Gölge e-dergi 19. sayı

Page 1


O

KAPAK İÇİ YAZISI

n sekiz güzel sayı geçti Gölge maceramızda. İlk günden bu yana sürekli yenilenen, hiç bitmeyen bir enerji ile Gölge’de olduk. On sekiz güzel sayı derken bunun yanında iki de özel sayımız var, Çizgi Roman ve Öykü Özel sayılarımız. Geçen ay “Çizer Misiniz?” diye sorduğumuzda çok sayıda arkadaşımız “Çizeriz” dedi ve Gölge’nin yanında yer aldıklarını gösterdiler. Sonra “Yazar Mısınız?” diye sorduk; amatörü profesyoneli “Gölge’ye yazarız” dediler. Şimdilik iki güzel özel sayının müjdesi bunlar. Gölge e-Dergi yayın kuruluna yeni bir arkadaşımız daha katıldı, ilk sayılarımızdan bu yana sinema yazıları ile Gölge’de olan Hasan Nadir Derin. Gölge’nin sayfaları da fark edeceğiniz şekli ile aramıza yeni katılan arkadaşımız Mehmet Murat Demirelli tarafından yeniden düzenlendi. Bahar geldi ve Gölgemiz daha bir güzelleşiyor. 19. sayı ile yeniden merhaba derken Gölge okurundan bir şey rica ediyoruz, Gölge hakkında düşüncelerinizi bizimle paylaşın. Gölge herkese açık bir dergi, yazın-çizin. Gölge’ye uygun olan her şeyi yayınlıyoruz biz. Ve okuyun… Bu ay sayfalarımızda Levent Cantek’le yaptığımız röportajda Deli Gücük’ü, Osmanlı Taşrasından Dehşet Hikâyeleri albümünün öyküsünü okuyacaksınız. Nisan ayı içinde raflarında olacak bu çizgi roman albümünü bir kitapçıya uğradığınızda mutlaka inceleyin. Öyküleri ve çizimleri ile tamamen özgün bu çizgi roman albümü umarız Türk çizgi romanında yeni bir soluk olur. Gelecek sayıda yine yeni bir Gölge’de buluşmak üzere. A.Hamdi YÜKSEL Editör: A. Hamdi YÜKSEL Gölge Yayın Kurulu; Oğuz ÖZTEKER, Utku TÖNEL, Şükrü BAĞCI, Hasan Nadir DERİN, Emre ÖZGEN Kapak: Mithat ZARARSIZ, mithatgokce.deviantart.com Sayfa Tasarım: Mehmet Murat DEMİRELLİ Bu dergide yayınlanan tüm yazı ve çizimler yazarlarına-çizerlerine aittir. İzinsiz alıntı yapılamaz, yayımlanamaz. Yazıların içeriğinden yazarları-çizerleri sorumludur. http://golgedergi.blogspot.com Her zaman yeni yazar ve çizerlere ihtiyacımız var. Görüş, öneri, yorum, yazı-çizinizi yollayabileceğiniz adres hayalsaati@gmail.com


05 10 15 21 22 26 28 31 36 39 43 46 48 54 60 62 68

13. gün ve slasher türüne kısa bir bakış ne günahı vardı gebeş hayri’nin huzursuz seyyah’ın maceraları popo hiç bitmeyecek tutku rıza ters ayna sıradan bir ölüm sıcak çok sıcak sevgilisizler günü bakuman biraz daha… yeşil gözler tanrının sesi morgan freeman uykuda geçti 3m+t endişeciler

İÇERİK19


Gölge e-Dergi olarak özel sayılara devam edelim dedik ve bir KARMA ÇİZGİ ROMAN ÖZEL SAYISI yayınlama kararı aldık. Katılmak isteyen çizer arkadaşlara 1 Mayısa kadar süre tanıyoruz. (Bize katılım bildirmesi halinde çünkü ortaya çıkacak sayıda kimlerin yer alacağını önceden bilmek istiyoruz.) Sayfa sayısı 4 ila 10 arasında olabilir. (10 üst sınır) Çizgi romanlarda senaryo konusu serbest, çizim tarzı serbest (mangacılar size de serbest dedik işte) (yine de her yollanan çizgi roman yayınlanacak diye birşey yok yayın kurulu olarak seçmeme hakkımız var) Çalışmaların daha önce hiç bir yerde yayınlanmamış olması gerekiyor. Siz de çizgi romanınızın Gölge e-Dergi çizgi roman özel sayısında yer almasını isterseniz bize hayalsaati@gmail.com dan ulaşabilirsiniz.


13. GÜN

VE SLASHER TÜRÜNE

KISA BİR

BAKIŞ”

S

lasher korku filmleri arasında gösterilen bir alt türdür ve Alfred Hitchcock’un Psycho’su başlangıç noktası olarak görülür. Türün genel özelliği bir grup çaresiz masum gencin izole bir ortamda bir katil tarafından tek tek yakalanarak öldürülmesidir. Her cinayette kan oranı artarak finalde son kalan (genelde kızdır)’ın katil ile son savaşı vermesi ile biter. Basittir, kanlıdır, heyecanlıdır. Mario Bava, Lucio Fulci, Umberto Lenzi ve Dario Argento gibi usta yönetmenleri slasher türünün babaları olarak görmek yanlış olmaz. Özellikle İtalya’da ortaya çıkan giallo tarzını yaratan bu ekip slasher’ın da temellerini atmıştır. 80’lere gelindiğinde slasher türü büyük bir ivme kazanmıştır. 80’lerin önemli unsurlarından biri de korku filmlerinde ortaya çıkan yeniliklerdir. Korku filmleri Wes Craven, John Carpenter gibi ustaların elinde 70’lerdeki durağanlığından sıyrılmış ve daha kanlı, daha hızlı gelişen, seyirciye düşünmek için zaman tanımayan, gençlerin çığlık çığlığa katilden kaçtığı, seyircilerin bu curcuna içine girmek için sinemalara aktığı bir türe dönüşmüştür. Artık insanlar korku filmlerine korkmaktan çok eğlenmek için gider olmuştur. Bu durum da Freddy Krueger, Jason Voorhees, Michael Myers gibi katil figürlerinin birer anti-kahraman olarak sevilmelerini sağlamıştır. Seyircilerin bu katilleri iş üstünde görme isteği de yapımcı-

Alfred Hitchcock’un Psycho Filminden

05 Gölge


lara devam filmleri için şevk vermiştir. Elm sokağı serisinin büyük bir hayranı olarak Freddy’i bu genellememden hariç tutarsam, Jason ve Michael Myers’a uzun zaman haksızlık edildiği ve etinden sütünden faydalanıldıktan sonra bir kenara atıldığını belirtmek gerekir. 90’lı yıllara gelindiğinde Amerikan seyircisi artık slasher diye bir tarz olarak sinema tarihine geçmiş bu kahramanlardan sıkılması Hollywood’u bir çıkmaza soktu ve korku filmleri tekrar psikolojik öğelerle süslenen dram yapısı ağır filmlere dönüştü. Wes Craven ve Kevin Williamson slasher türünün geldiği noktadan kurtularak ivme kazanması için yeni bir yol buldular. Aslında Craven’ın yönettiği son Freddy filminde de ufaktan denediği bir tarzdı bu. Kendi filmleri ile dalga geçmek. Kevin Williamson’un müthiş zekâsından çıkan senaryo Scream’i ortaya çıkardı ve slasher türünün kanunlarını tek tek seyirciye aktardı. Uzun zamandır eğlenceli korku filmlerinden mahrum kalan seyirci de eski günleri yâd etmek için tekrar sinemalara akın etti ve Scream üç filmlik bir seri olarak tarihteki yerini aldı. Bu ivmenin etkisi ile teen slasher’lar tekrar revaçta oldu bir süre. Ancak hiç biri eski seriler kadar ses getiremedi ve slasher’lar yine raftaki yerini aldılar. 2000’lerde ise Hollywood yine bir çıkmaza girdi, yeni üretim yapılamaması, doğru düzgün senaryolar bulunamaması sinema seyircisini artık tatmin etmiyor her yeni film eskiler ile karşılaştırılıyor ve yeterli ilgiyi görmüyordu. Bu kısırlıktan kurtulmak için Hollywood yine işin kolayına kaçtı ve remake (yeniden çevrim)ler sahneye çıktı. Amerikan seyircisinin alt yazı okumak istememesinin bir sonucu olarak çıkan bu remake dalgasında öncelikle Uzak Doğu korku sinemasına el atıldı. Ring, The Grudge gibi serilerin büyük gişeler yapması son yıllarda Hollywood’un iyice ağzından salyalar akmasına ve Uzak Doğu’yu sömürüp Avrupa’ya kaymasına yol açtı. O da yetmedi, kendi filmlerini tek tek çeker oldu. Hatta olay öyle bir noktaya geldi ki örneğin Funny Games Haneke tarafından bir defa da İngilizce çevrildi. Bu yılın ilginç remake’i de İspanyol yapımı [REC]’in daha senesi dolmadan Quarantine adıyla tekrar çekilmesi oldu. Remake olayına her ne kadar karşı olsam da bazı remake’lerin de orijinalinden iyi olduğu söylenebilir. Ama bunların da sayıları oldukça azdır. 80’lerin filmlerinin yeniden çevrimlerine ise biraz teknik üstünlükten faydalanılabileceğini düşünerek biraz daha ılımlı bakıyorum. The Texas Chainsaw Massacre örneğin oldukça başarılı bulduğum bir yapımdı. Ama Wes Craven’ın Last House on the Left gibi klasiklerinin yeniden çevrilmesini ise anlamsız ve gereksiz buluyorum. Şimdi de sıra geldi Jason kardeşimizin genç seyirciye yeniden tanıtacak olan filmimize. Friday the 13th, 13. Gün olarak kazandırılmış Türkçemize. Eski serinin adı 13. Cuma idi. 13, bilindiği üzere uğursuz bir sayıdır. Bunla ilgili çeşitli rivayetler olsa da en çok kabul görenlerden birisi 13 Ekim 1307 Tapınak Şövalyelerinin yakalanması hadisesidir. Cuma gününe gelen bu olay uzun yıllar Haçlı Seferlerinde çarpışan, halkın sevgisini kazanan Tapınak Şövalyelerinin Papa Clement V ve Fransa Kralı Philippe Le Bel tarafından organize edilen bir çamur at izi kalsın etkinliği ile yakalanarak çeşitli işkencelere maruz bırakılmaları ve güçlerinin yok edilmesidir. Aslına bakılırsa isterlerse bir günde Fransa’yı alabilecek güçte olan Tapınak Şövalyeleri direnmeden teslim olmuşlardır. Bu onurlu duruşları da halk tarafından ayın 13üne gelen Cuma gününün lanetlenmesine sebep olmuştur. 13. cuma korkusuna paraskavedekatriaphobia deniyor. Üç kere üst üste düzgün olarak söyleyebilirseniz Bettlejuice gelip size üç dilek hakkı verecektir ona göre.

Gölge 06


The Texas Chainsaw Massacre

07 Gรถlge


13. Gün “The Texas Chainsaw Massacre”, “The Amityville Horror” ile büyük beğeni kazanmış ekibin son remake’i. Marcus Nispel’in yönettiği yapım serinin 12. bölümünü de oluşturuyor. 1980 yapımı serinin ilk versiyonu olarak bilinen Friday the 13th’in yeniden çevrimi. Aslına bakıldığında 1911, 1916, 1921, 1923 yıllarında da aynı adla çekilmiş filmler var. Ancak bunların kahramanımız Jason’la bir ilgisi bulunmuyor. Jason’ın son macerası bu filme kadar bilindiği üzere Jason X (2001)’di. Sonra da hızını alamayıp Freddy vs. Jason (2003) ile bir kez daha boy göstermişti. Bu filmin konusuna bakacak olursak bir grup genç yine Kristal Gölü’ne giderler. Gölün kamp alanı daha önce bir cinayet işlendiği için kapalıdır ancak her tür uyarıya rağmen yeniden açılmış ve ilk konuklarını sevecenlikle kucaklamıştır. Oysaki bu bölgenin sahibi Jason’dır ve bu gençleri kendi bölgesinden atmak için elinden geleni ardına koymayacaktır. Filmin ilginç tarafı, bilmeyenler için açıklamak bilenler için de tekrar hatırlatmak amacı ile yazıyorum, Jason ilk filmde hiç görülmez, ikinci filmde yüzündeki yaraları gizlemek için bir çuval vardır ve üçüncü filmde sonunda bilinen şeklini alır ve hokey maskeli dev cüsseli katile dönüşür. İşte bu çevrimde başlarda Jason’ın çuvallı hali ile karşılaşıyoruz, ilerleyen bölümlerde ise “Nasıl oldu da hokey maskesi giydi?” sorumuz cevap buluyor. Böylece bir bilinmeyen daha aydınlığa kavuşuyor ve artık geceleri daha rahat uyuyabiliyoruz. Filmde Jason ölümden dönmüş bir yaratık/katil’den çok ormanda yetişmiş tarzanvari bir insan olarak resmedilmiş. Öyle ki karakter yaratım sürecinde senaristler Jason’ı evini koruyan bir avcı olarak düşünmüşler. Film Amerika gişelerinde oldukça büyük bir ilgi görmüş. 42,2 milyon dolarlık açılışı ile Friday the 13th serisi içinde ve remake’ler arasında en yüksek açılış gişesini elde etmiş. Ancak eleştirmenler tarafından filmin çok da beğenilmediğini söylemem gerekir. Özellikle eleştirildiği nokta seriye yeni bir şey katmadığı ve zaten olan bir şeyi tekrar bizlere sundu-

Gölge 08

The Amityville Horror


ğu yönünde. Zaten her remake için bunu söyleyebiliriz sanırım. Benim gibi uzun zamandır iyi bir teen slasher’a hasretseniz 13. Gün size de iyi gelecektir. Özellikle yakaladığı görsel estetik ve serinin köklerine bağlı kalması filmin artıları. Ancak orijinali dururken neden bunu seyredeyim ki, diye sorarsanız verecek mantıklı bir cevap yok. Yazan: Masis ÜŞENMEZ www.otekisinema.com

09 Gölge


NE GÜNAHI VARDI GEBEŞ HAYRİ’NİN” “

S

oğuk, rutubetli ve yapış yapış bir geceydi aksi gibi. İnsana, teninin ağılı örümceklerin fitne dolu ağlarıyla sarmalandığını zannettiren türden… Rutubetin her zerresi keskin birer jilet olmuş kesiyor, ısırıyor, lime lime ediyordu. Küf kokan vıcık vıcık zemin daha da perişan etmişti Gebeş Hayri’yi. Hızlı koşmak için var gücüyle ittiği arkada kalan ayağının kayıvermesiyle boşa gidiyordu emekleri. Takati tükenmek üzereydi ve avlanacağını anlayan zavallı hayvanlar gibi cebelleşmenin verdiği sıkıntıyla alnından sızan terle daha da fazla hissediyordu nemli soğuğu. Ormana dalalı aşağı yukarı bir saat olmuştu. İnce ince, santim santim oyduğu hapishane duvarının ötesinden ciğerlerine hava dolalı geçen süreden biraz daha kısaydı bu… Gecenin karanlığında açtığı delikten sıyrıldığı gibi koşmaya başlamış, peşi sıra aynı delikten kaçmaya çalışan arkadaşlarının yakalanmasına aldırmadan tabana kuvvet tel örgülü duvarları aşıp yüz metre ileride başlayan ormana kendini dar atmıştı. Güya burada saklanmak, kabak gibi ortalıkta kalmaktan daha iyi ve kolay olacaktı ha? Ne mümkün… Ama nereden bilsin Gebeş Hayri? Yukarıda kocaman, gümüş bir tabak gibi, ormandaki her ağacın her dalını ve içerisindeki bin türlü mahlûkatın her kıpırtısını donuk bir mavilikle aydınlatan dolunay, ya da dışarıda çoktan kalktığı halde sık ağaçların içerisinde yavaş yavaş eriyip suyunu yerdeki bir sene öncesinin yapraklarına emdirdiği için zeminin küf kokulu, çürükçül bir balçıkla bulanmasını sağla-

Gölge 10



yan kar olmasa saklanmak kolay olabilirdi; ama mahpusluk canına tak demiş bir insan bunları da hesaba katamazdı ki. Gebeş Hayri canını dişine takmış kaçarken aynı küf kokusunun peşindeki köpeklerin genzini de yakıp onları şaşkına çevirmesini diledi. Köpeklerin gittikçe yaklaşan sesi dileğinin kabul edilmediğini alay edercesine fısıldasa da kulağına, çaresizce umut etmeyi bırakmadı. Arada bir, aniden baldırına yapışıveren bir köpeğin keskin dişlerini hissetmesine neden olan hayal gücünü lanetlemekten de geri durmuyordu. Ne yaparsa yapsın peşindeki azmanları silemiyordu aklından. Gitgide yaklaşan sesler, salyalar akan bir ağızdan fırlamış bembeyaz keskin dişleri ve arasından derin hırıltıların sızdığı mengene gibi çeneleri gözünün önüne getiriyor, zaten yorgunluktan bitip tükenmiş bacaklarının hepten titremesine sebep oluyordu. Yeniden o deliğe girmeyecekti. Gerekirse burada kendini paralayacak, açlıktan geberecek, yerdeki börtü böceğe yem olacaktı ama o mahpushane damına geri dönmeyecekti. Sıktığı dişlerinin arasından ıslık çalar gibi kesik kesik soludu ve polislerin fenerlerinden süzülen ışık huzmelerini görmemeyi umarak dönüp ardını kontrol etti. Ayın donuk mavisinden başka ışık yoktu dalların arasında. Kısa süreliğine de olsa izini kaybettirebilirse biraz dinlenip güç toplayabileceğini düşündü. O zaman daha rahat koşup akıllıca düşünerek daha iyi saklanabilirdi. Orman tuhaftı. Görünmez perdeler çekilmişti sanki ağaçların arasına. Her nefes alışı, her kalp atışı, hatta kanının damarlarında dolaşması bile yankılanıyordu boşlukta. Boğucu ve ağır bir hava katmanı sarmalamıştı etrafını. Hayri bir an neredeyse ormanın değil de yumurta akı gibi koyu, yapış yapış bir sıvının içerisinde hareket ettiğini düşünmeden edemedi. Takatsizlikten yavaşlamış refleksleri de bu düşüncesini doğrular nitelikteydi. “Az daha,” dedi kendi kendine, “biraz daha süzülürsem derinlere kurnazca, izimi kaybettirebilirim.” Köpeklerin uzaklaşan sesleri cesaretlendirmiş, kuytu bir yer bulup büzülmesi için ikna etmişti Hayri’yi… Yine de acele etmeliydi, duyularına güvenemez olmuştu. Polisler uzaklaşmamış olabilirdi. Karanlığın diğer yerlere nazaran daha bir koyu olduğu çalıları gördüğünde rahatladı. Bir müddet dinlenip güç toplamak için daha iyi bir yer olamazdı. Ürkekçe etrafına bakınıp çalıların arasına girmek için adımını dikkatlice öne uzattı. Çömelecek yer bulmaya çalışırken çalıların dikenli olduğunu anladı fakat köpeklerin sesini yeniden duymaya başladığı için yerinden kıpırdayamadı. Pek de rahat değildi bulduğu yer. Leş gibi kokuyordu ve dikenlerin çizdiği kolları zonklamaya başlamıştı. Orada öylece ne kadar durduğunu bilmiyordu. Zaman kavramını yitirmiş gibiydi. Kendisini kokusunu takip ederek bulması için kullanılan köpeklerden çalılara saklanarak kurtulmaya çalışmasının saçmalığını aklına dahi getiremiyordu. Yüreğinde dizginlenmez bir hafiflik ve cesaret peyda olmuştu. Kendini rahat, dinlenmiş ve her türlü zorluğu yenebilecek kudrette hissediyordu. Saklandığı yerden çıkması için daha iyi bir zaman olamazdı. Üstelik dikenli çalının çürümeye yüz tutmuş cesede benzer kokusu üzerine sindiği için burunlarıyla gören “geberesi itleri” yanıltabileceğini düşünüyordu. Yine dört ayaküstüne düşmüştü Gebeş Hayri. Özgürlüğün nasıl bir şey olduğunu yeni yeni hatırlıyordu. Heyecan dizlerini titretmiş, böğrüne yumruk gibi bir çığlık atarak sevinme dürtüsü sokmuştu. Karısını gözünü dahi kırpmadan kesip lime lime doğrayan, halının üzerine yayılan kanına soğukkanlılıkla basıp çıplak ayaklarının kana bulanmasına aldırmayan ve yarım saat evvel

