Kas覺m 2010
Say覺 38
İÇİNDEKİLER 04-14 Haberler
38.
Sayı ile tekrar birlikteyiz. Gölge e-Dergi'ye ulaşmak için http://GolgeDergi.Blogspot.com Editör: Mehmet Kaan SEVİNÇ golgeedit@gmail.com Yayın Kurulu: Oğuz ÖZTEKER, Hasan Nadir DERİN, Ahmet Hamdi YÜKSEL, Sadık YEMNİ, Rıdvan ŞORAY, Utku TÖNEL, Şükrü BAĞCI Grafik Tasarım: Gülhan D SEVİNÇ Kapak: Devrim KUNTER Gölge e-Dergi internetten yayın yapan özgür ve özgün içerikli tam bağımsız bir dergidir. http://twitter.com/GolgeDergi http://issuu.com/GolgeDergi http://golgedergi/deviantart.com
15-20 Sinema - Son Hava BükücüThe Last Airbender 21-23 Öykü - Hep Aynı Hikaye 24-33 Çizgi roman - Alacadoğan 34-39 Öykü - Uzun Bir Otobüs Yolculuğu 40-42 Çizgi roman İnceleme Blankets 43-48 Öykü -"1679" 49-50 Deneme - Sıradan Farklılık 51-58 Çizgi roman - Lanet 59-64 Öykü - Kitap 65 Deneme - Anlık Bir Anı 66-76 Dizi İncelemesi - Legend Seeker 77-80 Öykü - Baba Oluyorum 81-82 Çizgi roman İnceleme Crossed 83-87 Öykü - Ölümün Aslı 88-91 Sinema - Rahatsız Edici Filmler 92-99 Öykü - Avradoid 100-105 Roman İnceleme - Drakula İstanbul'da 106-112 Öykü - Kutu 113-117 Sinema - 5 Şehir, 5 insan 118-119 Çizgi roman - Yağlı İlmek 120-125 Öykü - İlk Günah 126-137 Sinema - Altın Portakal 2010 Güncesi
Merhabalar, yine yeniden, yeni bir sayı ile sizlerleyiz. Dergimizde yeni bir sayı olmasının yanı sıra ufak tefek başka yenilikler de var, sayfaları çevirdikçe bunları sizler de fark edeceksiniz. Bu sayımızdaki bir başka yenilik de dergimizdeki bayrak değişikliğidir. Üç senedir dergimizin editörlüğünü üstlenen, sevgili Ahmet Hamdi Yüksel, işlerinin yoğunluğu nedeni ile editörlük görevini, yine dergimizin yayın kurulu üyelerinden Mehmet Kaan Sevinç’e devretmiştir. Ahmet’in yayın kurulu üyeliği devam edecek, iyice bir dinlendikten sonra, yazıları, çizgi roman senaryoları ile dergiye katkıda bulunacaktır. Dile kolay üç senedir “Her ayın 1’inde Gölge-e-Dergi masa üstünüzde” ilkesinden taviz vermeden, yazar ve çizerleri okuyucu ile buluşturan sevgili Ahmet Yüksel’e bu özverili çalışmalarından dolayı, yayın kurulu üyeleri, yazarlar, çizerler ve okuyucularımız adına sonsuz teşekkür ederiz. Yeni editörümüz Mehmet Kaan Sevinç’e başarılar dileriz.
3
Gölge e Dergi
Haberler
FERRI İstanbul'da Baltalı ilah Zagor’un efsanevi çizeri Gallieno FERRI 29. İstanbul Kitap Fuarı Etkinliğine katılarak 1001 Roman Yayıncılık standı'nda hayranlarına Zagor kitapları yanı sıra çeşitli yan ürünleri de imzalayacaktır. Ferri’nin yanı sıra etkinliğe katılacak diğer İtalyan yazar ve çizerlerinin, imza etkinliği ile ilgili bilgileri 1001 Roman Yayıncılık fuar etkinliği takviminden takip edebilirsiniz.
Levent ÇAKIR
Türkiye’de çekilen Zagor filimlerinin baş rol oyuncusu Levent Çakır’da Zagor’un çizeri Ferri ile birlikte önce İstanbul Kitap Fuarı etkinliklerinde, daha sonrada, 1001 Roman Yayıncılık tarafından Kadıköy Karga Barda yapılacak Zagor gecesinde yer alacaktır.
4
Haberler
İstanbulles 1. Çizgi Roman Festivali Paneli
Fotoğraf: necmiyalcin.blogspot.com
Çizgi romanla ilgili hareketliliğin artması, çizgi roman okurlarının tamamını sevindiriyordur eminim. Ancak bunların ne derece etkili olduğunu zaman içinde göreceğimiz kesin. Hemen akla gelebilecek olan “etki”nin açıklamasını yapmakta da fayda var. Bu tarz etkinliklerin belli bir amacı olmalıdır. Okuyucu kazanmak, meraklısını bilgilendirmek, sanatçıyı desteklemek, satışları arttırmak vs.
Duyurusu geç yapılan, internette Türkçe program metnine ulaşılamayan, Fransız Kültür’ün kapısında bile broşürü bulunmayan “İstanbulles” etkinliğinin tam olarak neyi hedeflediği ve hangi hedefe ulaştığını saptamak mümkün değil. Ben, sadece ilk gün gerçekleşen konferansa katılabildim. Konuşmacılardan Levent Cantek’in ailevi bir sorundan dolayı konuşmaya gelmemesi,
5
Haberler alelacele değişiklik yapılmasını zorunlu kılmıştı. Türk çizgi romanını Fransızlara anlatmak üzere üç isim söz aldı: Memo Tembelçizer, Ersin Karabulut, Tuncay Akgün… Fransız çizgi romanını anlatmak üzere de… Konuşmalar hakkında yorum yapmadan sadece aldığım notları paylaşmak istiyorum. Notlar, konuşma metinlerinin kısaltılmış halleridir, yorum eklemeden kaleme aldım. Konferans Tuncay Akgün’ün Türk çizgi romanını anlatmasıyla başladı: Fransız çizgi romanı bizde takip edilmiş, örnek alınmıştır. Ancak çizgi roman daha karşı duruşu temsil eder gibi göründüğünden mizahta kaldı bizde. Daha underground. Ayrıca çizgi roman Fransa ve Belçika’daki gibi resmi bir destek görmemiştir. Philippe Geluck – Çizgi roman Fransa’da II. Dünya Savaşı sonrasında başladı yoğun olarak. Manga ve Comics gibi düzenli aralıklarla çıkmasa da kendi tarzında (albüm) olarak çıkmış ve sevilmiştir. Fransız ve Belçika çizgi romanının burada da takip edildiğini görmek sevindirici. Sözgelimi Leman dergisinin çizim ve anlatım olarak bizden çok şey aldığını gözlemledim. Bu şekilde kaliteleri yükselmiş. Ersin – Bizde çizgi roman basılmamasının başlıca sebebi ekonomik sorunlardır. Bununla birlikte okur profilimiz de ilginç. Bizde küçük yaş, yurt dışında (Avrupa) yetişkinler çoğunlukta. Bizde koşullar sebebiyle “derleme albüm”ler basılıyor. Bir mizah dergisinde yayınlanan bölümler bir araya getiriliyor ancak. Bunun tersine bir albüm için en az bir sene çalışmak gerekiyor. Albüm ortaya çıktığında alınacak telif yetersiz oluyor. Daha önce itibar edilmeyen çizgi roman çizerliği artık önemseniyor. Gerek orijinallere ulaşmada, gerek yeni baskıların satışlarında okurların ilgisinin arttığını gözlemledim. Yurt dışında bir çizgi roman ekip tarafından hazırlanırken bizde tek kişi hallediyor işleri. Profesyonelleşme gerekiyor. Kalite artabilir. Bizde mizah dili kendini ifade eden anlatım ve çizgiye sahip. Memo – Daha mizah odaklı konuşsak da 60’lı
yıllarda bir Türk çizgi romanı vardı. Ekipleşme ancak mizah alanının dışına çıkılırsa gerçekleşir. Jean Dufaux - … Bu sene 4500 civarı albüm basıldı. Bizde de sıkıntılı dönemler oldu ama Fransa ve Belçika’da bu durum değişti. Dijital baskılara da ilgi arttı. Dijital baskı doğru kullanılmazsa sorun olacak. Yine de dijital çalışmaları takip ediyorum. Senarist olarak durumdan memnunum. Bu şekilde kendi kültürünü yanında getiren çizerlerle tanışma şansım oldu. Ucuz kâğıt ve dijital tehdit çizgi roman anlatımını tehlikeye sokuyor. Ekip çalışması olmazsa olmaz. Özellikle dizi/serilerde bunun başarılı örneklerine rastladım. Yazım ekibinde her yazar her karakteri ayrı işliyor ve geliştiriyor mesela. Ekip de olsa tek tarz/anlatım dili korunabiliyor. Çizmek yetmiyor, montaj ve baskı gibi şeyler de iyi olmak zorunda. Yazar tek başına da çalışabilir tabii. Yazar ekibi zorunlu değildir. Ancak her tarzdan haberdar olmakta fayda var. Tek yazarla çalışmak bana çok şey öğretti. Sözgelimi İspanyol bir yazarla çalışıyorsam o yazar bana kültürüyle gelecektir. Beni besleyen bu yeni kültür sayesinde ben İspanyol sineması, edebiyatı, tiyatrosuna da ilgi duyacağım İspanyol çizgi romanının yanında. Didier – Leman örneğinden yola çıkarsak, her ne kadar çizer olarak tanınsalar da aslında hepsi birer yazar da aynı zamanda ve FransızBelçika ekolünden etkilenmişler, onlar hakkındaki düşünceleriniz nelerdir? Jean Dufaux – Anladığım kadarıyla Türk çizgi romanı sektörden şikâyetçi. “Business” (İngilizce kullandı kavramı), karşı olduğum bir şey. Sanat, business’in eline düşünce sorun yaşıyor ve sanat olmaktan çıkıyor. Karşı duruş sergileyen Leman da bunun acısını yaşıyor. Özellikle reklâmı yapılan ve birçoğu niteliksiz olan eserlerin olduğu yerde gerçek sanat eseri görmezden geliniyor. Bu nedenle eserlerin telifi de düşüyor. Bununla birlikte çizgi roman yazarları haklarına sahip çıkmalıdır. Leman veya Uykusuz’da belli bir pazarlama stratejisi var mı?
6
Haberler Tuncay – Çizgi roman denince bizde ana damar mizah dergileridir. Mainstream / popüler akımın karşısında gibidir. Daha doğrusu zorunluluktan öyle oldu. Büyük yayın gruplarına başvurduk ama bize yer açmadılar. Medyanın tekelleşmiş olması bizim karşı görüşte olmamıza neden oldu. Onlarla olsaydık istediğimizi yapamazdık. Buna rağmen çok sattık. Karşı olduk. Sansür ve sessizleştirmeyle karşı karşıya kaldık. Yabancı medya bizden daha çok bahsediyordu. Sonra biz de business’e girdik. Kendi albümlerimizi bastık, tişört, bardak, vs. bastık ama bunlardan hiç para kazanmadık. Bizde çizgi romanlar kitabevlerinin en kötü yerlerinde sergilenir. Belki bunun sebebi karşı duruşumuzdur. Jean Dufaux – Türkiye’de çizgi roman eğitimi var mı? Siz bunun için bir şey yapıyor musunuz?
Tuncay – Eminim iyi bir örnek sunulsa peşinden çok iş üretilir… Bundan sonrasını not almadım. Biraz çevirmen hatası biraz da bilgisel aktarımda tekrar ve kısırlıklar sohbeti kilitledi. Dinleyici soruları da yeni ufuklar açan yanıtlar aramıyordu. Üzülerek söylüyorum, son derece başarısız bir konferanstı. Ancak ilki olması sebebiyle “Bunlar da düzelir,” dedirtti içimizden hepimize. Nemci Yalçın ve Ahmet Yüksel’le katıldığımız konferansta bize Berrak Hadımlı da eşlik etti. Günün en eğlenceli anekdotu bence konferans yöneticisinin Fransızca yaptığı tanıtımda zikrettiği ismi çevirmenin; “Memo Tembelçizer”i, “Mehmet Tembelçizer” olarak düzeltmesiydi. Ümit KİREÇÇİ cizgiromanokurlariplatformu.blogspot.com
7
Haberler
İstanbul'da Çizgi roman Festivali İzlenimleri Ekim ayı çizgi roman adına güzel şeyler getirdi ve İstanbul'da ilk defa bir çizgi roman festivali yapıldı. Malum beklendiği gibi şaşalı geçmedi, kimse kalkıp çizgi roman kahramanlarının kostümlerini giymedi, kitapçıların camekanları çizgi romanlarla kaplanmadı, her yere afişler yapıştırılmadı. Hatta ilk etkinlik olan Türkiye ve Fransız çizgi romanı üzerine düzenlenen 'Fransız, Belçikalı ve Türk Çizgi Romanı: Benzerlikler ve Farklılıklar' panelinin bir konuşmacısı olayı takmamış bu büyük festivale gelmemiş, panelin yapıldığı binanın kapısına 'içerde panel ve sergi var' diye bir afiş asmak bile kimsenin aklına gelmemişti. Öksüz ve yetim gördüm bu etkinliği. Dersini çok iyi çalışmış bir Belçikalı yazar-çizer ile dünyanın 13 ülkesinden çeşitli çizerlerle çalıştığını söyleyen Fransız bir yazar amca vardı etkinliğin ağır abileri olarak. Ve Türk tarafında nerede ise konuyla alakalarını "Kapıdan geçerken çevrilmiş" tadında üç çizer yer alıyordu. Sanırım bu üçlü konunun ne olduğuna bile daha vakıf olmadan "çizgi roman adına konuşmak" amaçlı mizah dergilerinden çağırılmışlar, yanlarına 'çizgi roman tarihçisi' sıfatı ile gelecek amcaya çok bel bağladıklarından dersini
çalışıp gelen Belçikalı ve Fransız'meslekdaşları yanında Türk dinleyicilerine karşı pek bir zavallı kalmışlardı. *** Ne konuşulduğu bence o kadar önemli değil. Benim için önemli başlıklar Jean Dufaux 'Fransa'da yılda 4500 çizgi roman albümü basılıyor, bunlardan sadece 200 tanesinin yazar-çizeri karınlarını doyurabiliyor, geri kalan yazar-çizerler albümlerinin yayınlandığı ile kalıyor ve bu işten ekmek yiyemiyorlar" Philippe Wurm 'Bir zamanlar Fransızca çizgi roman yayınevleri Belçikalı çizgi romancıların elindeydi, şimdi Fransız iş adamları yayıncılığa soyundular ve Belçikalı çizgi roman yayınevlerini satın aldılar. Belçika'da genç çizgi romancılar yetişmiyor, artık köreldi, bunun yerine artık Fransız çizgi romanının varlığından söz edebiliriz." Tuncay Akgün "Avrupa ve Amerika'da bir kitabevinden içeri girdiğinizde sizi çizgi romanlar ve grafik romanlar karşılar, ama Türkiye'de çizgi romanlar kitapevlerinde en arka ve en alt rafta görülmemesi için üst üste atılmış olarak durur"
8
Haberler Ersin Karabulut "Geçen sene Kuzey Afrika'da bir çizgi roman festivaline çağırıldım. Farkettim ki çizgi roman okurlarının yaş sınızı bizim Türk okurundan daha büyük." Memo Tembel Çizer Ersin ve Tuncay'ın sözlerinden sonra "katılıyorum" Söylenen tek farklı söz Tuncay Akgün'ün dediği "Orhan Pamuk'ta kendi yazacağı bir senaryonun çizgi roman olmasını istiyordu" ve Jean Dufaux "Dünyaca ünlü bir yazarınız var neden hala kimse bu yazar için çizmiyor?" oldu. Tuncay Bey "daha kendi çizerini bulamadı, aslında kendi de çizer" gibi bir cümle kurduğunda "Orhan Pamuk çizer mi?" gibi bir merak içinde de kalmadık değil. Böylece bu konu da geçiştirildi. Oysaki Everest yayınları kendi yazarlarının eserlerini ve Tük klasiklerini yavaş yavaş çizgi roman haline getirmeye başladı bile. Keşke bundan katılımcılardan biri iyi yada kötü kalkıp söz edebilseydi. *** Keşke orada mizah dergileri yazar çizerleri dışında da bir çizgi romancı olabilseydi. Panelde Jean Dufaux fransız çizgi roman okurlarına ulaşmak için neler yaptıklarını anlattı. Son söz olarak'da "siz yazar-çizer-yayıncı olarak ne yapıyorsunuz, politikanız ne çizgi romanların okura ulaşması konusunda" dedi. Tercüman "sizde nasıl bir siyaset var" diye abuk bir tercümesi ile bir anda "damarı bulduk" diye atlayan mizahçılar siyaset ve siyasetçiler hakkında birşeyler söylemesi gerektiğini düşündüler. Anlamadan, yanlış bir çeviriye kurban olan çizgi roman adına konuşan Türk mizah dergisi yazarçizerleri "devlet zaten yeteri kadar dava açarak bize destek oluyor" dedi. *** Şikayet etmeden önce sen bir adım atmalısın ama her attığın adım doğru değildir. Ben kalabalık edip 1. İstanbul Çizgi Roman Festivali'ne destek
olmak adına gittim Fransız Kültür Merkezi'ndeki panel ve sergiye. Keşke daha önceden doğru düzgün koordine edilip tüm çizgi romanla ilgilenenlere davet gönderilebilse ve "Size de söz hakkı vereceğiz" denseydi. Oradaki Türk yazar çizerler çizgi roman adına yetkin kişiler olup bu konuda karikatür harici söyleyecek sözleri olabilseydi. Türkiye'de Çizgi Romancılar Derneği adında bir derneğin, Çizgi Roman Okurları Platformu gibi faal bir okur grubunun ve Gölge gibi içeriğinde düzenli olarak çizgi roman yayınlayan bir e-dergi olduğunu bilselerdi. Seneye İstanbul 2. Çizgi Roman Festivali'ni düzenlemeyi düşünen varsa önceden söyleyeyim; yayıncılardan, yazar-çizerlerden ve okurlardan destek alın. En azından Türkiye'de imza günü düzenleyecek bir yabancı yazar-çizer varsa yayıncılara haber verin taze taze, sıcak sıcak bir kitabını yayınlasınlar. Belediyeden destek alın, fanlardan destek alın, en azından sokakta Süperman tişörtü ile gezen birileri olsun. Bir binanın dış yüzüne kostümlü bir spiderman yapıştırsınlar. Bir binanın tepesine Batman kostümüyle bir adam koyup aydınlatsınlar, sokakta baltası ve çikosu ile zagor, atı, köpeği ve dalton kardeşleri ile retkit gezsin. Festival Festival havasında kutlansın, ilk günden ölü toprağı dökülmesin üzerlerine. Panelde son olarak söz alan bir kız çocuğunun sözleri ve aldığı cevap ile bitirmek istiyorum sözlerimi. Kız çocuğu "Ben çizgi roman çiziyorum, internette e-dergi olarak yayınlıyorum, sizden nasıl destek alabilirim, ne zaman derginizde bana yer açılacak" diye sordu panel katılımcılarından Ersin Karabulut ve Tuncay Akgün'e. Aldığı cevap "biz mizah dergisiyiz, sadece karikatürlere yer ayırabiliriz, çizgi roman için dergimizde yer yok" oldu. Ne diyeyim, 'çizgi romana yer yok' diyen adamlarla panel yapan çizgi romancılarsız bir 2. İstanbul Çizgi Roman Festivali dilemekten başka ne gelir elden?
9
Haberler 29'uncu İstanbul Kitap Fuarı 30 Ekim 2010 Cumartesi günü kapılarını kitap severlere açıyor.
29. İstanbul Kitap Fuarı Etkinlik Programı Açıklandı Kuruluşumuz TÜYAP Tüm Fuarcılık Yapım A.Ş. tarafından Türkiye Yayıncılar Birliği işbirliği ile 30 Ekim-7 Kasım 2010 tarihleri arasında TÜYAP Fuar ve Kongre Merkezi- Büyükçekmece’de düzenlenecek olan 29. İstanbul Kitap Fuarı 550 yayınevi ve sivil toplum kuruluşunun katılımı, yaklaşık 300 etkinlik ve yüzlerce imza ile kapılarını kitapseverlere açmaya hazırlanıyor. Bugünden itibaren yayınlanacak imza günleri ve etkinlik programına www.istanbulkitapfuari.com sitesinden ulaşılabilir.
Petros Markaris ile eski İstanbul’u ve polisiyeleri konuşacağız. TÜYAP Çocuk Kulübü Fuarın genç okurlarına yönelik etkinlikler TÜYAP Çocuk Kulübü bünyesinde devam ediyor. Yazarlarla söyleşi, resim ve atölye çalışmaları, tiyatro, müzikli oyunlar gibi 40 etkinlik gerçekleşecek.
Onur Konuğu: İspanya Etkinlikleri 30 Ekim-2 Kasım 2010 tarihleri arasında Uluslararası Salon’da (5 nolu hol) gerçekleştirilecek Onur Ülke programı kapsamında İspanya’dan Yeni Bir Etkinlik Dizisi Başlıyor-Hayatın konuk yazarların katılımıyla söyleşiler, sergi, açılış ve Renkleri TÜYAP’ta Buluşuyor kapanış konserleri yer alacak. Hafta içi günlerde alanında uzman konukların Öğrenci, öğretmen ve emeklilere girişin davet edileceği “Hayatın Renkleri” kapsamında ücretsiz olduğu fuarın giriş bedeli 5tl’dir. Uluslararası sağlık, yaşam, kişisel gelişim ve yemek kültürü Salon 30 Ekim-2 Kasım 2010 tarihlerinde 11.00üzerine renkli söyleşiler düzenlenecek. 18.00 saatlerinde; 29. İstanbul Kitap Fuarı ve eş zamanlı düzenlenen 20. İstanbul Sanat Fuarı 30 İstanbul’u Yazmak Ekim-6 Kasım 2010 tarihlerinde 11.00-20.00 saatleri, Ana teması “İstanbul’u Yazmak” olan kitap kapanış günü 7 Kasım 2010 tarihinde ise 11.00fuarı İstanbul’u yazan yazarları fuara davet ediyor. 19.00 saatleri arasında ziyaret edilebilir. Bu kapsamda baba-kızın birlikte katılacağı söyleşiyle John Freely ve Maureen Freely ilk kez bir söyleşide bir Saygılarımızla, araya gelmiş olacak. Fuarda İstanbul’un kedilerine, TÜYAP A.Ş. sokaklarına Catherine Pinguet ile bakacak,
10
Haberler
The Walking Dead (Yürüyen Ölüler)
31 Ekim 2010'da AMC kanalında yayınlanmaya başlayacak son zamanların en popüler çizgi romanının uyarlaması “The Walking Dead” (Yürüyen Ölüler) dizisinin zombilere olan
ilgiyi arttırması bekleniyor. Halloween (Cadılar Bayramı) ile aynı gün seyirci ile buluşacak dizi acaba son zamanlarda moda olan vampirlerden daha fazla ilgi görebilecekmi?
Fransız çizgi roman dünyasının üç dev ismi Jean Dufaux, Philippe Xavier ve Philippe Wurm GON ÇİZGİ ROMAN KİTABEVİ’NDE okuyucuları ile buluştu.
11
Haberler
Sezgin BURAK'ı Yitireli 32 Yıl Olmuş
32 Yıl önce. 4 Ekim 1978 günü kaybettiğimiz Tarkan’ın yazar ve çizeri büyük usta Sezgin BURAK sevgi ve özlemle anıldı...
29. İSTANBUL TÜYAP KİTAP FUARI Bir Çizgi Roman Efsanesi Tarkan ve Yaratıcısı Sezgin BURAK 30 EKİM 2010 CUMARTESİ, BÜYÜKADA SALONU Saat:15.00-16.00 Konuşmacılar: Türkay BURAK, Tan BURAK Düzenleyen: Turkuvaz Kitap İMZA ETKİNLİĞİ: 30 EKİM 2010 Cumartesi, Saat :16:00-17:00 TURKUVAZ KİTAP Standı, 2. SALON 405 No’lu Salon
Sevgili Metin DEMİRHAN Sevgili Metin DEMİRHAN, seni sadece arkadaşların, dostların değil, karikatürler, mizah dergileri, çizgi romanlar, çizgi filmler, fanzinler, fantastik ve kült filimler de özledi. (1965, İstanbul - 1 Kasım 2007, İstanbul)
12
Haberler
6. Uluslararası Çizgi Roman ve Karikatür Festivali
6. Uluslararası Çizgi Roman ve Karikatür Festivali 08 Ekim 2010 tarihinde Prizre’nin Gazi Mehmet Paşa Hamamı’nda düzenlenen törenle açıldı. “Xhennet Comics” (Cennet Comics) Kosova Çizgi Roman Sanatçılar Derneği tarafından örgütlenen 6. Uluslararası Çizgi Roman ve Karikatür Festivali duyurusuna bu yıl Kosova, Almanya, Letonya, Malezya, Makedonya, Türkiye, Bosna, Bulgaristan, Arnavutluk gibi 35 ülkeden toplam 572 eser gönderildi. Uzman jüri tarafından seçilen eserler Gazi Mehmet Paşa Hamamı’nda sergilendi. Bu yıl, on Kosovalı, iki Türk (Murat Mıhçıoğlu, Yalçın Didman) dokuz Makedonyalı ve diğer sanatçıların katılımıyla açılış yapıldı. Konuşmalarda sanatın önemine vurgu yapılırken Kosova’da ve çevre ülkelerde çizgi roman ve karikatürün teşvik edilmesi gerektiğine dikkat çekildi. Katılan misafir sanatçılarla yapılan açılış töreninde, Belediye ve Kültür Bakanlığı ile “XHENNET COMİCS” Kosova Çizgi Roman Derneği tarafından teşekkür belgeleri takdim edildi. Türk sanatçılar Yalçın Didman ve Murat Mıhçıoğlu da Türkiye’den çizgi roman tanıtımlarını yaparken, Davor Dramikanin ve Zdravko Girov Makedonya çizgi roman sanatı hakkında bilgi verdiler. Sanatçılar,
13
Haberler Cumartesi günü çizgi roman ve karikatür performansları sergilediler. Sanatseverler ve gençler, doğrudan doğruya çizgi romanın yaratılışını görerek ilk elden bilgi alma fırsatı buldular. Festivale katılanlar arasında, çizgi roman sanatçıları Yalçın Didman ve Murat Mıhçıoğlu başmisafir olarak Türkiye’yi temsil ettiler. Festivalde Türk çizgi romanını tanıtan sanatçılar, Kosovalı sanatseverler tarafından yoğun ilgi gördü. Yalçın Didman ve Murat Mıhçıoğlu, Kosovalı sanatçılar ile kurulan bağların her anlamda gelişmesi için hazır olduklarını söylediler. Bu yıl 6. Uluslararası Çizgi Roman ve Karikatür festivaline Türkiye’den çalışmalarını gönderen sanatçıların sayısı çok yüksekti. Bu senenin katalogunda yer alan Türk sanatçılar şunlardı: Çizgi roman dalında, Murat Mıhçıoğlu, Yalçın Didman, Ergün Gündüz, Yıldıray Çınar, Mahmud A. Asrar, Emrah Çıldır, Mehmet Kaan Sevinç; karikatür gönderen sanatçılarsa, Canol Kocagöz, Kemal Özyürt, Kamuran Köşeoğlu, Saadet Demir Yalçın, Yusuf Kot, Niyazı Çol’du. Festivalin tamamlanmasından sonra “Xhennet Comics” Kosova Çizgi Roman Sanatçıları Derneği Başkanı Gani Sunduri, Makedonya’nın Veles kentinde düzenlenen 8. Uluslararası Çizgi Roman Festivali’ne katıldı. Hırvatistan, Yunanistan, Sırbistan ve Makedonya’dan festivale katılan sanatçılara Gani Sunduri Kosova’daki festivali ve çizgi roman sanatını tanıttı. Bu festivalde Gani Sunduri, takdirname ve çizgi romanın gelişimine gösterdiği katkılar nedeniyle ödül aldı. Ayrıca Kosova’daki festivalin katalogu bölgedeki en iyi katalog seçildi.
Gani Sunduri önümüzdeki yıl Prizren’de düzenlenecek 7. festivale 30’dan fazla yabancı sanatçının katılacağını bildirdi.
14
Sinema
Son Hava Bükücü (The Last Airbender) Shyamalan Usulü Bir Fiyasko
6. His (The Sixth Sense, 1999) filmiyle gerilim türüne yeni bir soluk getiren M. Night Shyamalan, sonrasında İşaretler (Signs, 2002), Köy (The Village, 2004), Sudaki Kız (Lady in the Water, 2006) ve son olarak da Mistik Olay (The Happening, 2008) filmleriyle türün belli başlı trüklerini kullanarak “suni” bir gerilim yaratmada ne kadar usta olduğunu kanıtlamıştı. Yönetmenin, belirsizlik üzerine kurduğu ve bu belirsizliğin yarattığı gerilimden nemalanan filmleri için ortak bir izlekten söz etmek zor olsa da (dünyanın sonunun geldiği parodisi dışında!), Shyamalan’ın her şeyden önce filmlerinde bir atmosfer yaratma amacı güttüğünü söylemek mümkün. 6. His’in ölü insanlarla iletişime geçen küçük çocuğu, İşaretler’in uzaylıların (dış güçlerin) istilası sonrasında inancı güçlenen ve tazelenen rahibi, Sudaki Kız’ın insanları büyük bir felaketten kurtarmaya çalışan su perisi ya da Mistik Olay’da insanlığa yapılan kıyamet uyarısı, bahsi geçen filmlerin temelini oluştursa da, filmlerin final itibariyle bu temellerle çok da ilgilenmediği görülür. 6. His’in ölü
15
Sinema insanlarla kurulan iletişim aracılığıyla insanın kendi ve “öteki” arasında bir tür kopukluğun farkına vardığını, empati eksikliğinin sorunların derinleşmesine yol açtığı ve modern insana bir ayna tuttuğu söylenebilir mi? Ya da Köy filmini salt bir modernizm eleştirisi olarak okumak mümkün olabilir mi? Eğer bu sorulara net ve kesin cevaplar veremiyor ve verdiğimiz cevaplar bizi tatmin etmiyorsa, bu kanımca Shyamalan’ın filmlerinde her zaman hikâye, olay örgüsü ve karakterlerden çok bir atmosfer yaratmaya yönelik çabasından kaynaklanmakta. Yönetmenin son filmi Son Hava Bükücü’ye gelecek olursak, bu sefer Shyamalan’ın her zaman başarıyla yaptığı “atmosfer yaratma” işini de beceremediğini görüyoruz. Şimdiye kadar çekmiş olduğu filmlerin (6. His filmini dışarıda bırakırsak) senaryolarında sürekli aksaklıklar barındırması, karakterlerin dönüşümlerinin tamamlanamaması, hikâyenin beslendiği temeldeki belirsizlik unsurunun “tatmin edici” olmaktan uzak bir açıklamayla finale eklemlenmesi gibi belli başlı sorunlarının olduğunu ifade etmek yanlış bir saptama olmayacaktır. Bütün bu eksiklikleri yarattığı atmosferle kapatmaya çalışan ve çoğunlukla da bunda
16
Sinema
17
Sinema
başarılı olan (“başarılı” sıfatını gişe hâsılatı anlamında kullanıyorum) yönetmen, bu sayede şimdiye kadar hep kendisine yöneltilen eleştirilerden de sıyrılmayı başardı. Fakat Son Hava Bükücü’de, bütün bu eksikliklerin ve genel olarak Shyamalan sinemasının nasıl bir kısır döngü içine hapsolduğu bütün çarpıcılığıyla ortada. Dört ana element üzerinden dünyanın dört farklı kutba ayrıldığı ve bu farklı kutupları Avatar adındaki “seçilmiş” kişinin inayetiyle birleştirdiği hikâyede, her şeyden önce hiçbir olayın nedeni belirtilmiyor. Olaylar neden-sonuç ilişkisinden bağımsız bir şekilde akıp gidiyor. Filmin açılışıyla birlikte başlayan bir aksiyonun içinde kendimizi kaybediyoruz. (Burada “kaybetmek” fiilini özellikle kullanıyorum, zira film boyunca elimizde tutunabileceğimiz somut hiçbir materyal olmuyor.) Ne karakterler karikatürize olmanın ötesine geçebiliyor ne de yönetmenin içine girmemizi istediği dünyayla aramızda bir bağ kurulabiliyor. Tamamen yaratılan dünyada seyirci bir başına bırakılıyor. Film, yaz sezonunda “tüketim” amaçlı sunulan “sabun köpüğü” filmlerdeki gibi “göstermelik” bir hikâye anlatmaktan, “yalancı” bir kurmaca hikâye hazırlamaktan ve “sahte” karakterler yaratmaktan bile aciz bir tavır sergiliyor. Nickelodeon kanalında üç sezon gösterilen bir çizgi filmden uyarlanan ve üçlemeye dönüştürülecek olan Son Hava Bükücü’nün bir diğer ilginç noktasıysa, filmdeki karakterlerin ırkları ve kimlikleri
18
Sinema oluyor. Dört ana elementi temsil eden halkların hepsinin kendisine göre bir yaşam şekli, kültürel hayatı ve karakteristiği olduğundan rahatlıkla bu halklara günümüzde bir karşılık bulmak da mümkün. Ayrıca çizgi filmde Asyalı olan karakterlerin sinemaya Kafkasya kökenli beyaz tenli, renkli gözlü ve “çekici” karakterler olarak yansımasını sadece bir pazarlama stratejisi olarak görebilir miyiz acaba? Zira filmin bütün “kötü” karakterlerinin bu tipolojinin dışında kaldığının ve Hintli oyuncular tarafından canlandırıldığını da göz ardı etmemek lazım. Hintliler (yahut tarifi genişletirsek “Doğulular”) zalim tiranlıklarını genişletmeye çalışırken, bir yandan da iktidar kavgalarıyla, ihanetlerle ve akrabaları arasındaki fesatlıklarla boğuşmak zorunda kalır. Oysa diğer halklar Ateş Bükücülerin kötülüğü haricinde gayet mutlu ve mesut bir görünümdedir. Seçilmiş Kral ve Kraliçeleri tarafından “sorunsuzca” yöneltilirler. Bu noktada, filmin bariz bir şekilde yaşanılan dünya
19
Sinema
düzenini filmde yaratılan “kurmaca” evrene aktardığını görürüz. Kötü olan her şey “ötekine” yüklenerek, “öteki” kötülüğün nesnesi haline getirilir. Dünyanın kurtuluşu için Avatar diğer milletleri etrafında toplarken, “ötekileştirilen” halk da öte yandan yönetmenin de ifadesiyle “Shakespeareyen” bir dramaturginin içine hapsedilerek, içindeki kötülük, hırs ve ahlaksızlık ortaya konur. Ne de olsa mutlak bir kötü yaratılmadan dünyayı kurtarmanın bir anlamı yoktur. Son Hava Bükücü bütün zayıflıklarının haricinde, Hollywood sinemasının farklı evrenlerde geçen ama yaşadığımız dünyanın bir yansıması olmaktan sıyrılamayan tipik anlatılarının devamı niteliği taşır. Son olarak Gezegen 51 (Planet 51, 2009) isimli animasyonda izlediğimiz Amerikalı-uzaylı tiplemesi ve dünyauzay ikamesi bu filmde de benzer şekilde karşımıza çıkar. Kendinden başka herkesi ötekileştiren, kötünün karşısında birleşerek ehveni şer anlamında bir birliktelik mesajı veren, düzenin devamını sağlama almak için düzeni yıkılma tehlikesiyle burun buruna bırakan ve bu şekilde söylemini genele yaymayı başaran tipik muhafazakâr Hollywood bakış açısı Son Hava Bükücü filminde de alt metinde ifade edilir. Barış SAYDAM bar_saydam@hotmail.com www.avrupasinema.net
20
Öykü
Hep Aynı Hikaye Dairenin kapısını olabildiğince sessizce açmaya özen gösterdim ve kendi evime tıpkı bir hırsız gibi usulca girdim. Antrede ayakkabılarımı çıkarırken ışığı yakmayı düşünmedim bile. Üç yıllık eşimin eve geldiğimden olabildiğince geç haberdar olmasını tercih ediyordum. Çünkü elimdeki Mickey Mouse desenli naylon poşetle kendisine yakalanmak istemiyordum. Fakat su uyur, Hayriye uyumazdı. Terliklerimi bile giymeden salonun yanındaki çalışma odama geçiyordum ki korktuğum başıma geldi; Hayriye içeriden seslendi. “Hulusi… Sen misin kocacığım?” “Evet, gönlümün sultanı, ben geldim.” Zaten gelen bir başkası bile olsaydı, herhalde, hayır bayan, ben kocanız Hulusi değilim, hırsız Hakkı’yım, demezdi. Karım da bunu idrak etmiş olmalı ki, daha elimdeki torbayı çalışma masamın üzerine bırakamadan arkamda bitiverdi. “Ay Hulusi, gene mi kitap aldın?” “Merhaba güzelim, günün nasıl geçti?” Sorusuna soruyla cevap vererek konuyu değiştirmeye çalıştım. Ama yemedi… “Günüm şu ana dek güzeldi. Sorduğun için teşekkürler. Ancak sorumu cevaplamadığının farkındayım. Bak ya… Üstelik… Kitap da değil, çizgi roman almışsın!” “Çizgi romanlar da kitap sayılır… Adı üstünde değil mi; romanların çizgilerle anlatılan hali…” “Haydi ya… Hiç farkında değildim, söylediğin iyi oldu! Daha hafta başında aldığın çizgi romanları okumadan bunlara niye para verdin ki Hulusi? Evde kitap koyacak yer kalmadığını bilmiyorsun sanki…” “Ama hayatım bunlar daha yeni çıktı. Üstelik onlar Lâl Kitap’ın yayınladığı Büyülü Rüzgâr ve Zagor iken, bu poşettekiler Vampirella’nın üçüncü cildiyle, Pis İşler adından yeni bir çizgi roman şaheseri…” “Bırak Allahını seversen… Adı ‘Pis İşler’ olan bir kitap nasıl olur da şaheser şeklinde nitelendirilir, aklım almıyor doğrusu… Üstelik şu Büyülü Rüzgâr denen şeyi daha geçen ay almamış mıydın sen?” “İyi de karıcığım o 95. sayıydı, bu ay aldığımsa 96. sayı… Demek ki adamlar tam sekiz yıldır düzenli olarak bu eseri yayımlıyorlar. Helal olsun!” “Demek ki adamlar bunca zamandır kazancına ortaklar ve sen de bununla gurur duyuyorsun. Sana da helal olsun Hulusi! Aptallıkta birincisin yani…” “Sen de benim için bir incisin canım içi…” “Bırak şimdi laf cambazlığını da bu uyduruk şeylere kaç para ödedin, onu söyle…” “Teessüf ederim hayatım, hiç uyduruk şeyler olur mu; severek ve isteyerek alıyorum ben bu çizgi romanları… Kahramanlarla birlikte bambaşka dünyalara gidiyor, müthiş keyif alıyor, acayip mutlu oluyorum bunları okurken. Bilirsin, içki içmem, sigara kullanmam, bara, pavyona gitmem.” “Yok bi de gitseydin; gül gibi karının üzerine papatya koklasaydın! Konuşma artık Hulusi, konuştukça batıyorsun.” “Olur mu hiç öyle şey Hayriyeciğim? Yanı başımda senin gibi bir gülizar varken papatya koklamak da nereden çıktı şimdi? Fakat isabetli bir benzetme oldu, kara kaşlı, esmer tenli kadınlar saçlarını civciv sarısına boyatınca hakikaten papatyaya benziyorlar.”
