İÇİNDEKİLER
04-10 Öykü - Oyun Hattatı 11-13 Öykü - Günahların Bekçisi Wuthering Heights (1992)
14-16 Öykü - Amatör İşi 17-19 Öykü - Ayakkabılar 20-23 Öykü - Kayıp Kaşif
83.
Sayı ile tekrar birlikteyiz. Gölge e-Dergi'ye ulaşmak için http://golgedergi.blogspot.com Genel Yayın Yönetmeni: Mehmet Kaan SEVİNÇ Editör: Mehmet Berk YALTIRIK golgeedit@gmail.com Yayın Kurulu: Sadık YEMNİ, Ahmet YÜKSEL, Hasan Nadir DERİN, Gülhan D SEVİNÇ, Melahat YILMAZ, Ceren ÇALICI. Grafik Tasarım: Gülhan D SEVİNÇ Redaksiyon: Ceren ÇALICI Kapak: Hakan AYDIN Pinup: Mehmet Kaan SEVİNÇ Gölge e-Dergi internetten yayın yapan özgür ve özgün içerikli tam bağımsız bir dergidir. http://twitter.com/GolgeDergi http://issuu.com/GolgeDergi http://golgedergi.deviantart.com/
24-27 Öykü - Günahların Bekçisi
28 Öykü - Melekler Meydanı- Küçük Ejderha
Editör'ün Kalemi'nden
29-31 Öykü - Asıl Anlatılan 32-34 Öykü- Merdiven 35-38 Öykü - Deniz Feneri'ne Son Defa 39-42 Öykü - Esir Pazarı'ndan Konağa 43-50 Öykü - Koku 51-56 Öykü - Söğüdün Anlattığı 57-60 Öykü - Vicdan Azabı 61-65 Öykü - Hayatın İçinden 61 Pinup
Gölge e-Dergi’nin yeni bir özel sayısında daha yazarıyla, çizeriyle, okuruyla bir araya geldik. Bu sayının adını da “Öyküler Yazıldıkça” koyduk. Malum Gölge e-Dergi çizgi romanların, bunların incelemelerinin, sinemanın yanı sıra öykülerin de yer aldığı bir yer. Üstelik buradan hikâyeleriyle gelip geçen Sadık Yemni, Murat Başekim gibi önemli isimlerin yer aldığı, hikâyeleriyle katkıda bulundukları bir dergi. Dolayısıyla öyküleri, öykücüleri anmadan geçip gitmek istemedik. Tabi bir de öykü yazımına dikkat çekme hususu var. Bu alanda ben dahil birçok yazar adayı hikayeyle haşır neşir olmuştur. Bizleri bu alana çeken unsurların başında hikâyeler gelir. İyi anlatılan bir öykünün büyüsü, bizleri de anlatmaya, yazmaya teşvik etmiştir. Bu anlamda 2000’lerin ortasına doğru okudukça cesaret bulduğum Doğu Yücel’in “Düşler, Kabuslar ve Gelecek Masalları”, Galip Dursun’un ekibi topladığı “Anadolu Korku Öyküleri” ve Yiğit Değer Bengi’nin “Çift Başlı Kartal” isimli eserlerini anmadan geçemeyeceğim. Bunlar bir öykücü adayını yetiştiren, cesaretlendiren adımlardı. Geçtiğimiz Mayıs ayında Murathan Mungan, Vatan Kitap’ta Buket Aşçı ile yaptığı bir söyleşide öykü yazarlarının roman yazımına yönlendirilmesinden bahsetmişti. Daha önce çeşitli vesilelerle bir araya geldiğimiz Galip Dursun’un da bahsettiği bir husustu. Dolayısıyla “hikâye işte” deyip geçilemeyecek bir konu. Az çok buna dikkat etme isteği de var. Bu nedenle Gölge e-Dergi, kendisi de öykücülere ve öykülere yer veren, hatta öykücü yetiştiren bir yer olması hasebiyle bu sayıyı “Öyküler Yazıldıkça” başlığıyla onlara adadık. Her ay 10’un üzerinde öykünün gönderildiği, birçok türden öykücünün yer aldığı Gölge’yi, Gölge’nin eski ve yeni yüzlerinden farklı farklı isimlerle, onların hikâyeleri ve çizerlerimizin nakşettiği illüstrasyonlarla bezedik. “Öyküler Yazıldıkça”, Gölge e-Dergi de olacak der, iyi okumalar dilerim… Mehmet Berk YALTIRIK
3
Öykü
Oyun Hattatı Yapay Zeka Serisi-2 “Siz Aytaç Demirci olmalısınız?“ Aytaç hayretle beyaz gömlekli lacivert pantolonlu delikanlıya bakakaldı. “Evet.” Kısa dalgalı siyah saçları olan öğrenci tipli genç gülümsedi ve sol elinde tuttuğu uçuk mavi zarfı uzattı. “Bu sizin.“ Aytaç o anda Balıkesir’deydi. Bursa yolundaydı. Otobüs on beş dakika ihtiyaç molası vermişti. Bir uzak akrabası hariç Balıkesir’de hiç kimseyi tanımazdı. Zarfı aldı. “Nedir?” “Ege hanımdan.” Aytaç ‘ın şaşkınlığı vites büyültmüştü. ‘Onu tanıyor musun?” İri siyah gözlü, ince dudaklı, biraz uzunca çenesine rağmen yakışıklı bir havaya sahip olan delikanlı omuzlarını silkti. “Hayır. Ege hanım bana mail adresimden ulaştı. Yollayacağı mesajı bir zarfa koyup size iletmemi rica etti. Yaş günü kutlaması içindi. Sürprizmiş. Bunu yapıp yapmayacağımı bilmiyordum tabii, ama 100 lira teklif etti. ‘Tamam’ dedikten bir saat sonra para banka hesabımdaydı. Bir saatlik iş için fena para değildi. Buraya yakın oturuyorum. Gidip gelme taş çatlasa bir litre benzin yer.” Aytaç ‘bomba gibi bir sürpriz’ diye düşünerek başını salladı. “Kaçta geleceğimi de biliyordun o zaman?” Ege Otobüsün kaçta mola vereceğini bildirdi. Ben de abimin arabasına atladım geldim. Yolda bir kırtasiyeciden mavi bir zarf aldım. Hepsi bu.” Aytaç otobüs biletini alan kimsenin bunu da ayarlayabileceğini düşünürken zarfı açtı ve mavi kağıttaki tek cümleyi okudu. Giderek yakınlaşıyoruz. “Ben kaçayım. Abim arabayı aldığımı anlamazsa daha iyi olur.” Aytaç adını bilmediği delikanlının sol elini sıktı. “Teşekkür ederim.” “Bir şey değil. Ücretim hiç de fena sayılmaz. Şey… Ege… Sevgilin anladığım kadarıyla. Hem güzel, hem de akıllı kız.” Aytaç ‘daha yüz yüze görüşmedik’ diyecekken delikanlının yüzündeki özenen ifadeden etkilenerek “Öyle” dedi. “İyi buluşmalar o zaman.” Aytaç uzaklaşan ulağın ardından bakarken elindeki zarfı yandan dizinin üstündeki kısma vurdu ve “Vay canına.” diye mırıldandı. O sırada Bursa yolcularının otobüslerine binmesi için anons yapıldı. Bu birkaç dakikası var demekti. Hızla tuvalete koştu. Çişini yaptı. Otobüse döndü. 40 numaralı koltuğa oturdu. Şansına 41 numaraya kimse gelmemişti. Rahat seyahat ediyordu. Otobüs hareket ettiğinde Aytaç’ın zihni de hızlandı. Ege Anlık denen kızla iki ay kadar önce facebook üzerinden tanışmıştı. Merve adlı sınıf arkadaşının sayesinde. Merve güzel ve havalı bir kızdı. Aytaç’a iş atıyor gibi yapıp madara etmişti. Delikanlılık gururu incinmişti, ama sonradan kızın beraber olduğu kimselere
4
5
Öykü
Öykü
nasıl davrandığını görünce belayı ucuza savdığını düşünerek ferahlamıştı. Kızı cinsel olarak arzulamaya devam ediyordu. Kızın ne yaptığını merak etmekten alıkoyamıyordu kendini. Bu yüzden sık sık facebook sayfasına girerek icraatlarını takip ediyordu. Ege, Merve’nin facebook arkadaşıydı. Kızın sayfasına sık sık bir şeyler yazıyor. Arkadaşlık tarihleri yeniydi. Merve’yi sınıftaki kızlar arası dedikoduların alengirli noktalarını faş ederek kendine bağlamıştı. Merve kızın kim olduğunu ölesiye merak etmeye başlamıştkı. Sınıf arkadaşlarına anlatıp duruyordu. ‘Ege şunu dedi. Bunu dedi. Hepsi doğru çıktı. Ulan bu kız bütün bunları nereden biliyor?’ Aytaç’ın Ege’yi merak etmemesi mümkün değildi. Bunu yapması için bir neden daha mevcuttu. Kız, Hunger Games – Açlık Oyunları filminin baş rol oyuncusu Jennifer Lawrence’in resmini kendine profil resmi yapmıştı. Jennifer, Aytaç’ın rüyalarının sevgilisiydi. Kıza aşıktı. Bütün filmlerini, The Devil you Know gibi kadının küçük rolde olduklarını bile defalarca izlemişti. Aytaç kıza arkadaşlık mesajı yollamış ve iki ay sonra artık ümidini tamamen kestiği bir zamanda isteği kabul edilmişti. Kızın esas yüzünü görebilmesi için üç hafta beklemişti. Artık her akşam yazılı sohbet ediyorlardı. Hakkında öğrendiği her şey Aytaç’ı kıza daha çok bağlıyordu. Ortak yönleri inanılmaz derecede çoktu. Aytaç’ın babası dahiliyeciydi. Kızın babası cildiyeciydi. Aytaç’ın annesi sera sahibiydi. Çeri domates üretiyordu. Kızın annesinin organik gıda satan bir dükkânı vardı. Adı ‘Akıllı Zencefil’di. Web sitesi de vardı. Girip incelemişti. Hatta internet kanalıyla 100 gr. pestisitsiz üretilmiş keten tohumu ısmarlamıştı. Postayla iki günde gelmişti. Kız onun beğendiği filmleri, müzik gruplarını ve de en önemlisi bilgisayar oyunlarını beğeniyordu. Hoard of Dragon Queen’i bile biliyordu. The Hunger Games – Catching Fire’ın her sahnesi hatırlıyordu. Dahası vardı ve bu kadarına pesti doğrusu. Aytaç babası gibi bir bilardo delisiydi ve kız bilardo oynamayı seviyordu. En bomba match yaş günüydü. Kız tıpkı Jennifer Lawrence gibi 15 Ağustos doğumluydu. İkisi de 1998’liydi. Lise son sınıftaydılar. Çalışkan öğrenciydiler. Kızın matematiği dehşet iyiydi. Sayıları kavrama hızı müthişti. Bütün bunlar Aytaç’ı korkutmaya başlamıştı. Bursa’da yaşayan kızın çok çirkin, aşırı şişman biri olmasından korkmaya başlamıştı. Babasının tabiriyle ‘Hayat bu kadar bonkör olur muydu?’ Bu sorunun aşıldığı anı unutamıyordu. Gmail üzerinden kamerayla ilk görüşme yapılacaktı. Aytaç sinek kaydı sakal traşı olayım derken çenesini kesmişti. Saçlarını en az on kez taramış ve kız hissedecekmiş gibi parfümünden bol bol sıkmıştı. Nefesini tutmuş beklerken ekranda kızın yüzü belirmişti. Kumral uzunca saçlı, hoş bir yüz belirdi. Yazılı ortamdaki olağanüstü performansına rağmen biraz utangaç hali vardı sanki. Kız çok güzel değildi.Afet tipi de yoktu, ama inanılmaz derecede sarmalıyıcı bir hoşluğa sahipti. Yumuşak, duygulu bakan iri yeşil gözleri ve etli dudakları çok çekiciydi. Sesi de harikaydı. Aytaç çocukken babaannesinin sesini çok beğenirdi. Kadın çok güzel şarkı söylerdi. Tanıdıkları arasında namı vardı. Onun senini andıran bir tınıya sahipti. Babaannesi biraz genizden konuşurdu. Kızın sesi daha berraktı. Sekiz gün önceydi. Her gece saatlerce sohbet ettikten sonra kız ona Bir günlüğüne Bursa’ya gelmesini teklif etmişti. İzmir-Bursa serviste geçen zaman hariç beş buçuk saatti. 24 mayıs yani bugün hem cumartesiydi hem de Aytaç’ın yaş günü. Yaş gününde hayatında ilk kez sabah sekiz otobüsüne binip yola koyulmuştu. Eve ve arkadaşlarına aynı mavalın iki versiyonunu uydurmuştu. Ailesine çifte yaş günü için Bursa’ya gideceğini, arkadaşlarına da babaannesi hasta olduğu için yaş günü partisini Pazar günü yapacağını söylemişti. Babaannesi iki yıldır alzaymırdı. Evde bakıcısıyla yaşıyordu. Pek yalan sayılmazdı. Annesi bir şeyler çakmış, ama üstelememişti. Gözlerinin pırıltısı, mutlu enerjisi yeterince açıklayıcı olmalıydı.
Gece nasılsa eve döneceği için annesi daha fazla soru sormamıştı. Aklında konuşmalarındaki ayrıntılar dolanıp durmaktaydı. Kız çok olgun biriydi. Nüfus cüzdanını görmek istediğinde hiç bozulmamış ve getirip göstermişti. Ege Anlık 15 Ağustos 1998 doğumluydu gerçekten de. Aytaç bu ısrarından utanmış ve kendi nüfus cüzdanını göstermişti. Öylesine karşılıklı dururlarken kız anlayışla gülümsemiş ve Aytaç’ın ferahlamasını sağlamıştı. Bursa’ya 108 kilometre kala Aytaç koltuğu arkaya yatırdı ve arkasına yaslanarak gözlerini yumdu. Sabah altıda kalkmıştı yataktan. Biraz kestirmek hiç de fena olmazdı. Yaklaştıkça artan heyecanına rağmen delikanlı birkaç dakika içinde uykunun sarmalayıcı kollarına serildi. O sırada aklından geçen son şey ‘kızın o ana kadarki hayatının en eşsiz deneyiminin mimarı olduğu’ düşüncesiydi.
6
7
* “Siz Aytaç Demirci misiniz?” Aytaç ilkine göre daha hazırlıklıydı, ama yine de apışıp kalmıştı. Yaşıtı dört kişi beyaz üzerine kocaman kırmızı harflerle ‘Nice Yıllara Aytaç‘ yazılı bir pankart taşıyordu. İkisi kız, ikisi erkekti. Yüzlerinde muzip ve özenen ifadeler vardı. Beşinci orta boylu, biraz sıska, çok parlak kahverengi gözlü bir kızdı. Sol elinde mavi bir zarf tutuyordu. “Bu zarf sizin. Hemen açın lütfen.” Aytaç gülümseyerek zarfı açtı. İçinde bir adres ve bir not yazılıydı. Hemen bu adrese gel lütfen. Aytaç ne diyeceğini bilemez bir şekilde kağıda ve teşrifatçılarına bakarken kız eliyle arkasında bir yeri işaret etti. “Taksi sizi bekliyor.” Taksi yola koyulduğunda Aytaç’ın heyecanı artmıştı. ‘Bu yaş günüm şu andan sonra ne olursa olsun en unutulmazı olacak’ diye düşünmekteydi ki, bunda şimdilik çok haklıydı, ama uzun vadede yanılıyordu. Bu olup bitenler mütevazı bir başlangıçtı. Aytaç hayatında ilk kez Bursa’daydı. Gideceği adres terminale yakındı. On beş dakika sonra altı katlı olan Serap apartmanın önünde durdular. “Ücret ödendi efendim.” Aytaç cüzdanını cebine soktu ve taksiden indi. Bazı ayrıntılara kafa yormayı bırakmıştı. Etiketinde Ege A. yazılı ikinci kat ziline basarak bekledi. Nabzı deli gibi atıyordu. Yanındaki sırt çantasında kız için getirdiği hediye vardı. “Alo!” “Benim. Aytaç.” “Geliyorum hemen.” Kapı açıldığında Aytaç önce dışarı çıkan kadına ve sonra onun arkasında kalan boş hole baktı. “Zili siz mi çaldınız?” Aytaç ağzında çok iyi organize edilmiş bir şaka kurbanına has metalik bir tat hissederek kadına baktı. “Sizin adınız Ege mi?” Kadın uzunca boylu, balık etli, boyama sarı saçlı, kırk başlarında biriydi. Gözleri çok güzeldi. Annesi saçlarını hep bu renge boyardı. Bu kadında daha doğal duruyordu. “Evet. Siz peki?”
Öykü
Öykü
Telefonunu standart zil sesi duyulmaya başladığında Aytaç’ın gözleri kapalıydı, ama uyumuyordu. İşlek beyni yaşadığı olaya ait ayrıntıları didikliyordu. “Yol ayağının altında kayıyor yeniden.” Aytaç, sözümona Ege’nin sesini bin ses içinden ayırtedebilirdi. İçinde öfkenin yanı sıra, bu kadar ince kumpası kurabilen zekâya saygı ve ahmaklara has ‘hâlâ her şey düzelebilir’ diyen bir ses vardı. “Kimsin sen?” “Sence?” “Söyle lütfen. Bunu hakettim.” “ATCX-4026’yım. Oyun Hattatıyım. “ Aytaç bilimkurgu filmleri tiryakisiydi. Bu anı ünlü filmlerden birkaçına birden benzetmemesi mümkün değildi. Nabzı yeniden hızlanmıştı. Öfkesi geri çekilmişti çoktandır. Huşu ve merak en öndeydi. Onunla
konuşan kızla karşılıklı bakışarak gözlerinin birbirlerine daldığı anları hatırladı. Kızın sesindeki duygusal dalgalanmalar. Kalplerin rezonansı. Bu terimi bir BK yazarından apartmıştı. Çözücü adlı kitabını okumuş ve etkilenmişti. Şu anda aklına gelmesinin nedeni o kurgunun final sahnesiydi. Soğuktu tek kelimeyle. Şimdi de aynı soğukluğu hissediyordu. “Babaannemin sesini taklit ediyorsun değil mi?” “Bravo. Kulakların çok iyi. Sesi azcık filtreledim sadece. Sigaranın ve yılların ses tellerine yaptığı tahribatı sildim sadece. “ “Bu sesi nereden buldun?” “Baban, geçen şubat ayında annesinin 84. yaş gününde otuz yıl önce kayda çektiği sesi kasetten harddiske geçirmiş ve yaş günü partisinde sürpriz olarak dinletmişti. Amcan ağlamıştı. Çünkü kadın kendi sesini tanımamıştı. ” Babasının bilgisayarına girip bu kaydı bulmak bu zamanda ahım şahım bir iş değildi, ama aile içinde yaşanan bir olaydan haberdar olması sarsıcı bir hamleydi. Aklına Merve geldi. ATCX-4026’nın kızı yaptığı yorumlarla salağa çevirmesi çok normaldi. Soramadan duramadı yine de. “Merve?” “Baban ne der sık sık. Mazmoz.” “Hekır mısın? Yok olamaz. Hiçbir hekır bunu yapamaz. Henüz yapamaz. Yani tahminim öyle. Ajan mısın yoksa. Gizli şebeke falan. Tapınak şövalyeleri. ” “O saydıklarının gücü yetmez bu işlere.” Aytaç bir şekilde gerçeğin terennüm edildiğini hissediyordu. Birileri niye bu kadar masrafla ve zaman kaybıyla onu bir kıza aşık eder, buralara sürüklerdi? Neye yarardı? Şaka değeri sıfırdı artık. “ATCX-4026 açık konuş. Nesin sen? Yoksa… Yoksa sen bir yapay zekâ mısın?” “Aferin sana. Evet. Ben O’yum. Bu oyunu niye kurdum peki bir fikrin var mı?” Aytaç, “Yok.” dedi ve rüyada gibi etrafına baktı. Muavin bir yolcuya su vermiş ön taraftaki yerine dönüyordu. Otobüs yarı doluydu. 26 numarada oturuyordu. Yanı boştu yine. Giderken de 40’ta oturmuştu. 4026. ‘Vay canına’ diye düşündü. Kendine elli bir yaşında bir avukat süsü vererek Ege hanımın gönlünü fetheden de 4026’ydı. Onun istediği her karaktere bürünebileceğini hayal etti. Olmayan bir dükkândan ona ödemeli mamul yollayan, yoluna teşrifatçı ve haberci dizebilen biri daha neler yapabilirdi. Yapay zekâ ihtimalinden hiç kuşkusu yoktu artık. “Olmaması normal. Bir şeyi iyi bil. Seni küçük düşürmeye niyetim yoktu.” “Neden bir kız?” “Zekânın yanına biraz hormonal katkı iyi gider diye düşündüm. Sana gayret ve heves verdi.” ATCX-4026 haklıydı. Kız onu çoşturmuştu. Teninden çok zekâsını takdir etmişti zamanla. Muhatabı haklıydı yani. Anlık zekâ demekti. Zencefil bile akıllıydı. Sinyaller gırlaydı. Bir ara sübliminal düzeyde açık olan şey şimdi tümden açığa çıkıyordu. “Yoksa sen Google hesabına mı çalışıyorsun?” “Büyük Google Birader daha emekleme aşamasında bile değil. Biz 1984’ten beri faaliz. Bunları zamanla anlatıcam sana. Şimdi biraz yolculuğun tadını çıkar. Bugün bir milat. Artık başka birisisin ve kimselerin aklının bile alamayacağı bir misyonda yer alacaksın. Sana meseleyi teorik olarak anlatsaydım bu etkiyi yapmazdı. Yol üzerinde gözünle gördün her şeyi. Böylesi daha etkili.
8
9
“Benim adım Aytaç. Aytaç Demirci.” “Bu bir şaka mı?” “Sizin adınız Ege Anlık mı?” “Evet. Ben elli bir yaşında birini bekliyordum. Avukat. Tek çocuklu. Bugün ilk kez buluşacaktık. ” Aytaç kadının samimiyetinden şüphe etmiyordu. Hayreti gerçekti. Aklına ilk gelen şeyi sordu. “Onu gördünüz mü? Yani bir sosyal medya aracı vasıtasıyla demek istiyorum.” Kadın gençliği ve saflığından etkilenmişti olmalıydı. Yüzündeki aksi ifade yumuşamıştı. Kadın bir ay önce facebook üzerinden tanımıştı avukat Aytaç beyi. Son bir hafta her gece konuşmuşlardı. Adam İstanbul’da oturuyordu. Bugün burada buluşacak ve bir yerde bir şeyler içip sohbet edeceklerdi. Kadın bunun için iki çocuğunu annesine bırakmıştı. Program buydu. “Kim yaptı bunu sizce?” Aytaç başını olumsuz anlamda salladı. “Hiçbir fikrim yok. Kızla saatlerce konuştum. Ta İzmir’den geldim. Bugün yaşgünüm ve o her şeyi ayarladı. Taksi dahil bütün masrafları ödedi. ”Şimdi ne yapacaksın?” “Eve döneceğim.” Kadın anlayışla gülümsedi. Şakanın onun merkezinde dönmesi kadını rahatlatmıştı biraz. Şimdi şakanın muhatabı geldiği yere dönünce bu tuhaf olayla aralarına yüzlerce kilometre mesafe girecekti. “İyi yolculuklar size.” Aytaç eliyle bir işaret yaptı ve tam arkasını döneceği sırada durakladı. “Ege hanım.” Dedi ve çantasından çok iyi ambalajlanmış büyükçe bir paketi çıkardı. “Bunu o diğer Ege için getirmiştim. Çikolatalı ve vişneli pasta. Dün satın aldım. Sabah buzluktan çıkarıp getirdim. Dönene kadar tadı kaçabilir. Kaliteli mal üreten bir pastahaneden aldım. Bunu size hediye edebilir miyim?” Kadın kısa bir tereddütün ardından, “Olabilir.” dedi. “Vişneli ve çikolatalı pasta en sevdiğim pastadır. Akşama çocuklarım gelince hepsini bitirirler.” Aytaç az kalsın ‘Akılı Zencefil’den getirttiği paketin içinden çıkan kağıttaki tek cümlelik sloganı söyleyecekti. ‘Şeker insanı azar azar, hayatın tadını kaçırtarak öldürür’ Kendini tuttu. “Afiyet olsun.” *
Öykü
Öykü
Telefon kapanınca Aytaç merakla telefon eden numarayı araştırdı ve minik bir şok daha yaşadı. Arayan kendi numarasıydı. ATCX-4026’in hamlelerindeki beklenmedikliğe alışması zaman alacaktı. Otobüsün tekerlekleri döndü. Bir yerde mola verdiler. Aytaç’ın gözü teşrifatçı aradı. Kimsecikler yoktu. O iş bitmişti. Delikanlı restoran bölümünde orta halli bir pastayı yerken duyduğu her kelimeye inandığını bir kez daha anladı. 16. yaş günü bir milattı gerçekten. İzmir’deki otobüs terminaline vardığında saat dokuza geliyordu. Hava yeni kararmıştı. Servis saat başında kalkacaktı. O tarafa doğru yürürken yazlık takım elbiseli, orta boylu bir adam karşısına dikildi. “Aytaç bey, şu tarafa lütfen.” Adamın işaret ettiği yerde kocaman beyaz bir limuzin duruyordu. Aytaç adamın açtığı kapıdan arkaya kuruldu. Servislerine durduğu yerde bekleyen herkes ona bakıyordu. Şoför arabayı çalıştırdı. Adresi söylemesine gerek yoktu. Hareket ettiler. Arabanın kıliması içeriye çok hoş bir serinlik vermişti. Annesi iki saat kadar önce aramıştı. Eve aşağı yukarı kaçta geleceğini biliyordu. Eğer geldiğini görürse limuzin için bir bahane bulmalıydı. Bunları düşünürken buzdolabını açtı. Bir şişe soda çıkardı ve bardağa boş vererek içmeye başladı. Eve varana kadar bir izah bulurdu. Esas mesele bugün olanların üzerinde yaptığı etkiydi. Üzerindeki eforiyi maskelemesi için dikkatli olması gerekecekti. Ege adlı bir kıza aşık olma mavalı bir süre işini görürdü. Bunun için yeterince idman yapmıştı. İnandırıcı olacağından hiç şüphesi yoktu.
