iyi şekilde yararlanmak istiyorlar ve rezervi diğerleri ile paylaşmaktan kaçınıyorlardı. Komünist devletlerden ses çıkmasa da rezervin Emperyalistlerin eline geçmesinin, onlara sağlayacağı üstünlüğün farkındaydılar... Ve sonunda her biri büyük savaş için siyasi birliklerini tekrar kurdu. Artık barış için çok geçti...
30
-Enki Bilal ve Jim Lee çizer olarak en sevdiğim isimler. Jim Lee’nin çizdiği Batman serisinin hastasıyım. Enki Bilal’in geleneksel tarzda yaptığı çalışmaları çok hoşuma gidiyor; adamın dijital ortamla pek alakası yok. O yüzden yaptığı çizgi romanlarda ayrı bir hava var. Tabii hikâyelerini anlamak biraz zor, o ayrı konu. Bir de benim kötü bir özelliğim var, ben arşiv yapamıyorum; kardeşim sağ olsun alıyor o çizgi romanları da arşivliyor. Eskilerden Milazzo’yu çok severim bir de, Büyülü Rüzgâr serisi özellikle. — Senin çizdiğin ama yayıncının dergiyi kapatması yüzünden yayımlanamayan çizgi romanın var. Bir gün Mert Yavaşça’nın çizdiği bir çizgi roman okuyabilecek miyiz, yoksa “Türkiye koşullarında çizgi roman üretilmez,” diyenlerden misin? -Evet, öyle talihsiz bir olay yaşandı ama oluyor böyle şeyler. Kendi çizgi roman çalışmam var. Çanakkale Savaşları’nın çizgi romanını hazırlamaya başlamıştım, hatta kitap illüstrasyonlarını yaptığım yayınevleriyle bu konuda görüşüp, olumlu yanıt da almıştım fakat araya giren diğer projelerin yarattığı zaman problemiyle bir süreliğine rafa kalktı çizgi roman çalışmalarım. Naçizane düşüncem, Türkiye’de şu an içinde bulunduğumuz ekonomik ve sosyal şartlar çerçevesinde bir çizgi roman yaratmak ve seri sayılar halinde yayımlamak imkânsız gibi görünüyor. Ben de kesinlikle böyle bir şeye yanaşmıyorum zaten; 2 sayı varsın 3. sayı Allah’a emanet. Bence, çizgi roman tek kitap şeklinde basılarak yayımlanırsa daha mantıklı olur. Kendi çizgi romanımı da böyle yayımlatmak istiyorum. Sayı sayı değil de tek kitap halinde. — İstanbul Hikâyeleri dediğimizde insanlar merak edeceklerdir. Hâlâ yayımlanamadı o oyun. “Daha iyisini çıkartacağız,” denildi ama biz o kadar tanıtım ve duyuruya rağmen sizin çizimlerinizden başka bir şey görmedik. İstanbul Hikâyeleri ne durumda? -İstanbul Hikâyeleri projesinde benim çalışmalarımı sonlandıralı 4-5 ay gibi bir zaman oldu. Uzun süredir Murat ile de görüşemedik. En son mekânları baştan tasarlatıyordu. Belirtmek gerekir ki İstanbul Hikâyeleri, aslında hayatını başka işlerden kazanan insanların bir araya gelip, boş zamanlarında yürüttüğü bir projedir. Çalışanlar tamamen gönüllüdür ve projeden maddi bir getiri beklemezler. Proje böyle olunca çıkış tarihi de devamlı değişmekte tabii. Ama en büyük temennim, benim ilk göz ağrım olan bu oyunun eninde sonunda çıkması. — Bize zaman ayırdığın için teşekkür ederiz. -Ben teşekkür ederim.
GÖLGE | Haziran ‘08
ADANIN YÜZ KARASI
Her zaman olduğu gibi büyük bir keyifle adamıza doğru yol alırken, ılık esen yaz meltemi gagamı okşuyor, aşağı ve yukarı saldığım kanatlarımdaki tüyleri hafifçe dalgalandırıyordu. Son derece neşeliydim. Bulutsuz gökyüzü, önümde uzanan yüzlerce metrelik mesafede bana kolay bir görüş alanı sağlıyor, parıldayan güneş içimi ısıtıyordu. Üstelik sevgilim Gaviota’yla buluşacaktım ki, ona duyduğum özlem daha hızlı kanat çırpmama neden oluyor, ana karadan ve güncel dertlerimden uzaklaştıkça içimi büyük bir huzur kaplıyordu. Gaviota öylesine değerli ve önemliydi ki benim için, limandan ayrılmadan hemen önce yakaladığım iki istavriti gagama sıkıştırmış, ona götürüyordum. Daha geçen hafta görüşmüştük. Ancak bu süre zarfında, yıllarını hücrede geçiren zavallı bir mahkûmun toplum içine karışarak kendini onlardan biri gibi hissedebilmek, günün herhangi bir saatinde serbestçe caddelerde dolaşarak istediği yere gidebilmek üzere özgürlüğüne duyduğu hasret gibi özlemiştim sevgilimi. Ve uzakta adamız göründü… Bu bizim adamız çünkü onunla hep bu adada buluşuyoruz. Birlikte burada eğleniyoruz, burada gülüyoruz, burada dertleşiyoruz, burada özlem gideriyoruz. Yüksek irtifadan salıverdim kendimi aşağıya. Buluşma noktamıza doğru usulca süzülüverdim. İşte orada! Her seferinde olduğu gibi, gene benden önce gelmişti adamıza. Göz alabildiğince uzanan pastel sarısı kumsalda, tıpkı iri bir inci tanesi gibi parlıyor bembeyaz tüyleri. Böylesine güzel bir varlığı yaratabildiği için Tanrı’ya hayranlık duydum. Belki de minnettar olmam gerekenler Gaviota’nın anne ve babasıydı. Çünkü ne de olsa onların da çabası vardı güzelimin dünyaya gelmesinde… Ona, ‘güzelim’ diye hitap etmek öyle hoşuma gidiyor ki, bu kelimeyi sürekli dile getirerek boş yere harcamak, güncel ifadelerimden biri haline dönüştürerek basit bir hale sokmak, dolayısıyla kendimi bu zevkten mahrum etmek istemiyorum. Ama eminim, kendisi bu sözcüğü benim ağzımdan daha sık duymak ister. Çünkü o, dişi bir martıdır! Gaviota hem çok güzel, hem de sadece benim! Yani, güzelim… Niçin biz erkeklerde böylesine baskındır şu sahiplenme duygusu? Merak etmişimdir zaman zaman… Fakat henüz bir cevap bulabilmiş değilim. Onu ilk gördüğümde etkilenmiştim güzelliğinden. İri bir mıknatısın etkisindeki toplu iğne gibi yapışıvermiştim kendisine. Üstelik ayrılamaya da hiç niyetim yoktu. Şu anda benim bulunduğum yükseklikten harika görünüyordu. Ancak niçin, yukarıdan zift gibi görünen koyu bir karaltının yanında dikildiğine anlam veremedim bir türlü. Yiyecek bir şeyler mi arıyordu yoksa? İyi ama gemi sintineleri bizler için faydalı şeyler barındırmaz ki bünyelerinde… Hatta tehlikeli bile olabilirler! Ziftin tüylerimize yapıştığını düşünsenize… İğrençtir ve temizlenmek haftalar sürer. Üstelik ziftten arınmayı başaramazsak şayet, ölümümüze bile neden olabilir bu
32
pislik. Gaviota bütün bunları bilmiyor muydu acaba? İşte bu imkânsızdı! Her yetişkin martı tecrübeyle bunu öğrenmiştir. Belki de, hemen yanı başındaki tehlikenin farkında değildir, diye düşündüm. Sevgilime doğru dalışa geçerken, çığlıklarımla uyarmaya çalıştım kendisini. “Kraaaa, kra kra kraaaaa, kkkkkkkkkrrrrraaa kra kraaa” Merhaba hayatım ben geldim. Öyle güzel görünüyorsun ki, lütfen kıpırdama! Şu halinin bir daha silinmemek üzere hafızama kazılması istiyorum… Söylediklerim kısmen doğruydu. Şu anda gerçekten çok hoş görünüyordu. Ama kıpırdamasını istemememin asıl nedeni ziftin içine düşmesini ve güzel tüylerine zift bulaştırmasını engellemekti. Etrafımızdakilere, sadece duymak istediklerini söyleyerek onlara tüm istediklerimizi yaptırabilir miyiz acaba? Olabilir tabii ki… Sonuçta dinleyen de kazanacaktır, söyleyen de… Ama diyelim ki bunu başardık, ne geçecek elimize? Yalnızca bizim taleplerimizi yerine getiren kişiliksiz bir kukla! İstemem ben böyle bir şey… Zaten ne güzelim benim kuklam, ne de ben onun… Birbirlerini her haliyle kabul eden, gerektiğinde özgürlüğünün tadını çıkarabilmesi ve geride kalanın kıymetini daha iyi anlayabilmesi için diğerini serbest bırakan demokrat bir çiftiz biz! Benim biraz önceki sözlerim, daha doğrusu çığlıklarım üzerine, dondu kaldı Gaviota. Gülümser gibi gagasını araladı. Herhalde, beni gördüğüne sevinmişti… Havada süzülüp, kumları havalandırmamak için çaba sarf ederek nazikçe yanına kondum. Önce, uzun gagamı onunkine dokundurarak sevgi gösterisinde bulundum. Daha sonra, istavritlerden birini Gaviota’ya uzattım. “Bunu sana getirdim güzelim; umarım beğenirsin…” “Teşekkür ederim Martınez. Gerçekten çok naziksin!” Daha önce bahsetmiş miydim, bilmiyorum. Benim ismim Martınez ve Meksika Körfezinde yaşıyorum. Ama her hafta sonu sevgilimi görmek üzere buraya geliyorum. “Sen söz konusu olduğunda, sadece güzel şeyler geliyor aklıma. Seni de mutlu edeceğine inandığımdan, elimden geldiğince gerçekleştirmeye çalışıyorum ben de bunları… Hayatıma çok hoş renkler katıyorsun bir tanem. Sayende, kendimi çok daha iyi hissediyorum… İyi ki varsın!” dedim ve sevincimi ona da bulaştırmak istercesine kanatlarımı çırptım. Gaviota’nın kuyruğundaki benekli gri tüyler hafifçe kabardı. Duydukları hoşuna gitmişti anlaşılan ama boncuk şeklindeki küçük gözlerinde beklenmedik bir endişe ve tedirginlik gördüm. “Bu güzel sözlerinle beni şımartıyorsun. Fakat biraz daha sakin olursan, ben de kendimi daha rahat hissederim” dedi. Utanmış gibiydi… “Seni görebilmek için saatlerdir uçuyorum ve nihayetinde sana kavuşunca sevinçten sadece kanatlarımı çırpmak yeterli olmuyor. İçim içime sığmıyor seni görünce!” Bu iltifatım hiç hoşuna gitmemişçesine gözlerini kıstı. Boynundaki tüyleri kabarttı. Sol kanadını seri bir hareketle çırptı. Bana bir şeyler anlatmaya çalıştığı çok açıktı. Fakat ben, onun güzelliğinden başka bir şey göremiyordum. Bilirsiniz, ‘aşkın gözü kördür’ derler… Ancak başını yana çevirip, ince, uzun ve sarımsı gagasının arasından bir şeyler fısıldayınca, beni gördüğü için her zamanki sevinç gösterilerini yapmadığını, aramızda bir soğukluk bulunduğunu fark ettim. “Seni yeni arkadaşım Raven Noir ile tanıştırayım,” dedi. Sen varsın ya, benim yeni bir arkadaşa ihtiyacım yok dememe fırsat kalmadan, hemen yanı başımızdaki zift öbeği kıpırdanıp, konuşmaya başladı. Demek, aramızdaki soğukluk buydu! “Meeemnunnnn oldummmm…” Öyle korktum ki anlatamam! Doğal bir tepki gösterip, kanatlarımı iki yana açtım. Becerebildiğim kadar çok tüyümü kabarttım. Bu arada, arkama doğru üç adım gerilemeyi ihmal etmedim. Fakat gagamın arasından tek bir gak bile çıkartmayı beceremedim. Tanrım, nasıl bir yaratıktı bu böyle? Bir anda bizleri yaratanla konuşmaya başladım. Ona, beyazların güzelliği daha
GÖLGE | Haziran ‘08 iyi anlaşılsın diye mi siyahları var ettin? diye sordum ama her zamanki gibi hiçbir cevap alamadım. Maalesef o, benim kadar açık sözlü değildi… “Sakin ol martı kardeş. Ben de sizler gibi bir kuşum!” dedi hilkat garibesi. Kimi kandırıyorsun kuş beyinli, tümcesi gagamın ucuna kadar geldi ama yuvarlak başımı güzelimin kanatları altına yerleştirene dek konuşamadım. Her zamanki gibi Gaviota, sıcaklığı, dinginliği ve genzinden gelen gurultularla beni sakinleştirdi. Ancak o vakit kendime gelebildim. Titrek bir sesle, “Sen de nesin?” diye sordum. Kuş olmadığı öylesine barizdi ki… Konuşan bir zift topakçığıydı galiba… Sevgilim cevapladı beni. “O bir kuzgun Martınez. Başta, beni de biraz ürkütmüştü ama şimdi alıştım. Ayrıca çok nazik ve gizemli biri… Tıpkı çözülmeyi bekleyen bir bulmaca gibi… Çok uzaklardan geliyormuş. Anlatacak öyle çok şeyi var ki… Üstelik anlattıkları da hem heyecanlı, hem de komik şeyler! Ne yalan söyleyeyim, gagam açık dinliyorum,” dedi. Söylediklerine inanmak istemedim. Fakat hayatın, daima istediğimiz şekilde gerçekleşmediğini biliyordum. Güzelim, bu yaratığın cazibesine kapılmış gibiydi… Huylanmıştım bir kere. Neler olup bittiğini daha iyi idrak edebilmek için beynimdeki tüm çarkları, son sürat harekete geçirdim. Ortadaki bariz gerçeği destekleyecek öyle az somut şey vardı ki, beni ancak bir erkek anlayabilirdi. Oysa ben, bir dişiyi ikna etmek durumundaydım. Aklıma ilk gelen şey, nereden çıktı şimdi bu kuzgun bozuntusu? oldu. Gözlerimi hızla yumdum. Birkaç saniye bu şekilde dikildim paletli turuncu ayaklarımın üzerinde. Belki de bu bir kâbustu ve birazdan her şey değişecekti! Pof… Ve bir anda yok oldu kuzgun efendi!!! Gözlerimi yeniden açınca gördüm ki, bırakın yok olmayı, haince bana gülümsüyordu konuşan zift! İstersen uç git de, bizi yalnız bırak der gibiydi simsiyah gözleri. Ben de ona bakışlarımla, rüyanda görürsün ancak! dedim ama bilmem anladı mı? Anladıysa bile, anlamamış gibi davrandı… Tam bir şeyler söylemek için sivri gagasını araladı ki ben lafa girdim.