Gölge 12



Gebeş Hayri’nin başının etini yiyen varlığın şimdi kasap tarafından pay edilmiş kurbana benzemesine hiçbir tepki vermeden bir güzel sigarasını tüttüren birinin, özgürlüğün heyecanıyla dehşete düşmesi komikti. Mahpus, paçayı yırtmıştı ve duvarların dışarısındaki -kaçak da olsa- özgür hayat onu bekliyordu. Bin bir düşünce geçiyordu evvelce cinayet işlemenin zevkini tatmış çarpık zihinden. O “karıdan” kurtulmuştu ve işte şimdi de serbestti. Yeniden keklik gibi avlanıp o duvarların arasına tıkılmamak için temkinli olmak gerekiyordu. Ormanın içerisinde hâlâ hiçbir insan ya da köpek sesi yoktu. Yavaş yavaş yürüyüp akıllıca ormandan sıyrılmak lazımdı, fakat Hayri deminden beri görmezden gelmeye çalıştığı tuhaf cesaretin yanı sıra ellerinin ve ayaklarının hissizleşmeye başlamasını artık iyiden iyiye kafaya takmaya başlamıştı. Hafiften tökezlemeye de başlamıştı. Sol kolunun iç tarafındaki derin çizik nabız gibi atıyor, kızgın demirle dağlanmış gibi alev alev yanıyordu. Başına bir hal geldiği kesindi artık. Dikenlerin zehirli olabileceği aklının ucundan dahi geçmemişti ama şimdi uyuşan aklıyla bulduğu en mantıklı açıklama buydu. Bir vakitler evinin bodrumunda zehirlediği sıçanlar gibi kendisi de kaskatı kesilip ağzından köpükler saçarak geberecek miydi? Derince nefes aldı; talihsizliğine, bildiği lafların en hayâsızlarını seçerek küfretti. Sen onca şeyden kaç kurtul, gel burada sıçan gibi geber… Dişlerini sıkıp isterikçe kıkırdadı. Birbirine dolanan bacakları artık, sopalara bağlanmış kütüklerden farksızdı. En kötüsü bu muydu? Gebeş Hayri öyle sanıyordu ama dengesini kaybettiğinde uyuşan elleriyle tutunamadığı için kaydığı, akabinde de muhtemelen yaban domuzlarını avlamak için açılan yarım metre çapındaki daracık çukura tepesi aşağı düşüp sıkıştığı zaman en kötüsünün ne olduğunu anlamıştı. Eli ayağı kütük gibi olmasa da buradan kurtulmak mümkün değildi. Kafası kuyunun dibine çarpmış mum gibi tepesi aşağı dikilivermişti. Düşerken gördüğü kadarıyla kuyu kendi boyundan uzun değildi. Demek ki ayakları dışarıda kalmıştı. Diri diri gömülmek ağırına gitmişti Gebeş’in. Doğradığı karısına imrendi önce; Parça parça da olsa usulünce gömülmüştü. Dahası toprağın altına girmeden evvel ölmüştü o kancık. Sonra solucanlar geldi aklına ve kuyudaki son oksijeni kullanarak kesik kesik kıkırdadı. O iğrenç varlıkların yaşam şansları bile daha fazaydı kendininkinden. Karısını doğramak dışında ne günah işlemişti de bu durumlara düşmüştü Gebeş Hayri? Artık tüm bedeni hissizdi. Gözlerini dahi kırpamadığı gerçeğinden sonra şimdi de çukurdan çekilerek çıkarıldığını ancak yenice aydınlanmış havayı gördüğünde fark edebilmişti ve kütük gibi kalakaldığını da böylelikle anlamıştı. Boylu boyunca uzattılar vıcık vıcık zemine ve eğilip suratına baktılar. Polisleri gördüğüne bu kadar sevineceğini aklına dahi getirmemişti. Akıllı köpekler pis bir kokuyla karışsa da kendi kokusunu bulmuş olmalıydılar. Eğilip nefes alıp almadığını kontrol ettiler ve ikna olmayıp bir de nabzını bulmaya çalıştılar. Gebeş, “Ölmedim,” diye bağırmaya çalışsa da, ne diline dudağına, ne de gırtlağına takılıp kalmış sesine hükmedebildi. Ağzından azıcık bir hırıltı bile çıkmamıştı. Polislerden genç olanı doğrulup geriye doğru bağırdı: “Herif gebermiş, leş gibi de kokuyor… Bir ceset torbası kapıp gelin arabadan; naylon olanlardan. Kokusu çıkmasın itin…” Yazan: Ayfer KAFKAS İllüstrasyon: Tamer DEMİRALP http://farplane.deviantart.com

Gölge 14


Huzursuz Seyyah’ın Maceraları” Deligücük - Mahmud ASRAR


B

Osmanlı Taşrasından Dehşet Hikâyeleri, bir ve Deli Gücük albümü olarak çıkıyor karşımıza. Biz de Gölge e-Dergi olarak bu albümün editörü Levent Cantek ile albümü ve Deli Gücük’ü konuştuk.

Gargalar Padişahı - Ozan KÜÇÜKUSTA

undan 2 sene önce yani Nisan 2007’de Kamra yayınevi Tam Macera çizgi roman dergisini yayınlamaya başladı ve orada tanıştık Deli Gücük’le. Yedi kargayla dolaşan huzursuz seyyah, kendisi ile kavga eden adam…

Levent Bey kalabalık bir kadro ile oluşturdunuz “Deli Gücük - Osmanlı Taşrasında Dehşet Hikâyeleri” albümünü. İsimler bir iki kişi dışında Tam Macera’da kurulan yazar-çizer ekibi. Deli Gücük zaten Tam Macera’nın kahramanı… Nasıl oluştu Deli Gücük albüm fikri? Ekip nasıl bir araya geldi? Türkiye’de belli bir türe yoğunlaşmış bir çizgi roman üretimi var. Eğer onun dışındaysanız deyim yerindeyse “akacak mecra bulamıyorsunuz”. Üreticiler çok yalnız kalıyorlar ve giderek çizgi romandan uzaklaşıyorlar. Bu beni oldum olası üzer... Satışlar sınırlı ve dolayısıyla maddi gelir yok denecek kadar az olunca pek çok yetenekli arkadaş başka alanlara kayıyorlar. En azından senede bir albüm çıkartabilirsek üreticilerin heyecanlanacaklarını, mutlu olabileceklerini biliyordum. Çizer ve yazar arkadaşlarla konuşarak böylesi bir albüm için çalışmaya başladık. Deli Gücük’ün çizilmiş hikâyeleri, bir çıkış noktası olarak elde bir birikim vardı. Onun üzerine bir şeyler koyduk Peki, tanımayanlar için Deli Gücük kim? Onun hikâyesi ne? Deli Gücük, ismini bir Anadolu masalından alan, öcü ile evliya arası bir mit aslına bakarsanız. Kargalarıyla dolaşan, pek de konuşmayan biri. Herkes bir Deli Gücük hikâyesi anlatıyor. Albümde farklı Deli Gücük hikâyeleri göreceksiniz. Editör olarak, üç yazar ve sekiz çizerle nasıl çalıştınız? Nasıl ortak bir dil oluşturdunuz?

Gölge 16


Göz Hakkı Çizen: Murat Gürdal AKKOÇ Yazan: Özgür KURTULUŞ


Albümden ilk olarak Melike Acar’ın çizdiği L-Manyak’da “Sesler” yayınlandı. Okur için ilk gösterim gibi bir şey oldu ama öyküde Deli Gücük yoktu. Tam Macera’da kargalarla dolaşan adama alışık olan bizler için farklı bir hikâyeydi. Sadece Deli Gücük maceraları olmadığını öğrenmiş olduk albümde. Diğer hikâyeler nasıl oluştu? Başlangıçta Deli Gücük dışında farklı korku hikâyelerine yer vermeyi düşünmüştük. Sonra vazgeçtik. Melike bir istisna oldu aslına bakarsanız. Melike’nin çizdiği Sesler, vakt-i zamanında Tam Macera için düşündüğümüz bir serinin ilk hikâyesiydi, diğer hikâyeleri de çizmek istiyordu Melike ama LeMan’dan ayrıldı. Orada çalışırken Sesler’i bitirmişti, dergide kullanmayı istedi. Diğer hikâyeler üç ayrı yazarın kaleminden çıktı. Her yazılan öyküyü tartıştık, epeyce senaryo yazıldı. Albümde yer almayan tamamlanmış çizgi romanlar da var, henüz çizilmemiş senaryolar da… Deli Gücük hikâyelerinin merkezinde her zaman bir kahraman olarak Deli Gücük yok zaten, bazen geçip giden, bazen kenarda duran birisi olabiliyor. Her şey onun dışında gelişip bitebiliyor.

Gölge 18

Kapak Resmi: Korkut ÖZTEKİN

Önce hikâye ve senaryo süreci gelişti. Çizerlere uygun olan hikâyeleri seçerek, üretim sürecinde birebir çalıştık. Çizerlerden sadakat de bekledik onlara özgün yorumlar yapabilmelerine de olanak tanıdık. Ben bu üretim sürecinin sağaltıcı bir deneyim olarak düşünüyorum. İnsanlar ürettikçe kendilerini geliştirir ve öğrenirler. Sanıyorum Deli Gücük yazmak ve çizmek herkese iyi geldi. Mutlu oldular. Birlikte çalıştıkça kolektif uyumun arttığına da inanıyorum. İleride hemen herkes geriye dönüp bugünlere baktığında albümü mutlulukla hatırlayacaktır.


Şeytan Tırnağı - Çizen: Ozan KÜÇÜKUSTA Öykü: Özgür KURTULUŞ

Türk okuru, her bir karesi tabire caizse “resmi al, duvara as” şeklinde tanımlanabilecek çalışmalara alışkın değil. Albüm, kısa öykülerden oluşuyor ama çok uğraşıldığı belli. Ne kadar zaman aldı albümün oluşması? Evet, iyi sahneler ve iyi tasarlanmış sayfalar var. Bir deneyim olarak şunu aktarabilirim: Kısa hikâyeler, çizerleri korkutmuyor. Sayfa sayısı arttığında ise işin tamamlanma süreci uzuyor. Profesyonel bir ciddiyetle yapılmasına karşın yapılan iş bir gönül işi. Yetiştirme telaşıyla yapılmadı hiç bir hikâye örneğin. Sürekli çalışıldı ama bir buçuk yılda bitti diyebilirim. Genelde “çizer hikâyeleri”ne alışık Türk çizgi romanına, yazar ve çizerinin ayrı olduğu çizgi romanlarla Tam Macera sayesinde yeni bir ufuk açıldı. Hatta aynı kahramanın farklı öykülerini, farklı yazarlar yazıp, farklı çizerler çiziyor. Bu değişiklik yeni okurlar çekmek için yeterli olacak mı? Yeni okurlar çeker mi bilmiyorum ama emek veren insanların takdir edilmelerini, yeni işler yapacak heyecanın oluşturulmasını dilerim. Türkiye’de yılda 200 bin civarında çizgi roman satılıyor. Bunun tamamı yabancı yayın... Bu çizgi romanların çoğu hem çok ucuza mal ediliyorlar hem de okur açısından kaliteliler. Rekabeti güçleştiriyor bu… Deli Gücük, Osmanlı Taşrasından Dehşet ve Korku Hikâyeleri albümüyle ilginç bir şey gerçekleşti. Yazarlar ve çizerler bir araya geldiler, aynı kahramanın serüvenlerinden oluşan bir albüm oluşturdular. Geçmişe bakarsanız, bunun bir benzeri yok

Osmanlıyla ilgili garip önyargılarımız var. Onları ağır, alaturka, yavaş, aşırı protokol adamları gibi görüyoruz. Hikayelerde, filmlerde ağdalı konuşturuluyorlar, hep büyük laflar ediyorlar, saygıda kusur etmiyorlar filan. Oysa biz çok tezcanlı, sabırsız insanlarız, çok konuşuyoruz mesela. Cumhuriyet kurulduğunda bugünün insanları uzaydan gelmedi ya…19.yüzyıl çok ilgimi çekerdi, karışık bir dönem. Osmanlı taşrasında geçen bir hikaye anlatmak istiyordum. Taşra da su yüzden… Dağ köyleri var, dışa kapalı. Sloganım su oldu: Hala Moğolların Anadolu’yu işgal ettiğini sanan köyler olabilir. Deli Gücük de o dönemde yasayan biri olsun istedim. Onu tanımlarken Öcü mantığını kullandım. Deli Gücük adini bir masaldan aldım, ilk hikaye de yine bir Anadolu masalının yeni yorumu oldu. Gotik korku türünden, fantastik eğilimlerden, eşkıya mitinden ve yine Anadolu masallarından epey faydalanıyorum. Aziz Tuna C. HayalSaati röportajından

19 Gölge


Türkiye’de, üstelik kolektif uyumun külfetli olduğu bir ülkede yaşıyoruz. Nitelikli bir albüm yaptığımızı düşünüyorum. Dilerim üreticileri iştahlandırırız, yeni insanları çizgi roman üretmeye teşvik ederiz. Daha iyisini yapmak için yola çıkarlar.

Gölge 20

Şeytan Tırnağı - Çizen: Ozan KÜÇÜKUSTA Öykü: Özgür KURTULUŞ

Tam da ekonominin ‘kriz’ çığlıkları attığı bir noktadayız. Böyle bir dönemde, bu kitabı basması için yayınevini nasıl ikna ettiniz? Yayıncılıktaki en önemli sorun dağıtım ve dağıtımdan gelen paranın geri dönüşü. Kriz, hemen herkesi korkutuyor. Doğrusu, çizgi roman işini de her yayıncı bilmiyor. Çizgi romanın satıldığı yerler değişti, belli ölçülerde farklılaştı. İsim vermeden anlatayım, her yayınevi ile konuşmadık. Bizim istediğimiz büyük bir yayınevi vardı, onlar çizgi roman işinden uzak durmak istediklerini, kendi okurlarının çizgi romana yeterli ilgiyi göstermediklerini söylediler. Aynı dönemde çalışmalarımızı nette gören, biri de çizgi roman yayınlayan iki yayınevinden teklif aldık. Bizim istediğimiz yayınevi olmayınca onlarla da görüşmedik. Tam Macera’yı çıkartan Kamra’dan, kendimiz yayınlamaya karar verdik. Madem bir delilik yaptık, sonuna kadar gidelim, diye düşündük. Aynı ekiple yeni çizgi roman çalışmalarınız, albümleriniz olacak diyebilir miyiz peki? Hiç şüpheniz olmasın, üstelik iyimserliğimizi ve özverimizi paylaşmak isteyen başka arkadaşlar da katılacaktır bize… Daha kalabalık kadrolu işler için de söz verebilirim hatta… Gölge e-Dergi olarak bize zaman ayırdığınız için teşekkür ederiz. Ben de kolaylıklar dilerim hepinize…



Bitmeyecek

Hiç Tutku

‘Meme uçlarıma bak ve doğruyu söyle, benden önce kaç kişiyle daha yattın? Fantezilerinizi, pozisyonlarınızı ya da kaç kere orgazm olduğunu falan değil, onları sormuyorum. Sadece, bana bir erkek sayısı söyle. Bakire olman seni suçsuz kılmıyor. Hala bakiresin, aynı zamanda da yatağımdasın. Bekliyorum. Yalnızca bir sayı, bu kadar zor olmamalı. Yoksa ben kendim bir tahminde bulunacağım ve bu sana hoş bir sıfat kazandırmayacak.’. Son söylediklerim bunlardı O’na. O gece meme uçlarıma bakmadan beni terk etti. Bana defalarca ‘sen ilksin’ demişti ama bu cevap beni hiç tatmin etmiyordu. Sanırım paranoyaksal bir bağ kurmuştum onun geçmişiyle.