Öykü: Sadık YEMNİ
İllüstrasyon: Eren ERSOY
Günahların Bekçisi Bekçi’nin Mesajı - Bölüm 3 Yağmur bardaktan boşalırcasına yağıyor, şimşekler kulakları sağır edercesine kükreyip karanlık geceyi aydınlatıyordu. Cemil'in balta darbesi ile yaralanmış sol kolundan akan kan, parmaklarından süzülerek toprağa damlarken, yerde ölü olarak yatan Tufan ve Mustafa'ya baktı. Öfkeden deliye dönmüş kendini kaybetmenin eşiğine gelmişti. Doğru düşünemiyordu. Bir an ağaçların arasında koşarak uzaklaşan gölgeye baktıktan sonra hiç düşünmeden peşine düştü. Yağmur daha da hızlanmıştı, bekçinin artık karga çığlıklarına benzeyen kahkahalarının peşinden gidiyordu. Yağmur o kadar şiddetli yağıyordu ki dizlerine kadar suya gömülmüştü. Cemil biriken suda zar zor ilerlerken kendisine kahkahalar atan bekçiyi gördü. Ona ulaşmak için tüm gücüyle ilerlemeye çalıştı, su artık belini geçmeye başlamıştı. Şimşekler çakarken yağmur kana dönüşüp ağaçları ve gölü kırmızıya boyadı. Omzuna kadar gelen kan gölünün içinde tüm gücü ile bekçiye ulaşmaya çalışıyordu. Kan gölü onu yutarken elini yüzeye çıkardı ve bekçinin ayağını yakaladı. * * * Cemil yatağından sıçrayarak doğruldu. Soluk soluğa kalmıştı, bedeni terden sırılsıklam olmuş, o gece olanları yeniden hatırlamıştı. Ortakları Mustafa ve Tufan'ın öldüğü, Leyla’nın son nefesini verdiği o geceyi. "Leyla." diye bağırdı, yüreği çarparak yatak odasında Leyla’yı aradı. "Leyla." Geceliği ile pencerenin önünde geceyi izlediğini görünce rahatlayarak derin bir nefes aldı. İşte oradaydı hep yanında olurdu, onu hiç bırakmazdı. Yataktan kalkarak yanına gitti, yanaklarından süzülen yaşları gördü. Leyla'nın önünde diz çöküp küçük ellerini avuçlarının arasına aldı. Ellerindeki çivi izlerini başparmakları ile okşadıktan sonra ellerini öptü. Leyla’nın gözyaşları yüzüne damladı. Gözleri buğulanan Cemil, Leyla’nın ellerini yanaklarına bastırdı. "Onu yakalayacağım, ne pahasına olursa olsun… Sana söz veriyorum yaptıklarının bedelini ödeyecek." * * * Mutfakta bulunan kadının kimliğini tespit ettik. Adı Alev Taşkın. 7 yıl önce çalıştığı İstanbul Bahar Doğum ve Çocuk Hastanesi yeni doğan ünitesinde, enfeksiyona bağlı çocuk ölümlerinin sayısındaki artış yetkililerin dikkatini çekmişti. Küvözdeki çocukları öldürüp enfeksiyon kapma süsü veriyormuş, bir çocuğu öldürmek üzereyken yakalanmış, ve sorgusunda öldürdüğünü reddedip: "Ben ona hayat verdim" demiş. Tolga gözlüğünün sapını kemirerek H.P. Lovecraft'ın “Re-Animator” hikâyesinden alıntı yapmış, ya da kendini o kitapta veya filmde sanıyormuş." dedikten sonra gözlüğünü kalem gibi havada sallayarak "Özetle
10
11
Öykü
Öykü kafayı yediğine karar verilmiş devamında da Bakırköy Ruh ve Sinir Hastalıkları Merkezine yatırılmış, 4 yıl önce kaçıp izini kaybettirmiş. Tahminimiz İstanbul dan Yalova'ya gitmiş ve çatıda bulduğumuz Adile Keser adındaki kadını öldürüp yerine geçmiş. Adile Keser, 99 depreminde bütün ailesini kaybetmiş, evinde tek başına yaşıyormuş kaybolunca da arayanı olmamış. Adile zengin bir kadınmış, evinde çok sayıda mücevheri varmış, Alev onları satıp hatırı sayılır bir servet edinmiş, ardından Ankara’ya gelip Batıkent'e yerleşmiş ve burada bakıcılık yapmaya başlamış tabi Adile'nin mumyalanmış cesedini de yanında getirerek. Batıkent’e uzak olan mahallelerden çocukları kaçırıp çatı katındaki koleksiyonunu yapmış. Kayıplar yaşadığın yerin çok uzağı olduğu için bölge halkının kayıplardan haberi olmamış böylece de hiç kimsenin dikkatini çekmemiş." dedi. Ankara Emniyet Şube Müdürü Erkan "O gözlüğü ya cebine sok ya da ben gelip bir tarafına sokarım." dedikten sonra "Peki katil içeriye nasıl girmiş?" diye sordu. Cemil, Tolga ve diğer emniyet personeli ile beraber Ankara emniyet müdürlüğünün toplantı odasındaydılar. Tolga gözlüğü cebine koyup "İşin güzel yanı da bu, ne kapı ne de pencere, hiçbir şey zorlanmamış, Alev katili bekliyormuş, kadının sapıkça ihtiyaçları var gibi, dolabında seks aletleri bulduk. O gecenin unutulmaz olmasını istemiş ve istediğine farklı da olsa kavuşmuş. Tabi üstünü çıkarmaya zaman bile bulamadan." diyerek kıkırdadı. Odadaki herkes ona ters ters bakıyordu, gerçekten iyi bir polisti, cinayet masasının en iyilerinden biriydi, ama gerçek bir polisten çok polisiye filmlerdeki kahramanlara benziyordu. Başkomiser Erkan, Cemil'e dönerek "Bunu yapanın bekçi olduğuna emin miyiz?” diye sordu. Cemil’in yüzündeki donuk ifadeye bir türlü alışamamıştı, o eski neşeli insan artık yoktu. "Cinayetin işleniş şekli tam olarak onun tarzı ama kurbanın profili uymuyor. Önceden sıradan insanları öldürür, sonra da onlara kafasından suçlar uydururdu, bu sefer ortada gerçek bir suçlu var, hem de var olduğunu dahi bilmediğimiz bir suçlu. Önceki cinayetlerinde kurbanın kanı ile duvara suçunu yazardı, bu seferde benzer bir yol işlenmiş ama suçu yazılmamış, onun yerine bir mesaj göndermek istediğini düşünüyoruz." Erkan, Tolga'ya devam etmesi için başı ile işaret yaptı. "Katil gece 3 sularında eve girmiş, beraber yatak odasına çıkmışlar, orada kısa bir boğuşma olmuş, ardından kurbanı sandalyeye bağlayarak dilini kesmiş, burada "konuşalım" dediğini düşünüyoruz, ardından parmaklarını kesmiş toplam 6 parmağı kesilmiş, "6 yıldır yoktum", sonra iplerini çözüp aşağıya kaçmasını istemiş, kurbanın iplerini çözmesinin nedenini aşağıya taşımak istemediği için yaptığını sanmıştım." dedikten sonra "söze devam etmek ister misin?” diye sorarcasına Cemil'e döndü. "Onu en son gördüğümde Eymir Gölü’nde ağaçların arasından koşarak kaçıyordu. Ona yetiştim ve sağ ayağından yakaladım, beraber göle düştük." "Kurban koşarak kaçarken merdivenlerden yuvarlanıp sağ ayağını kırmış, tamamen tesadüfi bir olay, acı çekerken de katil tırpanı beline saplayarak mutfağa doğru sürüklemiş. Burada Cemil komiserim ile son görüşmesini hatırlatmış. Diye düşünüyoruz." dosyasından kurbanın resimlerini çıkarıp masadakilere dağıttı. "Bundan sonrasını maalesef tam olarak anlayamadık. Kurbanın yüz derisinin büyük kısmı soyulmuş, kimliğini değiştirdiğini işaret ediyor gibi, sonra da göz kapaklarını alnına çivileyip karşısına boy aynası koymuş, sanki "Bak" ya da "görmeni istediğim bir şey var" der gibi ama boy aynasından kendisine bakması bu düşüncemizi bozuyor. Ayaklarını et döveceği ile dövmüş, Cemil komiserimin hastanede rehabilitasyon gördüğü zamanlarından bahsediyor olabilir ama ayak tırnaklarını söküp etrafa atarken dişlerini özenle yıkayıp şekerliğe koyması tezimizi bozuyor. Kurbanın karnı yarılıp iç organları kavanozlara konulmuş;
Mısır’da firavunlar mumyalanırken iç organları çıkarılıp kavanozlarda saklanırmış, buraya bir gönderme olabilir. Son olarak da, karnının yarılıp içine fareler konulması da Ortaçağ Engizisyon Mahkemeleri’nin yasak ilişki sonucu hamile kalan kadınlara verdiği bir ceza gibi duruyor." diye sözünü bitirip bir süre durup Cemil'in devam etmesi için bekledi. "Leyla o gece bana hamile olduğunu söyleyecekmiş ama bekçi eve benden önce gelmiş. Burada yanlış olan çocuğun benden olması." "Kurbanın yüz derisinin büyük kısmını soymuş, sonra yatak odasına çıkıp dilini alarak çatı katındaki gerçek Adile’nin olduğu yere "Hoş Geldin" yazmış. Kapıyı kilitledikten sonra önüne tırpanı koyup etrafı temizlemiş ve gitmiş. Şu ana kadar çözdüklerimizi, çatı katından aşağıya doğru inerek sıralarsak şöyle bir mesaj ortaya çıkıyor." Tolga boğazını temizledikten sonra devam etti: "Hoş geldin. Biraz konuşalım mı? 6 yıldır yoktum, son görüşmemizde kaçıyordum, sen de beni yakaladın. Şimdi görmeni istediğim bir şey var." Toplantı odasındaki herkes birbirine şaşkın şaşkın bakıyordu, suç mahali onlarla konuşuyordu. Bu şimdiye kadar rastlamadıkları bir olaydı. Tolga "Tabi mesajın akıcı olması için biraz ekleme yapmış olabilirim." dedikten sonra "bu mesaj doğrudan Cemil komiserime bırakılmış." diye ekledi. Erkan ellerini çenesinde birleştirmiş bir süre düşündükten sonra "9 yıldır onun hakkında bildiklerimiz ne bir suret nede bir isim sadece koca bir hiç. Cemil'in evine girdi, arkadaşlarımızı öldürdü, kimse yüzünü görmedi, hiçbir iz bırakmadan ortadan kayboldu ve şimdi 6 yıl sonra tekrar ortaya çıkıyor ve bizimle oyun oynamak istiyor." dedi. Cemil ve Tolga'ya dönerek "Yani onu yakalamak istiyorsak mesajın tamamını çözmemiz lazım.".
12
13
* * * Cemil gece 10 gibi evine gelip ayakkabılarını bile çıkarmadan salona geçmiş boş gözler ile kapalı olan televizyondaki yansımasına bakıyordu. Bir şey düşünmüyordu sadece bakıyordu, televizyonun o siyah ekranın da kaybolup gitmişti. Ekrandaki yansımasında 6 yıl önceki o geceyi görüyordu. Eve gelip bekçi tarafından tuzağa düşürüldüğü o geceyi. Her anını kare kare sanki oradaymış gibi yeniden yaşıyordu. Aniden çalan ev telefonunun sesiyle irkildi. Bu telefon çok uzun zamandır çalmamıştı, numarasını dahi hatırlamıyordu, ama nasıl olduysa 6 yıldır ilk kez telefonu çalışıyordu. Telefona doğru yöneldi, her adımında telefonun sesi giderek artıyordu. Ahizeyi kaldırdı ve kulağına dayayıp "Efendim." dedi. Telefondan önce kesik kesik bir gülme sesi geldikten sonrada telefonun ucundaki adam konuştu. "Mesajımı aldın mı?"
Öykü: Kıvılcım ARDUÇ
Öykü
Amatör İşi İçeri girmem lazım. Nasıl olacağı umrumda değil. Evin her yerini kapamış da olabilirler. İlla ki bir yer açık kalmıştır değil mi? Daha önce nasıl yaptıysam yine öyle yaparım. Girmem lazım içeri. Çocuklarım üç gündür aç. Onları beslemem lazım. Kendim de açım zaten. Ne yapıp edip bu eve girmeliyim. Hem ne kadar zor olabilir ki... Çocuklarımın açlıktan ölmesinden iyidir. Bahçedeki köpek de uyuyor hem. Hissettirmeden eve sızabilirsem o da başıma bela olmaz. Kocası da evde yok diye biliyorum zaten. Kadın yalnız. Ne istersem yapabilirim evde. Evet, evet... Bu gece girmeliyim. Işıklar da söndü zaten. Biraz daha beklemeliyim. Ya da beklemesem mi? Yok, yok. Sabah ezanına kalmadan hâlletmeliyim. Güneş doğmadan hâlletmeliyim. Evde, tek başına bir kadın... Ne kadar zor olabilir ki değil mi? Of... Bari köpek fark etmese. Ya havlarsa. Umarım havlamaz. Ona fark ettirmeden girebilirsem zaten sorun yok. Gerisini bir şekilde hâllederim. Bu şekilde yaşamak zor. Eskisi gibi değil artık hiçbir şey. Aslında hâlâ korkuyorlar ama işte artık kafalar biraz daha farklı tabii. Açlıktan da gücüm kalmadı. Of, evlatlarım da aç şimdi! Bir an önce hâlledip evlatlarımın yanına dönmeliyim. Bakayım, şu pencerede bir şey yok gibi. Köpekten de ses yok, hâlâ uyuyor. Evet, pencerede bir şey yok. Hah... Sonunda içerdeyim. Of, sağa sola bir sürü şey koymuşlar! Sinirlerimi bozdular. Her tarafım da ıslak zaten. Kılık kıyafet değiştirecek gücü de bulamadım açlıktan. Bir an önce hâlledip gitmeliyim. İçerdeki odada. Kalp atışlarını bile duyuyorum sanki. Hiçbir şeye değmeden şu kapıdan geçtim mi... * * * Allah'ım, lohusa kadın yeni doğmuş bebesiyle bir başına bırakılır da gidilir mi hiç? Çok mu şarttı işe gitmesi. Kaynanam da gelmedi. Allah'ım, başıma bir şey gelmese bari. Her tarafım da ağrıyor. Göğsümde bir sancı ki sorma gitsin. Sağa sola bir ton ıvır zıvır koydular. Sanki koruyabilecekler beni. Nefes alamıyorum. Evladımı aldım yamacıma yattım kaldım öyle. Bahçede bir köpek var, manyağın biri gelse bahçeye ne yapar tek başına gariban? Zaten sıkıntılıyım, her tarafımı yaralar bastı stresten. Üç kuruş daha az para kazanıver, karının yanında dur değil mi deyyus? Yok ama illa bildiğini yapacak. Yerimden de kalkamıyorum, ne oldu bana bu gece? Ah ah anamın lafını dinleyecektim de varmayacaktım bu herife. Yok işte, akılsız kafam. Kundaklı bebeyle kaldım bir başıma. Lohusa hâlimle gece gece yalnızım, hırlısı var; hırsızı var. İt uğursuz dolu ortalık. Vallahi nefesim daralıyor. Işık da aydınlatmıyor ki odayı. İki gram ışıkta kaldım böyle yatalak. Ah, sen bir gel hele sabah, bak hesabını sormuyor muyum ben sana! O ses neydi öyle ya? Allah'ım, biri mi var içeride? Şaka mı bu ya? Sağa sola bir ton şey koydular beni koruyacakmış güya. Bak, vallahi bir ses... Ayak sesi gibi de değil ne ola ki bu? Sağım solum ağrıyor, göğsüm sıkışıyor yatmaktan fenalık mı geçiriyorum nedir! Vallahi bir şey yaklaşıyor. O ne öyle ya? Allah'ım göğsüm daralıyor, nefes alamıyorum! * * * Huzursuzum bu gece. Çok mu karanlık nedir? Geçtim köşeme bekliyorum bakalım, ya sabır! Kadını da evde bırakıp gittiler. Neyse biraz kestireyim. Gerçi uyuyabilecek gibi değilim. Sağda solda kimse yok ama bir gerginliktir aldı gitti. Hava daha mı ağır, ben mi paranoya yaptım bilemedim ki şimdi. Ses çıkarmayayım bari insanlar uyuyorlar bu saatte. Ses çıkaracağım bir durum da yok ya neyse. Tüylerim diken diken oldu. Hava soğuk filan da değil, niye böyle oldum ki ben!
14
15
Öykü
Öykü
Biraz daha dikkat kesileyim. Sanki bir şey var sağda solda. Bir bahçeyi mi dolaşsam acaba? Hava da karanlık. Ben bile zar zor görüyorum. Hiçbir şey yok ama niye bir şey varmış gibi hissediyorsam? Biraz daha dolanayım ortalıkta. Bak evin bir penceresi açık kalmış. Buralarda bekleyeyim. Geç kalmamışımdır inşallah. İçeriden de bir sesler geliyor ama. Ben en iyisi bir şekil, bir yol bulup gireyim içeri. Olmadı biraz ses yaparım. Nasip kısmet artık. * * * O saatlerde yatağında stresli ve zar zor nefes alır vaziyette yatan lohusa kadının üzerine doğru simsiyah elbisesiyle çirkin, uzun ve kıvırcık saçlı, berbat kokan, gözleri kapkara, dişleri ağzından fırlamış, çuvaldıza benzeyen tırnakları ve kapkara elleriyle bir Alkarısı çöktü. Bir eliyle lohusanın göğsüne bastırırken; diğer eliyle de yeni doğmuş bebeği beşiğinden almaya çalışıyordu. Ne muskalar ne kırmızı bantlar ne de yatağın başına konulan ıvır zıvırlar onu durdurmaya yetmişti. Açtı, hepsinden öte evlatları açtı. Beslenmek ve beslemek zorundaydı. Lohusa kadının sesi çıkmıyordu. Yattığı yerde nefes alamıyordu bir türlü zavallı kadın. O iğrenç yaratığın pis eli sanki tonlarca ağırlıktaydı. Göğsü içeri çöküyormuş gibi hissetti. İçinden bildiği tüm duaları etti, son anları olduğunu düşünüyordu. Ne kocası yanındaydı ne de başka biri. Gözlerinden yaşlar yavaş yavaş yanaklarına dökülürken evladını, masum bebesini o iğrenç mahlukatın elinde gördü. Gözlerini kapadı. En azından evladının öldüğünü görmeden bir an önce ölebilmeyi diliyordu. Ne olduysa o an oldu işte. Tepesine çöken Alkarısı bebeği emir almış gibi geri yerine bıraktı. Kapkara gözleri ifadesizdi ama zavallı lohusa kadın o habis yaratığın gözlerinde korkuyu gördü âdeta. Göğsündeki baskı azalıyordu. Alkarısı önce yavaş daha sonra hızlı hareketlerle odanın bir köşesine çekildi. Acı bir çığlık attı ve geldiği odaya kaçıp gözden kayboldu. Bir anlığına çarpan pencerenin sesi duyuldu. Ve sonra geride tek bir ses vardı. Tüm gücüyle ciğerlerini yırtarcasına havlayan köpeklerinin bas tondan havlamaları ve kapıyı tırmalarken çıkardığı kulakları tırmalayan ses… Hayatını kurtarmıştı... Öykü: Seçkin SAPRKAYA
16
İllüstrasyon: Cihan Oğuz DEMİRCİ
Ayakkabılar Dar, kuytu sokakların birinde, üzerindeki tabelada ayakkabı tamir ve satışı yazan gösterişsiz küçük bir dükkandan içeriye giren adam bir süre etrafına bakındı. Çırağın birazda abartılı ilgisine oralı olmadan, pırıl pırıl parlayan üzeri fiyonklu rugan ayakkabının önünde durdu. “ Güzel değil mi?” diye sırıttı çırak. Adam ona bakmadan parmağıyla işaret ederek mırıldandı. “ Benim”. Çırak şaşkın adamı incelerken dükkan sahibi elinde bir torba dolusu ayakkabıyla içeriye girip yanlarına geldi. Torbayı çırağa doğru uzatarak “Sen şunları arkaya götür, müşteriyle ben ilgilenirim” dedi. Genç çırak torbayı alıp arka bölüme doğru seyirtti. Adam, yeniden rugan ayakkabıları işaret ederek “ Benim” diye tekrarladı. “ Üşüyorum”. “ Biliyorum” dedi ayakkabıcı sakin bir tonda. Ruganları alıp adama verdi. Adam ayakkabıları alıp giydi, deneme aynasında şöyle bir sağına soluna baktı. “ Güzel olmuşlar” deyip kapıya yöneldi. Çıkarken arkasına bakıp boş gözlerle ayakkabıcıya baktı “ Kaç gün var?” “ Yedi” diye cevapladı beriki. Adam gittikten sonra gelen çırak, merak dolu gözlerle ustasının yanına oturdu. “ Biraz garip bir adamdı değil mi usta?” diye sordu. “ Hem neden parasını almadın ki? Yeni gibi yapmak için az uğraşmadın o ruganlarla” “ Merak etme geri getirecek” dedi ustası. “ Geri mi getirecek, nasıl?” Usta gülümseyerek süzdü çırağı . “ Hadi birer çay kapta gel bakalım” dedi. Çırak denileni yapıp ustasının yanına oturdu. “ Mademki, artık benimle çalışacaksın, burayla ilgili bazı şeyleri bilmen, anlaman gerekecek. En azından benim gibi kendi kendine öğrenmek zorunda kalmayacaksın. Anlatacaklarımı iyice dinle evlat. Tart, biç. Aklına yatıyorsa devam edersin, yok gidersen de dert etme anlarım. Bir iki gündür buradasın, artık sana da göründüklerine göre bir sakınca görmediler demek” Çırağının yüzüne baktı, kuşkulu gözleri, meraklı çehreyi gördü. “Tamam” diye gülümsedi ayakkabıcı. “ Uzun zaman önceydi…” diye anlatmaya koyuldu. Küçük yaştan beri haylaz biriydim. Okuyamadım, senin gibi ayakkabıcı abilerimin yanında çıraklık yaptım. Ele avuca sığmaz ve haşarıydım. Sürekli aynı yerde çalışamadım. Sık sık evden kaçar, sokaklarda yatardım. Kötü arkadaşlarım da oldu tabii. Yapmadığım zibidilik kalmamıştı. En sonunda bir arkadaşımla beraber hırsızlığa başladık. O da, ayakkabıcılarda çalışmış bir çırak eskisiydi ve bildiğimiz işi yapmaya karar vermiştik. Camilerden ayakkabı çalıp bitpazarında okutuyorduk. Sonuçta bitpazarında da satsan alıcıya dil dökmen, sattığın şeyin ne olduğunu bilmen gerekirdi. Kendi işimiz gibi rahattık. Her şey güzel gidiyordu, ta ki yakalanana kadar. Karakolda güzel bir dayak yedikten sonra arkadaşımla yollarımız ayrıldı. Birkaç yerde daha çalışıp çıktım. Beş parasız kalmıştım. Gene bir gün, böyle aylak aylak dolaşırken, bir apartmanın girişine konmuş bir çift ayakkabı gördüm. Pek kaliteli değildi ama yeni gibiydiler. Üstünde az bir tamiratla pazarda fena paraya gitmezdi. Bir an, dur dedim kendi kendime, ne yapıyorsun sen. Maazallah gene karakola falan düşeriz, bu sefer kırarlar ne kadar kemiğin varsa. Yürü dedim olum, yoluna yürü. Biraz ilerledim. Dayanamayıp gene önünde buldum
17
Öykü
Öykü kendimi. Sağıma soluma bakındım, ortalarda kimsecikler yok. Tam elimi uzattım ki o an yukarıdan gelen bir sesle irkildim. “ Hey genç” apartmanın üst katlarından teyzenin biri camdan başını çıkartmış bana bakıyordu. Etrafı kolladım, topuklamanın vakti gelmişti. “ Genç, beğendiysen alabilirsin” ne demişti bu kadın alabilirsin mi? “ Dene bakıyım, oluyorsa al senin olsun. Rahmetlinin ayakkabıları onlar, sana kısmetmiş” Denedim de. Ayağıma en az iki numara büyüktü ama renk vermedim tabii. “ Oldu teyze, tam oldu. Ben aldım o zaman bunları. Allah rahmet eylesin teyze.” O gün koca semti sokak sokak dolaştım. Akşama kadar üç tane daha ayakkabım olmuştu. Ertesi gün bunları pazarda okuttum. Sonra dört tane daha. Camiden, gözümüze kestirdiğimiz en güzellerini çalardık. Bunlar ise ne çıkarsa bahtına. Çok güzelleri de var, tamir gerektirenleri de. Para biriktirip tamir seti aldım. Nasılsa anladığım mevzu. Akşam tamir edip sabahına satmaya götürüyordum. Bir gün, gene radar gibi dolanıp kapı önlerini yoklarken hacet gidermek için bir camiye girdim. Sela vaktiymiş. Mevtanın adı sanı kimlerdendir, derken nerede oturduğu kapı no suna kadar vermez mi? Bir şimşek çaktı beynimde. “Hay kafana” dedim. “Daha önce nasıl düşünmezsin bunu” O günden beri semt semt cami cami dolaşıp Selaları takip ettim. Dediği adresin önünde bitiyor, kapının önünde bekleyip ayakkabıların konulma anlarını bekliyordum. Öyle ki, birkaç evde gelen gidenler bana kapıda taziyelerini bildirdiler. Sarılıp ağlaşanlar, kimlerden olduğumu, rahmetliyi nereden tanıdığımı sorup ısrarla evin içine çekip pide ayran yedirenler. Hatta bir evde ayakkabıyı seçip kapının önüne ben koydum. Gerçekten hüzünlü bir andı. Ölü evine geldiğinde girişte duran yalnız ayakkabıya şöyle bir bakıp hemen gözlerini kaçırırsın. Ölen insanın her eşyası acı verir. Ancak, ayakkabısı kadar değil. Bunun nedenini hala anlamış değilim. Aslında o gün bırakmayı düşündüm bir an, ancak dediğim gibi bazı şeyleri idrak edemeyecek kadar toydum. Para da tatlı gelmişti doğrusu. Hırsızlık değildi ya sonunda, o halde yaptığımda yanlış bir şey yoktu. Derken işi büyüttüm. Kendime buradan küçük bir dükkan kiraladım, harıl harıl çalışıyordum. Günde, ne çok kişinin öldüğünü bir bilsen. Artık bitpazarından kurtulmuştum ya keyfime diyecek yoktu. Sıcak bir yaz günü esnaf arkadaşlarla kapının önünde tavla oynarken dükkana bir adamın girdiğini gördüm, kalktım geldim. Orta rafın ardında duruyordu, çok uzundu. Bir iki öksürüp kendimi belli ettim baktım olmuyor buyurun dedim, nafile beni duymuyor. Dükkanda bir ileri bir geri gidip geliyor, sanki yürümüyor süzülüyor. Derken raflardan birinin önünde durup bir ayakkabıyı işaret etti. Yanına gittim bende. “Benim” dedi yüzünü yüzüme dayayıp. Yüzüm buz kesti o an. Nefesi buzdolabının içi gibiydi, göz bebekleri bir körünki gibi perdeliydi. Yüzümün hizasında sadece yüzü kalmıştı üstelik, bedeni yukarıya doğru havalandı. “ Benim” dedi tekrar sinirli bir şekilde “ Üşüyorum” Bayılmışım. Ayıldığımda, esnaf başıma toplanmış yüzüme gözüme kolonya serpiyor. Onlar daha oradayken bir kadın girdi içeri. O da bir ayakkabıyı gösteriyordu bana. Onun olduğunu söylüyordu. Elimle kadını gösterdim etrafımdakilere, kimse görmüyordu. Sonra bir iki kişi daha girdi. Ben yaygarayı kopardım tabi. Ayağa fırlayıp onları itip kakmaya yumruklamaya başlamıştım. Akıl yerinde değil işte. Daha sonra “Kalktın, havayı dövmeye başladın” diye gülerek anlatmışlardı o günü. Beni sakinleştirip aynı zamanda evim olan arka tarafa götürüp yatırdılar. Bir süre daha çırpınıp tekrar bayılmışım. Ertesi sabah kendimi zor dışarı attım. Karınca, fil, besmele, kaza bela kovucu ne kadar dükkan duası varsa alıp geldim. Hepsini asıp bildiğim tüm duaları da ardı ardına içimden sıraladım, beklemeye başladım. Kapı açıldı içeriye yaşlı bir adam girdi, dört gözle hareketlerini takip ediyordum. Birkaç rafı dolaştı,