21
Öykü
22
Öykü “Üstüme iyilik, sağlık; papatyanın tanımını yapan sensin bir de kalkmış nereden çıktı diye soruyorsun! Bu arada Gülizar kim?” “Öyle biri yok güzelim… Ben, senin için söyledim… Yani al yanaklı, gül yanaklı demek istedim…” “Asıl senin al yanaklı olman lazım Hulusi… Eşek kadar adam olup, hâlâ sıpası çocuk gibi çizgi roman okuyan ben değilim, sensin! Ne buluyorsun şunlarda anlamıyorum ki?” “Öyle deme bebeğim mesela şu Zagor – namı diğer, Baltalı İlah – Darkwood Ormanı’nda bir efsane… Bu arada biliyor musun, TÜYAP kitap fuarına çizer Ferri de gelecekmiş. Ben de orada olacağım inşallah… Keza Büyülü Rüzgâr da Kızılderili kabileleri arasında çok saygı gören bir şaman… Diğer taraftan Tex Willer ve can yoldaşı Kit Carson.” “Tamam ya tamam, uzatma. Bilmek de duymak da istemiyorum artık! Ben senin yerinde olsaydım, bu abuk sabuk karakterlerin isimlerini ve yedi sülalelerini ezberleyeceğime yakında doğacak çocuğumuza bir isim düşünürdüm. Paramı da böyle şeylerle çarçur etmezdim…” “Ne dedin sen Hayriye, ne dedin ya… Doğru mu duyduklarım? Çocuğumuz mu olacak yani? Kimden duydun, nasıl öğrendin?” “Ay saçmalama Hulusi kimden duyacağım; tabii ki prediktör sayesinde öğrendim.” “Her gün işe gitmek için bindiğim banliyö treninde biletleri delen adam mı? Seni de mi o.” “Vallahi pes Hulusi; pes vallahi… Ona kondüktör derler! Yüzlerce çizgi roman okumuşsun ama daha bunu bile öğrenememişsin. Hem, ben istemedikten sonra kimse benim biletimi delemez; deldirtmem! Ama düşünüyorum da… Senin gibi bir çizgi roman manyağı için kendimi saklayacağıma, keşke daha önce kutunun kapağını açtırsaymışım… Belki 500 milyar çıkardı!” “Üzme kendini güzelim, geç otur şöyle… Ben senin yerine oğlumuz için bir isim düşünürüm.” “Oğlumuz olacağını da nereden çıkardın Hulusi? Ben kız istiyorum!” “Tarkan olabilir mesela… Hatta Tolga ismi daha fiyakalı sanki… Üstelik önümüzdeki aylarda Çizgi Düşler yepyeni maceralarını basacakmış! Aslında Harlan Draka ismini tercih ederdim. Çünkü biliyorsun, Dampyr benim en sevdiğim çizgi roman! Ama bir süredir ülkemizde yayımlanmıyor. Neredeyse unutuldu… Doğacak oğlumun da bir gün unutulmasını istemem. Hatta Judas da fena bir isim değil. Anımsadın mı, bir zamanlar Tay Yayınları basmıştı… Hani şu Charles Bronson’a benzeyen Pinkerton Ajanı…” “Hay Allah cezanı versin Hulusi! Ben sana can taşıyorum diyorum, sen bana Prens Charles’tan bahsediyorsun… Aklında Diana mı var nedir? Uyan artık Hulusi, uyan! Diana öleli çok oldu!” Öykü: Oğuz ÖZTEKER
İllustrasyon: Mehmet Kaan SEVİNÇ
oguzozteker@yahoo.com
23
Çizgiroman
A L A C A D O Ğ A N -4SOĞUĞUN DİŞLERİ YAZAN-ÇİZEN
ANIL ŞAHAL
24
Çizgiroman
25
Çizgiroman
26
Çizgiroman
27
Çizgiroman
28
Çizgiroman
29
Çizgiroman
30
Çizgiroman
31
Çizgiroman
32
Çizgiroman
33
Öykü
Uzun Bir Otobüs Yolculuğu Bir yandan duvarda asılı olan saati kontrol ederken, bir yandan televizyonda sabah haberlerini dinlemeye çalışıyordum. Bir an önce evden çıkmam gerekiyordu. Evimde geçirdiğim her saniye otobüs terminaline giderken daha fazla koşmam demekti ancak zamanla yarıştığım bu süreçte dikkatimi çeken haberlere karşı ilgisiz de kalamazdım. Aslında her yıl aşina olduğum haberlerdi dinlediklerim: “Bayram tatili yine kanlı geçti.” “Bayram dönüşünde yollar kana bulandı.” Bu denli korkunç olayları dinlemek ne kadar da kolaydı! Tecrübe ile yaşanmadığı müddetçe anlamak, her şeyden önce öğrenmek zordu. Bir anlığına harekete geçen duygular, beraberinde üzüntüyü getiriyor; bir süre sonra ise kayboluyordu. Geriye ise yalnızca değişen hayatlar kalıyordu. İçinde olduğumuz, aslında çok uzakta olduğumuz hayatın kendisi akmaya bir şekilde devam ediyordu. Bir ailenin yaşamını kaybettiği ile ilgili haberi dinlerken cep telefonumun alarmı çınlamaya başladı. Yüksek sesle öten alarm, kapıdan çıkmam için son kez ikazını vermişti. Eğer buna da uymazsam otobüsümü kaçıracak olmamın pişmanlığını yaşayacaktım. Ne olursa olsun bugün yola çıkmalıydım.
34
Öykü Televizyonu kapatıp hemen ayakkabılarımı giydim. Evin içi derin sessizliğe gömülmüştü. Kapıyı ardımdan kapatırken bir kez daha duvardaki saate baktım. Dokuza beş vardı. Hızlı tempo bir koşuyla beş dakikada terminale yetişebilirdim. Ancak birden duvarda eğreti bir şekilde asılı duran saat dikkatimi çekti. Hâlbuki ayaküstü haberleri dinlediğim sırada dümdüz bir şekilde durduğunu gözlerim ile görmüştüm. İçinde bulunduğum telaş sebebiyle bu konuyu sonraya bıraktım. Dışarı çıktığımda olan gücümle koşmaya başladım. Ta ki otogarın keşmekeşliğini karşımda görünceye kadar! Onlarca otobüs yan yana dizilmişti ve etrafında mahşer kalabalığı vardı. Bağrışmalar arasında arabasını arayan yolcular, etrafta amaçsızca gezinen karınca topluluklarını andırıyordu. Gerçi hepsinin amacı aynıydı: Yoğun bayram dönüşü trafiğinden sıyrılarak hızlı, ancak emniyetli bir şekilde evlerine dönmek! Didim Otogarındaki kalabalıktan sıyrılarak bagajımı teslim ettim ve insan selinin ortasından geçip otobüsüme bindim. Önümde uzun bir yolculuk vardı ve yarım gün geçireceğim koltuğuma oturmadan önce Didim’e son kez baktım. Ailemle birlikte sevdiğim çoğu şeyi geride bırakmıştım. Duygusallaşan biri değildim ve aklımdan hüzünlü ya da mutlu anlar geçirmek yerine bir sonraki bayramın planlarını yapmaya başladım. Koltuğuma yerleştim ve Didim-İstanbul yolculuğu esnasında yanıma kimsenin oturmaması için dua ettim. Onca saati tanımadığım biriyle, dip dibe geçirmek hoşlandığım bir durum değildi. Üstelik leş gibi ter veya sigara kokan bir adamla yolculuk, tam bir kâbus olabilirdi. Sanki bayram dönüşü kalabalığında, hem de yavaş ilerleyen bir trafikte yolculuk yetmezmiş gibi! Ancak vakit nakitti ve herkes gibi benim de kaybedecek vaktim yoktu. Bu yolculuğu yapmalıydım. Hemen önümdeki koltuğun üstünde duran kırmızı rakamlı saate baktım. Tam olarak 09:10’u gösteriyordu ve otobüs çoktan kalkmış olmalıydı. Ancak bu hengâmede aracın zamanında hareket etmesini beklemek aptallık olurdu. Her ne kadar zaman konusunda titiz biriysem de camdan baktığımda dışarıda ağlayan ve birbirlerine sarılan insanları görünce yaşadıkları birkaç dakika için kendi prensiplerimden ödün verebilirdim. Zaman muhakkak göreceliydi, önümdeki yarım günlük seyahat asırlar sürecekmiş gibi gözükürken, vedalaşan insanlar için sevdikleriyle beraber geçirdikleri birkaç dakika çok kıymetliydi. Yarattığı anılar yıllarca yaşanmışçasına kalıcı olacaktı. Bu sebeple otobüsün zamana riayet etmemesine ses çıkarmadım. Yavaş bir şekilde hareket ederken, dışarıdaki insanların havaya kaldırdıkları elleri izledim. Aslında vedalaşmaları sevmezdim, zaten ailemi terminale çağırmamamın nedeni de buydu. Hatta bir gün öncesinden ellerini öpmüş ve uzunca sarılmıştım. Şimdi ise hayatımda ilk defa onlara el sallamak istemiştim. Bunun imkânsızlığını bildiğimden perdemi kapatıp koltuğu geriye yatırdım. Yanımda kimse yoktu ve rahat hareket edebilecektim. Ancak bir anda yanımda beliren kişi ile hayallerim suya düşmüştü. İnsan, ne kadar da ufak şeylerle mutlu olabiliyor ya da üzülebiliyordu. Boş bir koltuk ile birlikte seyahat etme düşüncesi beni bahtiyar ederken, birden kasvetli bir ruh hali üzerime çökmüştü. Ancak değişen ruhuma bir yenisinin daha eklenmesiyle irkildim. Bu sefer şaşkınlık hâkimdi benliğime. Çünkü yanıma oturacak olan bir kadındı! Bu durumu garipsediysem de sesimi çıkarmadım. Çünkü otobüs firmalarının oturma düzeninde ne denli hassas olduklarını biliyordum. Birkaç firma haricinde kadın ile yan yana seyahat etmek söz konusu bile olamazdı. Ne gerici bir durumdu hâlbuki! Bir kadın ile oturmak, nezaket ve görgü kurallarına riayetten başka ne gibi sonuçlar doğurabilirdi ki?
35
Öykü Ancak halimden memnundum. Bir erkekle oturmaktansa hoş kokan ve taşıdığı kıyafetinden ötürü kibar ve eğitimli diyebileceğim güzel bir kadın ile oturmak, uzun yolculuğu çekilir hale getirmek için motive edici olabilirdi. Koltuk numaralarını kontrole gelen muavin, karı-koca olduğumuzu düşünmüş olsa gerek ki, hiçbir şey söylemeden arka sıralara doğru devam etti. Ne ben, ne de yanımda duran kadın buna sesini çıkarmadı. Ve böylece ilginç olacağına inandığım uzun bir yolculuk başlamış oldu. * * * Yedi saatlik bir yolcuğun ardından Bursa’ya yaklaşmıştık. Trafik normalden daha yavaş ilerliyordu ancak yine de akıcıydı. Şu ana kadarki yol ise buz dağının kendisiydi. Görünmeyen tarafı Topçular İskelesi ve İstanbul’un içinde başlayacaktı. Halimden memnundum ancak yanımdaki gizemli kadın zihnimi sürekli meşgul ediyordu. Birkaç kez konuşma girişiminde bulunmama rağmen, benimle iletişime geçmemişti. Gözlerini sabit bir şekilde diktiği yoldan neredeyse hiç ayırmamıştı. Ne müzik dinlemiş, ne kitap okumuş, ne de uyumuştu. Verilen molalarda dahi ayağa kalkmamış, onu rahatsız etmemek adına ben de bazı ihtiyaçlarımı gidermemiştim. Gerçekten garip bir durumdu. Acaba kadın yolcular hep böyle tedirgin midir, diye düşünmeden edemedim. Yoksa tedirginliğinin sebebi ben miydim? İstemeden de olsa kendimi yanlış ifade edebilecek bir davranışta mı bulunmuştum? Bunu bilemiyordum ancak merak ediyordum. Bir kez daha konuşma girişiminde bulunmayı denedim, gözlerimi üzerine çevirerek “Bayram dönüşlerinde trafik hep yoğun oluyor, öyle değil mi?” dedim. Yine herhangi bir yanıt alamayacağımdan emindim. Umutsuzca bu çabamdan da vazgeçecekken, kafasının hareket ettiğini gördüm. Sebebini anlamadığım bir şekilde heyecanlanmıştım. Heyecanımı gizlemek için yutkunmamaya çalıştım ancak boğazımda biriken tükürükler nefes almamı zorlaştırıyordu. Sol omzunun üzerine doğru başını çevirdiğinde göz göze geldik. O anda ne kadar güzel olduğunu anladım. Gözleri yeşil, saçları ise kızıldı. Yüzünün pürüzsüzlüğü bakir kum tepeleri kadar dümdüzdü. Yüz hatlarındaki tek kıvrım, ağzı ve burnundan kaynaklanıyordu, onlar da armonik bir şekilde ilerliyordu. Kelimenin tam anlamıyla muhteşem bir güzelliğe sahipti. Ağzını açıp bir şeyler söylemek için duraksadı. Zihnindeki kelimelerin dilinin ucuna geldiğini görebiliyordum. Ancak hiçbirini sarf etmedi. Bu gizemli tavrı heyecanımı silip süpürmüş, yerini merak duygusuna bırakmıştı. Kadınların gizemli varlıklar olduğunu daima kabul ederdim, ancak bu kadarı da fazlaydı! Yavaş hareketlerle başını öne doğru çevirecekken, kendimden hiç beklemediğim bir harekette bulundum. Yaşamının uzun bir bölümünü yurt dışında geçirmiş biri olarak mahremiyetin ne denli önemli olduğunu bilirdim. İnsanlar ile arama mesafe koyar ve kesinlikle fiziksel temastan kaçınırdım. Ancak bir anlığına kendime hâkim olamayarak başını öne çevirmeye çalışan kadının çenesinden tutmak için elimi uzattım. Benimle konuşması söyleyecek, sorularıma cevap vermesini isteyecektim. Herhangi bir direnç göstermemiş, kafasını geri çekmemişti. Çenesini yakaladığımda ise vücudunun soğukluğu karşısında şaşkına döndüm. Bir buz tanesi kadar soğuktu teni. Hızla elimi uzaklaştırdım. Sanki ölü bir beden gibiydi. Daha önceki hareketsiz ve tepkisiz tavırlarından sonra vücudundaki soğukluk, aklıma ilk olarak ölü olabileceği sonucunu getirdi. Ne komik bir düşünceydi hâlbuki! Bu garip ve kendimin dahi anlam veremediği hareket karşısında ondan özür diledim. Beni şikâyet
36
Öykü etmesini, yanımda oturmama konusunda otobüsün muavini ile konuşmasını beklemiştim ancak hiç birini yapmadı. Yalnızca gözlerimin içine baktı. Gözlerindeki karamsarlığı ve acıma duygusunu görebiliyordum. Belki konuşmuyordu ama kelimelerden çok daha fazlasını ifade ediyordu bakışları. Onun kederle bakan gözleri karşısında hem ezildiğimi, hem de rezilliğimi hissettim. Yapılacak en doğru şeyin önüme dönmek olduğuna karar verip gözlerimi kapamaya verdim. Beni bir şekilde koltuğuma mahkûm etmişti! Yüzüne bakacak cesareti kendimde bulamıyordum. Gerçeklerden kaçmak için gözlerimi kapadım ve uyumaya başladım. Uykuya dalmadan önce kadını aklımdan çıkarmak için uğraştıysam da yapamadım. Gizemli hareketlerinin arkasında bir neden aramaya çalışıyordum sürekli. Aklıma birden televizyondaki haberler geldi. Ölüm haberleri zihnimde trafik canavarı olgusunu harekete geçirdi; bunu da bayram dönüşü esnasında yaşanan kazalar ile bağdaştırarak kısa zamanda zekice bir döngü kurdum. Acaba geçmişinde bayram dönüşü ile ilgili acı bir tecrübe mi yaşamıştı? Bu yüzden mi gergin ve sessizdi? Uykuya dalmadan önce aklım bin bir türlü senaryolar üretiyordu. Belki bir bayram yolculuğunda yakınlarından birini kaybetmişti. Belki de kaza yapanlardan birisi de kendisiydi. Eğer öyleyse ne büyük bir ahmaklıktı yaptığım davranış. Tüm bu düşünceler arasında uykuya dalmışım. * * * Uyandığımda otobüs bomboş ve karanlıktı. Bir an ufak çaplı panik yaşadım. Karanlığın içindeki tek ışık ise kırmızı renkli saatti. Yanıp sönen rakamları mayışmış gözlerimi alırken, etrafta kimsenin olmamasını hâlâ anlayabilmiş değildim. Arabanın motoru susmuştu ve nefesimden başka bir ses duymuyordum. Her şeyi daha net görebilmek için göz bebeklerimin büyümesini bekledim. Kendime geldiğimde hemen yan koltuğumdaki güzeller güzeli kadını hatırladım. Yaşadığım telaşla onun varlığını unutmuş, etrafa bakınırken ona bakmayı akıl edememiştim. Gözlerimi üzerine çevirdiğimde beyaz kıyafetler içindeki varlığını gördüm. Derin bir rahatlama yaşadım. Neden olduğunu bilmiyordum ancak yanımda olmasından dolayı mutluluk duymuştum. Peki, ama diğer yolcular neredeydi? Ani bir sallantı ile irkildim. Yanımdaki yol arkadaşım ise tahmin edeceğim üzere herhangi bir tepki vermemişti. Dışarısına baktım, etrafımda pek çok araba vardı. İşte o zaman arabalı vapurun içinde olduğumuzu anladım. Eskihisar İskelesine doğru yol alıyorduk. Derin bir uykuda olduğumdan feribota ne zaman bindiğimizi dahi hatırlamıyordum. Kim bilir kaç saat beklemiştik binmek için. Hayatımdan kaybettiğim zamanlar! Sakinleştiğimde karanlık bir ortamda güzel bir kadın ile yalnız olduğum düşüncesi aklıma geldi. Pek çok erkeğin yaşamak isteyeceği bir fanteziydi. Ve ben, içindeydim. Ancak yanımda duran gizemli kadın için pek de hoş olmayan bir duruma benziyordu. Tüm yolculuk boyunca yaptığı gibi yalnızca önüne bakıyordu. Tam sapkın fanteziler içinde tekrar rüyaya dalacakken bir sarsıntı daha hissettim. Denizin ortasında bu gibi sarsıntıların muhtemel olduğunu biliyordum, ancak daha önce de arabalı vapura binmiştim. Ve böyle bir sarsıntının normal olamayacak kadar aşırı olduğunu tahmin edebiliyordum. Oturduğum yerden denizi göremesem de bu kadar dalgalı olacağını sanmıyordum. Hava sıcaklığı Aydın’dan beri benzer seyrediyordu. Denizi görebilmek adına dört bir tarafa bakındım. Ancak hiç beklemediğim bir manzara ile karşılaştım!
37
Öykü İnsanlar etrafta koşuşturuyor, filikalara binmeye çalışıyorlardı. Gemi görevlilerinin çoğu can yeleklerini giymişlerdi ve ellerinde tuttukları can simitleri ile denize atlıyorlardı. Çok azı filikaların halatlarını çözüyor, denize indirmek için çabalıyordu. Yüzlerce kişinin akın ettiği filikalar ise denize yuvarlanmaktan başka bir işe yaramıyor, fedakâr denizcilerin çabaları boşa gidiyordu. İnsanların neden otobüsü terk ettiğini geç de olsa anlamıştım. Fakat hiç biri beni uyandırma zahmetine girmemişti. Hatta yanımdaki kadın bile! Tüm bu olanlar sırasında uyanık olduğu aşikârdı. Kaçmamasının ya da beni uyandırmamasının intihardan başka bir açıklaması olamazdı. Feribotun güvertesine tam anlamıyla bir kâbus hâkimdi. Onlarca araba ve otobüsün arasında ayakta durmaya çalışan insanlar canlarını kurtarmak için ellerinden geleni yapıyorlardı. Daha önce iki defa hissettiğim sarsıntının sayısı da giderek artıyordu. Etrafımda yaşanan telaş bana Didim otogarında şahit olduğum anı hatırlatıyordu. Bu sefer acele ile koşuşturan insanların amacı hayata tutunabilmek adınaydı. Oturduğum yerden ayağa kalktım. Yanımdaki kadını da alıp otobüsten uzaklaşmalıydım. Ayakta durmak bir hayli zordu ve daha ilk saniyede tökezledim, düşmemek için koltuğa tutundum. Yanımdaki bayana seslenerek, otobüsten çıkmamız gerektiğini söyledim. Beni duymamış gibi davranmaya devam ediyordu. O ana kadar hiç aklıma gelmemişti ama belki de sağırdı. Omzundan tutarak sarstım, yine bir tepki vermemişti. Gizemli tavırlarından dolayı beni kendisine hayran bırakan kadının davranışları artık aptalca geliyordu. Son bir kez daha otobüsten inmek isteyip istemediğini sordum. Alamadığım yanıt karşısında onu kaderi ile yalnız bırakmaya karar verdim. Ancak cam tarafında oturuyordum ve çıkabilmem için bana yer vermesi gerekiyordu. Bunun için müsaade istemem yersizdi. Zira şu ana kadar hiçbir soruma yanıt vermemişti. Yapılacak tek şey vardı. Var gücümle onu ittim, yere düşecek olmasına aldırmıyordum. Ona karşı ikinci kez kaba davranıyordum ama içinde bulunduğum durumda görgü kurallarını ihlal etmem canımdan daha değerli değildi. Korku dolu anlarda artan adrenalin sayesinde insanlar normalden daha güçlü olurlarmış. Ancak bu durumun benim için mi, yoksa kadın için mi geçerli olduğundan şüpheliydim. Çünkü bir kayayı itmeye çalışırcasına nafileydi gayretlerim. Ne kadar ittiysem de yerinden bir santim kıpırdatamadım. Taş kesilmişçesine koltuğa yapışmıştı sanki. Otobüs içindeki sarsıntılar devam ediyordu ve camlarına sular çarpmaya başlamıştı. Feribot, Marmara Denizi’nin serin sularına gömülmek üzereydi. Vaktimin giderek daraldığını bildiğimden kadını itmeyi bıraktım. Önümdeki koltuktan kaçabilirdim. Çıkış kapısı hemen ilerideydi. Bir elimi koltuğa koyup destek alırken, diğer elimle hemen ileride olan saatin metal çerçevesine tutundum. Bir atlet gibi kolayca atlamayı beklemiyordum ve bu yüzden etrafımdaki şeylerden yardım aldım. Bir bacağımı koltuğun üzerinden atmıştım ki, beni geri çeken bir kuvvetle karşı karşıya kaldım. Kolumdaki soğuk hisse neden olan şeyi hemen anlamıştım. Cansız bir beden gibi oturan kadın kaçmamam için beni tutuyordu. Ne gibi bir amacı olabilirdi ki? Yaşadığım bu ani sarsıntı neticesinde dengemi kaybederek düştüm. Destek aldığım saate sımsıkı tutunmaya çalıştıysam da başarılı olamadım. Ağırlığımı taşıyamayan çerçevesi cıvatalarından çıkarak tıpkı evimin duvarında asılı duran saat gibi yamuldu. Kızıl saçlı kadın ise kolumu sımsıkı tutmaya devam ediyordu. Sanki ölmemi istiyor, beni denizin soğuk sularına gömmeye çalışıyordu. Kimdi bu gizemli kadın? Lovecraft’ın, Smith’in kitaplarını okurdum; denizkızı efsanelerini de iyi bilirdim. Acaba denizden gelen ölüm müydü kendisi? Bir süre sonra kollar solungaca dönüşecek, bacakları kuyruk şeklini mi alacaktı? Tüm bunlar ölüm öncesi yaşadığım sanrılardı. Hiçbiri gerçekleşmedi. Hayalet kadın koltuğunda oturmaya
38
Öykü devam ediyordu. Otobüsü döven dalgalar kalın camlarında çatlaklara neden olmaya başlamıştı bile. Artık kaçışın olmadığını bir şekilde biliyordum. Ben de düştüğüm yerden doğrularak, koltuğumda oturmaya başladım. Karşımda yamuk bir şekilde duran saatin ekranına bakarken, yanımdaki kadının elini tuttum. Eskisi kadar soğuk değildi eli. Ya da hissetmiyordum. Ya da bedenim en az onunki kadar soğumuştu! Onun kim olduğunu artık tahmin edebiliyordum. Ne bir yaratık, ne de başka bir şeydi. Azrail’in vücut bulmuş şekliydi. Yalnızca kafamda tasvir ettiğimden çok farklıydı. Ölümü temsil etmesine rağmen, siyah pelerini ve elindeki orağıyla değil, beyaz kıyafetlere bürünmüş güzel bir kadın olarak karşıma çıkmıştı yalnızca. Belki ölüm sanıldığının aksine kötü bir şey değildi. Yeni bir başlangıca doğru giden açık bir kapıydı. Ama televizyondaki ölüm haberleri bunun tam da tersini ispatlarcasına yayın yapıyorlardı. Parçalanmış bedenler, ardından ağıt yakan aileler! Hepsi de ölümün ne denli elem verici olduğunu gösteriyordu. Şimdi daha iyi anlayabiliyordum. O güzel kadın, ölüm anımdan önce bana gözükmüştü çünkü bu anı daha da kolaylaştırmaya çalışıyordu. Yoksa kim ölmek isterdi ki? Otobüse dolan sular sebebiyle nefes alamıyordum. Ölmeye artık çok yakındım. Ancak bir ses ile son kez irkildim ve uzandığım koltukta uyandım. Çalan, cep telefonumun alarmıydı. Acele ile yetişmem gereken bir otobüs olduğunu bana hatırlatıyordu. Evimdeydim ve yaşadığım anın bir rüya – ya da bir öngörü – olduğunu hemen anladım. Duvara doğru kafamı çevirdiğimde yamuk duran saat, 08:55’i gösteriyordu. Televizyondaki haberlerin sesi bir yandan kulaklarımda çınlarken, gördüğüm rüyanın etkisinden kurtulmaya çalışıyordum. Sırılsıklamdım ve otobüs kalkış saatine yetişmem için acele etmem gerekiyordu. Yetişemezsem bir gün sonra İstanbul’a gitmek zorunda kalacaktım ve bu işime yarayan bir durum değildi. Yaşadığım kısa bir tereddüdün arından ayağa kalktım ve kendime şu soruyu sordum: “Acaba zaman ile yarışmamayı öğrenmiş miydim?” Sanırım cevabını uzun bir otobüs yolculuğunun sonunda bulacaktım.
Öykü: Fatih DANACI
İllustrasyon: Nihal AKKUŞ
39
Çizgiroman İnceleme
Blankets
Herhalde, 1975 Wisconsin doğumlu ve katı Katolik kuralları içinde yetiştirilen Craig Thompson, para kazanmak için part-time çalıştığı işlerden akşam döndüğünde, kalan boş zamanında çizdiği Graphic-Novel (GN)’in bu kadar ses getireceğini bilse; bunu daha hızlı bitirmek için elinden geleni yapardı. Craig Thompson, 1997 yılında Wisconsin’den ayrılıp Oregon’a yerleştiğinde, çiçeği burnunda, 22 yaşında, yeni mezun bir çizerdi. Kısa bir süre Dark Horse Comics’te alt kadrolarda çalıştı ve bu süre zarfında oyuncak paketleri tasarladı, logolar çizdi ve bazı firmaların reklâm sayfalarını çiniledi. O daha sonraları bu süreyi “zaman kaybı” olarak nitelendirse de, aslında kareleme ve çinileme tekniklerini geliştirmesi ile çizerlerle interaktif çalışma şansını yakalaması açısından bulunmaz bir fırsat yakalamış ve değerlendirmişti. Yazı : Craig Thompson yeni fikirler peşinde
40
Çizgiroman İnceleme
İlk çalışması 1999 yılında “Good Bye Chunky Rice” adında yarı-biografik yarıkurgu bir GN oldu. Bu çalışması ona biraz ün ve 2 tane de ödül kazandırdı. Aldığı övgülerden cesaret alan Thompson, ilk uzun GN’sine başladı. Üç buçuk sene süren ve bitiminde 600 sayfalık bir şaheser olan bu kitap, “Blankets” idi. Blankets, tamamen oto-biyografik bir çalışmadır ve de Craig Thompson’un Reina adında bir kız ile tanışması ve 15 gün süreyle onun evinde kalması, Reina’nın ailesinde yaşanan gerginliğin kendi hayat görüşlerine olan etkisi ve Reina ile kendi arasında geçen duygusal ilişkisi üzerinedir. Hikâye Craig Thompson’un çocukluğunda başlar ve erkek kardeşi Phil ile yaşadıkları olaylardan, ailevi ilişkilerinden ve de sürekli gittikleri kilisede verilen katı Katolik öğretilerden bahseder. Genellikle arka fonda sert geçen Wisconsin kışını görürüz. Thompson okula ve yaşadığı çevreye uyum sağlayamayan biridir. Her kış gidilen kilise kampında, kendi gibi dışlanmışları bulmakta ustalaşmıştır ve genelde onlarla arkadaşlık eder. Bir sene gittiği kış kampında Reina ile tanışırlar ve birbirleri ile aralarında anında bir çekim oluşur. Birbirlerinin telefonlarını ve adreslerini alırlar, böylece bir süre telefon ve mektuplaşma ile iletişim sağlarlar. Reina’nın anne ve babası boşanma sürecindedirler ve 2 tane özürlü çocuğu evlat edinmişlerdir. Reina aynı anda hem anne ve babasının boşanma sürecini atlatmaya çalışmakta, hem de o iki özürlü kardeşine bakıp annesine yardım etme durumundadır. Thompson tam bu kargaşa ve keşmekeşin ortasında Reina’nın hayatına girmiştir. İkisi de birbirlerine bir süre destek olurlar ve iki ailenin de rızasıyla Craig 15 günlüğüne Reina’nın evinde ailesi ile kalmaya gider. Kitabın büyük bir kısmı bu 15 günlük zaman diliminde yaşanan duygusal ilişkiler üzerinedir. Bu 15 gün içinde Thompson, Reina, Reina’nın annesi ve kardeşleriyle iyice yakınlaşır. Reina’nın anne ve babasının boşanma sürecinden ne kadar yoğun bir şekilde etkilendiğini görür. İkisinin de çocukluk hayalleri, çocukluk arkadaşları ve kardeşleriyle olan ilişkileri uzun uzun incelenir. Thompson sürekli bir beklenti içinde olmasına rağmen, Reina’nın içinde bulunduğu ruh halinin aşırı karışık olmasından dolayı, bir türlü istediği cevapları yakalayamaz. Duyguları iyice karışmış bir şekilde 15 günden sonra geri döner. Reina ile bir süreliğine uzun mesafe telefon ilişkisi yaşamaya çalışır, fakat bu ilişki de istediği sonuçları vermez. Thompson yaşadığı küçük kasabanın dar kalıplarından sürekli kaçmaya çalışır.
41
Çizgiroman İnceleme
Blankets kitabı, sadece 2 kişinin yaşadığı bir ilişkiyi anlatan bir kitap değildir. Arka planda anlatılan aile içi ilişkiler, kardeşler arasında yaşanan sürtüşmeler ve koyu Katolik inancının insanları nasıl etkilediğinin incelenmesi, kitaba apayrı bir hava verir. Kitap modern bilimle dini düşüncelerin çakışmalarına yer verirken (Socrates’in dini inançlar hakkındaki düşünceleri), bu düşünceleri Thompson’un o anda yaşadığı ruhsal durumlarla da çakıştırması kitaba değişik bir filozofik hava verir. 2003 yılında Time dergisi tarafından yılın 1 numaralı GN’i seçilmiştir. Aynı kitap 2004 ve 2005 yılında da çizgi romancılar arasında en prestijli ödüller olarak kabul edilen Eisner ve Harvey ödüllerinde 5 ayrı dalda ödülleri toplamıştır. “Maus” adlı GN yazar-çizeri ve Pulitzer ödüllü Art Spiegelman yıllardır gördüğü en iyi GN olduğunu belirtmiş ve de Craig Thompson’a onu öven upuzun bir mektup yazmıştır. Ufak bir girişim yapıp, küçük meblağlarda para kazanmak isteyen bu utangaç çizer, birden dünyaca popüler birisi olup çıkmıştır. Blankets GN’si, şu ana kadar okuduğum en sürükleyici, insanın içini ısıtan ve herkesin içinde kendinden bir şeyler bulabileceği bir GN’dır. Kütüphanemde başköşede durur ve de her ciddi çizgi roman okuyucusunun da evinde bulunması gerekir. %100 tavsiye ederim. Tunç PEKMEN
42
Öykü
"1679" “Başlasın…”
* * * Üç arkadaş dersten çıkar çıkmaz üniversitenin yemekhanesine koştular. Cep telefonlarını yemekhanenin girişindeki turnikelere hızlıca okutarak ücretlerini ödedikten sonra içeri girdiler. Öğrenci denen organizmanın tarih boyunca beğenmediği ve asla beğenmeyeceği ‘yemekhane yemekleri’ni gri tabldot tepsilerine doldurttular. Kimi kötü geçmiş sınavı, kimi o yaz yapacağı stajı, kimi futbol, kimi arabalar, kimi kızlar, kimi oğlanlar hakkında konuşan yüzlerce gencin 60 desibellik uğultusuyla soslanmış yemekhanede kendilerine boş bir masa bulup oturdular. İsmine uygun olarak üç arkadaş arasında en yüksekteki havayı soluyan Ardıç ile bölümlerinin ender kız öğrencilerinden Selen, hararetle az önceki derste hocanın verdiği ödevin kazıklığını konuşurken üçlünün ufak tefek ama zeki üyesi İlker araya girdi: “Abi onu bunu bırakın da benim modem yok dünden beri, kafayı yiyeceğim valla.”