Gölge 22


B

enden ayrıldıktan sonra binlerce kişiyle yatmış. Onların yalnızca bedenlerini kullanıp, kanlarını emiyormuş. Belki de sadece bir efsaneye dönüştü kendi çapında - kan emme kısmına hala inanmış değilim- . Her erkek yalnızca bir gece görebiliyormuş onu, güneş doğmadan yok oluyormuş. Yani artık her erkeğin yaşamı boyunca başına bir kere gelebilecek güzellikte bir şey o. Ben kısaca böyle diyorum ona... Hatırlıyorum, onu ilk öptüğümde dudaklarından kan akmıştı. Çok fasla hem de. Dudaklarının bekaretini ben bozmuştum. Tadı bir garipti çünkü. Dudağından, elinden, bacaklarından, kasıklarından yada herhangi bir uzvundan akan kan gibi değildi tadı. Tadında bir acılık, keskinlik, kesinlik vardı. Kanları aralıksız akarken, bana kesin olan şeyi bulmam için zaman verdi. Saatlerimizi kurarken, çok farklı ayarlamışız. Birkaç yüzyıl farkla kaçırmışım onu. Ve tabi cevabı. İlk gecede kaldı o ve bitti. Bir daha konusunu açmadık… İsmiyle ilgili birçok tahminim oldu şimdiye kadar. Her nefes alışında farklı bir isim söylüyordu ve onu öyle çağırmamı istiyordu. Garip huyları vardı. Bazen benden bile garip hale gelebiliyordu. Bir gün, bir saniye önce söylediğim isim yüzünden aylar boyu süren bir kavga başlatmış oldum. Oysa emdiğim süt onun sütüydü. Tadı oydu. Rengi oydu. Biraz su’lu gibiydi kıvamı ama oydu. Adının ne önemi vardı ki?.. Hayatı boyunca yalnızca 3245 film izlediğini söylemişti. Yarısını da beraber izlemişiz –hiçbirisini hatırlamıyorum –ve o 1622 buçuk’uncu film hangisiydi ki, hiçbir fikrim yok. Bana her filmi sahne sahne anlatmaya kalktı. Gücümüzün yetmeyeceğini, söyledim. Her sevişme arasında yalnızca bir filmi dinleyecek kadar gücüm var, dedim. Ama gözlerime o kadar içten bir heyecanla baktı ki, gerçekten bu filmlerin hepsini benle paylaşmak istiyordu. O yüzden her sevişme arasında 2 film anlatmasına izin verdim. Çocuklar gibi mutlu olmuştu. O’nu mutlu etmek bana haz veriyor. Onu büyütmeye başladığımda 9 yaşındaydı. Onu aldım. Ona ben baktım. Ben besledim. Ben büyüttüm. Annesi bir striptizciydi –annesinden nefret ettiği için üzerine hiçbir zaman elbise giymezdi. Babası ise bir blues şarkıcısıydı. Ya da soul müzik yapıyordu. Bilmiyorum. Adamın rengi kırmızıydı. Kırmızı renkliler ne tür müzik yapar hiçbir zaman bilemeyeceğim. Bu yüzden olsa gerek ki en çok da babasına çekmişti. En mahrem bölgeleri kıpkırmızıydı –dudaklarının en arka kısmı, parmak yivlerinin en dip noktası, gözbebeklerindeki lekelerin hepsi kıpkırmızıydı. Ve bir tekila gibiydi her kırmızı noktası. Tek shot’lık ömür biçerdim her seferinde onlara. O noktalara. Limonsuz ve tuzsuz. Sadece onun noktaları. Kırmızı noktaları. Vücudunda hep bir acılık vardı. Ona dokunduğum her uzvum, onun acısıyla kavruluyor, olur olmadık yerlerimden yaşlar akıyordu. Bu ‘aşkın doğası’nda var diyordu her seferinde. Doğa, aşka hep bunu yaparmış. Oysa bu yaşların terime karışmasından hoşlanmıyordum. Her şeyin yeri farklı olmalıydı. Tadı farklı olmalıydı. Her sıvımın tadının farkını bildiğini söylerdi bana. Ve nerde olursa olsun ayırt edebileceğini –hatta vücudunun gurmesiyim ben demişti bir ‘yaş arası’. İnanabilirdim ona. Kısmen, bölge bölge bende tadını biliyordum onun. Bunu başarabilmek için çok zamanım olmuştu. Mesela, dilinin ucunda hep aynı adamın tadı vardı. O adamın ben olduğumdan emin bile değildim oysaki. Dişlerinde hep aynı adamın kanının tadı. –kendi kanımı hiç emmedim, bu planladığım bir intihar biçimi, daha zamanım var. Gözlerinin içine baktığımda her seferinde aynı adamı görmekten sıkıldım. Bunu ona da söyledim. Sen hastasın, dedi bana. Kasıklarında hep aynı adamın hazzı, göğüslerinde

23 Gölge



aynı adamın parçaları, sırtında o adamın ‘parmak kazıları’. Uzatabilirim bu örnekleri. Peki, kimdi bu adam? Ne arıyordu? Hiç dışarı çıkmazdık. Onu kimsenin görmesini istemiyordum sanırım. Ya da onun kimseyi görmesini. Bana belli bir hayranlığı vardı. Başkada bir seçeneği yoktu zaten. Başkaları olmamalıydı. Sadece benim olduğum bir yatakta geçen bir dünya. Ona öğrettiklerim arasında ‘dışarısı’ diye bir sözcük de yoktu. Dışarı çıkma isteğini bana cümleyle kuramadığı için, belli bir zamana kadar sorun yaşamadık. Ama bir gün, vücudumdaki tırnak izlerini gördü. Kendi tırnak izlerini. Artık her sevişmemizde, tırnaklarıyla vücuduma resimler çiziyordu. Dışarı gitme isteğini de, hiç hoş olmayan bir yerime resmini çizerek anlattı. Canım acımıştı. Çizmeye devam ediyordu. Kabul etmek zorunda kaldım. Yalnızca bir kere o gece dışarı çıktık. Ve hemen eve dönmek istedi. Uyuduğumda her parçamı kopartıp, yerlerini değiştireceğini söyledi bana. Bunun, nedenini söylemedi. –uyandığımda penisimin olduğu yerde kocaman bir ağız görmek istemediğim için o gece uyumadım. Ve bir daha da dışarı çıkmadık. Rakı soframa mezelik yapmaktan çok hoşlanırdı. Her tek’te bir parçasını sunardı bana. Kendi seçerdi bu parçaları. Asla karışmama izin vermezdi. Eğer kulak memesi yenecek derse, o yenilecektir. Mesela, göğsünden bir parça almama izin olmazdı. Her şeyin zamanı vardı yani… Asla onu tamamen bitirecek kadar ayık kalamadım. Hep bir yerinde sızıp kalıyordum. Belki, onun bitmesini istemiyordum, bilmiyorum – sanırım ben onsuz yaşayamam, onunla ilgili ilk itirafım bu. Sızıyormuş gibi yapıyordum belki de. Mutlu oluyordu beni öyle görünce. Benimde dayanamadığım şeyler olduğunu görmesi, bana insani bir boyut katıyordu O’na göre. Oysa bilmiyordu ki tek zaafım O’ydu. O. Güzel bir harf. Keşke sadece bir harf olarak kalabilseydik. Yada bir meze. Bu meret Onsuz gitmiyor ki. Kulak memesine bile razıyım. Tek bildiği harf m’ydi. Yani bana bütün derdini ‘m’ harfinden kurduğu cümlelerle anlatıyordu. Ve garip bir şekilde onu anlıyordum. ‘Bilinç akışı’yla açıklıyormuş bunu. Önemli olan onun söyledikleri değilmiş, benim ondan ne duymak istediğimmiş – garip bir tarz, kabul ediyorum. ‘Mm m, mmm’, kimi zaman ‘seni seviyorum’ demekti, kimi zamanda ‘siktir git artık içimden’. Oysa, ben bunu bilinç dışı anlamlandırıyordum. Ama her seferinde doğru şeyi nasıl anlayabiliyorum. Sordum O’na bunu. Yine, m’lerden oluşan çok uzun bir cümleyle açıkladı her şeyi. Bende ona m’lerden bir şeyler söylemeye çalıştım. Yüzüme baktı. Uzun bir bakıştı. Onun gözlerinde kendi gözlerimin yansımasını görene kadar bakıştık –düşünsene, onun gözlerinde ben varım ve ordaki Ben’in gözlerinde O var, görebildim bunu. Parmaklarını yavaşça yüzüme değdirdi ve ‘mmm m’ dedi. Sustu. Sustuk. Cevap veremedim. İlk kez O’nu anlamadığımı anladım. -Kapı çalıyor. Sanırım o geldi. (sessizlik). Lanet olası böcekler. Boyları zile kadar nasıl uzanıyor. Hepsinin üzerine sıçmalıyım-. Yazan: Mehmet ARAS İllüstrasyon: Ayla AY

25 Gölge


Rıza AKIN

RIZA

Raskolnikov’dan Rıza’ya Vicdan Muhasebesi…”

T

ayfun Pirselimoğlu’nun ikinci uzun metrajlı filmi olan Rıza, İstanbul’un gölgede kalan yerleşim yerlerinden insan manzaraları aktarırken, Rıza karakterinin yaşadığı içsel çatışmayla da özelinde Dostoyevskiyen bir anlatım tarzı benimsiyor. Rıza’nın kendi vicdanıyla hesaplaşması devam ederken, bir yandan da gölgede kalan ve hayata bir şekilde tutunmaya çalışan insanların vicdanları, suç ve günahla yaşamanın ağırlığı, işsizliğin insanların yaşamlarına etkisi gibi daha geniş çaplı değerlendirilebilecek konular da gündeme geliyor. Pirselimoğlu, Rıza karakterine yoğunlaşırken, toplumsal arka planı da canlı tutmayı ihmal etmiyor. İstanbul’u ve kayıp insanları birer fon olarak kullanmaktansa, onları da hikâyeye dâhil ederek, Rıza’nın vicdanıyla hesaplaşmasını daha geniş çerçeveden veriyor. Sıradan bir kamyon şoförü olan Rıza, kamyonun bozulması sonucu bir çıkmaza giriyor. Kamyonu onun hem ekmek teknesi hem de yaşamını anlamlandıran önemli bir simge. Bu yüzden kamyonunun bozulması Rıza’nın hayatında önemli bir eşiği de işaret ediyor. Hayatının devamlılığını sağlamak için Rıza’nın kamyonunu tamir ettirmesi lazım. Fakat bunun için çok fazla para gerekiyor. Tanıdıklarından da beklediği yardımı bulamayan Rıza, güçlünün güçsüzü ezdiği acımasız bir dünyada ayakta kalmanın yollarını arıyor. Önce ufak çaplı suçlarla ayakta kalmaya çalışıyor. Sonra hırsızlık yapmayı deniyor. Bir başarısız denemeden sonra ise, gözü iyice kararıyor. Ezilen olmaktansa, ezmeyi tercih ediyor. Pirselimoğlu ilk uzun metrajlı filmi Hiçbiryerde’de yine vicdan konusuna değinmişti. Oğlunu arayan bir kadının hikâyesinden bir toplumun vicdanını sorgulayan yönetmen, Rıza’da ise Rıza karakterinin vicdani sorgulaması üzerinden toplumda Rıza gibi başka kayıp insanların da vicdanlarına bizi ortak ediyor. Rıza işlediği suçlardan

Gölge 26


Yazan: Barış SAYDAM http://avrupasinemasi.blogspot.com

Melissa AHMEDİ Tayfun PİRSELİMOĞLU

dolayı kendini kötü hissederken, gittikçe daha da huzursuzlaşırken, onun etrafındaki insanların da ona benzer suçlar işlediği ve aslında kimsenin vicdanının rahat olmadığını görüyoruz. Herkes bir şekilde hayatın acımasızlığından nasibini almış ve kire bulaşmış. İstanbul’un arka sokaklarında bakımsız bir otelde sıkışıp kalan karakterler aracılığıyla küçük bir kayıp insanlar dünyası resmeden yönetmen, işsizliğin ve işsizliğin getirdiği ya da getirebileceği sorunlara da parmak basıyor. Büyük balığın küçük balığı yuttuğu, suçun kanıksandığı, ışıltılı kent yaşamının göbeğindeki gettolardan aktarılan hayatlar, bir yanıyla da tıpkı televizyonların insanlarda yarattığı sanal rahatlık ve huzur hissini bozarcasına filmin ağırlık merkezini oluşturuyor. Pirselimoğlu, metropolün ortasındaki gettoyu ve televizyonun uyuşturucu etkisine karşın hayatın gerçeklerinin şok edici sonuçlarını bir arada vererek, insanların algılarını da sarsmaya çalışıyor. Gündelik hayatın içinde herkesin görmezden geldiği bu kayıp yaşamlar teker teker su yüzüne çıkarken, televizyon karşısında edilgin bir seyirciden öteye geçmeyen insanlar da bu kayıp karakterlerin yaşantılarını bir anlamda dışa vuruyor. Kendine yabancı kalan ve hayata seyirci olan bu insan kalabalığı gettodaki yaşamı da bizlere özetlemiş oluyor. Dostoyevski’nin Raskolnikov’u gibi Pirselimoğlu’nun Rıza’sı da aslında hayatın karmaşası içinde insanoğlunun yalnızlığını, akla karanın kolayca ayırt edilemeyeceğini, suç kadar suça zemin hazırlayan ortamın da önemli olduğunu göstererek, kendi vicdanlarımızı muhakeme etmemizi sağlıyor.

Rıza AKIN


Gölge’nin posta kutusuna düşen bir e-mail sayesinde haberdar olduk Ters Ayna’dan. “İki genç yazarın korku romanı dağıtım şansı bulamadı ama mutlaka bulun, okuyun,” diyordu maili atan arkadaş. Ters Ayna, Tuna Bayık ve Funda Tezel’in ilk kitapları. Türk edebiyatında genç bir soluk olarak korku romanı yazmışlar. Kitap henüz elime geçti ve daha okuma fırsatı bile bulamadım. Yine de kitap hakkında bilgi edinmek isteyen arkadaşlar için Tuna ve Funda’dan kitabın hikâyesini anlatmalarını istedik. Onlar da Gölge için yazdılar… “Göründüğü kadar sıradan mı her şey? Bir kez daha düşünün. “ “ TERS AYNA; korkunun dehlizlerine heyecan dolu bir yolculuğa davetiyeniz”

Gölge 28


Korkma isteği yüzyıllardır insanın içinden gelen, içgüdüsel bir şey. İnsanda çoğu zaman canının çok istediği bir şeyi yedikten sonra hissettiği gibi bir haz bırakıyor. Korksa da, gerilse de, geceleri uykuları kaçsa, hayal gücü oyunlar oynasa da çoğu insan kendini korku filmi izlemekten ya da kitabı okumaktan alamıyor. Belki de başımıza gelmesini istemeyeceğimiz ya da, gelmeyeceğine inandığımız şeyler karşısında heyecan duymak, kısa süreli de olsa kendimizi farklı bir hayatın içinde hissetmek keyif verdiğinden seviyoruz “korkuyu” tür olarak. Bizim korku yazma nedenimiz ise dünyanın aksine ülkemizde bu türe gösterilen ilginin azlığı. Yazılan kitaplara, çekilen filmlere bakıldığında ortaya o kadar da iyi sonuçlar çıkmadığını fark ettik ve bu olaya bir el atalım dedik. Ve yapmayı amaçladığımız şey de sadece korkutmak değil, bir yandan da her gün hepimizin hayatında şu ya da bu nedenle yer alan “ sıradan” nesneleri birer korku öğesi haline getirmek. Mesela sokakta sevimliliğinden etkilendiğiniz kedinin aslında o kadarda sevimli olmayabileceğini ya da üst kat komşunuzun aslında sandığınız kişi olmayabileceğini düşündürmek. Tabii ki de bunların hepsinin hayal ürünü olduğunu da belirtmek gerekiyor bu noktada. Benim Funda olarak TERS AYNA ile tanışmam 2006’da gerçekleşti. Tuna ilk önce okuyup yorum yapmam için gönderdi hikâyeyi daha sonra düzeltmede yardımcı olmamı en sonunda da o günlerde yarım olan bu romanı tamamlarken yardımcı olmamı rica etti. Yani hikâye bana geldiğinde zaten oluşmuştu, karakterler yaşamaya başlamıştı bile ben sadece tamamlanmasına yardımcı oldum, kaleme aldım diyelim. Başlarken yarım bir işi tamamlamanın zorluğunun da farkındaydım. Öyle ki sayfalarca “çöp” yazdığım oldu ama sonra tamamen Bilgin ve Pelin’le yaşamaya başlayınca bütün parçalar yerine oturdu. Evleri evim, sokakları sokağım, korkuları korkularım oldu. Çoğu zaman Tuna suflörüm oldu bu yolculukta, o anlattı ben dinledim, hayal ettim ve cümleler yolunu bulup döküldü parmaklarımdan. Hikâyenin “ben” olan kısmı bundan ibaret kalan büyük parçayı anlatma zevkini Tuna’ya bırakmak istiyorum. Yaşamdaki keyfi tarif edilemez duygulardan biri korku bence. Küçüklüğümden beri korku hikâyelerini kafamda biriktirdim. Cinler, ruhlar, karabasanlar ve hayatımızda adı yüzlerce çeşit ama bedeni olmayan ‘şeylerin’ ne olduğunu düşündüm uzun süre. Ve kendi korkularımın insanların nefesini kestiğini fark ettiğimde kısa öyküler yazmaya başladım. Bunu çevremdeki insanlarla paylaştığımda geceleri telefonum korkmuş insanların mesajları ve aramalarıyla hareketlendi. Bu kitabın karakterlerini de aslında korkan bu insanlardan yani sizlerden aldım. Kitapta bir dizi, bir film karakterine rastlayamazsınız, herkes sizin benim gibi sıradan ve zaman zaman korkutucu bir yaşama sahipler. Ve korkuları da bu yüzden etkili olmaya başladı. TERS AYNA’yı şimdilik binler okumadı ama okuyan yüzler uykusuz gecelerin, korkuyla girilen uykunun hazzını tattı. Bu kitabın devamı niteliğinde ama bu kitaptan tamamen ayrı ikinci romanımız üzerinde çalışıyoruz; aslında karakterleri gene ben yaratıyor gibi gözüksem de karakterler hepimize ait. Siz, o, Funda... Herkesten bir şeyler taşıyan, yaşadıkları yerler korku romanı olduğu için şato olmayan gerçek karakterler yazma çabasında oldum. Sanırım fena da olmadı. Funda’yı kitaba dâhil edişimle doğmak bilmeyen çocuğum TERS AYNA’nın doğum sancıları başladı. Funda kitap için kapalı olan tüm damarları başarılı operasyonlarla açtı ve o kadar başarılı oldu ki bu heyecanla ikinci roman için kolları sıvadık. 2010 yılında yeni romanımız gene iki kalemin birleşmesiyle tek bir sesle ve o güzel kitap kokusuyla okuyucusuyla buluşacak.