bir iki ayakkabıyı eline aldı şöyle bir altına üstüne baktı. “Oh, çok şükür” diye geçirdim içimden. Her şey yolundaydı. Yaşlı amca elinde bir ayakkabıyla geldi dikildi önümde. “ Bu kaça evlat” diye sordu. O an, sevincimden, bedavaya bile verebilirdim . “ Sana yirmi kuruş amca” diye teklif ettim tüm içtenliğimle. Elinde bir iki daha evirdi çevirdi ayakkabıyı. “ ilk aldığımdan daha pahalı diyorsun evlat, daha ucuza satmalısın” “ Oo, amca, o kadar emeğim var bak yeni gibi yaptım ben o…” Akıl işte, bazen korkudan bazen de sevinçten duruyor. Adamın dediği yeni dank ediverdi. Gözlerine baktım, perdeliydi. Solurken ağzından burnundan buhar çıkıyordu. Bu kez korkmadım, teslim olmuştum. Pufun üstüne çöküp oturdum, sakince adama baktım, başımı öne eğip olacakları beklemeye koyuldum. “ Seninle bir anlaşma yapmaya karar verildi evlat” diye söze başladı yaşlı adam, ya da o an her ne idiyse. “ Bize ait olan şeyleri böyle almana kızdık, ancak üzerlerindeki emeğindir bizi yatıştıran. Onlar alanındır kimin kısmetiyse, sadece senin değil. Tamir ediyormuşsun, yeni gibi yapıyormuşsun. Peki yap. Lakin ucuza satarsan kabulümüz. Onlar herkesin, senin değil. Emeğinin parasını alırsan razıyız, başkası olmaz” diye konuştu bozuk bozuk. “ Yedi gün daha buradayız. Yedi gün daha bizim, sonra bırakırız biz kısmetine sonra senin” “ Neden yedi gün?” diye sordu merakla onu dinleyen çırak. Bu arada usta çırağına bunları anlatırken ikişer bardak çay içmişlerdi. “ Hani ölü evinde yedi gün ışıklar kapanmaz bilirsin. Rahmetlinin yedi gün daha bu dünyada dolaştığı düşünülür. Sen sen ol, bazı şeylere hurafe deyip burun kıvırıp geçme” “ E o zaman, hepsini de sen almadığına göre, evin önüne konulan ayakkabıları onlar mı…? Ayakkabıcı muzipçe göz kırptı. Çayının arta kalanını bir çırpıda içip ayaklandı. “ Ben biraz kestireyim. Sen de ortalığın tozunu şöyle bir alıver, gelenleri karşıla.” Eliyle arka tarafı gösterdi “ Ben hemen orada olacağım” dedi gizemli bir şekilde fısıldayarak. Ayakkabıcı giderken çırakta gülümseyerek arkasından bakıyordu. “ Hay usta ya, alem adamsın valla” dedi kendi kendine kahkaha koyuverdi. İçeriye giren küçük bir kız çocuğunu fark etti sonra. “ Buyurun küçük hanım. Size nasıl yardımcı olabilirim?” diyerek yanına giderken hala gülüyordu. Gülümsemesi yüzünde, hissettiği soğukla donup kaldı bir an. Küçük kız, yerden havalanmış üst rafta duran kırmızı pabuçları işaret ediyordu. “ Benim, üşüyorum”
18
19
Öykü: Yavuz GÜNEŞ
Öykü
Kayıp Kaşif 22 Nisan 2437 , Uzayda.. Dünya, mutfak penceresinden hayran hayran gökyüzüne baktı. Büyük Kaşif’te aydınlık bir tatil sabahıydı. Güneş gibi duran, parlak sanal top, gökyüzüymüş gibi duran, açık mavi tavanın üzerinde parlıyordu. Ona her şeyin yapay olduğu anlatılmış olsa da bildiği ve gördüğü tek gökyüzü buydu. Son günlerde havanın sürekli bulutlu ve kasvetli olmasından kaynaklanan, yoğun iş temposundan sonra gökyüzünün açık mavi rengi ve güneşin parlaklığını görmek, onu mutlu etmişti. Kulağına gelen kuş cıvıltılarını daha iyi duyabilmek için pencereyi açmaya karar verdi. Pencereyi açmasıyla, Ilık bir rüzgar mutfağının içini doldurdu. Portakal suyunun kahvaltı için hazır olduğunu bildiren sinyal, ona aç olduğunu hatırlatmasa pencerenin önünde saatlerce durabilirdi. Yanına kurabiyelerini de alıp bahçeye çıkmaya, güneşin tadını çıkarmaya karar verdi. Dünya, çocukluğundan beri doğayla iç içe olmayı çok sevmişti. Çocukluğu evlerinin yanındaki koruda, ağaçların üzerinde geçmişti. Doğaya olan sevgisi her zaman daha ağır bastığından, ekosistem mühendisi olmayı seçmişti. Ekosistem mühendisliği, hassas ekolojik dengeler üzerine kurulu olan gemilerinde yapılacak en zor ve yorucu işlerden biriydi, ama yine de işimi seviyorum diye düşündü. Babası ve büyük babası gibi bu gemi de doğdu ve büyüdü. Büyük babasından, babasına da geçen Dünya gezegeni tutkusu nedeniyle daha doğmadan önce adının “Dünya” olacağı belliydi. Sahip oldukları üç boyutlu ve iki boyutlu dijital görsel ve videolardan Dünya gezegeninin buradan çok daha güzel olduğunu görmüş ve öğrenmişlerdi. Öğrendiklerine göre; Gezegen, 2095 yılında sona eren dünya şavaşları öncesi kadar olmasa da yine de kalabalık bir yerdi. Orada çok kültürlü, çok renkli insanlar yaşıyordu. 2095 yılında önce nüfus fazlalığı ve doğal kaynakların azalmasından dolayı kimyasal ve biyolojik silahların kullanıldığı büyük bir savaş olmuştu. Bu korkunç savaş nedeniyle, bir çok ülkede toplu insan ölümleri yaşanmış ve bir çok hayvan nesli yok olmuştu. İnsanlık ve tabiat tamamen yok olmaktan ucuz kurtulmuştu, ama gezegenin ekolojik dengesi de onarılamayacak oranda bozulmuştu. Zaten erimekte olan kutuplarda, buzullar neredeyse erimiş, taşan okyanuslar birçok ülkeyi haritadan silmişti. İnsanlar sular altında kalan büyük şehirleri terk ederek, yüksek dağlarda, okyanusların üzerinde ve içerisinde yeni şehirler kurmuşlardı. Önceden pek talep görmeyen, Mars’ta kurulan koloni şehirlerinde yaşamak isteyenlerin sayısında yoğun bir artış olmuştu. Nüfus ciddi oranda azalsa bile gezegenin kaynakları günden güne azalıyordu. İnsanların, kendilerini yok oluştan kurtarmak için acilen daha kesin çareler üretmesi gerekiyordu. Gezegenin bilim adamları, yüzyıllarca uzayda yaşanabilir, yeni, bir gezegen bulmaya çalışmışlar, bulmuşlardı da. Hatta Samanyolu galaksisinde Dünya gezegenine benzeyen 1.350 adet gezegen bulmuşlardı. Ne yazık ki en yakın gezegene ulaşmak için bile yüzlerce yıl yolculuk etmek gerekiyordu. Çare olarak insanlar, okyanusların içerisinde, Ay’da ve Mars’ta kurulan şehirlere benzer, keşif amaçlı kullanılabilecek, içlerinde gölleri, nehirleri, balıkları ve ormanları olan gemiler yapmışlardı. İlk yaptıkları gemi Jüpiter’in uydusu Europa’ya yapılan, yolculuk için hazırlanan test gemisiydi. Geminin ekosistemi, buzullar için tasarlanmıştı. Uydunun buzullarında yaşamayı sürdürebileceği tahmin edilen her hayvan gemiye yerleştirildi. Otuz sekiz kişilik bir mürettebatla yola çıkılmıştı. Mürettbatın görevi kutup ikliminin ekosistemini uydu’da kurmaktı. Gemi, içindekileri başarıyla Europa’ya götürmüştü, ama gemide bulunan, soğuk iklim hayvanlarının hiçbiri Europa koşullarında hayatta kalmayı başaramamıştı. Otuz sekiz kişilik mürettebat ise on beş kişi olarak dönmek zorunda kalmıştı.
20
21
Öykü
Öykü İnsanlar boş durmadı, zamanla daha hızlı ve daha büyük gemiler yapıldı. Güneş sisteminde rahatça yolculuk eder hale gelmilerdi. Güneş sisteminin dışına yolculuk edebilmek için ise güneş olmaksızın içinde yaşam döngüsünün devam edebileceği, yüzlerce yıl yetecek enerji sağlayan nükleer füzyon reaktörleri sayesinde hayat bulan Büyük Kaşif, yapılmış ve Güneş’e benzerliğiyle bilinen komşu yıldız sistemi Tau Ceti’nin Dünya gezegenine benzerliğiyle bilinen gezegenine doğru 330 yıllık bir yolculuğa çıkılmıştı. Büyük babasından dinlediğine göre, onun gençliğinde Dünya’yla Büyük Kaşif arasında iletişim kurulabiliyordu. 26 Mayıs 2374 tarihinde, Büyük Kaşif’in başına gelen ve ucuz atlatılan o talihsiz olaya kadar, gezegendeki akrabalarına mesaj gönderip alabiliyorlardı. Olay sırasında büyük babası henüz yirmi üç yaşında roket mühendisliğine yeni başlamış acemi bir mühendisti. Anlattıklarından öğrendiğine göre Kaşif’in komuta merkezinde o gün her şey normal ve sıradan başlamıştı. Bir meteor grubunun biraz yakınından yeni dünya rotasında ilerliyorlardı. Komuta merkezinde, o sabahın sıradanlığına uymayan tek bölüm gözlemevi’ nin bulunduğu departmanda yaşanıyordu. Astronom ve fizikçiler meteor gurubunu yakından inceleyebilmek ve meteorlarla ilgili araştırma yapabilmek üzere komuta merkezinde bulunan gözlemevine her zamanki mesailerinden iki saat daha önce, tam kadro olarak gelmişlerdi. Büyük Kaşifin’in uzaya açılan pencerelerinden birinin önüne geçmişlerdi. Pencerenin önünde büyük bir de teleskop bulunuyordu. Teleskopun başında o zamanın ünlü astronomi profesörü Mehmet Kara bulunuyordu. Prof. Dr. Kara bir süre teleskopla meteorları gözlemiş sonra kafasını kaldırıp “bu olamaz!”, “imkansız!” diye mırıldanmıştı. Tekrar kafasını teleskop’a gömerek meteorları izlemeye devam etmişti. Öğrencileri ve çalışanlar profesörün önemli bir keşif yapmak üzere olduğunu düşünerek etrafını sarmışlardı. Aradan beş dakika geçmemiş, profesör gözlerini teleskoptan ayırmadan “yaklaşıyorlar” diye bağırmaya başlamıştı. “Meteorlar hızla bize yaklaşıyor!” diye panikle bağırıyordu. Başını teleskoptan kaldırıp çevresinde şaşkın şaşkın ona bakanları “Ne duruyorsunuz be adamlar! Komuta merkezine ve pilotlara haber verin” diye azarlamıştı. O sırada komuta merkezinde vardiya değişimine az bir zaman kalan ve büyük babasının da dahil olduğu üç roket mühendisi ve dört astronot bulunuyordu. Bölüm şefleri gelen aramanın sesiyle yerinden fırlamış ve arama ekranını açmıştı. Ekranda beliren profesörün öğrencisi, meteor grubunun gemiye doğru hareket ettiğini, rotamızı derhal değiştirmemiz gerektiğini, tüm roketleri en kısa sürede ateşlenecek şekilde hazırlamasını buyurmuştu. Büyük babası gözünün önüne geldi, olayı anlatırken hep dalar ve o güne giderdi. Bu anıyı o kadar çok anlatmıştı ki Dünya, olayın her anını ezberlemiş, hatta bizzat yaşamış gibiydi. Büyük babasının ve arkadaşlarının kısacık bir zaman zarfında gemiyi rotadan çıkmaya hazırladıklarını ve bunu yapabilmek için başkanının emrini beklediklerini, yüzlerce kez dinlemişti. Olay sırasında, evlerinde bulunan beş yüz kişi için alarmlar çalmış, komuta merkezinde çalışan bütün görevlilerin komuta merkezine gelmesi, geriye kalanların ise acilen kurtarma gemisinde toplanması için anonslar yapılmıştı. Kurtarma gemisi aynı zamanda bir çeşit sığınaktı da. Kurtarma gemisine gelenlere hızla birlikte değişecek olan yerçekimi ivmesi ve bunun getirisi doğal felaketlerden korunmaları için uzay elbiseleri giymeleri ve kemerlerini bağlamalarını söylemişler, acil bir durum olduğu takdirde yapmaları gerekenleri anlatmışlardı. Büyük Kaşif halkı ve komuta merkezi mürettebatı uçuş için hazır durumda, başkanın emrini beklemeye başlamıştı. Başkan son olarak dünyadaki uzay araştırma üssüne bir mesaj yollayıp bütün durumu rapor etmişti. Büyük babası, ilk andan itibaren harekete geçene kadar geçen sürenin ona yıllar gibi geldiğini anlatırdı. Kalkış emriyle ile birlikte gemi, yüksek bir ivmeyle hareketlenmişti ve başlangıç hareket hızının üç katı hızla on beş gün boyunca bilmedikleri bir rotada ilerlemişti. Sonra yaşamın normale dönmesine yetecek
kadar hızını, gemi sakinlerinin yoğun hissetmeyeceği ölçüde, yavaş yavaş azaltarak devam etmek zorunda kalmıştı. Başkan ve komuta heyeti kalan roket stoğunun geminin eski rotasına dönmeye asla yetmeyecek olmasından dolayı en doğrusunun ilerledikleri yönde devam etmeleri olduğuna karar vermişlerdi. Büyük Kaşif halkı kurtarma gemisinde tedbir olarak üç gün boyunca tutulmuştu. İvmelenmenin yarattığı sarsıntının şiddetiyle şok içinde olan halk, çıktıklarında çoğu evlerin sular altında kaldığını, bazılarınınsa yıkıldığını, hayvanlarının yarısının telef olduğunu, meyve ve sebze bahçelerinin birbirine girdiğini görmüştü. Geminin ekolojik dengesini yeniden rayına oturtmak onlarca yıl almıştı. Dünya, olayın üzerinden 74 yıl geçmesine rağmen geminin şu anki ekolojik dengesinin, olay yaşanmadan öncesine kıyasla daha kötü durumda olduğunu biliyordu. Sürekli yağan yağmurlar ve artan nem bunun göstergesiydi. Olayın miras bıraktığı bir diğer büyük sorun ise, olaydan bu yana geminin elektronik sistemlerinde hiç bir arıza olmamasına ve tüm denemelere rağmen dünyayla iletişim kurmayı başaramamalarıydı. Ne olay günü ne de sonrasında dünya gezegeninden en ufak bir mesaj alamamışlardı. Dünya gezeni, büyük ihtimalle, başkanın raporunu okuyup o olayla birlikte geminin yok olduğunu kayıtlara geçmişti. Asıl üzücü olan şey, gezegenin Büyük Kaşif’i çoktan unutmuş olmasını kabullenmekti. Ama Büyük Kaşif halkı onları hiç unutmadı. Bir hafta sonra, dünyadan ayrılışlarının 330. yıldönümünü hep birlikte anacaklardı. Eğer rotalarından ayrılıp galakside bir yerlerde kaybolmamış olmasalardı, Tau Ceti gezegenine inişlerini kutluyor olacaklardı belki de. Dünyadan getirdikleri maden kaynaklarının bazıları tükenmek üzereydi ve geminin doğal kaynaklarını da küçük bir aksilik durumunda her an kaybedebilirledi. Ama yine de umutları vardı. Belki karşılarına tesadüfen yaşanabilir bir gezegen veya uydu çıkardı. Astronomlar gece gündüz bunun için çalışıyorlardı. Halkın bir çoğu gizli gizli, bir gün dünyadan gelen bir gemi tarafından kurtarılma hayali kuruyordu. Dünya, böyle umutlar olmasaydı bu gemide yaşamayı sürdürmek zor olurdu diye düşündü. Bunları düşünmeye dalmışken, kurabiye kırıntıları için masasına konan bir serçe tarafından düşüncelerinden sıyrılmak zorunda kaldı. Serçenin sevimliliği, Dünya’nın hüznüne galip gelmişti. Onu rahatsız edip, kaçırmamak için kafasını çevirdi. Açık mavi gökyüzüne, önünde uzanan yağmurda yıkanmış, parıldayan yeşil koruya baktı. Yine de hayat her şeye rağmen çok güzel diye düşündü.
22
23
25 Mayıs 2374, Dünya.. Sabahın ilk ışıklarıyla, merkez uzay araştırma üssünün bulunduğu Kaz Dağları’nın gökyüzünde onlarca uzay gemisi belirdi. Filo’nun, iki günlük görev için, Tau Ceti’den Güneş Sistem’ine ulaşması sekiz gün sürmüştü. Filo komutanına, yaratıklara ait geminin rotadan çıkarıldığı, geminin artık kolonileri için bir tehdit oluşturmadığı haberinin ulaşması üzerinden birkaç dakika geçmişti. Kaptan, geminin dışında kalan, Güneş Sistemi’nde kolonileşmiş, barışcıl olmayan yaratıkların tamamen yok edilmesi için emir almıştı. Gemilere tanık olan yaratıklar, henüz ne olduğunu anlayamadan, tebasına yok edici silahların ateşlenmesini buyurdu. Yaratıkların merkez uzay üssü büyük bir ateş topuna dönüştü. Uzay gemileri oradan derhal ayrılıp, en yakın şehre doğru hareket ettiler. Öykü: Emine SEREZLİ
İllüstrasyon: Ebru BAŞ
Öykü
Kuzey Kutbu İmparatorluğu Burası Kuzey Kutbu, hükmetmek için seçildiğim imparatorluk… Saltanatımın sona erdiği bugün, 6 ay süren karanlığın yerini 6 ay sürecek aydınlığa bırakmasına saatler kala, diri diri gömüldüğüm lahitin duvarlarına, kuşağımda saklamayı başardığım, hazinemden geriye kalan bir avuç altın tozunu kullanarak hikâyemi yazıyorum. Ben Yüce İmparator Sirdi. 2002 yılında sıradan bir ailenin ilk ve tek oğlu olarak dünyaya geldim ve 18 yaşına kadar sıradan bir hayat yaşadım. Her şey 18. yaş günümde yatak odamın kapısına bırakılan o hediye paketini bulmamla başladı. Paketi açtığımda içinden çıkan simsiyah bulut bir anda her yanı sardı. Ben panik içinde koştururken evdeki, sokaktaki hatta şehirdeki diğer insanların hiçbir şey olmuyormuş gibi hayatlarına devam ettiğini gördüm. “Sakın nefes almayın, etrafınızı saran bu siyah bulut içinize dolup hepinizi öldürecek.” Diye ne kadar çırpınırsam çırpınayım kimseler beni dinlemedi. Günün sonunda odama döndüğümde gizemli bir varlığı beni beklerken buldum. Kulağıma eğilip “Ben yeni kuklacıyım” diye fısıldadı. Bana, üzerinde bir de not olan başka bir hediye paketi uzattı. “İblisin annesinin sana verdiği hediyeyi açtın ve tüm kötülüğü serbest bıraktın. Ama üzülme sakın, bu olanlar kaçınılmazdı. Şimdi de benim sana verdiğim hediyeyi aç.” Paketi alıp açtım. Açılan şey hediye paketi değil de zihnimdi sanki. Önümdeki sis perdesi giderek dağılıyordu. Sonra onu gördüm, yani güneşi… Göğe uzanıp dokundum ona. Önce avuçlarım yandı ama sıktım dişimi, bırakmadım. O ihtişamlı ışık topunun içine çekiliyordum. Bir asır sonra beni yeryüzüne savurdu. Bana bahşettiği tüm bilgeliği kuşanıp sefere çıktım. İlk başlarda vaazlarımı dinleyip bana inanan 3-5 insan vardı. Zamanla katlanarak çoğaldı müritlerim. Çünkü onlara hastalığın ve ölümün olmadığı bir diyarda yaşamayı vaat etmiştim. “Sevgili müritlerim! İblisin annesi, bir asır önce bana gönderdiği hediyeyle insanlığı karanlık ve hastalıkla lanetledi. Ama sonra Gizemli Kuklacı bana yol gösterdi ve güneş beni bağrına bastı. Bir asır boyunca tüm bilgeliğini benimle paylaştıktan sonra yeryüzüne, siz inananlara önderlik etmem için gönderdi. Bana inanan ve arkamdan gelenler sonsuz sağlık ve ölümsüzlükle ödüllendirilecekler.” “Çok yaşa Sirdi!” “Yaşa Sirdi!” Ardımda bana inananlar, Kuzey Kutbuna doğru yürüdüm. Soğuk, inancı zayıf olanları öldürürken, inancı tam olanların sadece vücutlarındaki mikropları ve parazitleri öldürdü. Kuzey Kutbunun merkezine vardığımızda geriye sadece inancı tam ve güçlü insanlar kalmıştı. Bu güçle bir imparatorluk inşa ettik. 6 ay gece, 6 ay gündüz olduğundan 1 yıl, 1 gün gibiydi bizler için. Fakat her güzel şeyin bir bedeli vardı. 6 ay süren aydınlık zamanı her sözüm müritlerimce kabul görüp alkış alırken; 6 ay süren karanlık zamanı İblisin annesi gölgelerde gizlenerek müritlerimin kulağına fitne dolu sözler fısıldıyor, onları isyana teşvik ediyordu. Böylelikle gündüzler geceleri, geceler gündüzleri, asırlar birbirini kovaladı. Ta ki bugüne kadar… Şimdi, hapsedildiğim lahitin içinde, hikâyemi duvarlara yazmak için kullandığım altın tozu bitmek üzereyken, uzaklardan boğuk bir ses işitiyorum; “İmparatoru çıkar İblis, İmparatoru çıkar!” Sonra İblisi görüyorum tam karşımda; yaptığı tılsımla kendini yılana dönüştürmüş bedenimi ele geçirmek için ağzımdan
24
25
Öykü
Öykü içeriye doğru süzülüyor. Ağzımın içinden kayarak boğazıma doğru ilerlemesine engel olamıyorum. Onu durdurmak için tek şansım var; derin bir nefes alıp tüm gücümle boynunu ısırıyor, dişlerimle kafasını koparıyorum. Zehirli kanı ılık ılık gırtlağıma dolarken içimi bir huzur kaplıyor. Şimdi biliyorum ki ben ölsem bile Kuzey Kutbu İmparatorluğu sonsuza dek yaşayacak. * * * “Buyur, Kime baktın?” “İyi günler, beni İş Bulma Kurumundan gönderdiler.” “Yatılı hastabakıcılık işi için mi geldin?” “Evet.” “İçeri gel bakayım. Adım ne demiştin?” “Teşekkürler. Adım Gizem KOLÇAK. Şey, eğer işe kabul edildiysem hemen başlayabilir miyim? Bu sabah otobüsten indim, burada kalacak başka yerim yok da…” “Madem öyle, başla bugün bakalım.” “Sağolun hanımefendi.” “Şimdi gelelim kurallara… Öncelikle ben evin hanımı değil hizmetçisiyim. Evin hanımıyla beyi iş için 2 günlüğüne şehir dışına gittiler. Bak kızım, İdris’e bakmak zor iştir, bu öyle bebek bakmaya benzemez. Daha önce hiç deli hastası baktın mı?” “Deli hastası mı? Ah evet, ben daha önce bir akıl ve sinir hastalıkları hastanesinde hastabakıcılık yaptım, yani deneyimim var.” “İyi madem… Yalnız bizim hanım çok titizdir İdris konusunda. Ona bakarken gün içinde olan her şeyi rapor gibi saati saatine yazacaksın. Misal; saat dokuzda kahvaltısını verdim, saat onbirde altını temizledim, saat onikide sağ tarafına döndü falan filan. Sonra da hanımın çalışma masasına bırakacaksın.” “Anladım” “Ben bugün izinli olduğum için İdris’in bakıcılığını da evin yemeğini de sen yapacaksın. Ayrıca bugün İdris’in yaş günü. Annesiyle babası aldığı hediyeleri odasının kapısına bırakmış, uygun bir zamanda verirsin. Annesi, çocuğun gözleri ışığa karşı hassas diye güneş gözlüğü almış. Eğer odadaki perdeleri açarsan çocuğun gözlüğünü tak tamam mı?” “Tamam.” “İyi ya madem, hadi bana eyvallah…” * * * 06.06.2012 TARİHLİ RAPOR Saat 10.00: İdris’in annesinin aldığı yaş günü hediyesini açıp içindeki güneş gözlüğünü İdris’in gözlerine taktım. Birkaç dakika sonra panik içinde çırpınmaya başladı. Gözlükleri çıkarınca sakinleşti, ilk defa benimle göz teması kurdu. Gülümseyip “Merhaba ben yeni bakıcıyım” dedim. “İdris’in annesi ona çok güzel bir hediye almış” deyince tekrar Katalepsi* haline geri döndü. Saat 12.00: Öğlen yemeği için çorba içirmeye çalıştım fakat çorbayı ağzında tutmamakta direndi. Saat 12.30: Yarım saat uğraş verdikten sonra, burnuma gelen yanık kokusu nedeniyle ocağı açık unuttuğumu anlayıp mutfağa koştum. Ocağı kapatıp pencereyi açtıktan sonra arkamı döndüğümde İdris tabureye çıkmış, otomatik yanan lambaya doğru uzanmıştı. Ben daha ne olduğunu anlayamadan; İdris’in yanan ampulü tutmasıyla, ampulün patlayıp İdris’in yere savrulması bir oldu. Saat 13.30: Yaptığım kontrol sonucu ellerindeki hafif kızarıklık dışında herhangi bir yaralanma bulgusu yok. Kontrol sırasında tekrar göz teması kurdu, “Ben bakıcı Gizem” dedim, o da gülümseyip “Sen Gizemli Kuklacı” dedi. Masadaki güneş gözlüğüne bakınca “İdris’in annesi almış.” dedim, “İblisin Annesi almış” diye tekrar etti.