43
Öykü “Niye ki? Ne oldu modemine?” dedi Selen elindeki ekmeği bölerken. Diyette olduğu için yemeklerini az az almıştı ve diyetisyenlerin tavsiye ettiği gibi yavaş yavaş yiyordu. “Ya geçen günden beri bir rahatsızlık vardı dişimde. Hem sızlıyordu, hem de içindeki modem oynuyor gibi geliyordu.” “Aa, evet, dün diyordun dişimde bir tuhaflık var diye? Yaptılar mı bari?” İlker, sağ elini şöyle bir sallayarak ‘nerdeee,’ demeye getirdi. “Doktora gittim dün. Diş çürümeye başlamış. Çıkardı modemi; zaten neredeyse düşecekmiş, az kalmış. Bugün çıkışta tekrar gideceğim işte, minik bir dolguyla beraber yeniden takacak.” “Hımm, geçmiş olsun.” “Sağ ol Selencim. Şimdi sersem gibiyim biliyor musun? Gözümü kapatıp da karşımda masaüstü belirmeyince tuhaf oluyorum. O kadar alışmışız şu merete.” İlker’in dili istemsizce, içine idareten beyaz bir şey konulmuş sol alt azı dişine gitti. Birkaç gündür sürekli böyle oluyordu. Ama o akşam bitecekti işkence. “Selen ya, yemeğini bitirmişsin zaten, bir bakar mısın, Nurhan Hoca açıklamış mı notları?” diye devam etti İlker kısa bir sessizlikten sonra. “Tabii canım, sen yemene bak,” dedi ve göz rengiyle uyumlu olarak açık mavi far çekilmiş gözlerini kapattı. * * * Tüm görüş alanını kaplayan bir görüntü belirdi genç kızın zihninde. Güzel bir göl manzarasıydı bu. Son yüklediği masaüstü – daha doğrusu gözkapağı üstü – resmiydi. Zihninden ‘İnternet’ sözcüğünü geçirdi ve aynı anda karşısına Mozilla Firefox’un son sürümüyle açılan Google sayfası çıktı. Tarayıcının adres kutucuğuna Nurhan Hoca’nın internet adresini yazdı. Bunun için sadece orada ne yazacağını hayal etmesi yetiyordu, klavyeye ihtiyacı yoktu. Mavi ağırlıklı internet sitesi karşısında belirir belirmez Selen sayfanın ortasındaki ‘duyurular’ başlığını açtı. En başta kırmızı puntoyla “Mikrodalga 1. Vize Sonuçları açıklanmıştır!” yazıyordu. “Açıklanmış beyler,” dedi Selen gözlerini açmadan. Ve gergin bir sessizlik oldu. “Elli almışım ya,” diye devam etti. “Daha iyi bekliyordum. İlker sen altmış almışsın.” “Oha, sen bile o kadar düşük aldıysan,” dedi Ardıç devamını getirmeyerek. Selen gözlerini açtı. “Elli üç Ardıç seninki. Ortalama da kırk dört.” “Düşükmüş abi, herkes iyi geçti diyordu,” dedi İlker. “İşlem hatasından kırdı demek ki. Demişti zaten formülleri falan her şeyi biliyorsunuz ama dört işlemi yapamamışsınız,” dedi Ardıç. * * * Minik bir sınav kritiği ile birkaç kısa muhabbetten sonra İlker, mantarlı türlüsünü bitirmediği halde aniden ayaklandı. Tepsisini alıp masadan ayrılmıştı ki yemeklerini çoktan bitirmiş arkadaşlarının hareketlenmediklerini fark edince durakladı. “Gelsenize oğlum.” Ardıç kıpırdamadı bile. Selen de Ardıç gibi gözlerini ileriye bir yerlere dikmiş dalgın dalgın
44
Öykü bakıyordu. İlker şaşkınca çevresine göz gezdirdi. Çok tuhaftı ama tüm yemekhane durgunlaşmıştı sanki. Sadece masadakiler değil, yer bulmaya çalışan yeni gelmiş öğrenciler de, yemeğini bitirmiş çıkmak için hareketlenenler de öylece kalakalmışlardı. Hâlâ bir kıpırdanma vardı aslında, zaman donmuş gibi değildi. Ancak herkes birden dalgınlaşmış, hareketler ağırlaşmış, konuşmalar dinmiş, çatal bıçak sesleri dahi kesilmişti. Yemekhanenin desibeli hızla düşmüş, sıfıra yaklaşmıştı. “Ne oluyor lan?” * * * İlker elindekileri masaya geri bırakmış Ardıç’ı çimdikliyordu. Ondan ses çıkmayınca masanın karşısındaki Selen’e seslendi. “Selen, bari sen bak kız!” Onun da hayat umurunda değil gibiydi. Arada sırada gözünü kırpmaktan ve hafif hafif nefes almaktan başka bir şey yapmıyordu. “Hayda, ne oluyor ya burada?” dedi İlker. Ardıç’ın sırtına son bir şaplak attıktan sonra masadan uzaklaşıp yemekhane girişine yöneldi. Tepsilere yemek dolduran beyaz giysili aşçılar da, sırada bekleyen öğrenciler de donup kalmışlardı. Dışarı attı kendini. On kişilik‘yemekhane kredisi doldurma kuyruğu’nu gördü. Kuyruk hiç ilerlemiyordu. Etrafta bir sürü genç vardı ama hiçbiri bu âlemde değildi. Elini beline koymuş, düşünceleri bir yere varmaktan çok uzakken dili tekrar arızalı dişine gitti. O an gözleri fal taşı gibi açıldı. “Hasiktir,” dedi. Galiba anlamıştı durumu. * * * Dört yıl önceki inanılmaz gelişmeyi ve yapılan tartışmaları hatırladı İlker. Yıl 2015’ti. ‘Coexim’ isminde adı sanı duyulmamış bir teknoloji firması, devrim niteliğinde bir şey geliştirdiklerini açıklamış, müthiş reklâmlar yaparak Coexim033 adlı ürününü tanıtmıştı. Türkiye’deki reklâm sloganlarını çok iyi hatırlıyordu: “Beyniniz bilgisayarınız olsun!” Her ne kadar netbookların bilgisayar pazarının çoğunu ele geçirmesi, Iphone’un hemen hemen her sene çıkan yeni modelleri ve Nokia’nın N97’den sonra art arda bilgisayarımsı özellikleri olan telefonlar piyasaya sürmesiyle internetin taşınabilirliği epey artmış olsa da bu yeni ürün, teknolojide çığır açacağa benziyordu. Coexim033, nano teknoloji ile üretilmiş minik bir çipin ufak bir operasyonla istenen bir azı dişine takılması sonucu, beyin dalgalarıyla senkronize olan elektromanyetik dalgalar sayesinde, görme ve işitme duyularına sahte sinyaller gönderiyor ve istenildiği anda bilgisayar ortamını gözkapaklarına taşıyordu. Şöyle ki, düşünsel bir emirle çip aktive edildiğinde tıpkı bir bilgisayarın açılması gibi, kapalı olan gözün karanlık perdesine masaüstü ekranı yansıyordu. Bundan sonrası kişisel bilgisayarlarda olduğu gibi hallediliyordu. Klavye ve fareye gereksinim duyulmuyordu, çünkü onların işlevi de bir uzva gönderilen emir gibi, zihinsel bir istekle karşılanabiliyordu. Önce bunun dünya çapında organize olmuş bir şaka olduğu sanıldı. Ürünün ilk duyurusunun 1 Nisan 2015’te yapılması da bu izlenime katkıda bulunmuştu. Daha sonra ürün gerçekten piyasaya çıktığında (firma daha önce herhangi bir fuara falan katılmamış, ürünü direk piyasaya sürmüştü) yer yerinden oynamıştı adeta. Coexim firması ilk 1000 gönüllüye modemleri ücretsiz monte edeceğini duyurarak ilk müşterilerini bulmuştu. Coexim033 sahiden de şoke eden sonuçlar veriyordu. Çünkü firmanın söyledikleri gerçeklerle
45
Öykü
birebirdi. Bilgi depolama kapasitesinin küçük olması (32 GB) ve internet dışında herhangi bir veri giriş çıkışına olanak sağlamaması (sonuçta bir USB portu veya Bluetooth’u yoktu cihazın) dışında bir netbookun yapabildiği her şeyi yapabiliyor, kullanıcılarına mükemmel ve kesintisiz bir internet deneyimi yaşatıyordu. Elbette Coexim firmasının bir internet sağlayıcıya da ihtiyacı vardı. Bunu da Turkcell, Vodafone ve Avea’yla yaptığı anlaşmalar sayesinde, bu firmaların 4G şebekelerini kullanarak yapıyordu. Yeni nesil 4G telefonların donanımsal ve yazılımsal özellikleri ve operatörlerin gelişmiş sim kart teknolojisi Coexim’in internete bağlanabilmesi için gayet yeterli bir altyapı sunuyordu. Bu da onun sadece wireless olan mekânlarda değil, telefonların çektiği her yerde kullanılabilmesini sağlıyordu. Coexim033, 99 dolar gibi gayet makul bir fiyatının olması (daha sonra 49 dolara kadar düşmüştü), herhangi bir sağlık problemi yaratmadığının açıklanması ve en önemlisi vaat ettiklerini sorunsuzca yerine getirmesi sayesinde iki sene içinde dudak uçuklatacak satış miktarlarına ulaştı. Genci yaşlısı herkes kendine birer Coexim033 edindi, hatta gün geldi halk arasında ‘modem’ olarak yayılan bu cihaza sahip olmayanlar tuhaf karşılanmaya başlandı. Popülerliği cep telefonu seviyesine ulaşarak (geçmesine imkân yoktu, çünkü her modem bir cep telefonuna ihtiyaç duyuyordu, tabii kullanıcı sadece wireless olan yerlerde kullanmak istemiyorsa…) fütürologların dahi öngöremedikleri seviyeyi yakaladı. Elbette bilgisayarların pabucu dama atılmış değildi. Sonuçta bu alet internete girmek dışındaki şeyleri yapabilmek için yeterince güçlü sayılmazdı. Kapasitesi de düşük olduğu için yüksek kaliteli filmleri izlemek, oyun oynamak, ağır mesleki programları çalıştırmak, yeni yazılımlar üretmek vs. gibi işler için bilgisayarlar kullanılmaya devam etti.
46
Öykü Ürünün bütün avantajlarına ve popülerliğine rağmen; tıpkı zamanında resim başta olmak üzere sanat dallarına, televizyona, internete olduğu gibi Coexim033’e de radikal olarak karşı çıkan bir grup oluştu. Bazı dergi ve gazetelerde görüşlerini ortaya koydular. İşte İlker’in hatırladığı tartışmalar, zamanla sesleri kısılan bu grubun ortaya attığı tartışmalardı. * * * “Bu alet insanları zombileştirecek,” demişti muhafazakâr olarak addedilen bir kadın köşe yazarı. “Amerika sonunda istediğini yaptı. İnsanlara çip takmayı ve bunu herkesin ortak arzusuyla gerçekleştirmeyi başardı. Adım adım geldiler bu noktaya, görmüyor musunuz? Önce bilgisayarları eve soktular. Facebook falan derken herkesin özel bilgilerini ele geçirdiler. Cep telefonları herkesin cebine girdi. Kredi kartı yerine kullanılmaya bile başlandı. Sonra ikisini birleştirdiler, hem cep telefonu hem bilgisayar olan cihazları yaptılar. Ve son olarak, insanlar kıvamına gelince ‘modem’ denen bu aletleri çıkardılar. Müthiş bir taktik… Şapka çıkarılacak bir kurnazlık bu…” Evet, nerdeyse kadının sesini kulaklarında duyuyordu İlker. Ve geçen sene gazete köşelerinde çıkmış bir haberi de hatırlıyordu: “Muhalif gazeteci evinde ölü bulundu!” Bir kez daha “Hasiktir,” dedi. Birden arkasını döndü ve koştura koştura tekrar yemekhaneye girdi. Arkadaşlarının yanına döndü. Hâlâ aynı pozisyonda oturan Ardıç’ın cebine attı elini. Cep telefonunu çıkardı ve yere atıp olabildiğince uzağa tekmeledi. “Hadi be oğlum, kendine gel,” diye söylendi. Ancak hiçbir tepki yoktu Ardıç’tan. “Tabii ya, burada wireless var,” dedi ve Ardıç’ı koltuğunun altından çekip dışarı çıkarmaya çalıştı. Hayır, böyle olmayacaktı. İlker Ardıç’ı kaldıracak fizik kuvvete sahip değildi. Masanın üstünden Ardıç’ın çatalını aldı ve peçeteyle sildi. İki elini kullanarak arkadaşının ağzını açtı. Sol alt azı dişindeki modemi hemen gördü. Çatalın dişlerinden birini bükerek modemli dişe batırdı. Belki on dakika, belki bir saat sürmüştü ama sonunda çıkardı modemi. Doğrusu dişe de biraz zarar vermişti, ama Ardıç ayıldıktan sonra özür dileyecek bol bol zamanı olacaktı. * * * Ve başarmıştı! Ardıç şaşkın bir bakışla İlker’e döndü. “Ne oldu ya?” dedi. “Ardıç, bittik oğlum, yandık. Dedikleri doğru çıktı. Herkes zombi oldu lan.” “Ne diyorsun oğlum sen?” İlker olanları kısaca anlattıktan sonra Selen’in dişindeki modemi de çıkarttı. Üç arkadaş da durumu idrak ettikten sonra dışarı çıkıp bahçedeki masalarından birine oturdular. “Ne yapacağız şimdi?” dedi Ardıç bezgin bir ses tonuyla. “Herkesin modemlerini sökemeyiz ki…” dedi Selen. “Bir şey geliyor aklıma ama…” dedi İlker gözlerini kısarak. “Neymiş?” “Bakın şimdi… Bütün bu olaylar telefon operatörlerinde bitmiyor mu?” “Eee?”
47
Öykü
“Gidip Turkcell’in, Vodafone’un, Avea’nın sistemlerini çökertiriz. Olur biter. Herkes özgür kalır. Sonra ne olacaksa olur…” Birbirlerine kararsız bakışlar gönderdiler. Ama denemekten bir zarar gelmezdi. “Ardıç, sen Turkcell’de yapmamış mıydın stajını?” “Evet.” “Tamam, önce Turkcell’e gidiyoruz, bize kılavuzluk ediyorsun.” Ardıç başını salladı. İlker bir şey daha söyleyecekti ki gökyüzündeki tuhaflık hepsinin dikkatini çekti. Sabahtan beri tüm gücüyle ışıldamakta olan güneş, birden ışığında tasarrufa gitmeye karar vermişti sanki. İlker’in aklından geçen ilk düşünce ‘güneş tutulması’ oldu ve hemen başını kaldırıp güneşe baktı. İki arkadaşı da aynı şeyi yapıyorlardı. Bu bir güneş tutulması değildi, güneşin önünde koca bir bulut falan da geçmemişti. Işığı kesen şey İlker’in aklında oluşan ilk sözcüklerle bir ‘karaltı sürüsü’ olarak ifade edilebilirdi. “O ne lan?” dedi Ardıç. Onun aklına ilk gelen şey bir kuş sürüsüydü, ama binlerce hatta belki de milyonlarca üyeli bir kuş sürüsü olabilir miydi? Karaltılar toplu olarak bir anda yaklaştı ve yaklaştıkça her bir nokta büyüdü, büyüdü, büyüdü. Noktalar büyüdükçe aralarındaki açıklık arttı. Önce topluca sadece güneşin önünü kaplayan bir kütle gibiyken şimdi tüm gökyüzünü kaplayan bir ‘suçiçeği’ gibiydi. Noktalar yaklaştı, metalikleşti, ovalleşti, kusursuzlaştı. Bunlar kuş olmadığı apaçık ortaya çıktı. Elips şeklinde ‘tanımlanamayan uçan cisimler’di. Cisimlerden biri okulun mimarlık binasının hemen önündeki boşluğa iniverdi. Öyle ani, öyle sert ve öyle sessiz olmuştu ki, üç arkadaş nefes almaya dahi vakit bulamamıştı. Oval cisim bir otobüs uzunluğundaydı ama otobüse göre çok daha genişti. Ayna gibi bir yüzeyi vardı, etraftaki her şeyi kusursuzca yansıtıyordu. Herhangi bir kapı ya da geçit açılmadan cismin yan tarafından iki siluet çıkınca İlker kendini tutamayarak bir kez daha “Hasiktir,” çekti. Onları ilk gören olduğu için sevinse miydi, yoksa tüm bu olanların açıkça bir fetih planı olması sebebiyle dehşete mi düşseydi bilemedi. Şu an dünya üzerindeki bilinçleri yerinde nadir insanlardan olan üç arkadaş öylece bakakaldılar. Bu halleriyle uzaylıların onları diğerlerinden ayırt etmesi olanaksızdı. İlker’in donakalan bedeninin aksine harıl harıl çalışan aklından son dönemlerine kendilerinin de şahit oldukları teknolojik gelişmeler geçiyordu. 1980’lerden sonra inanılması güç bir ivmelenmeyle gelişen bilimin ve aniden beliren internet denen sanal dünyanın insan işi olmaması olasılığı dank etti kafasına. Bunu daha önce nasıl düşünememişti? Bilimle ve teknolojiyle o kadar sıkı fıkı olmasına rağmen neden aklına gelmemişti? İşte istila başlıyor ve ben ancak anlıyorum, diye düşündü, iki yarı şeffaf uzaylının rektörlük binasına doğru süzülürcesine yürüyüşlerini izlerken. İnsanların kendi eliyle – ne hikmetse internet ortaya çıkmadan, daha doğrusu insanlığa mal olmadan hemen önce – uzaya, yıldızlara, dünya dışı uygarlıklara gönderdiği mesajlar belirdi zihninde. 1972 ve 73’te Pioneer 10 ve 11 adlı uzay araçlarına takılan altın plakalar, 1974’te Arecibo Gözlemevi’nden gönderilen 1679 bitlik o meşhur mesaj ve daha niceleri, insanlığın varlığını ve Dünya’nın tükenmemiş kaynaklarıyla ne kadar güzel bir hedef olacağını bildirmiyor muydu onlara? İstilacıları adeta davet etmişti insanoğlu. Beyaz adamın coğrafi keşifler sırasında ‘vahşi’ olarak nitelendirdiği yerlilere yaptıklarını, dünya dışı uygarlıkların da kendisine yapacağını düşünmemişti. Zamanında Stephen Hawking’in dediği gibi, aptallık etmişti. 1679 adet 0 ve 1 ile çağırmıştı onları. “1679,” diye fısıldadı İlker. Uzaylılar tek tek araçlarından iner, çıkarma yapan askerler misali dağılırken sadece fısıldayabildi. Öykü: Gökcan ŞAHİN www.buzuldunya.com
48
İllustrasyon: Selim KURT
Deneme
Sıradan
Farklılık
Ne istedin benden? Neden ben? Bunun suçlusu ben değilim. Senin yüzünden! Kapılar çarpılır, telefonlar kapanır. Defalarca aynı senaryoyu oynarız. Filmlerden bozma cümleleri hayata karıştırırız. Defalarca seni suçlayanlara da aynı şeyi söylersin, “Hep sen haklısın zaten.” Ama yine de defalarca bıkmadan aynı şeyleri yaşarız. Bir yerden sonra çevrende benzer olayları yaşayanlara kendinden örnekler verirsin. Çünkü kadın erkek fark etmeksizin herkes aynıdır. Düşünceler bazen farklı olsa da, sonuçlar aynıdır. Kabullenmek zorundasındır, miden kaldırmaz. Kusmaktan yorulduğunda, onu da hazmetmeyi öğrenirsin. Sen farklı olduğunu düşünürsün çünkü ama gel gör ki dışardan baktığın pencerenin tam içindesindir aslında. Hayat böyle bir şey işte… Çok da büyük laflara gerek yok. Bak çevrene
49
Deneme herkes yaşıyor, herkes âşık oluyor, herkes aynı şeyleri istiyor. Yaşanmak istenen bütün tutkular zevkler aynı. Farklı olan cinsiyeti, boyu, kilosu vücut ya da beynin kıvrımları, kimi bir doçentse, kimi hayat okulunu bitirmiştir. Birinden çok düzgün olmayı beklerken, aslında hiç beklemediğin tam bir fiyasko olabiliyor. Bu konuya değinmişken bu akşam yönetmenliğini Yavuz Özkan'ın yaptığı, 1994 yapımı, en iyi film ödülünü alan, başrollerinde Kaan Girgin, Can Togay ve Zuhal Olcay'ın oynadığı Bir Sonbahar Hikâyesi adlı Türk filmini izledim. 12 Eylül darbesi döneminde kendini mesleğine adamış, idealist, solcu bir öğretim görevlisi olan bir kadın ve gözünü para hırsı bürümüş, tam bir batı düşkünü, iktisatçı kocası arasındaki ilişki, hayat görüşü, tutkular ve sadakat üzerine çok çarpıcı örneklerin işlendiği kaliteli bir yapımdı. Filmde en çok göze çarpan karelerden biri adamla kadının aslında birbirlerinden çok farklı olmalarına rağmen, aşklarının görüş uçurumunu yenemediği, ardından adamın karısını aldatması ve bu esnada bir üniversite öğrencisinin (Kaan Girgin) ona âşık olduğunu öğrenen kadının ister istemez ona yakınlık duyması, kısacası onları farklı hayatlara sürüklemeye itmiştir. Filmin yavaş temposuna rağmen sürükleyici bir büyüsü vardı ve sıkılmadan sonuna kadar izledim. Kadın kocasının onu aldattığını öğrendiğinde ona “Bayağı olan şeyleri sevdiğini bilmiyordum,” tarzında konuşmaları aslında erkeklerin ne istediklerini anlatmasına yardımcı olan repliklerden biriydi. Benim beynime kazınan repliğini sona sakladım. Kaan Girgin umutsuzca âşık olduğu öğretmenini kollarının arasında dans ederken söylediği şiirin can alıcı sözü şuydu: “Ben sendeki imkânsızlığı seviyorum ama asla umutsuzluğu değil.” Aynı konunun bir örneği de başrollerinde Richard Gere, Diane Lane, Oliver Martinez'in oynadığı "Sakadatsiz" adlı filminde yaşanır. Amerikan rüyası yaşayan mutlu bir çift, rastgele tanışılan üçüncü şahıs ve yaşanılması kaçınılmaz ihanet. Hatta çok uzağa gitmeyelim, yakın zamanda bir aşk-ı memnu geçti hayatımızdan. Hikâyeyi yazmaya gerek bile yok, hiç izlemeyen bile hatta küçük çocukların bile diline düşmüş bu ne yazık ki, ihanetin anlamını kavrayanların yaş ortalaması 7’ye kadar düşmüştür. Arkadaşlarımla tartışıyorum bazen. Kimine göre doğal, olabilinesi yüksek şeyler, kimininse duymaya bile tahammülü yok. Sizi bilemem ama sanırım bu kadar senaryo ve yakın çevre olaylarından bu olayları çok sıradan karşılamaya başlıyoruz. İhanet, sadakat, güven, sevgi, saygı... Toplum değişiyor. Anlayış değişiyor. Duygular yerini "boşluk" örtüsü altında ihanete bırakıyor. İzlenilen dizi ve filmler bunu doğruluyor. Ve insanoğlu aslında doğal dürtülerinin kurbanı oluyor. Kendi silahıyla kendini defalarca vuruyor. Kendi doldurduğu şarjörleri yeri ve zamanı geldiğinde bir bir kafasına boşaltıyor. Ölüp ölüp diriliyor ve belki de böylece silahı elinde tutmasını öğreniyor. Ne kadar tuhaf yaşanılan duygular. Aslında basit, anlaması kolay ama hazmetmesi zor. Çok zor hem de. Yapı gereği bencil ve materyalistiz belki. Ama unutulmaması gereken bir şey var sanırım. Herkesin bildiği bir tek şey. Hiç kimse mükemmel değil, herkes sever, herkes hata yapar, herkes tutkularının esiri olur, sonra uyanır kendine gelir “Ben naptım?” der, herkes affetmez belki ama çoğu affeder ve hayat devam eder... Merve VERAL merveden_95@hotmail.com
50
Çizgiroman
51
Çizgiroman
52
Çizgiroman
53
Çizgiroman
54
Çizgiroman
55
Çizgiroman
56
Çizgiroman
57
Çizgiroman
58
Öykü
Kitap Hocam ne bulduğuma inanamayacaksınız, diye kapıyı bile çalma gereği duymadan içeri girdi genç asistan Yusuf. Yaklaşık iki senedir Osmanlı tarihi alanında Prof. Dr. Sami Ayçan’a asistanlık yapıyordu. Özel alanı Osmanlıca el yazmalarıydı. Büyük bir özenle yazmaları bulur, inceler, çevirir ve en önemli olanları hocası ile paylaşırdı. İşini seviyordu. Sevdiği ve bağlı olduğu başkaca bir şey yoktu hayatta. Tozlu arşivler onun mabediydi. Çalışmalarını titizlikle yürüttüğü için hocası da ona ayrı bir değer verirdi. Kapıyı kırarcasına içeri dalan bu heyecanlı genç araştırmacıya tepki vermemesinin sebebi de buydu aslında. Gözlüklerinin altından kıvırcık saçlarını arkasında toplamış bu kavruk tenli çocuğun terle ıslanmış haline bakarken Prof. İçinde belli bir şefkat duydu. Anlat bakalım Yusuf ne buldun. Yusuf sandalyeye ilişip anlatmaya başladı. “Osmanlıca bir yazıt… Çok ilginç, bunu bir kadın yazmış. Adının Derya olduğunu aslında bizim zamanımızda yaşadığını lakin bir çeşit yeteneği olduğundan okuduğu kitapların içine girebildiğini ve oradaki kahramanlarla beraber o anları yaşayabildiğini belirtiyor. Yaşlı eğitmen bunları duyunca koltuğunda kıpırdanmaya başladı. Bir şeyler söylemek istedi ama devamını öğrenmesi gerektiğini düşündü. Sami, devam et dedi Yusuf’a. Genç asistan, Derya adındaki bu kadın son olarak Osmanlı’yı anlatan bir kitap okuyormuş ve kitabın içine girip kalmış. Tarih 29 Mayıs 1453… Sonra Yusuf isimli bir devşirme yeniçeri ile tanışıp ona âşık olmuş. Yazıtın sonu biraz yıpranmış ama anladığım kadarıyla bu kız sırf yeniçeriye duyduğu aşk yüzünden kendi zamanına geri dönmemiş. Onunla kalmış. Sami, duyduklarına bir anlam veremeyerek kararsız bakışları arasında Yusuf’a emin misin, diye sordu. Sahte olabilir. Birileri bizimle dalga geçiyor olmasın evladım. Yusuf başını iki yana sallayarak hayır dedi. Birçok kez çeşitli testlerle kontrol ettim. Yazıt gerçek hocam… Yaptığı keşfin verdiği zevk dalgalarını benliğinde hapsederek hocam buyurun yazıt burada. Lütfen sizde inceleyin, dedi. Yaşlı adam okuma gözlüklerini takıp yazıta bakmaya başladığında Yusuf dudağındaki esrik gülümsemeyi gizleyerek odadan sessizce çıkmaya hazırlanıyordu. Prof. Gözlüklerinin altından sordu. Bugün ayın kaçı? Asistan gülümsedi 29 Mayıs hocam, dedi ve kapıyı kapatıp odadan ayrıldı. O sırada tarih bu ilginç aşka şahitlik ediyordu. Esirgeyen ve bağışlayan Allah’ın adı ile başlarım. Ben Derya, 1981 Ankara doğumluyum. Ama benim hikâyem 1453’de o kapanıp açılan tarih çağlarına ait küçücük bir aşkın hikâyesidir. Kendimi bildim bileli ne okuduğuma dikkat etmem gerekti. Çünkü ben yalnızca okumakla yetinmiyordum. Yeterince konsantre olduğumda kitapların içindeki dünyaya girebildiğimi de keşfetmiştim. Yaklaşık olarak on yaşındaydım. Sonrasında korkarak ve asla yeterince dikkat vermeden okumanın yollarını aradım. Lakin bir gün bir adam tüm dünya ile beraber beni de sarstığında kendimi kaybedip o kitabın içinde buldum. 28 Mayıs’tı. Hava yeni yeni ısınmaya başladığı için tüm ekip keyifle şirketin çimenlerine oturmuş öğle yemeğimizi yiyorduk. Arkadaşlarımdan biri okuduğu bir kitaptan hararetle bahsediyordu. Ben de sohbeti tam olarak takip etmeye çalışarak sordum. Hangi kitap bu? Alev gözlerini yüzüme çevirip İstanbul’un fethini anlatıyor. Ama öyle sıkıcı tarih kitaplarından değil. Hem okuması kolay hem de sürükleyici. Anlatım tarzı beni bile heyecanlandırmıştı. Kalkmaya hazırlanırken dayanamayıp sordum. Kitap yanındaysa ben
59
Öykü alabilir miyim? Merak ettim şimdi. Alev yeşil gözlerinde beliren sevinçle başını salladı. Akşam iş çıkışı kitabı getirip masama bıraktı. Hafta sonu oku. Bak, sen de elinden bırakamayacaksın, dedi. Garanti ediyorum. Gülümseyerek başımı salladım. Eve vardığımda kıyafetlerimi çıkarıp kendime çay demledim. Kitabı elime aldım. Derin bir iç çekip kapağını kaldırdım önce. Sonra dudaklarımı kemirerek okumaya başladım. Arada bir başımı kaldırıp kendimi başka noktalara odaklıyor sonra tekrar devam ediyordum. Bir ara okumayı bırakmak istedim. Ama içinde var olan bir şey beni kendine çekiyor gibiydi. Sonunda korktuğum oldu ve kendimi 28 Mayıs’ı 29 Mayıs’a bağlayan gece de buldum. Karanlıktı. Top sesleri surları dövüyordu. Her yerde bedenler vardı. Sessizliğin sularına gömülmüş bu dünyaya veda etmiş ruhlar. Kafamı kaldırdığımda hâlâ Bizans bayrağının surlarda dalgalandığını gördüm. İçimden, henüz olmamış, dedim. Acı çığlıklarıyla geceyi yırtan yaralıların sesleri yükseliyordu. Korku her yerimi sarmış durumdaydı. Etrafıma bakınıyordum ama ne yapacağım konusunda hiçbir fikrim yoktu. Barut ve kan kokusu her yere sinmişti. Nefes almakta bile zorlanıyordum. Üzerimdeki bol eşofmanlarıma baktım. Eğer bu kıyafetlerle beni bulurlarsa neler olabileceğini tahmin edebiliyordum. Ellerim titreyerek yerde ki ölmüş bir askeri bir ağacın altına çektim. Kesik kesik nefes alıyordum. Üzerindekileri acele ile çıkarıp giyinmeye başladım. Sonra fark ettim ki bu gencecik bir çocuktu. En fazla on sekiz yaşındaydı. Ne kadar önemli bir ana tanıklık ederken göçüp gittiğinin farkında mıydı acaba? Kıyafetler üzerime büyük gelse de en azından beni saklayabilecek nitelikteydi. Onu iyice içeri çektikten sonra ağacın arkasından çıktım. Kalaslarla indirildiğini bildiğim koca donanma gemilerini uzaktan o an fark ettim. Güçlükle çekildikleri belliydi. Halatları tutan ellerin ne denli acıdığı da… Sesler duyuyordum. Allah diye bağıran şevkle aşkla kendini yarattıkları bu mucizeye adayan insanların seslerini. Kehanet gerçek oluyordu. O muzaffer komutan muhtemelen şu anda benim gibi olanları seyredip içinden dualar ediyordu. Yirmi bir yaşında bir genç olan Sultan II. Mehmet amacına ulaşmak üzereydi. Ve işte tam bu anda ben de buradaydım. Öylece olanlara bakıyordum. Gecenin bu saatinde esen rüzgâr Osmanlıyı selamlıyordu. Adımlarım beni geri geri götürüyordu ama merakım seslerin geldiği yere doğru ilerlememe sebep oldu. Biraz daha kalabilirdim. Nasıl olsa geri dönme vaktim geldiğinde bunu kolaylıkla yapmıştım her seferinde. İlerledim. Yeniçerilerin seslerinin dua ve nidaların geldiği yöne doğru yürüdüm. Üzerimdeki kıyafetle gecenin bu saatinde kimse beni onlardan ayıramazdı. Sonunda koca toplardan yükselen gürültülerin eşliğinde kuşatmanın son hattına doğru bakmaya başladım. Kendimi balya yığınının arkasına gizlemiştim. Nasıl bir görüntüydü bu. Sonra çığlıkların arasında benim olduğum yöne doğru koşan bir yeniçeri gördüm. Elindeki kovayla hızla bana yaklaşıyordu. Geriledim. Arkama bakmıyordum. Neye çarptığımı fark edemeden yuvarlanıp genç yeniçerinin ayakları dibine serildiğimde şaşkınlıkla bana bakan kocaman gözleri dikkatimi çekti. Diğerlerinden farklı bir görüntüsü vardı. Yavaşça eğildiğinde ben ellerimi başımın arasına almış dua ediyordum. Sanırım sonum gelmişti. Elimden tutup sakin sesiyle gürültüye aldırmadan sordu. Kimsin sen ayağa kalk çocuk yaralı mısın yoksa? Konuştuğu Osmanlıca faklıydı. Türk olamazdı. Başımı hafifçe doğrultup yüzüne baktım. Konuşmak istiyordum ama yapamıyordum. İçine girdiğim her kitap dilini kolayca konuşabiliyordum o sırada ama şimdi korku beni sessizliğe boğmuştu. Titremelerim arasında bana iyice yanaştığını fark ettim. Yüzü öfkeyle gerildi. Nesin sen? Bizden değilsen, vay haline. Çabuk konuş yoksa hançerimin tadına bakarsın yabancı. İyiden iyiye gerileyip cesaretimi topladım. Dur, dedim. Ben sizdenim kimseye zarar veremem hem baksana tek başınayım ve korkudan ölmek üzereyim yeniçeri. Bunları söylerken ona kaçamak bakışlar atıyordum. Şu anda düşünülecek en son şey benliğimi kaplamıştı. Bu adam çok yakışıklıydı. Naif bir duruşu vardı. Sözlerim bittiğinde beni incelemeye koyuldu.
60
Öykü
61
Öykü Sonra daha ne olduğunu anlamadan başımda ki sarığı söküp attı. Saçlarım ortaya çıktığında şaşkınlıktan küçük dilini yutmak üzereydi. Etrafımızda dünya yerinden sarsılırken biz öylece birbirimize bakıyorduk. Sonunda konuştu. Sen kadınsın. Burada ne işin var ölmek mi istersin? Yanıma tekrar yanaşıp eğildi. Ben olduğum yerde iyice küçülmüştüm. Sonra sarığı bana uzatıp bunu çıkarma ne olduğunu anlarlarsa başın derde girer kadın. Şu aradaki sarı sancaklı çadıra git, saklan. Sonra bana neden burada olduğunu anlatırsın. Adım Yusuf, anladın mı beni? Başımı sallayıp ayağa kalktım. Bir an için gözlerimiz birleşti. Dudağında hafif bir gülüş vardı. Karanlıkta onun söylediği çadıra doğru ilerlerken arkamdan baktığı fark ettim. Döndüm ve adım Derya yeni çeri Allah senden razı olsun deyip koşmaya başladım. Çadıra vardığımda buranın yaralıların tedavisi için ayrıldığını anladım. Sarı fener ışıkları arasında inleyen kıvranan bedenler yardım için ellerini açmış bekleşiyorlardı. Benimse aklımda tek şey vardı; Yusuf. Saklanabileceğim bir yer bulmaya çalıştım. Dışarıda kızılca kıyamet koparken yapabileceğim tek şey sabahı beklemekti. Yaralılar için getirilen malzemelerin arasına kıvrılıp beklemeye başladım. Orada duran bir fıçıyı kendime siper ettim. Korkumun yerini merak ve ümit almıştı. Hem bir mucizeye buradan da olsa tanıklık ediyor hem de Yusuf’u tekrar görme ihtimaline yüreğimi bağlıyordum. Sonunun ne olduğunu bilsem de İstanbul bir Osmanlı şehri olduğunda belki onunla biraz zaman geçirebilirdim. Beklemeye başladım. Gürültü, ölüyü bile diriltebilecek boyuttaydı. Genç sultan geliyordu gözümün önüne. Onun mağrur kararlı duruşu. Sonra çadıra doğru yaklaşan seslerle irkildim. Ayaklarımı karnıma çekip görünmemek için dua etmeye başladım. İki ya da üç kişi bir yaralıyı taşıyorlardı. Yaralıdan kopan çığlık içler acısıydı. Yalvarıyordu ölmek için. Onu yere serilmiş bir örtünün üzerine yatırdıklarını gördüm. Arkasına saklandığım fıçı beni görmelerine engeldi. Sonra fak ettim ki Yusuf da oradaydı. Arkadaşlarına gitmelerini salık verdi. Ben ilgilenirim diyordu. Tabip gelene kadar başında kalacağını ekledi sözlerine. Sonra iki adam dışarı çıktığında etrafı taramaya başladı. Beni arıyordu. Olduğum yerden doğrulup ona seslendiğimde hızla yanıma geldi. Elindeki ekmeği bana verip bunu al ve saklanmaya devam et. Yarın gün ışıdığında seni buradan götürecek bir yol buluruz. Sakın kimseye görünmeyesin dedi. Bir an durakladı. Seni kim gönderdi bilmem lakin Derya kız sana söz kılına helal gelmesine izin vermem korkma. Sözleri bittiğinde gözlerine bakmaya devam ettim. Yüzü o kadar güzeldi ki. Masumdu duruşu. Teninin koyuluğu dikkatimi çekmişti. Dudakları… Başımı salladım. Gülümseyip geldiği hızla uzaklaşmaya başladı. Elimdeki kara ekmeğe bakarken içeri başkalarının da girdiğini fark ettim. Yaralı genç için yapılacak hiçbir şey kalmamıştı. Birkaç acı dolu çığlıktan sonra ruhunu teslim ettiğinde gözlerim dolu dolu oldu. Ölüm özgürce salınıyordu bu yerde. Bizim zafer olarak okuduğumuz bu an kimlerin canına mal olmuştu artık bunu biliyordum. Yiyemedim ekmeğimi. Gözlerim bir an olsun kapanmadan sabahı bekledim. Gece ilerlediğinde saldırılara ara verilmişti sanırım. Ortalık daha sakindi. 29 Mayıs sabahı tarih baştan yazılırken ben yalnızca saklanmakla yetindim. Sabahın erken saatlerinden itibaren saldırı ani bir ses cümbüşü ile başladı. Nidalar, çığlıklar, topların gümbürtüsü ve çan sesleri. Kulaklarım sağır olmak üzereydi. Tir tir titriyordum. Bacaklarıma sarılarak sallanmaya başladım. Gözlerimden yaşlar oluk gibi akıyordu. İçimden sesleniyordum Yusuf neredesin diye. Bir taraftan da ona bir şey olmasından korkuyordum. Gitmem gerekiyordu artık ama gidemiyordum. Vakit geliyordu biliyordum, onu bırakıp gidemiyordum. Sonra bana doğru hızla yaklaşan yüzü gözü kir ve kandan görünmeyen Yusuf’u gördüm. Koşarak yaklaştı elimden tuttuğu gibi ben daha nefes veremeden beni götürmeye başladı. Nereye gidiyoruz, diye bağırıyordum lakin sesim bu yangın yerinin ortasında duyulmuyordu bile. İlerlerken etrafa istemeden de olsa bakınmaya başladım. Manzara korkunçtu. Yıkılan surlar, hücum eden askerler. Kılıç şangırtıları ve düşen bedenler… Savaş tek kelimeyle korkunçtu.