29 Gölge


GÖLGE e-DERGİ 2. ÖZEL ÖYKÜ SAYISI Gölge e-Dergide yeniden polisiye, bilim kurgu, fantastik kurgu ve korku yazarlarını buluşturuyoruz. İkinci Özel Öykü Sayısı için şartları ortaya koyalım:

1.) Bu kez Öykü Özel Sayımızın bir konusu var: “Kaçış Hikâyeleri” yazmanızı rica ediyoruz. Kendimden mi, polisten mi yoksa karımdan mı; diye sormayın kimden veya nereden istiyorsanız, oradan kaçın! 2.) Öykülerin daha önce sanal veya somut hiçbir yerde yayımlanmamış olması gerekmekte.

3.) Times New Roman karakteriyle, 12 punto kullanılarak yazılacak hikâyeler, A4 ebadında 6 sayfayı geçmemeli. 4.) Son teslim tarihi 15 Haziran 2009 olan öykülerinizi hayalsaati@gmail.com adresine ulaştırabilirsiniz. 5.) Değerlendirme Gölge e-Dergi Yayın Kurulu Üyeleri tarafından yapılacaktır.

Gölge e-Derginin ilk Öykü Özel Sayısı dâhil tüm sayılarını http://golgedergi.blogspot.com adresinden bilgisayarınızca indirip, okuyabilirsiniz. ilk Öykü özel sayısı hakkında fikir sahibi olmak isterseniz. http://golgedergi.blogspot.com/2008/09/yk-zel-says.html


“ K

TAKIM ELBİSELİ ADAM” 1 SIRADAN BİR ÖLÜM

afasının arkasından sızan kanı hissediyordu artık Murat, ılıktı. Boyundan aşağısı hissetmediği gibi duyduklarını anlamakta zorluk çekiyor, etrafında gördüğü gökyüzü gitgide flulaşıyordu… Fazla bir şey duyamıyordu işte. Sağa sola da bakamıyordu. İçinde hissettiği son enerji zerresiyle başını biraz sola döndürebildi. Sonrasında hâkim olamadı hareketine ve başı sol yana düştü. Zar zor seçtiği siluetlerin etrafında biriken insanlar olduğunu tahmin edebiliyordu. Ilık kanı şimdi yanaklarında hissediyor, hiçbir şey düşünmeden bekliyordu. Siluetler hem daha da bulanıyor, hem de kalabalıklaşıyordu. Birkaç kez ellerini oynatmaya çalıştı, başaramadı. Hedef küçültüp sadece parmaklarını denedi, yine başaramadı. Kafasını yeniden oynatmaya çalıştı, olmadı. Gördükleri ve duydukları; daha doğrusu anlamsız bir şekilde algıladıkları bir yana, sürekli aklında olan, kıçı yere değmeden önce, kendini 4. kattan bıraktığı andı! Düşünmeden yapılmış bir hareketti bu, bedelini belki tahmin edemeyeceği bir ağırlıkta ödeyecekti. Zaten hayatında kaç kez düşünmüştü ki, ne yapmak istediğini… Murat, artık hiç bir şey göremiyor, duyamıyordu. Tek insani yetisi düşünmekken, kararan mekândan çok çok uzakta kırmızı bir ışık belirdi. Parlak, çekici, kor alev gibiydi bu ışık ve alabildiğine uzaktan gitgide yaklaşıyordu. “Bunun beyaz olması lazımdı lan!” dedi içinden. Gördüklerine şaşırmıyordu, birkaç saniye içinde ölecekti, ruhu bedeninden ayrılacak, yavaş yavaş süzülecek gökyüzüne, oraya bakarak hesap vereceği sakallı amcanın yanına doğru yolculuğa başlayacaktı. Televizyonda böyle görmüştü en azından! Ama aheste aheste yaklaşan ışığın beyaz değil de kırmızı ve kor benzeri görüntüsü, direkt cehenneme gideceğini hissini uyandırıyordu içinde. Biliyordu bir gün bu anı yaşayacağını. Biliyordu zaten bir gün öleceğini, ama hiç düşünmemişti. Işık yaklaşırken nasıl bir durumda olacağını hesaba katmamıştı işte. Işık, yaklaşıyordu… Yavaş yavaş… Hâlâ kıpırdayamıyordu Murat, hareket edemiyordu! Her geçen saniye biraz daha ürperiyor, biraz daha kuşkulanıyor, o film şeridi anını yaşıyordu.

31 Gölge



“Bankamatikteki amcanın bedduası tuttu be!” dedi. Bekliyordu şimdi ışığın içinden çıkacak olan siyah cüppeli, elinde boyu kadar, keskin parlak bir tırpan taşıyan, sadece iskeletten ibaret; konuşan, yürüyen bir, bir şey! Tanımlayamıyordu. Belki boynuzları olan, sivri dişlere sahip, parmakları kadar uzun ve sivri tırnakları olan, deri çizmeler giymiş, topukları vurarak yürüyen bir fantezi karakteri ile karışılacaktı, tahmin edemiyordu! Emin olduğu tek şey, artık öldüğüydü! Ölmüştü işte, emindi buna. Azrail geliyordu ışığın içinde, canını almaya! Gözleri açık mı, kapalı mı anlayamamıştı. Kapatmaya çalıştığı gözkapakları birbirine değmiyordu sanki. Ya da değiyordu, hissedemiyordu. Işık artık birkaç metre ötesindeydi! Bekliyordu Murat, içinden çıkacak olan korkun varlığı. Nasıl alacaktı canını? Belki tırpanıyla başını kesip kesesine koyardı? Belki hançeri ile kalbini çıkarırdı? Belki çirkin parmakları ile dokunarak ruhunu bedeninden çekerdi! Gözlerini kor kırmızı ışığa dikmiş, bakıyordu! Yapabildiği sadece iki şey düşünmek ve gözlerini kıpırdatmakken ikisini de yapmıyor, doğruca ışığa bakıyordu! Parlaktı! Çok parlak! Bir uğultu başladı sonra. Dalgalı bir uğultu… Duyamıyordu hâlbuki biraz önce, ama uğultuyu duyuyordu! Sonra birden hissetmeye başladı! Önce omuzlarını, ardından kollarını, ellerini, parmaklarını, bacaklarını ve nihayet ayaklarını… Ayağa kalkmayı düşündü. Denemeye çekiniyordu! Başaramayacağından korkuyordu! Kaybedeceği ne vardı, hiç! Zaten ölecekti, belki bedenini çoktan kaldırmışlardı düştüğü yerden, belki o iki âlem arasında bir yerdeydi, birazdan “öbür taraf”a geçecekti! Zaten ışık burnunun dibinde; uğultu yüksek ve dalgalıydı fakat hâlâ içinden uzanan bir tırpan yoktu! Ayağa kalktı Murat… Etraf, siyah bir sayfa gibiydi. Algılayabildiği bir zemin yoktu. Yürüyordu, yürüyordu ama nereye gittiğini bilemiyordu. O yürüdükçe uğultu ve ışık da onunla beraber hareket ediyordu! Siyahtı sadece. Işık sağlayacak herhangi bir şey de göremiyordu, küçük bir lamba ya da mum ama yine de kendi ellerini, ayaklarını, kan bulanıp kıpkırmızı olmuş ıslak gömleğini özel olarak renklendirilmiş gibi görebiliyordu! Sakindi, çünkü öldüğünü kabullenmişti! Onda merak uyandıran bundan sonra ne olacağıydı. Ama hiçbir şey olmuyordu! Kol saatine baktı. Birkaç ay önce girdiği bir evden çalmıştı. Sağlam ve pahalı bir saati. Ama o da bu boyutta kendini kaybetmişti işte. Saat ve yelkovan zıt yönlerde hareket ediyorlardı, hem de çok hızlı! Ondan da vazgeçti, Murat, ışığın önünde dikilip beklemeye karar verdi… Bekledi… Bekledi… Bekledi… Hiçbir şey olmuyordu! Hiçbir kıpırtı yoktu! Sadece uğultu vardı. Bir ara elini ba-

33 Gölge



şının ardına, beton zemine çarptığı noktaya götürdü. Hemen hemen iki parmağını içine alacak kadar geniş bir yarık vardı kafasının arkasında, beynine dokunduğunu hissetti, hemen elini çekti. Ne kan vardı, ne başka bir şey… Uğultu, gitgide daha da yükseliyordu. Yükseldi, yükseldi, yükseldi! Uğultunun arasından kulaklarına ulaşan hafif bir ıslık sesi şimdi şaşırtmıştı Murat’ı! “Yok artık!” dedi! Islık çala çala geliyordu birisi, hem de Nazi subayları gibi topuklarını vurarak, tok tok sesleriyle. Bir anda kesilmişti uğultu. İşte Murat, o anda öyle bir şaşırdı ki, öyle bir sarsıldı ki gördükleri karşısında konuşamadı, kılını bile kıpırdatamadı, sadece ağzı açık, karşısında ışığın içinden gelen o adama bakakaldı! “Aaa, genç adam! Biraz beklettim özür dilerim.” Murat tepki veremedi, öylece bakıyordu hâlâ. “Üzgünüm ama, gerçekten sen 4. kattan atlayıp öldüğün sırada Pekin’de bir metroya sarin gazı attılar, oldukça fazla kişiye “oraya” giderken eşlik etmek zorundaydım. Tamam, senin hızlı olman gerekmiyor mu, diye soracaksın ama senin hız kavramın ile benimkini farklı.” “Ağabey, sen kimsin ya!?” diye sordu Murat karşısındaki adama. Şaşırmıştı ki ışığın içinden daha farklı, daha ürkütücü ve daha karanlık bir şey bekliyordu ama karşısında bulduğu beyaz gömlekli gri ve çizgili takım elbiseli, fötr şapkalı, elinde sigarası, ayağında rugan ayakkabıları ile orta yaşlı, güler yüzlü ve çok kibar bir adamdı! 1950’lerden fırlamış gibiydi! Sanki birazdan saksafon eşliğinde romantik bir aşk şarkısı söyleyecek gibi duruyordu! “Bak genç adam, benimle karşılaşan insanlar şaşırmıyorlardı böyle, korkuyorlardı. Ama ne olduysa oldu işte, birkaç yüzyıldır korkmak yerine senin gibi şaşkınlık içinde kalıyorlar!” “Sen kimsin ağabey?” Tekrarladı Murat soruyu. “Ben Azrail’im genç adam! Sen girdiğin yazıhanedeki kasadan aldığın paralarla kaçmak için 4. kattan atlarken, ben çoktan yola koyulmuştum Pekin’e doğru!” “Azrail misin ağabey?” “Oof of! Evet dedim ya, bak şimdi sen sıradan bir ölüm için çok fazla şaşırdın. Aslında senin gibi donup kalanlar çok oluyor ama aynı soruyu tekrarlayan pek yok! Bak, Pekin’de de çok soru soran biriyle karşılaştım. Hoş bir bayandı ama çok meraklıydı. O yüzden geciktim yani. Ama seni böyle bekletmeme neden olan bayanla tanışmak istersen, gideceğimiz yerde bir randevu ayarlayabilirim. Nasıl olsa seni de o güzel ve alımlı bayanı götürdüğüm yere götüreceğim!” Murat, karşısındaki Frank Sinatra kılıklı adamın Azrail olduğuna zor da olsa inanmıştı. Konuşmadı daha fazla. Muhtemelen şu anda birileri daha ölmüş ve Azrail’in gelmesini bekliyordu! “Haydi, gidiyoruz!” Murat ve Azrail ışığın içine doğru yürüdüler. Azrail, Murat’ı o bayanı götürdüğü yere götürüyordu! Daha sonra, uğraması gereken birkaç yer daha vardı! Yazan: Mustafa Emre ÖZGEN İllüstrasyon: Altuğhan AYDINOĞLU

35 Gölge


Gรถlge 36


37 Gรถlge


Gรถlge 38


SEVGİLİSİZLER GÜNÜ” İ

lk defa bu sene, 14 Şubat Sevgililer Günü’nü evde tek başıma oturup, kendi kendime satranç oynayarak geçirdim. (Uyarmış olayım, hiç de keyifli bir etkinlik değil bu!) Neden mi? Satranç oynamayı sevdiğimden, hele hele bir o yana, bir bu yana geçip, hem siyah, hem de beyaz taşları hareket ettirmekten hoşlandığımdan değil. Kendime bu güzel günü paylaşabilecek bir güzel bulamayışımdan! İşin garip tarafıysa benim gibi üç ayrı sevgilisi olma ihtimali bulunan birinin Sevgililer Günü’nü tek başına geçirmesiydi. Şayet ilginizi çektiyse, nasıl olup da bu duruma düştüğümü açıklayabilirim. Ne dersiniz? Öyle mi; peki, dilimin döndüğünce anlatayım o vakit… *** İlk önce üniversite son sınıftaki kız arkadaşımı aradım. Birkaç hafta önce cep telefonumdaki numaraları düzenlerken adına denk gelmiştim ve o günden beri arayıp halini, hatırını sormak istiyordum fakat bir türlü kısmet olmamıştı. Numara bir süre çaldıktan sonra telefon açıldı. “Alo?” “Merhaba Öznur… Gökhan ben… Nasılsın?” “A sen miydin, Gökhan…” Demek benim numaramı kayıttan silmiş! “İyiyim vallahi, sen nasılsın?” “Ben de iyiyim… Gündüzleri işte, akşamları evdeyim.” Özel bir bankanın muhasebe bölümünde çalışıyorum. “Cep telefonumu kurcalarken numaranı gördüm de, bir arayayım istedim. Nasıl gidiyor hayat?” “Vallahi şu sıralar bir koşturmacadır gidiyor… Biliyorsun, geçen ay nişanlandım…” Nereden bileyim yahu, arayıp da haber mi verdin sanki? Üstelik bilsem, Sevgililer Günü’nden bir gün önce arar mıydım? “Doğrusunu istersen bilmiyordum, ama şimdi öğrenmiş oldum. Seni ve müstakbel eşini tebrik ederim!” “Teşekkür ederim. Eee, sen neler yapıyorsun?” Yani sen de kendine birini bulabildin mi, demekti bu… “Ne olsun işte, ben de kendi başıma hayatla mücadele etmeye çalışıyorum.” Hayır, ben kendime birini bulamadım, hâlâ bekârım… “Şey kapı çalıyor, ben seni daha sonra arayayım olur mu?” Tabii ki kapıyı çalan filan yoktu ama lafı daha fazla uzatmanın bir anlamı bulunmadığını her ikimiz de idrak etmiştik. “Tamam, kendine iyi bak.” “Görüşürüz…” dedim, anlaşılan Sevgililer Günü’nde seninle görüşemeyeceğiz

39 Gölge



diye düşünüp, telefonu kapadım. *** Öznur’dan iş çıkmayacağını anlayınca çalışma odama geçip, masanın üzerindeki bilgisayarımı açtım. Bir çöpçatan sitesinin sanal âleminde görüştüğüm ‘Papatya’ lakaplı hatuna mesaj yazdım. “Merhaba Papatya, Nasılsın? Ben gayet iyiyim… (Yani, sağlığım yerinde ama…) Seninle birkaç gündür yazışıyoruz fakat henüz tanışamadık. Ne dersin yarın akşam birlikte, nezih bir restoranda akşam yemeği yiyelim mi? (…Sevgililer Günü için kendime bir sevgili arayışındayım. Bu sen olur musun?) Saati sen ayarla, mekânı ben bulurum! Ne dersin?” Soru işareti koyup, mesajı gönderdim. Yazacağı cevabı beklerken, fritözde patates kızarttım. Henüz üzerine ketçap döküp yemeye başlamıştım ki cevap geldi. “Merhaba Gökler Hâkimi, (Bu benim sitedeki lakabımdı.) Teklifine sevindim. Ancak benim hakkımda bilmen gereken bir şey var… Ben, bir yetmiş beş boyunda, kırk üç numara ayakkabı giyen ve sesi biraz kalın biriyim. Ve bazı erkekler bu durumdan rahatsız oluyor. Oysa insanlar cinsel tercihlerinde özgürdür, öyle değil mi? NOT: Aslında müşterilerle yemeğe çıkmıyorum ama yarın bir istisna yapabilirim. Çünkü yarın sevgililer günü…” Hayda bu da nereden çıktı şimdi? Hatunun boyu benden uzun, varsın sesi de kalın olsun. Birlikte düet yapacak değiliz ya… Fakat hatun ben ‘leb’ demeden niyetimi çaktı; harbiden zeki kızmış… “Hiç sorun değil Papatyam; aslında uzun boylu ve zeki hatunları tercih ederim.” “İşte buna çok sevindim! Her Türk erkeği senin kadar anlayışlı değil… Biliyor musun, şu halimle bile bu sitedeki şıllıklara on basarım. Hele bir tanışalım, ‘dört dörtlük bir kadın’ nasıl olurmuş, yarın akşam daha iyi anlayacaksın!” Süper! Hatun niyetimi hemen çözdü vallahi… “Tamam, yarım akşam yedide diyelim mi? Köşk Restoran’da buluşalım. NOT: Bu yaşıma geldim, erkeklerin dilinden senin kadar iyi anlayan birini görmedim.” “Ay çok hoşsun vallahi… Tabii ki kadınlar benim kadar erkeklerden anlamaz… Onlar analarından oğlan olarak doğmamış ki!” Bu da ne demek yahu? Dur lan, sakın bu… Eyvah, oyuna geldim! Kadın değil bu ya, adamdan dönme kadın… Oğlum Gökhan, işte şimdi sıçtın… Kısa bir süre, CD çalarımdaki ünlü Motörhead şarkısı – Love Me Like A Reptile – bitene kadar bekledim ve yeniden yazmaya başladım. “Papatya, Çok üzgünüm ama buluşamayacağız. Biraz önce telefon geldi, kardeşim yarın apandisit ameliyatı olacakmış ve gece hastanede yatacakmış. Yeni teşhis koymuşlar. Annem yarın akşam onun yanında refakatçi kalmamı istedi. Bir başka zaman yemeğe çıkarız artık…”