34
“Gaviota, seninle konuşmam gerek! Ne dersin, şöyle güneye doğru uçalım mı biraz?” “Üzgünüm ama olmaz! Yeni dostumu burada tek başına bırakmak istemem…” Ne?... Bir de dosttular demek!… İyi ama bu kadar kısa bir süre içinde nasıl olup da arkadaşlıktan, dostluk aşamasına geçmişlerdi? Çok şaşırdım. Kendine ve sevgilisine güvenmeyen her erkeğin aklına gelen soru, bir güve gibi beynimi kemirdi. Ne kadar uzun bir zamandır aldatılıyorum acaba? Gaviota’yı kanatlarımla kış kışlayıp, hemen oradan uzaklaştırmak istedim. Ama yapmadım. Çünkü dişi bir kuş böylesine kibirli bir hava yarattığında, asla ısrar edilmemesi gerektiğini bilecek kadar zekiyimdir. Sanırım beni kıskandırmak istiyordu. Eğer niyeti gerçekten buysa, gayet başarılıydı doğrusu! Son derece çevik ve keskin hareketlerle başımı birkaç kez sağa, sola çevirdim. Ne söylemem gerektiğini düşünüyordum. Güzelimin gagasından fırlayan tiz çığlıklar buna daha fazla izin vermedi. “Kraaa… Martınez niçin burada söylemiyorsun aklındakileri?” diye sordu. Duymak istemezsin çünkü! Yeni arkadaşın tüylerimi diken diken ediyor ve onun hakkında hiç de iyi şeyler düşünmüyorum diyemedim. Sadece ilginç bir şey bulmuşum gibi gagamı kumların arasına daldırıp çıkardım. Neler düşündüğümü gözlerimden anlayacağından korktuğum için yüzüne bakmak istemiyordum. Ancak bu küçük oyunumu daha fazla sürdüremedim. Zift kılıklı kuş bozuntusunun yanında, az işiten veya duyduklarını anlamayan bir şapşal durumuna düşmek istemediğimden, Gaviota’nın sorusunu cevaplamak zorunda hissettim kendimi. “Biraz özel… Yani sadece seni ve beni ilgilendiren şeylerden bahsedeceğim,” derken boynumu ileri geri oynattım. Kendini kuş sanan sintinenin, biz konuşurken yanımızda bulunmaması gerektiğini sözcüklerimle ve bakışlarımla Gaviota’ya anlatmaya çalıştım. Ne demek istediğim hemen anladı güzelim. Kuzguna dönüp, “Kısa bir süre buradan uzaklaşıp, seni yalnız bırakacağım için üzgünüm Raven Noir… Lütfen beni affet! Hemen dönmeye çalışacağım. İstersen, bu arada sen de benim istavritimi yiyebilirsin…” dedi nazikçe. Oha be güzelim! Ben bunca yolu uçarken, istavriti de senin için taşımıştım! Üstelik son
GÖLGE | Haziran ‘08 sözleri erotik bir çağrışım yapıyor gibiydi sanki… Ne demek yani ‘istavritimi yiyebilirsin’? Her önüne gelene söylenir mi böyle şeyler? Hiç hoşlanmadım kullandığı ses tonundan. Gaviota, bugüne dek gördüğüm en biçimli paletli ayakları ve uzun bacakları üzerinde kumda sekerek, bizlerden uzaklaştı. Onun bu zarif hareketlerini hayranlıkla izleyen ben, arabozucu zift öbeğinin yanında kalakalmıştım. Güzelim, bembeyaz tüylerle bezeli boynunu arkaya çevirip, bana baktı. Gelsene, dedi bakışlarıyla. Uçarak gittim yanına. Öyle süratliydim ki, beni gören de posta güvercini filan sanırdı. “Evet, seni dinliyorum. Neymiş bu derece özel olan şey?” diye sordu ben yanına ulaşınca. “Neden getirdin bu yaratığı bizim adamıza? Burasının her ikimiz için de özel bir yer olduğunu sanıyordum…” “Ne mahsuru var? Burası çok büyük bir ada, hepimize yeter!” “Saçmalama… Seni ve bu mekânı kimseyle paylaşmak istemiyorum ben.” “Neden ama? Ben de, bu ada da senin şahsi malın değiliz ki…” Aman Tanrım! Kesinlikle aldatılıyorum. Benden daha üstün ne özelliği var acaba şu çirkin yaratığın? “Bunu ben de biliyorum ama şu kargayla arkadaşlık yapmanı onaylamıyorum,” dedim. Sakin olmaya çalışıyordum ama sinirden gagam titriyor, istem dışı açılıp kapanıyordu. Burun deliklerimden yeterince nefes alamaz olmuştum sanki… “Birincisi o bir karga değil___” Sözünü kestim. “Her ne boksa işte!” diye çığlık attım. Artık kendime veya gagamdan çıkan seslere hakim olamıyordum. Kanatlarımdaki ve kuyruğumdaki gri tüylerin öfkeyle kabardığını hissettim. “Bana bak Martınez, gagandan çıkanı kulağın duysun! Ben yanındayken yeni dostuma hakaret etmene asla izin veremem. Ayrıca şu da var, o gerçek bir beyefendi ve asil bir kuş. Diğer taraftan, kiminle dostluk kuracağımı sana soracak değilim!” Annesinden habersiz yuvasından uzaklaşan yavru bir martı gibi azarlanmak, hiç hoşuma gitmemişti. Ancak daha fazla öfkelenmemin durumu daha da berbat edeceğini biliyordum. Kanatlarımı kıçıma doğru uzatıp, gövdeme yapıştırdım. Soğukkanlı ve masum görünmeye çalıştım. “Haklısın Gaviota, biz birbirine özgürlük tanıyan ve gerekli saygıyı gösteren olgun bir çiftiz. Ben sadece senin için endişeleniyorum. Bu tipi gözüm hiç tutmadı. Pek de güvenilir birine benzemiyor. Üstelik bırak tüylerini veya gagasını, gözlerinin içi bile simsiyah! Dolayısıyla niyetinin ne olduğunu anlamak imkânsız… Hiç renk vermiyor musibet!” “Kuşları, tüylerinin rengine göre değerlendirerek ne büyük bir hata yaptığının umarım farkındasındır Martınez. Senin bu söylediğin, ayırımcılıktan başka bir şey değil. Kuşları bu şekilde nitelendirdiğini inan hiç bilmiyordum. Doğrusu, hayal kırıklığına uğradım. Ve eğer söyleyeceklerin bittiyse, dostumun yanına dönmek istiyorum! Burada dikilip, senin hakaretlerine daha fazla katlanacak değilim…” Sevdiğimiz kadını hayatın karanlık gerçeklerinden korumak neden bazen böylesine zor oluyor? Onlar mı çok saf, yoksa biz erkekler mi derdimizi anlatamıyoruz? Belki de giden birinin ardından ağlamak en büyük hata! O beni istemiyorsa, ben neden hâlâ onu istiyorum? Bu kızı, kendi canımdan bile çok sevdiğimden olsa gerek… Ama Gaviota’nın bu tavrı beni öylesine üzdü ki kanatlarımı çırpacak gücü bile artık kendimde bulamadım. Ancak aklımdaki bir soruya cevap bulmam gerekiyordu. “Demek artık beni sevmiyorsun,” diyebildim sadece… Yaptığım vurgulama hatası sonucunda, soru cümlesi olarak değil de kesin bir ifade gibi dökülmüştü kelimeler gagamdan. Dolayısıyla herhangi bir cevap vermesini beklemiyordum. Zaten o da cevaplamadı. Yalnızca “Çok üzgünüm,” dedi ama nedenini açıklamadı. Beni artık sevmediği için mi üzgündü, yoksa ben hâlâ ilk günkü gibi kendisine âşık olduğum için mi? Bilemedim. Geriye döndü. Kızgın kumların üzerinde iki kez sıçrayarak benden uzaklaşırken “Seni seviyorum,” diye mırıldandım kendi kendime…
36
Gaviota olduğu yerde durdu. Beni duymadığını sanmıştım ama galiba yanılıyordum. Oysa onu sevdiğimi söylerken sesim öylesine kısıktı ki ben bile zor duymuştum söylediklerimi. Hayatım boyunca tanıdığım en güzel martı, başını bana çevirdi ve uzaktan seslendi. “Raven Noir sadece bir dost! Onu niçin kıskandığını hiç anlamıyorum. Ama haksız sayılmazsın; artık bir başka kuşu seviyorum,” dedi. Bir anda, gökyüzündeki kara bir bulut tam tepemde toplandı. Güneşi göremez oldum. Sahilin, benim bulunduğu kısmı da aynen içim gibi kararmıştı. Galiba dünya başıma yıkılıyor, diye düşündüm. Hâlbuki yanılıyordum. Yirmi santim genişliğindeki kanatlarının açıklığı üç buçuk metreye ulaştığı için, ‘yerkürenin en uzun kanatlı kuşu’ olarak nitelendirilen dev bir albatros, tam üzerimizde dönerek hayatımı karartmıştı. Üstelik bu kadarla da kalmadı. Gaviota’nın yanına kondu… Güzelim, onun yanında küçük bir serçe gibi kalıyordu. Ancak duruma hiçbir tepki göstermedi. Oysa ben, öyle korkmuştum ki hiç farkına bile varamadan yeşilimsi pisliğimi kumların üzerine bırakıvermiştim. Bir bu eksikti, diye düşündüm. Albatros, Gaviota’yı sol kanadının altına alıp, ürkütücü sesiyle garip bir çığlık attı. “Selam sevgilim. Senin için kilometrelerce yol kat ettim bugün,” dedi. Duyduklarıma, inanamadım. Gördüklerimse, kalbimi parçaladı. Güzelimin gözleri, bugün ilk defa gülümsemişti… Oğuz ÖZTEKER oguzozteker@yahoo.com İllüstrasyon Feridun DEMİR www.feridundemir.org
Xasiork Dergi www.xasiork.biz
Xasiork Dergi, ekiyle beraber 160 sayfayı aşkın ikinci sayısıyla, kaliteli çizgisini bozmadan internet üzerindeki yayınını sürdürüyor…
Kitap ve yazar incelemelerimiz dopdolu. Funda Özlem Şeran “Anita Blake” serisini, Onur Bayrakçeken “Agahta Christie”, “John Grisham” ve “Maurice Leblanc”ı, Kadim Gültekin “Kralların Yolu”nu, Gökcan Şahin “Zacharius Usta ve Olağanüstü Öyküler”i inceledi… Bu sayı Zifir’in yazarlarından Burak Turan ile güzel bir röportaj yaptık. Geçen sayı “Blind Guardian” müzik grubunu incelemiştik, ikinci sayıda ise “Iced Earth” grubunu ele aldık... Film incelemesi olarak ise “M.Ö. 10.000” var… Bilimkurgu Kuşağı’mız da tüm hızıyla devam ediyor. Bahadır İçel’in “Bilimi Kurmak” adlı özel dosyası ve Bülent Eriş’in geçen sayıda başladığı yazısının devamı “Türkiye’de Bilimkurgu Yazabilmek 2”, bilimkurgu kuşağımızda…
Muhammet Güzel bize “İnternette Edebiyat”ı tüm yönleriyle anlattı…
Çizgi romanlarla ilgili keyifli ve bilgilendirici bir yazı da Bahadır İçel’den geldi. “Okumayı Tommiks’ten, Yazmayı Teksas”tan Öğrendik” Ayrıca sekiz tane birbirinden güzel fantastik kurgu, bilimkurgu ve mitolojik öykülerimiz var: “Kedi – Bahadır İçel”, “Bir Türün Doğuşu – Gökcan Şahin”, “Format – Kadir Özen”, “M-EQ 12 – Bülent Eriş”, “İkinci Beden – Gökcan Şahin”, “İzmir’in Kızları – Murat Yürer”, “Süvari – Ozancan Demirışık”, “Ben Bir Vampirim – Ruhşen Doğan Nar”… Berk Payat “Cebirsel Düşler” yazı dizisine üç yeni yazısıyla devam ediyor ve Serkan Köse bizi “Lamia ve Şeytani Trans” şiiri ile selamlıyor… “Xasiork Ölümsüz Öykü Kulübü” dosyamızda ise, yeni Lonca Araştırmamız “Xasiork’a Ne Zaman ve Nasıl Geldiniz?”in yanı sıra, “Metal Fırtına 4 Turan” ve “Sır Mısır” incelemeleri sizleri bekliyor… İlk sayıda başlattığımız ve özellikle Xasiork üyeleri tarafından çok beğenilen “Cehalete Karşı Xasiork”un devamı olan “Kutsal Şömine”, dergimizin eki olarak yayınlanıyor…
Xasiork Dergi Yaz Sayısı www.xasiork.biz ‘de