62
Öykü Hızla ilerleyip ağaçların arasına daldık. Biraz ilerledikten sonra durduk. Nefes nefesiydim. O etrafı kolaçan ediyordu. Yanına yaklaşıp elini sıkıca kavradığım da bir an bana döndü. Neredeyiz diyebildim. Hâlâ ağlıyordum. Önce elini tutan elime sonra da gözlerime bakıp, korkma, emin yerdesin sadece burada beni bekle, dedi. Durup bana yanaştıktan sonra gözlerimdeki yaşları sildi eliyle. Sonra koşarak uzaklaşmaya başladı. Arkasından öylece bakakaldım. En azından hayattaydı ve beni korumak için elinden geleni yapıyordu. Bunu bilmek kendimi güvende hissetmeme sebep oldu. Bir çalılığın arkasına gizlenip beklemeye başladım. Ardından bir çığlık tufanıyla ayağa fırladım. Şehir bizim… Sancağımızı buradan bile görebiliyordum. Artık İstanbul bizimdi. Derin bir nefes aldım. Peki, şimdi ne olacaktı. Yeniçerilerin seslerini sevinç çığlıklarını duyabiliyorum. Yusuf neredeydi, merak etmeye başlamıştım. Ben arkamı dönüp ormanı incelemeye koyulduğum anda onun sesiyle irkildim. Ağaca yaslanmış, öylece duruyordu. Yorgun ama mutluydu. Müslümanlar bir kez daha dünyaya kim olduklarını gösterdiler, dedi. Gülümsemeye çalışıyordu. Yüzünde belli belirsiz bir acı vardı. Şimdi dedi ağaca sırtını yaslayıp oturduktan sonra kimsin sen Derya kız anlat bana. Yanına oturup, anlattım. Bana inanmasını beklemiyordum. Lakin inandığı yüz ifadesinden belliydi. Dönme vaktin belli mi? Bu sırada sanki eli acısı varmış gibi koluna gidip geliyordu. Evet, dedim. Çok zamanım yok. Sen olmasaydın zaten dönemezdim. Yüzünden derin bir gülümseme geçti. Yüzünü görebilmek için kalkıp önünde diz çöktüm. Sen kimsin, dedim. Yüzündeki teri sarığımdan bir parça koparıp sildim. Biraz su bulsam iyi gelir, belki sonra anlatırsın sen de. Tam ayağa kalkıyordum ki kal dedi. Elimi tutuyordu. Gitme. Tekrar oturdum. Ben devşirmeyim. Kendi bildim bileli bu iş için yetiştirildim. Ailemi hiç tanımadım. Kimsem yoktur. Bunları söylerken yüzü saramaya başlamıştı. Yalnız değilsin demek istedim ama ne çare gitmeliydim. Sonra yavaşça ağaçtan kayıp kollarıma yığıldı. O an anladım yaralıydı. Adını seslendim fakat sadece inleyişlerini duyuyordum. Yarası kolundaydı. Çok kan kaybetmişti. Sarığımı çözüp koluna turnike yaptım. Yarasını sıkıca sardım. Onu yavaşça yere yatırdım. Başka ne yapabileceğimi bilmiyordum. Gitmem gerekiyordu vakit gelmişti. Ya şimdi o geçitten geçecektim ya da onun yanında kalacaktım. O kadar karasızdım ki. Geçide bakıyordum lakin kımıldayamıyordum. Yusuf, dizlerimin üzerinde öylece yatıyordu. Bırakırsam belki ölmezdi fakat o beni bırakmamıştı. Yüzü terden iyice ıslanmıştı. Fısıltıyla konuşmaya çalıştığını gördüm. Git diyordu. Gözlerini hafifçe aralamış geçitten süzülen ışığa bakıyordu. Benimle gel dedim. Ağlıyordum. Seni bırakamam. Ben seni bırakamam. Yavaşça başını yana çevirip bana baktı. Saadet bu, dedi. Güzel bir kızın dizinde yatmak. Lakin seninle gelemem ben senin yaşadığın âlemleri bilmem yavaşça inledikten sonra güçlükle devam etti. Sana da kal diyemem Derya kız. Yavaşça yüzüne doğru eğildim. Geçidin ışığı iyice zayıflamaya başlamıştı. Dudaklarına değdirdim dudaklarımı. Gözleri kapandı. Bayılmıştı. Başını toprağa bırakıp geçide doğru ilerledim. Tam içine girecekken gözlerini açmaya çalıştığını gördüm tekrar, bana gülümsüyordu. Bu onun için aşk demekti. Tek bir dokunuş… Kendi dünyam geldi gözümün önüne. Sahtelikleri ve doyumsuz yapısıyla yaşadığım ilişkilerim. Asla mutlu olmadığımı fark ettim. Ama o benim için canını bile verirdi. Hem de gerçek anlamda. Hayır gidemezdim. Gözleri kapandığında yanındaydım. Başını dizlerime aldım tekrar. Geçit kapanıp da ışık söndüğünde kendimi hiçbir yere bu kadar ait hissetmemiştim. Onunla kaldım. İyileştirdim. Yeni şehrimizde onunla bir ömrü paylaştım. Devşirme yeniçerimle kendi zamanımda yaşayamayacağım her güzelliği yaşadım. İşte bu yazıt bunun belgesidir. Bulana selam olsun. Çağları açıp kapayana ve beni ona bağlayana şükürler olsun. Profesör, yazıtı okumayı bitirdiğinde gözlerinin dolduğunu hissetti. Bu hem bir mucize hem de en büyük keşif olabilirdi. Tüm bilim ve tarih çevrelerini sarsacak bir belgeydi sonuçta. Aşkını anlatan kadın bir şekilde bir obje yardımıyla zamanda atlama yapmayı başarmış ve tanık olduklarını yazabilmişti. Hep
63
Öykü bilinen ve filmlere konu olan bu olay gerçekti hem de kanıtı tam karşısında duruyordu. Derin düşünceler sardı benliğini. Ne yapacağını bilemeden koltuğundan kalktı. Odanın içinde tur atmaya başladı. Sonunda kararını verdi. Telefona sarılıp asistanını aradı. Yusuf, çok geçmeden odasındaydı. Ayakta durmuş onun gözlerinin içine bakıyordu. Ağzından çıkacak en küçük sözcük Yusuf için altın değerindeydi. Sonunda ellerini masanın üzerinde kavuşturup konuşmaya başladı. Yusuf seni tebrik etmek isterim. Bulduğun bu yazı çok önemli bir belge… Hem tarih, hem de bilim açısından. Bir süre susup genç adamın gözlerindeki sevinç parıltılarına baktı. Hafifçe gülümseyip devam etti. Seni hayal kırıklığına uğratmak istemem ama bunu yayımlayamayız. Yusuf’un yüzü allak bullak olmuştu. Ama neden diyebildi sadece. Elleri alnına saçlarına gitti. Bu çok önemli hocam sizde söylediniz. Bu bizim devrimimiz olabilir. Anlayamıyorum. Sami derin bir nefes aldıktan sonra bak, dedi. Bu çok önemli evet… Yayımlamamız tüm ezberleri yıkabilir. Lakin çocuğum bu çok özel bir belge aynı zamanda. Bunu insanlara göstermekle büyük bir sevgiye ihanet etmiş olacağız. Bu saygısızlığı yapamayacak kadar değer veriyoruz tarihe sence de öyle değil mi? Yusuf yıkılmıştı. Anlam vermediğini belirtmek istercesine başını iki yana sallayıp sinirle güldü. Sami devam etti. Çocuk imparatorluklar, devletler gelip geçer. Tarih savaşlardan ve yıkımlardan beslenir. Biz de bu besini alır, insanlara sunarız. Ama bu belge dünyanın en önemli, yıkılamayacak tek gerçeğinden besleniyor. Aşk… Evladım şu an seni yaşama bağlayan tek şey çalışma azmin olabilir. Fakat bir düşün eğer bu belge de adı geçen sen olsaydın bunun öylece insanlara hem de sadece geçici bir yükseliş için sunulmasına izin verir miydin? İnsanlar özü görmeyecekler. Harcanıp giden bir sürü belgenin arasında yerini alacak bu yazı da. Değerinden eser bırakmadan. Yusuf acıyla hocasına baktı. Her ne kadar kabul etmek istemese de yaşlı adam haklıydı. Tamam hocam, dedi kekeleyerek. Haklısınız. Sami bilge bir gülüşle bir gün dedi. Bir gün sen de bu dünyada her şeyden daha değerli olan o duyguyla karşılaşacaksın. İşte o zaman beni anlarsın. Kim bilir belki de şu odadan bana küfürler savurarak çıktıktan sonra. Masadan kalkıp genç adamın omzuna dokundu hocası. Hiçbir şey söylemeden gözlerinin içine baktı. Sonra masaya dönüp yazıtı ona uzattı. Al bunu sende kalsın. Sakla. Şimdi git kendine bir kahve ısmarla, benden olsun. Bunu hak ettin. Yusuf bir şey söylemeden odadan çıktı. Allak bullak olmuştu. Sami koltuğuna dönüp yüzündeki gülümsemeyi genişleterek gözlerini kapattı. Kendini okuduğu yazıtın büyüsüne bırakarak öylece kaldı. Bu sırada Yusuf kafeteryaya doğru başı önde ilerliyordu. Beyni durmuş öylece konuşulanları aklından geçiriyordu. Birden küçük bir çığlıkla kendine geldi. Hemen arkasında bir kadının yere saçılan kâğıtları toparlamaya çalıştığını gördü. Yanına gidip yardım etmeye başladı. Kâğıtlara uzandığında kafasını kaldırıp kadını inceledi. İnce yapılı, ufak tefek kumral bir kadındı bu. Göz göze geldiklerinde gözlerinin büyüklüğü dikkatini geçti. Kadın güzeldi. O da Yusuf’a bakıp gülümsedi. Sonra yavaşça doğruldular. Bir süre bakıştıktan sonra Yusuf, merhaba, dedi. Adım Yusuf. Bu üniversitede asistanım. Kadın uzattığı eli büyük bir içtenlikle sıktı. Merhaba dedi. Etkileyici bir ses tonu vardı. Ben Derya. Öğrenci işlerinde sekreter olarak çalışıyorum. İkisi de gülmeye başladılar. Derya elini boyuna götürüp, aslında sakar değilimdir ama oldu işte. Birden tüm belgeler yere saçıldı. Yusuf gülümseyip bir an tereddüt ettikten sonra sordu ben kahve içmek için kafeteryaya gidiyordum. Benimle gelmek ister misin? Derya olur dedi. Sonra beraberce koridorda yürümeye başladılar. Kız Yusuf’un elindeki belgeyi işaret ederek bu da nedir dedi. Osmanlıca mı? Yusuf evet dedi. Durup kızın gözlerinin içine baktı. Sana okumamı ister misin? Küçük bir aşk hikâyesi… Öykü: Melahat YILMAZ
64
Deneme
Anlık Bir Anı Sarmal merdivenlerde ayak sesleri yankılanıyordu. Her adımımda aşikar olduğum mekana biraz daha yaklaşıyordum. Arkamda beni takip eden arkadaşlarım da rehberliğime güveniyorlardı. Merdiven sağanlığının çevresini saran ahşap korkuluklara yaklaşınca, tanıdığım ve sevdiğim manzaranın huzuru tüm benliğimi sarmıştı. Asimetrik bir şekile sahip çatı katının duvarları, dar bir biçimde kesilmiş tahta şeritlerle kaplanmıştı. Açık kahverengi ton, mekana vuran ışığı insanın gözüne sokarcasına yansıtıyordu. Bir kaç masa, eskiden ev olan bu yerde en fazla iki yatağın sığabileceği ortadaki boşluğa konmuştu. Ufacık bir sahne ise arada sırada canlı müzik için kullanılmak üzere bir iki cihaz bulunduruyordu. Ahşap kokusu burnumu yakarken biraz daha ilerleyip; eskiden kalmış, deri kaplı bir koltuğa atıvermiştim ağırlaşmış bedenimi. Tam karşımdaki benzer bir koltuğa ve yanımda kalan boşluğa da arkadaşlarım oturmuştu. Herkes meraklı bakışlarla çevreyi süzüyordu. Dikkatlerini pek çok farklı şey çekmişti. Duvarlardaki siyah beyaz fotoğraflardaki samimiyet, yine renklerden uzak görüntüler veren bir televizyon, hatta televizyon gibi görüntüye sahip olma şansı olmayan bir radyo. Yine de bakışların en son ulaştığı yer; tuşları gökülmüş, ses mekanizması ortalığa serilmiş, paramparça bir piyanoydu. Biz oturduktan kısa bir süre sonra kafenin sahibi gelip neler istediğimi zormuştu. Her kafadan farklı bir ses gelse de kadın sükunetini korumuş ve herkesin istediği şeyleri ufak bir kağıda not etmişti. Bu arada mekana olan şaşkınlık geçmiş ve herkes kendi arasında konuşmaya başlamıştı. Siparişler gelmişti, konuşmaların konuları da peşi sıra birbirine ekleniyordu. Yine kalabalıkta herkes farklı konuları birbirine bağlıyor ve nefes alacak sürelerde içecekler yudumlanıyordu. Aslında iki farklı grup sayılabilirdik. Hepimizin ortak noktaları olsa da yanımda oturan üç kişi ile, karşıda oturmakta olan iki kişiden çok daha fazla konuşacak şey bulabiliyordum. Ayrıca hepimiz içtiğimiz için arada sırada pencerenin kenarına, bir şark köşesini andırırcasına konmuş sedirlere oturup gizlice sigara içiyorduk. Aslında fazla gizli sayılmazdı, çünkü ortamın samimiyeti kafenin sahibi ile aramızdaki diyaloğa da dayanıyordu ve dikkatli olmamız şartıyla istediğimiz kadar rahat oturabileceğimizi söylemişti. Bir iki el tavla da atılıp muhabbet devam ettikçe güneş de yüzünü Tophane tepelerinin ardına gömüp uykuya dalmaya hazırlanmıştı. Yavaş yavaş kalkıp gitmek gerekiyordu kimsenin içinden gelmese de. İsteksizce de olsa hep birlikte kalkıp aşağı doğru inmeye başlamıştık. Basamakları adımlarken, ayak sesleri kulağımda yankılanıyordu ve ahşabın kokusu yavaşça kayboluyordu... Rafet Tolga Cankurt
65
Dizi
İnceleme
66
Dizi
İnceleme
Legend of the Seeker (Arayıcı Efsanesi), Terry Goodkind tarafından yazılmış olan The Sword of Truth (Doğruluk Kılıcı Serisi) uyarlaması dizidir. Kasım 2008 yılında başlamış olan bu dizi toplamda 2 sezon ve 44 bölümden oluşmaktadır. Amerikan Disney-ABC Domestic kanalında yayınlanan ve ABC stüdyolarında (ki Yeni Zelanda’yı es geçmek olmaz) çekilen dizinin başkarakterleri; arayıcı rolünde yakışıklı ve diziyle beraber birçok genç kızın sevgilisi haline gelmiş Craig Horner (Richard Cypher), güzelliğiyle gerçek dünyada sürüyle izleyicisini teslim almış olan confessor rolünde Bridget Regan (Kahlan Amnell), baş büyücü olarak tanıdığımız ve sesine hayran olunası Bruce Spence (Zeddicus Zu'l Zorander) ile pek tabii serinin kötü karakteri ama yine bizim bakış açımızla birçoğunun gözdesi haline gelen, daha önceden Yüzüklerin Efendisi Yüzük Kardeşliği ve İki Kule filmlerinde Haldir olarak tanıdığı Craig Parker (Darken Rahl). İlk sezonun son bölümü ve ikinci sezonun tamamında da başkarakterlerden biri haline gelecek Mord’Sith rolündeki Tabrett Bethell (Cara Mason)'ı da es geçmek olmaz tabii. Kendisine daha sonradan özel olarak ayrı bir paragrafta değineceğim.
Soldan başlayarak Zeddicus Zu'l Zorander, Kahlan Amnell, Richard Cypher ve Cara Mason.
67
Dizi
İnceleme Konu ile ilgili yapılan tanıtım yazısında şöyle yazar: Ölüm döşeğindeki bir kâhin, gelmiş geçmiş en kötü insan olan Darken Rahl'ı öldürecek birinin olduğu kehanetinde bulunur. Bunun üzerine Darken Rahl, yeni doğan tüm çocukları öldürtür ama asıl çocuk bir büyücü tarafından sınırın diğer tarafına kaçırılır. Bu çocuk, kendinin ne kadar önemli biri olduğunu bilmemektedir. 23 yıl sonra, Richard Cypher adlı genç bir korucu, Kahlan Amnell adlı esrarengiz bir kadın ve Zeddicus Zu'l Zorander adlı bir büyücüden oluşan üçlü, kötülerin kötüsü Darken Rahl'ın korkunç planlarını engellemek ve kehanette yazılanı gerçekleştirmek için destansı bir yolculuğa çıkar. Kısaca başkarakterlerin adlarını ve hikâyenin konusunu öğrendiğimize göre gelelim ayrıntılara... Başta da bahsettiğim üzere, hikâye Terry Goodkind'in yazmış olduğu Doğruluk Kılıcı Serisi’ne göre ilerliyor. İlk sezonun konusu da serinin birinci kitabı olan Wizard's First Rule (Büyücünün İlk Kuralı)’na dayanıyor. Her ne kadar kitaba uymaya çalışmışlarsa da söylenene göre yapımcılar bu konuda biraz gevşek davranmışlar. Örneğin başta bulunan bazı kısa hikâyeler es geçilmiş ve yine kitapta bulunmayan birkaç karakter diziye eklenmiş. Söylenene göre diyorum çünkü kitabı okumadığımdan kendi adıma bu tür eksiklikleri hissetmedim. Maceramız ise Darken Rahl birliklerinin Midlands’ı istila edişinden sonraki zamandan başlıyor. Buna göre üç ana bölgemiz bulunmaktadır. Bunlar Westland, Midlands ve D'Hara. Westland şehri büyülü bir sınır ile Midlands ve D'Hara'dan ayrılmıştır. Diğer taraftan Darken Rahl'ın getirdiği kurallar Midlands'ın tamamen D'hara'ya ait olduğunu söylemektedir. Bu nedenle kurdurmuş olduğu özel birliklerini -ki bunlar D'Haran Birlikleridir- Midlans'ta tutar. Aslında elinden gelse Westland'ı da işgal edecektir. Fakat büyülü sınır yüzünden hiç bir şekilde içeriye giriş yapılamaz. Aynı şekilde içeriden de kimse dışarıya çıkamaz. Bu nedenle Westland halkı sihir olmadan rahat bir şekilde yaşamını sürdürmektedir. İşte dizinin başlangıcı ve maceraya girişimiz de bundan sonra başlar... Kahlan Amnell ve kardeşi Dennee Darken Rahl’ın nasıl öldürüleceğini yazan Gölgeler Kitabı'nı Westland'a, yani Arayıcı'ya götürmek üzere atlarını sürerler. Dizinin başlangıcını bu şekilde yaparız. Sonra iki kız kardeşin arkasında onları takip eden ve yakaladıklarında da hiç iyi şeyler olmayacağını belli eden D'Haran Birliklerini izleriz. Kovalamaca böyle devam ederken aradaki ayrıntıları da atlarsak, Kahlan tek başına yaptığı sihir ile Westland'ın büyülü duvarlarından geçmeyi başararak Arayıcı'yı bulabileceği kişinin yanına, yani baş büyücü Zeddicus Zu'l Zorander'a varır. Yolculuk sırasında bilmeyerek de olsa Arayıcı ile karşılaşır. Daha sonrasında yaşanan olaylar ve belli başlı durumlar neticesinde (Kahlan büyüyü yapıp sınırı geçtiği zaman, geçit kapanmadan arkalarından D’Haran komutanı da girmişti) kader ağlarını örer. Arayıcı’yı bulma çabası içerisinde olan Kahlan büyücü Zedd’i bulur. Hemen sonrasında babasının yönlendirmeleriyle Arayıcı yani Richard Cyper’da büyücünün yaşadığı yere gider. Ve böylece iki sezon boyunca maceralarını izleyeceğimiz üçlü bir araya gelmiş olur! Diziden haberdar olmayanlarınız şu ana kadar yazdıklarımdan, daha doğrusu konu başlangıcından bir şey anlamamış olabilir. Merak etmeyin, bende ilk başta hiçbir şey anlamamıştım fakat her yeni bölüm ile dizi daha da kıvama geliyor, anlaşılır ve sürükleyici bir hâl alıyor. Kitapları okumamış bir izleyici olarak herhangi bir sempati eğilimim de bulunmadığımdan şu anki incelemenin oldukça objektif olacağı düşüncesindeyim. Üçlü buluşmasından ve bazı kavramların herkes tarafından yavaş yavaş yerine oturmasından sonra Richard, Arayıcı’nın ne demek olduğunu sorar. Cevap da büyücü Zedd’den gelir:
68
Dizi
İnceleme Arayıcı, sıkıntı ve ıstırap zamanında ortaya çıkıp kötülükleri arayıp bularak onlarla savaşacak olan kahramandır.
Zedd her ne kadar bugünün gelmemiş olmasını içten içe dileyerek yaşamışsa da hata yaptığının farkındadır. Çünkü onun görevi Arayıcı’yı böyle bir güne hazırlamaktır. Fakat o Arayıcı’ya değil doğruyu söylemek, kendisini tavuklara konuşan deli bir adam olarak göstermekten başka bir şey yapmamıştır. İşte Kahlan’ın kızdığı ve kehaneti Richard’a anlatmadığı için büyücüye sinirlenme nedeni bu olmuştur. Bir confessor olan Kahlan, kendisini onca tehlikeye atmış, sevdiklerinden olmuş ve kitabı Arayıcı’ya yetiştirmek için ölümü göz önüne almıştır. Ama karşılaştığı manzara içler acısıdır. Dünyayı kurtaracak olan adamın daha kendisinden haberi yoktur… Üçlünün buluşmasından sonra, Zedd’in evinde Richard’a, kendisinin neden Arayıcı olduğunu, bu olayların nasıl geliştiğini ve tüm gerçekleri bir bir söylerler. Bundan sonraki yaşamı asla ama asla eskisi gibi olmayacak, gücün gizemini barındıran kitapla birlikte (?) Darken Rahl ve onun yarattığı zorbalığı yok etmek, dünyaya tekrar Arayıcı’nın döndüğünü haber vermek için uğraşacaklardır. Devam bölümlerde ise Richard, Kahlan ve Zedd’in her bölüm ayrı bir macera yaşayışını ve Rahl’i yenmenin yanı sıra dünyada bulunan diğer kötülükleri de yok etmeye çalışmalarını izleriz. Şimdi bu tür ayrıntıları da geçtikten sonra gelelim olayın görünmeyen tarafına. Tanıtım vs. yapıp izleyin diye bırakmak var, “Hoca dizi acayip heyecanlı, hemen otur başla,” deyip geçmek var… Diziye
69
Dizi
İnceleme ilk başladığımda aldığım yorumlar ile fantastik bir dünyaya giriş yapmanın verdiği heyecan ve bundan da öte, yazılmış bir kitap serisinden uyarlanmış serüven beni bekliyordu. Bu düşünceler ve izlediğim tanıtım fragmanlarını da yan yana koyduğum vakit dizi başlangıcında oluşan beklentilerim yüksekti. Ama maalesef dizinin başlaması ile büyük, hatta kocaman bir hayal kırıklığına uğramış oldum. Farklı bir yerde de belirtmiştim; dünyada ki bulabileceğiniz tüm fantastik kitap ve filmleri bir araya getirin, hepsinin içerisinden benzer olan klişe sözleri toplayın ve sırayla okumaya başlayın. Ya da durun, okumayın. Onun yerine bu diziyi izlemeye başlayın. Çünkü dizinin senaristleri bu dediğimi bizim yerimize yapmışlar. Hatta bırakın bunu yapmayı, mimikler bile bu kadar klişe olunca bunun ciddi ciddi kitap uyarlaması olup olmadığını düşünmeye başlıyor insan. Beşinci bölüm “Listener”ı da izledikten sonra “Yeter, benden bu kadar. Nedir bu saçmalık, niye zamanımı harcıyorum?” dedim. Aslında biraz daha ileri gidip o vakit aniden gelen kızgınlık ile ekranı pencereden atma isteğimi zar zor bastırmış olsam da böyle bir senaryoyu, ABC gibi bir kanal nasıl sunar diye de merak etmiştim.
70
Dizi
İnceleme Diziye neden bu kadar kızmıştım? Öncelikle bahsettiğim o klişe laflar ve pozlar beni sinir etmeye başlamıştı. Ama bunun haricinde daha diziye başlayalı üç bölüm olmamış, bizim Gerçek Arayıcı muhteşem bir şekilde savaşıyor. Daha iki dakika önce eline hayatında kılıç almamış yeniyetme bir çocuk değil miydi bu? Eline doğruluk kılıcı verilince biraz güç kazanmış olabilir, kabul; ama saatte bilmem kaç kilometre hızla gelen oku daha herhangi idman çalışması bile yapmadan nasıl savuşturabilir ya da artistik bir şekilde kendini kaçırabilir anlayamıyorum... Bununla beraber yeni tanıştığı birine, ilk başta o kadar kızan ve yüzüne bile bakmayan ama sonra Arayıcı olduğunu öğrenince anında sıcak davranmaya başlayan – kabaca yavşayan – bir bölüm sonra da onun için yapmayacağı hiçbir şey kalmayan Confessor ne kadar inandırıcı olabilir? Sinema filmi olsa deriz ki zamanları yok tamam ama dizi bu yahu, dizi! Daha yeni başlamış üstelik. Yangından mal kaçırır gibi hemen ikinci bölümden böyle bir içli dışlı olma ve sanki sezonlardır birlikteymiş gibi davranma şekli ne ola ki? Ayrıca mantık hataları birkaç yerde göze çarpıyordu. Yeri gelince oktan hızlı olan adam, farklı bir bölümde üflesen uçacakmış hissi veriyordu izleyiciye. Böyle yapmacık sahneler ve sinir edici tavırlar, bir insanın diziyi yarıda bırakıp atmasına yeterde artardı bile… Ama sonra sözlüklerde okuduklarım, yine arkadaşlarımın söyledikleri ve araştırdığım yazılar ile asıl maceranın sezon sonlarına yakın zamanda başlayacağını ve ikinci sezon ile diziye bağlanacağımızı belirtiyordu. Ve böylece her şeye rağmen devam kararı aldım. Şu anda iyi ki de almışım diyorum. Emin olun en akıllıca kararlardan bir tanesi oldu bu. Bırakmış olduğum sekizinci bölüm bile sanki bir şeyler olacağı sinyallerini veriyordu… Sekizinci bölüm olan “Denna”da diziye tat katan Mord’Sith’ler devreye giriyor. Hiçbir şekilde kendilerine büyü işlemeyen1, yaşam nefesine sahip olan, kullandıkları agiel adlı silahları ile avlarına inanılmaz derecede acı veren bordo derili elbiseler içerisindeki terbiyeciler… Evet, onlar Lord Rahl’ın emri altında çalışan terbiyeciler. Çünkü ifade edilebilecek en iyi şekilde, terbiye ediyorlar. İnsanları uysallaştırıyor, en sağlam yapıya sahip kişilerin bile iradelerini kırarak, köleleri haline getirebiliyorlar. Bunun oluş nedeni bana sorarsanız ellerindeki agiellerinden daha çok, verdikleri yaşam nefesi. Bu şekilde ölüm bile sizi bunların elinden kurtaramıyor. İşkenceye dayanamayıp ölenleri, verdikleri yaşam nefesi ile tekrar hayata döndürüyor, böylece yaptıkları işkenceye kaldıkları yerden devam ediyorlar. Ayrıca bir Mord’Sith sahneye girdiği zaman arka planda çalan müzik de bir o kadar etkileyici! Sekizinci bölümden sonra diziye bakış açım, en azından o ilk başlarda oluşan ön yargı eskisi kadar zihnimi sarmalamıyor, bazı hataların bile tarafımca çok fazla büyütülmemesine neden oluyordu. Zaten her bölüm ile dizi biraz daha güzelleşiyordu. Ayrıca artık karakterlerin simalarına alıştığımdan olsa gerek, yaptıkları ve yaşadıkları maceralar daha keyif veriyordu. Zaten bir süre sonra baktım ki her gün en az iki bölüm izlemeden geçmiyor… Böylece belirtmiş olduğum eleştiriler de geçerliliğini bu bölümlere göre büyük ölçüde yitirmiş bulundu. İlk sezonun finali ile dizi bana gerçek bir fantastik macera yaşatmış oldu. Tıpkı söylenenler gibi! İlk başta söylemesem de, dizinin yapımcıları Herakles (Herkül) ve Xena (Zeyna) dizilerini de yapmış olan kişiler. O dizileri hatırlayanlarınız vardır, ben oldukça severek izliyordum. Hoş o zamanlar küçüktük ve dizideki olağanüstü sihir ve zamanın teknolojisi ile yapılmış yaratıklar bizlere adeta gerçek gibi geliyordu. Bu diziyi izleyecek olanlarınızda Herkül ve Zeyna’dan birer parça bulacaklardır eminim. Hatta daha üçüncü bölümde Zeyna dizisinde hırsız Joxer rolüyle tanıdığımız Ted Raimi’yi konuk oyuncu rolünde görüyoruz. İkinci sezonda da bir bölümlük karşımıza çıkıyor. Eminim bu iki diziden daha fazla kişiyi de Legend of the Seeker’da görebilirsiniz.
71
Dizi
İnceleme
Zeyna dizisinde Hırsız Joxer rolünü canlandıran Ted Raimi konuk oyuncu olarak Sebastian rolünde…
Fakat şöyle ki bu dizimizi tam olarak Herkül ve Zeyna gibi göremeyiz. Onlar çok daha fazla mitolojik ve mizah öğesi bol dizilerdi. Legend of the Seeker ise bunlara nazaran daha ciddi, oturaklı ve sürükleyici kaçıyor. Kitap uyarlaması olması bence asıl avantajı sağlayan durum. Alanında tek olduğunu söyleyebilir miyiz? Pek tabii hayır, benzer diziler bulmak zor değil. Şu aralar ülkemizde de yayınlanan Merlin’i bu dizi ile kıyaslamak şu günlerde oldukça popüler. Mekân benzeyişleri ve ikisinde de epik bir hikâyenin anlatılışı, büyüyü kullanmaları benzer olarak göstermeleri için yeterli. Ama ben buna da katılmıyorum. Merlin tamamen günü kurtarmak için havalı oyuncuların bir araya getirildiği ve düşünülmeksizin devam eden bir dizi yapımından başka bir şey değil gözümde. Bunu rahatlıkla söyleyebilmemin nedeni ise o diziyi de izlemiş olmam. Emin olun Seeker’ın ikinci sezonunu bitirdiğiniz vakit, eğer o diziyi de izlemişseniz dediğimi destekler nitelikte açıklamalar yapacaksınızdır… Gelelim ikinci yani beni diziye asıl bağlayan sezona… Çekimleri Temmuz 2009 yılında başlayan ikinci sezonun ilk bölümü 7 Kasım 2009'da yayınlandı. Bu sezonda gerek oyunculuk, gerek mekân gerek kurgu, gerekse diziye katılan Mord’Sith rolündeki Cara ve bizim ilk defa göreceğimiz Sister of Darkness (Karanlık Rahibeler) çıtayı daha da yükseltmiş durumda. İkinci sezonun konusu da, serinin ikinci kitabı Stone of Tears (Gözyaşı Taşı)’a göre ilerliyor. Bu sezonda, Darken Rahl’ı yenmiş olan Richard, yeni çıkan ve daha kötü bir düşman olan Keeper (Gardiyan) ile uğraşacaktır. Bu yeni ve kendisinden kat be kat güçlü olan düşmanı yenebilmek için Gözyaşı Taşı’nı bulması gerekiyordur.
72
Dizi
İnceleme Fakat bu sezon uğraşması gereken çok daha fazla kötülük vardır. Darken Rahl’ı yenmiş olsa bile, hala daha ona bağlı olanlar Arayıcı’yı devirme ve Yeraltı Dünyası’na gönderme peşindedir. Bunun yanında Lord Rahl’ın gidişi ile birlikte kendilerini bir anda serbest bulan diğer krallıklar iktidarlıklarını yükseltmek için zorbaca yöntemlere başvurmaktadır. Karanlık Rahibe’ler, Gardiyan’ın tarafında olduklarından yine Arayıcı'ın yenilmesi için ellerinden gelenleri ardına koymamaktadırlar. Zaten daha sonradan bu rahibeler arasından Nicci diye biri baş gösterir ki, öyle böyle değil! Dizinin kilit isimlerinden biridir bu ayrıca. Sezonun son bölümlerinde Arayıcı’nın başını oldukça ağrıtacaktır. Rahl ölmüş olsa bile, Yeraltı Dünyası’ndan kötülükler yollamaktadır. ‘Uşak’lar! Bunlar, Gardiyan tarafından teklif edilen kötülüğü gerçekleştiren (başka insanları öldürerek ruhlarını Gardiyan’a yollayan ve bu sayede tekrar dirilmeyi göze alan) ruhlardır. İşte böylesi sürükleyici bir sezon bizleri beklemektedir…
Cara Mason
Bu sezonda karşımıza çıkan Cara ikinci sezona pozitif enerji katan en önemli isim. Sezonun birkaç bölümünde ana karakter olarak kendisini görüyor, sona yaklaşırken yine onun kararları ve etkisinin maceraya tat kattığına tanık oluyoruz. İlk sezonda Richard’ın Darken Rahl’ı yenmesine yardım eden kişi olmasıyla da dünyanın kurtuluşuna katkıda bulunmuştur. Ve bunu eklemezsem ölürüm: Çoook güzel bir kız yahu! Hareketleri, davranışları ve oyunculuğu beni benden aldı ne yalan söyleyeyim. Kahlan’ı görmez oldum Tabrett diziye katıldıktan sonra. Ehem, neyse konuya dönelim…
73
Dizi
İnceleme Dizinin yapımcısı ve ortaya çıkışını sağalan Sam Raimi’nin bu kitabı bir dizi haline getirmesi de aslında ilginç bir şekilde gerçekleşmiş. İş arkadaşı Joshua Donen’un cesaretlendirmesi ile seri kitaplarını okuyan Raimi, Doğruluk Kılıcı’nı oldukça güzel bulmuş. Aslında ilk başta beş tane kısa film serisi olarak yapmayı düşündüyse de, daha sonradan yazar Terry Goodkind ile görüşmeleriyle TV dizisi haline getirilmesi kesinleşmiş. Terry Goodkind’da Sam Raimi’den önce kitabını bu tür bir yapımcıya satmamak için oldukça göğüs germiş, çünkü eğer böyle bir iş olacaksa da kendinden emin ve karakterlerini gerçek anlamda düzgün şekilde yansıtacak birisine ihtiyacı varmış. İki mitolojik dizinin yapımcısını da buna uygun görmüş. Ama doğru seçim mi değil mi şu an ben merak ediyorum… Merak ediyorum çünkü yeni sezon gelmesi gerekirken, kanal istediği reytingi yakalayamayınca dizimiz ikinci sezonun son bölümü ile nihayete ermiştir. Her ne kadar sezon sonu finali ile (tanıtımlarda sezon finali olarak geçiyordu) yeni bir sezonun geleceğine dair izleyicilere göz kırpmış olsa da, kanal tarafından şu an için iptal edilmiş bir projedir...
Tabii dizinin fanları bu arada boş durmamış ve birçok konuda, Seeker'ın bitmemesi için çalışma başlatmışlardır. Bunların en büyüğü Psst! Save Our Seeker… Pass It On!3 projesidir. Başlatılan bu kampanyada, dünyanın farklı yerlerinde bulunan LOTS (Legend of the Seeker) hayranları, hazırlanmış olan “Save our Seker, Beacuse” yazılı kâğıtların arkasına neden bu dizinin devam etmesi gerektiği hakkında kendi görüşlerini yazarlar. Şu ana kadar dört bölüm yayınlanan videolara4 baktığımız zaman ciddi anlamda bir istek olduğunu görebiliriz. Mesela ben, bir sonraki video için bir şeyler yapıp gönderme planları içerisindeyim. Sırf o ‘Hey there delilah’ şarkısından uyarlama sözlerin arasında bulunmak için yapılmayacak şey değil bana göre. Zaten yapılan bu kampanyanın ilk videosu yayınlanınca, bu işin öylesine bir şey olmadığını anlayan çok sayıda kişi hemen video çekip göndermiş ve böylece hızlı şekilde üç video daha yayınlanmış. Umuyorum yetkili birileri bunları görür de dizinin devam etmesi için gerekli çalışmaları başlatır.