41 Gölge


Bu mesajımın Türkçesi şuydu; bir ameliyat filan söz konusu değil – Allah korusun! – (üstelik öyle bile olsa, kardeşim kız olduğu için herhalde refakatçi olarak beni yanına kabul etmezler) ama Gökhan’ı bir daha rüyanda görürsün… Ucuz yırttım vallahi… Resmen direkten döndüm! Ne dönmesi be; bu kelimeden bile nefret ediyorum… Cevapsa beklediğim gibiydi… “Eşşoğlueşşek!!! Hepiniz aynı boksunuz!!!” *** Şu ana dek yüzde altmış altı oranında başarısız olmuştum ve geriye tek bir seçeneğim kalmıştı. Sadece aylık bütçem iki yüz dolar fazla verdiğinde görüşebildiğim yeşil gözlü, dar kalçalı, sarı saçlı, uzun bacaklı Rus kızı Matruşka! Bir defa daha telefona sarıldım. “Alo? Kimsiniz?” “Merhaba Matruşka… Gökhan ben! Anımsadın mı? Hani arada görüşüyoruz ya…” Senede iki, en fazla üç defa… Nitekim ekonominin durumu ortada! “Evet, Gökhan sen, bildim ben. Nasılsın?” “İyiyim, sen nasılsın?” “Ben de iyiyim.” “Yarın akşam görüşebilir miyiz?” Lafı fazla uzatmamın bir anlamı yoktu. Sonuçta niçin aradığımı her ikimiz de biliyorduk. Bir şey söylemesine fırsat vermeden devam ettim, “Önce güzel bir akşam yemeği yer, sonra benim eve geliriz…” “Sen biliyorsun, yarın Sevgililer Günü?” Aslında cümlesinin kurgusu yanlıştı ancak ses tonundaki vurgulamadan soru sorduğunu anladım. “Evet, tabii ki biliyorum… Bu özel günü seninle birlikte kutlamak istedim.” Yuh be yalanın da bu kadarı… Resmen acınacak haldeydim… Ancak Matruşka son şansımdı! Ne kadar umutsuz bir durumda olduğum sesimden anlaşılıyor muydu acaba? “Ben, yarın, başka sözüm var. Bir müşterim dedi, evliyim ama sevgilim sensin. Sevgililer Günü benle olmak istiyor. Bin dolar verecek. Yanında küçük bir sürpriz var, dedi. Yüzük olabilir? Yoksa küpe olur?” Vay be, bu para babalarıyla ben nasıl aşık atarım? Hem bin dolar veriyor, hem de takı hediye ediyor… Nerede bende o para? “Tamam, Matruşka ben anladı!” Ulan sonunda ben de Rus gibi Türkçe konuşmaya başladım ya, yazıklar olsun bana! Başka bir şey söylemesini beklemeden çat diye kapadım telefonu. Aslında tüm bunların sorumlusu ben değilim, milleti tüketime körükleyen, aziz Valentin’i de bu işe alet eden kapitalist düzen. Neymiş efendim, Sevgililer Günü’ymüş… Haydi oradan be, külahıma anlatın siz onu lanet olasıca sömürgeciler, kahrolası emperyalist güçler! Sevgililer de, günü de yerin dibine batsın… En güzeli sevgilisiz olmak! Oğuz ÖZTEKER oguzozteker@yahoo.com İllüstrasyon: Rıdvan ŞORAY http://ridvan.deviantart.com

Gölge 42


BAKUMAN”


“H

iç denemeyip gelecekte pişman olmaktansa, deneyip yanılmayı tercih ederim.” (Akito Takagi, Bakuman) Hepimizin çocukluk hayalleri vardı. Büyüyünce şarkıcı, oyuncu, yazar, çizer, bilim adamı olmak… Belki de şu an düşününce çok saçma gelen hayaller… Bunların her zaman hayal olarak kalacaklarını bilmek insanda bir burukluk duygusuna sebebiyet verir. Ancak bu hayali gerçekleştirmekte en ufak bir adım atmadıysak burukluk duygusunun yerini pişmanlık alır. Moritaka Maşiro ve Akito Takagi… İki lise öğrencisi… Hedefleri profesyonel mangaka olmak. Hayallerini gerçekleştirmek çok zor olsa da asla yılmadan, gecelerini gündüze katarak bir başarı öyküsüne imza atmak üzereler. Tüm dünyada fanatikler yaratan manga/anime Death Note’un yaratıcıları Tsugumi Ohba (yazar) ve Takeşi Obata (çizer) yepyeni mangaları Bakuman ile tekrar karşımızdalar. Aynı Death Note gibi Shonen Jump’ta haftalık olarak yayınlanan Bakuman, manga severler tarafından kısa sürede baş tacı edildi. 2008’in yaz aylarından beri yayımlanan manga, belirli bir süre JUMP’ın internet sitesinde 4 ayrı dilde okuyucuya kavuşarak bir ilke imza atmıştır. Yeni bir manga olduğundan dolayı henüz bir anime versiyonunun yapılacağı duyurulmasa da kısa zamanda oluşan hayran kitlesi ve Death Note’dan devam eden kitle olduğu sürece anime, oyun hatta drama versiyonlarının yapılmasına kesin gözüyle bakabiliriz. Death Note’un çizimlerini bilen bu manganın da çizimlerinin ne mükemmellikte olduğunu az çok tahmin edebilir. Fakat burada Death Note’tan yer yer daha sulu ve daha yumuşak bir hava hâkim. Death Note’un gerilimli havası, yerini daha az gerilimli bir atmosfere bırakıyor. Ayrıca “Manga dünyasında neler dönüyor”, “Bu işler nasıl oluyor”, “Biz de mangaka olabilir miyiz” gibi pek çok soruya da yanıt oluyor. Obata ve Ohba ikilisinin tarzını beğeniyorsanız, romantizmle karışık gerçekçilik ve mizah hoşunuza gidiyorsa bu umut verici mangayı kaçırmayın derim. Özellikle çizimle uğraşanlar ve manga çizim aşamalarını merak edenler için birebir. Yazan: Onur KÜÇÜK Bay Hattori: Aylarca çalışıp ürettikleri ilk mangalarıyla Shonen Jump’a başvuran Akito ve Moritaka’yı karşılayan ve işlerinde bir ışık sezerek onların editörlüğünü üstlenen Hattori’nin amacı Jump’ın en büyük mangaka yıldızlarını yaratmaktır.

Gölge 44


Moritaka Maşiro (nam-ı diğer Saiko): Küçüklüğünü komedi mangası çizeri amcasının yanında geçirmiş olan Moritaka liseye geldiğinde sıradan ve sıkıcı bir meslek seçip, sıradan ve sıkıcı bir hayat geçireceğini düşünürken hayatı sınıf arkadaşı Akito’nun ilginç teklifiyle farklı bir yola girer. Artık sıradan, eski Moritaka gitmiş, yerine gece gündüz çizim yapıp mangaka (çizer) olabilmek için tüm varlığını seferber eden bir Moritaka gelmiştir. Mangaka olmak istemesinin en büyük nedeni sınıf arkadaşı güzeller güzeli Miho Azuki’ye verdiği sözdür. Verilen söze göre; Moritaka ve Miho hayallerini gerçekleştirene kadar birbirleriyle görüşmeyeceklerdir, gerçekleştirdikten sonra ise evleneceklerdir.

Akito Takagi (nam-ı diğer Shujin): Moritaka ile verdikleri karardan sonra okulun en zeki öğrencisi Shujin’in hayattaki amacı profesyonel bir mangaka (yazar) olabilmektir. İlk başlarda mangadan çok romanlara uygun konular yazan Moritaka gitgide kendini geliştirip mangaya uygun konular ve hikâye akışı üretmeye başlamıştır.

Eiji Nizuma: Yaşı kahramanlarımızdan küçük olduğu halde Tezuka ödülünü kazanmış ve profesyonelliği garantilemiş anormal bir mangaka. Kahramanlarımız başarı yolundaki en büyük engel olarak gördükleri Nizuma’yı alt etmeden kendilerini profesyonel saymayacaklardır.

Miho Azuki: Sınıfın en güzel kızı Miho, Moritaka’ya âşıktır. Aşkının karşılıksız olmadığını öğrenince Moritaka ile bir anlaşma yaparlar. Miho bir anime seslendirme sanatçısı, Moritaka ise profesyonel bir mangaka olana kadar sadece telefon mesajlarıyla haberleşeceklerdir. Sınıfta aynı sırada oturmak zorunda olsalar bile asla birbirleriyle konuşmayacaklardır.

45 Gölge


BİRAZ DAHA...” “

Gölge 46


B

irini insan yapan nedir? Kırklarının sonuna yaklaşan parlamento başkanı üzerini örten heybetli kemerin altında, masasında düşünceli bir ifadeyle avucundaki kalemi incelerken aklından geçen soru buydu. Sanki yanıtı onda bulabilecekmiş gibi, kaleme daha yakından bakmak üzere sol gözünün merceğini ayarladı. Çıkan vızıltı, içinde bulunduğu salonun ihtişamında koca bir gürültüye dönüşebilirdi ancak, burada bulunma nedeninin ağırlığı havada yükselmeyi deneyen her şeyi yere bir çivi gibi çakıyordu. Derin bir sessizlik ve cam duvardan içeri dolan parlak güneş ışığı tüm odayı dolduruyordu. Yanı başında bekleyen bürokratların hiçbiri soluk bile almıyor gibi geliyordu ona. Salondaki havanın kendisini boğduğunu hissedip, kravatını belli olmayacak kadar gevşetti. Sandalyesini onuncu kez mükemmel konuma getirip beklemeye koyuldu. Tüm siyasi kariyeri, uygun zamanı beklemekle geçmişti, şimdi Avrupa’nın bir numarasıydı ve yine bekliyordu. Kabullendi, kaderden kaçılamazdı. Ancak bu kez beklediğine değecekti. Ne olursa olsun adı dünya tarihine geçecekti. Goliath ya da Davut, iyi ya da kötü; bunu kendisi de bilmiyordu. Zaman gösterecekti. Salonun diğer ucundaki kapının kanatları iki yana açıldığında misafirinin geldiğini anladı. Ancak onun gibi biri girmek için bu kadar geniş bir yere ihtiyaç duyabilirdi. İki metreyi aşan boyu ve insanüstü çizgileriyle salondan içeri bir android girdi. Mekanik adımlarla, -ne kadar da kendinden emin görünüyordu- salonu bir çırpıda boydan boya kat edip masanın başına geldi. Kendisini ayakta karşılayan başkanın elini sıkıca kavrayıp kesin bir hareketle sıktı. Kendisinden beklenmeyecek kadar ince bir hareketle kravatını düzeltti ve gösterilen yere oturdu. Göründüğünün aksine heyecanlı. Metalik göğsünün altındaki organik kalbi yeni doğan bir çocuğunki kadar telaşlı atıyordu. Tüm yaşamı boyunca bu anı beklemiş ve onun için mücadele vermişti. İlk gösteriler İstanbul’da düzenlenirken oradaydı. Android hakları yürüyüşünde Barselona’da en öndeydi. Londra’da, bir androide yapılan ilk organik kalp nakline o gönüllü olmuştu. Zürich’teki I. Android Enternasyonali’nin ilk konuşmacısı oydu. İsyanlar başladığında Atina’da ilk taşı fırlatan yine o olmuştu. Beklediğine değmiş, gün gelmişti. Androidler ile insanlar arasındaki tüm eşitsizlikleri ortadan kaldıran ve androidleri de birer “vatandaş” olarak gören antlaşmayı imzalayan kişi olacaktı. Yüzündeki tüm elektronik devreleri fazlasıyla kullanıp gülümsedi. “Başlayalım mı?” Başkan kafasını sallayarak onayladı. Önüne konan sayfayı kalemiyle hızlıca imzaladı. İşte, dedi içinden, bir çırpıda oluverdi. Derin bir soluk aldı. Sonra metni yanındaki androide uzatıp imzalaması gereken yeri işaret etti. Tereddüt etmeden kendisine gösterilen yere ince-kalın çizgilerle bir şeyler işleyiverdi, parmak ucundan çıkan ışığın yardımıyla. İşini bitirdiğinde kâğıttan hafif bir duman yükseliyordu. Antlaşma imzalanır imzalanmaz, taraflar salonu terk etti. Ne bir konuşma yapıldı ne de bir açıklama. Her şey fazlasıyla ortadaydı. Güneş batıp yeniden sabah olduğunda, herkes yeni bir güne, yeni bir çağa, yeni bir yaşama uyanacaktı. Birileri biraz daha insan, birileri biraz daha android olacaktı. Yazan: Utku TÖNEL http://kendime.blogspot.com İllüstrasyon: Rıdvan ŞORAY http://ridvan.deviantart.com

47 Gölge


YEŞİL GÖZLER

G

üverteye çıktı. Arkada, zayıf, saçları briyantinli, eski filmlerden fırlamış gibi duran beyaz smokinli piyanistin çaldığı Ay Işığı sonatı duyuluyordu. Kollarının dayayıp aşağıya doğru baktı. Deniz, derinliğinin tahayyülüne izin vermeyen, o yeşil tona bürünmüştü. Birden yanında bir ayak sesi duydu. “Atlayacak mısın?” dedi ses. Başını çevirdiğinde ona bakan aynı tondaki yeşil gözlerle karşılaştı. “Atlamalı mıyım?” Kadın cevap vermedi. Onun yerine küçük, bordo renkli kadife çantasından çıkardığı sigara tabakasından bir sigara alıp gümüş çakmağıyla yaktı. Üzerine krem rengi bir pardösü, içinde siyah bir gece elbisesi vardı. Ayağındaki bileklerden bağlı topuklu ayakkabıları, sol ayak bileğindeki siyah inciden bir bilezik, boynunda sade ama zarif bir gümüş gerdanlık ve kulağında sallanan gümüşten küpeleri manzarayı tamamlıyordu. Arkasına topladığı siyah saçlarının ön tarafında beyazlamış bir tutam tel onu daha da gizemli ve çekici yapıyordu. Ama sadece yüzüne bakmak bile ona vurulmaya yeterdi. Tıpkı adamın vurulduğu gibi… Genellikle olduğu üzere aşk, bir hastalık gibi beklenmedik zamanda ve yanlış kişiye bulaşmıştı. Ve genellikle olduğu üzere hiç pişmanlık vermiyordu. Adam on iki yıldır görevdeydi. İstihbarattaki masa görevlerini başarıyla yapmış, artık sıkıntıdan emekliliği düşünürken sonunda sahaya verilmişti. Bu, onun çok dikkatli ince bir zekâya sahip olmasından daha çok güvenilir biri olmasındandı. Ama herkesin zayıf bir yönü vardı ve o da bir “romantikti.” Kadın, savurduğu sigara dumanını rüzgâr süratle götürürken tekrar konuştu. “Londra’dan ne zaman döndün?” “Geçen Cuma.” “Şimdi de Akdeniz’de bir gemideyiz ha?” Yüzünde, gülmekle ağlamak arası tuhaf bir ifade oluştu. “Hayat sürprizlerle dolu. Ya sen? Seyahat acenten gemi turu mu düzenledi?” Kadın yine cevap vermedi. Havaya bir tutam daha duman savurdu. Bir martı çığlık atarak karanın yaklaştığını haber verirken, adam derin bir nefes alarak çok da uzak olmayan hatırasına döndü. Onu Oxford Caddesi’nde iki binanın arasındaki dar yoldan çıkılan sokaktaki kafelerden birinde gördüğünü hatırladı. Bu defa üzerinde siyah bir pardösü, boynunda onun aldığı mavi fular, kulaklarında beyaz inci küpeleri ve siyah çizmeleriyle arkası dönük oturuyordu. Sonra beynine saplanan bir ağrı onu daha önceye götürdü. Askerlik arkadaşı bir gün onu evine götürüp “onunla” tanıştırmıştı; “İşte karım!” Sonra daha sık görüşmeye başladılar. Arkadaşı onun bir deterjan şirketinde yöneticilik yaptığını sanıyordu. İlk önce düşünmek ve inanmak istemediği duyguları, onunla her karşılaşışlarında kadının o sıcak tavırları, al al olan yanakları ve yüzündeki

Gölge 48


o ifadeyle iyice yükseliyordu. Sonra sıra kendini suçlamaya gelmiş, onlarla az görüşmeye başlamıştı. Ama bir gün öğle yemeğine çıktığında onunla karşılaşması ve birlikte yedikleri ilk yemek kadının sonsuza dek damarlarında dolaşmasına yetmişti. Kadının orayı yeni keşfettiğini ve artık her öğlen orada yediğini söylemesi, ardından her gün yapılan sohbetler derken bir girdabın içine çekiliyormuşçasına kendi kendine teslim oluşu, zaman zaman kadının takındığı istekli ama mahcup ifade ajanlıktan gelme içgüdülerini sıfırlıyor onu daha da istemesine sebep oluyordu. Bir gün istediği fırsat çıkmıştı; onu bir haftalığına Arjantin’e yolluyorlardı. Sadece bir muhbirle buluşacak, ondan birtakım bilgiler alacak ve birbirlerine bazı fotoğraflar teslim edeceklerdi. Yine bir öğlen yemeğinde birliktelerdi. Kadına iş için Buenos Aires gideceğini söylediğinde, ağzından sözcükler dökülürken sanki ona başkası konuşuyormuş gibi geldi “Sen de gelsene.” Kadının gözlerindeki o yeşil girdapla ona bakarak “tamam” demesiyle bayılacakmış gibi oldu. Buenos Aires’te rüya gibi bir hafta geçti. Kaldıkları otel, eski bir mahallede, dökülen bir binaydı ve kimse onları tanıyamazdı. Bir tango kulübünde geçen gecenin ardından, onu, otel odasında, üstünde sadece ona hediye aldığı şeyler olan mavi fular ve kimse görmesin diye eli yerine ayağına taktığı inci bilezik dışında bir şey olmadan karşısında gördüğünde hayatı sonsuza dek değişecekti. Eve döndüklerinde bunu birkaç ay süren gizli buluşmalar takip etti. Artık kocasıyla da arasının iyi olmadığını söylüyor ama onunla yaşamaya da yanaşmıyordu. Ama adamın en büyük dert ortağı da yine oydu. Bir gün ona, artık mesleğini ondan saklamayacağını söyledi. Ve gizli ajan olduğunu itiraf etti. Artık akıl hocası da kadın olmuştu. Ona filmlerden gördüğü örnekler veriyor casus kitapları okuyor sonunda adamı kahkahalara boğuyordu. Bir yıl olmuş, ilişkileri her gün doruğa tırmanırken işinde ise gözle görülür bir düşüş yaşanıyordu. Onun ve büronun anlayamadığı bir şeyler oluyor, en doğru bağlantılar en ince hesaplamalar anlaşılmaz bir şekilde fiyaskoyla sonuçlanıyordu. Bu defa görev Londra’daydı ve serin bir cumartesi sabahı St. James Park’ta bir bankta ellerini paltosuna sokmuş, biraz önce bisküvi verdiği sincapları seyrediyordu. Hem ortağı hem de arkadaşıyla orada buluşacaklardı. Buluşma saati geldiğinde ortalarda kimse görünmüyordu, ayağa kalkıp kısa bir tur atarak ısınmaya karar verdi. On dakika sonra kulağında gizli kulaklığı çalıştırıp paltosuna bir düğme gibi takılmış mikrofona konuştu:

49 Gölge


“Penguenden kuzguna… Penguenden kuzguna… Penguen yuvada.” Beş saniyelik bir sessizliğin ardından hışırtıyla arkadaşının sesi geldi; “Penguen, burası kuzgun… Anlaşıldı.” Mesajı alır almaz ok gibi ileri fırlayıp caddeye doğru koşmaya başladı. Yanından geçtiği bir güvercin sürüsü çimenlerin üzerinden havalandı, korna çalan arabalara aldırmayıp caddeyi koşarak geçti. Old Queen Caddesi 29 numaranın kapısından girip merdivenleri ikişer üçer tırmanmaya başladı. Bir ara durup dinlendi, göğsü inip çıkıyor alnından soğuk terler dökülüyordu. Elini paltosunun sağ cebine sokup bir Ruger LCH çıkarttı. Sol cebinden çıkardığı susturucuyu yavaşça tabancaya yerleştirdi. Onun kod adı penguen değil “tilki”ydi. Bu aralarında anlaştıkları bir alarm durumuydu. Durup dinledi, sık alıp verdiği nefesinden başka bir ses duyulmuyordu. 8 numaralı daireyi gördü. Silahının emniyetini açıp yavaşça ilerlemeye başladı. Yaklaşınca kapının aralık olduğunu fark etti, yavaşça aralıktan baktı. Yerde yatan birinin ayakları gözüküyor, dizinden yukarısı kapının öbür tarafında kalıyordu. Onun arkadaşı olmaması için dua etti. Tabancasını iki eliyle kavradı, kapıyı ittirecekti. Kapını gıcırdaması her şeyi berbat edebilirdi. Ayağıyla kapıyı hafifçe itti. Kapı gıcırdamadan açılınca tanımadığı bir adamı yerde yatan arkadaşının ceplerini karıştırırken buldu. Adam onu görünce bir saniyelik şaşkınlığın ardından silahına davrandı ama o üç metreden rahat bir atışla adamı göğsünden vurup yere indirdi. Yere savrulan adamın vücudu kasıldı. Hemen yanına gidip bağırdı “Konuş! Nasıl öğrendiniz? Muhbiriniz kim?” Adamın ağzından kan gelirken konuşmaya çalıştı “Be… Bellâdonna,” dedi belirgin bir İtalyan aksanıyla. Vücudu tekrar kasıldı ve öldü. Çoktan ölmüş arkadaşının yanına eğilip açık gözlerini kapattı. Telefonunu çıkartıp servise haber verdikten sonra bir süre hareket etmeden durdu. “Bellâdonna,” diye düşündü. Nedense “güzel kadın” manasına gelen bu kelime ona ilk önce ikinci manasını hatırlatmıştı. Bu zehirli bir bitkinin ismiydi. Sonra pencereye gidip baktı, odadan çıkarken bir parfüm kokusu duydu yanılmıyorsa Chanell No5 di. Daireden çıktı. Ertesi gün “onunla” mezarlığa gitmişlerdi. Arkadaşına son görevini yaptıktan sonra onunla arabaya bindiklerini ve arabada duyduğu parfüm kokusunu hatırladı. İstemeyerek sormuştu “Bu hangi parfüm?” “Obsession,” dedi sanki başka ne olabilir der gibi. “Mezarlık için fazla çekici değil mi?” Kadın insana her şeyini feda ettirecek o şehvet kokan, çarpık gülümseyişiyle ona bakarak şöyle demişti “Ölümü küçümseme sevgilim. Baksana herkes ona koşuyor, onu bekliyor, ondan korkuyor ama sonunda onun cazibesine dayanamıyor, sence bu yeteri kadar çekici değil mi? Sadece yaşanmasını beklediğimiz olağanüstü bir tecrübe,” sonra bir kahkaha attı “Ya da hayat, ölünmesi gereken bir tecrübe!” Adam bir tuzak soru sormaya hazırlanırken vazgeçti. Çekinmişti. O gün bu işi yaptığından beri ilk defa korktuğunu hatırlamıştı. Artık onunla eskisi kadar işiyle ilgili konuşmuyordu. Bazen beynini kemiren şüphe, kadının ona gösterdiği ilgiyle siliniyor her şey yine eskisi gibi oluyordu. Bir yudum içki içtikten sonra kendine gelen alkolik bir arkadaşını hatırladı. Aynaya baktığında

Gölge 50



kendini onun gibi görüyordu. Aylar sonra tekrar Londra’daydı. Görevi Porto Rico’lu muhbiri izlemekti. Bütün servis onu izliyordu. Takip işi daha düşük seviyeli bir elamana verilebilirdi ama bu farklıydı çünkü köstebeğin o muhbir olduğu, ikili çalıştığı tahmin ediliyordu. Muhbir şehrin doğusundan Westminister’a kadar otobüsle gitmiş orandan yürüyerek Trafalgar’dan metroya binmişti. Muhbirin onu daha önce görmemesi de takibi kolaylaştırıyordu. Marble Arch’a geldiklerinde muhbir metrodan inerek Oxford Caddesine yürüdü. İki binanın arasındaki boşluktan geçerek kafelerin olduğu sokağa çıktı. Bir ara arkasına dönüp bakınca adam hemen ustaca yana çekilerek kendini gizledi. Muhbir kafeye doğru gidip dışarıdaki bir masaya oturunca bir tezgâhın arkasına geçip izlemeye başladı. Etrafa bakar gibi yaparak biraz oyalandı tekrar başını çevirdiğinde yüzü kendine dönük muhbirin karşısında birinin oturduğunu gördü. Muhbirin konuştuğu bir kadındı. İçgüdüleri saniyesinde onu uyardı: “Bellâdonna.” Sonra mantığı devreye girdi ve tekrar esas hedefe konsantre oldu. İki üç dakika sonra kadın yüzünü yana çevirdi. Ardından muhbir kalkarak uzaklaştı. Saçları açık olduğu halde yüzü seçiliyordu. Adam çakılmış halde kadından gözlerini ayırmadan durdu. Artık muhbiri izlemeye gerek kalmamıştı. Öne doğru birkaç adım attı, kulaklığına merkezden sesler geliyordu “Yuvadan tilkiye, yuvadan tilkiye, cevap verin yuvadan tilkiye …” Kulaklığı çıkartıp attı. Donuk gözlerle ona baktı. Belinden tabancasını çıkarıp paltosunun cebine koyarken yavaşça masaya doğru yürüdü. Bir saniye durduktan sonra gidip kadının karşısına oturdu. Her zamanki gibi muhteşemdi. Saçları açık ve biraz kabartılmıştı. Alnının üstündeki saç telleri, beyaz bir alev gibi yükseliyordu. “Mavi fular gerçekten sana yakışıyor.” Kadını ilk defa şaşırmış gördü. “Sen aldığın için takıyorum,” dedi kadın. “Beni hiç sevmedin mi tarzı konuşmalar yapmayacağım ama…” “Ama yine de merak ediyorsun değil mi?” Adam cevap vermedi. “Bak ikimiz de aynı işi yapıyoruz. Ben de, bu kişisel bir şey değildi tarzı bir konuşma yapmayacağım.” Bir sigara çıkarıp yaktı. “Benim için kişiseldi.” “Seni rahatlatacaksa, seninle hiç sıkılmadım.” Derin bir nefes aldı “Chanell mi?” “Evet.” Birden yandan geçen bir adam bağırdı. “Zenciler beyazların efendisidir!” Dönüp bakınca, bir zenci ve arkasında onu takip eden birkaç genç zenci daha gördü. Hyde Parka gidiyor olmalılardı. Tekrar kadına döndü. “O zaman ölüm tecrübesini sonraya bırakalım.” Sigara dumanı kadının yüzünden dağılırken, değişmeyen yüz ifadesini seyretti. Yavaşça kalkıp uzaklaştı. ***

Gölge 52


Arkada çalan piyanist kısa bir aradan sonra tekrar çalmaya başladı. Herhalde şaka yapıyor olmalıydı. Şimdi çaldığı tango Arjantin’de o birbirlerinin olduğu gecenin öncesinde kulüpte dans ederlerken çalınan parçaydı. Duvarlarının gülkurusu rengine boyanmış, loş ışık altında ahşap bir pistin üzerinde birkaç yuvarlak masa ve kalın gözlük camlarının ardında keman eşliğinde akordeon çalan şişman bir adamın çaldığı parçaydı: “Adios Nonino.” Dönüp kadına hatırlar mı acaba, diye baktı. Kadın da sanki onu kırmamak için dönüp numaradan evet der gibi baktı. “Ne yapmayı düşünüyorsun?” dedi adama. “Güneşin ve şu deniz manzarasının keyfini çıkartmayı…” İkisi, tekrar eğilip kollarını geminin ahşap korkuluklarına dayadılar. “Hiç suçluluk duymuyor musun?” dedi adam “Bazen her şey çok basit olur. Belki de her zaman.” Aynı anda dönüp arkalarına baktılar, onlardan başka kimse yoktu. Tekrar denize doğru döndüler, yaklaşık bir dakika süren sessizliğin ardından, bir martı suya dalıp ağzında bir balıkla yükseldi, adam birden dönerek hızlı bir hareketle belinden Ruger’i çıkartıp kadına doğrulttu. Bir saniye sonra kadının elinde ağzını çoktan açmış olduğu küçük çantasından çıkardığı metal renkli, susturuculu bir Sig Sauer P232 gözüktü. Ardı ardına iki kez tetiğe bastı. Adam bir an durdu sonra dizleri çözüldü, gömleğindeki kırmızılık gittikçe büyürken son kez bakmak isteyeceği şeye, o yeşil gözlere baktı ve düştü. Piyanist parçasını bitirirken orkestra üyeleri de yerini alıyordu. Parça bitince kalkıp uzaklaştı. O tek çalmayı, istediği şeyleri çalmayı seviyordu. Kendini hiç orkestraya ait hissetmemiş, birlikte çalmayı hiç sevmemişti. Biraz sonra orkestra hazırdı ve çalmaya başladı ilk parça bir boleroydu; “İnolvidable.” *** “Hey ufaklık gel de bir elma al,” dedi ihtiyar meyve satıcısı gazete satan küçük çocuğa. Çocuk elindekileri yandaki kafenin masasına bırakarak gidip elmasını aldı. Küçük kasketini düzeltip çilli yanaklarıyla elmadan bir ısırık koparttı. O sırada çıkan rüzgâr masanın üzerinde en üstte duran gazeteyi uçurup kaldırıma savurdu. Yerdeki gazetede şunlar okunuyordu: “Lüks gemide skandal! Akdeniz’de gezi yapan bir gemide cinayet. Gemi güvertesinde tabancayla vurularak öldürülen bir adamın cesediyle karşılaşıldı. Cinayet dün, nesli tükenmek üzere olan Madagaskar şempanzeleri için düzenlenen yardım gecesinden önce işlendi. Davetlilerden bazıları sinir krizleri geçirdi. Talihsiz adamın üzerinden bir kimlik çıkmamış olup yanında Ruger marka boş bir tabanca bulunmuştur... Yazan: Emre DEMİROK http://emredemirok.blogspot.com İllüstrasyon: Şükrü BAĞCI http://sembol.deviantart.com

53 Gölge


TANRI’NIN SESİ MORGAN FREEMAN” “


S

inema dünyasında ünlü olan oyunculara baktığımız zaman onların çok çeşitli yollarla bugünlere eriştiklerini görüyoruz. Kimisi daha çocukken ailesinin de desteği ya da zorlaması ile filmlerde, reklamlarda oynamaya başlıyor, çocuk yıldız olarak ün kazanıyor ve eğer büyüme sürecinde adımlarını doğru atarsa kendini ispatlayan bir oyuncu olabiliyor. Kimisi de gençlik dönemlerinde güzelliği ya da yakışıklılığı ile dikkat çekiyor, bu sayede sektörde kendisine bir yer edinmeye başlıyor, yine yetenekliyse ve doğru adımları atarsa kalıcı olabiliyor. Kimisi de yıllar yılı uğraşıp didinerek karakter oyuncusu olarak kendisine bir isim yapıyor, bir noktada yavaş yavaş kendine isim yaparken bir de bakıyor ki sektörün en aranılan oyuncularından biri haline gelmiş. İşte bugün 71 yaşında olan ve ününü 50’li yaşlardan sonra kazanan Morgan Freeman’ın başarı hikâyesi böyle bir hikâye. 1937 yılında Memphis, Tennessee’de doğan gayet mütevazı bir ailenin çocuğu olarak dünyaya gelen Freeman, geç yaşta üne kavuşmasına rağmen daha küçük yaşlarda oyunculuğa meraklıymış. Daha 8 yaşında okulundaki bir oyunda başrolü üstlenmiş, 12 yaşında ise yine oyunculuk konusunda eyalet çapında bir ödül almış. Ama belki de maddi nedenlerden ötürü ilk geçlik yıllarında oyunculuk ile istediği kadar ilgilenememiş ve Amerika Hava Kuvvetleri’nde çalışmaya başlamış. 1955–1959 yılları arasındaki bu dönemden sonra irili ufaklı bir takım işlerde çalışırken bir yandan da çeşitli prodüksiyonlarda oyunculuk yapmaya da başlamış. Bu dönem dansçılık bile yapmış Freeman. 1960’ların ortalarında sinema kariyeri çeşitli filmlerde figüran olarak başlasa da sinemaya asıl geçişini 1980’lerde yapan Freman o günden bu yana durup dinlenmeden çalışmış. Bugün geldiği noktada bazen büyük bütçeli filmlerin kilit isimlerinden biri oluyor, bazen düşük bütçeli bağımsız filmlerde oynuyor ama sürekli çalışıyor. IMDB’de ismini arattığınızda bu yazının yazıldığı sırada sadece oyuncu olarak 88 projede çalışmış bir isimden bahsediyoruz. Üstelik bu 88 projeden 76’sı 1980 sonrasında yer alıyor. Ortalama olarak yılda 2 ya da 3 film ya da televizyon yapımı anlamına geliyor ki bu, sinemadaki oyunculuk kariyerinin 40’larından sonra başladığını söyleyebileceğimiz bir isim için inanılmaz bir rakam. Üstelik yer aldığı film ya da televizyon yapımlarının önemli bir kısmı kaliteli işler. Freeman’ın sinema kariyerine göz atmadan önce televizyondaki işlerine bir bakmakta fayda var. Bunlar bizde pek bilinmeyen işler olsa da Amerika’da Freeman’ı seyirciye ilk tanıtan işler olarak dikkat çekiyor. Üstelik uzun soluklu projeler bunlar. Öncelikle 1971–1977 arasında The Electric Company isimli bir çocuk dizisinde yer alıyor ki günlük yayınlanan bu program 780 bölüm sürüyor ve Freeman başından sonuna

55 Gölge


kadar bu dizide yer alıyor. Sonradan ayrılmakta geç kaldığını da söylemiştir ama herhalde o yıllarda dizinin takipçisi çocukların zihninde önemli bir figür olarak kalmıştır. Ayrıca dizinin yapımı bittikten sonra 1985 yılına kadar tekrarlarının gösterildiğini de unutmamak gerek. Bu dönemden sonra her ne kadar Brubaker gibi önemli bir filmde oynamak ya da bir televizyon filminde Malcolm X gibi önemli bir karakteri canlandırmak gibi kariyerini genişletme çabaları olsa da Freeman bu dönem de beklediği ilgiyi göremedi ve televizyon dizilerine geri dönüş yaptı. Bu kez 1964’den 1999’a kadar süren ve toplam 8891 bölüm süren Another World isimli bir soap opera’da oynayacaktı. Neyse ki bu kez ayrılacağı zamana daha doğru karar verecek ve sadece 1982–1984 yılları arasında bu dizide yer alacaktı. İyi ki çok uzun sürmeden bu diziden ayrılmış. Sonuna kadar devam etseydi belki de bugün tanıdığımız Morgan Freeman’ı bu anlamda hiç tanımamış olacaktık. Another World dizisinden ayrıldıktan sonra Freeman’ın kariyerinde sinema defterinin iyiden iyiye açılmış olduğu görülüyor. Yine de bir süre dikkat çekmeyen filmlerde yardımcı oyunculuk yapmaya devam ediyor. Ta ki 1987 yılına gelinceye ve az ama öz filmler çeken Jerry Schatzberg’in Street Smart filminde bir muhabbet tellalını oynayana kadar. Freeman yıllar boyu süren çalışıp didinmesi sonucunda bu rolü ile sonunda 50 yaşında bir adet Bağımsız Ruh Ödülü alacağı gibi Altın Küre ve Oscar’a da aday olacaktı bir anda. Street Smart günümüzde çok hatırlanan bir film değil fakat görünen o ki bu film Freeman’ın hayatını değiştiren bir film olmuştu. Bu tarihten sonra yine hızını kesmeden çalışmaya devam eden Freeman’ı artık daha büyük ve iddialı projelerde, daha büyük isimlerle birlikte görmeye başlayacaktık. Bu projelerden ilki Amerikan İç