GİLDA Gilda, henüz dünyanın İkinci Dünya Savaşı’na sahne olduğu dönemden kalma, 1946 yapımı siyah beyaz bir film. Döneminin diğer filmlerinden farkı ise günümüzde hâlâ popüleritesini koruyabilen bir film oluşu. Rita Hayworth’ı yıldız mertebesine yükselten ona bir Oscar heykelciği kazandıran film altmış yıllık geçmişine rağmen müzikleri, dansları ve de göz alıcı başrol oyuncusu ile kült mertebesine ulaşmış bir film. Filmin konusuna gelince… Film, genel olarak Buenos Aires’te geçiyor. Küçük kumarbazlıklarla hayatını sürdüren Johnny, bir hırsızlık teşebbüsünden Ballin Mundson sayesinde ucuz kurtuluyor. Ballin, Johnny’nin kumar yeteneğini fark ediyor ve onu sosyeteye hizmet veren yasadışı kumarhanesine davet ediyor. Ballin’in güvenini kazanan Johnny zamanla kumarhanedeki ikinci adam haline geliyor. Her şey onun istediği biçimde ilerlerken Ballin’in bir geziden yanında yeni eşiyle beraber dönmesi hepsinin hayatını altüst edecek olaylara zemin hazırlıyor. Çünkü Ballin’in yeni eşi güzel şarkıcı Gilda aynı zamanda Johnny’nin unutamadığı eski aşkı. Filmdeki aşk, kıskançlık, nefret ilişkileri de bu noktada devreye giriyor. Gilda’ya âşık iki adam ve onun kıskandırma çabaları… Kadınların erkeklere neler çektirebileceğine kendi gözlerinizle şahit olabilirsiniz bu filmde. Film zaten genel olarak bu açıdan yaklaşıyor kadın-erkek ilişkilerine; Gilda ve ona âşık adamlar. Bu yaklaşım oldukça kaba hatlarıyla filmi anlatıyor aslında. Gilda’da filmi götüren esas oğlanla esas kızın aşkı ve bu aşkın gelgitleri. Geri kalanlar filmin sürükleyici olmasını sağlayan öğeler olarak kalıyor. Filmin çekildiği döneme yapılan bir gönderme de dikkat çekici; Naziler. Gilda’da iki Nazi Ballin’i ziyarete geliyor. Bu esnada Ballin’in sadece yasadışı bir kumarhane sahibinden fazlası olduğu öğreniyoruz. Meğer Ballin, Naziler’in de ilgilendiği tungsten kartellerini finanse eden bir işadamıymış. Tabii bu esnada sahneye gizli servis ajanları da giriyor. Sahte ölümler, kâğıt üzerinde kalan evlilikler, kavuşamayan âşıklar… Bütün bu iç karartıcı öğelerin yanında filmin komedi öğesini de Uncle Pio tiplemesi karşılıyor. Johnny ile ‘köylü’ diyerek dalga geçmekten geri kalmayan ve Gilda’yla birleşmeleri için çaba harcayan Uncle Pio filmde bizi tebessüm ettirmenin yanı sıra toplumsal sınıf üzerindeki yorumuyla da dikkat çeken bir tipleme. Johnny’nin filmin başındaki fakir halinden üst sınıfa geçişine kadar sürekli yanında olan ve onun güvenini kazanan Uncle Pio bu durumdan fazla etkilenmeyen ve ona köylü demekten vazgeçmeyen yegâne karakter. Gilda deyince insanların aklına ilk gelen şey Rita Hayworth ve onun filmde söylediği ‘Put the Blame on Mame’ şarkısı. Bu noktada açıklanması gereken bir şey var ki o da filmdeki şarkıların Rita Hayworth
GÖLGE | Haziran ‘08 tarafından söylenmediği gerçeği. Kendine bu konuda güvenmediği için filmde şarkılarını kendi söylemekten çekinen Hayworth yerine Anita Ellis bu görevi üstlenmiş. Gilda’yı Gilda yapan bu şarkı değil elbette. Filmin en can alıcı sahnesi Gilda’nın Johhny’nin kıskanması için kumarhanede şarkıyı söylerken (en azından biz öyle sanırken) yaptığı dans. Bazıları için gelmiş geçmiş en seksi striptiz sahnelerinden biri olarak kabul ediliyor bu sahne. Herhalde hiç kimse eldivenini çıkarırken bu kadar seksi görünmemiştir. Tabii bu arada Rita Hayworth’ın dünyanın gördüğü en güzel kadınlardan biri olduğunu göz ardı etmemek gerek. Gilda çoğu kişi için bir aşk filmi olarak hatırda kalsa da (tutarsız senaryosuna rağmen) kadının toplumdaki yerini, dönemin kadına bakışını yansıtması bakımından salt aşk filmi diye geçiştirmek bir haksızlık olur. Filmin senaristi, yönetmeni ve de yapımcısı muhtemelen izleyicilere hoş vakit geçirtecek bir film yapma düşüncesiyle yola çıktılarsa da sonunda ortaya çıkan filmin (en azında bana) anlattığı farklı şeyler var. Gilda, çekildiği dönemin de etkisiyle toplumun kadınlara bakışını alttan alta izleyiciye anlatıyor. Aynı gündelik yaşamda olduğu gibi egemen güç olan erkekler karşısında aciz kalan kadınlar olağan bir şekilde karşımıza çıkıyorlar. Filmin en güçlü kadın karakteri olan Gilda bile ancak erkeklerin yardımıyla bir şeyler başarmaya çalışıyor. İntikam almak için biri, kıskandırmak için başka biri, özgürlüğüne kavuşmak için ve sonra da mutluğu için başka bir erkeği kullanmaktan çekinmiyor. Güzelliğiyle herkesin başını döndüren Gilda modern toplumda kendine ne kadar yer bulur bilinmez fakat çok örnek alınmayacağı kesin. Bu yazıyı yazanın şu an feminist bir yaklaşım içine girdiği aşikâr olsa da, kadınların erkeklere ihtiyaç duymadan yaşayabileceğini çevrelerine duyurma çabası içindeki insanların bu filme çok iyi gözle bakmayacağı muhakkak. Eda İHTİYAR edaihtiyar@gmail.com
40
STAR WARS: FENOMENİ YAYMAK Star Wars ile 4-5 yaşlarındayken tanıştım. Ağabeyim, Tie-Figher gibi dönemin klasik oyunlarından oynuyordu, bende onu seyrediyordum. Daha sonra Star Wars filmlerini yine ağabeyim sayesinde seyrettim. Önce sadece basit bir sevgi ile başladı, daha sonra farkında olmadan gerçek hayranların arasında buldum kendimi… Aslında, bu yazı dizisinde görev almamın tek sebebi, sıkı bir Star Wars hayranı olmamdan ve insanları da bu konuda bilgilendirmek istememdir. Ben insanlara Star Wars’u anlatmayı kendime görev olarak benimsedim. İnsanların Star Wars’u nasıl tanımladıklarını araştırıyorum. Ve şöyle bir sonuca vardım: Hiç bilmeyen, ya da çat pat bilgisiyle önyargı ile yaklaşan bir insanın “Star Wars” kelimesini duyunca, önce size şöyle bir bakar, kafasından aynen şu düşünceler geçer: “Star Wars mu? Şu sopalar sanki Harry Potter’ın değneğine benziyor.” “Ha, Yıldız Savaşı anlamına geliyor, ufolar da var mı acaba?” “Amerikan emperyalizmine hayır! O film tamamen Amerikan siyasi unsurlarını içeriyor!” “Yazık yazık, kaç yaşına gelmiş, halen daha böyle çocukça (!) şeylerle ilgileniyor…” “Star Wars… Off… Bitmedi mi hâlâ yahu…?!”gibi… gibi... İnsanların sizin ciddiye alıp, ilgilendiğiniz bir hobiye veya işe olan önyargılarını görüyorsunuz. İşte bu önyargıyı ortadan kaldırmak, insanları doğru bilgilendirmek ve Star Wars bilincini dünyaya aşılamak için örgütlenerek çalışan hayranlar var. Bu hayran kitlelerini iki basit grupta inceleyebiliriz:
1- 2-
Yerel Gruplar ve Organizasyonlar Dünya Çapında Gruplar ve Organizasyonlar
1-Yerel Gruplar ve Organizasyonlar
Hemen hemen her ülkenin kendi coğrafyasında faaliyet gösteren hayran grupları ve organizasyonları mevcut. Türkiye’de ise bu işi en aktif sürdüren organizasyon YıldızSavaşları. Com (www.yildizsavaslari.com) dur. YıldızSavaşları.Com, Türkiye’de çeşitli buluşmalar ve aktivitelerde aktif rol alarak Star Wars hayranlarını temsil etmekte ve onlar için çalışmaktadır. Şu anda forumlara kayıtlı 2370 kullanıcısı bulunmakta olan organizasyon, 1 Mayıs 2005 tarihinde açılmıştır. Açılmasından önce, 2002 yılında Jedi&Sith adında bir grup olarak ortaya çıkmıştır. YıldızSavaşları. Com’un projeleri arasında, forumlar haricinde; ünlü oyuncular ile yapılan röportajlar ve bire bir görüşmeler, özel dosyalar, her ay yayınlanan Türkçe Star Wars Podcast yayını ve 3 ayda bir periyodik olarak yayınlanan Yıldız Savaşları magazini gibi aktif projeler bulunmaktadır. Birazdan değineceğim bir oluşum olan, TheForce.Net’in FanForce bölümünde Türkiye’de bulunmaktadır. Dünya çapında Türkiye’nin de ön plana çıktığı bu önemli adım, YıldızSavaşları.
GÖLGE | Haziran ‘08 Com’un başvuru ve çabaları oluşturulmuştur. FanForce Türkiye’ye TheForce.Net’in FanForce forumunda Europe kısmından “Turkey” bölümünden ulaşabilirsiniz. YıldızSavaşları.Com, yine Türkiye’de bir ilk’e ve önemli bir oluşuma imza atarak 501. Lejyon Türkiye’yi kurmuştur. 501. Lejyon Türkiye Birliğinde şu an için resmi üye ve başkan olarak TR-1923 kod numarası ile Yiğit Ali Çetin bulunmaktadır. Bu senenin sonuna doğru 501. Lejyon standartlarına uygun bir Darth Vader ve Stormtrooper da birliğe dâhil olacaktır. Eğer sizde bu oluşumun bir parçası olmak istiyorsanız Lejyon501.Com forumlarına bir göz atın. Gördüğünüz gibi Türkiye’de Star Wars’u sevdirmeye ve insanları Star Wars konusunda bilgilendirmeye çalışan YıldızSavaşları.Com, dünya ülkeleri arasında konu Star Wars olunca “Biz de varız!” diyor! Türkiye’nin Star Wars konusunda tanınmasına bir etken de Knights of the Force oyun eklenti paketi. Bu eklenti paketi, Jedi Academy oyununun üzerine kuruluyor ve oyuna yüzlerce yeni skin (karakter dış görünüşü), harita, görev ve özellik getiriyor. Yapımı tam 5 yıl süren bu oyun eklentisinde pek çok kişi görev aldı, fakat paketi asıl tasarlayan ve yapan Osman “Master Tim” Günyaz’dır.
2- Dünya Çapında Gruplar ve Organizasyonlar
Lucasfilm, resmi Celebration toplantıları ile dünya üzerindeki tüm Star Wars hayranlarını bir araya toplama amacı taşımaktadır. Celebration, Star Wars ürünleri üreten ünlü firmaların stantların olduğu ve filmde kullanılan ekipman ve parçaların sergilendiği, 3 gün kadar süren bir etkinliktir. Ayrıca Celebration toplantılarında oyuncularla söyleşiler de vardır, söyleşi haricinde diğer oyuncularla tanışabilir ve onlardan imza alabilirsiniz. Geçtiğimiz yıla kadar hep Amerika’da düzenlenen Celebration toplantılarının bir ayağı da İngiltere – Londra’da yapılmıştır. Ayrıca bu sene Celebration’ın Japonya’da olacağı da gelen haberler arasında… Celebration kadar görkemli olmasa da, diğer ülkelerde de çeşitli etkinlikler olmakta. Almanya’da Jedi-Con, Polonya’da Dagobah-Con gibi etkinlikler de dünya çapında hayranları buluşturan etkinliklerdendir. Gelelim, dünya çapında bütün hayranları bir araya getiren topluluklara… Bunlardan ön plana çıkan iki grup mevcut; biri herkesin aşina olduğu, TheForce.Net’in topluluğu FanForce. FanForce, önce başvuran her ülkeye bir alan veriyor ve bu alandan onlarla temas kuruyor. Bir aktivite olduğu zaman “buluşma noktası” ayarlanıyor ve stant kuruluyor. Bunlar sayesinde FanForce üyesi ülkelerden kişiler, diğer üyeler ile buluşuyor ve birlikte Star Wars’u nasıl yayacaklarını tartışıyorlar… Diğer ön plana çıkan grup ise Star Wars Outer Rim Alliance grubu. FanForce’dan farklı olarak SWORA’nın
42
başkanlığını bir Türk Star Wars oluşumu olan YıldızSavaşları.Com ve Polonya’dan Imperial City Online (ICO) yapıyor. SWORA hakkında bilinmesi gereken başka bir önemli nokta ise Bölüm 6’da Tessek ve Mon Calamari Officer’ı canlandıran aktör Gerald Home’un da SWORA Elçisi olması. Üye sayısı şu an için FanForce kadar fazla olmasa da topluluk şimdiden Lucasfilm’in onayını almış ve SWORA, Lucasfilm tarafından bizzat tanınmıştır.