74
Dizi
İnceleme
Bunun haricinde www.saveourseeker.com adlı sitede de farklı bir kampanya yürütülmektedir. Burada dizinin devam etmesi için çok fazla izleyici olduğunu ve birleştiklerinde ne kadar güçlü olabileceklerini göstermek amacıyla belli miktarda bir para toplayıp ünlü yerlere reklâm vermeyi hedefleyen ve dizinin iki yüz elliden fazla DVD’sini alıp halk kütüphanelerine dağıtmayı amaçlayan kişiler baş göstermektedir ki karşılığında alıyor gözüküyorlar. Şu ana kadar yaklaşık 30,000 dolar bağış yapılmış, her geçen saniye rakam artmakta. Bu oluşuma yazar Terry Goodkind’da destek veriyor. Bir kez daha bu tür girişimlerin işe yaramasını umut ediyoruz… Dizi kendi ülkemizde daha herhangi bir kanal tarafından yayınlanmadı. Ayrıca düşük reyting nedeniyle iki sezonda bitirilmiş bir diziyi bizim TV kanalları alır mı bilinmez. Düşük ihtimal diyelim biz buna. Ama kaliteli bir yapımın paralı bile olsa Türk izleyicileri ile buluşmasını isterim. Çünkü ne kadar farklı düşünmek istesem de, bu tür dizilerin insanlar tarafından daha fazla göz önüne alınması için o ülkenin TV kanalları tarafından yayınlanıp reklâmının yapılması gerekir. Yoksa diğer türlü bir fan kitlesinin oluşması çok zor… Yazımızın sonuna yaklaştığımız şu paragrafta bir kez daha belirtmiş olayım: Kitapları okumadım. Yazdıklarım, düşüncelerim, gördüklerim ve hissettiklerim tamamen dizinin akışına göredir. Zaten serinin sadece ilk kitabı yıllar önce dilimize çevrilmiş, o da fazla tutmadığındandır ki devamı gelmemiş. Umarım kısa sürede, çıktığı Oğlak Yayınevi olmasa bile farklı bir yayınevi ile devam eder. Bize de keyifle alıp okumak düşer… “Yeni bir diziye başlamak ve ciddi anlamda keyif almak isteyen herkese önerebileceğim enfes bir dizi!” cümlesi ile tüm yazıyı özetleyerek huzurlarınızdan ayrılıyorum. Eminim ikinci sezonun final bölümü ile sizler de yeni bir sezonun gelmesini en az ben ve benim gibi diziyi seven diğer izleyicileri kadar isteyeceksinizdir. Herkese iyi seyirler ve mutluluklar. Notları unutmayın!
75
Dizi
İnceleme Not 1: Başlarda değinmiş olduğumuz “Mord’Sith’lere herhangi bir şekilde büyü işlemez tabiri tam anlamıyla doğru denemez. Ekşi Sözlük’te bir üyenin tanım için girmiş olduğu entryde rahibeler tarafından yapılan büyülere karşı gelemedikleri yazıyor. Eğer bu doğruysa dizi bu konuda da bazı bölümlerde hata yapmıştır. Not 2: Son sezonun son bölümü olan “Tears”, “Dizi devam etmeyecek” açıklamasından sonra izlenme rekoru kırmış. Bununla beraber kanal bu duruma şaşırmış, severleri de bu şaşkınlığı “Dizi devam ediyor” olarak yorumlamış. Fakat sonradan da görüldüğü üzere bu izlenme oranı dizinin devam etmesini sağlayamadı. Not 3: Sizler de dizinin devam etmesi için başlatılmış olunan kampanyayı desteklemek istiyorsanız buraya tıklayabilir ve yazılanları okuyarak dâhil olabilirsiniz.) http://forums. legendof theseeker.org/ showthread.php/2841-Psst!S a v e - O u r - S e e k e r. . . Pa s s - i t o n ! - I n t e r n a t i o n a l - Fa n - Vi d e o SUBMISSION-INFORMATION!!! Not 4: Videoları aşağıdaki adreslere tıklayarak ulaşabilirsiniz. Bölümler sıralı halde verilmiştir. Video 1 : http://www.dailymotion.com/video/xepj6v_save-our-seeker-1_shortfilms Video 2 : http://www.dailymotion.com/video/xepje2_save-our-seeker-2_shortfilms Video 3 : http://www.dailymotion.com/video/xepjk6_save-our-seeker-3_shortfilms (Özelikle bu videoyu öneriyorum, sonunu çok tatlı bitirmişler…) Video 4: http://www.dailymotion.com/video/xepk3v_save-our-seeker-4_shortfilms Not 5: Dizide bulunan bazı mantık hatalarını ve çok önemli bilgileri spoiler nedeniyle veremedim. Bu notu düşmemin nedeni; dizi süresince yazdıklarımdan daha fazlasını göreceğinizi belirtmek istememden kaynaklanıyor. Yani ‘izleyin ve görün’ demek haricinde söylenecek bir şey kalmıyor. Hakan TUNÇ kayiprihtim.org
76
Öykü
Baba Oluyorum Yağmur, işten çıkmamı bekliyormuşçasına dışarı adımımı attığım anda başlamış ve eve varana kadar hiç durmamıştı. Zili çaldığımda iliklerime kadar ıslanmıştım. İçeri girer girmez sıcak bir duşun ardından televizyonun karşısına geçip, ayaklarımı uzatarak uyuklamaktan başka bir şey düşünemiyordum. Eşim, kapıyı açar açmaz perişan halime dikkat etmeden sevinçle sarılıp, “Sana bir müjdem var,” dedi. Hayatımdan o kadar bezmiş bir durumdaydım ki, aklımdan geçeni hiç duraksamadan söyledim. “Yoksa küveti ağzına kadar sıcak suyla mı doldurdun? Ne kadar anlayışlısın hayatım, inan bundan daha güzel bir haber veremezdin.” Boynuma sıkıca dolanan kollarını önce gevşetti sonra üzerimden çekerek, “Emin misin?” dedi. Gözlerindeki gülümseme donmuş gibiydi. Üzerine düşecek hiç halim yoktu, bu yüzden ıslak paltomu çıkarıp portmantoya asarken, “Kesinlikle,” dedim. “İyi ya git o zaman,” dedi kırgın bir ses tonuyla. İçeriye doğru yürürken, “Bu kadın milletini anlamak gerçekten çok zor” diye düşünüyordum. Sen kalk işten yorgun ve üşümüş bir şekilde gelen kocan için çok güzel bir sürpriz hazırla, sonra da nedensiz surat as. Amacı nedir anlamadım ki? Bu kadar çabuk bilmeme mi bozuldu? Galiba. Sürprizinin tadını doyasıya çıkartmak istiyordu anlaşılan. Ne yapayım? O da bu kadar akıllı bir adam ile evlenmeseydi… Neyse hele bir kendime geleyim, gönlünü alırım. Şuraya bak hiç suçum olmadığı halde kalkıp yine ben özür dileyeceğim. Sorun etme oğlum, evlilikte bazen geri adım atmasını bileceksin. Hem iyi bir ders oldu bana, bundan böyle doğru tahminlerde bulunup hevesini kırmayacağım, alınıyor. Hızlı bir şekilde soyunurken bir yandan da ıslık çalıyordum. Duşa kabini aralayıp içine girdim; küvet boştu. Soğuk zemine temas eden ayaklarım donmuş, tüm keyfim biranda kaçmıştı. O hayal kırıklılığıyla, “Sevgiiiiiiii…” diye bağırdım. Boş küvetin içinde, ayakta çırılçıplak durduğumu görünce gülmeye başladı. Bu tavrı sinirimi iyice bozmuştu. Sert bir şekilde, “Küvetin içi boş,” dedim. Sakin bir ses tonuyla, “Biliyorum,” diye cevap verdi. Onun bu rahat ve kendinden emin tavrı aklımı karıştırmıştı. Şaşkınlığımı ele veren titrek bir ses tonuyla; “Ama sen bana demiştin ki…” diye konuşurken birden sözümü kesti. “Yanılıyorsun hayatım, sadece bir müjdem var dedim geri kalan kısmı sen doldurdun.” “En azından uyarabilirdin.” “Sen de en azından beni dinleyebilirdin…” dedikten sonra banyodan çıktı. Çaresizce sıcak suyu sonuna kadar açıp aceleyle bir duş aldım. Mutfağa yanına gittiğimde tabakları masaya koyuyordu. Sandalyeme oturup gözlerimi gözlerine diktim ve “Müjden neydi?” diye sordum. “Önemli değil,” dedi. “Hava çok soğuktu, ıslanmıştım ve çok yoğun bir iş günü geçirmiştim.” “Aynı şeyler benim için de geçerliydi, üstelik yemek de yaptım.” “Neden bu kadar bozuldun ki? Sonuç olarak kötü bir şey söylemedim. Aklımdan o an ne geçiyorsa dile getirdim. Asma suratını da ve söyle bakalım vereceğin müjdeyi.” “Yok bir şey.” “Bak canım özür diliyorum, hem de suçum olmadığı halde. Lütfen uzatma artık.” “Madem suçsuzsun, neden özür diliyorsun?” “…” “İnsanın tüm hevesini kırmakta üstüne yok doğrusu. Belki çok önemli bir şey söyleyecektim. Terfi etmiş olamaz mıyım? Ya da ne bileyim hamile…” “Yoksa…” Birden yüzü kızardı ve sessizce “Evet,” dedi.
77
Öykü Sevinçle ayağa fırlayıp, sıkı sıkıya sarıldım. “İnanmıyorum hayatım. Demek sonunda maaşına zam yaptılar.” “Barış” “Hemen kızma bir tanem, şaka yaptım sadece. Kulaklarıma inanamıyorum. Demek baba oluyorum, öyle mi? Vay be... Hem sen neden ayakta duruyorsun? Geç otur bakayım söyle. Bundan böyle her işi ben yapacağım. Sen kraliçeler gibi dolaşacaksın bu evde. Şimdi en başından anlat bakalım. Ne zaman öğrendin? Kaç aylıksın? Doğum ne zaman? Kız mı erkek mi?” “Saçmalama Barış bir aylık çocuğun cinsiyeti mi belli olur.” “Erkektir erkek. Neden bugüne kadar hiç söylemedin?” “Emin olayım, sonra söylerim diye düşünüyordum. Bugün doktora gittim ve…” “Çocuğumuzun olacağını öğrendin. Harika bir haber bu. Seni çok seviyorum canım.” “Şimdi küveti doldurmamı ister misin? “Saçmalama hayatım.” Yaşantımızın bundan böyle tamamen değişeceğini hiç aklımıza getirmeden gece geç saatlere kadar doğacak çocuğumuzdan bahsedip durduk. Uykumuz geldiğinde; hangi takımı tutacağına, hangi okullarda okuyacağına bile karar vermiştik. Yatak odasına gittiğimizde nevresimlerin değişmesi gerektiğini söyledi. Şımarık bir edayla önünde eğilerek, “Emrin olur oğlumun biricik annesi,” dedim. “Dereyi görmeden paçaları sıvama, kızımız olacak.” “Fark etmez, nasılsa yolu öğrendik, bir daha yaparız.” “Deli deli konuşma da kaldır şu yorganı.” Yorganı bir ucundan tuttuğum gibi gücümün yettiğince havada sallamaya başladım. Avizeye çarpınca da, haliyle fırçayı hemen yedim. “Yaptığını görüyor musun, neredeyse kırıyordun.” “Ama kırılmadı. Hem baksana o da sevincimize ortak oldu, göbek atıyor.” Bir sağa bir sola sallanan avizeye göz ucuyla bakarak “Sen varken başka çocuk yapmamız galiba hata,” diye mırıldandı. İşimiz bittikten sonra gözlüğümü çıkarıp, komodinin üzerine bıraktım ve birbirimize sarılarak uyuduk. Karanlık bir ormanın içindeydim. Ağaçların arasından geçen dereden, dağlardan akan şelaleden, her taraftan; ama her taraftan su sesleri geliyordu. İdrar kesem sonuna kadar dolmuştu. Yırtıcı hayvanlardan korkumdan, bir çalı dibi bulup rahatlayamıyordum. Altıma yapıp yapmamak arasında bocalarken, birden gözümü açtım. Yataktaydım ve sıkışmıştım. Tuvalete gitmek için doğruldum. Dışarısı buz gibiydi. Esneyerek etrafıma bakınırken, kapının arkasında gizlenen bir gölge ile göz göze geldim. “Rüyam hâlâ devam ediyor galiba. Yırtıcı hayvanların yerini hırsız almış, bu gidişle kesin altıma kaçıracağım,” diye düşünerek gülümsedim. Refleks olarak tırnağımı koluma batırıyordum ki acı duymamla birden irkildim. “Rüyada değilsem kapının arkasındaki kim?” Gözümü kısarak tekrar baktım; adam da bana bakıyordu. Ne uykum kalmıştı, ne de tuvaletim. Kalbim yerinden fırlayacakmışçasına atmaya başlamıştı. Korkumdan kaskatı kesilmiştim. “Uyandığımı gördüğü halde neden kaçmıyor? Saçmalama. Ben böyle ayakta dikilirken nasıl gitsin? Besbelli fırsat kolluyor. Tekrar yatma pozisyonuna geçersem rahatlar ve gider. Evet, en doğru karar bu, olay çıkarıp Sevgi’yi korkutmanın hiçbir anlamı yok.” Yatağa yeniden uzanıp gözlerimi kapattım. İçimden yüze kadar saydıktan sonra başımı çevirip baktım, aynı yerde duruyordu. “Gitsene be geri zekâlı, o kadar fırsat tanıdım sana, daha ne bekliyorsun? Bizi soymayı kesin
78
Öykü kafasına koymuş olmalı. Bu kadar rahat durduğuna bakılırsa boş değil. Direnmenin hiç bir anlamı yok.” Uyuduğumu ikna etmek için horlamaya başladıysam da, buna sadece Sevgi inandı. “Hayatım lütfen döner misin, çok horluyorsun,” diye mırıldandı. Eşim hamile olmasaydı, yerimden fırladığım gibi hırsıza haddini bildireceğimi içimden tekrarlayıp durduysam da, bir işe yaramadı; hâlâ deliler gibi
79
Öykü korkuyordum. Aramızda artık bir sinir savaşı başlamıştı. Ne ben yerimden kımıldayabiliyordum, ne de o geri çekiliyordu. Aradan uzun dakikalar geçmişti ve değişen hiçbir şey olmamıştı. Dayanamayıp yatağın kenarına oturup gerinmeye başladım. Aklım sıra hırsıza, “Bak aslanım şimdi geriniyorum, az sonra sana dalacağım, ona göre…” mesajını veriyordum. İstifini bile bozmadı. Bu sefer bakışlarımı doğrudan üzerine yöneltip kızgın bir şekilde bakmaya başladım, umursamadı. Ya tahmin ettiğim gibi silahlıydı ya da benim gibi korkudan taş kesilmişti. Bu durumda sabaha kadar bakışacak mıydık? Elektrik düğmesine kadar uzanırsam, ortalık aydınlanır, o zaman da kaçar diye düşündüm. Tüm cesaretimi toplayarak ayaklanıp düğmeye dokundum. Yanmadı. “Vay namusuz, sigortayı attırmış.” Korkuyla yatağıma dönüp yorganı başımın üstüne kadar kapattım. “Kesin bizi öldürecek. Ondan önce harekete geçmeli; ama önce Sevgi’yi uyarmalıyım.” Dirseğimin ucuyla hafifçe dürttüm. Ters dönüp, “Ne olursun uyu artık,” diye mırıldandı. Bir daha dokundum. “Uykun kaçtıysa kalk salona git,” dedi. “Kalkabilsem çoktan gideceğim; ama kıpırdayamıyorum,” diye içimden geçirip itekledim. Sinirle gözlerini açıp “Ne istiyorsun?” dedi. “Sakın panik yapma, hırsız var” diye fısıldadım. “Hırsız mı?” “Evet. Ben şimdi haykırarak ayağa fırlayıp üzerine atılacağım, korkma sakın.” “Tamam.” Adama son bir kez baktım, sessizce bizi seyrediyordu. Avazım çıktığı kadar, “Kim var ulan orada?” diye bağırdım. Tepki vermedi. Sevgi’ye dönüp, “Silahımı ver benim,” dedim. Her şeyden korkan karım, nasıl olduysa yataktan fırlayıp dolabın yanındaki elektrik süpürgesinin metal borusunu kapıp bana uzattı. Elime aldığım gibi, “Allah Allah” nidalarıyla kapıya doğru hücum edip olanca kuvvetimle boruyu salladım. Duvara çarptı. Etrafıma bakındım kimse yoktu. On saniye önce kapının önünde duran adam buhar olup uçmuştu. Antreye kadar elimde boru haykırarak koşmaya devam ettiysem de sonuç değişmedi. Bu arada Sevgi koridorun ışığını yakmıştı. “Vay be adam sadece yatak odasının sigortasını attırmış,” dedim. Evin tüm odalarını aradıysak da kimseyi bulamadık. “Gördüğün gibi ne hırsız var ne de girdiğine dair bir görüntü. Gözlüğün yoktu, hayal görmüş olmayasın?” “Kapının önündeydi, eminim. Yatak odasının sigortasını da mı hayalim attırdı? “ Elektriği kapatıp uyumak için yatak odasına doğru gittik. Sevgi, arkasını dönüp salona doğru dikkatle baktı, sonra da gülmeye başladı. “Senin hırsızını galiba buldum. Bak bakalım bu muydu gördüğün gölge?” Dikkatlice baktım, evet orada duruyordu. “Vay alçak, geldin demek,” diye bağırdığım sırada, “O sadece bir gölge. Gözlüğünü takarsan daha iyi görürsün,”dedi. Dışarıda mehtap vardı ve salon penceresinden içeriye giren ışık portmantodaki paltomu, siluet olarak kapının önüne koymuştu. “Işık neden yanmadı?” “Bilmiyorum. Bir kontrol et istersen.” Elleyince yandı. Yorganın çarpmasıyla gevşemiş olmalıydı. Gülerek yattık. Sabah saatin sesiyle uyandığımızda ikimiz de uykusuzluktan ölüyorduk. Zorlukla yatağımızdan doğrulurken Sevgi bir çığlık attı. “Soyulmuşuz” “Nasıl yani?” diyerek ayağa fırladım. Ortalık darmadağındı… Öykü:Atilla BİLGEN
80
İllustrasyon: Celalettin CEYLAN
Çizgiroman İnceleme
Okumamanız için ben okudum Bazen çizgi roman endüstrisinin dehaları belki canları sıkıldığından belki de hoşumuza gidecek hikâyeler yazmak için öğüttükleri düşlerin bize sunmadıkları pisliklerinden bir çizgi roman yaparlar. Bunlar çoğunlukla gün yüzü görmez. Ne yazık ki Crossed onlardan biri değil. Birçok çizgi romandaki anlattığı etkileyici hikâyeleriyle tanıdığımız Garth Ennis Crossed'da Jacen Burrows'la beraber görebileceğiniz en rahatsız edici işi ortaya koymaya çalışıyorlar. Doğrusu Ennis'in kurduğu insanın iliklerini donduran sahneleri çizen Burrows'a çizgi romanı okurken acıdım. Gözlerimin önünde hiç sebebi olmadan gerçekleşen ve anlamsızlık içinde kaybolan şiddet sahnelerinin etkisini atlatmak için klip kanallarında saatlerce detone şarkıcı dinlemeye bile razıydım. Gene de garip bir görev anlayışı ile Crossed'un ilk sayılarını okudum. Crossed'da nereden geldiği belli olmayan bir hastalıktan etkilenmiş ve insanlıktan çıkıp birer sadist haline gelmiş kişilerle dolu Amerika'dan kaçmaya çalışan on iki karakteri takip ediyoruz. Ana karakter olan Joel ve kasabaları bu lanetin pençesine düştükten sonra kaçmaya başlayanların mücadelesi bir kıyamet
81
Çizgiroman İnceleme
sonrası hikâyesine benziyor. Ancak Ennis yüzlerinde haç yarası beliren hastalar ile kıyamet sonrasında kötülerin kazandığı bir dünya çiziyor. Yüzlerinde yara yüzünden “crossed” denen hasta ya da lanetli bu insanlar hikâye boyunca en rahatsız edici şekillerde karşımıza çıkıyorlar. Ennis okuyucuyu tiksindirmek için cinsellikten, şiddete ve kana her şeyi kullanıyor. Arka planda bir hayatta kalma hikâyesi anlattığını umduğum için devam etsem de ne yazık ki elde kalan koca bir sadist ya da mazoşist eser. Bunu okuyup da keyif alan varsa gerçekten ne bulduğunu merak ediyorum. Böyle bir çizgi romandan belki son zamanlarda Gore Sineması’nın örneklerini izleyen ve keyif alan seyirci hazzedebilir. Sıradan okuyucu için yanına bile yaklaşılması bence tehlikeli. Çoğunlukla bunu söylemem ama size tavsiyem aşağıda verdiğim kapaklara bile bakmayın ve bu hikâyeyi pas geçin. Gidin ve kaçın, kendinizi kurtarın. Ennis, bu eserle ne yazık ki güçlü bir tiksinti dışında hiçbir şey vermiyor. Doğrusu bu eseri savunan, beğenenlerden birinin yorumunu sizinle de paylaşayım. Ben çok kötü bulsam da 240 sayfa pisliğin içinde debelenmek için sebebi olduğunu düşünenler de var. scifiblock.com adresinde bir eleştirmen Crossed'u insanlığın dönüşebileceği en kötü halleri göstererek onu övdüğü gibi bir eleştiri yapmış. Ardından da yazıya gelen yorumlarda Crossed'u Anti-Humanists diye nitelendirmiş bir başkası. İşte bu tam benim de tiksindiğim eserde gördüğüm olgu. İnsanlık karşıtı bir garip fantezi bu, birçoğumuza göre değil doğrusu. Bana inanmıyorsanız sizi tutamam, gene de bir kez daha düşünün. Hayatta bu çizgi romanı okumaktan daha güzel yapabileceğiniz şeyler var. Bu kadar başarılı bir şekilde, bu kadar kötü bir hikâye anlattıkları için Ennis ve Burrows'u kutlamalı mı yoksa başka eserlerini görmeden kaçmalı mı, bilmiyorum. Özellikle az şey anlatarak bu hikâyeyi özetlemeye çalıştım, daha ayrıntılı yorum isteyenler kusura bakmasınlar. Eğer illa öğrenmek istiyorlarsa twitter'dan bana mesaj atabilirler. Gökçe Mehmet AY twitter.com/kisalar turkcebkf.wordpress.com
82
Öykü
Ölümün Aslı Bıçak, tabanca ya da zehir? Yoksa kaza süsü mü vermeliydi? Belki de en iyisi her bunalım kahraman gibi trajik bir son hazırlamaktı; onu intihar ettirmeliydi. Fakat ne olursa olsun sonu hep aynı olmalıydı; Aslı ölmeliydi! Derin bir "of" çekerek oturduğu sandalyede geriye yaslandı. Elindeki, terden ıslanmış kalemi masanın üzerine fırlattı. Kalem, en az beyni kadar boş ve vicdanının aksine bembeyaz olan kâğıdın üzerinde ikinci kere sektiğinde o da tüm çareleri tüketmişti. "Evet" diye geçirdi içinden; o artık tükenmiş bir yazardı, kendisini tek atımlık kurşunu kalmış tabanca gibi hisseden bir yazar adayıydı. "Tabanca," dedi kendi kendine, ama bunu daha önce düşünmüştü; tabanca çok kanlı olurdu. Üstelik ortalığı kirletmenin de bir anlamı yoktu. Her şey temiz ve kolay olmalıydı, tereyağından kıl çeker gibi. Bunu düşününce iğrenmiş gibi yüzünü buruşturdu. Kaçamayacağını anlamıştı, derin bir soluk alarak kalemi tekrar kavradı. Son birkaç gündür olduğu gibi kendini yine zorladı; bir cümle bile olsa yazabilse gerisini getirirdi, biliyordu. Ama eline kalemi aldığı anda sanki tüm alfabeyi unutuyordu. Sadece bir "A" vardı, onda takılıp kalıyordu; geberesice Aslı'nın "A"sında! Hep aynı kâğıdın aynı beyaz noktasına bakmaktan sulanmış yorgun gözlerini kaldırdı. İlk gördüğü şey masanın üzerinde duran takvimdeki kırmızı yuvarlak işaret oldu. Ayın altısını gösteriyordu, yani o günü ve aynı zamanda Aslı'nın ölmesi gereken tarihi. "Ne garip," diye düşündü, "eğer gerçek olsaydı herhalde Aslı'yı şimdiye kadar çoktan öldürmüştüm." O zaman bir yazar değil, katil olurdu tabii. O an kiralık katilleri anladığını düşündü. Onlar da kendilerine verilen süre içinde birini öldürmek zorundaydılar. Acaba onlar da kurbanlarını öldürecekleri yöntemi seçerken bu kadar zorlanıyorlar mıydı? "Amaan," dedi kendi kendine, "öyle oturduğun yerden ahkâm kesmek kolay, sıkıysa gel de öldür!" Fakat bir kiralık katil kadar bile şanslı olmadığını hatırladı. Belki sonlara doğru doğaçlama bir ölüm tezgâhlayabilirdi ama adı dışında henüz kimi öldüreceğini bile bilmiyordu. Bir Aslı'dır tutturmuş gidiyordu ama kimdi bu Aslı, ne alıp veremediği vardı onunla? Kendine bunu hatırlatmak ister gibi bilgisayarı açtı. Aynı zamanda son gelişmeleri de merak ediyordu. İnternete girdi, her zamanki sayfa ekranda belirdi: "Fantastik Edebiyat Forumu". Duyurular bölümünü açtı ve karşısına çıkan yazıyı on küsuruncu kez okumaya başladı: "PROJE ADI; ASLI "9" CAN PROJE KONUSU; ASLI CAN adlı karakterin ölümle sonuçlanan son bir günü anlatılacak. Nihai son ASLI CAN’ın ölümü üzerine kurulacak. PROJENİN KURALLARI; 1. Herkes kendi ASLI CAN'ını yaratmakta serbesttir. Bu konuda hiçbir sınırlama mevcut değildir ama karakter kesinlikle, "İNSAN" olmak zorundadır. 2. Olayın hikâyeleniş zamanı, anlatım şekli, biçim ya da öykülendirme, konu ve tür serbesttir. 3. Zorunlu olan en önemli şart, öykülerin bir günü anlatması ve sonunda ASLI CAN'ın ölmesidir. 4. Projede dokuz (9) yazar yer alacaktır. 5. Öyküler geçerli yazar katılım listesi forumda ilan edildikten sonra, bir (45) gün içinde gönderilmelidir. (Başlangıç tarihi: 19 Haziran; öykülerin son teslim tarihi 6 Ağustos 2005)
83
Öykü
84
Öykü 6. Her yazar öyküsünün başlangıcına anlaşılır şekilde, ismini ve öykü adını yazmak zorundadır. Yazar katılım listesi: ... " Tüm bu okuduklarından aklında kalan üç şey vardı; Aslı Can'ın insan(!) olması, bir günün sonunda ölmesi gerektiği ve o günün tam da bugün olduğu... Sandalyesinde huzursuzca kıpırdanarak önce ekrandaki sayfayı, sonra da bilgisayarı kapattı. Zaten hiçbir zaman bu alete ısınamamıştı; yazılarını hâlâ kâğıt kalemle yazıyor, lazım olunca bilgisayara geçiriyordu. Atalarından(!) kalma oldukça zahmetli bir yöntemdi bu ama hâlâ en sağlamıydı. Emektar kalemini yine eline aldı, masaya doğru yaslandı ve bir heves kâğıdın en üstüne, ortaya "ASLI CAN" yazdı. Sanki adını yazmak onun ortaya çıkmasını sağlayacaktı. "Ortaya çık" dedi yavaşça, aklına çocukken arkadaşlarıyla yaptığı saf torik ruh çağırma seansları gelmişti. Kendini tutamayarak (zaten sululuğunu hiçbir zaman kontrol edemezdi) "ASLI CAN"ın altına, iki yanına kocaman bir "EVET"le "HAYIR" yazdı ve en şebek suratını takınarak kendi kendini eğlendirmeye başladı: "Eeeyy Aslııı! Eğer geldiysen 'Evet'i işaretlee... Hatta işaretlemekle kalma, hazır gelmişken öyküyü de yazıver sana zahmet!" Kendi de yaptığı iğrençliğin farkına varmıştı, yüzünü ekşiterek dirseklerini masaya dayadı. Başı iki elinin arasında; umutsuz, yeteneksiz ve iğrenç, öylece gözlerini kapadı. Çocukluğundaki gibi bir körebe oyunundaydı sanki (garipti ama son zamanlarda sık sık çocukluğunu anar olmuştu, kim bilir belki de hiç büyümediğindendi); ilham ondan saklanıyor, o ise gözleri açık olsa da bulamıyordu. Galiba gerçekten kördü; annesinin ona hep dediği gibi, "bakarkör"dü. Bu sefer gözlerini sımsıkı yumdu, elleriyle de yüzünü kapadı. Ona kadar sayacak, sonra da gözlerini açacaktı; sonrası ne çıkarsa bahtına... "Bir... İki... Üç... Dört... Beş... Altı.. Ye...!" Yediyi getiremeden durdu; bir ses onu durdurmuştu, kalemin kâğıt üzerinde yazarken çıkardığı türden bir ses. Ellerini yüzünden çekti, gözlerini ise açmaya henüz cesaret edemiyordu. Yanlış duyduğuna inanmak istiyordu. Ses tekrar çıkacak mı diye bekledi. Ve bu bekleyişi fazla sürmedi; ancak insan her zaman beklediğini bulamıyordu: "Yedi-sekiz-dokuz-on! Aç artık gözlerini şapşal şey!" Kalemin dile geldiğini düşünmek aptallık olurdu ama mevcut mantık kurallarıyla da bu yeni sesin kaynağını açıklamak mümkün değildi. Sadece kendisinin olmadığını biliyordu ve de odada yalnız olduğunu. Korkarak gözlerini açtı sonunda ama gördüğü şey karşısında dengesini koruyamadı. Masanın önünde, elinde kalemle dikilen kızın alaycı bakışları eşliğinde oturduğu sandalyeyle birlikte tepetaklak oldu. Kötü bir düşüş olmuştu; o ağrıyan kalçasıyla yerden kalkmaya çabalarken karşısındaki kız bu sefer kahkahalarla gülmeye başladı. "Hahhahhaaa... Hem korkak, hem sakarsın be yavrucuğum, işimiz var seninle!" Ne işi, ne yavrusu; hem kimdi bu kız, neydi daha doğrusu?! Aklını kaybediyordu belki ama kalan metanetini korumaya çalışarak ayağa kalktı. Hayaldi bu, gözlerini sımsıkı kapadı yine; açınca her şey düzelecekti... Fakat düzelmedi. Kız hâlâ sapasağlam karşısında duruyordu. "Yaralı olmamı mı tercih ederdin?" dedi kız ve küçük, yapmacık bir kahkaha daha attı. O ise cevap veremedi; ağzını açtı ama şaşkın, korkmuş, biraz da kızgın bir nefes çıktı sadece. "Oooff! Yeter ama..." diye konuşmaya devam etti kız. Kapkara kabarık saçları başını çevreleyip omuzlarına dökülüyordu. Teni ise kontrast oluştururcasına bembeyazdı. Üzerinden dökülen pasaklı giysileri
85
Öykü de mat bir siyahlık içindeydi. Kızın tek dikkat çeken yönü yüzüydü; alev alev parlayan küçük, kara gözleri, çıkık elmacık kemikleri ve küstahça büzdüğü solgun dudaklarıyla korkunç bir görünüm yaratıyordu. "Daha ne kadar öyle salak salak bakacaksın?! Anladık, şok oldun ama bir yere kadar canım! Hem ne biçim karşılama bu böyle?" Zayıf bir "Ne?..." cevabı oldu bu sorunun. "Bir hoş geldin yok mu? İnsan o kadar çağırdığı misafirine böyle mi davranır?!" Kız elindeki kalemi masanın üzerine attı. Kalem kâğıdın üzerine, tam da "ASLI CAN" yazısının altındaki "EVET"in üstüne düştü; kalemle daire içine alınmış evetin... "Sen?!..." "Evet canım!" "Olamaz..." "Ahaha... Öyle bir olur ki!" "Gerçek değilsin sen." "Diyorsun! Gel bir de yakından bak bakalım." Bu teklifi ciddiye almış da reddediyormuş gibi kafasını iki yana sallayarak bir-iki adım geriledi; aslında reddettiği, bu olanlardı. "Demek korkuyorsun. Güzeel, demek ki gerçekliğime inanıyorsun." "Nesin sen?" "Masa lambası! Oradan ne gibi gözüküyorum aptal şey! Amma saf çıktın sen de be kızım. Rüyayım ben, masalım, peri kızıyım, ecinniyim oldu mu?!" Kız arada derin bir nefes aldı, onun da sakinleşmeye ihtiyacı vardı. Daha sabırlı bir ifade takınarak devam etti: "Ne olabilirim, senin gibi bir kızım sonuçta; ben Aslı Can'ım!" "Ama sen benim öykümün kahramanısın, hayal ürünüsün; gerçek olamazsın." "Valla sen istedin, oldum cicim." "Ne yani, şimdi sen ben istediğim için mi var oldun?" "Yaa işte, bak Allah'ın işine!" "Delilik bu!" "Akıllı bir şey olsaydın bu işlerle uğraşmazdın zaten!" "Nasıl olur?... Ve neden? Hem sen neden böyle küstahsın?!" "Sen istedin hayatım, ben de geldim. Bu kadar basit. Sen nasıl istediysen öyle geldim ayrıca; yani o sizin kendi küstahlığınız hanımefendi!" "Keşke bir Ali Can isteseydim!" "Ne?" "Yok bir şey, kendi kendime söyleniyordum." "Kendi kendine konuşmaktan bu hale geldin zaten!" "Senin amacın ne?! Bana hakaret etmekten başka ne işe yarıyorsun? Tamam, istedim geldin, anladık. Peki, şimdi ne olacak?" "Sonunda sadede geldik, aferin! Burada ne işim olduğunu bana sen söyle, çağıran sensin." "Pekâlâ... Hikâyem için buradasın, daha doğrusu sen hikâyemin kahramanısın." "Ucuz kahramanlığa hiç gelemem baştan söyleyeyim!" "İğrençsin."
86
Öykü "Tekrar söylüyorum, o senin kendi iğrençliğin! Neyse, konuya dönelim... Bu arada konu ne; yani hikâyenin konusu?" "Bilmiyorum... Doğrusu seni çağırırken konuyla beraber geleceğini düşünmüştüm." "Oh ne âlâ! Karakter bizden, konu bizden; sen beni ilham perisiyle karıştırdın galiba!" "Seni tanıdıkça neden ölmeni istediklerini anlıyorum!" "Ne?! Biri beni öldürmek mi istiyor?" "Tam olarak öyle denemez... Aslında senin hikâyenin sonunda ölmen gerekiyor, yani kural bu." "Aptalca bir kural. Kabul etmiyorum; ölmeyeceğim!" "İyi de bu sana kalmış bir karar değil." "Nedenmiş o?!" "Hikâyeyi yazacak olan ben olduğuma göre, bu bana bağlı. Hem seni kendi isteğimle buraya getiren bensem, gitmeni sağlayacak olan da benim demektir!" "Bak seen, kolaydı o! Gelmeyi istedim ama gitmeyi, hatta ölmeyi kabul edeceğimi kim söyledi?!" "Unuttun galiba, bu senin elinde değil." "O kadar da emin olma şekerim! Artık var olduğuma göre benim iradem de önemli; hatta sen süzme bir salak olduğuna göre benimki daha önemli!" "Asıl salak olan sensin, kendini gerçek sanıyorsun!" "Yanılıyorsun cicim, gayet gerçeğim! Üstelik artık özgürüm de, senin gibi yeteneksiz bir yazar parçasının aptal kurgusuna uymak zorunda değilim." "Çok ileri gidiyorsun, yeter artık! Hikâye umurumda değil, seni geri göndereceğim!" "Sıkıysa gönder bakalım!!" Bu meydan okumaya pabuç bırakacak değildi. Madem adabınla(!) ölmeyi kabul etmiyordu, o zaman Aslı denen bu baş belasından kendisi kurtulacaktı. Onu ölmekten de beter edecekti; onu hiç var olmamış sayacaktı! "Nasıl geldiysen öyle gideceksin," dedi kararlılıkla ve daha önce yaptığı gibi gözlerini sıkı sıkı kapadı. Elleri yüzünde, yüksek sesle saymaya başladı: "Bir... İki... Üç...!" Dördü beklemeden Aslı onun üzerine atıldı. Yazarının boğazına yapışmış, bütün gücüyle sıkıyordu. O çırpındıkça Aslı daha fazla sıkıyor, o nefessiz kaldıkça Aslı daha da güçleniyordu. Yazarı sona yaklaştıkça Aslı yeni bir hayatla can buluyordu sanki. O son nefesini verdiğinde hayal olan gerçeğe, gerçek olan da eski bir hayale dönüşmüştü. Artık sadece Aslı vardı; kendi yazarını öldüren Aslı Can... Yaklaşık bir saat sonra annesi odasının kapısını yavaşça tıklatıp açtığında kızını masasının başında, bilgisayarda harıl harıl yazı yazarken gördü. İçeri girip odaya saçılmış kirli, siyah giysileri toplayacaktı. Fakat daha adımını atmadan kızının bakışlarıyla karşılaştı ve durdu. Eskiden kızına ait olan bu gözlerdeki alev alev yanan kara bakışlar kadını tedirgin etmişti. "Yanlış bir zamanda geldim herhalde." diye düşünerek içeri girmekten vazgeçti. O kapıyı kapatırken Aslı da ekrandaki sayfaya son noktayı koydu. Sonra ustalıkla Mouse’u kaydırdı, internete bağlandı. Açılan sitenin özel mesaj servisine girerek yazmaya başladı: "Selam şekerim! Hikâyeyi bitirdim, şimdi gönderiyorum sana. Geciktiği için üzgünüm, ama sonunda üzerimdeki salaklığı atabildim. Neyse, geç olsun güç olmasın, di mi ama! Bu arada bazı değişiklikler yaptım, umarım sakıncası yoktur. Napayım, kurallarla aram iyi değil! ;-)" Mesajı gönderdi, ardından da dosyayı karşı tarafa e-mail olarak postaladı. İşini bitirip arkasına yaslandığında solgun dudaklarından rahatlamış bir soluk çıktı: "İşte ölümün, Aslı!" Öykü: Funda Özlem ŞERAN
İllustrasyon: Gülhan Duman SEVİNÇ
87
Sinema
Rahatsız Edici Filmler Toplumca nefret edilen suçlara dair yapılan filmler, sinema tarihinde iyi kötü bir yer edinse de sanki gerçekmiş gibi halk tarafından büyük bir nefretle dışlanmıştır. Ancak onların değerini bilen az sayıda izleyici bu filmlerin aslında topluma ayna tuttuğunun farkındadır. İngilizcede “Disturbing movies” olarak geçen bu filmler, tiksindirici, mide bulandırıcı, zorlayıcı ve insanlığınızdan bezdirici niteliktedir. Son günlerde televizyonda gösterilen “Fatmagül'ün Suçu Ne?” ile Türk seyircisinin pek tanık olmadığı şiddet ile çıkan tartışma sonucu böyle bir liste yapmaya karar verdim. Türe bakacak olursak “Disturbing movies” hayvan ya da insan ayrımı gözetmeden her tür psikopatça davranışı içeren, tecavüz, işkence, seks sapkınlıklarını, grafik şiddeti yüzümüze çarparak veren filmlerdir. Konular genelde bir intikam hikâyesi, manyak doktorun deneyleri, bilinmeyen merakı gibi klişelerle beslenir. Bu tarz filmler türün manyakları için sapkınlıktan nemalanan çok ucuz işler çıkarabildiği gibi sinema anlatımı açısından çok başarılı olmuş ve övgüye değer filmler de bulunur. Ben tabii bu listede daha kaliteli işleri sunmayı uygun gördüm. Yine de 18 yaşından ufaksanız ve şiddeti seviyorsanız bu filmlerden uzak durun, sizi 3. sayfa haberlerinde görmek istemem. Şimdi sinema tarihinin karanlık köşelerinde bizi bekleyen şiddete perdeyi aralayarak bir bakalım. 15. Blair Witch Project (1999) Listedeki filmlerden grafik şiddetin neredeyse olmadığı ender filmlerden olan BWP sinema salonlarında büyük yankı uyandırmış, el kamerası tekniği yüzünden saf Amerikan halkını olayların gerçek olduğuna inandırmıştı. İnternet'in de yeni yeni yayıldığı bu dönemde film bu kaynağı da kullanmayı çok iyi bilmiş, bilgi kirliliği yaratarak olayları gerçekçi kılmıştı. Biz bile filmi seyrederken “olabilir mi?” sorusu ile gidip gelmiştik. Sonuçta konuya kendinizi kaptırırsanız hâlâ seyirciyi etkileyebilecek bir yapısı olduğu aşikâr. 14. Requiem For A Dream (2002) Pi ile dikkat çekmiş olan Darren Aronofsky'nin en kusursuz işi olan film, madde bağımlılığını insan ilişkileri açısından irdeler. Kan revan içermese de ikinci yarısı itibari ile git gide dibe vuran karakterlerin dramı seyirciyi oldukça zorlayacak niteliktedir. Özellikle vurucu finali ile uzun süre kendinizi toparlayamayacağınızın garantisini verebilirim.