Gölge 56


Savaşı’nda siyahî Amerikalıların yerini irdeleyen Glory olacaktı. Bu filmde o yıllarda kariyerinin başlarında sayılabilecek olan Denzel Washington gibi bir yıldızın karşısında oynayan Freeman ilk kez kendisini sinema seyircisine bu kadar geniş kapsamlı olarak gösterme fırsatı bulacaktı. Yılın iddialı filmlerinden olan Glory o yıl Washington’a bir de Oscar kazandıracaktı. Freeman’ın aynı yıl gösterime giren filmlerinden bir diğeri ise daha iddiasız, kendi halinde gözüken bir filmdi. 81 yaşındaki Jessica Tandy ile oynadığı bu filmde ırkçı bir kadının siyahî şoförü ile yıllar içinde kurduğu dostluğu anlatıyordu. Driving Miss Daisy isimli bu iddiasız film, herkesi şaşırtarak o yıl en iyi film Oscar’ı alacağı gibi Freeman’a da bir adaylık daha getirecekti. Aynı yıl gösterime giren bu iki filmle birlikte Freeman’ın kariyeri iyiden iyiye yükselişe geçmişti artık. Yine de hâlâ daha mütevazı filmlerde ya da The Bonfire of the Vanities gibi büyük beklentilerle gösterime giren fiyaskolarda oynamaktaydı ama belli ki onun için artık bir daha geri dönüş olmayacaktı. Hem üstelik o fiyasko olarak nitelendirilen bir filmde bile Tom Hanks ve Bruce Willis gibi isimlerle oynaması da dikkat çekicidir. 1991 ve 1992 yıllarında arka arkaya Kevin Costner’ın karşısında belki de ondan rol çalarak dönemin en popüler filmlerinden olan Robin Hood: Prince of Thieves ve Clint Eastwood’un karşısında yaşlı kurttan hiç de aşağı kalmadan Unforgiven gibi bir modern klasikte oynayarak kendisini seyircinin zihnine iyice yerleştiren Freeman, takip eden yılarda belki de Morgan Freeman dendiğinde ilk akla gelecek iki rolle şöhretini iyice perçinleyecekti. Freeman’ı bilge yaşlı adam rolünde gördüğümüz bu iki film The Shawshank Re-

57 Gölge


demption (Esaretin Bedeli) ve Se7en idi. Bu iki filmin de ortak noktası gösterime girdiğinde çok tutulmasa da ilerleyen yıllarda özellikle İnternet kuşağı tarafından çok sevilip el üstünde tutulması olacaktı. Özellikle Se7en, türü yenileyen özellikleri ile bu ilgiyi tümüyle hak ediyordu zaten. Bugün her iki filmde de başrolde başka isimler olsa da filmden Freeman’ı çıkartıp başka birini koymamız halinde filmin değerinden çok şeyi kaybedeceğini açık olarak görebiliriz. Se7en’daki rol arkadaşı Brad Pitt’in ondan Tanrı’nın Sesi olarak bahsettiğini de unutmamak gerek. Gerçekten de Freeman’ın etkileyici sesi onun pek çok filmde oynamanın dışında dış ses olarak da katkı vermesini, bazı filmlerde ise tümüyle filme anlatıcı olarak katılmasını sağladı. Freeman 90’ların sonu ve 2000’lerin başlarında Chain Reaction, Hard Rain, High Crimes, Under Suspicion gibi vasatlık sınırlarında gezen aksiyon filmlerinde yer almışsa da o hep bahsettiğimiz çalışkanlığı sayesinde bu filmlerin yanında daha prestijli işlerde de yer aldı. Kiss the Girls ve Along Came A Spider filmlerinde Dr. Alex Cross isimli bir dedektifi oynayarak bu karakteri bir seri filmin kahramanına dönüştürmeye çalıştı. Her ne kadar devamı gelmese de her iki film de türünün iyi örnekleri arasında yer aldılar. Steven Spielberg’in prestij projelerinden Amistad filminde görülmeye değer bir oyunculuk sergiledi. Yine 90’ların sonlarında artık Freeman figürünün bir güven sembolü olduğunu gösterircesine Deep Impact filminde Amerikan Başkanı da olarak görecektik onu. Böylece belki de dünyanın ne güçlü adamını canlandırdıktan sonra artık sıra çok daha büyük bir güçteydi. Tanrı’nın Sesi artık Tanrı olacaktı. Bruce Almighty filminde Freeman belki de ilk kez siyahî bir Tanrı olacak ve Jim Carrey’ye aslında işinin ne kadar zor olduğunu gösterecekti. Sonradan bu film kadar başarılı olmayan Evan Almighty’de aynı rolü tekrarlayacaktı.


Yıl 2004 olduğunda yıllar önce beraber çalıştıkları Clint Eastwood bir kez daha onun kapısını çaldı. Bu kez Million Dollar Baby isimli filmde beraber çalışacaklardı. Bu birliktelik bir kez daha çok iyi bir sonuç verecekti. Film seyirci tarafından çok sevilmekle kalmamış aynı zamanda yılın en iyi film Oscar’ını alırken Freeman’a belki de yıllardır süren çalışmasının bir ödülü de olarak bir Oscar heykelciği getirecekti. Belki de sadece o etkileyici sesi ile filmi anlatsaydı bile bu ödülü alabilirdi. Hemen arkasındaki sene anlatıcı olarak filmlere katkı vermeye iyice ağırlık verdi. Spielberg’in War of the Worlds’üne sadece anlatıcı olarak katılırken, March of the Penguins filminin Amerikan versiyonunun seslendirmesini yaparak bu güzelim filmin Amerika’da sevilmesine de büyük katkıda bulundu. Devam eden yıllarda Freeman yine bir takım orta karar aksiyon filmlerinde oynayıp onların değerlerini yükseltirken, Batman Begins ve The Dark Knight filmlerinde Lucius Fox karakterini canlandırıyor, Ben Affleck’in başarılı yönetmenlik denemesi Gone, Baby, Gone’da çarpıcı bir karakter çiziyor ve The Bucket List’te bir başka yaşlı kurtla, Jack Nicholson’la başrolleri paylaşıyordu. Ayrıca her ne kadar bu yazıda çok fazla yer almamış olsa da her zaman bağımsız yapımlarda da yer almaya devam etti. Bu ay Thick as Thieves (Son Oyun) isimli orta karar aksiyon filmleri kategorisine girecek gibi gözüken filmle sinemalarımıza konuk edeceğimiz Freeman’ın gelecekteki projeleri arasında 2009’un son aylarında gösterime girmesi beklenen bir film özellikle dikkat çekiyor. The Human Factor isimli bu filmde bir kez daha Clint Eastwood yönetmenliğinde çalışıyor. Oynadığı rol ise belki de senelerdir neden bu rolü Morgan Freeman canlandırmıyor ki denilen bir kişilik: Nelson Mandela. Şimdiden burnumuza Oscar kokuları geliyor diyebiliriz herhalde.

Yazan: Hasan Nadir DERİN www.sinemamanyaklari.com

59 Gölge



T

UYKUDA GEÇTİ

anışmamız her ikimiz için de sarsıcı bir deneyimdi. İlk buluşmamızdan sonra zor ayrılmış ve saatler sonra yeniden buluşmuştuk. Aşk veya başka bir şey; adı ne olursa olsun kesinlikle ayrı kalamıyorduk. Aile evindeki eşyalarını toplayıp derhal bana gelmesini istedim. Bir akşam yağmur altında, iki valiz ve büyük bir kutuyla kapımda belirdi. Saatlerce eşyalarını yerleştirdikten sonra yorgun düştük ve sarılarak uyuduk. Sabaha karşı uyandım. Pencere açılmış ve oda buz gibi olmuştu. O, yoktu. Hemen gerçek olup olmadığını anlamak için eşyalarına baktım, eşyaları yerindeydi. Gerçektiler. Yeniden uyudum sabah onu görmeyi dileyerek. Fakat sabah da yoktu. Üstelik bu defa eşyaları da yoktu. Gerçek olmadığını anladım. O gün eve girmek istemedim. Yeniden hayallerim beni etkisi altına almaya başlamıştı. Tüm günü evimin önündeki bahçede geçirdim. Akşama doğru ben eve girmeye hazırlanırken, küçük bir kedi geldi yanıma. Yüzü onun yüzüne benziyordu. Sokak kapısını açarak kediyi içeri aldım; hayal kırıklığıyla sersemlemiş yalnız bir kadına bütün akşam eşlik etti. Neyse ki sabah kapım çalacak ve bir arkadaşım beni merak ettiği için ziyarete gelecekti. Arkadaşım bağırarak içeri girdi; günlerdir aramadığım için meraktan delirmişti. Bir yandan da gözleriyle her zamankinden daha dağınık olan evimi inceliyordu. Ben salonun bir köşesinde sabahlığımla otururken, salona bakan mutfakta kahve yapıyordu. Aniden hatırlamış gibi, dikkat et evde kedi var, dedim. Şaşırarak önce bana baktı, hemen sonra yerlere bakınmaya başladı. Gözlerimi kapayarak aniden çöken uykuya teslim oldum. Hayaller beni çok yoruyordu. Az sonra kahvelerle karşıma oturanca, tedirgin bir şekilde bütün eve baktığını ama kediyi göremediğini söyledi. Gözlerim aniden çekilerek açıldı. Yoksa kedi de mi hayaldi? Gerçek gibiydi ve aslında gerçek olamayacak kadar güzeldi! Üstelik gerçek olmayan bir erkeğe benziyordu. Arkadaşımın hazırladığı kahveyle kendime gelirken, ona yeniden hayaller görmeye başladığımı, tanıştığım ve evime aldığım erkeğin nasıl düş çıktığını anlattım. Önce rahatsız oldu, sonra gülümsemeye başladı. O kedi gözleriyle gülümseyince, ben de gülümsedim. Çılgınca gülmeye başlayınca, arkadaşım beni görmesin diye kafamı çevirme ihtiyacı duydum. Gözlerimi ayna tarafına çevirince aniden gülümseme terk etti yüzümü. Salonda tek başıma oturuyordum, yanımda kimse yoktu. Arkadaşımın olduğu yere kafamı çevirdim ama çoktan gitmişti. İlaçları kesmenin hata olduğunu o zaman anladım. Sokak kapısı gerçek olamayacak kadar gürültülü bir şekilde çalmaya başladı. Beni yorgun uykumdan uyandıracak kadar güçlüydü. Yazan: Serdar KÖKÇEOĞLU

61 Gölge


Gรถlge 62



Gรถlge 64


65 Gรถlge



67 Gรถlge


ENDİŞECİLER”

A

slı’nın tüm dikkati vitrindeki eflatun renkli çantaya yumulmuştu. Simli deri taklidi çantanın kenar dikişleri, üzerinde ne yazdığını okuyamadığı minik metal markası, fermuarının ona göre sağda kalan çıkıntısı ve iki sapın gövdeye bağlandığı yerdeki metal halkaları kutsal bir kitap okurcasına saygıyla hürmetle ve batıni bir hayranlıkla seyretmekteydi. Beyin damarlarını genişleten huşu nedeniyle bedeni hafiflemişti sanki. Bir süredir yürümekten acıyıp duran sol topuğunu hissetmez olmuştu. Etiketinde ‘Yarı fiyata indirim darbesi’ yazmaktaydı. Onun altında kırmızı keçe kalemle yazılmış rakam solduğu için fiyatı okuyamıyordu. O solukluktan endişe salgılanmaktaydı. Bu çantayı almak zorundaydı. Parası yetmezse bedbaht olacaktı. “Dikkat edin çantanızın fermuarı açık duruyor.” O çantaya dokunmak, bağrına basmak, eski çantasındaki her şeyi birer birer hiç acele etmeden içine yerleştirmek hayali bir çocuğun lunapark özlemi gibiydi. Çocukken lunaparklardan hiç çıkmak istemezdi. Çanta gözünde büyüyerek bambaşka bir anlam kazanmıştı. İçinde yürünecek sokakları, bakınacak mağazaları ve diğer insanları olan bir hacme genişlemişti. Diğer insanları istemiyordu yanında. Kıskanırdı. Çantanın ıssız sokaklarında tek başına dolaşmak istiyordu. “Kapkaççılara dikkat edin hanımefendi.” Aslı adeta görünmez telciklerle gözlerine bağlı gibi duran nesneden güçlükle koparak soluna baktı. Orta boylu, fırça bıyıklı, kahverengi kısa saçlı bir adam eliyle fermuarı yarı açık duran çantasını işaret etmekteydi. Siyah pantolon, grimsi mavi bir gömlek giymişti. Kırk yaşlarında falandı. Yanında göğsüne kayışlarla bağlı su bidonu taşıyan on altı yaşlarında kumral bir delikanlı durmaktaydı. “Ne… Bir şey mi oldu?” “Etrafta kapkaççılar kol geziyor. Çantanızın fermuarı açıktı. Uyarayım dedim hanımefendi.” Fırça bıyıklı adamın yüzünde güvenilir bir ifade vardı. “Teşekkür ederim,” dedi Aslı gülümseyerek ve çantasının fermuarını kapattı. “Bir şey değil,” dedi adam babacan bir ifadeyle. “Susamışınızdır. Biraz su içseniz. Şurada bir kafe var. Biraz oturun. Sol topuğunuzu dinlendirin.” Aslı bakışlarını o eflatun çantadan çekince zihni tekrar canlanmıştı. Sol topuğu sızlıyordu gerçekten. Çok da susamıştı. Caddeyi dolduran yığınla insanın varlığını unutmuş gibiydi. Bembeyaz dişli, sempatik bakışlı delikanlı diğerinin bir sinyali üzerine plastik bir bardağı suyla doldurdu ve uzattı. Aslı teşekkür bile etmeden bardağı aldı ve iki üç yudumda suyu içti. Oh ab-ı hayattı valla. “İnsan dalıyor. Yeni sezon tabii. Mamulâtlar fayrap.” Aslı hak verircesine başını salladı. Zihni canlanınca çantadan önce de bir başka vitrinde ayakkabılara daldığını hatırlamıştı. Bordo renkli yarı yüksek topuklu o muhte-

Gölge 68



şem ayakkabı gözünün önündeydi hâlâ. Delikanlı ikinci bardağı doldurunca Aslı hiç itiraz etmeden suyu kana kana içti. Kendini iyi hissetmeye başlamıştı birden. Eliyle vitrindeki çantayı işaret etti. “Fiyatı belli değil. Çok almak istiyorum, ama…” Adam sol bileğindeki saate baktı. “Siesta şu anda malum. Dükkânların hepsi kapalı. 13.00 ile 16.00 arası. Daha saat iki bile değil. Şöyle bir kafeye gitseniz. Biraz otursanız. Bir çay için. Siesta saatlerinde içecekler ve yiyecekler ücretsizdir. Biraz dinlenseniz.” Aslı adamın işaret ettiği yere baktı. Eskiden adını hatırlamadığı bir mağazanın bulunduğu yerde bir teras vardı. Yeni açılmış olmalıydı. Millet oturmuş çay kahve içmekteydi. Birden canı sıcak bir çay çekti. Yanına da az bir şeyler atıştırsa hiç de fena olmazdı. “Teşekkür ederim.” “Bir şey değil efendim.” Adam ve yanındaki sucu delikanlı Ağa Camii tarafına doğru yürümeye başlayınca Aslı da Sebile adlı kafeye yöneldi. Sokağa yakın boş masalardan birine oturdu. Çantasını masanın üstüne bıraktı ve çevresine bakındı. Onun yaşlarında bir kadın altı yaşındaki kızına dondurma yedirmeye çabalamaktaydı. Sarı bukleli, beyaz elbisesinin göğüs kısmında iri bir turuncu leke bulunan kız dondurmasını isteksizce yerken, “Ben oyuncağımı istiyorum. İstiyorum,” diye mızmızlanmaktaydı. Kadınla bakışları karşılaşınca Aslı anlayışla gülümsedi. Kadın da aynı şekilde karşılık verdi. “Ne arzu edersiniz efendim?” Aslı uzun saçlarını atkuyruğu yapmış genç kıza biraz utangaçlıkla baktı ve “Siesta sırasında ücretsizmiş diye duydum,” dedi. “Çay ve yiyecek bir şeyler.” Çantasını açmaktan korkmaktaydı. O muhteşem eflatun çantayı almak için yeterli parası var mıydı, bilmiyordu. Daha doğrusu dükkân açılmadan bunu bilmek istemiyordu. Şimdi çayın mayın ücretini ödemek için cüzdanını çıkarırsa elinde olmadan parasını sayardı. Bunu yapmak istemiyordu. Şu anda değil. Hayallerini kırmadan tutuyordu bilmemek. “Evet efendim. Sınırsız miktarda sıcak içecek ve peynirli poğaça ısmarlayabilirsiniz. 13.00 ile 16.00 arası böyle. Sonrasında sıcak içecekler 4,5, poğaçaların porsiyonu da 6 liradan işlem görüyorlar.” Uzun boylu, ince yapılı, hoş bir kızdı. Yüzünde dalga geçer bir hal yoktu. Saygılı ve anlayışlı bir şekilde bakmaktaydı. “Peki, çay ve poğaça rica edeyim lütfen.” Kız içeri doğru gidince Aslı etrafına bakmaya başladı. Önünden oluk oluk insan geçmekteydi. Herkesin ağzında alışverişle ilgili sözcükler vardı. Falanca filanca marka cep telefonları, giysiler, iç çamaşırlar, ayakkabılar vb. Herkes sabırsızlıkla dükkânların açılmasını bekliyordu. Az önce kendisini uyarıp su ikram eden adamı gördü. Yanında sucu delikanlı başörtülü iki yaşlıca kadınla konuşmaktaydı. Onlara bu tarafı işaret etmekteydi. Kadınlardan biri su içiyordu. Yüzlerinden bitkin oldukları belliydi. Tavsiyeye uyup kafe tarafına yürümeye başladılar. Vitrinde şansına bir çift olan eşarpları satın almak istiyordu ikisi de. Şöyle eşarp, böyle eşarp konuşmalarıyla yanından geçerek içerdeki masalardan birine oturdular. Uzun boyluca, kurşun rengi yazlık pardösülü olanı, “Ya biz burada otururken dükkânlar açılır, bizim eşarplar giderse,” dedi. Tombul arkadaşı daha iyimserdi. “Daha çok zaman var kız. Bacaklarımız

Gölge 70


dinlensin azıcık. Ayaklarıma kara sular indi Allah’ıma.” Atkuyruklu kız bir tepsiyle çayını ve poğaçaları getirdi ve hızla yeni gelen kadınlara yöneldi. Beyaz porselen çaydanlık, marsık amblemli fincan, kâğıt ambalajlı şeker küpçükleri ve altı nefis görünümlü küçük poğaçacık yüklü bir tabak. Poğaçalardan birini ısırdı. Nefis ötesi bir tat salvosu beynini uyuşturdu adeta. Sabırsızca çiğneyerek yuttu lokmaları. Ücretsiz servis bayağı kaliteliydi. Zihninin eflatun renkli çantanın ağır çekiminden sıyrılması böyle gerçekleşti. Poğaçalar onu geçmişe götürdü. Kendini bir mutfakta hamura şekil verirken gördü. Fırın tepsisini yağlamıştı. Mutfakta yalnızdı. Kurabiye yapıyordu. Sonra oradan misafirlere tabaklarla börek, kurabiye ikram ettiği bir yere geçti. Oradan İstiklâl caddesine döndü. Bir kafede müşterilere hizmet etmekteydi. ‘Ücretsiz. Ücretsiz,’ diyordu. Vitrinler işe el koymaya kalkıştı. O bordo ayakkabıyı gördü. Nasıl derinden istemişti sahip olmayı. Şimdi bir dokunsa. Ayağında hissetse. Havalı havalı yürüse. Etkisi zayıftı bir şekilde. İradesi bağıntıyı kesti. Ama yine bir vitrinin önündeydi. Altın çerçeveli ametist bir gerdanlık. Harika bir nesneydi. Işığı yansıtan yüzlerin bolluğu mükemmellik ışıyordu. Kristale yeniden kazandırılmış metanet diyordu içinden bir ses her ne anlama geliyorsa. İradesi iki parçaydı. Ölesiye gerdanlığı isteyen ve diğeri. Diğer yan ısrarlıydı. Aslı’nın güdümlenmiş nefsi gerdanlığın hayaline tutunamadı ve koptu. Aslı çayını içer ve kalan poğaçaları yerken o yan iyice etkinleşmişti. Kadın kendini uyuşturucu iğneyle bayıltılmış bir kaplanla aynı kafeste kapalı gibi hissediyordu. Uyu, ayılma, yoksa diyen bir feryadı figan büyümeye başlıyordu içinde. Gül kokusu ve dikenler. Zıt güçler çarpışırlarken beyninde bir ses gürledi. Git yüzüne bak. Haydi. Aslı atkuyruklu kıza helânın yerini sordu ve kızın parmağıyla işaret ettiği kapıyı açıp kadınlara has bölüme girdi. İçerisi inanılmaz derecede temizdi. Sonra lavabonun üstündeki aynada yüzünü gördü. Hoş bir yüzü vardı, ama sandığı kadar genç değildi. Saçları doğal görünümlü bir kahverengiye boyalıydı. Gözlerinin kenarındaki kırışıklar en az 45 diyordu. İnsan kendini genç hisseder, ya da öyle sanırdı ama yaşını unutur muydu? Geceyi hatırla şimdi.