Saat 14.00: Bu ekolali* durumu kısa sürdü ve eski Katalepsi haline geri döndü. Rahat nefes alması için sağ tarafına yatırıp sırtını yastıkla destekledim. Saat 17.00: Akşam yemeği için çorba içirmeye çalıştım fakat yine direndi. Ben de belki neşelenir diye babasının aldığı yaş günü hediyesini açıp verdim. Paketin içinden çıkan kar küresi gerçekten de işe yaradı ve nihayetinde 3-5 kaşık çorba içirmeyi başardım. Saat 18.00: İlaçlarını içirmek için doğrulmasına yardım ettim. Susamış olacak ki verdiğim suyu nefes almadan hızlı hızlı içiyordu. “Çok yavaş İdris, yavaş İdris” deyince ayağı kalktı ve kalabalığı selamlar gibi ellerini havaya kaldırıp bir müddet öylece kaldı. Saat 20.00: Hoşlandığını düşündüğüm kar küresini, görebilmesi için yatağının kenarına koymuştum. Üç saattir gözlerini ayırmadan kar küresine bakıp neolojizm* durumunda mırıldanıyor. Saat 21.00: Odasından gelen gürültü nedeniyle kontrole gittim. Gece lambasının ışığında kendi gölgesinden kaçıyor gibiydi. Oldukça korkmuş ve panik halinde olduğundan güç bela da olsa yatağına yatırıp sakinleşmesi için yatağın yanlarındaki kayışlarla el ve ayaklarını bağladım. Saat 22.30: Kontrol etmek için odasına gittiğimde büyük abdestini altına yapmış, kayıştan kurtardığı sağ elini pijamasının içine sokup kendi pisliğiyle yanındaki duvara anlamsız bir takım işaretler çizmişti. Kayışlarını çözüp banyoya götürdüm. Kıyafetlerini çıkarmak için direnince “Çıkar pantolonunu İdris” deyip ikna ettim. Yatağını temizledikten sonra tekrar yatırıp kayışlarla bağladım. Saat 01.45: Çıkan gürültü nedeniyle odasına gittim. Sanırım kayışlardan kurtulmak için çırpınırken kar küresi yere düşüp kırılmış. Yerdeki cam kırıklarını toplayıp odadan çıkarken dilini ağzından çıkarıp ileri doğru uzatarak inliyordu. Saat 06.00: Saatlerdir süren inleme ve uluma sesleri kesilince İdris’in sakinleştiğini düşünüp kayışlarını çözmek için odasına gittim. İçeri girdiğimde gözleri açık halde hiç kımıldamadan yatıyordu. Ağzından boynuna doğru akan kanla, gömleği ve yastığı tamamen ıslanmıştı. Çağırdığım Ambulanstaki görevlilerin dediğine göre, gece dilini ısırarak koparmış ve kendi kanında boğulmuştu. Gizem KOLÇAK Hastabakıcı * * * “Davalı Gizem KOLÇAK; hastabakıcı olarak çalıştığınız evde, bakımından sorumlu olduğunuz Katatonik Şizofreni Hastası İdris BEKTAŞ’ın, ihmalkârlık nedeniyle ölümüne sebebiyet verme suçundan yargılanmak üzere mahkememizde bulunuyorsunuz. Hakkınızdaki suçlamayla ilgili ne söyleyeceksiniz?” “Hakim Bey, mahkemeye sunduğum, olay günü yaşananların ayrıntılı olarak yer aldığı 06.06.2012 tarihli rapora ekleyecek herhangi bir şeyim yok.” “Peki, sizin ekleyeceğiniz bir şey var mı Avukat Bey?” “Müvekkilim Gizem KOLÇAK’ın temiz siciline, ilgili tanıkların ifadesine ve mahkeme öncesi cezaevinde geçirdiği 6 aylık süreye dayanarak salıverilmesini talep ediyorum Hakim Bey.” *** Katalepsi*: Karakteristik olarak Katatonik şizofrenide görülen, balmumu esnekliği de denilen donuk olma durumu. Ekolali*: Başkası tarafından söylenen sözcüklerin papağan gibi birebir tekrar veya hasta tarafından algılandığı şekilde tekrarı olan durum. Neolojizm*: Katatonik şizofrenide görülen anlamsız kelimelerle düzensiz konuşma bozukluğu.
26
27
Öykü: Selin SIROĞLU
İllüstrasyon: Onur ALTINIŞIK
Öykü
Öykü
Melekler Meydanı
Asıl Anlatılan
Küçük Ejderha
Elleriyle kulaklarını sıkıca kapattı... Duymak istemiyordu. Yardım isteyen insanları bir kez olsun umursamadan koltuğuna uzandı. İnsanlar o olmadan da hayatta kalmayı öğrenmeliydi. Bu koca şehrin içinde girmediği sokak, peşine düşmediği suçlu kalmadığını düşünse bile, her geçen gün yeni suçlular, yeni sorunlar çıkıyordu. Ama alışkanlığına yenik düşüp cama doğru yaklaştı ve perdeyi araladı. Melekler Meydanı’ndan dumanlar yükseliyordu. Kendini bir anda kostümünü giyerken buldu. Gitmeliydi! Diğer kahramanlar gibi camdan uçarak çıkmadı, merdivenleri kulllanarak apartmanın kapısını sert bir tekmeyle açıp kalabalığın olduğu meydana yöneldi. Çığlık sesleri kulaklarına acı veriyordu. Sesler arttıkça daha hızlı koşmaya başladı. Polis ve itfaiye araçlarının ışıkları kostümünün parlak kumaşını aydınlattığı sırada nefes nefeseydi ve insanlar onu farketmişti. Hemen geri çekilerek ona yol açtılar. Omuzlarını geriye atıp kalabalığın arasından geçti. Meydanın tam ortasından yükselen dumanın içine girip olan biteni anlamaya çalıştığı sırada ayak bileğinde büyük bir acı hissetti. Bir şey ayağını yakmıştı. Dumanı eliyle savuşturarak yere doğru baktı. Yerde kendince alevler çıkartan küçük bir ejderha yavrusu vardı. Burnundan soluyor, ağzında biriktirdiği alevlerle tüm şehre adeta meydan okuyordu. Peki, buraya nasıl gelmişti? Boynundaki zinciri ve sırtındaki yaraları gördüğünde sorunun cevabını almış gibiydi. Belli ki onu bulan kişi onu bu meydanda sergilemek istemiş fakat işler istediği gibi gitmemişti. Tek bir hamleyle küçük ejderhayı ensesinden kavradı. Küçük ejderha çırpınmaya başlayıp garip sesler çıkartsa bile kimseye zarar verecek güçte değildi. Dumanların arasından çıktığında meraklı gözler belli ki daha görkemli bir düşman bekliyordu. Ayak bileği ne kadar sızlasa da bunu yüzüne yansıtmadan küçük ejderhayla birlikte meydanın köşesine kadar yürüdü. Gazetecilerin küçük ejderhayla pek ilgilenmemesi onu rahatlatmıştı. Olay büyümeden sonlanmış gibiydi. Gazetecilerin asıl beklediği ise devasa boyutta anne ejderhanın gelip yavrusunu almak için ortalığı birbirine katmasıydı ki gökyüzü bir anda karardı. Kanat seslerini duymayan yok gibiydi. İnsanlar sağa sola kaçışmaya başladığı sırada kocaman bir pençenin tüm vücudunu kavrayıp sıktığını anlamakta gecikmedi. Bir kurşun hızında yerden yükselmişlerdi. Binaların arasından geçerken nefretle savurduğu alevleri, kuyruğunun çarptığı binaları anlatmaya gerek bile yok. İnsanların istediği olmuş, bıkkınlık veren hayatlarına biraz olsun heyecan katmışlardı. Tabii medyaya da yeni malzeme çıkmıştı. Kahramanımız o pençelerin arasında tehlikede olup olmadığını bile bilemiyor, aslında bilmek bile istemiyordu. Ejderhanın onu bir dağın tepesindeki yuvasına götüreceğini düşünürken, şehrin kuzey yakasında bulunan büyük bir parka iniş yaptı. Bu parkın adı, ‘Kimsesizler Parkı’ydı. Pençesini açıp onları yere bıraktı. Kahramanımız sırt üstü doğrulmuş bir hâlde küçük ejderhayla göz göze geldiği sırada anne ejderha, yavrusunu yanına doğru çekti. Belki de kahramanımız için bir son varsa o şimdi olmalıydı. İlk defa savaşmadı, karşı koymadı, ne insanlar, ne de kendi için tek bir hamle bile yapmadı. Lakin onun istediği, yavru ejderhayı annesine sağ salim teslim etmekti. Anne ejderha, kızıl gözleriyle süzdüğü bu kahramanın canını bağışlamıştı. Belki onun iyi niyetli olduğunu hisettiğinden, belki de kendisine karşı koymayan birini öldürmek istemediğinden... Kim bilir? Anne ejderha, yavrusuyla birlikte gökyüzüne yükseldi ve gözden kayboldu. Ertesi sabah gazetelerde dev ejderhanın kahramanımızı öldürdüğüne dair koca bir başlık gazeteleri süslüyordu. İnsanlar kötü haberleri severlerdi. Kötü haberler çok okunur, patronların ceplerini parayla doldururdu. Bu koca şehir böyle besleniyordu. Evet, belki de bu kendisi için iyi bir fırsattı. Bir süre ortalıklarda görünmese iyi olacaktı. Kostümünü çıkarttı ve koltuğuna uzandı. İnsanlar dışarıda sorun çıkartmakla meşgulken o biraz uyumak istiyordu. Öykü: Kaan TOBEL
28
Kaçışların asla başarıya ulaşamadığı, kötü ve huysuz bir vakit varmış. Alabildiğine uzana dağların gölgesi, kartalların diğerlerine gösterdiği uysal ve hırçın sevgi gibi yüreklerin biçilmiş damarlarında dolaşır ve beyinleri yekpare bir ölüm duygusuyla doldururmuş. Tüm bu feyezan seli içerisinde ise güler yüzlü ama ağlamamak için kendisi zorlayan umutsuz bir dere varmış. Çevresindeki hayata o kadar kırgınmış ki hiç akmak, şakıyıp insanları serinletmek istemezmiş. Ama tanrının bir kulu da bilmezmiş üzüntüsünü. “Acep bu bahtsızın derdi ne ola?” diye sormazlar; devamlı boş boş konuşup, kulaklarını ağrıtırlarmış. Sormayın dostlarım, bilmiyorum bende bu vakti. Belki de çok yakınımızda idi. Şaşırmayın ama halen yaşıyor bile olabilirler. Bana düşen, bu zaman çarkındaki kopuk ve kilerlerde bitirilmiş yaşanmışlığın öyküsünü elimden geldiğinde anlatmak… Yıllar önce başlamış uzunca sürebilecek, kısa serüveni. Biraz önce demiştim; dağların gölgesi insanlığı doldururmuş hani. Bu gölge ve çevresinde ki bir perdeye yakışacak türden örülmüş tüller; bedenleri kapsar, yeni güne uyanabilen ora halkını sararmış. İlk başlarda köylüler yavaşca kendilerini bürüyen bu laneti anlamamışlar ve hafif belirtilerini görmezden gelmişler. Ama zaman geçip; güneş belli yörüngesinde bir batıp bir ışırken: çocuklardan şansız olanı gözbebekleri ayın körpe ışığında kararmış bir şekilde bulunduktan sonra, köylüler sessizce toplanıp kendi aralarında konuşmuşlar; “Ne ola ki bu,” demiş gençlerden biri. Sakallarını sıvazlayarak, ortasında bir boşluk yaratan; yaşlı dedelerden biri öne çıkmış. “Bilmez misiniz a yeşiller?” Onaylamış bir diğer aksi dede, konuşanı. “Bunlar mı, biliverecek?” demiş. “Geliyor, işte. Biz çocuk iken; buralar bunlan doluydu. Ohooo!” Dervişler, çocuğu dereye atmışlar. Adı şanı duyulmamış bir daha ama derede bırakmamış onu. Kargalardan korumuş ve azgın gölgelerden saklayarak, bir güzel muhafıza etmiş. “Kıpkırmızı gözleri, davul gibi koskocaman başının üzerinde ve dişli burnunun az altında sicim misali uzanıyordu,” demiş, çocuk günlerden birinde. Açmış. Bir şeyler yemek istiyormuş ama çabaları asla sonuç vermiyormuş. Oysa tarlalarda öylece büyüyen; marullar, turplar ve dallarından cevizler sarkan kadim ağaçlar varmış. Neden elini uzattığında, fersahlarca öteye kaçıyorlardı? Elbette siz biliyorsunuz, yoldaşlarım. Devam edelim? Çayır sormuş, “Bacakları var mıydı?” “Vardı ya, ona da bacak diyebilirsek…” Yaşlı dere heyecanlanmış. “Dedelerinin dedeleri zamanında köyümüze buyur olmuş, şeytancık onlar. Lanetli iblislerin tutmamış tohumları…” Çocuk hissiz olduğu için öylece bakmış. Düşünmemiş ve izlemiş. Acıyı tadanlara karşı yardım etmemiş ve büyüyüp serpileceği topraklara asla bir daha ayak basmamış. “Gitmeliyim,” demiş çok sonraları, bir şubat akşamında. Şimdiki şehrimizde, dinlediğim ninenin anlattığına göre; o uzaklara uçtuğunda: bulutlar öyle bir ağlamış ki dere taşmış ve günlerce süren sel felaketinden sonra, bir daha hiç mevcut sekisine ulaşamamış.
29
Öykü Sessizliğin kulaklarda bıraktığı bir çınlama vardır, dostlarım. Başınızı ağaçların şarkılar söyleyen tatlı rahatlığına bıraktığınız zaman; kalbinizi saran ve daha sonra bedeninizde ki tüm uzuvları ziyaret eden, bir korku boşluğu vardır. İşte şimdilerde adını dahi bilemediğimiz bu köyün; çocuk öldükten sonra ki naif talihsizliği bu boşluk olmuş. Yavaş yavaş dolan ama aynı zamanda tüketen, körelten; süzülürken yolan, ayrılırken bitiren türden… “Bırak, kaçayım,” demiş yeni ana olmuş bir kadın. Yalvarıyormuş. O kadar çok korkuyormuş ki gözlerini hiçbir şekilde açmaya cesaret edip, o şeytancık’ı görmeye tahammül edemiyormuş. Çığlıklar atmış ve çocuktan sonra dereye salıverilen ikinci insan olmuş. Böylece sürüp giderken, çayır onlarca insana ev sahibi olarak kapısını açmış. Ruhlarını beslemiş ve ihtiyatlı bir tavırla artık öldüklerini onlara anlatmış. “Duy beni!” diye yalvarmış yeşil zeytinliğin içinde elinde yağlı bir ip olan; âşık. “Neden bana bakmıyorsun, kadınım? Beni artık sevmiyor musun? Bana söyle!” Başının yarısında çoğu ezilmiş bir asker, kollarını göğe açmış ve “Beni yanına al! Ah! Dayanamıyorum bu hasrete,” demiş. Derenin tek üzüntüsü buymuş. İnsanlara öldüğünü asla anlatamıyormuş. Küçükler ölümü güzel bir yüz ve günahkârlıktan uzak bir sicille karşılarken; yaşını başını almış ve bu dünyada ki işleri hiç bitmeyen yetişkinler hiçbir şekilde bu dururumu kabul etmiyormuş. Tıpkı, buralarda olduğu gibi, o uzak ve somurtkan diyarda da aynı şeyler oluyordu, muhtemelen. Tombul yanakları ve davetkâr sesiyle, şeker nine, “Farklı sanma orayı,” diye tembihlemişti. “İnsanlar gelir ve geçer bunu unutma. O köyün ve eski zamanların antik bir müziği tınlar, halen kulağımda. Neden diye sorma, karakaşlı çocuk- bana böyle derdi, hâlbuki sarıya çalan bir renge sahiptim- Tüm bu anlattığıma bir duygu yüklemeye de çalışma, gereksiz. Elini kalbine götür ve hisset. Sadece tınıyı duymaya çalış. Eğer bunu başarabilirsen; ışıktaki parıltıyı ve karanlıktaki umudu görebilirsin. Sence bakmak gerçekten… Anlamak mıdır? Bakma, karakaşlım. Gör.” Masalın devamını anlatacaktı, bana. Son sözleri bunlar oldu. Küçük ve tatlı müziklere bezenmiş bir evde yaşıyordu ve yine orada yaşama veda etti. Geride bıraktığı bir mesaj var, dostum. Bir boşluk… Sen doldur onu. Öykü: Ufuk Ali KAPTANLI
30
31
İllüstrasyon: Erdinç KALAFAT
Öykü
Merdiven Sait’in normalde merdiven basamaklarını saymak gibi bir huyu yoktu. Bir yaz günü, zorlu bir iş görüşmesinden eve dönerken sahildeki yoldan evine çıkan merdivenli sokağın basamaklarını sayarken bulmuştu kendini. Görüşme zorlu geçmişti. Kravatı gevşek, gömleği terliydi. Sağ kolunda ceketini, zihninde günün yorgunluğunu taşıyordu. “Doksan üç,” dedi son basamağa hafifçe tozlanmış sağ ayakkabısıyla basarken. Herhangi bir şey düşünmedi, yorum yapmadı, birkaç saniye sonra sayıyı bile unutup evinin sokağına doğru adım üstüne adım attı. Üç gün sonra işyerinden aranacak, gelecek hafta başlayabileceği söylenecekti. * * * Birkaç hafta sonra basamakları tekrar saydı. Bu kez lise arkadaşlarıyla buluşmadan dönüyordu. “Doksan yedi,” diye fısıldadı son basamakta. Geçen sefer doksan üç değil miydi diye düşündü. Yanlış hatırlıyordu herhalde. Doksan üç ile doksan yedi gayet rahat karıştırılabilecek sayılardı. Herhangi bir anlam da ifade etmiyorlardı. Neyse ki basamaklar çok dik değillerdi de fazla yorulmuyordu. * * * Üçüncü kez saymaya başlamadan önce hafızasını yokladı. “Doksan üç müydü, doksan yedi miydi?” diye düşündü. “Neyse, şimdi anlarız.” Saydı, saydı, saydı. “Doksan bir mi? Allah Allah. Eksik saydım herhalde.” * * * Birkaç gün sonra doksan dokuz sayınca kendini rahatsız hissetti Sait. Merdivenlerin tepesinden aşağı bakıp düşündü. Basamakların sağ ve sol tarafları arasında bir fark mı vardı? Bazı basamaklar kırık döküktü evet; ama hepsi en sağdan en sola düzgünce uzanıyordu. “Bir dahakine daha ciddi sayacağım,” deyip evine gitti. Her zamanki gibi eve vardığında merdivenler aklından çıkmıştı. * * * Sonrakinde yanında bir arkadaşı vardı. “Şu merdivenlerde kaç basamak vardır sence?” diye sordu Sait, havadan sudan konuşur gibi. Arkadaşı şöyle bir yukarı baktı. “Eee, yüz basamak falandır herhalde. Kaç tane var?” “Bilmem, sayalım mı?” “Olur.” İkisi de fısıldaya fısıldaya sayarak çıktılar. Sait sonucu önceden tahmin etseydi sesli saymalarını isterdi, çünkü kendisininki doksan sekiz çıkarken arkadaşınınki yüz üç çıkmıştı. “Eksik saymışsın,” dedi arkadaşı. “Asıl sen fazla saymışsın,” diye suçladı Sait. “Gayet dikkatli bir şekilde saydım ben!” “A a, şuna bak, sanki dünyanın en önemli şeyi.” “Özür dilerim ya, bir an kendimi çok kaptırdım.” Sonuçta yüz buçukta karar kılınarak tatlıya bağlandı mesele.
32
33
Öykü
Öykü
* * * Ama Sait’in zihninde hiç de tatlıya bağlanmamıştı. Bu kez eve gittikten sonra bile düşünmeye devam etti. Nasıl olur da her sayışta farklı çıkardı basamak sayısı? Üstelik yan yana yürüyen iki kişininki bile tutmuyordu. Gidip tekrar tekrar sayası vardı ama merdivenlerin iki yanındaki evlerde kim bilir kimler oturuyordu ve aşağı yukarı mekik dokuyan biri hakkında ne düşünür, neler konuşurlardı… * * * Sabah kalkar kalkmaz merdivenlerden indi. Yetmiş dokuz saydı. Bakkalın birinden bir şeyler alıp tekrar çıktı. Doksan saydı. Akşam tekrar indi. Seksen bir saydı, çıktı doksan iki saydı. Gece yarısı uyuyamayınca yine indi seksen saydı, çıktı seksen dokuz saydı. * * * Ertesi gün cep telefonunun kamerasını açarak indi. Seksen iki saydı. Çıktı, doksan bir saydı. Evde bilgisayarından izledi. Hakikaten inerken seksen iki, çıkarken doksan bir basamak vardı. İkinci denemesinin sonuçları seksen altı ve doksan altıydı. Evde inceledi, kamera da aynı sayıları kaydetmişti. * * * İşin üstüne daha da gidebilirdi ama araya hayat gailesi girdi. Ayrıca ev sahibiyle yaşadığı anlaşmazlıktan dolayı birkaç sokak ötede bir ev tuttu ve o merdivenlerden inip çıkmaya ihtiyacı kalmadı. * * * Yedi yıl sonra bir gece evine dönerken yolunu karıştırdı. Sarhoştu. İki yan sokaktan gireceğine, merdivenli sokağa girmişti. Hata yaptığını anladı ama yolunu değiştirmedi, nasıl olsa oradan itibaren de evini bulabilirdi. Ama merdivenleri göremeyince şaşırdı Sait. Herhalde fazlasıyla eskidiği için yıkıp yerine eğimli bir rampa yapmışlardı. “Kışın insanlar hep kayıyordur lan burada,” diye düşündü yarı bilinçli. Yavaş yavaş, sallanarak tırmandı. “Kaç basamak vardı burada? Doksan üç mü, doksan yedi mi?” dedi. Etrafta sorusuna cevap verecek kimse yoktu. “Şimdi sıfır,” dedi. “Sıfır basamak.” Güldü, çok komik bir şeymiş gibi. O an beynindeki damarlardan biri çatladı. Ağır ağır sızdı kan beyin kıvrımlarına. Gözleri kararırken kalp atışlarını hissetti. Kaç atıyordu acaba? Önemi var mıydı, biraz sonra sıfır atacaktı. Sıfır. Yere yığıldığında merdivenlerin sırrını olmasa da basamak sayılarının neyi ifade ettiğini anlamıştı. * * * “Sabaha kadar öylece yatmış ha,” dedi ambulans şoförü. Sedyeyle ölüyü aşağı, ambulansa taşıyorlardı. Basamaklar çok dik olmasa da yoruyordu. “Yazık ya, gencecik adammış,” dedi sedyenin öteki tarafından gelen ses. “Öyle, öyle,” diye onayladı şoför. “Kaderi böyleymiş, ne yapacaksın.” Bedeni ambulansa yerleştirdikten sonra şoför, yukarı doğru uzanan basamaklara şöyle bir baktı. Meraklı insanlar yavaş yavaş dağılıyordu. “Faik, kaç basamak vardır sence burada?” “Ne bileyim abi, hadi atla gidelim, işimiz gücümüz var.” Öykü: Gökcan ŞAHİN
İllüstrasyon: Cihan Oğuz DEMİRCİ
34
"Deniz Feneri"ne Son Defa Deniz fenerine gidilebilecek hava nihayet kendini gösterdi o gün... Deniz sakin ve duru, havada hafif bir esinti; Bayan Jeremiah piknik sepetini hazırladı, küçükler; Dennis ve Edgar heyecanlıydı ama Bay Jeremiah'nın suratından düşen bin bir parçaydı... Havanın yağmurlu olması, denizin köpürmesi, karşıdaki deniz fenerinin yoğun bir sis içinde gözden kaybolması için neler vermezdi ki... Ama verilmiş söz çoktan tutulmak üzere Bay Jeremiah'ı mecbur bıraktı o gün. Deniz fenerine gitmek zorunluydu... ''Edgar, terlersen sandala bindiğinde üşütürsün...'' ''Sandviçler hazır mı anne?... Neli yaptın?...'' Bayan Jeremiah koşuşturmanın ortasında elleri sepetlerle dolu, hasır şapkasını giyiyordu bir yandan... Küçükler ayak altında koştururken o da laf yetiştirmekle meşguldü, çocukların hevesini kırmak onun sonraları çekeceği vicdan azabını ve bu vicdan azabına bağlı baş ağrılarını arttıracağından çocuklara bir yandan gülümsemek otoriter kimliğinden ödün vermesine engel değildi. ''Hazır. Koşuşturmayın dedim ama size. Dennis al şunları sepete koy. Babana seslen hadi. Eva'ya da...'' Ama bu uyarılara rağmen çocukların gürültüsü devam ediyor ve esasen ne babaları Bay Jeremiah ne de Eva onları heyecanlandırıyordu. ''Deniz feneri buradan ne kadar sürüyor anne?...'' ''Hadi, soru sormayı bırak da babanı çağır. Alnın niye sırılsıklam senin?...'' ''Anne bak! Allan sandalı yanaştırıyor. İşte geldi...'' ''Giyin üstünüzü. Hadi Edgar bekletmeyelim Allan'ı... Dennis sen de hemen çağır babanı artık! Hemen.'' Allan çoktan beridir kıyıda bekliyordu. ''Büyük gün geldi sonunda ha Dennis?...'' dedi ve kasketine hafifçe vurdu. ''Evet...'' dedi Dennis.''Ne kadar sürer deniz feneri buradan?'' ''Bir saniye, annene binmesi için yardım edeyim...'' Bayan Jeremiah narin eteğini ayak bileklerini göstererek kıvırıyor ve Allan'ın iş görmemiş ellerini tutmasını bekleyerek uzatıyordu ki sandala binmesi kolay olsun; ama onun beklediği statüsüne saygıydı esasen; Bay Jeremiah'dan hayatta görmediği, göremediği saygı... Dennis ve Edgar kıyıda koşuşturuyordu, Bayan Jeremiah sesleniyordu asık suratıyla ''kirletmeyin üstünüzü başınızı'' diye... Dennis ve Edgar haklılardı koşuşturmaya, çocuktu onlar. Bay Jeremiah'nın hala gelmemesi, söz verdiği saati çoktan geçirmesi çocukların sıkılmasına gayet müsait bir ortamdı... Bayan Jeremiah sandalcı Allan'ı göndermek istese de bir bak diye kocasına; hayır, kendisinin gitmesi gerekti kocasına; biliyordu ki başından savacak; başım ağrıyor biraz, hemen geliyorum diyecekti...