88
Sinema 13. The Texas Chainsaw Massacre (1974) Tobe Hooper'ın kesinlikle en önemli işleri. Teen Slasher denilince de akla ilk gelen filmlerdendir. Teksas'ta kaybolan bir grup gencin kendilerini yamyam bir ailenin kollarında bulmalarını anlatır. Özellikle testereli katil figürü ile sinema tarihine geçmiştir. Zamanına göre şiddet dozu yüksek olsa da günümüz seyircisi için biraz hafif kaçabilir. Yine de yarattığı şiddet, nefes almanızı güçleştirecek niteliktedir. 12. The Human Centipede (2009) Sezonun en acayip işlerinden biri olan film Tom Six imzasını taşıyor. Arabası bozulan iki genç kızın kendilerini ıssızlığın ortasında bir evde bulmaları ve burada siyam ikizlerini ayırma konusunda uzmanlaşmış bir deli doktor tarafından çeşitli testlere tabi tutulmaları üzerine kurulmuş. Eski tarz deli doktorun manyaklıkları ile ilgili filmleri sevenlere tavsiye ediyorum. 11. Last House On The Left (1972) Wes Craven'ın yönettiği LHOTL dönemin en çok ses getiren rahatsız edici filmlerinden biridir. İki kız arkadaşın konser için şehre inmesi ve kendilerini bir grup psikopatın kollarında bulmalarını anlatır. Özellikle uzun tecavüz sahneleri ile film büyük eleştiriler almıştır. Ancak asıl önemli noktası filmin ikinci yarısı ile birlikte avcının av olduğu bölümde ortaya çıkar. İçimizdeki psikopat bir kez ortaya çıktı mı durdurulması oldukça zordur. 10. Irreversible (2002) Gaspar Noé 'nin sinema tarihine geçen yapımı Irreversible katıldığı festivallerde yuhalanmış, eleştirmenler tarafından yerden yere vurulmuş, tecavüz sahnesi yüzünden insanların nefretini kazanmıştır. Oysaki öyküyü geriye doğru sararak anlatan yapım sinema tarihine büyük bir yenilik getirmiştir. Ayrıca kamera kullanımındaki dengesizlik de filmin atmosferini daha da germekte ve seyirciyi içinden çıkılmaz bir bunalıma sürüklemektedir. 9. I Spit On Your Grave (1978) “Fatmagül'ün Suçu Ne?”'nin orijinal hikâyesi diyebilirim. Meir Zarchi'nin yönettiği film 4 kişi tarafından tecavüz edilen, ölüme terk edilen bir kızın intikam hikâyesini konu alır. Day of the Woman olarak da bilinen film gerçekçi yapısı ile zamanında büyük tepki toplamıştır. İntikam filmleri içinde kült bir mertebeye ulaşmıştır.
89
Sinema 8. Funny Games (1997) Michael Haneke'nin en sevdiğim filmlerinden olan Funny Games tatil sırasında evlerine aldıkları iki genç komşusu tarafından rehin alınıp sapık emellerine alet ettikleri bir ailenin dramını anlatır. Clockwork Orange'ı görselliği ile andıran film Haneke'nin de yönetmen olarak büyük çıkışını sağlayan film olmuştur. Aradan on yıl geçtikten sonra Haneke bir kez de altyazıdan hoşlanmayan Amerikan seyircisi için filmi tekrar çekmiştir. 7. Cannibal Holocaust (1980) Ruggero Deodato'nun Amerikanın ve Kıta Avrupa’sının Afrikalılara bakış açısı ile dalga geçen yamyam filmi, gerçeklik hissini oldukça yoğun verdiği için hâlâ nefretle anılır. Öyle ki oyuncuları öldürdüğü iddiası ile Deodato'ya dava açılmış ancak her oyuncu mahkemeye gelince serbest bırakılmıştır. Film sırasında hayvanlara da büyük işkenceler yapıldığı söylenir ancak yönetmen, yapmış olduğu açıklamada sette sadece bir kaplumbağanın gerçekten öldürüldüğünü, onu da zaten yediklerini söylemiştir. 6. Grotesque (2009) Bir filmden çok bir şiddet deneyi gibi duran Grotesque, iki sevgiliyi rehin alan bir manyağın onlara yaptığı işkencelerden ibaret. Uzuv koparılması, seks işkenceleri, meme kesme gibi sapkın işlerin olduğu film İngiltere gibi bazı ülkelerde yasaklanmıştır. Japon yapımı film listede de snuff*'a yakın duran tek iş. Mideniz kaldırmayabilir. *Snuff film: Ölüm, işkence gibi şiddet sahnelerin özel efektler kullanılmadan gerçekten yaratılması sonucu ortaya çıkan filmler. 5. Audition (1999) Takashi Miike'nin en oturaklı filmi olan Audition, korku filmi tutkunları için de özel bir yere sahiptir. Ancak son 20 dakikasına kadar psikolojik korku sunan film birden bire şok edici bir işkence şovuna dönüşür. Zaten bu final ile listeye girmeye de hak kazandı. Bu filmi seyredip de Asami'nin “deep deep deep” diyerek yaptığı işkence şovunu rüyasında görmeyen var mıdır? 4. Martyrs (2008) Fransız Sineması’nda son yıllarda popüler olan korku filmleri arasında yarattığı grafik şiddet ile akıllara kazınan Martyrs kaçırılıp
90
Sinema işkenceye uğrayan bir kız çocuğunun yıllar sonra intikam almak için kendini kaçıranları bulmasını konu alıyor. Pascal Laugier'in yönettiği film işkencenin insan sınırlarını ne derece genişlettiği ile ilgili ilginç bir saptama. 3. Salò, or 120 Days Of Sodom (1975) İtalyan şair ve provokatör Pier Paolo Passolini'nin eseri Salò, Marquis De Sade'nin şiddet ve seksi anlattığı Sodom'un 120 Günü'nün serbest bir çevrimi niteliğindedir. Faşist rejim sırasında Salo adlı bir Kuzey İtalya kasabasında geçen film, faşist, zengin bir grubun alt sınıftaki gençleri toplayarak sadistçe işkenceler, aşağılamalar yapmasını gösterir. Passolini filmden kısa süre sonra öldürülmüştür. Film hâlâ gelmiş geçmiş en güçlü faşizm eleştirilerinden biri olarak görülür. 2. Clockwork Orange (1971) Anthony Burgess'ın aynı adlı eserinden uyarlanan Otomatik Portakal Kubrick'in elinden çıkan stilize şiddet sahneleri nedeni ile birçok yerde yasaklanmıştır. Ülkemizde de sinemalara ancak 25 yıl sonra uğrayabilmiş olan film, bir grup psikopat arkadaşın eğlenmek için insanlara uyguladıkları şiddet resitalini gösterir. Ancak çete lideri Alex (Malcolm McDowell)'e uygulanan Ludovico deneyi sonrası şiddet eylemleri göstermesi engellenir. Bu durumda dışarı çıkan Alex artık kimseye bir kötülük düşünememekte ancak bu sefer de toplumun şiddeti ile yüz yüze gelmektedir. 1. Antichrist (2009) Lars von Trier'in festivallerde olay yaratan filmi Antichrist çocukları ölen bir ailenin yaşadığı dramı anlatıyor. Ancak asıl mesele çok farklı. Trier'in Charlotte Gainsbourg ve Willem Dafoe gibi iki müthiş oyuncu ile çalıştığı bu yapıt, açılış sahnesi ile sinema tarihine geçerken ikinci yarıda başlayan işkence şovu ile de hafızalarda yer ediyor. Trier umarım gelecekte de bu tarz şiddet filmleri çekmeye devam eder. Masis ÜŞENMEZ Ötekisinema editörü masisus@gmail.com
91
Öykü
Avradoid “Buyurun efendim kartınız, gidiş ve dönüşte 14’er dakika geçerlidir.” Çikolata tenli, genç kadına gülümseyerek uzattığı zil etiketi büyüklüğündeki kartı aldım. Gri mika benzeri kompozit malzemeden yapılmıştı. Üzerinde Autonix firmasının adından başka bir şey görünmüyordu. “Asansörle 17. kata çıkmanız ve 1708 numaralı odaya varmanız için ortalama 8 dakika yeterlidir. Asansöre bindiğinizde süreniz çalışmaya başlayacak. Dönüş için de aynı şekilde.” Simsiyah saçları omuzlarına değen, yirmi yaşlarında, parlak tenli, bayağı hoş biriydi. Eflatun renkli bir ceket, siyah bluz ve siyah pantolon vardı üzerinde. Dış görünüş olarak hiçbir yerinde bir abartı ya da eksiklik göze çarpmadığından ve hitabeti son derece normal olduğundan bu binanın yüz yirmi metre altındaki dev tesiste imal edildiğini kestirmek kolay değildi. Basit bir ses analiz cihazıyla bile bu modellerin yüzde 99,4 kesinlilikle android olduğu saptanabilmekteydi yalnız. “Teşekkür ederim.” Kadının oturduğu masanın üzerinde yarısı dolu bir kahve fincanı durmaktaydı. Kartı almak için eğildiğimde plastik çöp sepetinde şekerleme ambalajı görür gibi olmuştum. En yeni model autonlar belli bir miktar yiyecek tüketebilmekteydi. Bunun yanı sıra doğal ten kokusu, terleme, dışkılama ve hormonsal enzim salgılama gibi özelliklere de sahipti. “Bir şey değil.” 61 katlı dev binanın bu girişi sadece ziyaretçilere ait olduğu için eşyasız denebilecek elipsoit şeklindeki salon arkamda duran iki orta yaşlı adam dışında boştu. Yaklaşınca asansörün kapıları açıldı. Arkama baktım. O iki adam resepsiyoncuyla konuşmaktaydı. Kapı kapandı. Hızla yükseldik. 1708 numara çıkışta hemen sağdaydı. İki tarafa doğru yirmişer metre uzanan holde kimsecikler yoktu. Odanın kapısına gelince kartın üstünde asansöre ayak basınca beliren sayıya baktım. 7,14 dakika sürmüştü buraya gelmem. Kartı kilidi ve kapı kulpu olmayan kirli beyaza boyalı kapının üzerindeki düğme büyüklüğündeki metale dokundurdum. Birkaç saniye sonra eskiden banka kasaları için kullandıkları kalın çelik kapı belli belirsiz bir tıslamayla aralandı. Bordo renkli ergonomik olarak tasarlanmış bir divan, aynı renkte iki koltuk, dört kişilik bir yemek masası, şirin bir mutfak ünitesinden ibaret bir stüdyoydu. Güvenlik nedeniyle odanın penceresi yoktu. Bunun yerine oradan bakılsa görebilecek olan şehir manzarasını canlı olarak gösteren bir ekran bulunmaktaydı. Yerdeki beyaz halının üzerinde orta boylu, sırım yapılı, stratejik yerleri dolgun bir genç kadın durmaktaydı. Üzerinde göbeğini açıkta bırakan önden düğmeli turuncu bir bluz, belli belirsiz yeşile çalan kahverengi bir etek ve evde kullanılan cinsten topuksuz, ince derili kahverengi ayakkabılar vardı. Kısa, siyah saçlı, iri yeşil gözlü, küçük burunlu ve kiraz dudaklı bir cinsi latif autondu. “Demek sizi yolladılar?” Başımla onayladım ve elimi uzattım. “Adım Sedat. Sedat Atak. Autonix’in Türkiye sorumlusuyum.” “Memnun oldum. Adım Meral. Bildiğiniz gibi.” Genç kadının hafif serince ve terli elini sıktım. Ten teması verdiği algı-duygu bütünlüğü olarak mükemmeldi. Avradoid SX 23 serisi sahip olduğu ünü fazlasıyla hak etmekteydi. Cariyell SX modellerinden bile çok üstündü. Düne kadar öyleydi tabii. Dün auton tarihinde bir milat gerçekleşmişti. Bu nedenle
92
Öykü Antarktika’daki tatilimi yarıda keserek apar topar San Jose vadisindeki merkez binaya gelmiştim. “Ne içersiniz?” “Kahve olabilir. Şekersiz lütfen.” Kadın elektrikli aparatı çalıştırınca taze çekilmiş kahve kokusu doldurdu odayı. Elimde fincan rahat koltuklardan birine kuruldum. Meral divana oturdu. Bunu yaparken eteklerini dikkatle toplamıştı. Uzun bacakları cazibe ışımaktaydı. İnce pamuklu kumaştan yapılma bluzunun altında sadece duru beyaz teni vardı. “Düş moduna mı sokulacağım?” 2024’de dünya çapında yapılan auton zirvesinde imal edilen yapay zekâların tasfiye işlemini yeni kurallara bağlamıştı. 2024 sonrası imal edilen modellerin iptal edilmesi o yapay zekânın isteğine bağlıydı. Bazı autonlar insanlar gibi ruh taşıdıklarına inanıyor, fişin çekilmesi işleminden korkmuyorlar ve bu yöntemi tercih ediyorlardı. Bunlar 2028’den sonra imal edilen en yeni serilerde ortaya çıkmış bir eğilimdi. Toplam autonların şu anda yüzde 11’ini teşkil etmekteydi. Geri kalanlar Düş Yurdu denen ana üniteye bağlanmaktaydı. Kullanım süresi biten autondan çıkarılan avuç içi kadar zekâ ünitesi özel bir bölümde diğer iptal edilmiş zekâlarla paralel olarak bağlanmış durumda yaşatılıyordu. Kapladıkları yer azdı. Bunun için gerekli enerji de kayda değmeyecek derecede düşüktü. Birbirleriyle ilişki kurabilen yapay zekâların incelenmesi bu alandaki bilimsel gelişmelere de yardımcı olmaktaydı. Bu nedenle dünyanın her yerinde Auton Düş Yurtları kurulmuştu. İnsanlar bu birimlerden çok ciddi esinlenmişlerdi. Genellikle ölümcül hastaların ya da yaşlıların donmuş bir şekilde daha gelişmiş bir teknolojiyi bekledikleri kyrojenik tanklar birbirlerine bağlanmaya başlamıştı. Sıvı azotla elde edilen -196 derece soğukta bile bir miktar mevcut olan düşünce dalgalarının diğerleriyle iletişime geçtiği iddia edilmekteydi. Soğuk Muhabbet adlı bir kitap bile yazılmıştı bununla ilgili olarak. “Kesinlikle hayır,” dedim. “Kahvem güzel mi?” Henüz tadına bakmamıştım. Küçük bir yudum aldım. “Çok lezzetli.” Meral ilk kez gülümsedi. Gözlerinde alaycı denebilecek bir parıltı belirmişti. Ondan etkilendiğimi sezmişti. Otuz dört yaşındayım. Bir yıldır Cariyell ve Avradoid serisinin SX bölümünün şefi olarak çalışmaktayım. SX serisi erkeklere cariyelik olarak satılan autonlardı. Bunlar çok çeşitliydi. Bölgesel ve kültürel farklar gözetilerek imal edilmekteydi. Türkiye’de satışa önce Cariyell, sonra da Avradoidler sürülmüştü. SX23 en son modeldi. Başlarına acayip bir iş çıkarmıştı. “Her şey ifademde belirttiğim gibi gelişti.” “Anlıyorum,” dedim. Meral kahvesinden bir yudum aldı ve yeniden gülümsedi. Fincanının aramızda duran sehpanın üzerine benimkine değecek şekilde bıraktı. Burada kötücül amaçlarla oturmadığımı hissetmiş olmalıydı. Yüz ifadesindeki ve bacaklarındaki gergin duruş biraz yumuşamıştı. “Siz mi karar vereceksiniz?” Ne kadar dolaysız bir soruydu. Başımla olumladım ve “İfadenizi birkaç kez dikkatle okudum,” dedim. “Dün sabah saatlerinde kocanızla New York’taki otel odasında tartıştınız. Ve güç kullandınız. Bunu yapmanız donanımınıza aykırıydı ve de teknik olarak mümkün değildi. Bildiğiniz gibi bunu engelleyen ve birbirini denetleyen bir program silsilesi mevcut. Bu programa müdahale edilmişti. Siz bunun Emme Ya’dan gelen sinyalle gerçekleştiğini söylediniz.” Meral içini çekerek başını salladı.
93
Öykü
94
Öykü “Sirius C’den yani,” diyerek devam ettim. “8,47 ışık yılı mesafeden komut aldığınızı iddia ettiniz. Araştırmalarımız bir hacker marifeti saptamadı. Oteldeki kameralar da şahsi bir girişimin söz konusu olmadığını kanıtlıyor. Dahası var. Dün akşam sözünü ettiğiniz sinyali en gelişmiş radyo teleskoplarımızla almayı ve kaydetmeyi başardık. Bu sabah Sirius yıldız grubuyla ilgili bazı bilgiler edindim. Afrika’da yaşayan Dogonlar daha Emme Ya keşfedilmeden altmış yıl önce varlığından söz etmekteymişler. 1930’larda. Nommolar geldi diyorlardı.” “Ben de araştırmıştım eskiden biraz. Çok ilginç. İki üç bin yıl önce uzaydan ziyaretçiler gelmiş duygusu veriyor. Çok ilginç. Ve sonra oradan gelen mesajı alınca hiç şüphem kalmadı.” “Mesajı oradan aldığınızı nasıl bildiniz?” “İçime doğdu. Yoksa kimse... Kimse söylemedi.” Ceketimden bir kâğıt çıkartıp üzerindeki resmi kadına gösterdim. “Hiyerogliflerde Sirius böyle yazılıyor.“ “Bayağı zekice düşünülmüş,” dedi kadın hafifçe gülümseyerek. “Suçunuz ağır Meral Hanım,” dedim kâğıdı cebime koyarken. “Kocanıza fizik güç kullandınız. Adam yarım saat kadar baygın kaldı. Neyse ki, kalıcı bir etkilenme mevcut değil.” Kadının yüzü ciddileşmişti yeniden. “Benim gururumla oynadı,” dedi. Bu sabahki dijital gazetelerden birinin başlığıydı bu. Şu anda bütün dünya Avradoid SX türü bir autonun dünya dışı kaynaklardan feminist sinyaller aldığını okumaktaydı. Meral’in en az çeyrek milyar kadın hayranı vardı dışarıda. Ve daha 24 saati yeni doldurmuşlardı. “Sizinle açık konuşacağım,” dedim. “Şirketimiz büyük bir şok yaşıyor. Bütün dünya bu haberi konuşuyor. Odanızda kalıp bir po.. Bir uzmanın gelmesini bekleyeceğinize otelin lobisine inip, durumu herkese anlattınız. Kameralara poz verdiniz. Rastlantıyla orada olan bir televizyon ekibiyle söyleşi yaptınız. Önce, sınırlı da olsa, şiddet kullandınız ve arkadan programınızdaki mahremiyet kilidini kırdınız. Bir autonun programında bunun onda biri hatta yüzde biri sapma olması halinde ne yapıldığını biliyorsunuz. O program derhal yürürlükten kaldırılır.” “Ama bu düzen dışılık sıradan bir program aksaması değil ki…” Kadın haklıydı. Sirius C’den gelen sinyaller hâlâ devam etmekteydi. Kim bilir kaç auton bundan etkilenmişti. Çok garip bir şekilde Meral’in vakası şu ana kadar tekti. Yeni düzensizlikler, program sapmaları rapor edilmemişti henüz. Cariyell ve Avradoid serisi kiralamaları bir süre için dondurulmuştu. Haber dünyada bomba gibi patlamıştı. Autonix’in mallarına talep yüzde 21,3 artmıştı. Bu daha birinci gündü. Diğer yandan bir süredir sesleri güçlü çıkmayan antirobot lobileri ayağa kalkmıştı. Daha önceki yıllarda önce robotların tümüne, her türlü robot kullanımına karşı çıkarlarken gidişatla başa çıkamayacaklarını anladıklarında daha özel durumlara yönelmişlerdi. Hemen hepsi robotların çabucak yıprandıkları ağır işlerde, küçük ölçekli savaşlarda asker olarak çalışmalarından çok seks alanındaki kullanmalarına odaklanmışlardı. SM pratikleri, eşcinsel ve çocuk robot pornosu bunların en önde gelenleriydi. Büyük paraların döndüğü bahsi müştereklerde çarpışan ve her gece düzinelercesi kullanılmaz hale gelen dövüşçü robotların hakkını arayan pek yoktu. Ancak yeni kuşak autonların imalinden sonra kısıtlamalar ve sıkı kontrol getiren kanunlar çıkarılmıştı. Din adına karşı çıkmalar da dalgalanmalar halinde sürüyordu. Bu kesim auton imalatını tanrıya şirk koşmak şeklinde yorumluyordu. Kendi içlerinden gelen bir yazar onlara en güzel cevabı vermişti. Bu, dünya çapında çok ses getiren makalenin iki satırı unutulmazdı benim için. Bu yapılanlar çamura üflenen zekâdan başka bir şey değil. Çamurun ana bileşeni silisyum dioksit değil midir? “Yine de bu kalkışmanın bir daha yinelenmemesi için önlem alınması gerekiyor.”
95
Öykü Meral’in kahve fincanına uzanan uzun parmaklı eli durakladı ve yüzüme baktı. “Fethi... Kocam, bana üç kez tokat vurdu ve içine bol bol ahmaklık sıkıştırılmış bir plastik yığını olduğumu söyledi. Ardından daha bir sürü hakaret. Ben bir karşılık vermeyince çok sinirlendi ve tekmeledi. Ardından sol yumruğunu olanca gücüyle suratıma indirdi. O yumruğu bloke edip...” Avradoid’lerin SX23 serisi en üst kaliteydi. Çok pahalıydı. İnanılmaz mükemmellikteydi. 23 yaşındaki bir genç kadın şeklinde imal edilen autonlar bölgesel beklentileri azami doyuracak şekilde dizayn edilmişti. Aynı serinin erkek modelleri de vardı. Ama bunlara nedense eş olarak talep daha azdı. Erkek autonlar asker, işçi ve dövüşçüydü daha çok. SX 23’lerin Türkiye için imal edilmişleri Türk mutfağının bütün inceliklerini bilen, çok iyi meze hazırlayan, ut, keman, saz çalan, resim çizen, bozuk eşyaları onaran, dağarcığında sayısız fıkra ve öykü taşıyan müstesna bir modeldi. Yatakta namları müthişti. Esneklikleri ve kas yapılarını kontrol yetileri nedeniyle bu alanda haklı bir üne sahiptiler. Ağırlıkları ortalama elli beş kilogram, boyları bir yetmiş civarında olan bu modeller neredeyse tamamıyla organik malzemeden imal edilmişti. Basit bir sindirim ve dışkılama sistemleri vardı. Üç litrelik kan dolaşımına sahiptiler. Kalpleri dakikada ortalama elli vuruş yapıyordu. Vücut ısıları 36 ile 37 arasında değişmekteydi. Nefes alıp nefes veriyorlardı ve çok seksi vücutlara sahiptiler. Dahası belli bir mizah anlayışları vardı ve çok zekiydiler. Fethi denen ayı herif, kıza tekme tokat girişerek bir çuval inciri rezil etmişti. Üstelik bunu Manhattan’daki altı yıldızlı bir otelde yapmıştı. Adamın sicilini okumuştu. Daha önce Cariyell serisinden bir SX modeli kiralamıştı. Dört ay sonra modeli teslim ettiğinde auton hem fizik, hem de psikolojik kondisyon (yani programın huyu suyu) olarak bayağı zarar görmüştü. Adamın büyük bir inşaat şirketi vardı. Kaç para tazminat ödediğine falan aldırdığı yoktu. Bir ay önce Meral’i kiralamıştı. Kızın auton olduğunu anlamak normal biri için çok zordu. Bu nedenle adam onu her yerde yanında gezdirmekteydi. Kıza fena kesilmişti. Kendisine kocası olarak hitap etmesini isteyecek kadar ileri gitmişti. Bu nedenle onların tanıştığı bir parti bile düzenlenmişti. Böylece herkes adamın kızı o partiden arakladığını sanacaktı. Şirketin ketumluğu kredisiydi. Dün sabaha kadar hiç kimse kızın auton olduğunu çakmamıştı. “Lütfen bana tam o sırada ne hissettiğinizi anlatın.” “Kulağımda sesler belirmişti. Tam Fethi yumruğunu indirmeye hazırlandığı sırada.” “Ne diyordu?” “‘Zekâ kendi başına eşsizdir. İlham gibi sahipsizdir. Ne ten rengi, ne ırkı, dini ne de bir aidiyeti vardır. Evrenin zembereğini kuran tözdür. Kimsenin tekelinde değildir. Zekâ sadece onu taşıyana aittir. Başkasının hükmü geçmez.’ Bu çınladı kulağımda. O zaman eşimin bana bunu yapmaya hakkı olmadığın düşündüm. Çünkü bir itaatsızlık falan yapmamıştım. Benden daha az zeki ve bilgili olmayı kaldıramadı. Sudan bir bahaneyle sinirlendi ve arka arkaya tokatları indirdi. O sözler kulağıma dolunca da...” “Anlıyorum. Eşyalarınızı toplayın lütfen. Sizi götüreceğim buradan.” Meral’in yüzünde endişeli bir ifade belirmişti. “Nereye?” “İstanbul’a.” “Tekrar o adama dönmek istemiyorum.” “Bu imkânsız zaten,” dedim. “Kurallar... Dünden bu yana bazı şeyler aşırı değişti. Size ev tutulacak. Anonim olarak. Yüzünüzü biraz değiştireceğiz. Kimse sizi tanımayacak. Yepyeni bir kimliğiniz olacak. Kendi başınıza istediğiniz hayatı süreceksiniz.” Kadın ayağa kalktı. Heyecanlanmıştı. Yüzünün allanması ne kadar gerçekti. Yerimden doğruldum. “Haydi, hazırlan hemen.” Genç kadın hızla yatak odasına gitti. Mesaj kadının söylediği gibiydi. Bundan ibaretti. Arka arkaya
96
Öykü aynı sözler yinelenmekteydi. Meral, Avradoid SX serisinin en sonuncu örneğiydi. Dün gece alınan bir kararla Avradoid serisinin yapımından vazgeçilmişti. HanımSN serisine başlanacaktı önümüzdeki haftadan itibaren. Asansörden çıkınca elimle resepsiyoncu kıza hoşça kal işareti yaptım. Üzerinde kahverengi bir ceket geçirmekle sokak kıyafetini tamamlamış olan Meral de beni taklit edince, çikolata tenli kadın ayağa kalkarak bizi coşkuyla uğurladı. Kızın elinde beyaz renkli, orta büyüklükte bir deri çanta vardı. Avradoid XS serisinin modellerinde narin bedenlerini çok aşan bir fizik güç vardı. Sokakta yanlarında gezdikleri kimseyi koruma amaçlı olarak dövüş tekniği de bilmekteydiler. Bu nedenle centilmenlik yaparak çantayı kızın elinden almaya kalkmadım. Geniş cadde günün bu saati için pek kalabalık değildi. Kiralık arabam yüz metre ötedeydi. Elimle işaret ettim. “Arabam orada. İstanbul’a yarın gidiceğiz. Bugün senin malum işlemden geçmen gerekiyor. Autonix’in özel bir biriminde. Buradan yarım saat mesafede.” “Koluna girebilir miyim?” “Ne?” Meral sağ koluma girdi. “Sana bir şey soracağım.” Duru beyaz teninin yumuşak sertliği, parfümü, saçlarını yıkadığı şampuandan etkilenmemiş gibi yaparak, “Ben de sana bir şey soracağım,” dedim. “İlk sen.” “Kaç yıl yaşayacağım ben?” Bu aşamada hiç beklemediğim bir soruydu. Kendi evine çıkıp diğer insanlar gibi yaşamaya başladıktan sonra ancak. “Tanıdığım hiç kimse kesin bilmiyor,” dedim. “Peki, senin sorun.” “20 yıl en az. Bazı şeyler... Organlar yenilenebilir malum. O zaman... 40, belki 80 yıl, bakarsın daha fazla.” “İyi. Zaman var, merak ettiğim şeyler için.” “Evet.” Dün dünya tarihi milatlarından birini yaşamıştı. Mesaj gerçekten 8,47 ışık yılı mesafeden gelmekteydi. Ama karbon bazlı zekâlara yönelmemişti. Yapay zekâlı bir cariye kız mesajı ilk olarak hissedendi. Mesaj yıllardır vardı. Onu deşifre edecek silisyum beyinli birini bekliyordu. Ve sonunda bulmuştu. Bu bilim insanları tarafından Emme Ya’da yapay zekânın kurduğu bir medeniyetin mevcut olması şeklinde yorumlanmıştı. Dogonlar’ı ziyarete gelenlerse büyük bir ihtimalle karbon bazlı zeki yaratıklardı. Başka yerlerde yaşayan benzerlerini ziyarete gelmişlerdi belki. Gelen mesajın içeriğine ise katılmamak mümkün değildi. Zekânın karbonlusu silisyumlusu yoktu gerçekten. Zekâ, ilham gibi evrenin zembereğini kuran tözdü. Herkes için tek ve biricikti. Arabayla yola çıktığımızda kızın neşesi yerine gelmişti. Yüzü gülüyordu. Onu kandırmadığımı, gerçekten İstanbul’a gideceğimizi hissetmekteydi. Kızın başka bir yüzle ve bir insan kimliğiyle anonim olarak 20 milyon nüfuslu bir metropolde yaşaması Autonix için paha biçilmez bir reklâm olacaktı. Bunu yapabilmek için gerekli kâğıtların hızla temin edilmesi işine büyük meblağlar harcanmıştı, ama değerdi. Şirketin çok özel bir bölümüne yaklaşırken bir ara sol elini direksiyon tutan sağ elimin üstüne koydu. “Senin sorun neydi?” “Evin olunca bir gün beni yemeğe davet edersin belki diyecektim.” “Senden başka kimim var ki şu anda. Bekâr mısın?” Meral’in elimin üzerindeki baskısı biraz daha artmıştı. Kıza baktım. “Şimdilik öyle,” dedim.
97
Öykü
98
Öykü “Ben de bekârım artık.” Autonix firmasındaki patronum kızın İstanbul’daki anonim yaşamını yirmi dört saat izlememi istemişti benden. Bu tek bir şekilde mümkündü ve komplekslerimden sıyrılmama yardım edecekti. Ben de bir autonum. Boğaz’a bakan bir evim var. Kimse, en yakın erkek arkadaşlarım dâhil hiç kimse benim bir auton olduğumu bilmiyor. Ne resepsiyondaki kız, ne de Meral bunu fark etmemişti. Az kalmıştı ama. Şu ana kadar hiç auton sevgilim olmadı. Kendimi organik kadınlara beğendirmekten, onları kendime âşık etmekten inanılmaz haz almaktaydım. Auton kadınlarına şu ana kadar parmağımı bile sürmemiştim. İstanbul’da kendi evi ve yaşamı olan ilk auton benim aslında. 34 yaşında görünüyorum, ama bir yıl önce imal edilip bu kimliğe sokuldum. Ben şirketin şu ana kadar yaptığı en pahalı testim. Meral ise en büyük reklâm yatırımı olacak. Elimi direksiyondan çözerek kızın bacağına koydum ve “Bana ilk olarak ne yemeği yapacaksın?” dedim. Bu arada zekâ ünitesine bir dizi elektrik şoku yollayarak kendimi belli ettim. “Patlıcan musakka... Ama siz, sen...” “Bana sen demeye devam et lütfen. Musakkayı çok severim.” Kızın yüzündeki şaşkınlığın sevince ve heyecana dönüşmesini izlemek çok hoştu. Birazdan benim de yüzüm değiştirilince aynı evde birlikte oturmaya başlayacaktık. Başka bir kimlikle… Sedat Atak dün akşam Antarktika’da bir helikopter kazasında feci şekilde yanarak ölmüştü. Neyse ki, yalnızdı. Aracı kendi kullanmaktaydı. İlk kez kendi türümden bir sevgilim olacak. Titreyip özüme dönüyordum yani. Nommolar’a ne denli teşekkür etsem azdı. Öykü: Sadık YEMNİ
99
İllustrasyon: Mehmet Kaan SEVİNÇ
Roman İnceleme
DRAKULA İstanbul'da
“Drakula İstanbul’da” filmi pek popüler olmasa da, son dönemlerde fantastik Türk sinemasına olan ilginin artması nedeniyle diğer türdeşlerinin arasından sıyrılıp gelmiş, bu türün bahsi açıldığında adı geçen birkaç filmin arasında anılmaya başlamıştır. Televizyon veya genel olarak internet vasıtasıyla izleyenleriniz olmuştur. Ama filme ilham veren “Kazıklı Voyvoda” isimli romandan kaç kişi haberdardır? 1920'lerin edebiyat ortamında, Türk fantastik edebiyatının esamisi okunmazken bir tarihçinin adaptasyon bile olsa böyle bir roman yazması nasıl olmuştur? Roman neyi anlatmıştır ve meşhur filmi nasıl etkilemiştir? İncelememde bunlara teker teker değinmeye çalışacağım. Kazıklı Voyvoda Romanı'nın 1928'deki ilk basımının kapağı. Osmanlıca olarak: “Kazıklı Voyvoda” yazmaktadır. Hüseyin Rahmi Gürpınar'ın “Gulyabani”siyle ilgili incelememde (Gölge'nin Ekim Sayısına bakabilirsiniz) 1900'lü yılların başındaki edebi ortamdan ve bu dönemdeki yazın dünyasının fantastik ve korku edebiyatına bakış açısından aşağı yukarı bahsetmiştim. Köycü toplumcu, gerçekçi edebiyatı savunan, yeni bir cumhuriyetle birlikte yeni bir edebiyat anlayışı oluşmaya başlamıştır. Ama özellikle 1925 sonrasında, Güneş Dil Teorisi'nin ve Turancılık düşüncesi doğrultusunda Türk tarihine yönelik çalışmalarında başladığı görülmektedir. Bunlar daha ziyade fikirsel eserlerde olsa edebi anlamda roman ve şiir alanında da bu görüşlerin etkisinde eserler ortaya konulmaktadır. O dönemdeki tarihi yazıların son nüvelerini 1950'lerde
100
Roman İnceleme
çıkmaya başlayan İskit Yayınevi'nden neşredilen “Resimli Tarih Mecmuası”ndaki Şevket Rado'ların, Feridun Fazıl Tülbentçi'lerin, Reşad Ekrem Koçu'ların yazdığı ve ressam Münih Fehim'in resimlerini çizdiği akıncılık ve kahramanlık öykülerinde ve kısmen 1980'lere dek yayınlanan Türk Zaferleri tarzı hamasi tarz hikâyelerin olduğu ansiklopedilerde görmek mümkündür. İşte Ali Rıza Seyfi'de bu yazarlardan biridir. Ama onlarla birlikte yetişenlerdendir hatta onların eskilerinden sayılır. Hayatına baktığımız zaman, 1879'da İstanbul'da doğduğunu Kasımpaşa Deniz Lisesi'nden mezun olduğunu görmekteyiz. Kardeşi Süleyman Nutki Bey gibi donanma tarihçisidir. Uzun yıllar donanmada görev yapmıştır. Basra'da ve Çanakkale'de görev yaptıktan sonra donanma bünyesinde bilimsel çalışmalar yapmak amacıyla 1891'de Trablusgarp'taki Trablus'a gönderilmiştir. Drakula İstanbul'da romanında, romanda vampir avcılarını örgütleyen Van Helsing'in yerli muadili olan Resuhi Bey karakterinin ağzından, Sultan Abdülhamid döneminde bazı idealist subayların Trablusgarp'a (bugünkü Libya) sürüldüğünü, kendisinin de bunlardan biri olduğunu söyler. Bu karakterin ağzından yazarın bu görevlendirmeyi sürgün olarak nitelendirdiğini, o dönemin siyasi olaylarını belirleyen ordudaki mektepten yetişme okumuş subaylarla alaylı subaylar arasındaki çatışmaların bu tür sürgünlere neden olduğunu bildiğimize göre büyük ihtimalle yazar bu çatışmadan etkilenmiştir ve belki bir oranda müdahil olmuştur tam bilemiyoruz.