71 Gölge


Karanlıkta bir yatak odası gördü. Yazdı. Bir kadın çarşafla örtünmüştü. Yaklaştı. Yüzüne yakından baktı. O’ydu. Aslı’ydı. Kendini izliyordu. Bakışları tekrar aynadaki aksiyle buluşunca ağzı hayretle açıldı. Gel beni bul. Sıran geldi. Aslı dışarı çıkınca kafeyi bıraktığı gibi bulmanın şaşkınlığını yaşadı. Bu gerçeklik bana ait olamaz duygusu çok baskındı. Eğer kırk beş yaşındaysa, belki evliydi. Çocukları vardı. Onlar neredeydiler? Neden hatırlayamıyordu. Buraya tek başına alışverişe gelmiş ve kafayı azıcık sıyırmıştı. Bu kadar basit değildi. Hissediyordu. Bütün müşteriler kendi âlemlerindeydiler. Dükkânlar açılınca bir koşu gidip başkaları kapmadan o en çok istedikleri şeyi alacaklardı. Ve inşallah paraları yetecekti. Yoksa meyus olurlardı. Ama daha buna vakit vardı ve beleş poğaçalar da pek lezzetliydi doğrusu. Aslı geçerken hiçbiri özel bir dikkat yapıştırmadı suretine. Kendi dertlerinin sarmalındaydılar. Kalabalık caddeye çıkınca sağına soluna baktı. Ağa Camii ile Taksim Meydanı arasındaki alanda en az bin kişi vardı. Kafede çay kahve beleşti. Bütün dükkânlar kapalıydı. Millet niye sokaklarda deli danalar gibi dolanmaktaydı? Az önce ben de onlardan biriydim diyen yanı bir umutla vitrindeki çantanın, gerdanlığın ya da ayakkabının her düşünceyi soğuran baskın çağırısını bekliyordu, ama bu gerçekleşmiyordu. “Eşyanın baskısından sıyrılıyorsunuz.” O fırça bıyıklı adam belirmişti yanında. Güler yüzlü sucu da yanındaydı. Delikanlı su rezervini yenilemiş olmalıydı. On litrelik bidon silme doluydu. “Ne dediniz?” “Adım Haydar Tunçbel. Endişeciyim.” “Necisiniz?” “Endişeci. İzah edeceğim. Adınız ne demiştiniz?” Aslı soyadını hatırlamadığını fark ederek hayretle, “Aslı,” dedi. “Soyadım…” “Vestiyerde,” dedi Haydar. “İzah edeceğim.” Delikanlıya döndü ve “Sen biraz burada takıl. Ben hanım efendiyle konuşayım.” Delikanlı uysalca başını salladı. Dikkati az ileride vitrine bakan kısa etekli genç kızdaydı. Yerinden memnundu yani. Aslı adam yürüyünce ona ayak uydurdu. Taksim meydanı tarafına yürümeye başladılar. Mor çanta, ametist gerdanlık ve bordo ayakkabı bu son çağrı yoksa bizi bir daha nah görürsün demekteydiler. Sesleri eski güçlerinden çok şey yitirmişti. “Etiketlerin cenderesinden sıyrılmaktasınız. Ayılıyorsunuz. Ben de öyleydim bir ara. Aynı sizin gibi. Zihnim serbest kalınca endişeci oldum.” “Ne demek bu Allah aşkına?” “Benden önce yerini aldığım zat bu sıfatı sarf etmişti. Bana kalsa gözetici falan derdim. Şu gördüğünüz yerdeki insanlara su ikram etmek, biraz dinlenmelerini tavsiye etmek, kapkaççılar için uyarmak gibi işler yaparım.” Aslı içine çekerek yan gözle adama baktı. Metin duruşu, kendinden emin halinden etkilenmişti. Bir süredir beynini oyan şeyi sormaya karar verdi. “Burası neresi?” “Görünüşte İstiklâl Caddesi. Ama bir limiti var. Ağa Camii’nden öteye geçilemiyor. Taksim Meydanı’na da çıkılamıyor. Yan sokaklar tamamen kapalı. Öyle duvarla falan değil. Her yer açık. Oradakiler bu tarafa, biz o tarafa geçmeye istek duymuyoruz. İstek bazında bizlere caddenin sadece bu bölümü tahsis edilmiş.”

Gölge 72



Aslı buraya nasıl geldiğini hiçbir şekilde hatırlayamıyordu. “Bunca insan… Nasıl gelmişler?” “Valla bilsem,” dedi Haydar. “Ben de sizin gibi. Önce vitrinlere takılmaktaydım. Tam olarak kaç yaşındayım, nerede oturuyorum, evli miyim, bekâr mıyım hiç bilmiyorum. Tek bildiğim bu siestanın hiç bitmeyeceği.” “Nasıl yani?” “Gece de olmayacak. Böyle mavi gökyüzü takılıp kalacak. Ne bir bulut belirecek, ne de bir yıldız parıldayacak.” Aslı adamın sözlerinin doğruluğunu midesinde buzdan parmaklar şeklinde hissetmekteydi. Kendisi ne kadar zamandır burada olduğunu kestirememekteydi. Aklından öldüm belki de düşüncesi geçti. İnançlı bir yanı vardı. Bulunduğu yeri hiçbir ölüm ötesi merhaleye benzetememekteydi. “Şimdi buradan bakınca Taksim Meydanı’nda yürüyen insanlar ve vasıtalar görünüyor, ama yanlarına gidilemiyor.” Aslı Taksim Meydanı’ndaki alışıldık bildik curcunaya baktı ve içini çekti. “Burası hâlâ İstanbul mu?” dedi Haydar. “Bilmem valla, ama… Bir de… Şöyle bir fikrim var. Biz bir şekilde bölünmüş alanlardan birine tıkıldık. Kim tıktı, Allah bilir. Öldük mü, yoksa rüyada mıyız bilemiyorum. O kafede garsonluk, suculuk, belki de kapkaççılık yaptım. Vitrinlerde deli gibi eşya seyrettim. Tıpkı sizin gibi. Ve Endişeciliğe evrildim. Bu son merhale.” Haydar birden durdu ve eliyle bir yeri işaret etti. “Benden önceki Endişeci emekli memur tipli, efendi bir adamdı. Mesut Bey. Altmışı devirmişti. O şuradaki bir kapıdan geçti gitti. Ve yerini ben aldım.” Haydar işaret ettiği yer eskiden sütlü tatlıların yendiği iki katlı bir binaydı. Şimdi bu bina görebildiği kadarıyla boştu. Aslı birden İstiklâl caddesinde sayısız kafe ve restoranın siesta sırasında kapanmasındaki saçmalığı iyice kavradı. Ne siestasıydı bu böyle? “Bu kapıdan çıktı.” “Nereye?” “Bilmiyorum. Mesut Bey beni yerine Endişeci tayin etti ve gitti. Şimdi sıra benim.“ Aslı, yerinize kimi tayin ettiniz diye soracakken durakladı. Bu tavrını iyi okumuştu Haydar. “Yerimi siz alacaksınız. Kalabalığı dolaşın ve bir sonra ayıkacak şahsı arayın. Ben sizi nasıl buldumsa, siz de onu bulabileceksiniz. Merak etmeyin. Allah’a emanet olun.” Aslı adamın uzattığı eli rüyada gibi sıktı. Haydar kapıya doğru yürüdü. İttirdi ve içeri girdi. Kapı örtüldü. Aslı’nın eli metal kulpa değdiğinde fil kuvvetinde bile olsa kapıyı açamayacağını anladı. Taksim Meydanı tarafına baktı. İçinden hiç o tarafa gitmek gelmiyordu. Sınır gerçekten de hissiyat olarak dizayn edilmişti demek ki. Bir çıkış var dopingi acayip bir şeydi diğer yandan. Hızlı adımlarla geriye döndü. Sucu genç bıraktığı yerdeydi. Burnunu vitrine yapıştırmış olan kıza bakmaktaydı hâlâ. “Adım Aslı Kardelen. Yeni Endişeci’yim. Beraber çalışacağız.” Delikanlı hürmetle gülümsedi. “Adım İsmet, abla. Memnun oldum.” Aslı soyadını hatırlayabildiğini saniyeler sonra fark edecekti. Sezgisel bir dürtmeyle beyaz etekli, kestane rengi saçlı kızın vitrinde neye baktığını merak etmişti. Ef-

Gölge 74



latun çantaydı. Onu kim bilir ne kadar zaman esir tutmuş olan nesne kızı da büyülemiş gibiydi. Yanına geldiğini bile fark etmemişti. Çok şanslıydı. Kapının anahtarı bu kız olabilirdi pekâlâ. Sol eliyle tuttuğu naylon çanta dip taraftan biraz yırtılmıştı. İçindeki sarı ambalajlı paket görünmekteydi. “Bayan paketiniz yırtılmış,” dedi. Kız sözlerini duymamış gibiydi. İkinci kez yineleyince irkilerek başını çevirdi. Kahverengi gözleri dalgındı. Bu kız anahtarıydı. Seziyordu. “Şu anda siestadayız malum,” dedi ve eliyle Sebile kafesini işaret etti. “Biraz dinlenseniz. Size yeni bir torba versinler. Siesta boyunca yiyecek ve içecekler ücretsizdir. “ Yüzüyle bir sinyal verince İsmet memnuniyetle yanına geldi. “Biraz su için. Belki susamışsınızdır.” Kız yüzüne minnetle bakıp başıyla onaylayınca İsmet bardağa su doldurup kıza uzattı. Aslı derin bir nefes çekip kalabalığa baktı. Acaba o kapının arkasında ne vardı diye düşündü. Buradan taşan bir şey olmalıydı herhalde. Buradan evrilen bir hayat parçası. “Bu çanta. Başkası almaz değil mi?” Aslı, “Merak etmeyin daha upuzun saatler boyunca dükkânlar kapalı kalacak,” dedi. Kız içine biraz su serpilmiş durumda kafeye doğru giderken arkasından baktı. Taş çatlasa on sekizinde falandı. Aslı o kapıdan korkuyordu, ama eşyaların cazibesine kapılmadan bu alanda tıkılıp kalmak korkunç bir işkence olurdu. O kapının arkasında ne varsa buradan farklı olmalıydı. Belki yatağında uyanacaktı. Hatırlamadığı bir rüyanın rahatsız ediciliğini hissederek. Eğer bu diğer şeyse ona güç yetmezdi zaten. Yani kaybedecek bir şeyi yoktu. Kafeye baktı. Genç kız bir masaya oturmuştu. Sezgileri anahtarın o demeyi sürdürüyordu. Yemesini içmesini bekleyecek ve sonra ona telepatiyle git aynada yüzüne bak komutunu yollayacaktı. Eğer kız kendi gibi ayıkırsa Endişecilik postuna sahipliği çok kısa sürecekti. Aklında çeşitli olasılıklar cirit atmaya başlamıştı. Çıkış için bir kapı varsa, bir giriş yeri de olmalıydı. Ya o kapının ardında buranın tıpa tıp aynı bir hayat kesiti varsa düşüncesi çok rahatsız ediciydi. Kapı buradaki var oluşun kurulma yeri, bir çeşit RESET de olabilirdi. O zaman Haydar Tunçbel’in yeniden burada belirmesi gerekirdi. Aslı kolunu sertçe çimdirdi ve acının tanıdığı bildiği acılara benzediğini düşünerek rahatladı. Burada bulunan varlığı hakiki bedeniydi. Yaşadığı şeyler garip, ama kendi gerçekliğiyle tutarlıydı. Nasıl çalıştığını kestiremediği bir sisteme dâhil edilmişti. Az sonra Aslı yanında İsmet kafenin önünden geçerken genç kızın tabağını silip süpürdüğünü gördü. Denemekten bir şey kaybetmezdi. İçinden kıza git ve yüzüne bak komutunu verdi. Gerisi çorap söküğü gibi gerçekleşti. Kız anahtarıydı. Kısa bir süre sonra adı Serpil olan kızla o malum kapının önünde durmaktaydılar. Kıza bildiği her şeyi anlatmıştı. “Ben sizi hızla buluverdim Serpil Hanım,” dedi Aslı. Kızın kafası karışmıştı iyice haklı olarak. İleride memnun memnun sırıtan sucu delikanlıyı işaret etti. “Şimdi ben buradan çıkıp gidince siz de kendi anahtarınızı arayın.” Kızın elini sıktı ve hızlı adımlarla kapıya yaklaştı. Besmele çekerek ağır metal yüzeyi ittirdi ve diğer tarafa ilk adımını attı.

Gölge 76


*** “Bir an seni ortadan silindi sandım.” 19 yıllık kocası Ahmet Kardelen ince bir endişe tabakasının ardından ona bakmaktaydı. Siyah bol tişörtü belindeki yağlanmayı örtüyor, ama beyaz pantolonu kıçını olduğundan büyük göstererek bu etkiyi eksiltiyordu. Yine de 54 yaşında biri olarak cazip bir erkekti. “Önümde yürüyordun. Bir saniye kafamı şuraya çevirip baktım. Sonrasında hiçbir yerde yoktun.” İstiklâl caddesinde diğer tarafta kafe olan yerin tam önünde durmaktaydılar. Bu tarafta kafenin yerinde lüks bir butik vardı. Aslı sevinçle gür siyah saçları kırlarla yüklü adama gülümsedi. “Hâlâ sırlı biriyim yani?” Siyah gözlü adam rahatlamış bir şekilde başıyla onayladı. Aslı inanılmaz bir hızla belleğine kavuşmuştu. 48 yaşındaydı. 17 yaşında bir oğulları vardı. Bir sigorta şirketinde avukatlık yapıyordu. Kocasıyla meslektaştılar. “Ahmet sıkıldım ben buradan,” dedi adamın koluna girerek. “Gel Beşiktaş’taki o küçük meyhanemize gidelim. Kocası saatine baktı. “Daha saat beş ya. Cemal ve Sevgi’yle sekiz gibi anlaşmıştık. ” “Saatin ne önemi var,” dedi Aslı. Adam tamam anlamına omuzlarını silkti. Kurtuluş’ta oturuyorlardı. Günlerden cumartesiydi. Oğulları Yavuz sevgilisiyle Ölü Deniz’e gitmişti. Bu akşam birkaç arkadaşlarıyla birlikte kafayı çekeceklerdi. O yüzden arabayı almamışlardı yanlarına. Önce Haydar’ın, ardından kendinin çıktığı kapının önünden geçerken Aslı nefesini tuttu. Mekân sütlü tatlıların yendiği bir yer olmuştu yine. Ayakları hiçbir engelle karşılaşmadan Beşiktaş dolmuşlarının durduğu yere vardılar. On beş yirmi kişilik bir kuyruk vardı. Aslı oraya kadar bir sorun çıkmadığı için bayağı rahatlamıştı. “Yürüyelim mi? Yokuş aşağı nasıl olsa.” Kocası on dokuz yıllık karısındaki his değişikliğini hissediyor ve bunu gözünün önünde yitip gitmesiyle birleştirince hayra yoramıyordu haklı olarak. “Tamam.” Az sonra parkın içinden geçerlerken kocası vitrinde gördüğü bir çantadan söz etti. Eflatun renkliydi. Simliydi. Tam onun hoşlanacağı bir modele sahipti. İki gün önce İstiklâl caddesinden yalnız geçerken görmüştü. Eğer beğenirse 20. evlilik yıldönümleri için hediye almak istiyordu. Tam onu işaret edeceği sırada biricik karısı gözünün önünden silinip gitmişti. Aslı sözlerinin o küçük cehenneme giriş kapısı olmasından korkuyordu, ama hiçbir şey söylememesi de mümkün değildi. Durdu ve adamın gözlerinin içine baktı. “Kafanda bir soru var biliyorum. Senden rica etsem de, bunu bana yarın sabah uyandığımda sorsan. O kadar sabredebilecek misin?” Kocası başıyla olumlayınca karı koca kol kola girip yokuşu inmeye devam ettiler. Harika bir ağustos sonu günüydü, ama ilerleyen saatlerde ne olacağı belli olmazdı. Masmavi gökyüzünde ilk gri bulutçuk görünmüştü. Yazan: Sadık YEMNİ İllüstrasyon: Altuğhan AYDINOĞLU

77 Gölge




Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.