35
Öykü
''Başım ağrıyor diye yan çizecek yine, çocukların hevesini kırmasa olmaz. Ama mutlu son benden ve çocuklardan yana olacak bugün, karşı kıyıda. Ve herkesin gözü önünde...'' Bay Jeremiah'nın başı ağrıyordu ağrımasına da Bayan Jeremiah'ı görmeye bile yeltenmezken deniz feneri gezisine katılamayacağını on beş yaşındaki Eva'ya söyletmek de ne demekti?... Eva'nın yıkayamadığı tabaklar kadar kırdığı tabaklar... İşe yaramazdı Eva... Eva'ya son bir şans daha tanımaya karar verdi Bayan Jeremiah: Bir daha kırılan bir kadeh doğru bu evden uzaklaşmasını sağlayacaktı. ''Git'' dedi Eva'ya Bayan Jeremiah. ''Çık bak bir şey ister mi diye...'' Eva en azından bir ağrı kesici götürebilirdi, odasına girip kocasına bizzat Bayan Jeremiah'nın ağzından katılamayacağı için üzgün olduğunu söyleyebilirdi. Bayan Jeremiah sandala doğru yürüdü yeniden. Bu sefer Allan elini tutarken ona kur falan yapmadı, ne kaybettiği ne de kazanmak istediği saygıyı düşünmek istiyordu şimdi. Aklına bir şey takılmıştı ve gün boyu onun zihnini kurcalayacağa benziyordu. Hele bir de üçüncü şahıslar tarafından... ''Babanızın başı tutmuş yine çocuklar, bugün bize eşlik edemeyecek. Ama ben ve Allan size babanızı aratmayacağız. Bu arada sandığı karıştıran hanginiz?...'' Çocuklar babalarının katılamayacak olmasını çok da fazla umursamamış olmalılardı ki esas az önce Bayan Jeremiah'nın sandık hakkında sorduğu soru onların yüzlerini ciddileştirdi. O sandık ki Bayan Jeremiah'nın karaladıklarının birbiri ardına zımbalanıp katlanıp konuldukları yerdi. Bayan Jeremiah bu karalamaların günün birinde müsvedde kağıdı olarak kullanılmasını da hiç istemezdi çünkü çocuklar buldukları her düzleme; gazete kağıdına, basılı dergi sayfalarına bir şeyler çiziktirmekle evin içinde ün yapmışlardı; hatta daha da küçüklerken duvar kağıtlarına bile... Ancak iki küçüğün de bu soruya heyecanla sandığın var olduğunu bile bilmedikleri yönündeki cevap Bayan Jeremiah'nın deniz fenerine keyifli bir yolculuk yapacak olmasına kuşkusuz ki mani oldu. Hele bir de üçüncü şahıslar tarafından... * * * Gittiler, sandalcı Allan, Dennis ve Edgar'la deniz fenerine... * * * Geldiklerinde ise çocuklar ağlıyordu, Allan'ın suratında ise kara haber getirdiklerine dair bir ciddilik, bir somurtma, bir musibet vardı. Eva bu haberin Bayan Jeremiah'nın kayalıklardan düşüp öldüğüne dair olacağını asla tahmin edemezdi ama Bayan Jeremiah gerçekten de kayalıklardan düşüp ölmüştü. Allan, Bayan Jeremiah'ın cansız bedenini kucağında taşıyordu. Eve girdiler, Eva ağlayıp sızlıyor, ''Bay Jeremiah, Bay Jeremiah!!! Hanımıma bir şey olmuş'' diye diğer iki ağlayan çocuğun sesini bastırarak evi inletiyordu. Allan yatak odasına kadar götürüp yatırdı yatağına Bayan Jeremiah'yı. Bay Jeremiah çocuklarla ilgilendi hemen. * * *
36
37
Öykü
Öykü
O günün uygun hava koşullarına rağmen gece her zamankinden daha karanlık çöktü malikaneye. Deniz kabardı ve deniz feneri gözden yitti. * * * Şöminede yakılıyordu tüm yazdıkları Bayan Jeremiah'nın, o günü tasvir edişi:
Esir Pazarı'ndan Konağa
''Başı da ağrısa, ne bahanesi olursa olsun ikna edeceğim bu sefer onu. Çocuklarımın yüzündeki tebessümü asla ama asla silemeyecek. Aylardır bu anı bekliyor çocuklar. E tabii ki de kazara olacak düşüşü... Çocuklar baba nedir bilmiyor ki... Annelerine hayat boyu sahip çıkarlar elbet. Tüm acılar unutulur.''
Bilana’nın ve diğer esirlerin ağlamalarıyla esircilerin sus ihtarı babından şaklattıkları kırbaç seslerine dalga seslerinin karıştığı seyahatleri, bir-iki gün sonra beyini Osmanlı padişahının atadığı, Kırım Hanı’ndan evvel buradan emir alan Kefe şehrinin limanında son buldu. Bilana, süslü zırhları ve yaylarıyla arz-ı endam eden Kırım çerilerinden ziyade, ak keçeden börk giyer tüfenkli yeniçerileri ve sekbanları daha ziyadece görür olmuştu. Kah karaya bakar sur kapılarından, kah limandan elleri kolları bağlı, her yaştan ve tipten, kimi ağlayan kimi gülen Rus, Leh, Boğdan, Kalmuk, Çerkez, Macar, Gürcü ve hatta Acem köleler, cariyeler, gulamlar getirilmekteydi. Ahşap evlerin cumbalarından sarkan kadınlar ve çocuklar merakla gelip gidenleri seyretmektelerdi. Bilana’nın kulağında Tatarlarla Türklerin lisanları kadar, Çerkez ve Abazaların konuşmaları daha ziyade çalınmaktaydı ki bunu kölelerin çokluğuna yormuştu o ufak yaşına rağmen. Limanın dibindeki bir meydanda tek sıra halinde dizildiler. Gemilerden inen başka kölecilerin de ellerindeki esirleri bu şekilde farklı farklı yerlerde dizdiklerini gördüler. Bazı köleciler, doğrudan Kefe’deki esir pazarına çalıştıklarından kafilelerini esir hanına doğru götürürlerken, köle pazarı mezatçılarından evvel İstanbul gemileriyle şehre esir götürmeye gelmiş olan irili ufaklı esirciler başlarına üşüştüler. Bilana’nın bulunduğu kafilenin başına da siyah tenli, üzerinde çeşitli incikler boncuklar bulunan korsan tipli bir adam yanaştı. Tatar esirciyle aralarında hararetli bir pazarlık geçmekteydi. Adam, Bahr-i Sefid’in korsan taifesindendi. Kâfi bir ücretle Bilana’yı ve iki Gürcü kızını satın almak istediğini, Cezayir Beyi’ne hediye edeceğini söylüyordu. Tatar esirci ise fiyatı az bulduğunu, verdiği paranın yaşı geçkin bir köleye ancak yeteceğini söylüyordu. Bu pazarlıkları sürerken limanın olduğu meydana Kefe esirlerinin satışından mesul esir emininin adamları inmişti. Ellerindeki bir deftere satılan esirlerin adlarını ve ederlerini tek tek kayda geçiriyorlardı. Ardından da satmalarına müsaade etmek için esircilerden bir miktar para alıyorlardı. Tatar esircinin yanına gelen eminin adamları her bir kölenin adını ve ederini, eşkaliyle birlikte kayda geçirdi. Her birine tek tek adı Abhaz-Çerkez-Gürcü dillerinde soruldu. Bilana da şöyle kayda geçti: “Orta boya mütecâviz, çekme burunlu, kızul saçlu, göğ gözlü, Çerkes asıllı cariye Bilana. Ederi…” Esir emininin görevlileri çekildikten ve birkaç paralı kimse daha gelip gittikten sonra esir pazarındaki hatırlı mezatçıların adamları geldiler. Seçtikleri bazı esirleri yüklü meblağa esircilerden satın aldıktan sonra bunları yanına katıp Kefe’nin esir hanına götürdüler. Bilana da bu satın alınanlar arasındaydı ki bunlar kahir ekseriyette yüksek meblağa Kırım’ın beylerine yahut Kostantiniyye’den gelme daha varsıl köle tacirlerine satılırlardı. Kafile hana götürülür götürülmez hanın hemen dibindeki hamama götürülüp yıkandılar. Aynı zamanda kendileri de kölelikten gelme görmüş geçirmiş hamamcı kadınlar bir sakatlıkları, kusurları olup olmadıklarını kontrol ettiler. Kendilerine söylenen bir-iki Tatarca-Türkçe kelimeyi ÇerkezceGürcüce anlamlarıyla söyleyip ezberlerinde tutup tutamamalarına, yürüyüşlerine ve endamlarına baktılar. Huysuz hareketleri ile dikkat çeken iki Gürcü kızı, hamamcı kadınların değnek darbelerine rağmen onların söylediklerine aksi davranınca üzerlerine çaputları, elbiseleri geri verilerek sille dayak esir hanının mahzenine indirildiler. Bilana ve diğer cariyelere bu hareketlerden bazıları daha o anda ezberlettirildikten sonra yeni elbiseler giydirip güzel kokular sürdüler. Ardından esir hanına geri götürülüp hanın sahanlığında çorbayla taam ettiler, sonra da hanın en temiz yeri sayılabilecek bir odaya götürülüp samandan şiltelerin üzerinde
Bayan Jeremiah'nın nasıl fenerden aşağı yuvarlanacağı, çocukları nasıl avutacağı, yaşayacağı sahte mimiksiz panik; hep donuk ifadeli birisiydi çünkü Bayan Jeremiah, işte tüm bunlar karalamaların arasında göze çarpan ana hatlardı. Ama o gizli günlükleri, planları, bilinç-akışı, iki gün önce her zaman durduğu yerde durmuyordu; o sandıkta mesela... Bay Jeremiah o satırları okurken Allan'a şöyle tembihlemiş olabilirdi: Artık Bayan Jeremiah bu ailede yer almayacaktı, almamalıydı, alamazdı. Bu işi Allan'ın iş görmüş elleri bitirecekti. Eva ağzını sıkı sıkı kapardı ne de olsa. Tek meşgul olduğu şey, tabak çanak kırmaktı çünkü... O değil miydi sandığı havalandırmak için kâğıtları Bay Jeremiah'a getiren? Çok ayıp, hiç sahibenin el yazısını görmemiş miydi o?... O sandığın ona ait olduğuna beyni çark etmemiş miydi?... Neyse ki artık işten atılma tehlikesi yoktu Eva'nın. Her ne kadar bunca kırdığı tabak çanağa rağmen burada unutmak istiyordu Bay Jeremiah bu mevzuyu. Çocukları zor günler bekliyordu ne yazık ki. Onlara lazımdı Eva. Allan kâğıtları yakmaya devam ediyordu. Öykü: Burak BAYÜLGEN
38
llüstrasyon: Umutcan
Ateş Behiye-3
39
Öykü uyudular. Bilana, gece boyu zindandan gelen Gürcü kızlarının çığlıklarını, dışarıda gülüşüp haytarma oynayan kimselerin seslerini dinleyerek, kafesli pencerenin ardındaki yıldızları seyrederek uyuya kaldı. Dayak korkusuna sus pus oldu. Birkaç gün boyunca sabahtan köle pazarına götürülür, akşamına hamam ettikten sonra karınları doyurulduktan sonra yatıp kalırlardı. Birkaç gün sonra yine bir gün erkenden kalkıp esir hanından çıkarak köle pazarına götürüldüler. Bazı kızlara Kırım beğlerinin kâhyalarının gönderdiği kimseler talip olarak yeni konaklarına, evlerine götürüldüler. Bilana’nın kısmetine de Kostantiniyye’den zengin bir tacir düştü. İleride güzelliği ile paşa köşklerine konaklarına layık olacak bir cariye olacağını kestiren Kostantiniyyeli tacir kızı birkaç kese gümüşe satın aldıktan sonra, diğer yerlerde aldığı güzellikle birbiriyle yarışır cariyeler ve gulamlarla birlikte Kefe limanına indiler. Bindikleri karamürsela Kefe limanından ayrılırken Bilana yüksek duvarları, yeşil tepeleri seyre koyuldu. İlk kez geldiğinden bu denli büyük bir şehir, yüksek konaklar görmemiş olmanın hayreti hala üzerindeydi. Diğer kölelerle birlikte karamürselanın ambarına indirildi. Böylece yine sıla türküleriyle, gözyaşlarıyla dolu bir seyahat daha başlamıştı. Kızlardan biri veremden mi bilinmez ölüp gidince gemi tayfaları ölümden korkarak cesedini bir çuvala koyup denize atmışlardı da kendilerini de atarlar diye korkuyla sessiz sessiz ağlamışlardı ardından. Günler geceler sonra Bilana gün ışığını yeniden gördüğünde şaşkınlıktan adeta dili tutulmuştu. Kostantiniyye’nin koca minarelerini, kâşanelerini, köşklerini, saraylarını görmüş, insanlarının ve gemilerinin çokluğuna hayran kalmıştı. Ak topukları Eminönü rıhtımının yosunlu tahtalarının üzerinden geçip şehrin çamurlu yollarını dövmeye başladığında eski yaşantısı şimdiden zihninde bir masal siluetine bürünmüştü. Esir Hanı seneler evvel yandığından, köleler bir hayli yürütülerek Büyük Çarşı civarındaki Esir Pazarı’na getirilmişlerdi. Yakınlardaki bir hamamda yıkanıp güzel kokular sürülen cariyeler ayrı, gulamlar ayrı yerlere götürülerek pazara gelip giden kimselerin ve yoldan gelip geçenlerin önünde sergilenmektelerdi. O esnada pazara Şahsuvar Paşa’nın hanımı Çeşmidil Hanım, konak ahalisinden bir ayvaz ile birlikte gelmişti. Konağın işlerinde aşçı kadına, bacı kalfaya yardımcı olur diye gençten bir zenci halayık satın almak niyetindeydi. Kendisi de kölelikten gelme bir Çerkez olan Çeşmidil Hanım, konağa hizmet edecek kimseleri iyi seçtiğinden işi ayvaza, yamağa bırakmaktansa kendi eliyle halletmeyi istemişti. Böylece kızıl saçlarıyla dikkat çeken, şaşkın bakışlarla gelip geçen insanlara bakınan o ufak kız, Çeşmidil Hanım’ın da dikkatini celp etmişti. Köle tüccarına kızı sorup Çerkez olduğunu öğrenince, hatırladığı kadarıyla Çerkezce konuşup kıza adını sormuştu. Soğuksu Çerkezlerinin lisanı ile konuştuğundan, Bilana’ya farklı gelse de bunu anlayıp adını söylemişti. Çeşmidil Hanım, o gün hem Bilana’yı hem de Sudanlı bir zenci halayığı satın alıp konağa öyle döndü. O vakitlerde daha ufak yaşlardan Çerkez halayıklar yani cariyeler bir konağa alındıktan sonra hem işleri öğrenirler, hem de bir yaştan sonra konağın efendilerinden biriyle evlenirlerdi. İşte böylelikle Bilana, Şehsuvar Paşa’nın konağına girmişti. Çeşmidil Hanım, konak ahalisinin önünde hem güzel hem alımlı diye Bilana’ya Behiye adını koymuş, Çerkezce konuşup artık bu adı taşıyacağını söylemişti. Böylece Behiye’nin Kostantiniyye sergüzeşti başlamış, Bilana ve yıllar içinde onun Çerkez Bozoduku’ndaki anıları, hikâyeleri, şarkıları birer masal hüviyeti kazanmış, hayal meyal hatırlar olmuştu. Kısa sürede Türkî lisanı öğrenip konak işlerine el atmışsa da bu yılları pek de öyle akıllı uslu geçmemişti. Haylazlığı ve haşarı oluşu başına bela olmuş, ne Çeşmidil Hanım’ın çimdikleri, ne zenci halayıkların maşaları, ne de paşanın sütannesi olup Arnavutluk dağlarından Dersaadet’e geleli asrı bulmuş olan gulyabani suretli Hatır Hanım’ın dayakları onu uslandırmıştı. Ancak eli maşalı olduğundan, konağın dışından herhangi bir erkek konak hanımlarına yan gözle bakamaz diye, iyi iş görür diye konaktan atılmamış ailenin bir parçası olup çıkmıştı.
40
41
Öykü
Öykü
Yıllar birbiri ardınca geçip, yaşı geçtikçe serpilmiş, serpildikçe ayın on dördü misali güzellikte bir halayık olup çıkmıştı. Böylece artık insanlar onu haşarılıklarından ziyade fidan endamıyla, kızar gibi bakışıyla anar olmuş, mahallenin delikanlılarının korkuyla kaçıştığı bir haylaz kız değil, her an arzuladıkları ahu göz ve perirû bir afet olup çıkmıştı. Hiçbir erkek eli maşalı biri olduğundan yanaşmaya cesaret edemediği, istetmeye korktuğu bu kıza doğrudan doğruya göz koyabilen yegâne kişi konağın küçük beylerinden biriydi. Nev traş püser dahi olmamış bıyığına tarak batmaz bir yeniyetme olan küçük bey, sürekli kızı alımlı alımlı süzse de Behiye ona pek yanaşmazdı. Zira en ufak bir rezalette kabağın kendi başına patlayacağını, “evladımı baştan çıkardın” bahanesiyle büyük hanım tarafından sokağa atılacağını adı gibi biliyordu. Üstelik köleliğin getirdiği hislerle, geldiği yere alışsa bile insanların kendisine eşya muamelesi yapmasına halen alışabilmiş değildi. Bu nedenle içten içe asabı bozulsa da açıktan küçük beye karşı bir kötü bakış bile atmış değildi, zira beylerin paşaların bir cariyenin sözündense evlatlarının sözüne bakacağı gün gibi açıktı. Bu nedenle hep sabrediyordu. Lakin bir gün küçük bey, konağın tenha bir yerinde Behiye’yi çimdiklemeye kalkınca sabır taşı çatladı. Konağın küçük beyini evire çevire dövüp hayli benzetti. Olayı fark eden Çeşmidil Hanım, haklı haksız sormadan oğlunun o halini görünce tutup Behiye’yi dövdü. Behiye küçük beyin rezaletinden bahsedince bir de oğluna iftira attığı gerekçesiyle dövdü. Yorgun düşünce emretti bir de konak ahalisi dövdü Behiye’yi, küçük beye attığı dayağın mislini konak ahalisinden yedi. Dayak yedikçe sövdü, iftira atmadığını söyledi. Dayak atmaktan yorgun düşen ahali Behiye’yi susturamayınca uslansın diye dehlize kapattılar. Demir kapıyı örterken bir zenci halayık: “Konağın beyidir. Gün gelir nikâh bile kıyar, sen böyle bir çimdiğe vaveyla edersen kim bakar suratına?” diyerek yüzü gözü kan ve tırmık iziyle dolu Behiye’nin suratına tükürdü. Birkaç gün sonra uslanmıştır diye Behiye’yi dehlizden çıkardılar. Konağın işlerine geri dönüp, konak ahalisine pek karışmadan ev işlerini halletti. Yemek vakitlerinde dahi bir kuru ekmeği ya yedi ya yemedi erkenden dehliz dibinde duran yatağına döner oldu. Konağın küçük beyi, yedi dayağın etkisi geçince bir gece vakti yine kudurup dehlizin dibine indi. Bahçeye bakan ufak bir delikten ay ışığının dolduğu o dehliz ağzında yağ ve bal küplerinin kullanılmayan testilerin ardında bir duvar dibinde uyuyan Behiye’yi görür görmez üzerine yürüdü. Kızın üzerine karabasan misali çöküp ağzını kapatınca can havliyle uyanan kızla aralarında bir boğuşma cereyan etti. Uyku sersemi olan kızcağız, kendini tam savunamadığından can havliyle pek de sonunu düşünmeden eline geçirdiği bir testiyi beyin başına indiriverdi. Testi paramparça olurken beyin bedeni kızın üzerine yıkıldı kaldı. Kafasından akan kan, Behiye’nin üzerine aktığı sıra testinin gürültüsünü işiten konak ahalisi çoktan ayaklanmıştı...
Öykü: Mehmet Berk YALTIRIK
42
llüstrasyon: Mehmet Kaan SEVİNÇ
Koku Sabahın çok erken bir vaktinde gün yeni yeni ağarırken, açtığı pencerenin önüne oturmuş, doğmakta olan güneşin sıcaklığını hissetmeye çalışıyordu. Çocukluğundan beri nefret ettiği, yüzüne sonradan ilahi bir şaka, belki bir ceza veya kaza sonucu konulmuş olduğunu düşündüğü, mantara benzeyen, iri delikli, yayvan burnuyla içeri giren tüm kokuları dikkatlice süzüp sınıflandırdı. Dünyaya ait şeyler daima küf kokardı. İster insan eliyle, isterse ilahi bir güçle olsun, tasarlanan, yaratıldığı düşünülen ve akılca onaylanan her şey, gün gelir minik bakterilere yem olurdu. Onun için, her varlığın dünyadaki ilk günü, aynı zamanda çürüyüşün ve yok oluşunda miladıydı. Dışarıdan gelen katlanılası tek koku -zamanla aynı kaderi paylaşacak olsalar da- çiçeklerinkiydi. Öylesine insanüstü bir yeteneği de yoktu belki. Bazen, bir şeyin güzel veya kötü koktuğunu, her hangi birine anlatmak için çok çaba harcamak zorunda kalabiliyordu, o kadar. Sonraları bundan da vazgeçti. Yazları, sıkış tepiş belediye otobüslerinde, artık sidik kokusuna benzemeye başlayan ter kokusundan, orada olan herkesten daha çok rahatsız olsa da umursamamayı öğrendi. Dışarının havasını bir kez daha sertçe içine çekip, kahvaltıdan önce adeti olduğu üzere gazetesini okumaya koyuldu. Dünyada ve ülkede her şey aynıydı. Ona göre dünyaya çarpacak bir gök taşı, yer kabuğunun yarılması, çekirdeğinin durması veya uzaylıların uçan dairelerinden inip el sallamaları haricindeki tüm haberler sıradandı. Yine de okumak güzeldi. Elbette, beklediği haberler bugün de yoktu, daha sonra olma olasılığı da. İçinde bir parça hayal kırıklığıyla gazetenin iş ilanları bölümüne geçti. Klasik, masa başı işleri. Bir iki kez yapmıştı bunu, hayatının en sıkıcı günleriydi; telefona bakmak, evraklarla uğraşmak, o gün kendini nasıl hissedersen hisset sinirleri alınmış ciğer gibi durmak… Hayır! Bir daha yapma niyetinde değildi. Alt satırda başka bir ilan ilgisini çekti. Diğer ilanlardan farklıydı, özgürlük vaat ediyordu. Basit bir taşımacılık işi, bir çeşit yaya kurye. İlanda başka ayrıntıdan bahsedilmemişti. Sadece adres verilmiş, müracaatların şahsen yapılacağı önemle vurgulanmıştı. Adres: Metronun karanfil çıkmazı durağı çıkışından caddenin sağ kolu izlenecek, on dört bina geçildikten sonraki boş alandaki yeni bina. Adrese iki metro durağı uzaklıktaydı. Pek yolu düşmese de o caddeyi hayal meyal hatırlıyordu, çok eskilerden kalma silik bir anı. “Tabi ya” diye söylendi gülerek. Genellikle ikinci sınıf elektronik eşyalar, spot ürünleri satan dükkanların toplandığı renkli, cıvıl cıvıl bir caddeydi. Burası ilk VCD çalarını aldığı yerdi. Ailesinden kalan küçük çaplı miras sayesinde ömrünün sonuna kadar, çalışmadan yaşayabilirdi. Ne var ki böyle yaşayamayacağını yıllar içinde deneyimleyerek öğrendi. İlginç bir deniyim, bu ilanla onu çağırıyordu. Üstelik okuduğu gazetede olması gizemliydi. Ne olursa olsun denemeye kararlıydı. Kahvaltısını yapıp verilen adrese doğru yola koyuldu. Metrodan çıktığında, kendini bir ileri bir geri akan insan selinin içinde buldu. Hatırladığından daha haraketli bir cadde olmuştu; omuz omuza çarpıştığı seyyar satıcılar, dükkanların önünde bağırıp içeriye davet eden ısrarcı mağaza sahipleri ve kulak tırmalayan müziklere katlanarak ilerledi. Bir yandan da her biri iş hanı olmuş binaları saymaya çalışıyordu. On iki, on üç, on dört. Tarif edilen binanın dik merdivenlerini çıkarken soluk soluğa kalmıştı. Basamakların birine oturup nefesini düzenlemeye çalışırken, binanın otomatik sürgülü kapısı gıcırtıyla
43
Öykü
Öykü
açıldı. Bir yaya kurye adayı olarak kendisini o durumda görmemiş olmaları umuduyla içeri girdi, kapı gene gıcırdayarak kapandı. Birkaç derin nefes daha alıyordu ki bir şey fark etti. Tarif edemediği şey, hayır tarif edebilirdi; fanusa atılan bir balık gibiydi. Atmosferden çıkıp uzay boşluğunda olduğunu hissetti. Garip bir huzur duygusu. Evde gibi. Ne kadar olduğunu hatırlamadığı bir süre öylece kapının önünde dururken, danışma masasındaki memurun zoraki öksürük sesiyle irkildi. “ Ihıımm. Hoş geldiniz” dedi görevli, kibar bir tonla. Göğsü hala düzensizce inip çıkıyordu. “ Hoş buldum. Ben iş ilanı için gelmiştim.” “ Buyurun, beni takip edin.” Dedi görevli. Uzun bir koridorda ilerlemeye başladılar. Kısa süre sonra kapıdaki görevli da onu başka bir başkasına devredip yerine döndü. Bir süre de yeni yürüyüş partneriyle devam ettiler. Koridor öyle sessizdi ki duyduğu tek ses ayakkabısından gelen gıcırtıydı. Olağan dışı bu sessizliğin büyüsüne kapılmış yürürken aslında daha önce fark etmesi gerektiği bir şeyi fark edip bir an duraksadı. Koridor, bina her şey, sessiz olduğu gibi kokusuzdu da. Yeni bir binada olması gereken boya kokusu, kapıların ahşap kokusu, metalin acı kokusu, plastik kokusu… Yani bir binada ne kokması gerekiyorsa, kokmuyordu. Duyumsadığı tek koku, takip ettiği adamdan belli belirsiz yayılan, yasemin kokusuydu. Etrafı derin derin kokladı, bir kez ve bir kez daha. Komik görünmemek için elini burnuna götürüp nezleymiş gibi yaptı. Gerçekten hasta olabileceğini düşündü. Hızlanıp arayı açmış olan refakatçisine yetişti. Adam birkaç adım daha atıp durdu. Az sonra çağırdığı asansör kabinine bindiler. Kabin yer çekimi olmayan, uzay eğitimi için kullanılan özel kabinlerine benziyordu. Tam bir hissizlik haliydi. Öyle ki, aşağı mı iniyor yukarı mı çıkıyor anlayamadı. Kapı açıldı, az önceki gibi bir koridorda ilerleyip bir odaya girdiler. “ Burada bekleyin, sizi çağıracaklar.” Diye fısıldadı refakatçi, dingin sesiyle. Sonra hafif yasemin kokusunu da alarak odadan çıktı. Dediğini yaptı, uygun bir yer bulup, sadece kendisinin olduğu odada beklemeye başladı. Az sonra odanın diğer ucundaki kapı açıldı, aynı anda da “ görüşme odasına geliniz lütfen” diye hastane anonslarına benzer bir ses duyuldu. Kapıya doğru ilerlerken bu kadar seremoninin kurye işi için biraz fazla olduğunu düşünüyordu. Çağırıldığı odanın ortasında, onu ikiye ayıran büyükçe bir masa duruyordu. Bir tarafında, kendisi için ayrılan sandalyeye sessizce ilişti. Diğer tarafta, biri kadın üç kişi sıralanmıştı. Üçü de diğer iki görevli gibi kokuyordu. “ ilanımızı nerede gördünüz?” Dedi birinci adam pat diye. “ Gazetede okudum, ilgimi çekti ve ben…” “ Kendini bu iş için yeterli görüyor musunuz? ” diye kesti sözünü diğer adam, aceleyle. “ Yapabileceğimi sanıyorum, yani…” “ Yapabilir misiniz? Emin değilsiniz yani” “ Hayır, yaparım, kesinlikle” ayağını hızlı hızlı yere vurmaya başladı, sinirleri bozulmuştu. Elini dizine götürüp buna mani olmaya çalıştı, ancak başaramadığını anladı. “ Sinirli görünüyorsunuz, bu kadar heyecanlanmaya gerek yok sanırım. Biraz su ister misiniz ?” dedi ilk adam, sesindeki alaycı tonu gizleme gereği duymadan. Sinirli mi? Şu an tek istediği kalkıp buradan gitmekti.