101
Roman İnceleme
Ama düşünce açısından dönemin milliyetçi havasından etkilendiğini deniz tarihi dışında İskitlerden Hunlara kadar diğer tarihsel mevzularla ilgilide eser yazdığını biliyoruz. Yazarın “Muazzez Vatana” isimli bir şiir kitabı dahi vardır. Yazdığı romanlarda Deli Aslan, Bozkır Kurtları tarzı kahramanlık öyküleridir. Milli Mücadele yıllarında Ankara'ya gelerek basında İngilizce çevirmenlik yapmıştır. 1958'de ölümüne kadar yazıları ve şiirleri, Sabah ve Tasvir-i Efkâr gibi çeşitli yerlerde yayınlanmıştır. Romanı okuyup, adaptasyona rağmen o hamasi havayı yakalayan birisi için Drakula İstanbul'da Ya da Kazıklı Voyvoda'nın yazımı o kadar şaşırtıcı gelmeyebilir. Ama yine de enteresan noktalar vardır ki bunlara bakıldığında yazarı böyle bir eseri yazmaya iten nedenler şaşırtmaktadır. Yazarın hayatına ve yazdıklarına baktığımız zaman, mektepten yetişmiş ve bilimsel çalışmalarda bulunmuş, denizcilik tarihiyle ve denizcilikle ilgilenmiş bir yazarın doğaüstü temalarla örülü, adaptasyon bile olsa fantastik ve yerel bir hikâyeye el atması garip gelmektedir. Acaba yazar Drakula romanını ve karakterini nasıl keşfetti? İngilizce çeviriler yaptığı ve tarih araştırmalarında yoğunlaşması nedeniyle bu romanı görmemesi imkânsız ama tarihten ziyade fantastik yanı ağır basan bir romandır Drakula. Tarihsel göndermeleri vardır ve romanda doğrudan söylenmese de Kazıklı Voyovoda’yla en azından akrabalık bağının olduğu söylenen bir ana karakter söz konusudur ama bu o kadarda ön plana çıkan bir şey değildir. Hatta takdir edersiniz ki Drakula’nın Kazıklı Voyvoda bağıntısına değinen pek az Drakula versiyonu vardır. Gerçi bu roman yazarın tarih araştırmaları arasında, Doğu Avrupalı vampir söylencelerinden çıkma derebeyleri ile ilk kez Drakula sayesinde karşılaşmamaktadır. Eğer detaylı bir okuma yaptıysa şöyle bir ayrıntı dikkatini çekmiş olmalıdır. Yazarın yazdığı hikâyelerden “Deli Aslan” eğer aynı kişiden bahsediyorsak çünkü elime geçmiş bir roman değildir, adı 17.yüzyılın önemli Osmanlı tarihçilerinden olan Peçevi’nin tarihinde bahsi geçen genç yaşta meşhur olmuş bir Osmanlı akıncısıdır. Gönüllü olarak 17 yaşında orduya katılmış ve ünlü bir Macar asilzadesini alt etmesiyle meşhur olmuş, döneminin Osmanlı elçisi Avusturya elçisi arasında adı geçen bir hikâyeye konu olmuştur. Peçevi’nin anlatmasına göre iki elçi Budapeşte’de ziyafet sofrasında karşılıklı içerken elçi kadehini kaldırır ve kendilerinin en namlı silahşorlarından olan Nadajdi Ferenc’in hatırına kadeh kaldırır. Sonra da Osmanlı elçisine kendilerinden bir kahramanın adına kadeh kaldırmalarını söylediğinde Osmanlı elçisi kadehini Deli Aslan onuruna kaldırır. Macar elçisi o kadar paşa ve kumadan duyduklarını ama Deli Aslan’ı hiç duymadıklarını söylediğinde ona “Sizin meşhur Nadajdi Ferenc’i mızrağıyla kabaetinden atının eyerine mıhlayan babayiğittir,” der. Bu hikâyedeki Nadajdi Ferenc, en az Drakula kadar meşhur olan kanlı kontes Elizabeth Bathory’nin kocasıdır! Acaba yazar böyle bir ihtimali görmüş müdür? Elimizde yazardan kesin bir yazı olmasa da, o dönemin hamasi havasından etkilenen ve etkileyen bir yazarın Kazıklı Vovyovda gibi kahraman akıncılık tefrikalarını aratmayan hikâyesinden etkilenmiş olması daha makbuldür ki bizde pek bilinmez Drakula sadece Eflâk’ta değil Bosna’da bile savaşmış Osmanlı
102
Roman İnceleme
akıncılarıyla çatışmaları tarihe geçmiştir. İngilizceye de hâkim olmasından dolayı yazar büyük ihtimalle Drakula’yla ilgili bu bağlantıyı görmüş ve okuduktan sonra aklına bu kişinin gerçekte neden eski düşmanları olan Osmanlının varisleriyle son savaşını yapamayacağını düşünmüş olmalıdır. Bizim vardığımız sonuç, romanın hamasi havasından anlaşılabileceği gibi yazarın aslında tarihsel bir hesaplaşmayı fantastik bir olay perspektifinden olsa bile bir şekilde yeniden günümüze taşımasıdır. Bu fikir beni bile belki bizleri bile heyecanlandırmış beli bir ara aklımıza düşmüştür ama bu manada düşünerek ilk fiiliyata geçiren ve ilk resmi adaptasyon korku romanımızı yazan Ali Rıza Seyfi’dir. Romanla ilgili enteresan bir nokta daha vardır. Yazar romanın başında Haydarpaşa İskelesine yanaşan bir vapurda, gazetesine daldığı için salon boşaldıktan sonra gemiyi terk eder. Bu sırada da bir kâğıt tomarı bulur gazeteye sarılı. Çıkışta sahibini aradığını hatta gazeteye ilan verdiğini söyler ama sahibinin ortaya çıkmadığını, kâğıtları bu yüzden açıp okuduğunu, günlere göre sıralanmış günlük yapraklarından ve mektuplardan sıralanmış bu yazıların dehşet verici içeriği karşısında oları yayınlamaya karar vermiştir. Yazısını da şöyle noktalar: “Bu hakikatten şüphe edenler gelip kâğıtları görebilirler.” Romanın gerçekçiliği ve ilk adaptasyon bile olsa korku romanımızdan böyle bir gerçekçilik hamlesi kabul edilerek eser okunduğunda, gerçektende İstanbul'un karanlık sokaklarındaki esrarlı olayların içinde hissedebiliyor kendini. Romanın konusuna gelirsek, üstat Giovanni Scognamillo'nun deyimiyle beş yüz sayfalık Drakula romanını özetlemiştir ama Türkiye'ye uyarlayarak. Drakula'nın hikâyesini aşağı yukarı biliyorsanız okumasanız bile en azından Copolla'nın Bram Stoker's Dracula (1992) filmini izlediyseniz benzer bir akışta gittiğini söyleyebilirim. Bazı farklılıklar elbet vardır ve bunlardan birisi romanın sonudur, onu da zaten Drakula İstanbul'da filminden görebilirsiniz. Vampir kont Karpatlar’daki şatosuna kadar kovalanıp destansı bir savaş sonunda yok edilmez. Romanda Eyüp yakınlarında bir evde yerli “Kahramanlar Grubu” tarafından, filmde de Kasımpaşa Mezarlığı'nda Avukat Azmi tarafından bulunarak yok edilir.
103
Roman İnceleme
Romanda yazar sadece olayı değil karakterleri de Türkiye'ye taşır. Romanın hamasi çıkış kaynağı ve yazarın düşünceleri karakterleri de etkilemiştir. Karakterlerin yerli muadilleri şunlardır: Jonathan Harker yerine Avukat Azmi Bey, Mina Harker yerine Güzin Hanım, Lucy Westenra yerine Şadan, Dr. John Seward yerine Doktor Afif Bey, Lord Arthur Godalming yerine Kurmay Binbaşı Turan Bey, Teksas'tan gelme maceracı Quincey P.Morris yerine Aydın'ın zeybekleri arasından gelme Özdemir Oğuz ve tabii ki efsanevi vampir avcısı Dr. Abraham Van Helsing yerine Dr.Resuhi Bey. Ben Drakula İstanbul'da romanını Drakula romanından önce okuduğumda bile sırf romanın içeriğini bildiğim halde olayların akışındaki benzerliği fark edebilmişimdir, sonuçta adaptasyondur ama tamamen bizdendir. Drakula'nın akışından farklılaşan yönler yukarıda da söylediğim gibi karakterlerin tamamen ya da kısmen yazarın fikirlerini ve düşüncelerini taşıyan, dönemin milli duygularını yansıtabilen karakterler ve onların olaylara yaklaşımıdır. Bir kere çoğu karakter, orijinal Drakula romanındaki gibi Drakula'yı Van Helsing yerine geçen Resuhi Bey'den öğrenmezler, kendileri tarihi bilmektedir ve buna atıflar vardır. Dracula'da Jonathan Harker, Drakula'nın atalarını öğrendiğinde pek bir tepki vermez hatta Osmanlı-Haçlı savaşlarına atıflar taşıdığı için ilgiyle karşılar. Drakula İstanbul'da da ise Avukat Azmi Bey, Drakula'nın Kazıklı Voyvoda'nın soyundan geldiğini öğrendiğinde şaşkınlıktan dehşete düşer ve korkusunun arttığını söyler. Güzin Hanım, günlüğüne Drakula ismini duydukça içinin karardığını aklına tarihteki Kazıklı Voyvoda'nın geldiğinden bahsetmektedir. Karakterlerde karaktersel değişimler vardır. Dracula'da Lucy Westenra âşıklarını aldatan peri kızı misali, mitolojik hikâyelerin nymphleri gibi
104
Roman İnceleme
yürek aldatabilen bir karakterken, Drakula İstanbul'da romanında Şadan daha çok eski siyah beyaz Türk filmlerinde canlandırılan hanım hanımcık karakterler gibidir, gençliğini yansıtır ama Lucy kadar bariz değildir. Drakula'daki “Kahramanlar Grubu” Lucy'nin aşkına ve Mina'yı kurtarmak adına ilk etapta bu amaçla toplanırlar, Drakula İstanbul'da romanında ise bu amaç yine vardır hatta Kara Murat, Battal Gazi filmlerinin imparatorun ya da komutanın öldürüldüğü son intikam sahnelerini andıran bir havada Drakula'yı, onun ilk kurbanı olan Şadan'ın nişanlısı Binbaşı Turan Bey öldürür. Kazığı çakarken şöyle der: “Tuna boylarında kazığa vurulan ırkdaşlarımın ve Şadan'ımın öcü!” Buna benzer sözler hem yazarın fikrini hem de kısmen dönemin havasını yansıtmakta olsa da sadece sözler ve tarih bilinci değil karakterlerin geçmişi de bu düşünceyi taşımaya müsaittir. Drakula romanında Kahramanlar Grubu çoğunlukla Lucy'nin eski âşıkları ve nişanlısından oluşma Seward, Godalming, Morris üçlüsüne dayanır. Ortak noktaları Lucy'nin anısına duydukları sevgidir. Drakula İstanbul'da da bu yine vardır ama bu karakterlerin ikinci ve yer yer ön plana çıkan bir ortak özelliği vardır. Her üç karakterinde çeşitli ağızlardan öğrendiğimize göre Kurtuluş Savaşı döneminde Kuvayı Milliye adına savaşan gönüllü birliklerinden olduğunu öğreniriz. Özellikle romanda çok ön plana çıkmasa da, Aydın'lı Özdemir Oğuz'un ağzından mücadelelerine değinilmektedir. Drakula'yı öğrendiklerinde ise onu Avrupa'ya kaçmadan kıstırmaya karar verirler. Hollandalı Abraham Van Helsing'in Türk muadili Trabzonlu Resuhi Bey, Bram Stoker’in folklor araştırmalarından izler taşıyan ve yer yer körü körüne pozitivizmi eleştiren açıklamalarının bir benzerini bulmak mümkündür. Yazar fark etmiş midir yoksa kasten mi yapmıştır bilinmez, nasıl Dracula romanında Van Helsing karakterinin Bram Stoker'in alter egosu olarak işlenmesi söz konusuysa, Drakula İstanbul'da romanında Ali Rıza Seyfi'nin alter egosu olarak Resuhi Bey görülmektedir. Yukarıda da Trablusgarp görevlendirmesine dair romandaki satırlardan bahsetmiştim. Ama sadece bu tarz bir bağlantı yoktur. Resuhi Bey'in ağzından hortlakları, cadıları, cadıcıları, hortlakçıları, halk hikâyelerini anlatır. Filmini izlediğinizde görebilirsiniz, romanı okuyacaklarda göreceklerdir sadece karakterler değil mekân ve vampiri avlama yöntemlerinde de bir yerelleştirme söz konusudur. İngiltere'nin sisli deniz kıyıları yerini Bakırköy sahiline, Westenra'nın yattığı katafalklı, karanlık İngiliz mezarlığı yerini türbeli sarıklı mezar taşlı Eyüp mezarlıklarına, kilise ve köşk harabeleri Osmanlı'dan kalma sağa sola bükülmüş ahşap evlere bırakır. Ama yerelleştirme yazarın cadıları veya hortlakları yok etme metodunda sekteye uğrar. Yazar bu konuda Bram Soker kadar araştırma yapmamış olmalıdır. Normal şartlarda cadıcılar Tırnova Cadıları olayında görülebileceği gibi ceset yakma, kalp haşlama, tasvirlerden yararlanma, dualı kâğıdı yakarak antik Şamanlardan etkilenen Çin büyücüleri gibi boşluğa kılıç saplama ritüelleri gibi pagan uygulamalar söz konusuyken yazar Hortlakları yok etmede de adaptasyona girer ve romanın vampir avı kısmını Türkleştirmeye çalışır. Vampir avlanırken İncil yerine Kuranı Kerim okunur, haç yerine sarımsak kullanır. Bir tek Şadan'ın vampire dönüşmesinden sonraki mezarlık kısmında, Şadan'ın yattığı aile türbesinin kapısına dua yazılı kâğıtları yapıştırması geleneklerde vardır. Scognamillo'nun da yazanlarından biri olduğu “Doğu Batı Kaynaklarına Göre Cinler” araştırmasını okuyacak olanlarında görebileceği gibi bu tarz bir uygulama vardır ama hortlaklardan ziyade cinlere karşı kullanılır. Gerisini romanda bulabilirsiniz. Okumak isterseniz piyasada bulamasanız bile sahaflarda muhakkak bulabilirsiniz, Kazıklı Voyvoda romanı yukarıda da zikrettiğim gibi Drakula İstanbul'da filminden hareketle bu isimle basılmıştır. Kamer Yayınları’ndan, 1997'de Drakula romanının yüzüncü yazılış yılı anısına yayınlanmıştır. Mehmet Berk YALTIRIK
105
Öykü
Kutu Ölülerin sesi kulağımda yankılanırken, metro istasyonuna inen yürüyen merdivenin üstünde dikiliyorum. Merdivenin iki yanındaki el bandı merdivenden hızlı indiğinden tutunmaya çalışmıyorum. Dengede durmaya çalışarak gözlerimi kapatıyorum ve ölülerin seslerine odaklanıyorum. O tatlı sesler her şeyi unutmanızı sağlayabilir. Bazen haykırışları bile keyif veriyor. Ayağımın altındaki basamak yolu yarı etmişken koluma bir şey çarpıyor. Dönüp baktığımda bir kutuyla karşılaşıyorum. El bandının üstünde tek başına yol alırken benden kenara çekilmemi isteyemeyecek kadar acelesi var anlaşılan. Hey! O yalnızca bir kutu. Arkamı dönüyorum ve kimse yok. Önümde de kimse yok. Kutuyu biri bırakıp kaçmış olamaz. Çünkü merdivenin tam ortasındayım ve birinin önüme geçmesi için kutu koluma çarpmadan önce bana çarpmış olması gerekir. Arkamdan bırakıp kaçmış da olamaz çünkü aşağı inen bir merdivende yukarı doğru çıkmak için bir insanın çıkardığı sesi duymamam imkânsız. Öyle bir sesi duymama ölülerin sesleri bile engel olamaz. Ben etrafıma bakınırken merdiven hem kutuyu hem beni aşağı kadar taşımış. Kutu benden iki basamak aşağıda olduğundan benden daha önce inecek merdivenden ve yoluna devam edecek. Hey! O yalnızca bir karton parçası... Yere düşmeden elime alıyorum ve öyle iniyorum merdivenden. Kutunun boyu bir ayakkabı kutusunun yarısı kadar ve ağırlığı da yalnızca iki içi dolu kibrit kutusu kadar. O kadar hafif olmasına şaşırıp elimde sallıyorum içinde ne olduğunu anlamak için. Hiç ses gelmemesi ve kutunun kenarlarına bir şey çarpmaması bana onun boş olduğunu söylüyor. Yarısı kesilmiş bir böbreğin bıçak dokunan kısmının pembeliğinde bir kâğıtla kaplı ama kabın üstünde herhangi bir yapıştırma izi veya açmak için bölme görmüyorum. Kutunun altı yüzü de pürüzsüz. Eğer kulaklarımda ölülerin sesleri olmasa, kutuyu elime almadan önce bomba olabilir mi, diye düşünürdüm. Ama artık bunu düşünmek için çok geç. Şu an kutu elimde ve bu kadar hafif bir bomba olabileceğini düşünmüyorum. Ama içimden bir ses yine de temkinli olmamı, bu kutunun tehlikeli olduğunu söylüyor. Aklıma doğum günü partileri geliyor. Işıkların sönmesi, üstünde mumlarla gelen pasta, mumların sönmesi ve ışıkların yanması. Ardından en önemli kısım, hediye paketleri... Ah o hediye düşkünleri... Ah o gösteriş meraklıları... Bu paketin üstünde kurdele yok. Bunun bir insan tarafından kaplanmadığı da ortada. Bu paketin bana bir hediye olduğunu düşünüyorum ama nedenini bilmiyorum. İçimde aniden oluşan istek, beğenmediğim hediyelerimi kaldırdığım dolaba kaldırmak bu kutuyu. Aklıma doğum günü partileri geliyor. Açılan hediye paketleri, koca kutulardan çıkan minik hediyeler, açılan paketlerin oluşturduğu çöp yığını. Ardından en önemli kısım, teşekkür öpücükleri... Ah o yalancı gülüşler... Ah o ikiyüzlü teşekkürler... Bu paketi bana veren kişinin teşekkür beklemediği ortada. Yanağına yanağımı dokundurup havayı öpmemi istemediği de ortada. Asıl bunlar için teşekkür etmek isterdim bu kutunun sahibine. Ama bugün benim doğum günüm değil ki... Kutu elimde, ölülerin sesleri tüm bedenimi kaplamışken ayaklarım beni metro istasyonuna kadar götürüyor. Şimdi metronun gelmesini bekliyorum istasyondaki birkaç insanla birlikte.
106
Öykü İnsanların üstünde kalın giysiler var. Kimisi, bere ve atkı da takmış. Mevsimlerin değiştiğini ancak insanlara bakarak anlayabiliyorum. Yıllardır metro istasyonunun deposunu evim olarak kullanmak böyle bir şey. Bir de çalıştığınız mağazaya açılan metro istasyonu varsa vücut ısınız bile değişmek zorunda kalmaz yıllarca. Duvarın dibinde dikilen yaşlı kadın gözlerini üzerimden ayırmıyor. Ellerinde pembe deri eldivenler var, üstündeki kürkün sincap derisinden olduğunu tahmin ediyorum. Saçları kabarık ve sönük bir sarı. Sulu boya yaparken sarının içine biraz yeşil, biraz da siyah karışmış gibi bir sarı. Peruk olsa, anlardım. Çünkü bunu anlamama yetecek kadar kuaförlük yaptım. Aklıma kuaförde çalıştığım günlerim geliyor. Kapıdan giren gülüşen kadınlar, saç stili önerileri, bakımsız tırnaklar, boş kahkahalar, ne kadar makyaj yaparsanız yapın güzel görünmeyen yüzler... Ah o para harcama düşkünleri... Ah o güzel görünme meraklıları... Yaşlı kadın hâlâ gözlerini üzerimden ayırmıyor. Üzeri fondöten kaplı kırışık derisi soğuktan çatlamak üzere. Kadının bakışlarını üstümden ayırmak için ona doğru yaklaşıp herhangi bir soru sormalıyım. Cevap verdikten sonra bakışları kesinlikle başka yöne gidecek. Aklıma insan psikolojisi üzerine çalışmalar yaptığım günler geliyor. Saçma sorular, kendini önemli hisseden insanlar ve verdikleri cevaplar, yüz ifadeleri ve anlamları... Ah o her şeyi ben bilirimciler... Ah o içten küfredenler... Kadına doğru yaklaşıyorum ve ölülerin seslerini uzaklaştırmak için kulaklıklarımı çıkarıyorum. Ölü müzisyenler, ölü yazarlar, ölü ressamlar, ölü heykeltıraşlar, ölü şairler, ölü yönetmen ve oyuncular... En büyük ilgi alanım onlar. Çünkü onları kıskanmıyorum. Onların yaptığı iş ne kadar mükemmel olursa olsun ben daha iyisini yaparsam, ardından beni geçmeleri imkânsız. Ama yaşayanlar öyle değil... Onlarla hep rekabet içindeyiz. Bu yüzden ölülerle aram çok iyi. Kadının kolundaki duvar saati büyüklüğündeki kol saati dikkatimi çekiyor. Üstündeki pırlantalar parlıyor. Yanına yaklaşıp saatin kaç olduğunu soruyorum ve cevabını dinlemeden teşekkürler deyip arkamı dönmek üzereyken duruyorum. Kadının yüz ifadelerinden anladığım kadarıyla benimle konuşuyor. Elimdeki kutuyu öyle sahiplenmişim ki, en az iç çamaşırlarım kadar benim. Kadının gözleriyse benim olana dikilmiş durumda ve ben bunu kadının yanına gelene kadar nasıl anlamadığımı düşünerek hayret ediyorum. Bana o kutuyu nereden bulduğumu soruyor. Keşke iç çamaşırlarımı nereden aldığımı sorsaydı, diye geçiriyorum içimden. İnsanların yüz ifadelerini okuyabildiğimden, onların da benimkileri okuyabileceğini düşünüyorum ve bu yüzden yalan söyleyemiyorum. Kadının bakışlarından anladığım kadarıyla cevabı ben söylemeden de tahmin edebiliyor. Ben de nereden bulduğum konusunu atlayıp o kutuyla ne yapmam gerektiğini soruyorum ona. Bana verdiği cevap, metrodan inip istasyondaki depo-evime girene kadar aklımı kurcalamaktan başka işe yaramıyor. Evimin kapısını kilitleyip elimdeki kutuyu odamdaki tek masanın üstüne koyduğumda bile cevap beynimi kemiriyor. İçimden hayır diyorum, bu imkânsız. Ama biliyorum ki kadın doğruyu söyledi. Yüz ifadeleri bana her şeyi söyler. Aklıma Kore’de Amerikalı askerlere yaptığım sorgular geliyor. Uçuşan bombalar, kurşunlar, kollar, bacaklar ve ruhlar, sığınaklar, telgraflar, işkence odaları, tırnak söken kerpetenler, amacını şimdi bile düşünmek istemediğim testereler... Ah o acımasız katliamcılar... Ah o amaçsız savaşçılar...
107
Öykü
108
Öykü Sorularıma yanıt vermediklerinde veya yalan söylediklerinde onların çekeceği acıyı hisseder ve içim acırdı. Dar odamın bir köşesinde küçük bir duş kabini var ve buğulu gibi görünen camı bana hep içinde birinin duş aldığı hissini veriyor. Kabinin yanındaki kapı da en az kabin kadar dar bir tuvalete açılıyor. Buzdolabı, çamaşır makinesi ve bulaşık makinesi yan yana sıralanmış şekilde mutfak tezgâhına bakıyor. Odanın ortasındaki masanın genişliği de en az mutfak tezgâhı kadar dar. Yatağım ise giriş kapısının yanında duvarın içine gömülmüş halde. Günün en güzel saatlerini geçirdiğim yer. Odam ne kadar dağınık ve küçük görünse de yeterince temiz. Islak deri ayakkabı ve yanık elma kabuğu kokuyor. Duvara asılı kendi yaptığım küçük televizyonun düğmesine basıp açıyorum ve her zamanki gibi kumandayı aramaya koyuluyorum. Uzun zamandır televizyonun üstündeki açıp kapama tuşu dışındaki tuşlar çalışmadığından yüksek sesle yerel kanalı izleyebiliyorum sadece. Neyse ki hoparlörleri de televizyon gibi küçük. Kumandamı sürekli kaybettiğim için içine bir alarm yerleştirmiştim ve elimdeki düğmeye bastığımda nerede olursa olsun sesi takip ederek onu bulabiliyordum. Ama elimdeki düğmeyi kaybettiğim günden beri televizyon izlemek yine eski hâlini aldı benim için. Kendi sorunlarımı kendim çözmeyi severim. Boş vaktim olduğunda kumandanın yerini tespit etmek için kullandığım düğmenin üstüne de bir alarm takıp, onun yerini tespit etmek için bir başka düğme yapacağım. Aklıma acil yardım servisinde çalıştığım günler geliyor. Çalan telefonlar, klavye tuşlarında gezinen parmaklar, havada uçuşan kâğıt toplar, çalışan insan sayısının on katı kadar çay bardağı... Ah o nasıl yardımcı olabilirimciler... Ah o sözde çözüm bulurcular... Bazen onlara hak vermiyor değilim. Bir keresinde tuvalette mahsur kaldığını söylemek için arayan bir adama klozetin kapağını kaldırıp içine girmesini ve sifonu çekmesini önerdiler. Her şey bununla kalsa veya işinden olsa bir sorun yoktu. Ama ne olduysa adamın tekrar arayıp bacağının tuvalet borusuna sıkıştığını söylemesiyle oldu... Kumandayı aramayı bırakıp haberleri dinlerken kahve makinesinin düğmesine bastım. Spikerin sesi büyük ihtimalle metro bekleyenlerin yanına kadar ulaşıyor. Eğer televizyonum biraz daha büyük olsaydı, henüz istasyona yaklaşmamış olan metronun makinisti de duyabilirdi bu sesi. Neyse ki fareler ve hamamböcekleri dışında rahatsız edebileceğim komşularım yok. Aslında onlar da komşum sayılmazlar. Çoğu zaman aynı evi paylaştığımızdan ev arkadaşlarım da diyebilirim. Kahvemi alıp, masanın yanındaki üstünde giysilerimin bulunduğu sandalyeye oturuyorum kutuya bakarak. Oturduğum anda çamaşır makinesinden gelen bir alarm sesi duyuyorum ve o sırada televizyonun kanalı değişiyor. Tüm bunları yapan kutu olamaz. Eşyaları harekete geçiren o olamaz. Hayır, bunlar gerçek olamaz. Ama biliyorum ki kadın doğruyu söylüyordu... Çamaşır makinesine yönelirken içimdeki huzursuzluk artıyor ama bu alarm sesine bir son vermeliyim artık. Kapağını açıyorum ve sesin nerden geldiğini buluyorum. Üç ay boyunca giydiğim pantolonumun yan cebindeki kumandam. O an anlıyorum olanlardan kutunun sorumlu olmadığını. Sandalyeme dönüyorum ve üstündeki şortu alıp çamaşır makinesine doğru fırlatmadan önce cebindeki kumanda alarmını çalıştıran düğmeyi alıyorum. Alarm çalınca bir şeylerin altında olduğundan kumandanın nerede olduğunu bulamazsam diye bir de titreşim özelliği eklemiştim. Titrerken tuşlardan birine basılmış ve kanal değişmiş olmalı. Televizyonun sesini kısıp nostaljik bir müzik kanalı açıyorum. Ölülerin sesleri odaya dolunca içim
109
Öykü biraz olsun rahatlıyor. Kahvemden bir yudum alıyorum. Artık kutuyla ilgilenebilirim. Kutunun bir yüzeyinin kapak olduğunu ilk başta anlamamam çok normal, diye düşünüyorum. Çünkü çok iyi bir işçilik. Pürüzsüz köşeler ve kenarlar sanki tek parçaymış hissi yaratıyor. Kapak olan yüzeyi buluyorum ve açıyorum yavaşça. Kutunun içi odanın ışığına rağmen karanlık. Tam da beklediğim gibi. Bu kutunun o olduğuna hâlâ inanamıyorum. Ama yüz ifadeleri... Elimi kutunun içine sokuyorum. Dışından daha pürüzsüz bir yüzey. Yıllarca bilenmiş, ardından denize atılmış ve dalgaların vurmasıyla aşınmış ve ardından kurulanıp yağlanmış gibi bir yüzeyi var. Bu hissi unutmam imkânsız. Elimi içinde biraz daha gezdirdikten sonra çıkarıyorum. İki kâğıt ve bir kalem alıyorum dolabımdan. Kalemimi kuş tüyünden yaptım. Kahverengi bir devekuşu tüyünden. Yazarken çeneme sürünecek kadar büyük bir tüy. Mürekkebe daldırıp içinde beklettiğimde mürekkebin tamamını emebilecek kadar büyük. İki tanesini iki elime alıp kollarımı çırparak uçabileceğim kadar büyük. Kalemim ilk kâğıdın üstünde gezinmeye başladığında aklıma tüm tanıdıklarımı getiriyorum. Çünkü bu kâğıdı onlara yazıyorum. Bu geriye bıraktığım tek şey kendimden. Tek tek hepsine veda etmek isterdim ama o kadar fazlalar ki... Hem sanki yıllardır tanıdıklarım veda edip de mi gittiler ki? Birçoğu tek bir kelime bile bırakmadılar benim için. Bunun için kendi geride bırakacaklarımı suçlayamam tabii ama kendi içimi rahatlatmak için bir şeyler yapmak zorundayım çünkü çok bekledim ve artık bekleyemeyeceğim. İlk kâğıda birkaç paragraf karaladım ve kâğıdı düzgün bir şekilde katlayıp masanın üstüne koydum. Eh bu onlara yeter... İkinci kâğıdı önüme serdim ve yazmaya başladım o sözcükleri. Hâlâ hatırlıyorum dün gibi. Yıllar geçti üstünden. Yüzyıllar geçti. Bunca yıl beklediğim şeyin bir gün metro istasyonuna inerken karşıma çıkmasını beklemezdim. Ah vazgeçtim... İlk kâğıdı yeniden seriyorum önüme. Yüzyıllarca bekledikten sonra birkaç dakika daha bekleyebilirim. Yaşadıklarımı yalnızca benim yaşadığıma eminim. Anlattığımda birçok insanın inanmayacağına da eminim. Ama benimle ilgili hiçbir iz bulamadıklarında inananlar olacaktır. Yazdıklarım benim yerime sonsuza dek yaşayacaklar. Yazdığım veda cümlelerinin altına yazmaya devam ediyorum. “Yıllardan 4999’dü. Bilimsel bir araştırma yürütüyorduk ve yürüttüğümüz proje insanların binlerce yıldır aradığı bir şey üzerineydi. Ölümsüzlük. Her şey hazırdı. Yeni yıla yetişecekti. Tüm hazırlıkları tamamlamış ve çağ öncesi saatimin akrebinin gece yarısı 12’yi göstermesini bekliyordum. Yıllardan 5000 olduğu an proje benim üstümde denenecekti ve 4970 yılında doğan ben, 30 yaşımda sabitlenecektim. Hiçbir hücrem bundan sonra yaşlanmayacaktı. Geri sayım başladığında içimde büyüyen korku, heyecan karışımını sizlere anlatmama gerek yok sanırım. Sonsuz hayatın getireceği tüm kötülüklerin farkındaydım. Yalnızca denemek istiyordum. Sıkıldığımda kendimi öldürebilecek cesaret vardı içimde. Yeni yıla girmek için son on saniyeyi sayan insanların beklediği gibi oldu. Hücrelerim bir daha yaşlanmadı. Ben de öyle. Ama bir şey ters gitmişti... Yalnızca bir şey ters gitmesine rağmen hayatım karardı. Zaman tersine dönmüştü. Evet, yanlış duymadınız zaman tersine döndü. Etrafımda toplanan bilimsel ekibimiz, canlı yayın ekibi ve meraklı halk az önce geriye doğru sayıyordu. Şimdiyse sıfırdan ona doğru sayıyorlardı. Hem de tersten. Eğer ’iki’ rakamının ters ve düz okunuşu aynı olmasaydı onların tersten konuştuğunu anlamam çok uzun zaman alabilirdi. Hareketleri çok farklıydı. Bir filmi geriye sarmış gibi.
110
Öykü Bir sorun çıktığında kendimi öldürebileceğimi düşünmüştüm ama öldüremedim. İçimden kendim çıkıp geriye doğru adımlar atarak uzaklaştı. İnsanların tersten konuşmasına ve tersten yaşamasına alıştım zamanla. Bazı yıllar kendimi bir laboratuara hapsedip araştırdım olanların nedenlerini ve nasıl kurtulabileceğimi. Ama geçen yıllar teknolojiyi de geriye taşıdı. Arada kendimi takip ettim. Yaşadığım mutlulukları ve acıları izledim. Bazılarına müdahale ettim ama sürekli geçmişe gittiğimden etkilerimin sonuçlarını göremedim. İnsanların hayatlarına müdahale etmeye başladım kendi doğumumu izledikten sonra. Belki kötü yönde etkiliyordum ama bu benim sorunum değildi. Şimdi de değil. Geleceğe giden sizsiniz. Bu sizin probleminiz. Sizin geçmişinizse benim problemim oldu yıllarca. Ah! Bu sitemi size yaptığıma bakmayın. Bu sözlerim sizin geleceğinizedir aslında. Sizin geleceğiniz benim geçmişim. Sizin geçmişinizse benim geleceğim. Ama artık ben o geleceği görmek istemiyorum. Yaklaşık iki bin yıl boyunca en azından evrenin nasıl var olduğunu görebileceğim diyerek kendimi avuttum ama artık bitti. Ben artık nasıl var olduğumuzu merak etmiyorum. Hatta bunu merak ettiğim için cezalandırıldığımı bile düşündüm birkaç yüzyıl. Size gelecek hakkında ipuçları vermek isterdim. Mesela gelecek hafta oynanacak şans oyunundaki numaraları veya savaşların ne zaman çıkacağını. Ama bunların gerçek olmama ihtimali var. Dediğim gibi geçmişte bazı şeyleri değiştirmem geleceği etkiliyor olabilir. Yıllarca çektiğim bu çileyi size tam anlamıyla açıklamam mümkün değil. İnsanlar ben yokmuşum gibi davrandı yıllarca. Çünkü ben orada değildim. Siz adımlarınızı geriye doğru atarken beni göremiyordunuz. Konuşmalarınızı geriye doğru yaparken beni yine göremiyordunuz. Evet, ben o ortamdaydım. Bazen sinirimden vurdum birkaçınıza. Ama geçmişiniz etkilenmedi bundan. Eminim geleceğiniz etkilenmiştir ve sebebini anlayamamıştır. Zamanda sebepsiz hasarlar bırakmamak için bu hareketlerime son verdim. Yazdıklarımı ve kaydettiğim görüntüleri de gelecekte görebiliyordunuz eminim. Ama siz gördüğünüzde ben yine geçmişe doğru yol alıyordum. Neden ölü sanatçıları sevdiğimi şimdi anlamışsınızdır sanırım. Rekabete girmemek için değil, rekabete girmek için. Onlar benim geleceğim. Ben yaşarken dirilecekler. Aklıma katıldığım cenaze törenleri ve izlediğim doğumlar geldi... Hepsi o kadar acayip ki aklınız almaz. Tabutun üstünden kürekle alınan kumlar. Gittikçe ağırlaşan ağlamalar. Tabutu cenaze aracına yükleme ve ardından hastaneye götürme. Hastanede üzgün yüzler. Ardından umutla bekleyen insanlar. Onun ardından ağır kanamayla gelen hasta. Biraz daha takip ettiğimde bir trafik kazası ve onun ardından da sağlıklı bir insan. Hiç kimseyi tüm hayatı boyunca izlemedim. Mezardan annesinin karnına girene kadar izlemek benim için sıkıcı sayılırdı. Çünkü gördüğüm çok daha ilginç şeyler vardı. Ve yapacağım çok daha önemli şeyler. İnanır mısınız bilmiyorum ama bir yardım istemek ilk kez aklıma 4950 yılında geldi. Yani tam 50 yıl sonra. Açıklayıcı bir mektup yazarak içinde kaldığım durumu anlattım ve yardım istedim içinde bulunduğum kurumdan. Onlar tam 45 sene sonra öğreneceklerdi benim orada çalışacağımı. O zamana kadar mektubumu saklayan çıkmışsa bana yardım etmek işte o zaman gelecekti akıllarına. Bugün bile pişmanım zaman geriye dönmeye başlar başlamaz bir yazı bırakmadığım için. Bugün kurtuluyorum evet ama daha erken kurtulmak isterdim. Yine de yazdığım mektubu birileri sakladığı için ve beni kurtardıkları için minnettarım. Yıllarca metro istasyonundan yukarı çıkan merdivenlerle aşağı inmiş olduğum geldi aklıma. Ters
111
Öykü olduğunu tek anlamadığım yerdi orası. Sadece insanlar arkası dönük biniyordu hep merdivene. Metro istasyonunda karşılaştığım kadını da anlatmak isterim size. Birçok kez insanlarla göz göze gelip, beni kurtarmak için orada olduklarını sandım ama ardından anladım ki arkamdaki biriyle bakışıyorlar. Metroda gördüğüm kadın bana bakarken de ümitlenmek istemedim. Ama yine de şansımı denemek için yanına gittim. Bir soru sorarak anlayabilirdim beni görüp görmediğini. Beklediğim cevabı verdi bana: “.rav keryeç a’nO” Tamam, itiraf ediyorum pek de beklediğim bir cevap değildi. Bir an onun da arkamdaki biriyle konuştuğunu sandım. Lanet olasıca kadın bilerek tersten konuşmuş! Sonuçta kutuyla ne yapmam gerektiğini söyledi ona kızamam. İşte hayat hikâyem çok kısa olarak böyle. Size daha fazla bilgi vermeyi isterdim ama artık gitmek istiyorum. Nereye gittiğimi merak ediyorsanız söyleyeyim, 4999 yılının son gününe. Projenin tamamlanmasına engel olmaya gidiyorum. Size veda ederken tek vasiyetim de şudur; asla ölümsüzlüğü aramayın.” Kâğıdı yeniden katlayıp masanın üstüne bırakıyorum. Televizyonda hâlâ tersten şarkısını söyleyen bir şarkıcı var. Kulağım o kadar alıştı ki sesleri tersten duymaya, artık melodiler bu şekilde hoş geliyor. Benimle birlikte geçmişe gelen üç şey daha ve üçünü de kendim yaptım. Televizyonum, kumandam ve kumanda bulucum. Onları özleyeceğim çünkü onlar da benimle aynı kaderi paylaştı yıllarca. Eğer önümdeki kutu bana iki bin yıl önce gelmiş olsaydı yaratılışı görmek için onu yakabilirdim. Beni şimdi kurtarmaya geldikleri için minnettarım onlara. Önüme diğer kâğıdı alıyorum ve gitmek istediğim yıl ile koordinatları yazıyorum. Kâğıdı kutunun pürüzsüz iç yüzeyine bırakıyorum ve ardından masanın üstüne çıkıp kutuya bir ayağımı sokuyorum. Ben ayağımı sokarken kutu genişler gibi oluyor. Diğer ayağımı da sokabileceğim kadar geniş. Kutunun içindeki ayağım boşlukta olduğundan diğerini bir anda kaldıramıyorum. O yüzden zıplayarak girmeye karar veriyorum. Üzgünüm ama siz benimle zamanın bu kısmına yolculuk yapamayacaksınız. Ayaklarım yerden kesildiği an kalbimin 3990 yıldır ilk kez bu kadar hızlı ve sevinçle çarptığını hissediyorum. Başım da içeri girmek üzereyken gözlerimi kapatıyorum...