1- 2- 3- 4- 5- 6- 7-
SWORA Üyesi Ülkeler ve Web Siteleri:
Türkiye (www.yildizsavaslari.com) Polonya (www.starwars.pl) İngiltere (www.lightsaber.co.uk ve www.galacticempire.net) Belçika (www.teekay-421.be) Yeni Zelanda (www.swnz.co.nz) Portekiz (www.swccpt.blogspot.com) Macaristan (www.starwars.hu)
Bu saydığım toplulukların amaçları çoğunlukla Star Wars’u yayma ve Star Wars konusunda eğlenme amaçlı bir araya gelen topluluklar. Fakat başka bir topluluk var ki, Star Wars sevgisini yaymak amacı dışında fakir, yardıma muhtaç insanlara, çocuk ve yetimlere yardım eden bir organizasyon: 501st Legion (501. Lejyon)! 501. Lejyon üyeleri Star Wars’daki “kötü adam” kostüm ve zırhlarını giyerek Star Wars bilincini aşılamak ve yardıma muhtaç kişilere yardım etmek görevlerini üstlenen elit bir topluluktur. 501. Lejyon üyeleri dikkatle seçilir ve ülkelerde çeşitli Garisson, Outpost, Squad, Detachment gibi bölümleri bulunmaktadır. 501. Lejyon “Make-A-Wish” “UNICEF” gibi tanınmış yardım kuruluşları ile ortaklaşa çalışmaktadır. Ayrıca Celebration gibi toplantıların planlanmasında ve etkinliklerinde ön plandadır. Geçtiğimiz ay Yiğit Ali Çetin (TR-1923) tarafından 501. Lejyon Türkiye birliği kurulmuştur, şu an için resmi olarak sadece bir üyesi bulunmaktadır, ancak yazının öncesinde bahsettiğim gibi bu yılın sonlarına doğru üye sayısı çoğalma gösterecektir. Gördüğünüz gibi hem yurtiçinde hem de yurtdışında Star Wars’un popülaritesi oldukça yüksek bir profil çizmekte. Siz de bu hayranlar arasında yer almak istiyorsanız, işte birkaç faydalı link:
GÖLGE | Haziran ‘08
www.yildizsavaslari.com – Türkiye’nin en aktif Star Wars hayran topluluğu www.swora.net – Star Wars Outer Rim Alliance www.theforce.net – Dünya’daki Star Wars hayranlarının buluştuğu sitelerden biri www.starwars.com – Resmi Star Wars web sitesi www.lejyon501.com – 501. Lejyon Türkiye www.501st.com – 501. Lejyon ana sayfası www.kotf.com – Knights of the Force oyun eklenti paketinin web sitesi
Umarım sizlere Star Wars’un dünyada ve ülkemizdeki hayran toplulukları hakkında az da olsa bilgi verebilmişimdir. Yolda yürürken, etrafta ışın kılıcı ile dolaşan bir Jedi ya da başında bir Sith Lordu bulunan Stormtrooper birliği görürseniz, bizi yadırgamayın; Bize katılın! Star Wars hayranları olarak, sizleri de aramızda görmekten büyük bir onur duyarız.
Türkiye, Metro ve Star Wars birleşirse ne olur? İşte güzel teyzem metroya bindiğine bin pişman... 19 Mayıs 2005 (YS.COM - Bölüm 3 Özel Gösterimi sonrası)
Darth Vader’ın karizmasının çizildiği an. Bu çocuğa Rebel General’i ünvanı verilmiş sonradan... 19 Mayıs 2005 (YS.COM - Bölüm 3 Özel Gösterimi sonrası)
Japonlardan eksik kalır yanımız yok, kostümlü Star Wars hayranlarını ölümsüzleştirmek isteyen Türk halkı. 5 Kasım 2005 (YS.COM-Tiglon Bölüm 3 DVD Tanıtım Günü)
Palpatine yanlısı topluluk, Imparatorluk probagandası yaparken halkla kucaklaşıyor. 5 Kasım 2005 (YS.COM - Tiglon Bölüm 3 DVD Tanıtım Günü)
44
Panel sonrası... 27 Eylül 2007 (YS.COM - ICON’da Star Wars Paneli)
Star Wars yürüyüşü öncesi toplu fotograf. 14 Mayıs 2008 (Eskişehir Anadolu Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi)
YıldızSavaşları.Com, ICON toplantısı öncesi. 27 Eylül 2007 (YS.COM - ICON’da Star Wars Paneli)
Eskişehir Anadolu Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi öğrencileri Dark Side’ın etkisinde! - 14 Mayıs 2008 (Eskişehir Anadolu Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi)
Milliyet gazetesine röportaj verdikten sonra. 3 Ocak 2007 (YS.COM İstanbul Buluşması)
Cansu KORKMAZ www.yildizsavaslari.com
GÖLGE | Haziran ‘08
HULK
Çizgi Roman Kahramanı Neden Takip Edilir?
Çizgi romanın çok eleştirildiğini gören birçok okur-araştırmacı ellerine geçen her fırsatta çizgi romanı savunmak zorunda kalmışlardır. Bunu yapmak için de çizgi roman okuma alışkanlığının gerekçelendirilmeye çalışıldığını görüyoruz birçok yazıda. Belki sanat dünyasında en çok savunulan sanatlardan biridir çizgi roman. Çizgi roman okuma alışkanlığı için “okumaya teşvik eder” diyen de var, “resimyazı ilişkisinin faydalarından” bahseden de, “çocukların algı ve hayal gücüne katkısını” dile getiren de, “macera ihtiyacının giderilmesi” olarak gören de var bu savunucular arasında. Oysa sanat sanattır ve savunulmaya değil, doğrudan desteğe ve geliştirilmeye ihtiyaç duyar. İşin komiği savunmaya da gerek yoktur sanatı; takip eden kazanır, önyargıyla uzak duran kaybeder. Ancak yine de üzerinde durulması gereken bir nokta var ki o da “bir kahramanın neden takip edildiği”dir. Hani bu alışkanlığı mitolojik olaylarla açıklamak mümkün olabilir veya insan doğasıyla. Dedikodu alışkanlığı, örnek alma ihtiyacı, yapılamayanı birilerine yaptırarak tatmin olma v.s. yardımcı başka başlıklar olabilir. Bir kahraman örnek olabilir. Örümcek The Incredible Hulk vol. 3, #92 (Nisan 2006) Adam gibi mesela… Kabaca okuyucuyu, genç okuyucuyu iyi insan olmaya teşvik ediyor olabilir Örümcek. Swing, vatanseverliğe itiyor olabilir okuyucuyu. Martin Mysterre araştırmacılığa özendirebilir. Conan, hayatta kalmaya, mücadele etmeye itebilir. Bunlar tabii bardağın dolu tarafı. Boş tarafına bakanlar kesinlikle çizgi romanların insanı hayalperestliğe, batıl inançlara, boş itikatlara iteceği yorumunu yapabilirler o ayrı. Ancak sinema, dizi, roman, tiyatro gibi çizgi roman okuru da mesaja, en altta akan verilere bakar ve ders çıkarır. Ders çıkarmak şart mıdır? Punisher, Wolverine, Ghost Rider, Dampyr, Lobo gibi çizgi romanları okuyan kişiler ders mi çıkarır, yoksa kendi yapamadıklarını birileri yapıyor diye mutlu mu olurlar? Her ne kadar iyilik için şiddet kullanıyor da olsalar, şiddet dozları çok yüksektir ve insanların gerçek hayatta kaçındığı bir seviyedir bu. Buna ek olarak tembel okuyucular araştırmalar yapan kahramanlardan kendileri yerine koşuşturmasını mı bekler? Yoksa çizgi roman okuru, sadece kendi dünya görüşüne uyan felsefeyi sayfalarına taşıyan çizgi roman kahramanlarını mı takip eder? Doğrusu, çizgi roman ve kahraman seçiminin okuyucularda sübjektif seçimlerle gerçekleştiği kesindir. Yukarıda sayılan ve sayılmayan birçok gerekçe sunulabilir çizgi roman kahramanı seçimi için.
46
Ancak bu noktada sorum şu olacak: HULK neden okunur?
Tarihçesi
Önce kimdir Hulk, nasıl ortaya çıkmıştır kısaca bakmak gerek. Hulk, Marvel Comics’in “The Incredible Hulk 1” sayısında Mayıs 1962 tarihinde okuyucularla tanışmıştır. Yaratıcıları yazar Stan Lee ve çizer Jack Kirby’dir. Dr. Robert Bruce Banner bir gamma bombası deneyi sırasında radyasyona maruz kalır ve kısa bir süre sonra sinirlenince Hulk adlı yaratığa dönüşmeye başlar. Ordu ve polis onu yok etmek üzere peşine düşer. Hulk, bombaların ve silahların patladığı bir gürültüyle çizgi roman dünyasına girmiş olur. Sinirlendikçe güçlenen Hulk primitif bir beyne sahiptir. Bunu küçük bir çocuğun beynine de benzetebiliriz. Her şeyi yalın ve basit olarak algılamaktadır. Karmaşık konular Bruce Banner’in işidir ancak o kurban’la canavara ev sahipliği yapan bedenin sahibi olarak işbirlikçi arası biridir herkesin gözünde. Hulk kovalandıkça kaçar ve dünyayı gezer ilk başlarda. Savaşların, ön yargıların, tahammülsüzlüklerin, The Incredible Hulk #1 (Mayıs 1962) sevgisizliklerin olduğu her ülkeye gider Hulk. Her seferinde de kovalanır, kovalanır. Ancak bu arada gerek Banner olarak, gerekse Hulk olarak insanlara yardım eder, iyilik adına mücadele eder. Ama tabii bu kısımlar hep gözden kaçırılır. İnsanlar korktukları dış görünüş, açıklayamadıkları durum ve yenemeyecekleri güçten korkmayı tercih ederler hep. Bu da sıradan insanları “yok etmeye” iter. Hulk bu kaçışları sırasında Marvel evreninin tüm süper kahramanlarıyla karşılaşır. Defalarca kavga eder ve birçok kez diğer kahramanların “Acaba bu yaratık kötü değil mi?” diye sormalarına neden olacak iyiliklerde bulunur. Betty, hayatının aşkı olur ve onu hep destekler. Ancak Betty sonunda ölür. Hulk, Jarella’ya âşık olur bir ara. Başka bir boyutta onu olduğu gibi kabul eden karısı olur ancak ondan da kopar. Son olarak Hulk’u uzaya atıp yok etmeye karar veren Black Bolt, Dr. Strange, Iron Man, Dr. Xavier, Dr. Richards ittifakı yüzünden başka bir gezegende Caiera’a âşık olur, evlenir ve çocuk sahibi olur ancak bir patlamada o da ölür ve Hulk yine yalnız kalır. Hulk, çoğunlukla primitif beyinli olurken kimi zaman Banner’ın aklıyla da hareket eder. Vücut Hulk, beyin Banner oldukça hoş bir değişikliktir. Ancak bir defasında sinirlenince Hulk’a dönüşen Banner yerine, sinirlenince aptal Banner’a dönüşen akıllı Hulk’a tanık oluruz. Bu arada Hulk uzaya çıkar, Avengers ve Defenders gruplarının üyesi olur. Sihirli dünyalara ve boyutlara yolculuk eder. Yeraltında ve yer üstünde kötüleri döver. Pantheon gibi mitolojiden uyarlanan özel bilimsel teçhizatlı organizasyonlara katılır. Özetle Hulk yarı akıllı, yarı yarım akıllı aklıyla dünyayı defalarca yok olmaktan kurtarır. Ama bunları yapması yine de onun neden okunduğunu anlatmaya yetmez gibi geliyor bana. Başka bir şeylere, daha derine bakmak lazım Hulk’un neden okunduğunu saptamak için. Son eşi Caiera’nin ölüm sahnesi The Incredible Hulk #105 - sayfa 14
GÖLGE | Haziran ‘08
Hulk, “Teman ne senin?”
Genel olarak sanatta, özellikle de dramatik sanatlarda, her metin karşıtların çatışmasından oluşur. Bu çatışmada iki farklı bakış açısı, farklı dünya görüşü, duruma karşı tepki gibi karşıtlıklar mücadele ederler, yazarın bakış açısına uygun bir finale kadar okuyucu-izleyiciye bu karşıtlıkları sunarlar. Burada çatışma, kavram olarak bu karşıt tarafların karşı karşıya gelişini ve dramatik sanatların temelini anlatmaktadır ve doğrudan “şiddet”i çağrıştırsa da teknik bir terim olarak karşıtlıktan doğan durumu anlatır.
Ultimate Wolverine Vs. Hulk Gelelim “tema”ya. Öncelikle yazarın bir söyleyeceğinin olması gerekmektedir. Bu “tema”dır. Bugün daha çok konsept olarak adlandırılan bu kavram yaratılan eserin “ne söylemeye çalıştığını” ve “neyin üzerine kurulduğunu” belirler. Böylece yazar yarattığı karakterin yaşayacağı öykülerin tümünü sınırlar ve akla yatkın bir yola sokar. Mesela, hümanist bir kahraman en zor durumda bile kimseyi öldürmez. Karakter bütünlüğüdür bu. Ana tema da “insanı sevmekse” eğer, olaya tepki temayla uyumludur. Bu kadar teknik yazarlık bilgisine girmek şart mıydı? Şarttı! Alfred Hitchcock, kötü adamı iyi olan filmlerin başarılı olduğunu söyler. Tersi durumlarda da filmlerin başarısız olacağını… Ustanın sözlerini yukarıdaki bilgilere eklersek çizgi romanların “karşıtlıklarıyla var olduğu” sonucuna ulaşabilir miyiz? Örümcek Adam – Doktor Ahtapot Dr. Richards – Dr. Doom Batman – Joker Superman – Lex Luthor Kahramanın temsil ettiği görüşün karşı köşesinde bulunan karakter kahramanı güçlendiriyor. Kahramanı anlatabilmek için düşmanını anlatmak yeterli olabilmektedir. Ancak yukarıdaki tezi Hulk’u anlatmak istediğimizde uygulayamıyoruz. Elbette Hulk çok kişiyle dövüşür, döver, yener v.s. ama Hulk’un “tam karşıtı” olabilecek düşmanı yoktur! Peki, Hulk’a sormak lazım “Hulk, senin teman ne ve seni neden okuyoruz?”