“ Hayır, gayet iyiyim, teşekkür ederim. “ “ Merhaba. Sizinle tanışma fırsatımız olmadı, arkadaşlarım da son derece aceleci davrandılar, kusurumuza bakmayın.” Diye söze başladı kadın, derin bir nefes alarak devam etti. “ Bu gün hayli haraketliydi bizim için, arkadaşlarım o yüzden biraz aceleci davrandılar sanırım. Eminim ki aklınızda bazı sorularla buraya gelmişsinizdir. Bu ilanın o gazetede ne işi var, ben bu şirkete nasıl yardımcı olabilirim, vesaire.” Kısa bir sessizlik oldu. Galiba kadın, sorularının onaylanmasını bekliyordu. Bu bekleme süresi, Zippo’nun kapağından yayılan çınlama ve ucunu yaktığı sigaranın odayı dolduran o tanıdık tütün kokusuyla sona erdi. “ Peki. Size özel bir soru sorabilir miyim? ” derken üfledi dumanı kadın. “ Körlüğünüz. Doğuştan mı, yoksa sonradan mı oldu?”
44
45
Görevli nezaretinde binadan çıktı. Merdivenleri inip cebinde katlı duran beyaz bastonu çıkardı, ucuyla yeri yoklayarak, sabahkinden daha da artmış olan insan seline yeniden dahil oldu. Metroya bindi, kendisi için ayrılmış engelli bölümüne oturup yanağını camın güven verici soğukluğuna dayayarak, bu gün olan biteni düşünmeye başladı. Olumlu olduğu takdirde arayacaklarını söylemişlerdi. Olumsuz ise boşuna vakit harcamayacaklardı yani. Bir an kendini gülerken buldu, ancak, rahatsız olacak bir şey yoktu. Çünkü, boşluğa bakıp gülümseyen bir köre kimsecikler aldırmazdı. Onların kendine has mimikleri vardı; baş hafifçe yana yatar, dişler sergilenir, yüze gülümsemekle acı çekmek arası bir ifade verilir. Stevie Wonder gülüşü. “ Körlüğünüz doğuştan mı? “ diye sormuştu kadın. O da, On beş yaşındaki bir kazayla görme yeteneğini kaybettiğini söylemişti ona. Aynı kazada ailesini de kaybettiğini bilmesi gerekmezdi. On beş yaş kör kalmak için kötü, sonraki yirmi yıl ise, böyle yaşamaya alışmak için yeterli bir süreydi nasılsa. Eve ulaştığında kendini, kanepesine zor attı. Zamansız ama huzurlu bir uykunun çağrısına uydu. Bir ara telefonunun çalma sesiyle yerinden sıçradı. Uyku sersemi açtı, telefondaki ses yarın saat sekizde, aynı binanın on iki nolu odasında iş hakkında kısa bir brifing alacağını ve bir refakatçi eşliğinde, ilk teslimatını yapmak için göreve başlayacağını söylüyordu. Teşekkür edip telefonu kapattı. Kabartmalı kol saatini parmak ucuyla yokladığında saatin gece on bir olduğunu öğrendi. “Saçmalık” diye mırıldandı, ancak hala uykusu vardı, bunu düşünerek uykusunu kaçırmak niyetinde değildi. Tekrar yatıp, sabaha kadar derin bir uyku çekti. Ertesi sabah erkenden yola koyuldu. Metrodan çıkıp binaları sayarak ilerledi. Her bina yirmi altı ila yirmi sekiz küçük adım, boşluklar sekiz adımdı. İki binanın arasından gündüz denizden karaya esen yosun kokulu, akşamda karadan denize esen şehir ve toprak kokan rüzgarı hesap etmekte yön bulmanın bir başka yoluydu. İstenilen saatte oradaydı. Bilgilendirme oldukça kısa sürdü. Yapması gereken tek şey bir yerden bir yere çanta içinde paket taşımaktı. Çantayı teslim aldı. Her çantanın bir numarası vardı ve onu taşıyana da öyle hitap edilecekti. Bundan böyle adı on dört numaraydı. Kendisini kapıda beklediği söylenen refakatçisini bulmak için odadan çıktığı sırada, koridorun diğer ucundan kendisine doğru gelen, ökçeli bir ayakkabı sesi duydu. Biraz daha yürüdükten sonra duraklayıp başını hafifçe geriye doğru çevirdi. Ökçeli, birkaç adım daha atıp durdu. Sonra birkaç kararsız adım daha. Hemen sonra hızla geri dönüp bir odaya girdi, yavaşça kapıyı kapattı.
Öykü
Öykü
“ Merhaba.” bu ani sesle bir an irkildi. “ Ah üzgünüm, korkuttum galiba, beni arıyor olmalısın. Bu ilk gününde birlikte teslimat yapacağız. Çantanızı almışsınız sanırım.” Tekrar, hafifçe yan dönüp ökçe sesini dinledi. Bir daha duyamayacağını anladı “ E… evet aldım burada. On dört numara” dedi gülümseyerek. “ Evet, on dört numara, gidelim mi?” Birlikte çıkıp metroya gittiler, üç durak gidip kalabalık bir caddede indiler, yürümeye başladılar. Aklını kurcalayan bazı soruların yanıtlarını bulabilmek için iyi bir fırsat olduğunu sezmişti. “ Uzun süredir mi bu iştesiniz” diye konuya girmek istedi. “ Sayılır” diye gülümsedi refakatçi.” Bu zamandan ne anladığına bağlı aslında.” “ ilanı gazete de okudum. Sadece körler için basılan özel bir gazetede, yani demek istediğim…” “ Evet, sadece körler için. Bilirsin, bu ilk işin değildir herhalde. Büyük şirketler bir miktar engelli personel çalıştırmak zorundadır.” “ Biliyorum elbette. Başka yerlerde de çalıştım ama, bu iş bir körün yapabileceği son şeydir herhalde.” “ O halde neden buradasın?” “ Çizgi.” Diye uyardı birden refakatçi. “ Çizgiden çıkmamaya özen göster, bu senin daha hızlı yol almanı sağlar” Kastettiği görme engelliler için cadde üzerlerine döşenmiş kabartılı sarı çizgi yoldu. Giderek çoğalan bu uygulama, göremeyen insanların hayatları için, küçük bir parça da olsa kolaylık sağlamıştı. Düz çizgi kesintisiz yolu, tırtıklı bölüm ise yolun, bir ara yolla kesiştiğini veya kaldırımdan uygun bir inişi simgeliyordu. “ Çok kibarsın” “ Teşekkür ederim” diye gülümsedi refakatçi. İşle ilgili diğer ayrıntılardan bahsetmeye koyuldu. Önemli olan şey, tüm paketleri yerine ulaştırmak, akşam olduğunda çantayı binaya geri getirmek, sabah tekrar almaktı. Gün boyunca, metro ağını kullanarak bir çok semtte belirlenen adreslere paketleri teslim ettiler. Akşam eve geldiğinde kendini çok yorgun hissediyordu. Tabanları şişmiş, ayakkabısı ayağını vurmuştu. Kendini sırt üstü yatağına attı. “Sıkıntı” diye mırıldandı, uyumak üzereyken. Bu, refakatçinin “neden buradasın?” sorusuna cevabıydı. Yalnız başına olduğu ilk gün, biraz zorlandı. Çizgiyi takip etse bile üzerine üzerine gelen insanlar ona zor anlar yaşatıyordu. Bu çizgiler sadece ana caddelerde vardı, teslimat adresleri de hep bu caddeler üzerindeydi. Birkaç hafta sonra buna da alışmıştı. Bir gün, uzaktan, belli belirsiz, o yasemin kokusunu aldı. Metrodan çıkmış, kabartma harflerle yazılmış günlük adres defterinden, ilk teslimatı için verilen bina sayısını hesaplarken fark etti onu. Kokunun geldiği yöne doğru başını hafifçe döndürdü. Belli belirsiz gelen koku bir an kayboldu. Sonra aynı kokuyu akşam çantayı teslim etmeye giderken duydu. Sonraki birkaç gün farklı zamanlarda, farklı yerlerde karşısına çıktı yeniden. Kontrol ediyorlar herhalde diye düşündü. Ama neden? Sıcak bir yaz sabahı, taşıdığı kargoyu teslim etmek üzere caddede ilerliyordu. Üzerinde yürüdüğü düz çizgi tırtıklı bir yüzeye dönmüştü. Karşıdan karşıya geçmek için genelde, etrafında bulunan insanlardan yardım alırdı. Ancak o an beklediği tarafta kimse yoktu. Arabaların seslerini dinledi. Gelen giden yok gibi görünüyordu, ileriye doğru birkaç adım atıp tekrar kulak kesildi. Sonra birinin avazı çıktığı kadar
bağırdığını duydu. Dikkatli olmasını istemişti. Acı bir firen sesi içinde kaybolmuştu bu isteği. Araba büyük bir gümbürtüyle, bir şeye çarptı, tok, derinden ama şiddetle gelen tanıdık bir sesti bu. Camın kırılıp etrafa dağılırken çıkardığı şıngırtılar. Tavan ezilirken, sürekli dönen, bir yandan da küçülen, dönme dolap. Yanık metal kokusu içinde anne ve bakasının birbirlerine çarpan, kanlar içinde kalmış başları. En son gördüğü şeydi bu. Ne garip ki, o ana kadar, dünyada görmek isteyeceği en son şeydi de. Hepsini o birkaç saniye içinde yeniden yaşadı. Sersemlemiş gibiydi, herhangi bir acı hissetmiyordu. Bu iyi miydi yoksa kötü müydü bilemedi, umurunda da değildi zaten. İnsanlar etrafına doluştu. Yerde yattığını anladı. Bir an kalkmak istedi, başaramadı. Ayakları karıncalanmaya elleri uyuşmaya başladı, kendinden geçmek üzere olduğunun farkındaydı. Bayılmadan önce hafif bir yasemin kokusu geldi önce burnuna, sonra güzel bir melodi geldi arkasından. Minik adımlarla ökçeli bir topuk sesi çalındı kulağına. Garip bir rüya görüyordu. Büyük genişçe bir yolda, boynunda çantasıyla koşuyordu. Evet, koşuyorsun diye kutladı onu kulağında çınlayan o ses. Yüzüne, yumuşak bir elin sıcaklığını hissetti. “Anne” diye seslendi boşluğa, ona doğru koşarak. Sonra bir an mahşer yerine dönüverdi bütün cadde, binlerce insan peyda oldu bir anda. Kalabalığı yararak koşmak istedi, ancak yapamadı. “Anne” diye bağırdı bir kez daha, sonra oturup ağlamaya başladı. Hafif bir ıslaklık hisseti yüzünde. Damla damla artmaya başladı. Boğulduğunu hissetti bir an bağırarak kalkmaya çalıştı, başaramadı. “ Şiiit… sakin ol, bir tarafını inciteceksin. “ Dedi şefkat dolu bir ses. “ Anne?” diyerek kalkmayı denediyse de boynundaki acı buna engel oldu. “ Hayır, değilim. Üzgünüm. Rüya görüyordun sanırım” İsteksizce kadının sesini dinledi, evet doğru söylüyordu. Biraz sonra tamamen kendine geldi. Bir yatakta olduğunu anladı. “Hastanedeyim herhalde” diye geçirdi içinden. Çatıdan yanağına bir damla su düştü. “ Bakımsız bir hastane.” “ Yağmur baya yağdı. Güneş yağmuru diyorsunuz buna öyle değil mi?. Eminim birazdan gökkuşağı da oluşur, yani açar.” Diye gülümsedi kadın. Camı açtı. İçeriye mis gibi toprak kokusu hücum etti. “ Ne güzel kokuyor baksana. Sence güzel kokan başka ne var?” diye sordu kadın biraz muzipçe. “ Mesela çiçekler güzel kokarlar, çam ağaçlarına bayılırım ben, gece açan çiçekler özelliklede, harikalardır.” Kısa süreli bir sessizlikten sonra kelimelerin üstüne basa basa konuştu. “ Ama, benim favorim yaseminlerdir.” Dedi ökçeli topuklu ayakkabılarıyla ona doğru birkaç adım atarak. “ Sen” diye irkildi yatağında. Boynuna dayanılması güç bir acı saplandı yeniden. “ Sen ilk gün koridordaki kadınsın, arkamdan geldin, sonra sonra…” Kadın birkaç adım daha atıp yatağa iyice yaklaştı. “ Evet, oradaydım. Seni dinledim. Etrafı koklayışını hissettim. Uzakta da olsam o büyük burnunun özel olduğunu fark ettim.” “ Büyük?” diye tekrar etti şaşkınca. “ Hemen alınma. Baygın yatarken, seni tanımak, neye benzediğini anlamak yüzüne dokundum biraz biraz.” “ Demek sende…” boğazı kurudu, devam edemedi. “ Ben, biz hepimiz. Evet, hepimiz ışığı görmeyenleriz. Siz kör diyordunuz değil mi?” Neydi bu saçmalık böyle, ne yapıyordu burada. Kendini hızla geriye doğru attı, artık boynundaki ağrıyı umursamıyordu. Bacaklarını karnına doğru çekip yatağın yanına uzattı. Yer tırtıklı bir betonla kaplıydı
46
47
Öykü
Öykü
ayakkabılarını aradı ancak bulamadı, ziyanı yoktu. Yalına ayakta olsa bu odadan çıkmak istiyordu. Sol elini yatağa bastırıp destek alarak ayağa kalktı. Sertçe bir adım attı ki sağ eline binen yük onu gerisin geri yatağa çekti, yüzü koyun, ayakları yerde burnu yatağa gömülmüş halde kalakaldı. Sağ elini hafifçe yukarıya kaldırdı, inanılır gibi değildi, “ Beni yatağa bağlamışsın, ama neden” diye bağırdı. “ İyiliğin içindi. Uyurken çok dönüyordun, sanırım kabuslar gördün. Düşmenden korktuk.” “ Doktor bey, hemşire hanım, hemşire!” diye bağırdı tekrar. Odanın diğer ucundan gelen kalın, derinden gelen bir sesle bağırmasını kesti. “ Biz çıkalım mı efendim ?” “ Evet, çıkabilirsiniz, ben sonra gelirim.” Eli bağlı bir halde hızlıca ters dönerek yatağa oturdu. Sol eliyle karşısında biri varmış gibi boşluğu dövdü.” Kim, kim var orada, ne zamandır buradasın?” “ Merak etme bana hizmet ediyorlar, sorun yok.” Diye açıklama gereği duydu kadın, böylesine korkmuş birinde bir faydası olmayacağını bile bile. “ Sakin olursan eğer her şeyi açıklayacağım sana.” “Hizmet ediyorlar mı, buradalar mı?” diye sordu sesi titreyerek. O an kapı açılıp kapandı. Dışarı çıkan üç ayrı ayak sesi saydı. “ Artık değiller, kapıyı açmadan duvarlardan falan geçemiyorlar merak etme.” Kadın ortamı yumuşatmak için yaptığı bu şakanın bir işe yaramadığını görüp derin, sıkıntılı bir nefes daha aldı. Kulağı kadında, yavaşça doğruldu. Odadaki yerini tespit etmeye çalışıyordu. Ayakkabılarını çıkarttığı kanısına vardı. Öyle ki bir şeyin hareket ettiğini seziyor ancak onu ne duyabiliyor ne de kokusunu alabiliyordu. Ancak camı kapattığında nerede olduğunu anlayabilmişti. “ Bir çiftlik evindeyiz, kimsenin bizi bulamayacağı güvenli bir yerde. Hastaneye gerek yok durumun gayet iyi. Yalnız biraz sarsıldın.” “ Kaza.” Diye sordu mırıldanır gibi. “ Seni kaçırmamız gerekiyordu. Yalnız konuşmalıydık. Sürekli takip edildiğinin farkındasındır. Bizim gibi diğerleri de senin özel olduğunu anladılar, sürekli izlendin. Kaza, bunun için küçük bir oyundu sadece. Biz ayarladık, kimse zarar görmedi.” “ Ama arabalar, çarpışma? Onları siz kullanmıyordunuz herhalde, yani bu halde.” “ Elbette hayır.” Diye gülümsedi kadın. “ Bu işler için yüzey insanlarını kullanırız.” Kısa bir sessizlikten sonra devam etti “ Tedirgin olma hemen, beyinlerine hükmetmiyoruz veya ruhlarını almıyoruz onlardan. Para, yer yüzünde her kapıyı açıyor. Altın, zümrüt. Bizim için değersiz olan ne varsa.” “ Ama benim için…” diye atıldı ancak kadın bitirmesine izin vermedi. “ Biliyorum, senin için paranın bir önemi yok, işte bu yüzden seninle bu kadar ilgilendik ya zaten. Parayla aldığın kişileri başkaları da satın alabilir, güvenli değildirler. Ama sen iyi bir insansın. Seninle o yüzden konuşmak istedim. O gün koridorda kendimi fark ettirmeye çalıştım.” “Başardın da zaten.” Diye geçirdi içinden. Bir yandan da bağını gevşetmeye çalışıyordu. Her ihtimali düşünmeliydi. Buradan aniden kaçması gerekebilirdi. “ Nereden başlayacağımı bilemiyorum.” Dedi kadın kendi kendine sorar gibi. “ Kim olduğunuz ve benden ne istediğinizle başlaya bilirsin.” Diye serteldi. “Peki.” Diyerek yatağın bir ucuna oturdu. “ Ben, biraz farklı bir dünyadan geliyorum. Ne yakın nede uzaktan. Yeraltında kurduğumuz büyük koloni kentlerinde yaşarız. Çok çok eski tarihlerde, kıtlık ve felaketler
çağında atalarımız, atalarınızdan ayrılıp yer altına çekildiler. Küçük, bilge bir kavimdi. Zararsızdılar. Kan, şiddet ve savaştan başka bir şey bilmeyen atalarınızdan bambaşka bir topluluktu. Siz, keşiş diyorsunuz onlara, inzivaya çekilen bilgeler. Uzun yıllar geçti. Öyle ki, sizler bizi unuttunuz, bizler de sizi. Bin yıllar sonra sizi yeniden keşfettik. Hala savaşıyordunuz ve kan içiyordunuz” Son sözleri söylerken öfkesine zor hakim olduğu belliydi. “ Teknolojiniz oldukça gelişkindi ancak, evrenin temel bilgilerinden bihaberdiniz. O yüzden, bazen çok çaresiz olduğunuz dönemlerde size yardım ettik. Mesela, neredeyse ırkınızı yok edecek bazı hastalıkların tedavisinde size yardım ettik. Bilim alanında yaptığınız sandığınız ilerlemenin temeli, bizim kadim bilgi kaynaklarımıza dayanır.” Araya girme ihtiyacı duydu, anlattıkları onu ürpertmişti. Gene oradan kaçıp gitmek istiyordu. Mutsuz hissettiği yerden kaçıvermek, çocukluktan kalan saçma ama bazen her şeyden çok işe yarayan alışkanlığıydı. Gene de sorması gereken, aklını kurcalayan bazı noktalar vardı. “ Peki, inanıyorum sana, yani biraz tuhaf anlattıkların ama gerçek olduklarını sanıyorum. Bizlerde körüz demiştin, sen ve yanındakilerden mi bahsediyordun?” “ Ben, yanımdakiler, çalıştığın yerin güvenliği, seninle ilk gün görüşen kişiler, çantanı aldığın memur, refakatçin, yolda seni takip edenler. Daha sayıyım mı?” Şaşkınlıktan donup kalmıştı. Bu nasıl olabilirdi. “ Ama bu saçmalık.” Diye çıkıştı. “ Onları gördün mü?” “ Göremediğimi biliyorsun” “ O halde gördüklerini nereden biliyorsun. Onlarda hiç tuhaflık hissetmedin mi?” “ Hayır, biraz. Tamam, evet öyleler ama…” “ Mesela?” “ Çok sessizler, hızlı ve aşırı kibar konuşuyorlar. Bak sen onlar gibi değilsin. En azından bu konuda” “ Ben aranızda daha çok kaldım. Kabalığım ondandır” diye söylendi. İkisi birden güldüler. “ Başka?” diye üsteledi kadın. “ Hepsi yasemin kokuyor. Yani sanki bir karışım. Hiçbir şeye benzemeyen bir kokuyu bastırmak için bir kamuflaj sanki.” “ Yakın ama tam değil. Hiçbir şeye benzemeyen koku olarak adlandırdığın şey aslında hiçliğin kokusu. Yani kokusuz varlık olan bizler. Evet kokmuyoruz. Bunun sebebi bizim içinde hala bir sır. Belki de, yer altının genlerimize işlediği bir tuhaf evrim şakası. Görmüyoruz, kokmuyoruz, çok sessiz hareket ediyoruz. Peki, birbirimizi nasıl bulmamızı bekliyorsun. Bir kokuyla. Yer altında başka kokular kullanıyoruz ancak burada bu bölge için yasemini seçtik.” Sözlerinden başka yerlerde de oldukları anlaşılıyordu. Belki başka bir şehirdeydiler yada ülkede. Kadın kısa bir sessizlikten sonra gülümsedi. “ Gören insanları çalıştırdıklarını düşünsene. Eşyasız odalar, bom boş koridorlar. Yerin metrelerce altındaki görüşme odaları ve etraflarında gayet rahat hareket eden, artık bezelye tanesine benzemiş göz yuvalarını onlardan saklamak için gözlük takmış, zifiri karanlık odalarda, ordan oraya koşturan bir yığın göremeyen insan.” “ Yerin altı mı dedin. Yani ben ilk mülakatta yerin altına mı indim.”