48
Frankenstein, Dr. Jekyll Mr. Hyde, Golem, Fareler ve İnsanlar
Tek Mesaj Sevgi
Hulk’u anlamak için ve neden okunduğunu çözmek için yayımlanan öykülerinin dışına bakmakta yarar var bence. Hulk’un yaratılmasında rol oynayan faktörler nelerdi onlara bakmak belki de yeterli olacaktır. Hulk için çeşitli kaynaklarda çeşitli alt yapı iddiaları ortaya atılmıştır. Boris Karloff’un 1930’larda çektiği “Frankenstein” filminin etkili olduğu savı var örneğin. Gri olmasının sebebi de buymuş ilk başlarda ve Stan Lee “Daha sıcak, dostça olur, rengini yeşil yapalım” diye Jack Kirby’ye öneride bulunduğu da verilen bilgiler arasında. Tabii o dönemin baskı tekniklerinde griyle renklendirme sorunları yaşandığı da söyleniyor. Sonra Dr. Jekyll ve Mr. Hyde romanına atıfta bulunanlar vardır. İnsan ve onun dönüştüğündeki canavar hali falan. Çekoslovak Yahudilerinin mitindeki Golem de bu noktada giriyor devreye. Hulk’un yaratıcıları Jack Kirby ve Stan Lee’nin Yahudi oluşları bu tezi destekliyor gibi. Çaresiz kalan insanlar bilim-sihir karışımı bir yaratıkça savunulurlar. Benim inatla üzerinde durmak istediğim bir başka eser de Frankenstein Steinbeck’in “Fareler ve İnsanlar” romanıdır. Stephen King’in “Yeşil Yol” olarak yorumladığı hikâye Hulk’un alt yapısına çok uymaktadır. Saf ve iyi niyetli ama yarım akıllı iri kardeşle, akıllı ama yetersiz ağabeyin toplum karşısındaki durumlarını anlatır roman. Yukarıda saydığım eserlerin tümünde ortak nokta iri yaratıkların olması görüldüğü üzere. Ancak tek ortak nokta bu değildir. Her birinde toplumların sığlıkları var. Her birinde sıkışmış, arayış içinde olan, hayatta kalmaya çalışan insanlar var. Bilim var. Ama en önemlisi: Sevgi eksikliği var! Mary Shelley’in Frankenstein romanında Dr. Frankenstein çaresizlikten bilim vasıtasıyla Frankenstein canavarını yaratır. Ancak yaratık canavar değildir ve yaratılmasına anlam bulmaya çalışan bilinçli bir bireydir. Dahası babası tarafından sevilmeyi arzularken soğuk kutupta sevgisiz bir dünyada yaratıcısıyla birlikte ölür. Dr. Jekyll and Mr. Hyde Golem, Haham’ın çabalarıyla dirilir ancak onu yaratana saldırır. Dr. Jekyll bilimin soğukluğundan kurtulmak isterken içindeki canavarı çıkarır ve sevgi açlığını sadistlik düzeyinde tatmin eden Mr. Hyde’a dönüşür. ‘Fareler ve İnsanlar’daki küçük kardeş de hep anlaşılmayı, sevilmeyi ister. Fareyi de, kızı da, severken öldürmüştür. Niyeti kötü değildir. Peki ya Hulk… Bilimsel bir deney sonucu yaratılan canavarın tek isteği sevgi değil mi? Bruce Banner, tarafını bir kenara bırakırsak Hulk’un ilişkilerine ve acı kayıplarına ulaşırız. Betty, Jarella, Caiera sevdiği ve kaybettiği kadınlardır. Ülkemizde yayımlanan sayılarında sürekli farelerle, küçük kız çocuklarıyla, doğayla iç içe çizilen Hulk’un arayışının sıcak ve sevgi dolu bir dünya olduğunu söylemek yanlış olmaz sanırım. Sevdiği kadınlar göz önüne alındığında da onun aşk ve sevgi arayışının sürekli kesintiye uğradığını, ister akıllı Banner’in Hulk’a dönüşmesi ister primitif beyinli olsun Hulk’un arayışının hiç değişmediğine
GÖLGE | Haziran ‘08 şahit oluruz.
Hulk’ta Tema ve Çatışan Taraflar
Hulk’un teması için “Sevgi önyargılardan uzak ve beklentisiz olmalı,” diyebiliriz. 1962 yılından beri yayımlanan tüm öykülerinde Hulk sevginin arayışında olmuştur ve okuyucular hep bu temanın destekçisi olmuşlardır okudukça. Hulk, seri boyunca dünyada, uzayda, başka boyutlarda onlarca maceranın içinde hiç değişmeyen bir alt yapının üzerine kurulan öyküler yaşamıştır. Açıkçası bu konsepte bağlı kalarak öyküler yaratılması çok zor olmakla birlikte başarılı olunmuştur. Bu noktada seride görev alan tüm yazarları ve editörleri tebrik etmek gerekir. Bu kadar basit ama insansal olarak temel bir ihtiyaç olan sevgi üzerine yüzlerce sayı yazabilmek gerçekten olağanüstü bir başarıdır. Peki, ama karşıtlık ne Hulk’ta? Kimler karşı karşıya geliyor da bize bu tema okutuluyor? “Sevgi önyargılardan uzak ve beklentisiz olmalı” temasının karşıtı “sevgi önyargılı ve beklentili olmalı” ise bu karşıt temayı temsil eden kötü adam kim? Öyle bir karşıt tema, öyle bir kötü adam yok! Sevginin sıcaklığına karşıt olarak “ordu ve bilim” konulmuş Hulk’ta. Mutlak ve duygulardan uzak anlayışların temsilcisi olan ordu ve bilim elbette doğaçlama yaşayan, duygularla beslenen, kimi zaman fırtınaya tutulmuş gibi savrulan sevgi’yi anlamasını beklemek uygun olmaz. Nitekim seride öyle de oluyor. Ordu, Hulk’u anlamak yerine yok etmeyi, bunun için de bilimi kullanmayı tercih ediyor. Bir baş kötü var mıdır peki? Bence General Ross, The Leader, Abomination, Tyrannus gibi onlarca kötü adamdan hiç biri tek başlarına “baş kötü” olamazlar Hulk’ta. Ancak hepsi bir araya gelirlerse üstte dile gelen ordu ve bilimin elemanları olarak bir karşıt grubun birer küçük temsilcileri olabilirler. Bu durumda Hitckok ustayı yalancı mı çıkarmış oluyoruz? Hayır, kötü adam yerine kötü kavram konulmuş ve çok daha zor bir düzlemde çok daha büyük başarı sağlanmıştır. Özetle, Hulk’u neden okuyoruz sorusunun yanıtı galiba doğrudan veya dolaylı yoldan anlatılan “sevgi arayışı”dır. İnsan olarak içimizde yaşattığımız yalnızlık duygumuz, bütün iyi koşullara rağmen doyurulamayan sevgi açlığımız, en iyi günlerimizde bile zaman zaman hissettiğimiz çirkinliğimiz hep Hulk’ta vücut buluyor. Ne onu örnek alıyoruz, ne yapamadığımız şeyleri yapmasından mutlu oluyoruz, ne dünya görüşümüzü savunuşunu izliyoruz, ne de maceralarını merak ediyoruz. Sadece “sevgi arayışını” takip ediyoruz. Hem okuyucuları bilirler, Hulk, o cüsse ve gücüne rağmen yalnız kaldığında en çok ağlayan kahramandır çizgi roman âleminde. Bunun da sebebi sulu gözlü olması değildir!
***
Belki Hulk’tan az bahseden bir Hulk yazısı oldu ama galiba Hulk’u anlatmak için, Hulk’un dışına bakmak gerekiyordu. Ya da daha derine. Ümit KİREÇÇİ umitlila@gmail.com http://cizgiromanokurlariplatformu.blogspot.com
50
BİR SİNEFİL’İN FESTİVAL GÜNLÜĞÜ Uçan Süpürge Kadın Filmleri Festivali başlayalı 11 yıl olmuş. Hâlbuki ilk yılı daha dün gibi aklımda. Bu tip tematik bir festivalin 11. yılını bulmuş olması gerçekten sevdirici. Genelde diğer festivallerden biraz daha farklı ve ne yazık ki daha az bir seyirci kitlesi olan bu festivalde pek de güzel filmlerle karşılaştık üstelik. Ayrıca bu festivalin kişisel tarihimde, 2002 yılında bir filmden diğer filme koştururken ayak bileğimin bir araba darbesi ile kırılması nedeniyle bambaşka bir yeri de vardır. Bu vesileyle bir parantez açıp, festival yöneticilerinden o yıl kaçırdığım ve içime en az 4 aylık koltuk değneğine bağlı yaşam kadar oturan, Olympia filmlerini ileriki yılların programına almaları isteğimi bir kez de buradan iletmiş olayım. Her neyse bu kadar geçmiş yeter. Biraz da bu yıl neler olmuş diye bakalım. Bu yıl mekân olarak Kızılırmak sinemasını seçen festival, 8-15 Mayıs tarihleri arasında yoğun bir film maratonu yaşattı meraklısına. Kişisel olarak ben de bol bol film takviyesi yaptım bünyeme. Hem filmler, hem festival açısından kısa bir günlük tutalım dedik bu sene: 5-9 Mayıs: Film gösterimlerine 9 Mayıs’ta başlayan festival için öncelikle her zamanki gibi tam bir optimizasyon yaparak nasıl en çok filmi izlerim çalışması yaptım. Galiba eğitimini aldığım Endüstri Mühendisliği’nin planlama bilgilerini hayatımın içinde en verimli kullandığım alan da bu oluyor. Festivalin başlamasından yaklaşık bir hafta önce başlayan bu çalışma özellikle festivalin başlangıç günü yoğun bir hale dönüşüyor. Öncelikle daha önce çeşitli vesilelerle izlemiş olduğum Fikret Bey, Masamdaki Melek, On, Şaşkın Köpekler ve Babalık filmlerini ve festival öncesi yapılan açıklamaları yanlış yorumlayarak Chantal Akerman’ı kanlı canlı göreceğimi düşünerek kendisine imzalatmak üzere DVD’sini aldığım Tutsak Kadın’ı program dışında bıraktım. İşyerinden Cuma’dan izin alamadığım için festival koşuşturmasına Cuma akşamı başlamayı planlamıştım. Ancak bir de baktım ki programda Cuma akşamının boş kalma şansı var. Ben de ne yaptım? Adeta festivale alternatif bir başlangıç yaparak vizyondan bir kadın yönetmenin filmine, Nadine Labaki’nin Karamel filmine giderek pek keyifli bir film izledim. Ama asıl festival bir sonraki gün başlayacaktı benim için. 10 Mayıs Cumartesi: 10:30 – Festivale 2. Dünya Savaşı yıllarından itibaren lezbiyen ve biseksüel kadınların yaşadıklarını farklı nesillerden kadınların ağzından anlatan Maskeli Balo filmiyle başladım. Daha sonraki günlerde de birkaç kez olacağı gibi bir miktar gecikerek girdiğim film, sadece Avrupa’da belirli bir grup kadının hayatına baktığını düşünürsek çok da doyurucu değildi doğrusu. İzlerken dünyanın başka yerlerinde, mesela Türkiye’de, bu kadınların neler neler çektiklerini düşünmeden edemiyor insan. Yine de taa o yıllarda çeşitli filmlerde lezbiyen çiftlerin gösterilebildiğini görmek ilginçti. Bir de o yıllarda yaşadığı ilk deneyimini anlatan bir kadını dinlerken adeta o yıllara gidip o anları yeniden yaşadığını görmek belki de belgeselin en hoş anıydı. Sonraki seanstan önce bir süre boşluğum vardı. Ben de bu arayı eve gidip 1 saat uyumak ve sonraki filmlere daha dinç olarak devam etmek için kullandım.