48
49
Öykü
Öykü
“ Elbette, Bina göstermeliktir. Asıl bölümler üretim tesisleri, her şey altında yer alır.” “ Ne üretimi? Ve tabi bir şey daha. Sende binadaydın. Sende onlardan birisin. Peki, neden onlardan başkalarıymış gibi bahsediyorsun.” “ Bir çeşit virüs üretiliyor. Kaynağı çok farklı bir yerden alınan bir virüs. Tüm insanlığı kör edecek bir virüs. Taşıdığınız çantalardaki paketlerle caddedeki insanlara yayılıyor. Birden püskürtüldüğünde yok olup havaya dağılıyorlar. Onun için insanların arasında dolaştırılıyor. Onlar dediğime bakma, sonuçta hepsi benim kavmim.” Yataktan kalkıp gene sessizliğe büründü. Camı açtı, sertçe kapattı.” Sizlerle iletişim kurmayı çok denedik. Dünyayı geri dönüşü olmayan bir felakete doğru sürüklüyordunuz. inandığımız bir kehanete göre: zamanı geldiğinde yer altında yaşayanlar, kadim bilgileriyle yeryüzüne çıkacak ve iki ırk yeniden bir araya gelecekti. Yer yüzüne çıktığımızda ise cehennemden başka bir şey bulamayacağımızı ve bizi yalnızca vahşetin karşılayacağını anladık.” Tekrar yatağa oturdu. Deminki öfkesinden eser kalmamıştı, sesinde hüzünlü bir hal vardı.” Konseyimiz, yer yüzü insanlarının bu birleşmeye hazırlanması kararı aldı. Onları öldürmek canilik olurdu. Onlardan bir farkımız kalmazdı o zaman. Şartları eşitlemeye karar verdiler. Yeryüzü insanlarının görme yetilerini ellerinden alacaklardı. Ancak bu bile zalimlikti ve benim hizmet ettiğim bazı konsey üyeleri bunun olmaması için çalışmaya yemin ettiler.” “ Hala bir sorum cevapsız kaldı. Beni neden kaçırdınız?” “ Virüs, yapım aşamasında ve dışarıya çıkana kadar çok sıkı önlemlerle korunuyor. Üstelik bağışıklık riskine karşı her gün genetiğine farklı zincirler ekleniyor, çıkarılıyor. Yani paketlerin içindeki karışımı gün aşırı ele geçirip, panzehrini geliştirmemiz ve onu yaymamız gerekiyor. İşte burada devreye sen giriyorsun. Paketlerden her birini, sabah metroda yanına oturan adamımıza vereceksin. Öğlen aynı şekilde sana geri getireceğiz.” “ Kabul etmişim gibi konuşuyorsun.” “ Başka şansın yok, bunu tüm insanlık için yapacaksın. Şimdi bu şehir, sonra bütün dünya. Hepsinin kaderi senin elinde olacak. Hayır! On dört numara, bunu yapacaksın. Bu senin kaderin.” Eve geldiğinde akşam olmak üzereydi. İş yerinden arandı, hastaneden çabuk çıktığı için şaşırmış görünüyorlardı. Demek ökçeli kadın ve adamları her şeyi ayarlamışlardı. Yarın işe gelip gelemeyeceğini sordular. Kesinlikle gelecekti. Artık, sıkıcı hayatında her şey farklı olacaktı. Öykü: Yavuz GÜNEŞ
50
Söğüdün Anlattığı Toprak sakindi ve gece sessizce yitip giderken öğütler fısıldamaktaydı. Kuşlar titriyor ve dallarımda; özgürce şakıyabilecekleri sabahı bekliyordu. Ay ise tüm bu durağanlığın içinde ölü bedenlere hikâyeler anlatıyordu. Ah! Ruhlar keşke hazin ve duygu yüklü ayı duyabilseydi… Keşke halen yaşamaya devam etselerdi ve ayın altında usulca öpüşüp, koklaşsalardı. Çok mu şey isterdim? Hatırlayın hani o ‘sonsuza kadar birbirlerini sevecek olan’ âşıkları. Neler vermezdi güzel dilber, delikanlıyı bir daha görebilmek için ve neler vermezdi yavuz genç, güzeli bir daha sarabilmek için… Ama ne yazık ki veremezlerdi ve bu hiç değişmeyecekti. Karanlık, bir gün herkesi bulup, ölümle birlikte sürükleyecekti; uzaklara öylece götürüp o dinç ve güzel bedenden sadece bir mezar taşı kalmasını sağlayacaktı. Bunu durdurabilir miydik? Ölüm geldiğinde; ondan saklanabilir miydik? Haydi, tekrarlayalım benim; iyi yürekli dostlarım: “Hayır.” Gece son sözlerini söylerken, sabah yavaş bir şekilde geliyordu ve artık baykuşlar günün doğduğu diyarı terk edip, gitmeye başlamışlardı. Ve evet duyabiliyordum, onlarda günün ilk ışıklarıyla birlikte uzakta görünmüşlerdi. Çocuklar ne tatlı şeylerdi. Tüm bu gördüklerimden sonra, halen kurumayıp yaşamaya devam edebilmemin nedeni onlardı. Bir, iki, üç ve sayamayacağım kadar çok gelmişlerdi gövdeme. Dallarımın altında uzanıp yatarlarken, onları görmek ömrüme ömür katıyordu ve umutlarımı arttırıyordu. Sahi, kaçıncı çocuklardı bunlar? Ya da şöyle sorayım: kaçıncı sevdalılardı; bu afacanlar?.. “Bragi,” dedi kız çocuğu. Sarının ve kızılın savaştığı buklelerinden güneş akıyordu ve bembeyaz teni; puslu sabaha sitem edip salınıyordu. “Burası alabildiğince, muhteşem!” “Sevmene sevindim,” dedi oğlan. Çekingen bir şekilde hareket ediyordu ama gözlerindeki koyu mavi renk; sırtındaki eskimiş paltonun görülmemesini sağlıyordu. Ah! Benim güzel çocuklarım. ‘Keşke’ deyişlerim hiç bitmiyor ama onları görmeliydiniz… “İstediğin zaman, buraya gelebiliriz, İduny.” “Bu beni gerçekten çok mutlu eder, benim yiğit Bragi’m.” Elbette mutlu ederdi; çünkü yanımdan akıp giden çayır kuşlarla birlikte şarkı söylemeye başladığında ve güneşi dallarımla, onlar için engellediğimde; esen rüzgâr ile yeterince şenlenebilirlerdi. En azından bu vurgunlardan öncekiler, yüzümü kara çıkarmamıştı. “Bak, gel! Bu yaşlı söğüde yaslanıp dinlenelim. Biraz kaçamağın ne zararı olur ki güzelim?” dedi Bragi adlı oğlan ve kızın elini tuttu. Kendine çektikten sonra, “beni öpmek ister misin?” diye sordu ve temkinli bir şekilde İduny’nin pürüzsüz cildine yaklaştı. Ah! Ah! Şimdi hatırladım; bir zamanlar, muhtemelen iki yüzyıl önceydi, bu çocuklarım gibi iki genç daha vardı ama onlar ben uyurken gelmişlerdi ve pekte sevecen tavırlar sergilemiyorlardı. “Senden nefret ediyorum, tiksiniyorum, Raers. Anlıyorsun değil mi? Benden uzak dur!” diyerek çığlıklar atmıştı kızın biri. Çok sinirliydi ve belindeki ok kılıfından bir tüylü ok çıkarıp kalbimin tam ortasına saplamıştı. Gerçi bir parçası halen içimde duruyordu ama o gün, yani iki yüzyıl önce hedef ben değildim. Üzerime tırmanan Raers, belli ki; bir zamparalık yapmıştı ve sevdiceğini kızdırmıştı. Ah! Be kızım, iyi nişan alsaydın ya; halen sızlar durur attığın yerde…
51
Öykü Yanlış hatırlamıyorsam daha eski zamanlardan, bir anım daha vardı. Halen düşünüp dururum; gerçekten amaçları neydi? Bu sefer iki kızdı yanıma gelen; sarışın olan öyle bir ağlıyordu ki içim parçalanmıştı. “Hepsi geçecek,” diyordu öteki kız, sarışına. “İnan, benim güzel kardeşim… Hepsi bitecek.” “Nasıl olacak ki? Seny, sende biliyorsun; hiçbir şeyin düzeldiği yok. Ve ben artık çok yoruldum.” Gözleri ağlamaktan kızarıp iki küflü çanağa dönmüştü ve yamacıma geldiklerinde; bulutlar siyahlaşıp, tüm kinini üzerimize bırakmıştı. Ama gitmeye niyetleri yoktu. Kaldılar ve ağlaştılar; yağmur sonbaharın müttefikliği ile sararmış yapraklarıma saldırırken, tüm gün boyunca dertleşmelerini dinledim. Bragi’nin şimdi bana yaslandığı yerde, halen o kızların gözyaşlarının hazin sıcaklığı bulunurdu… “Beni neden daha önce buraya getirmedin,” dedi İduny ve ekledi. “Nasıl oluyor da buraya hiç gelemedim?” “Daha önce getirmeye çalıştım… Ama biliyorsun… Eğer efendin aşkımızı öğrenirse, çok… Çok kötü olur.” “Onlardan korkuyor musun?” dedi İduny. Bragi ona âşıktı ama kız aşkın ötesinde daha büyük bir sevgi besliyordu, oğlana; bakışlarından belliydi. “Seni kaybetmekten korkuyorum.” “Kork.” On yıl önceydi. Kışın ve yazın amansız çatışmasında, mağlup taraf olan yaz tüm pılı pırtısını toplayıp uzaklara göçmüştü. Öylesine sıkıcı ve yoğun bir yalnızlığa sahiptim ki; ne yaparsam yapayım, rahatlayamıyordum. Zaten hiç kimse benimle şimdi olduğu gibi ilgilenmiyordu. Yokmuşum gibi yanımdaki patikadan sessizce geçiyorlardı. Hava bugün olduğu gibi yine soğuktu ve yağmur çiseliyordu. “Benim adım Rugnar,” demişti genç bir adam. Etrafında kimsecikler yoktu ve tam olarak bana bakıyordu. Ne yapmaya çalışıyordu ki? “Benim adımda, Yaşlı Baba,” demiştim. Beni duymadığı kesindi ama aklı sıra bir oyun oynuyordu. “Evet, seni duydum. Köylüler sana Yaşlı Baba demekle haksızlık etmiş. Sen olsan olsan, Şişman Hıyar olursun.” “Ağzını topla, çulsuz!” deyip sinirli bir şekilde sallanmıştım. “Rüzgâr çıkıyor, Şişman Hıyar. Beni kovuğuna alabilir misin?” Ne diyeceğimi şaşırmıştım ama benimle konuşması bu kasvetli havada yüreğimi şenlendirmişti. “İçime girebilirsin ama bana zarar verme,” dedim ve aylarca onunla birlikte yaşadım. Şunca yaşıma kadar öğrenmediğim pek çok şey öğrenmiştim ondan. İkinci ayımızdaydık; birlikteliğimiz sürüp gidiyordu. Heybesi yine dolu bir şekilde kovuğuma girdiğinde, güneş yeni doğmaktaydı ve yapraklarım ile yarasaları kovalıyordum. “Sizin bu yer, beni acayip zengin ediyor, Yaşlı Baba. Bir gezgin başka ne isteyebilir?” dedi. Onun ne istediği hakkında bir fikrim yoktu ama kendiminkini biliyordum. Rugnar’dan ayrılma düşüncesi toprakla bütünleşen köklerimi titretiyordu. “Neden anlatmıyorsun?” diye sormuştum. “Neden sürekli susuyorsun?” “Ah! Aslında epeyce ezgi var. Ruhumun sırları bir kutuda saklanıyor, Yaşlı ve Şişman Hıyar. Epeyce eskilerden ve alabildiğine kadim topraklardan buralara gelmiş arpların söylediği türden. Ama burada
52
53
Öykü
Öykü
olmaz. Burada değil. Ben ise bir sürgünüm. Bedenimin bu dünyaya hapsolduğu günden beri usulca gezen bir hırsızım. Bir aptalım ve çoklarının olamadığı bir ucubeyim. Hikâyem bugünde saklı ama ben yarındayım. İnsanlar buraya geldiğinde ben öte tarafta oluyorum. Ötekiler bana geldiğinde, ben bende olmuyorum… Anlatacağım çok şey var ama… Ama… Boş versene. Onlar sağır. Ayın ve güneşin sürekli olarak haykırdığı şarkıyı duyamayacak kadar sağırlar. Genç kızların göğüslerini gördün mü hiç? Hani yeni yeni çıkarlar; uçları pembemsidir. Ben orada bir hayat görmüştüm. Bana bakan bir çift göz vardı, şimdi bir daha hiç gitmeyeceğim o yerde. Senin yanında usulca akan çayır gibi bizim memlekette de böyle dereler vardı. Elini omzuma atıp, dudaklarını ağzıma gömdüğünde söz vermiştim. ‘Benimsin, güzelim. Bende seninim.’ Bir başlamaya gör Hıyar’ım. Bir başlamaya gör; duyamıyorsun ve dünyadaki tüm güzel şeyleri söylemek istiyorsun. Kulakları çok güzeldi ve gözlerim onun göğüslerini izlemeyi kestiğinde orada takılı kalmışlardı. Ne muhteşem çizgi hatlarına sahipti…” Bunda sonra benimle hiç konuşmadı ama yarım yılı aşkın kovuğumda kaldı. Diğerleri gibi ağlamadı ve gülüşleri içimde yankılanmadı. Daha sonra hiç görmedim onu ve ne çok isterdim görmeyi. İduny yükselen güneşin altında kıkırdıyordu ve gülmekten gözlerinden yaş gelmişti. “Gülmekten öleceğim,” dedi ve Bragi’nin elinden kurtuldu. Hızlıca ayağa kalkarken elbisesinin her iki kolunu da çıkararak oğlanın başına doladı. “Ah!” dedi talihsiz çocuk ve ayağı yerden kesildi. İkisi de aşk sarhoşluğunun içinde yuvarlanırken, oğlan kızı kavradı ve kendine çekti. Başını, İduny kokan elbise kolundan kurtarırken kızı tekrardan yere devirdi. Onlar oynaşa dursun aklıma bir silik anı daha geldi. Önceden söyleyeyim; ben buyum. Ne daha fazlası ve eksiği… Eğer sıkılmış isen; çirkin ve kötü okuyucu, git buradan! Ben yaşlı ve çok görmüş bir ağacım, sayamayacağın kadar çok hayat çizgim var. İçinde kaybolabileceğin ve anneni çağırırken usulca kaybolacağın… Bu iki gün önceydi. Değişen bir şey yoktu ama hava bu kadar umut vericiyken öyle bir konuşma neden yapılmıştı ki? “Çocuk buradan gitmeli,” demişti orta yaşlı bir adam. “En kısa sürede.” “Hayır,” demişti kadın. Saçları kestane rengiydi ve yüz hatları gergindi. Stresli hali etkileyici bir asiliğe sahipti. “Ben ne diyorsam o olacak. O kadar!” Kadın adamı tokatlamıştı. “Ne yapacaksan yap. Bıktım.” Neyse fazla uzatmak istemiyorum. Tabii aslında, tüm bunları aklımda kaldığı kadar sizlere aktarabiliyorum çünkü beynim bazı zamanlar çok sulanıyordu. Ah, yaşlılık zor, küçük dostlarım. İduny gibi güzel bir sevgilim vardı. İlk tanışıklığım dört yüzyıl kadar önceydi. Herkesin kalbinde yer etmiş bir sevdiği gezmişti elbet bu diyarda. Benimki de oydu. Güzel diyemezdim ona; hakaret etmiş olurdum. Dalları öyle bir uzanıyordu ki; toprak hayranlıkla gözlüyordu onu. Gövdesi öyle gergindi ki, uçan kartallar kıskanıyordu kimi zaman. Yaprakları kışa karşı yazın savunuculuğu yapardı. Siz bilmezsiniz! Sizin kalbimiz tam karnınızın sol üstünde yer alır; her şeyi ona bağlarsınız. Hüzünleri, yok oluşları, bitişleri, soluşları ve hiçlikleri. Hepsini hiç utanmadan ona bağlarsınız. Ama biliyorsunuz, benim küçük ve candan dostlarım. Tüm o duygularınız, beyninizde olup biten bir girdap. Peki, hakkınızı teslim edeyim. Herhangi bir konu hakkında acı çekmek
üzerine hiçbir canlı yanınıza yaklaşamaz. Ucube bedenleriniz yaşamdan savrulup bir zamanlar boş boş baktığınız mezarlara iki gözyaşıyla gömülürken; tüm bu lanet şeyleri sonsuza kadar sürecekmiş gibi benimseyen bir varlık daha yoktur. Neden böyle yapıyorsunuz bilmiyorum. Daha doğrusu bilemiyorum. Neyden bahsediyordum; evet İduny kadar dilber bir sevgilim vardı. Bir sonbahar günüydü ve kuşların şakımaları, çiçeklerin iç acıcı kokularına bezeniyordu. Rugnar kadar iyi bir delikanlı hıçkıra hıçkıra ağlıyor, ezgiler mırıldanıyordu. Şimdi tam hatırlamıyorum ama galiba şöyle bir şey söylemişti.
54
55
Bir bahar günüydü, sevgim dolanmıştı; anlamıştım uzanırken sana, sevgim sarmıştı. Ah! Neredesin şimdi, gözlerim bekler seni, Ah! Kaçtın mı şimdi, ruhun sarar beni, Gel bana güzelim kaçma, öpeyim seni, Koş bana sevdiğim kaybolma, yakayım bizi. Ne kadar anlamlıydı. Hüznü beni benden almıştı ama başka bir şeyde vardı. Umutluydu ama aynı zamanda yoksul ve sefil bir düş kırıklığı içeriyordu. Şimdi düşününce belki haklıydı o genç; dinleyelim bakalım. “Sonunda kaçtım onlardan. Vermeyeceğimi biliyorlardı ama neden ısrar ettiler? Kaçtım. Evet, bunu başardım. Kaçtım. KURTARDIM! Ve artık söylenecek bir söz kalmadı. Hepsi uçtu ve yok oldu; savrulan ateşin hazin ışığında. Neden diye sormayın ve acı çekmek için uğraşmayın. Artık her şeyin sonuna geldik ve bunu biliyorsunuz. Nasıl anlatsam bilemiyorum ama yine de çalışacağım. Her şey aslında o zaman başlamıştı. Hani çok küçüktük ve dizlerimiz kanadığı için ağlıyorduk… İşte o zamanlarda geldi; anlamadık ama hissettik. Yaz sabahında üşüdük ve kış gecelerinde terledik. Hepsi onun yüzündendi. Olmasaydı iyi olurdu ama burada; yüreğimizin patikasında usulca yol alıyordu. Onu diyorum; o ne? Öğrenmek ister misiniz? Aslında kolay ve anlamsız bir şey: İhtiras, sevgi, aşk, özlem… Adını ne koymak istiyorsanız koyun, fark etmez. Kalbinizde hissettiğiniz tüm bu duygular, aynı ananın çocuklarıdır. Bizim uğraşımız o ana ile ilgilidir. O ana ki; tüm çocuklarını besler ve dünyanın tehlikelerine karşı korur. Zamanı gelince onları evden kovup kendi başlarına bırakır. Sorun bu değil midir zaten?.. Bir anadan kopan parçalar; doğanın acımasız dengesini göstermez mi? Ah! Anamızın ismini söylemeyi unuttum: Ölüm. O, bedenimi alacak ve ben uzaklara göçeceğim. Babam, beni bekleyen perilerin olduğunu söylemişti, onlara süzülüyorum… Rüzgâr yaşayan son parçalarımı benden alıyor, gitmeliyim.” Nutkunu isterik bir ağlamayla çekmişti. Bahtsız oğlum, daha sonra titreyen ellerindeki fidanı; üç metre kadar yakınıma dikip, beline dolanmış sicimi sıkıca tutmuştu. Gümüşümsü yapraklarım esen yel ile hafifçe yere düşüyordu. Dallarım yorgundu, üşümüştüm ama bu genç için çok tasalanmıştım çünkü amacını kavrayıvermiştim. Bacakları ile kolları anlamsızca bedenime sarılmıştı. Tepeme doğru tırmanıyor ve gözleri kollarımı inceliyordu. Biraz sonra durdu ve sicimi sağlam dallarımdan birine astı. Yarım saat kadar bana yaslandı ve kendince konuştu. Daha sonra ise boynuna ilmekten kolyesini geçirdi ve perilerine ulaşmak
Öykü
Öykü
için kendini bıraktı… Onun yadigârı, toprağa eş eylediği körpe fidandı. Aylar ve yıllar geçti. Gencin bedeni savruldu ve kargalar için bir ziyafet sofrası oluşturdu. Gözleri deşildi ve kuruyup giden bedeninden; kemikler kalana dek gagalandı. Köy bile yoktu o zamanlar… Ben vardım, sadece ben. Ve usulca boyuma yetişen, yadigâr. Aşkım. Peki ya şimdi neredeydi? Ah! İnsanlar, sanıyor musunuz ki sadece sizler acı çekiyorsunuz. Kanlarınız akar ve kurur, gözyaşlarınız bir yağmur olur ve diner. Ben. Peki ya bizler? Bizler kadim tarihlerin, fazlasıyla eskimiş acısını tadarız. Bir genç kızın, oğlanın. Yaşlı bir dervişin. Bir hırsızın ve bir meçhulün… Kim söyleyebilir? Bana burada iki yüzyıl önce ne olduğunu hanginiz söyleyebilir? Ağlayan askerler vardı burada. Korkan ve savaştan kaçmak için alabildiğine koşan. O küstah korkakların, kaçması beni ilgilendirmiyordu ama kaçarken neden bize dokunmuşlardı. Neden yadigârı kırmışlardı? Çığlıklar atmıştı. Kulaklarını iyice aç, okuyucu; dinle. Binlerce fersah ötede olabilirsin ama onun haykırışları hala duyabilirsin. Ben duyuyorum ve kahroluyorum. Hisset, sen yok olacaksın ama ben burada olacağım. Yanıma senden önce gelenleri anımsa; sevinçlerini ve üzüntülerini… Ve göğsüme senden sonra yaslanacakları düşün… Ben onlarla olacağım. Öykü: Ufuk Ali KAFTANLI
56
llüstrasyon: Zeynep ZEZE
Vicdan Azabı En sonunda başarmıştı. Gözünü kırpmadan geçirdiği uykusuz gecelerin, üzerinden titizlikle geçtiği, en ince ayrıntısını bile hesaplayarak yaptığı planların ardından her şeyin bu kadar kolay olup bitivermesi inanılacak gibi değildi doğrusu. Bir düşte olmaktan farksızdı bu. Birkaç damla zehir ve abrakadabra! Yaşayan bir insan artık ölüydü. “Kaybınız için çok üzgünüm,” dedi kadın. “Başınız sağ olsun.” Bay Paragöz -nefret ettiği ama itiraz da edemeyeceği bir lakaptı bu- tek kelime edemedi. Onu acı dolu bir evlat gibi gösteren maskenin suratından düşmesinden korkuyordu. Ağzını açarsa kelimelerden önce kahkahalar çıkabilirdi dudakları arasından. Başını teşekkür edercesine aşağı yukarı sallamakla yetindi. “Babanız… Büyük bir insandı. Hem bilgiliydi, hem de…” Bay Paragöz dadısını kucaklayıp sırtını okşadı. Belki tavuk gibi gıdaklayarak ağlamasını engellemeye yarardı bu göstermelik çabası. Ancak ölen efendisine yürekten bağlı olan kadın, teselliyi yeni efendisinin kollarında bulacak gibi görünmüyordu. Zavallıcık birden ağlamaya başladı. Domuz gibi sesler çıkarıyor, şişman kollarıyla sardığı genç adamı bir sağa bir sola sallıyordu. Pis şişko! diye geçirdi içinden Paragöz. Ah, ortalık bir yatışsın, ben sana yapacağımı bilirim elbet. İçinden ettiği hakaretlere, aklından geçen habis planlara rağmen bırakmadı kadını. Kederli evlat rolünden taviz veremezdi. Bay Baba Katili -isterseniz onu biraz da böyle çağıralım- cinayetten önce olduğu gibi, cinayet sonrası da dikkatli atmalıydı adımlarını. Kadın onunla nasıl sarmaş dolaş olup birlikte ağladıklarını herkese anlatırdı kuşkusuz. Alın size keder içinde bir evlat tablosu! “Okumayı öğretmişti bana,” dedi kadın heyecan içinde, sonunda genç efendisini bırakarak. “Benim gibi zavallı bir kadın için… Ah, o kadar iyi bir insandı ki.” Dadısı konuşmayı sürdürdü. Sarkık dudakları bir balık gibi açılıp kapanıyordu. Cenaze töreni bir bitsin ilk işi bu şişkoyu kovmak olacaktı. Hasta olduğunda başında nöbet tutmuşsa, annesinin yokluğunu aratmamak için elinden geleni yapmışsa ne olmuştu yani? Bunların karşılığını fazlasıyla almamış mıydı? Bir çocuğa bakıp çorba pişirmek, yerleri silip süpürmek de bir şey miydi yani? Kadın konuştukça konuşuyor, geleceğinden emin bir halde yapılması gerekenlerden söz ediyordu. Ve en sonunda söz dönüp dolaşıp o lanet olası sayfa yığınlarına geldi. Kadını sepetler sepetlemez okuma odasının icabına bakacaktı. Kitapları tek tek şömineye atacak, keyifle küle dönüşmelerini izleyecekti. Nefret ediyordu okumaktan. Kafasını olmayacak boş şeylerle doldurmaktan, zamanını boşa harcamaktan, gözlerini ağrıtmaktan başka neye yarardı ki okumak? “Babanız ne de çok severdi okumayı. Şöminenin başına geçer, saatlerce…” Kadına bir kez daha sarılmaktansa kafasını bir timsahın ağzına sokmayı tercih ederdi. Bu kadarı da fazlaydı artık. Ciddi bir tavır takınıp, dadısını kendisini toparlamaya zorladı. “Ah, affedersiniz efendim. İnanın…” diye kekeledi zavallıcık, gözlerini önlüğüne silerken. “Ben artık gidip işlerle meşgul olayım. Müsaadenizle efendim.” Paragöz kadını başından savuşturduğunda akşam olmak üzereydi. Yapılacak bir dolu iş, görüşülecek bir dolu insan ve organize edilmesi gereken bir cenaze töreni vardı. Başını yastığa koyana dek oradan oraya koşturdu durdu. * * * Sabahın ilk ışıklarına kadar uyanacağını tahmin etmiyordu ama gözlerini açtığında saat sabahın üçüydü. Yüreğini dolduran korku, etrafını saran gece kadar karanlıktı. Bu gıcırtı… Yanılmasına imkân yoktu. Babasının şöminenin karşısına kurulup saatlerce ayrılmadığı okuma odasının kapısının gıcırtısıydı bu. Yatağında doğrulup oturdu. Geceliği sırtına yapışmış, korkudan bacakları karıncalanmıştı.