GÖLGE | Haziran ‘08 15:00 – Çift cinsiyetli bir çocuğun ergenlik döneminde yaşadıklarını, ailesinin bu durumla başa çıkma çabalarını incelikli bir sinema diliyle anlatan XXY daha önce de adını duymuş olduğum ve izlemek istediğim bir filmdi. Gerçekten aldığı ödülleri hak eden başarılı bir film. Üstelik daha önce ele alındığını pek hatırlamadığım bir konuyu irdelemesi de değerini arttırıyor. Aynı zamanda yarışma filmlerinden biri de olan XXY, daha ilk izlediğim yarışma filmi olmasına karşın, şansı olabileceğini düşündüğüm filmlerden biri olmuştu. 17:00 – Yine yarışmada yer alan ve Fransa’dan gelen Çok Mersi! Filmi, başlarda bürokrasi ile başı derde giren herkes kadar problemleri olan bir adamın yolunun yanlış anlaşmalar sonucu bir akıl hastanesine kadar düşebileceğini gösterir gibi gözükürken, yarısından itibaren son yıllarda Avrupa’dan gelen pek çok filmde yer alan bir temaya doğru sapıyor ve işsizlik sorununa, özellikle belli bir eğitim seviyesi ve hayat standardında olan insanların işsizlik sorununa, parmak basıyordu. Eli yüzü düzgün, özellikle başrol oyuncusu Gilbert Melki’nin iyi oyunu ile akan giden ama çok da önemli olmayan bir film olarak akıllarda kaldı. 19:00 – Günün sonraki filmi Gerçek Aşk Kördür, görme engelli bir gençle ona kitap okumakla görevlendirilen orta yaşlı bir kadının öyküsünü bir peri masalı tadında anlatıyordu. Her ne kadar filmin sonu beklenen bir noktaya bağlansa da günümüzün güzellik anlayışını sorgulayan ve sıra dışı denebilecek bir aşkı duyarlılıkla anlatan bu film de yarışmaya dâhildi ve iddialı olabilecek filmlerden biri idi. Ayrıca filmden sonra yönetmenle söyleşi yapıldığını da eklemek gerek. Sonraki filme kadar çok fazla vakit olmadığı için kısa bir söyleşi oldu ve yönetmen de ancak filmin ana temalarına değinebildi. 21:00 – Günün benim açımdan kapanış filmi muhtemelen yakın bir tarihte gösterime de girecek olan Savage Ailesi idi. Philip Seymour Hoffman ve Laura Linney gibi Amerikan bağımsız sinemasının önde gelen iki oyuncusunun sürüklediği film, babalarını bir bakımevine yatırmak zorunda kalan iki kardeşin öyküsünü anlatıyor ve yaşlılık ve ölüm konularında kayda değer sözler söylüyordu. Bir yandan da hiç de tatmin olmadıkları hayatlar süren hepimiz gibi iki insanın, Savage kardeşlerin, durumları üzerinden modern yaşam üzerine derdini anlatmaya soyunuyordu. Film bittiğinde, gösterime girdiğinde festival yoğunluğundan uzakta bir kez daha görmekte fayda var diyerek günü bitiriyor ve evin yolunu tutuyordum. 11 Mayıs Pazar: 11:00 – Aynı zamanda Anneler Günü de olan 11 Mayıs’ta annemin anneler gününü kutladıktan sonra sinemaya yollanıyor ve kısa filmlerle günü açıyordum. 4 filmlik bir seçkinin bulunduğu bu seanstaki filmlerden biri gelmediği için gösterilemedi. Banu Akseki’nin Bir Temizlikçi Kadının Düşleri isimli güzel filmini de önceki festivallerde izlediğim için keşfedilecek iki film kaldı bu seansta. Bir otoparkta arabalarını arayan bir çiftin bu arayışla birlikte ilişkilerini de sorgulamalarını anlatan Çıkış Yolu da fena film değildi ama bir bekleyiş ve arkasından doğum sürecini anlatan Dört Gün Geçmiş isimli animasyon Anneler Günü’ne de denk düşen çok hoş bir filmdi. Ayrıca bu seansla birlikte daha önce 2. Salon’da gösterileceği açıklanan filmlerin 3. Salon’a alındığını da gördük. Bu durumun biletlerini önceden 2. Salon için alanlar açısından karışıklık yarattığını ve bir süre sonra bu salondaki durumun ilk gelen oturur haline dönüştüğünü de belirtmeden geçmemek gerek.
52
13:00 – Bir sonraki seansta Kameranın Arkasındaki Kadınlar belgeseline yollandım. İsminin ilk çağrıştırdığının aksine kadın yönetmenler değil kadın görüntü yönetmenleri üzerine olan bu film, bu işi ilk yapanlardan başlayarak dünyanın pek çok yerinde bu işle uğraşan kadınlar üzerine kapsamlı bir yapımdı. Zaten filmin sonrasında kendisi ile söyleşi yapılan yönetmen Alexis Krasilovsky, öncesinde bu konuda bir kitap yazmış, sonrasında bütçeyi denkleştirebilince filmi çekebilmiş. Bu nedenle belli ki üzerinde kapsamlı çalışma yapılmış ve ortaya doyurucu bir belgesel çıkmış. 15:00 – Belçika’dan Afrika’ya bir bakış diyebileceğimiz Rüzgar Kumları Kaldırırsa, o coğrafyada yaşananları insanın içini acıtacak bir şekilde gözler önüne seren başarılı bir yapımdı belki ama sinemasal açıdan çok da doyurucu olduğu söylenemezdi kanımca. Anlattıkları açısından önemli, anlatım tarzı açısından yetersiz bir film denebilir kısaca. 17:00 – Bir sonraki seansı festivalin ilginç filmlerinden biri olan Denizanası’na ayırdım. İlk anda, son yıllarda moda olan hayatları bir şekilde kesişen insanların hikâyesini anlatıyor gibi gözüken film aslında farklı bir yolda gittiğini kısa sürede belli ediyordu. Filmin bu karakterlerin yollarını kesiştirmek gibi bir derdi olmadığı gibi zaman zaman kullandığı gerçeküstü öğeleriyle de seyir zevkini arttırıyordu. Ayrıca bu tip kimi filmlerde olduğu gibi seyirciyi de çok zorlamıyor, rahatça akıp gidiyordu. Ayrıca, bir yerlerde rastlanırsa izlenmesi gereken bir film olarak gördüğüm bu filmdeki can simidini çıkarmak istemeyen küçük kızın da çok sevimli olduğunu eklemeden geçmemek gerek. 19:00 – Samanyolu, detaylara gösterilen özenle dikkat çeken ve sürpriz bir son içeren başarılı bir filmdi. Ama bu tip filmleri daha önce de izlemiş olan sinemaseverler ilk 5-10 dakikada sonunun nereye bağlanacağını çözebilirlerdi. Görünüşte bir adamın kız arkadaşı ile telefonda ettiği kavgadan sonra onunla yüz yüze konuşabilmek için yollara düşmesini anlattığı sanılabilecek olan film aslında bir anlamda adamın hayatı ile yüzleşmesini anlatıyordu. Yine de fazla ipucu vermeyelim ki filmi merak edip izlemek isteyenler olursa sonunu açık etmeyelim. Sadece en başlarda duyulan ve çok tanıdık gelen müziğin Tom ve Jerry’ye ait olduğunu ve bu ayrıntının bile filmde önemli bir yerinin olduğunu vurgulayalım. Filmdeki can sıkıcı olan nokta arkamdaki seyircilerin kendi aralarında konuşmalarıydı. Salon dolu olduğu için yerimi değiştirme şansım da yoktu. Son derece can sıkıcı olan bu durumla ve daha beterleriyle ne yazık ki festival süresince karşılaşmaya devam edecektim. Bu filmden sonra günü erken noktalayarak eve koşuyordum. Çünkü Lost ve Smalville’in yeni bölümlerini vardı (yeni derken bizim televizyonlarımız için yeni). Eh, İnternet’ten indirmeyi sevmeyen benim gibi biri bu bölümleri kaçırmamalıydı. 12 Mayıs Pazartesi: 10:30 – İşten izin aldığım bu haftayı sabah sabah yine kısa filmlerle açıyorum ve yine gecikiyorum. Doğrusu bu seanstaki kısa filmlerin hiç birini dikkat çekici bulmadım. Ancak koştura koştura gelince filmlere dikkat toplamanın da zor olduğunu da belirterek herhangi bir kısa filmden özel olarak bahsetmeden geçiyorum.
GÖLGE | Haziran ‘08 Aynı seansta kısa filmlerden sonra izlediğimiz Onu Tanıdığımda Erkekti, bir cinsiyet değiştirme sürecine eğilen bir belgesel. Belgeselin ilginç tarafı bizzat bu cinsiyet değişimi sürecini geçiren kişi tarafından çekilmiş olmasıydı. Daha önce adı Steven olan Gwen Haworth tarafından çekilen film (ki böyle olunca festivalin konseptine uygun olarak bir kadın yönetmenden çıkmış bir film oluyor elbette) doğal olarak son derece kişisel bir hal almış. İlginç ve dikkat çekici bir film olduğu su götürmez ama çok yakın zamanda !f’de izlediğimiz ve çok benzer bir konuya eğilen Mavi Olmadan Kırmızı belgeselinin daha başarılı olduğunu düşünüyorum. Ne yazık ki belgeseli bir 10 dakika kadar erken terk edip diğer salona koşmalıydım. Çünkü gün benim için oradaki bir filmle devam ediyordu. 12:30 – Yürüyen Adam, Viktor Atemian isimli bir yazarın yıllar içine yayılan yaşamından yapılan serbest bir uyarlama idi. Doğrusu festivalde benim açımdan güme giden filmlerden biri olduğunu söyleyebilirim. Tüm film boyunca dikkatimi toplamakta zorlandım ve filme konsantre olamadım. Festivallerde çok fazla film izlemenin böyle yan etkileri olabiliyor, kimi filmlerde herhalde beyin kendi kendini kapatıyor. O yüzden bu filmi de geçerek bir sonraki seansa ilerliyoruz. 14:30 – Festivalin tek kelimelik özel isimlerden oluşan bir adı olan filmlerinden olan Mutum (böyle bir sınıflama tuhaf gözükebilir ama programda Eduart ve Gilaneh isimli iki film daha olunca dikkat çekiyor cidden hatta tek kelime olayını da bir yana bırakıp Fikret Bey, Lady Chatterley ve Jeanne Dielman filmlerini de katarsak özel isimden ibaret olan film isimleri daha da artıyor), Brezilya’nın Mutum bölgesinde geçen bir hikâyeyi 10 yaşında bir çocuğun gözünden anlatıyordu. Brezilya’nın geri kalmış bölgelerinden gelen bu hikâyeden ilgi çekici bir film çıkmış ortaya ama izlerken bu filmin uyarlandığı romanın daha başarılı olduğu hissi hiç kaybolmadı. 17:00 – Günün sıradaki filmi 2006’da bir cinayete kurban giden Adrienne Shelly’nin son filmi Pastacı idi. Amerikan bağımsız sineması içinde genellikle oyuncu olarak dikkat çeken ama yönetmenlik deneyimi de olan Shelly, hem oyuncu, hem yönetmen, hem de senarist olarak imza attığı bu filmle çok sıcak bir yapıt ortaya koymuş. Yaşadığı hayattan ve özellikle kocasından fena halde bıkmış olan bir de üstüne kazara hamile kalan Jenna’nın hikâyesi komedi denen şeyin belden aşağı sulu espriler ve ağlak romantik komediler arasında sıkıştığı bir devirde iyi bir komedinin nasıl olacağının, duygusallığın nasıl dozunda tutulacağının dersini veriyor adeta. Üstelik sonunda da hiç öyle tutucu, evlilik yanlısı bir tavır da sergilemiyor. Gösterime girip, daha geniş bir kitle ile buluşmasını kalpten arzu ettiğim bir film.
54
19:00 – Gösterime gireceğini sonradan öğrendiğim bir film ise bir sonraki seans için seçtiğim Utanç’tı. Belki de gösterime gireceğini önceden bilseydim izlemezdim. Ama ne iyi yapmışım da izlemişim. Daha 1988 doğumlu Hana Makhmalbaf’ın bu filmi, küçücük bir kız çocuğunu
merkezine alarak günümüz dünyası, Ortadoğu ve Afganistan’da yaşananlar adına çok da önemli şeyler söylüyor. Savaş ya da recim oyucularından hoşlanmayan küçük Baktay’ın tek isteği okula gidip eğlenceli hikâyeler öğrenmek. Ne yazık ki bunu yapmaya çalışırken hep engelleniyor, ama o inatçı. Ne yapıp edip okuyacak. Bu arada film İslam dünyasında kadının durumu üzerine de bir şeyler söylemeden geçmiyor. Filmi görmeden önce Hana Makhmalbaf’ın bu genç yaşında dünya festivallerini dolaşan bir film yapması tam bir kıskançlık sebebi idi; film bittikten sonra ise bu kıskançlık hem arttı, hem de hayranlığa dönüştü. Belli ki Hana babası Muhsin Makhmalbaf’ın filmlerini yakından izlemiş ve belki de onlardan da iyi bir film çıkarmış ortaya. Yarışma filmleri arasından yer alan Utanç benim için ödülün tek adayı oluvermişti bir anda. Bu filmi yan yana izlediğim jüri üyelerinin de filmi sevdiğini hissetmiştim doğrusu. 21:00 – Günü Muhteşem Kariyerim filmi ile noktaladım. Festivalin 70’lerden gelen iki filminden biri olan bu film Avustralya’dan kendi ayakları üzerinde durmak isteyen bir kadının öyküsünü getiriyordu karşımıza. Daha önce de ismini çok duyduğum bu filmi izlemek ilk kez kısmet oluyordu fakat gösterim ne yazık ki betacam’dendi. Kısa filmler ve belgeseller için kabul edilebilir bir durum olsa da artık bu tip filmleri betacam’den göstermek kabul edilebilir bir durum değil bence. Görüntü kalitesi fazlasıyla düşüyor. Bunun yanında gösterilen formatta da bir tuhaflık vardı belli ki. Perdedeki insanlar hiç doğal durmuyor, yüzler basık basık görünüyordu. Bu gibi durumlardan ötürü bugün ikinci kez izlediğim filmden koparak zaman zaman uykunun pençesine teslim olduğumu itiraf etmeliyim (festivalde sabah-akşam film izlemenin bir yan etkisi daha). Bu nedenle film hakkında sağlıklı bir değerlendirme yapmam mümkün değil. Ancak alınacak DVD’ler listeme girdiğini söylemeliyim. 13 Mayıs Salı: 10:30 – Salı günü Barış Ne Zaman? bölümünün kısa filmleri ve belgeselleri ile başlıyordu. Sabah filmleri için artık standart olduğu üzere yine gecikiyordum ama bu kez saniyelerle. Bu yüzden tüm filmleri rahatça izleyebildim. Bir küçük kızın köpeğinin tüm savaşları bitirmesini düşlediği animasyon Gülen Köpek başta olmak üzere, terör paranoyasına eğilen Ben Bile Yanıma Oturmazdım iyi kısa filmlerdi. İki Arada ve Çeçen Hikâyesi de biri Filistin’den biri Çeçenistan’dan gelen ve oralardaki savaşı ve sonuçta ülkelerinden uzaklara düşen insanları gösteren ortalamanın üzerinde belgesellerdi. 13:00 – Gün belgesellerle devam ediyordu ama bu kez sıra festivalde gördüğüme en memnun olduğum filmlerden birine geliyordu. Devrimci Gençlik Köprüsü daha önceki kimi festivallerde de karşıma çıkmıştı ancak programıma uyduramamıştım. Neyse ki yönetmeni kadındı da bu festivale de dâhil olmuştu. Belgesel, kişisel olarak bilmediğim bir olayı, 68’li gençlerin boğaz köprüsünün yapılmasına bir tepki olarak Hakkari’ye gidip Zap suyuna köprü yapmalarını anlatıyordu. Zamanında ülkenin önde gelen üniversitelerinde büyük büyük bölümlerde okuyan gençler gitmiş orada amelelik yapmış, kendi elleriyle bir köprü inşa etmişler.
GÖLGE | Haziran ‘08 Aslında anlatılanlara bakılınca çok da naif bir hareketmiş ama herhalde bugün hayal bile edilemeyecek bir hareket. Belgeselde pek çok ilgi çekici olay anlatılıyor ama en ilginçlerinden biri o yıllarda orada yaşayan köylülerden bir kısmının inşaatta Deniz Gezmiş’in de çalıştığını, ama çok da sık gelmediğini söylemeleri idi. Hâlbuki köprü inşaatı sırasında Deniz Gezmiş hapisteymiş ve istese de gelemezmiş. Filmin tek olumsuz yanı ise arkamda konuşup duran abiydi. Birkaç kaç kez arkaya dönüp ikaz etmeye çalıştığım halde fayda etmeyince yerimi değiştirdim. Allah’tan bu kez salon boştu. Bu filmden sonraki Her Gün Aynı isimli belgesel ise bir grup çiftçi kadınla yapılmış röportajları içeren hoş ve kısa bir belgeseldi. Talihsizliği çok iyi bir belgeselin arkasından gelmesi olmuştu. 15:00 – Tatilde Yalnız günün devam eden seansı için seçtiğim filmdi. Tam da isminden anlaşıldığı gibi tatile giderken erkek arkadaşıyla kavga eden ve yoluna tek başına devam eden bir genç kadının hikâyesini anlatıyordu. Son derece sıradan bir konuyu aynı sıradanlıkta bir sinema diliyle anlatan film bende bir iz bırakmadı doğrusu. Organizasyondaki ufak bir probleme de dikkat çekilim. Film çift altyazı ile oynadığı için bu altyazıların ayarlanması uzun sürdü ve 15-20 dakika kadar geç başladı. Bir sonraki seans için diğer salonda 16:30’da Savage Ailesi’ne girmeyi planlayanlar ya bu filmin sonundan ya da diğer filmin başından fedakarlık etmek zorunda kaldılar. 17:00 – Bir sonraki seansta Gilaneh isimli İran filmiyle gün devam ediyordu. İran-Irak savaşı döneminde oğlunu savaşa gönderen ve 15 yıl sonrasında Amerika’nın Irak’ı vurduğu günlerde artık yatağa bağlı bir halde yaşayan oğlunun başında bekleyen bir annenin iç burkan öyküsünü anlatan film bir kez daha bu savaşların anlamsızlığını ve arkada bıraktıklarını sorguluyordu. Savaşın içinde olanların dramını anlatırken arka planda bu savaşlardan çıkarları olan bir takım insanları göstermesi de dikkat çekiciydi. 19:00 – Festival müdavimlerinin merakla beklediği filmlerden biri Ölmek Zamanı idi. Aslında festivalin ikinci günü de gösterilmiş ama ne hikmetse müdavimlerden hemen hiçbiri o seansta izlememişti. Kadın Filmleri Festivali’nin bize tanıttığı ve fanatiklerinin oluşuğunu bildiğim Polonyalı Dorota Kedzierzawska, bu siyah beyaz filminde büyük bir köşkte tek başına yaşayan ve zaman zaman geçmişini de hatırlayan hayatının sonbaharında bir kadını anlatıyor. Bunu da son derece ustalıklı bir sinema dili ve siyah-beyazın şahane kullanımı ile yapıyor. Ayrıca yine kendisine ait olan senaryo da ölüm gibi çok acıtıcı olabilecek bir konu etrafında dolaşmasına rağmen, hiç duygu sömürüsü yapmıyordu. Sonlara doğru, film bitti derken seyirciyi ters köşeye yatırması da başka bir artısıydı. Kendisi de 91 yaşında olan başrol oyuncusunun muhteşem performansı da yabana atılmamalı elbette. Yarışmaya da dâhil olan bu film bir anda ikinci favorim haline gelmişti. Film sırasında en rahatsız olunan şey ise yine seyircilerden kaynaklandı. Salonun sağ tarafında muhtemelen çekirdek çıtlamakta olan bir ya da birkaç seyirci, adeta beynimin içinde çıtladılar o çekirdekleri. Bir yerde dayanamadım uyardım artık. Filmden sonra uyardığım için de tebrik de aldım üstelik.
56
21:00 – Günün sonunu Az Önce Oldu isimli filmle getiriyordum. Bu, kendi açımdan yarışma filmlerini de tamamlamak anlamına geliyordu. Film ilginç bir deneyimdi doğrusu. Farklı şekillerde istismar edilen kadınların gerçek öykülerini anlatan bu film ne o kadınları ne de öyküleri hiçbir biçimde göstermiyor, sadece öykülerin geçtiği mekânları genel olarak gösterirken birileri de bu öyküleri anlatıyor bize. Deneysel bir film ama deney başarılı olamamış kanımca. 14 Mayıs Çarşamba: 11:00 – Haftanın ortasında günü 201 dakikalık zorlu bir deneyimle açıyordum. Ama hayır bu kez filme geç kalmadım. Chantal Akerman’ın Jeanne Dielman isimli bu filmi hakkında önceden şöyle şeyler duymuştuk: “Filmden çıkın, bir yemek yiyin gelin, aynen devam ediyor bulacaksınız.” Film boyunca kadın yemek yapıyor, oğluyla yemek yiyor, temizlik yapıyor, alışveriş yapıyor, banyo yapıyor ve bunu rutin olarak tekrarlıyor. Bir de öğlen saatlerinde her gün farklı biri olmak üzere, bir adam geliyor, beraber bir odaya geçiyorlar, bir süre sonra çıkıyorlar, sonra da adam kadına para vererek evden ayrılıyor. Artık nasıl yorumlarsanız. Akerman’ın o monotonluğu anlatarak ne yapmaya çalıştığını anlıyorum ama o kadar uzun olmalı mıydı, diye sormadan da duramıyor insan. Bir de filmin bitiş şekli o ana kadarki gidişin dışında bir aksiyonla oluyor. Sanki o monotonlukla başlayıp bitse daha etkili olurdu gibi geliyor bana. Bu filmden sonra önümde uzun bir boşluk vardı. Onu da festivalle hiç ilgisi olmayan Münferit filmi ile değerlendirdim. Fena film değildi diyerek festival filmlerine devam edelim. 18:30 – Bu seansta bir İran filmi olan Hoşçakal Hayat vardı. Filmden önce, o güne kadar salon değişimi ve birkaç seans kayması gibi aksaklıklar dışında fena gitmeyen festival organizasyonunun sınıfta kaldığı bir seans olduğunu belirtmeliyim. Belli ki bu film için İran Büyükelçiliği pek çok konuk göndermiş ve salonda bu konuklara yetecek kadar yer ayrılmamış. Film başlamadan önce tam bir kaos hakimdi ve isteyen istediği yere oturuyordu. Biletli insanlar merdivenlere oturmak zorunda kaldılar hatta ellerinde bilet olan bazı seyircilere salonda yer olmadığı, isterlerse bilet paralarının iade edilebileceği söylendi (sonradan ne oldu bilmiyorum, belki de bu seyirciler bir şekilde bir yerlere sıkıştırılmıştır). İşin daha ilginç tarafı, film İranlılara ne şekilde lanse edildiyse salonda pek çok İranlı çocuk vardı ve film hiç de çocuklara göre bir film olmadığı için haklı olarak sıkıldılar, cips yediler, konuştular. O yaşlarda bir çocuğu uyarmak zaten susmasını sağlamayabilir, çocuk dilinizi bilmeyince hiç mümkün olmuyor. Film ise yine İran-Irak savaşında geçiyordu ve aslında ölmek için oraya giden bir kadın fotoğrafçının hikâyesini anlatıyordu. Doğrusu savaş adına çarpıcı sahneleri olsa da İran adına hamaset kokan bir yapım olduğunu da belirtmeli. Filmin sonunda yönetmen söyleşi için davet edilince yanımdaki İranlı bayanın kalkıp ortaya ilerlemesi de benim açımdan bir sürpriz oldu doğrusu. Meğerse kimsenin elindeki bilet numarasına oturmadığı o kaos ortamında gitmiş yönetmenin yanına oturmuşum. Yönetmen ile yapılan söyleşi genellikle İran dışarıya kötü tanıtılıyor, aslında hiç de öyle değiliz ekseninde olsa da filmi tamamlayıcı unsurlar da vardı. Filmin, yönetmenin yaşamından izler
GÖLGE | Haziran ‘08 taşıması bunlardan biriydi. Yönetmen de savaş sırasında tıpkı filmin kahramanı gibi cephede fotoğrafçılık ve film çekimleri yapmış. Hatta filmde anlattığı erkek kahraman, filmdeki olaylardan 2 sene sonra şehit olmasaydı onunla evlenebilirdim, dediğinde film ayrı bir anlam kazandı. Epey uzun süren söyleşi bir sonraki seansa kadar devam etti. 21:00 – Uzun bir filmle başlayan gün yine uzun bir filmle bitiyordu. 168 dakikalık Lady Chatterley, bildiğimiz hikâyenin yeni ve başarılı bir yorumu idi. Hikâyenin yapısı gereği elbette cinsellik ve çıplaklık dozu yüksek bir filmdi. Ancak bunlar kimi yönetmenlerin yaptığı gibi seyirciyi şok etmek ya da tartışma yaratmak için kullanılmamış ve son derece estetik olarak aktarılmıştı. Bir genç kadının cinselliği keşfedişini anlatan romanın ilk defa bir kadın yönetmen tarafından uyarlanıyor olması da belki de kadın bakış açısını daha iyi yansıtabildiği için şimdiye kadarki uyarlamalardan daha incelikliydi. Festivalin iyi filmleri içinde yerini aldı. Festival açısından günü bu uzun filmle kapadım ama gün daha bitmemişti. Eve gidince The Sopranos dizisinin büyük finalini de izlemeye niyetliydim ve bu kez gayet zinde geçen günü yine uykuya yenilmeyerek bu şahane dizinin son bölümü ile kapatmayı başardım. 15 Mayıs Perşembe: 10:30 – Festivalin son gününü belgesellerle açıyordum. Seansın ilk filmi Metamorfoz isimli belgeseldi. Bu belgeselde çeşitli yaşlarda cinsel tacize ve tecavüze uğramış kadınlar birinci elden başlarından geçenleri anlatıyorlardı. Her ne kadar anlatılanlar duymadığımız şeyler olmasa da olayları gerçekten yaşamış insanların, kendilerini herhangi bir şeyin arkasına gizlenmeden, direkt kameraya bakarak başlarından geçenleri anlatmaları, son derece etkili idi. Hemen arkasından gösterilen Pina Bausch belgeseli ise aynı adlı koreografın kurduğu dans tiyatrosu üzerine bir belgeseldi. Doğrusu kişisel olarak çok ilgimi çeken bir belgesel olmadı ama meraklısı için ilginç olabilir elbette. Seansın son belgeseli İşkence İzleri: İstanbul Protokolü’nü ise diğer salonda sonraki seansa yetişebilmek için feda ettim. 12:30 – Bu seanstaki film belki de festivalin en zor filmiydi. Zaten Hayalet Aşk isimli bu film aynı zamanda Sıkıysa İzle başlığı altında yer alıyordu. Bir kumarhanede çalışan bir kadının çevresinde dönen film sürrealist öğeler taşıyordu ve kişisel olarak filmden hiçbir şey anlamadığımı, festival sırasında konuştuğum hemen herkesin de bu fikirde olduğunu itiraf etmeliyim. Sonradan İnternet’te filmle ilgili yorumları da merak edip baktım ve filmi çok sevenlerin de olduğunu gördüm. Demek ki festivalin bu filme uygun gördüğü başlık gerçekten doğru. Sıkıysa izle. 15:00 – Festivalin son günü yine bir İran filmi ile devam ediyordu. Abbas Kiarostami’nin 10 filminin devamı niteliğindeki bu film 10+4 adını taşıyordu ve o filmin başrol oyuncusu Mania Akbari tarafından çekilmişti. 4 yıl önceki karakterlerin aradan geçen zamanla geldikleri noktaları anlatan filmin esas odak noktası ise hem filmdeki karakterin hem de yönetmenin (ki o karakteri de o oynuyor zaten) aradan geçen sürede kanser olması idi. Her ne kadar Kiarostami’nin filminin seviyesinde olmasa da izlenebilir bir filmdi.