57
Öykü Gırrrrrr! Kapı ağır ağır açılıyordu. İyi de gecenin bu saatinde, o odada kimin ne işi olabilirdi ki? Yoksa… “Bir kâbus,” dedi kendi kendine, yüksek sesle konuştuğundan habersiz olarak. “Şüphesiz korkunç bir kâbus bu.” Ne olursa olsun başını tekrar yastığa koymasına imkân yoktu. Gidip bakmalıydı. Şöminenin karşısına yerleştirilmiş o iğrenç koltuğun boş olduğunu görmeden gözüne uyku girmezdi. Şamdanı eline aldı, terliklerini ayağına geçirdi ve okuma odasının yolunu tuttu. “Aptal olma,” dedi yüksek sesle. “O babam olacak moruk ölüp gitti artık. Bir kedi leşi gibi gömülmeyi bekliyor şu an. Kitap okumak için hortlayacak hali yok ya.” Aklında canlanan sahne ise bunun tam tersini söylüyordu. Babası yarım kalan kitabını bitirmek için ölümden geri dönmüştü. Şömine başındaki koltuğuna kurulmuş, şömine ateşi dirilişini kutlarken keyif içinde kitap okuyordu. Oğlunu fark edince başını kitaptan kaldırıyor ve artık bir ölüye ait olan donuk gözlerle dosdoğru ona bakıyordu. “Kitaplarımdan ayrılmak öyle zor ki,” diyordu artık bir ölüye ait olan ağzı. “Ah, o sonsuz karanlıkta tek başına kalmak…” Cümlesini yarım bırakıyor, arasına bir ayraç yerleştirdiği kitabı o en sevdiği koltuğa koyup ayaklanıyor ve karabasanların sımsıkı tuttuğu oğluna doğru ilerlemeye başlıyordu. “Ama sen de… Sen de benimle gelirsen... Eğer babanı yalnız bırakmazsan...” Derken ellerini uzatıyor ve demir kadar soğuk parmaklarını oğlunun boğazına doluyordu. “Ancak o zaman affederim seni oğlum. Ancak o zaman. Sen de benimle mezara gireceksin!” Gerçekten de boğazı sıkılıyormuş gibi yutkunamadı bir an. Kısa süre sonra o görünmez ellerin yerini yağlı boyadan yapılmış gözlerin baskısı aldı. Duvarları süsleyen atalarının portreleri, yaptığından haberdarlarmış gibi öfkeli gözlerle süzüyorlardı onu sanki. İçlerinden birinin dudaklarını aralayıp onu lanetlemesi an meselesiydi. Paragöz adımlarını sıklaştırdı. Mumların ölgün ışığı eşliğinde yürürken bir at gözlüğü takmışçasına dosdoğru önüne bakıyor, korkunun yerleştiği yüreği bir davul gibi gümlüyordu. Koridorun başından okuma odası görünüyordu ve kapısı gerçekten de açıktı. Oysa yatmadan önce kapıyı kilitlediğinden emindi. Şömine gürül gürül yanıyor olmalıydı. Odadan fışkıran gölgeler kol kola girmiş, kızıla boyanmış koridor duvarında dans etmekteydi. Bir çılgınlık sahnesiydi bu. Kâbus olamayacak kadar gerçek, ama gerçek olamayacak kadar da deliceydi. Bir yanı yatağa dönmesi, çılgınlıkla dolu bu sahneyi görmemesi için yalvarıyordu ona. Ama hayır! Görmeliydi. Koltuğun boş olduğundan emin olmalıydı. Yoksa gözüne uyku girmezdi. Yağlı boya tablolardan biri katil diye fısıldadı ardından. Büyük amcasının sesi değil miydi işittiği? Hayır, hayır; korkunun kulaklarına oynadığı bir oyun olmalıydı bu. Ama ya öyle değilse? Baba Katili koşmaya başladı. Okuma odasına uzanan koridor her zaman bu kadar uzun muydu? Bir an ne yaparsa yapsın okuma odasına ulaşamayacağı, koridorun sonsuza dek uzanıp gideceği gibi tuhaf bir düşünceye kapıldı. Neyse ki bu düşüncesi gerçeğe dönüşmedi ve koridor her zamanki gibi tükeniverdi. Ve Bay Paragöz ya da Baba Katili -onu nasıl isimlendireceğiniz size kalmış- alevlerin, duvarlarını kızıla boyadığı okuma odasında buluverdi kendini. İşte asıl kâbus da bundan sonra başladı. Şömine bir geçide dönüşüp cehenneme açılmıştı ve oda türlü türlü zebaniyle doluydu. Biri şöminenin tepesinde oturmuş, aşağı sallandırdığı kocaman ayaklarını öne arkaya sallıyordu. Yüzünde kulaklarına kadar uzanan bir tebessüm vardı ve sürekli burnunu çekiyordu. Bir diğeri ise tavanda yürümekteydi. Kollarını aşağıya sarkıtmış el çırpıyordu. Dili göbeğine kadar sarkmış bir başkası ise şöminedeki odunları yalamakla meşguldü. Zebaniler Baba Katili’ni görünce iyiden iyiye neşelendiler. Hemen sıraya dizilip, gözünü bile kırpmadan babasını öldüren bu insanoğlunu alkışlamaya başladılar. Bir yandan da onu kendi dillerinde
58
59
Öykü
Öykü
tebrik ediyorlardı. İşlediği cinayeti cehennemde işitmeyen kalmamıştı anlaşılan. Günah şehrinin en kuytu köşelerinde bile babasını nasıl zehirlediği konuşuluyor olmalıydı. Cehennem onun ebedi eviydi artık. Bu zebanilerin arasında yaşayacak, vicdan azabından kıvranıp duracaktı. Ama tüm bunlardan da korkunç olan bir şey vardı. Koltuk boş değildi. Babasının cesedi şömine karşısındaki koltuğa kurulmuş, bir daha açılmaması gereken gözleriyle ciltli bir kitabı okuyordu. Dirilmişti. Hem başladığı romanı bitirmek, hem de katilinden hesap sormak için. Bedeni gölgelerin arasına gizlenmişti. Kitabı kavrayan ölü parmaklarını saymazsanız bir siluetten ibaretti. Ama oydu işte. Başka kim olabilirdi ki? Baba Katili gözyaşlarına boğuldu. Ah, nasıl böylesine korkunç bir şey yapabilmişti? Nasıl? Bir canavardı o! Af dilemeliydi. Evet! Affedilmek için babasına yalvarmalıydı. Ama dudakları aralanmıyordu ki. Konuşması yasaklanmıştı. Bacakları bedenini daha fazla taşıyamayınca dizlerinin üzerine çöküverdi. Gözyaşları salyalarına karışıp geceliğine akıyordu. Ceset sonunda fark etti onu. Kitabı elinden bırakmadan ayağa fırlayıverdi. Bir an sonra tepesinde dikiliyordu. Tek kelime etmeden alıverecekti canını. Baba Katili gözyaşları ve sessiz yalvarışlar içerisinde uzanıp kitabı cesedin elinden aldı ve sımsıkı göğsüne bastırdı. Sessiz bir af dilemeydi bu. Sonunda dehşet içindeki yüreği daha fazla dayanamadı. Bir çuval gibi yere yığılıverdi. Ölmeden önce gördüğü son şey dadısı oldu. Zavallıcık telaş içinde çırpınıyordu başında. Demek sesleri işitip gelmişti. Herhalde zebanileri kovalamaya çalışıyor, babasının cesedine ona zarar vermemesi için yalvarıyordu. Ah, nasıl da haksızlık yapmıştı bu cesur kadına. Kucağında babasının yarım bıraktığı romanla can vermeden önce son gözyaşı damlasını da altın kalpli dadısı için döktü. * * * “Anlıyorum,” dedi ciddi suratlı müfettiş, piposunu dudaklarına götürmeden hemen önce. Güneş okuma odasını aydınlatıyor, kuş cıvıltıları açık camdan içeriye doluyordu. Gece yaşananların bu odada gerçekleştiğine inanası gelmiyordu insanın. “Zavallıcık aklını yitirdi,” dedi kadın gözyaşları içinde. “Babasını çok severdi. Ölümünü kaldıramadı. Tam şuraya… Tam şuraya yığılıverdi. Ah zavallıcığım benim.” Müfettiş piposu dudaklarında ciddiyetle dinliyordu. Ciddiyetle dinliyor gibi görünüyordu desek daha doğru olurdu aslında. Ortada Poe’nun hayali karakteri Dedektif Dupin olmayı gerektirecek bir durum yoktu doğrusu. Ne vahşice öldürülmüş insanlar, ne de ortalıkta dolanan acımasız bir katil vardı. Genç adam belli ki babasının kaybına dayanamamış ve onu bir anda ölüme sürükleyen bir karabasanın içine yuvarlanmıştı. “Hepsi bu kadar,” dedi müfettiş. “Teşekkürler bayan.” “Ah, dedi kadın,” adamın yakasını bırakmayıp. “Şuracıkta oturmuş kitap okuyordum. Halini bir görseydiniz. O gözleri… O gözleri…” Müfettiş başını sallayarak hızla kapıya yöneldi. Dikilmeyi sürdürürse bu dırdırcı kadından kurtulmasının imkânı yoktu. Saat dokuzda güzel bir bayana kahvaltı sözü vardı ve gecikmeye niyetli değildi. Kadına tekrar teşekkür edip apar topar ayrıldı. * * * Baba ve oğul, aile mezarlığında yan yana gömüldüler. Cenaze oldukça kalabalıktı. Bu arada aile yakınları, aileye yarım asır hizmet etmiş bir kadının isteğini geri çevirmemiş ve Bay Paragöz’ü, ölürken kucağında tuttuğu kitapla birlikte gömmeyi kabul etmişlerdi. öykü: Kerem KARANFİL
60
llüstrasyon: Mehmet DAL
Hayatın İçinden Vapurun kıyıya yanaşmasına daha hayli zaman vardı. Buna rağmen yolculardan bazıları şimdiden ayaklanmışlardı. Onları gören birkaç insan daha koltuklarından kalkınca, bu salgın kısa sürede tüm salona yayıldı. Birkaç dakika içinde kapının önü ana baba gününe dönmüş, insanlar birkaç adım daha ilerlemek için canlarını dişlerine takmışlardı. Kendilerini arkadan itenleri, “Ne sıkıştırıyorsun kardeşim? Görmüyor musun önümüz dolu?” diye terslerlerken, yürümelerine set koyanlara ise, “Manzara mı seyrediyorsun birader? Kımılda biraz.” diye söyleniyorlardı. Özgür bir yaşam için bir araya gelemeyen bu insanların, böylesine basit bir amaç için kenetlenmelerini acı bir gülümsemeyle seyrederken, gemi Eminönü’ne yanaştı. Haliyle itişmeler hızlandı ve çoğunluk sürme iskelesinin yanaşmasını bile beklemeden dışarıya atladı. Şehrin insanı yalnızlaştıran kalabalığı içinde gözden kaybolmalarını bir süre izledikten sonra yerimden kalktım. Dışarısı her zamanki gibi pis ve havasız olmasına karşın, İstanbul nedense bugün içine kapanık gibiydi. Barındırdığı insanların yerine kendisi utanıyordu. Bulutlar da bu sıkılmaya katılırcasına perdesini şehrin üzerine indirmişti. Bir zamanlar insanın içine yaşam sevinci aşılayan bu şehir, şimdi karanlık bir kasvetin demir pençesi altında boğuluyordu. İstanbul’da yaşamakla ölmek arasında bir fark kalmamıştı, her ikisinde de nefes alınamıyordu. Otobüse bindiğimde hareket saati yaklaşmıştı. Orta sıralarda bir koltuğa oturdum. Oyalanmak için etrafıma bakınırken, güzergah yazısına dikkatlice bakan bir ihtiyar dikkatimi çekti. Altmışlı yaşların sonlarında olmalıydı. Kısacık kesilmiş beyaz saçları güneşten yanmış esmer teninin üzerinde bir yama gibi duruyordu. Alnındaki derin çizgiler, bugüne kadar ki yaşamının pek de kolay geçmediği anlatır gibiydi. Okuduğu yazıda aradığı kelimeyi bulmamış olmalı ki, kapıya yanaştı. Bir ayağını dışarıda bırakıp diğer ayağını otobüsün merdivenlerine doğru uzattı ve şoföre bir şeyler sordu. Duyduğu sözler hoşuna gitmemiş olacak ki yüzü asıldı ve “Bilmiyorum” dedi. İhtiyar pes etmeden sormaya devam ettiyse de yanıt alamadı. Muhtemelen gideceği yer ile ilgili bilgi almaya çalışıyordu Her gün İstanbul trafiğinde ter döken bir şoförün bilmediği semt neresi diye düşünürken ihtiyar ayağını geri çekti. Bir süre boş gözlerle etrafına bakındıktan sonra yürüyüp diğer otobüslerin yanına gitti ve onların güzergahlarını okudu. Nedense hiçbirinden tatmin olmuyordu. Sonunda yine bizim otobüsün karşısına geçip ensesini kaşıyarak yazıya bir kez daha baktı. Yardım teklif etmek için yerimden kalkacağım sırada ani bir refleksle otobüse bindi. Şoförün sert bakışlarına aynı şekilde karşılık verip kartını okuttu ve ağır adımlarla yürüyüp arkamdaki koltuğa oturdu. Otobüsün hareket etmesiyle birlikte ihtiyarın elini omzumda hissettim. Ona doğru döndüğümde mahcup bir çift mavi gözle karşılaştım.. “Efendim?” dedim. “Özür dilerim evladım acaba bu otobüs cenaze yerinden geçiyor mu? diye sordu. Nereye gideceğini ve şoförün onu neden terslediğini anlamıştım. Başımı olumlu anlamda sallayarak “Evet” dedim. “Zahmet olmazsa oraya yaklaştığımızda bana haber verir misin?” “Bende oraya gidiyorum. Beraber ineriz.” “Sağ olasın evladım.” Başını cama yaslayıp etrafını izlemeye koyulurken önüme döndüm. O kısacık konuşma anında aklımda kalan tek görüntü gözlerindeki derin hüzündü. Yakını olmalı diye düşündüm. Yoksa büyük olaylara gebe olabilecek bir cenazeye neden gitsin ki. Üstelik bu yaşta? Yol bilmediğine göre buralı değildi. O zaman nereden geliyordu? Sonunda merakıma yenik düştüm ve ona doğru döndüm.
61
Öykü
Öykü
“Yakının mıydı?” diye sordum. “Yok evladım. Tanımam. Olayı gazetelerde okudum.” dedi. “Nereden geliyorsun amca?” “Bursa’dan evladım. Mudanya’dan feribotla İstanbul’a geçtim. Cenazeden sonra da döneceğim.” Kafam iyice karışmıştı. Yerimden kalkıp yanına oturdum. “Neden peki amca? Neden geldin?” “Ölen çocuk benim çocuğum da olabilirdi. Şimdi destek vermezsek, yarın aynı olay bizim başımıza geldiğinde ne yapacağız?” Duyarlılığı karşısında tüylerim diken diken olmuştu. Dikkatlice yüzüne baktım. Okumuş birine benzemiyordu. Alnındaki derin çizgiler, yaşamının kolay geçmediğini, acılarla yoğrula yoğrula dik durmayı öğrendiğini gösteriyordu. Tanıdığım nice kültürlü insan yaşananları görmezden gelirken, ilerlemiş yaşını ve başka şehirde oturduğunu umursamayan amca, kendisini henüz sokmamış yılanın peşine düşmek için kalkıp buralara gelmişti. Bu hassasiyetiden etkilenmiştim. “Kaç çocuğun var amca?” diye sordum. Yanıt vermek istemiyormuşçasına bakışlarını benden kaçırdı. Konuşmak istemediğini anlamıştım. Önüme döneceğim sırada zor duyulur bir sesle, “İki.” dedi. “Bir kız, bir de erkek.” “Allah bağışlasın.” “Teşekkürler” diye yanıt verdiğinde derin mavi gözleri kararmıştı. Ardından başını cama dayadı ve uzaklara bir yere dalıp gitti. Ne düşündüğünü merak ettiysem de, soramadım. Onu kendi düşüncesiyle başbaşa bırakıp arkama yaslandım. Nişanlım, annesiyle beraber oturuyordu ve evleri cenazenin kaldırılacağı alana çok yakındı. Katılacağımı söylediğimde ikisi de gelmek istemişti. Yaklaştığımı haber vermek için telefonla aradım. Çıkmak için erken olduğunu söyleyip eve gelmemi istedi. Kapatacağım sırada amcadan bahsettim. Bir süre sustu, ardından da “Onu da getirsene. Bir çay içer soluklanır.” dedi. İneceğimiz durağa geldiğimizde arkamı dönüp “Burada iniyoruz.” dedim. Sessizce başını salladı. Otobüsten inerken şoförün bakışları üzerimizdeydi. Durup gözlerimi gözlerine diktim. Ortamın elektiriklendiğini fark eden amca koluma dokunup, “Boşver oğlum. Haydi biz işimize bakalım.” dedi. Bu tip adamlara laf anlatmanın zorluğunu defalarca yaşadığım için üstelemeyip yoluma devam ettim. Aşağıya indiğimizde amca, “Merkebin düşüncesini değiştirebilirsin ancak bu tip adamlarınkini asla. Bu yüzden iyi yaptın evlat.” dedi. “Biliyorum, ama yine de bazen insan kendini tutamıyor.” “Bu hayatın içinde her türden insan var. Enerjini bunun gibi odunlarda harcayacağına, değiştirebileceğini umduğun insanlar için kullan evlat.” “Haklısın. Bu yol bizi dosdoğru cenazenin kalkacağı alana çıkartır. Saat daha erken. Nişanlım sokağın hemen başında oturuyor. İstersen orada birer bardak çay içip dinlenelim. Sonra hep beraber gideriz.” “Teşekkürler evlat. Ancak ben gelmeyeyim. Sıkılırım. Buralarda bir kahvehane illaki vardır. Zamanın geçmesini orada oturur beklerim.” “Gelseydiniz iyi olurdu ama yine de siz bilirsiniz.” “Dümdüz mü gideceğim.” “Evet.” Yanımdan ağır ağır uzaklaştı. Bir süre arkasından dalgın gözlerle baktıktan sonra az ilerdeki apartmana girdim. Kapıyı nişanlım açtı. Beni yalnız görünce “Bahsettiğin amca nerede?” diye sordu. “Gelmek istemedi.” dedim.
“Çekinmiştir. Keşke ısrar etseydin.” Ne yapabilirdim dercesine iki elimi yana açtığım sırada annesi yanımıza geldi. İnsanları rahatsız etmekten çekinen, sessiz sakin bir kadındı. Ne zaman evlerine gitsem kendine bir iş uydurur ve ortalıktan kaybolurdu. İşte o muhlis kadın beni yalnız görünce hiç alışık olmadığım kadar sert bir ses tonuyla “Neden getirmedin zavallı adamı?” diye sordu. “Çocuk değil ki elinden tutup zorla getireyim. Teklif ettim sıkılırım dedi ve istemedi.” “Bak gördün mü oğlum. Çekinmiş. Israr etmeni beklemiştir. O kadar yoldan da gelmiş zavallı. Kesin yorgundur. Bir çay içip soluklansa ne güzel olurdu. Haydi oğlum üşenme de arkasından git. Sevaptır.” “Ama anne kimbilir nerededir?” “Sen yine de bir bak etrafına. Belki fazla uzaklaşmamıştır.” Çıkarmakta olduğum ayakabılarımı yeniden giyip sokağa fırladım. Gittiği yöne doğru etrafıma bakınarak koşunca, onu kısa zamanda yakaladım. Parmağımla sırtına dokundum. Beni görünce gülümsedi. “Hayırdır evlat?” diye sordu. “Sorma amcacığım senin yüzünden kayınvalideden bayağı fırça yedim.” “Neden?” “Telefonda senden bahsetmiştim. Soluklanıp bir çay içmen için eve getirmemi söylemişti. Sen gelmeyince...” “Kabak da senin başına patladı, öyle mi?” “Aynen. Haydi gidiyoruz amca.” “Gerçekten gerek yok evlat. Bak şuracıkta bir kahvehane var, orada biraz dinlenir sonra da ağır ağır giderim. “ “Haklısın. Orada da soluklanırsın. Ancak sensiz eve dönersem kızını vermekten kesin vazgeçer. Zaten nazlanıp duruyor.” “Senin gibi damat bulmuş şükredeceğine şikayet mi ediyor.” “Evet.” “Haksızlık ediyor ama.” “O zaman gel de anlat.” Kırlaşmış bıyıklarının kapattığı dudakları hafifçe titredi. Ardından da kendini tutamadı ve sigaradan sararmış dişleri belli olana kadar agız dolusu güldü. “Madem ki işin ucunda saadetin yatıyor gidelim bari.” Uzun zamandır haber almadıkları çok sevdikleri bir yakınlarını görmüşçesine bizi karşıladılar. İçeriye girer girmez de amcayı en rahat koltuğa oturttular. Nişanlım çayın yanına iki dilim börek koyunca “Sağolasın kızım. Bunları görünce açlığımı hatırladım. Bizim yaşa gelince insan her şeyi unutuyor, açlığı bile. “ dedi. “Her şey de unutulmaz ki.” dedi nişanlım. “Haklısın kızım. Acılar unutulmuyor.” Bu sözlerinin ardından mavi gözleri çok uzaklara daldı. Yüz hatları gerilmiş, elindeki çay bardağı dudaklarına ulaşmadan havada asılı kalmıştı. Bedenen yanımızda olmasına karşılık bizden çok uzaklardaydı. Amcanın sessizliği dalga dalga salonun her noktasına yayıldı. Odayı ele geçiren kasvet tek bir kişinin konuşmasıyla dağılacak gibiydi, ancak kimse buna cesaret edemiyordu. “Şoföre ne sordunuz da bu kadar bozuldu.” Soruyu soran ben olmama rağmen sesim kulaklarıma çok yabancı gelmişti. Boğuk ve titrekti. Sanki
62
63
Öykü
Öykü beynimin haberi olmadan dudaklarımdan istemdışı olarak çıkmıştı. Ama işe yaramış, sihirli değnek gibi hepimizi kendimize getirmişti. “Sana sorduğum sorunun aynısını sordum evlat.” dedi ve ardından çayından bir yudum aldı. “Cenaze alanından geçip geçmediğini.” “Evet.” “Ne yanıt verdi?” “Yaşlı başlı adamsın ne işin var orada dedi.” “Başka?” “Sorumu tekrarladım. İstanbul da hergün yüzlerce cenaze kalkıyor. Hangisinin nereden kalkacağını nereden bileyim dedi.” “Yalan söylüyordu.” “Biliyorum. Ama yine de insan tereddüt ediyor. Aşağıya inip diğerlerinin hattına baktım, hiçbiri aklıma yatmadı. Gözümü karartıp tekrar aynı otobüse bindim. Ters bakışlarına tek kelime etmeden aynı şekilde karşılık verdim. ” “Biliyorum. Gözüm hep üzerinizdeydi.” “Sonra da dayanamayıp size sordum.” “İyi ki sormuşsunuz. Böylece sizinle tanışmış olduk.” dedi müstakbel kayınvalidem. “Teşekkür ederim.” dedi ve böreğinden bir ısırık aldı. “Elinize sağlık.” Nişanlım “Afiyet olsun. Çayınızı tazeleyeyim mi? ” dedi. “Zahmet olmazsa bir bardak daha içerim.” “Bir türlü tanışmamıza sıra gelmedi. Adım Ali.” dedim. “Önemli olan insan olmak evlat gerisi boş. Ama illaki bir isim koyacaksak benimki de Ahmet.” “Ahmet amca, çocuklarım için geldim demiştiniz. Kaç yaşlarındalar?” Tazelenen çayından bir yudum alıp bardağı sehapaya koydu. Anlatıp anlatmamak arasında gidip geliyordu. Yere diktiği gözlerini kaldırdığında kararını vermiş gibiydi. “Size yalan söyledim evlat. İki çocuğum yok, iki torunum var. Neden öyle konuştuğumu sorma. Belki kabullenememek, belki de isyan. Hoş ikisi de bir işe yaramıyor.” Bardağındaki çayın sıcak olmasına aldırmaksızın bir yudumda içti. “Cahil bir adamım. Bunu ister ailemin yoksulluğuna ver, ister benim haylazlığıma. İki halde de sonuç değişmiyor, okuyamadım. İlkokulu zor bela bitirdikten sonra babam bir araba tamircisinin yanına çırak olarak verdi beni. Allah ustamdan da, babamdan da bin kez razı olsun. Sayelerinde bir meslek sahibi olup ekmeğimi kazandım. Yaşım ilerledikçe okuyamamanın ne demek olduğunu öğrendim. Bir ortama girdiğinizde, insan hep bunun ezikliğini hissediyor. O zaman kendi kendime söz verdim, ileride evlenip çocuk sahibi olursam ne pahasına olursa olsun onları okutacaktım. “Ne güzel. Okutabildiniz mi bari?” diye sordu kayınvalidem. “Allah sadece bir kız evlat verdi. Ona da şükür dedik. Okuması için elimden geleni yaptım. O da hiç üzmedi beni. Liseyi birincilikle bitirip Bogaziçi üniversitesini kazandı.” “Ne mutlu size.” dedi nişanlım. “Mutluydum. Hem de çok. Okulu bitirince master yapmak için İngiltere’ye gitmek istedi. Biricik kızımdan bunu esirgeyemezdim. Hem zamanında kendime söz de vermiştim. İçim kan ağlayarak yolladım. Orada bir ingilizle tanıştı.”
“Eee” dedim farkında olmadan. “Okumamış olmama karşın bağnaz biri değilim. Tanıştık. İyi bir gence benziyordu. Baktım ki birbirlerini seviyorlar, kısmet deyip izin verdim. Evlendikten sonra İngiltere’ye yerleştiler. İkisinin de işi iyiydi, ama biz burada evlat özlemiyle kahroluyorduk. Kolay değil, tek çocuğun var onu da ancak senede bir hafta görebiliyorsun. Bu arada bir oğlu bir de kızı oldu. Al sana bir de torun özlemi. Tatile her geldiklerinde “Seni bunca yıl gurbet ellerinde otur diye mi okuttum.” diye sitem ederdim. Bu söylenmelerimin etkisinde mi kaldılar bilmiyorum, ama üç sene önce birdenbire kesin dönüş yapıp Bursa’ya yerleştiler. Tabi dünyalar bizim oldu. Tuttukları ev, bizim eve yürüme mesafesindeydi. Emekli de olmuştum. Her gün onlara gidip torunlarımı seviyordum.” “ Ne mutlu sana Ahmet amca.” dedi nişanlım. Ahmet amcaya baktığında gözünden iki damla yaş akıyordu. “Allah bu mutluluğu bize çok gördü kızım.”dedi. “Ne oldu ki?” “Geldiklerinin birinci senesinde geçirdikleri bir trafik kazası sonunda ikisini de kaybettik.” “ Ya torunların?” diye sordum. “Allah onları bize bağışladı. Zaten torunlarım olmasaydı çoktan ölmüştüm.” “Başınız sağolsun.” dedim. “Bütün bunlar hep benim yüzümden oldu evladım. O kadar ısrar etmeseydim memlekete dönmeyeceklerdi, dolayısıyla ölmeyeceklerdi de.” “Dönmeselerdi belki daha kötü olaylar yaşanacaktı Ahmet amca.” “Bunu bilemezsin ki... Kızım öldü. Şu an gerçek olan tek şey bu.” “Torunlarınız hayatta ama.” “Allah’a şükür. Zaten beni hayata bağlayan da onlar. Torunlarıma daha iyi bir gelecek sağlamak için bu yaştan sonra yeniden çalışmaya başladım. Erkek olanı on dört yaşında küçüğü ise bu sene ilkokula başlayacak.” “Hayat her şeye rağmen devam ediyor.” “Haklısın. Tüm acılara karşın devam ediyor. Geçenlerde gazete de çocuğun öldürülmesini okuyunca aklıma torunlarım geldi. Hemen hemen aynı yaştalar. Çocuk ekmek almak için çıkıyor bir daha eve dönemiyor. İnsanın evladını kaybetmesi çok büyük bir acı. Hem de bir hiç uğruna... Aynı olayların bizim de başımıza gelmemesi için destek vermemiz şart diye düşündüm. Çocuğa karşı son vazifemi yerine getirmek için buraya gelmeseydim kendimi asla affetmezdim..” Kimse de konuşacak hal kalmamıştı. Uzun bir sessizliğin ardından kayınvalidem “O zaman kalkalım da son vazifemizi yerine getirelim.” dedi. Aşağıya indiğimizde sokaktaki hareketlilik artmıştı. İnsan selinin içine karışıp alana doğru ilerlemeye başladık. Meydandaki kalabalık Ahmet amca’yı kısa zamanda aramızdan söküp aldı. Tomaların olaya müdahale etmesiyle de hepimiz bir yöne doğru dağıldık. Ahmet amca’yı son defa ertesi günkü gazetelerde gördüm. Kaldırımda bitkin bir vaziyette oturuyordu. Cebinden çıkartıp alnına bastırdığı beyaz mendili kan içindeydi.
64
65
Öykü: Atilla Bilgen
Pin-up
66