58
16:30 – Hiç ara vermeden güne Eduart isimli Yunan filmiyle devam ettim. Arnavutluk’tan Yunanistan’a büyük hayallerle gelip orada kendisini bir cinayetin içinde bulan bir genci anlatan film karakterin kendi içindeki çatışmaları vermeye soyunuyor ama festival içinde vasat olan filmlerden biri olarak kalıyordu. 18:30 – Diğer salonda kapanış töreni ve beleş bira varken ben tercihimi yine film izlemekten yana kullanıyordum ve festivaldeki Akerman filmlerinden bir diğerini, Yarın Taşınıyoruz’u izliyordum. Akerman’ın bir gün önce izlediğim 201 dakikalık filminin tersine izlemesi çok kolay bir komedi vardı karşımızda bu kez. Bir anne kızın yeni bir eve taşınma, sonrasında orayı da satma çabalarının anlatıldığı film keyifle akıp gidiyordu. Film aynı zamanda Fransız sinemasının sıkça gördüğümüz yüzlerini de bir araya getiriyordu. Aralarında en iyisi de başroldeki Sylvie Testud idi. Genellikle festivallerde görebildiğimiz bu yetenekli oyuncunun filmlerini daha sık görebilsek keşke. Bu filmden çıktıktan sonra gördük ki kapanış töreni bitmiş, beleş biralar içilmeye devam ediyor, Fipresci ödülünü de Utanç filmi almış. Zaten Ölmek Zamanı ile birlikte iki favorimden biriydi. Pek mutlu oldum doğrusu. 21:00 – Festivalin kapanışında Utanç filmi bir kez daha, bu kez ücretsiz olarak gösterilecekti ama zaten seyretmiş olduğum için festivali diğer salonda bir avuç seyirciyle birlikte Adalet İçin Kızkardeşlik filmi ile tamamladım. Film, Kamerun’da küçük bir köyde mahkemenin iki kadın çalışanı üzerinden bölgenin kadınlarının güncel yaşamını anlatan başarılı bir belgesel. Mahkemenin savcısı ve yargıcı belki de tamamen kişisel çabalarıyla köyde bir farklılık yaratma çabasında. Görüldüğü kadarıyla, bunda başarılı da oluyorlar. Festival kapanırken, onları uzaklardan tebrik etmekten başka bir şey elimden gelmiyor ve benzer şeyleri bizim köylerimizde (köy olması şart değil, büyük şehirlerimizde) yaşayan kadınları da düşünmeden edemiyordum. Böylece iyisiyle kötüsüyle bir festival daha bitti. Kısa festivalin bilançosu 29 uzun, 15 kısa ya da orta metrajlı film (uzun film ayrımını 60 dakika olarak koydum, 60 dakikanın üzerindeki belgeselleri de ilk gruba aldım). Festivali düzenleyen ve gerçekleşmesinde görev alan tanıdığım, tanımadığım tüm kadroya buradan teşekkürlerimi iletiyor, daha nice festivallere diyorum. Sonraki festivallerde kendi arasında muhabbet etmeyen, poşet hışırtısı yapmayan ve en önemlisi çekirdek çıtlamayan(!) bir seyirci grubu ummaktan da kendimi alamıyorum. Not: Yazıda filmlerin Türkçe isimleri kullanılmıştır. Orijinal isimleri ve filmlerle ilgili daha detaylı bilgiye, http://festival.ucansupurge.org/ adresinden erişilebilir. Hasan Nadir DERİN http://sinemamanyaklari.wordpress.com
GÖLGE | Haziran ‘08
Free Comic Book Day – Ücretsiz Çizgi Roman Günü – (03 Mayıs 2008)
Ücretsiz Çizgi Roman Günü, senenin sadece tek bir günü – her yıl 3 Mayıs’ta – Amerika Birleşik Devletleri ile dünyanın çeşitli ülkelerinde düzenlenen ve katılımcıların dükkâna gelen herkese ücretsiz çizgi roman dağıttığı özel (ve güzel) bir etkinliktir. Öyle sanıyorum ki bizdeki bu tip işletmelerin sahipleri, “Yahu bırakın personelin can güvenliğini, dükkânın dört duvarının sağlam kalacağını bile garanti edemeyiz,” şeklide düşündüğünden ve vatandaşlarımızın bir bölümü de ‘nerde beleş, oraya yerleş’ felsefesiyle davrandığından, memleketimizde uygulanmamaktadır. Gelelim, Amerika’nın Charlotte şehrindeki izlenimlerini bizlerle paylaşan Matt Brady’nin yazdıklarına… * * * Bu özel güne katılan Heroes Aren’t Hard To Find (Bulunması Zor Olmayan Kahramanlar) adlı çizgi roman dükkânı saat onda açılıyordu. Ancak dokuzu çeyrek geçe toplanmaya başlayanlar sayesinde, daha şimdiden kapıda uzunca bir kuyruk oluşmuştu. Başlangıçta, sanki fırtına öncesini hatırlatır gibi her yer tertipli, ortam sessiz ve sakindi. Rafların bir ucunda her yaşa hitap eden çizgi romanlar, diğer tarafındaysa yetişkinler için yayımlanmış olanlar bulunuyordu. İşte ispatı…
Charlotte şehir merkezindeki mağazanın giriş kapısının süsleyen ve Adam Hughes’un bir tasarımı olan Mary Jane, çok davetkârdı. Kollarını etrafa sarkıtmış Doc Octopus’la tepişen Örümcek Adam ise ayrı bir güzeldi…
60
Gölgelik amacıyla mekânın dışına yerleştirilen büyük tentenin altına masalardan bir tezgâh hazırlanmış, üzerine 1 ve 2 dolarlık çizgi romanlar dizilmişti. Böylece dükkân, yaklaşık 7 metre dışarıya taşmış oluyordu. Günün ilerleyen saatlerinde, birçok çizgi roman sanatçısı bu çadırın altında hayranlarıyla buluşacak, eserlerini imzalayacaktı.
Derken, kapılar açıldı ve bir anda 150 kişi birden içeri doldu… Beleş çizgi romanı duyanlar, 10:03’de dükkânın içinde kuyruklar oluşturmaya başladılar. Ayrıca kimse inkâr etmeye kalkmasın; çocuklar çizgi romana bayılıyor!
GÖLGE | Haziran ‘08
Şu bakışlardaki mutluluğu görüyor musunuz?
Bedava dağıtılan çizgi romanların neden olduğu izdiham 11:17 civarında nispeten duruldu. Müşteriler, diğer çizgi romanlara bakmaya ve kendi aralarında sohbet etmeye başladılar. Tabii ki en çok konuşulan konu, yeni gösterime giren Iron Man filmiydi. Bunda şaşıracak bir şey yok!
62
11:40’da yeni bir akın başladı, bu kez müşteriler satın aldıkları çizgi romanların parasını ödemek üzere kuyruğa girdiler. Dükkân sahibi Shelton Drum’dan öğrenebildiğimiz kadarıyla, meğer ÜÇRG firmanın yıl boyunca en fazla satış yaptığı üç günden biriymiş. “Sahip olduğunuz tüm müşteriler, yeni simalarla birlikte aynı günde dükkânımızı ziyaret edince, böyle bir izdiham yaşanıyor işte,” derken yüzü gülüyordu… Ve devam etti, “Ciddi bir harcama yapıp, insanlara ücretsiz çizgi roman dağıtıyoruz. Ancak bu sayede satış da yapabildiğimiz için, büyük olasılıkla akşama kafa kafaya çıkacağız. Bizim için asıl önemlisi, bugünden itibaren çizgi roman biriktirmeye veya yeni bir seriyi okumaya başlayacak ve bundan böyle mağazamızı düzenli ziyaret edecek yeni müşteriler…” 12:30 Civarında dükkânın önünde, dışarıdaki masaların etrafında, insanlar yeniden toplanmaya başladı. Çizgi roman sanatçılarının gelmesi bekleniyordu. İlk gelen Ian Flynn oldu ve masaya oturur oturmaz, gençler tarafından ablukaya alındı.
Bu arada ödemek yapmak için yazarkasanın önünde bekleyenlerden oluşan kuyruk, dükkânın arka tarafına doğru uzamaya başlamıştı. Tentenin çevresi, yeni gelen yazar ve çizerler sayesinde hareketlenirken, beş yaşındaki müşterilerin birinden eleştiri aldık; “Burası korkunç bir yer! Örümcek Adam satıyorlar ama Süpermen yok…” Dükkândaki her şey türe ve o çeşidin içindeki kahramana göre sınıflandırılmış. Dolayısıyla Action serisi de, Süpermen çizgi romanlarının arasında bulunabiliyor. Başlangıçta insana biraz zor gelse de, hangi türün mağazanın hangi bölümünde bulunduğunu çözünce, iş epey kolaylaşıyor. Üstelik arayanlara tarif etmek de basitleşiyor. Ayrıca yüzlerindeki ifade hakkında yeniden bir şeyler yazmama gerek var mı? Tabii ki yok ama en çok hangi çizgi romanlar satıyor, diye sorarsanız, kasadaki mesaisini biraz önce devreden Dusty Harbin sorunuzu cevaplar. “Tonlarca Iron Man verdik bugün. Eski ve yeni seri, hatta ciltler… Ayrıca bir sürü Extremis cildi de alıcı buldu. Diğer taraftan, çocuklar için hazırlanan çizgi film karakterlerinin serileri de epey satıldı. Transformers bunlardan biridir mesela… Ama Iron Man kesinlikle tavan yaptı! Çocuklarına bu çizgi romanı alan bir sürü ebeveynle karşılaştım.” Acaba bu yılın sürprizleri nelerdi? Sorumuzu, mağaza müdürü Todd Harlan cevapladı; “Elimizdeki çizgi romanlar, geçen seneyle kıyaslandığında, bu yıl çok daha hızlı tükendi. Ayrıca bazı aksesuarlar da süratle alıcı buldu. Diğer taraftan geçen yıl olduğu gibi, trafiğin bezdirici etkisiyle bu sene karşılaşmadık. Müşterilerimiz hiç de uyuşuk ve bitkin değiller.”
GÖLGE | Haziran ‘08 Saat 15:00’de epey kalabalıklaşan tentenin altında, durmadan çizen, imzalayan, hayranlarıyla sohbet eden sanatçıların yanında, boşta kalanlar da vardı… Doug Wagner da bunlardan biriydi.
Tentenin altında dolanırken 2 dolarlık çizgi romanların satıldığı kutuların içinde, vaktinde aklımı başımdan alan All-Star Squadron serisinin iki sayısını buldum. Vay be, zamanında ne çok peşinden koşmuştum bu çizgi romanın…
Asla eskimeyen ve çok fazla sorulan bir soru vardır: Sadece çizgi roman satan bir dükkâna nasıl olur da yeni müşteriler kazandırılır? Ücretsiz Çizgi Roman Günü işte bu soruyu en iyi şekilde cevaplamaktaydı… Bugünün favorisiyse, Iron Man!
64
Saat 16:00 oldu, bir bakalım dışarıdaki sanatçılar bu saate hâlâ neler çiziyorlar. Sanford Greene (Colossus) ve Chris Schweizer (Catwoman) çizimleriyle meşguller…
Bu kadarla da kalmamış… Tony Shasteen (Doctor Doom), Brian Stelfreeze de (Catwoman) çiziyor.
Ian Flynn ve Shawn Crystal da henüz çizmekten vazgeçmemiş olanlardan…
Saatler 17:00’ye geldiğinde hava epey bulutlandı. Ben, “Acaba yağacak mı?” diye düşünürken, Dusty Harbin yanıma gelip, “Geçen seneyle şimdiki arasındaki en büyük fark bu işte,” dedi. Eliyle, içeri girmek isteyenlerin oluşturduğu ve dışarıya doğru uzayıp giden kuyruğu gösteriyordu.“Geçtiğimiz yıl bu saatlerde epey rahatlamıştık. Dükkânımızsa bayağı boşalmıştı. Oysa bu sene durum çok farklı; baksana hâlâ kuyrukta bekleyenler var!”
GÖLGE | Haziran ‘08
Yirmi beş dakika sonra tentenin altındaki sanatçıların çoğu, artık yeter, deyip evlerine döndüler. Ancak masaların çevresinde ‘nöbet tutan’ kalabalık tarafından ‘esir alınanlar’ da vardı… Akrep ve yelkovan birbirleriyle yüz seksen derecelik bir açı yapıp da saat 18:00 olduğunda, her ne kadar Heroes daha üç saat kadar açık kalacaksa da, benim için de gitme vakti gelmişti.
Bugün, 800 ile 1000 arasında müşteri kapıdan içeri girmiş, akşamüstü raflarda ve kutularda, sadece 1200 civarında dergi kalmıştı. Bu sayı da, özel gün için ilaveten sipariş verilen yaklaşık rakamdı. Peki ya bu sayıdan arta kalanlar neredeydi? Iron Man’in açık bir farkla liderliğini koruduğu, 2008’in Ücretsiz Çizgi Roman Günü’nde rekor düzeyde satış yapılmıştı… “Her yıl yeni simalar görmeye devam ediyoruz. Bizim için biraz yorucu olsa da, bu etkinliğimiz asla unutulmuyor. Anımsayanların sayısı yıldan yıla artıyor. Bu sene, geçmişte olduğu gibi, hiç kimseye posta yoluyla ulaşmadık. Ancak sonuç ortada… Birçok kişi bugünü hatırlayıp, mağazamıza geldi. Her sene Ücretsiz Çizgi Roman Günü’nden sonra yeni müşteriler kazanıyoruz. Bu yıl da etkinliğimizin daha farklı sonuçlanacağını hiç sanmıyorum,” dedi dükkân sahibi Shelton Drum…
66
*
*
*
Bu etkinliğe katılan ABD’deki diğer bir mağazadan (Phoenix’deki ‘Atomic Comics’ adlı dükkân) enstantaneler…
Masada oturan Todd Macfarlane, tepesinde dikilen Örümcek Adam, hemen yandaki sarışın çocuk, bir çizgi roman delisi…
Soldan sağa: Rob Liefeld (the parlak kafa), Jim Lee (the kepli), Jim Valentino (the kır saçlı) ve Marc Silvestri (the profilden görünün kaytan bıyıklı)
GÖLGE | Haziran ‘08
Çinileme hakkında yorum yapan, Erik Larsen…
Mağaza içinden ve dışından birer görünüm…
Yazan Matt BRADY
Özetleyip, Türkçeye Çeviren, Çok İyi Bilirmiş Gibi, Giriş Bölümünü Yazan, Son Bölüme Resimler Ekleyen, Bu Metni Okuduğunuz İçin, Vaktinizi Çalan Oğuz ÖZTEKER
68
ROBERT E. HOWARD’IN ÖLÜMSÜZ KARAKTERİ
SOLOMON KANE’İN İLK MACERASI “YILDIZLARDAKİ KURUKAFALAR” HER YERDEN ÖNCE İLK DEFA GÖLGE TEMMUZ SAYISINDA GÖLGE e-DERGİ www.hayalsaati.com DA