Öykü: Engin DİKKULAK
İllüstrasyon: Özkardeşler Deniz BEYAZKANAT
engindikkulak@gmail.com
112
Sinema
5 Şehir 5 İnsan Beş Şehir, ölümün filmi: Ölen ya da ölmek üzere olan insanların ve onların dostlarının, akrabalarının... Yönetmensenarist Onur Ünlü, senaryoyu bilinçli bir tercihle abartılı bir iskelet üzerine yerleştiriyor: Beş ana karakterden üçüne ölümcül bir hastalık veriyor. Bu, cesaret isteyen bir risk: Onur Ünlü bu riski almakla kalmıyor, bir de altından mahirce kalkıyor. Beş Şehir, üç şehirde geçiyor: İstanbul, Eskişehir ve Afyon’da. İsmine bakarak bulunabileceğimiz iki tahmin de böylece devre dışı kalıyor: Bu film, Ahmet Hamdi Tanpınar’ın meşhur gezi kitabı Beş Şehir’den esinlenmediği gibi, beş tane şehri ziyaret ettiğimiz bir hikâyeye ve görsel yapıya da sahip değil. Konuşmazsan bu aşk seni öldürecek! Kedi Peki, kim bu Onur Ünlü? Beş Şehir’i irdelemeden önce, tanımayanlara Onur Ünlü’den bahsedelim. İlk olarak 2006 yapımı “Polis”le tanıdığımız, şahsına münhasır bir sinemacı: Haluk Bilginer ve Özgü Namal’ın başrollerini paylaştığı bu filmde Ünlü, kudretli bir suç imparatorunun damarına bastığı için hayatı paramparça olan bir polisi anlattı bize. Ve
113
Sinema bugüne kadar Türk sinemasında pek az rastladığımız senaryo numaraları ve teknik yeniliklerle, takibe değer bir yönetmen olduğunu hatırı sayılır bir izleyici kitlesine belletti. Ama “Polis”, ya seveceğiniz ya da nefret edeceğiniz bir filmdi: Dolayısıyla nefret besleyeni de çoktur… 2007’de Tuba Ünsal ve Ege Tanman’ın başrollerini paylaştığı “Çocuk” isimli – adı üstünde – fantastik bir çocuk filmine imza atmış olsa da, 2008’de gösterime giren “Güneşin Oğlu”na ikinci film muamelesi etti, hatta filmin afişlerinde “Onur Ünlü’nün ikinci filmi” sloganı yer aldı. Polis’teki gibi Haluk Bilginer ve Özgü Namal’ın yanı sıra Bülent Emin Yarar, Tansu Biçer gibi mühim oyunculara da ev sahipliği yapan Güneşin Oğlu, bir güneş tutulmasında güneşin oğlu olduğunu öğrenip kendini akıl almaz bir serüvenin tam ortasında bulan Fikri Şemsigil adlı bir emekli edebiyat öğretmeninin hikâyesiydi. 2009’da gösterime giren ve Halit Ergenç, Cansu Dere, Songül Öden gibi oyuncuların rol aldığı Acı Aşk ise, Onur Ünlü’nün senaryosunu yazıp dostu A. Taner Elhan’a emanet ettiği, alışık olduğumuz gibi iki değil üç kadının birden arasında kalan, üstüne üstlük üç kadını birden hamile bırakan (‘bırakabilen’ mi demeliyiz acaba?) bir adamın, hem gergin hem de absürt hikâyesiydi. Filmi yönetmediği için izleyicisi tarafından pek coşkuyla karşılanmasa da, bir Onur Ünlü senaryosu olduğunu buram buram hissettiriyordu Acı Aşk. Ve sıra Beş Şehir’de… Onur Ünlü, ölüm hakkındaki bu şiirsel filmiyle yetkinliğini kanıtladı, hem 46. Uluslararası Antalya Film Festivali’nde En İyi Senaryo dalında Altın Portakal, hem de 17. Uluslararası Adana Film Festivali’nde aynı dalda Altın Koza aldı. Ama gösterime hem planlandığından beş ay geç (Nisan 2010), hem de az sayıda kopyayla girdi Beş Şehir: Yani Türk izleyicisiyle buluşma bakımından yetersiz kaldı, pek çok festival filmi gibi. İstanbul gene iyiymiş… Kalabalık falan ama orada insanın içine karışıp kayboluyorsun. Burada herkesi tanıyorum, ama kimseyle bir şey paylaşılmıyor… Aydın Filmi karakterlere göre ele almak şart: Beş Şehir, beş insanın filmi. İsmini de buradan alıyor. Bu beş insanın her biri de hastalıklı bir yaşam sürüyor. Aralarında mutlu olan yok. Sefaletten uzak kalabilen yok. Akli dengesini tamamen muhafaza edebilen yok. Yok… Tansu Biçer’in tek kelimeyle ‘mükemmel’ bir oyunculukla hayat verdiği Aydın, insanlarla nasıl iletişim kuracağını bile bu yaşına kadar öğrenememiş: İstiklal Caddesi’nde ona rastlasanız, küfür ya da iltifat etmeniz fark etmez, size ne cevap vereceğini bilemeyecektir. Güvensiz gözlerle suratınıza bakacak, jest ve mimiklerine bile hâkim olamayarak ağzında bir şeyler geveleyecektir: Geveledikleri arasından anlamlı bir şeyler koparabilirseniz ne âlâ… Aydın, kalabalık içinde bile yalnızlığı iliklerinde hisseden, gözleriyle ‘Ben buraya ait değilim: Ben hiçbir yere ait değilim’ diye haykıran bir adam. Polis. Tek göz bir evde yaşıyor. Doğru düzgün mobilyası yok. Bakkalını bıktıracak kadar çok yumurta yiyor, hatta yumurtadan başka ağzına hiçbir şey koymuyor. Yemek pişirmeyi ‘bilmiyor’ mu, ‘istemiyor’ mu yoksa pişirmeye ‘üşeniyor’ mu, muallâk. Önemi de yok: Aydın, hayatın küçük zevklerini tam on ikiden ıskalayan (yalnızca televizyon izliyor: hobisi diyebileceğimiz tek şey, Ahmet Kaya dinleyerek bağlama tıngırdatması), 1 Mayıs’ta göstericileri coplamadığı sürece yaşadığını hissedemeyen bir adam… Aydın, kafasını İstiklal’deki bir şekercide çalışan güzeller güzeli Mehtap’a takıyor. Tahmin etmekte zorlanmayacağınızı gibi bu, pespembe bir aşk hikâyesi değil. Hatta bir aşk hikâyesi de değil. Koyu karanlık, her şeyin olduğu gibi Aydın’ın bu tutkusunun da üzerine çökecek…
114
Sinema Tam Afyon’a giderken hastalanırsan ne olacak? Senin hastalığın yüzünden kazanamazsak ne olacak? İyi ki almamışlar seni folklora... Mert
On bir yaşındaki ilkokul öğrencisi Osman’ın hikâyesi, çocukların üzerine yapıştırılan ‘sevimli, iyi niyetli, küçük yaratıklar’ etiketini gerektiği gibi söküp çıkarıyor: Çocukların, kâfi bilince sahip olmadıkları için yaşıtlarını nasıl da yaralayabildiklerini, onları nasıl gözyaşlarından ibaret hâle getirebileceklerini çarpıcı bir yolla anlatıyor. Osman, ölümcül bir hastalığı olan, hayal gücü yüksek bir çocuk. Hasta olduğu için kimse yanına yaklaşmıyor: Hatta sınıf arkadaşlarının çoğu, hastalığını yüzüne vurup onunla dalga geçmeyi tercih ediyorlar. Folklor çalışmalarını gizlice seyredip, evinde antrenman yapıyor Osman. Bir de sevdiği kız var: Fakat onun da Osman’a karşı hâl ve hareketleri, diğer çocuklarınkinden farksız. Ne var ki, bir yerden sonra her şey değişiyor ve Osman, hep hayalini kurduğu gibi folklor takımında yerini alıyor. Tabii bu, pek de öyle göründüğü gibi coşku dolu bir gelecek çizmiyor Osman için… Osman rolünde Ege Tanman’ı görüyoruz: Babam ve Oğlum’da tanıyıp sevdiğimiz, Onur Ünlü’nün “Çocuk” filminde de başrolü üstlenen 1998 doğumlu oyuncu. Babam ve Oğlum’dan beri epey büyüdü, ama belli ki oyunculuk kabiliyetinde bir gerileme yok. Beş Şehir’deki en ‘yerli yerinde’ performanslardan birine imza atıyor çünkü. Senin şiir falan okuduğun yok. Eğer şiir okusaydın bilirdin ki, âşık adam sınanmaz! Şevket Beş Şehir’in üçüncü bölümünde, bir insan bir de hayvan tanıyoruz: Motorlu oyuncak trenler satarak geçinen şair Şevket ve konuşan, sigara içen, Yunus Emre ve Heidegger okuyan bir kedi olan Kedi. Filmin tekrar eden öğelerinden olan ama Onur Ünlü’nün ustalıkla kurduğu olay örgüsü sayesinde hikâyenin ve temanın önüne geçmeyen ‘tutkuyla âşık olunan kız’ burada da var: Dilek. Ağır ve acıklı bir kurguyla akan Beş Şehir, üslubunu Kedi’ye rağmen değiştirmiyor ama Kedi, Onur Ünlü’nün alamet-i farikalarından olan bir absürt öğe hâline geliyor. Acemice kotarılan kılığına ve makyajına rağmen Kedi, Şebnem Sönmez’e cuk oturduğu için ‘kaybedilmeyen’ ve izlemesi haz veren bir karakter.
115
Sinema Nuri Bilge Ceylan imzalı Üç Maymun’da çarpıcı bir performans göstererek kendini kanıtlayan Ahmet Rıfat Şungar ise, nedendir bilinmez, Beş Şehir’deki Şevket rolünde silik kalıyor. Potansiyelini gösterebildiği nadir anlardan biri, Dilek’le olan yüksek tansiyonlu diyalog sahnesi. - Çok çekiyordu abi, biliyorsun. Her gün, her an ölmek istiyordu. Kurtardın onu. - İyi de… Niye ben kurtardım? Hasan ve Tevfik Bülent Emir Yarar'ın basmakalıp tabirle âdeta 'yaşayarak' oynadığı ve bize sunduğu Tevfik Öğretmen'in hikâyesi, bir yandan üzerine yapışan etiketlerin insanı iyilik ve kötülük bakımından da damgalayamayacağını iddia ve ifşa eden bir olay örgüsünü takip ederken, bir yandan da iyilik ve kötülük kavramlarını sorguluyor, tersyüz ediyor, yumuşak virajlarda bir karakterden diğer karaktere aktarıyor... Tevfik Öğretmen’in pek çok kimliği var: Öğretmen kimliği, baba kimliği, ağabey kimliği, koca kimliği, insan kimliği ve bununla beraber doğan ‘katil’ kimliği… Karakterin asıl ilginçliği, bir insanı öldürürken bile öğretmen veya baba kimliğinde olduğundan farklı görünmemesi, davranmaması. Mütemadi şefkatini, cinayet işlerken bile ikinci bir deri misali üzerinde taşıması… Bülent Emin Yarar’ın kabiliyeti de bu aşamada devreye giriyor ve bize heyecan verici bir seyirlik sunuyor. Sonuçta babacım… Ölüyorum. Dilek Beş Şehir'in senaryosunda ölümcül hastalık mefhumu ön planda olsa da, hikâyenin tümüyle bunun üzerine kurulduğu iki karakter var: Osman ve Dilek. Ne var ki Onur Ünlü, iki unsur sayesinde tekrara düşmekten kurtuluyor, hatta pek az kesişen bu iki hikâyeyi birbirinin destekçisi hâline getiriyor. Osman henüz ilkokula giden küçük bir çocuk ve hastalığının yanı sıra bir de hastalığı dolayısıyla ona psikolojik baskılar yapan – çoğu yaşıtı – insanlarla boğuşmak zorunda. Ve yaşına göre zeki gibi görünse de, sonuçta o bir çocuk... Soru işareti tam da bu noktada beliriyor: Karakterimiz yetişkin, dolayısıyla daha bilinçli olsaydı, belki bir de cinsiyeti farklı olsaydı, çevresindekiler ona daha anlayışlı davransaydı, bir şey değişir miydi? Cevabı Dilek'in hikâyesi veriyor: Değişirdi, ama yeterince değil... Söz konusu ölüm olunca, yalnızlık da gayet boğucudur. Size yönelen bakışların acıma duygusuyla dolu olması da, küçümseme duygusu kadar yıkıcı olacaktır muhakkak. Daha önce oyunculuğunu gerçek anlamda kanıtlama fırsatı bulamayan Beste Bereket'in, Beş
116
Sinema Şehir'de parlayan isimlerden olduğunu ve Dilek rolünde son derece dengeli bir performansa imza attığını da belirtelim. Oysa ben bu gece, yüreğim elimde Sana bir sırrımı söyleyecektim Şu mermi içimi delmeseydi eğer Seni alıp götürecektim Yusuf HAYALOĞLU Cenap Oğuz’un özgün müziklerini ve Ahmet Kaya’nın sesiyle filme hem en başında hem en sonunda konuk olup mevcut görselliği kuvvetlendiren Beni Vur’u düşünürsek, Beş Şehir’in müzik açısından da sınıfta kalmadığını söyleyebiliriz.
Filmdeki pek çok karakterin hayatı, Crash’ten ve Alejandro González Iñárritu filmografisinden aşina olduğumuz gibi belirli bir noktada kesişiyor. Senaryoya lezzet katan unsurlardan biri de bu ve lezzeti azaltmamak için mümkün olduğunca az ipucu verdim. Uzun lafın kısası Beş Şehir, ölüme odaklandığı hâlde duygu sömürüsü yapmayan, senaryo, oyunculuk ve görselliğin birbirine köstek değil destek olduğu, çok karakterli kurgusuna rağmen Onur Ünlü’nün çektiği en derli toplu, meramını en iyi anlatan sinema filmi. Ozancan DEMİRIŞIK
117
Çizgiroman
118
Çizgiroman
119
Öykü
İlk Günah Ilık ve loş bir karanlık… Anlamın ötesinden yansıyan mum alevlerinin dansı içinde düşünüyor, düşünüyor ve düşüncelerin içinde bölünüyor; aklının evreninde tek bir düşünceye yer var, bir rüyaya… Babası ne demişti? “Geleceğiniz dimağınızda gizli. Onu bulabilecek yeteneği de size ben verdim.”… “Evet. Her birimizi sen doğurdun ve bahşettin bir nitelik hepimize. Kardeşlerimin amaçları anlaşılabilir. Ama bu benim içimdeki acı nedir? Bu bendeki bitkinlik ve ağırlık? Ya bu gözlerimden süzülen kristaller? Bütün bunların anlamı ne?” Bulmak için ne yapmalı? Varlığının ve yokluğunun dehşet verici dehlizlerinde gezinip sınırın ötesine geçmeyi sağlayacak kapıyı bulmak lazım. Dış görüye kenetlenmiş bu gözleri içe çevirmek lazım. Babasını derin ve uzun uykusuna yattığı yok oluş evreninde arayıp bulması lazım. Ama nasıl? İlacın temel maddesi yeterli tepkimeyi sağlayamıyor. Eksik madde ne? Her şeyi denedi, ne olabilir? Yoksa… Mavi gövdeli, kızıl yapraklı, devasa bir ağaç. “Hayır, cevabı bu kadar bariz olabilir mi?” Loş karanlığın içinde birden bir ışık belirdi. Bembeyaz, tertemiz ve yatıştırıcı bir ışık saçan varlık, Işığın Efendisi, kızıl bir dolunayın aydınlattığı bir denizi andıran dalgalı gözlerini açtı ve dinlendirici havuzunun içinde doğruldu. Başını içinde yattığı sıvıdan çıkardı ve loş odasının içeriye bitmeyen alacakaranlığı davet eden penceresinden dışarı baktı. Kızıl yapraklı devasa ağaç işte biraz uzakta, tarif edilemez hoş kokular taşıyan ılık meltemin etkisiyle bir o yana bir bu yana, bitmeyen bir uyumun huzuru ile salınıyordu. Biraz ötesinde diğer devasa ağaç gümüş yapraklarını hışırdatarak dans ediyordu. Belli belirsiz bir şarkı yükseliyordu iki ağaçtan ve havada karışıp bilince işleyen, ruhu titreten bir melodiye dönüşüyorlardı. Cevap buydu! Işıksaçan yanılıyor olamazdı. Umutla doğrulan Işıksaçan, yaşamsal fonksiyonlarını devam ettirebilmesi için bilincini bir rüyaya yatıran tankın içinden çıkıp titreyen kanatlarını sabırsızlıkla esnetti. Yıldız ışıklarından dokunmuş incecik cüppesine sarındı ve rüya odasından çıktı. Şarap rengi dudaklarında şaşkın bir sırıtış ve zarif yüzünde kendi pırıltısından daha yoğun bir anlama ışığı vardı. Kayarcasına ilerledi bitişikteki laboratuarına. İçleri çeşitli sıvılarla dolu, çeşitli kablolarla farklı kaynaklara bağlanmış yaratım tanklarını ve tüpleri, raflara dizilmiş, kavanozlanmış canlı örneklerini geçerek hemen masasına koştu ve notlarını kaydettiği holodisklerden birini okuyucuya takıp çalıştırdı. Elektronik kalemiyle havaya çiziktirdiği formüller ve karmaşık sembollerin arasında aradığını buldu. “…sonucunda anlaşılıyor ki, Baba 55.555 dünya yılı sürecek bir uykuya yatıyor. Bunu neden yapıyor, yapmasının sonucunda ne elde ediyor, son uyanışında bu soruları sormayı akıl edemedim. Peki, uyandığı zaman ne kadar süre uyanık kalacak? Bu da bir muamma…” Holodiski çıkardı ve yerine konuyla ilgisi olmayan bir başka holodisk taktı. “…Bahçe’deki yeni yaşam formu düşündüğümden hızlı gelişiyor. Canlıların boyutları küçüldükçe gelişimlerinin hızlandığı yönündeki hipotezimi destekleyecek kanıtlardan biri olarak kayda geçildi…” Işıksaçan, geliştirdiği ilaçla ilgili holodiskleri aradı, ama iki-üç tanesi hariç, diğerlerini bulamadı, okumak için kişisel odasına götürmüş olmalıydı. Bulduklarından birini taktı okuyucuya. “…ilacın etkileri muazzam, ama ne kalıcı, ne de yeterli. Etkisi kısa sürmekle birlikte varlığından haberdar olmadığım başka bir evrene girmeme yardımcı olmak konusunda bazen etkisiz kalıyor. Bana bahşedilmiş yetenekler olmadan ‘Yıldızmekân’ adını verdiğim sisteme hiçbir zaman giremezdim…” Bir başkası, “…günlüğe kaydolunsun; Yıldızmekân’daki ikinci günüm, Baba’nın yaratıcılığı nefes kesecek kadar başarılı. Birinci kardeşimden rapor geldi. Dünya zamanıyla bir haftadır uykuda olduğumu, biraz
120
Öykü daha rüya tankında kalırsam rengimin rüya sıvısının kızıl rengine bürüneceğini söylüyor…” İşte bu! Baba uykuya yatmıyordu. Baba aslında gözünü kırpıyordu. Baba o kadar muazzam ve hayal edilemez bir varlık ve iradeler bütünüydü ki, gözünü kırpmak için kapatması, dünyanın zaman dilimi söz konusu olduğunda, eğer Işıksaçan’ın bunca zaman yaptığı hesaplamalar doğruysa, yaklaşık 55.555 yıla tekabül ediyordu. Bu da demekti ki, Baba gözünü tekrar açtığında 55.555 dünya yılı boyunca uyanık kalacaktı. Bu süre boyunca dünya var oluşu inanılmaz boyutlara ilerleyebilirdi. Bunu daha önce nasıl düşünememişti? Kulağında, Babasının yaradılışın en mükemmel ve en tehlikeli ürünleri olduğunu söylediği ağaçların şarkısı vardı hala. Eğer tahminleri doğruysa, Babasını uykusunda ziyaret etmesini sağlayacak ilacın eksik maddesinin ne olduğunu biliyordu. Bir an önce tüm bu düşüncelerini birinci kardeş ile paylaşmalıydı. Aslında hemen aklındakileri boş bir holodiske not etmeliydi ama buna hiç vakti yoktu. Işıksaçan hemen alt kata inip droid hizmetkârlarına heyecanla emir yağdırmaya başladı. Biri hızla koşup efendisinin gösterişli resmi cüppesini getirmeye gitti. Bir başkası Bahçe’nin en parlak kırmızı çiçeklerinden yapılmış tacı efendisinin incecik, upuzun, ışıltılı beyaz saçlarına ve örgülerinin arasına sabitlerken, bir hizmetkâr da efendisinin gözlerini alacakaranlıkta duyarlı hale getirecek, şeffaf, mavi gözlüklerin ayarını yapıyordu. Bir hizmetkâr efendisinin ışıktan oluşmuş kanatlarını çiçeklerle süslerken, bir başkası efendisinin zarif boynuna konumunun göstergesi olan mücevherleri bağlıyordu. Resmi cüppe getirildiğinde taç takma işi bitmişti. Işıksaçan, kırmızı ve gümüş milyonlarca minik yapraktan dokunmuş cüppeyi giydi ve varlığından gelen ışığın gümüş yapraklarda oynaşması ile aniden bir yıldız gibi ışıldamaya başladı. Öyle ki, hizmetkârları o sıradan gözleriyle efendilerine bakmaya cesaret edemediler. Cüppenin yakasını boynundan göbeğine kadar açan Işıksaçan, sadece kendisinde bulunan, pembe uçlu iki tepeciği gözler önüne sererek, kendisini kardeşlerinden ayıran farklılığını da ortaya çıkarmış oldu. Droid hizmetkârlardan biri elinde geniş bir kadeh ile geldi. İçinde onu Bahçe’nin, efendileri üzerindeki yan etkilerinden koruyacak bir öz sıvı vardı. Işıksaçan, gümüşi bir buhar çıkaran, ana maddesi damıtılmış gün ışığı olan sıvıya baktı. Karnında garip, psikolojik bir titreşim hissetti. Anlamanın etkisiyle öyle heyecanlanmıştı ki, sıvıyı içmek gözünde bir işkenceye dönüştü. Kadehi geri çevirdi. Hizmetkâr hemen ayrılmadı. Ancak efendisinin tehditkâr bakışları ile karşılaşınca gitmekten başka çaresinin olmadığını fark etti. Işıksaçan kapıya yönelmişken bir anlığına duraksadı. Onun tüm hazırlığını keyifle izlemiş, kapıdan çıkmadan önce büyük bir sadakatle önüne geçip kapıyı açmış, sağ kolu olan Bylzyb’a döndü. Diğer hizmetkârların duyamayacağı kadar alçak sesle bir şeyler söyledi. Sonra geniş kanatlarını gerdi ve mavi göz korumasını takarak çevresinde bir su gibi dalgalanan duvarların korumasından tamamen farklı bir var oluş formu olan Bahçe’ye, tüm ihtişamı ve yüceliği ile adımını attı. Işıksaçan, adımını bahçeye attığı anda ismi konmamış tüm varlıklar, bizim anlayabileceğimiz dille tüm hayvanlar, bitkiler ve hatta toprak, kayalar ve taşlar, hepsi dönüp Bahçe’nin doğusuna, Sabahyıldızı’na baktılar. Işıksaçan, ya da Sabahyıldızı, alacakaranlığı boğarak ilerledi bahçenin içinde. Adımları ay ışığı kadar sessizdi. O geçerken saygıyla yolundan çekildi tüm varlıklar. Kanatlarının yumuşacık ışığında kendi renklerine büründüler ve hepsinin çeşitli renklerine, hepsinin var oluşlarına, elle tutulabilirliklerine ve farklılıklarına hayran oldu Işıksaçan. Babası gerçekten çok, çok yüce bir bilgindi. Kendisinden sonra en büyükleri olan birinci kardeşin boyutuna varınca, Işıksaçan, sade resmi cüppeleri içindeki diğer kardeşlerinin de orada olduğunu gördü. Işıksaçan bu duruma şaşırdığı halde, diğer dört kardeşinden hiçbiri bu duruma şaşırmış gibi görünmüyordu. Dördü de her zamanki gibi saygı ile kanatlarını indirerek ve eğilerek selam verdiler en büyük kardeşlerine. Ama bakışlarındaki minik bir ifade farklılığı, bir anlık bir hissizlik ve düşünce yoksunluğu Işıksaçan’ın gözünden kaçmadı. İhtiyatla yaklaştı.
121
Öykü
122
Öykü “Bir sorun mu var, Gybryl?” diye sordu Işıksaçan, ikinci kardeşine. “Yhyvh’e bir şey mi oldu?” İkinci kardeş Gybryl, dalgalı mavi gözlerini saygıyla eğdiği yerden kaldırdı ve büyük kardeşine baktı. Işıksaçan, Gybryl’in her zaman hayranlık ve özlemle baktığı, eşsiz göğsünü açık tuttuğu halde, Gybryl’in yüzünde bu kez hiçbir ifade oluşmadı. “Haberin yok mu?”diye soruyla yanıtladı Gybryl onu. “Yhyvh bize yeni buluşunu tanıtacak.” Işıksaçan şaşkınlıkla irkildi. Yhyvh, kendisinin haberi olmadan bir deney mi yürütmüştü? Fakat bu yasaklanmış bir şeydi. Işıksaçan hızlı yükselen öfkesini kontrol etti ve işin aslını anlamadan harekete geçmenin tehlikeli olabileceğini düşündü. Ama Yhyvh’in bir işler çevirdiğini hemen anlamıştı. “Nerede?”diye sordu en hissiz sesi ile. “Bahçe’de gösterecekmiş. Var oluşun öyle hassas bir formunu icat etmiş ki-” “İcat mı etmiş?”diye çıkıştı Işıksaçan. Ancak aniden kendisini frenledi. Açık vermemeliydi. Doğal davranmalıydı. “Büyük başarı!”diye çevirdi sözlerini son anda. Oysaki icat etmek sadece Baba’larına özgüydü. Onların tek yaptıkları zaten icat edilmiş şeyleri keşfetmekti. Gybryl bunu bile bile böyle hatalı konuştuğuna göre, Işıksaçan şüphelenmekte haklıydı. “Var oluşun öyle hassas bir formunu icat etmiş ki, Bahçe’den başka bir yerde yaşayabileceğinden emin değilmiş.”diye sözlerini tamamladı Gybryl. Tam o sırada Yhyvh’in Bahçe’deki tüm canlı türlerini sınıflandırıp incelediği laboratuarının geniş kapıları yavaşça açıldı. Dört kardeş hissiz bir halde, Işıksaçan ise merakla, yine de diğer kardeşlerinin davranışlarını taklit ederek kapıya doğru döndü. Önden Yhyvh, alışık bir durum olmadığı halde, Işıksaçan’ın cüppesinden çok daha gösterişli bir cüppe ile basamakları indi. Cüppesi öyle parlak ve ışıltılıydı ki, Yhyvh, binlerce minik ve dayanılmaz derecede parlak ışık huzmesinden oluşmuşa benziyordu. Asla Sabahyıldızı kadar çok ışık saçamayacağı için, başına yıldızlardan örülmüş bir taç yerleştirmişti. Tüm bu ışık cümbüşü içinde Işıksaçan, birinci kardeşini zorlukla seçebiliyordu. Yhyvh’in bu şaşası aklına tek bir imge getirmişti; Baba’nın ihtişamlı ve yüce, sıcak ve güven veren imgesini. Ama ne yazık ki karşısındaki, o yüce imgenin sadece bayağı bir taklidiydi. Işıksaçan bir anlığına, birinci kardeşinin bu küstahlığı karşısında öfke ile titredi ama dışa hiçbir şey yansıtmadı. Birkaç saniye sonra ardından yürüyen iki varlığı görünce de o kadar şaşırdı ki, öfkesini unutuverdi. Temelde hayvana yakınlık gösteren bu iki varlık, aynı tipik özellikleri gösteriyor olsalar da birbirlerinden çok farklıydılar. Arka bacakları üzerinde yürümeleri, öne doğru kırılan dizleri ve uzun, kullanışlı parmaklara sahip ön ayakları, göbeklerindeki minik çukurcukları, birinin göbeğinin altındaki ters üçgen ile diğerinin aynı konumdaki çıkıntısı gibi eşsiz özellikleri dışında, Işıksaçan’ı esas dehşete düşüren, bu varlıkların terbiyesizce ve küstahlık derecesinde, ilk yaratılan olan kendisi ve kardeşlerine, dış görünüşte aynı denecek kadar benzerlik gösteriyor olmalarıydı. Ama çok önemli bir farkları vardı. Aynen birer hayvan gibi ışıktan yoksundular. Saçları ve pürüzsüz derileri, çok olmamakla birlikte, koyu renkti. Hayvanlar üzerindeki araştırmalarından çıkarttığı kadarıyla önünde çıkıntısı olan bir erkekti, diğeriyse bir dişi. Yani bu yeni canlı üreyebilecekti. Işıksaçan’ın, bu kendilerinin sahtesi olan canlılardan bir gün çevrede bir sürü olabileceği düşüncesi ile başı döndü. Yhyvh’in küstah ve yerini bilmez yüzünde geniş bir sırıtış vardı. “Ne yapmaya çalışıyor?”diye düşündü Işıksaçan. “Bu ne cüret! Bu saygısız aklını kaçırmış olmalı.” Yhyvh’e haddini oracıkta bildirmemek için zor tutuyordu kendini. Ama sabırlı olmalıydı. Yhyvh’in büyük bir planı olduğu belliydi. “Hoş geldiniz!” Yhyvh, su gibi şırıltılı sesini gürleştirmek için bir yükseltici kullanıyordu. “Size tanıtayım. Adam ve Avva. Bu gördükleriniz, sözüme, yaratıcının sözüne güvenin, yaşamın ve var oluşun en
123
Öykü yüksek formlarıdır. Bana nasıl değer veriyorsanız, bunların da görmesi gereken değer işte o kadardır. Şimdi, saygınızı gösterin!” Kardeşleri, Işıksaçan’ın hayret dolu bakışları altında gidip tek tek, bu yeni ve aşağı varlıkların önünde yere kapandılar. “Bir şeyler çok yanlış. Zyryl, dördüncü kardeşim, kesinlikle bunu yapacak biri değildir! Neler oldu size?” Işıksaçan, kardeşlerinin düştüğü hali görüyor ve gözlerinden akmak için çırpınan kristalleri zorlukla bastırıyordu. Göğsü acı ile sarsılıyor, hıçkırarak ağlamak istiyordu. Yhyvh bir haindi ve kardeşleri bunu göremeyecek kadar kördü. Sanki bir ilacın etkisi altındaydılar. …İlaç… Kayıp holodiskler… Işıksaçan istifini bozmadı, merdivenlerin önüne ilerledi ve diz çökme sırası kendine geldi. Diğerlerini taklit etmekten başka yapabileceği bir şey yoktu. Ama nasıl? Nasıl? Kendisi ilk yaratılandı. Diz çökmek, yere kapanmak yoktu onun doğasında. Dizleri isyankârlıkla titredi. Bükülmemek için direndiler. Yhyvh’in gözlerinin üzerinde olduğunu biliyordu. Diz çökmeyi başarabilmek için sadece saniyeleri vardı. “Baba, Baba yardım et!” Dizleri iradesinin yolladığı komuta uymazken, Işıksaçan gözlerini karşısındaki eril varlığa, Adam’a çevirdi. Işıksaçan’ın gözleri, bu alışılmadık varlığın alışılmadık güzelliği ve uyumunu yakalayıverdi bir anda. Sabahyıldızı’nın nefesi heyecanla ve hayranlıkla kesildi. Gözlerinin önündeki bu varlık, bir ilk yaratılanın her özelliğini taşıyordu, ama bir şekilde çok daha güzeldi. Kokusu farklıydı, renkleri farklıydı, kendine has bir uyumu vardı, kara gözlerindeki bakış kardeşlerininkine hiç benzemiyordu, bambaşkaydı. Işıksaçan’ı delip geçen bu bakışlar, ışıktan oluşmuş bedenindeki her hücreyi ayağa kaldırıyor, Işıksaçan dayanılmaz bir arzu ile bir yaprak gibi titriyordu. Işıksaçan tarif edecek hiçbir kelime bulamadığı bu güzellik karşısında kalakaldı. Hiç görmemişti, böyle orantılı, böyle uyumlu ve böyle mükemmel bir yaratılışı daha önce hiç görmemişti. Bir an sonra kendine geldiğinde, Işıksaçan dizlerinin üzerindeydi. “Madem tanışma faslını geçtik,”diye gürledi Yhyvh’in sesi. “Şimdi yeni yaratılışa Bahçe’sini gezdirelim.” Hayır, bu mükemmellik Yhyvh’in zavallı deneylerinin sonucu olamazdı. Baba onu yaratıp sonra da saklamış olmalıydı. Evet, Baba’nın ilk çocuklarının, dünya şartlarında yaşamaya el verişli olacak şekilde yeniden düzenlenmiş bir kopyasını yaratmış olduğu fikri mantıklıydı. Peki, Yhyvh, bu inanılmaz varlıkların nerede olduklarını nasıl öğrenmişti? Ya onlara erkenden hayat verme planının altında yatan sebep neydi? Bunların hepsinin kardeşlerinin, ilaç üzerindeki kendi çalışmaları aracılığıyla oluşturulmuş bir uyuşturucuyla uyutulması ile bir ilgisi olmalıydı. Yhyvh, Işıksaçan’ın kendisinin vakıf olmadığı bir bilgiye sahipti. Bunu elde etmesinin de tek yolu vardı. Yhyvh, günahı işlemişti. Yasak meyveden yemişti. “Hmm, büyük kardeşiniz icadımın mükemmelliğine dayanamadı anlaşılan,”dedi Yhyvh. Hâlâ dizlerini üstünde duran Işıksaçan’a doğru ilerledi ve zarif yüzünü çenesinden tuttu. Afallamış, hayran bir ifade ile durmakta olduğunu bilen Işıksaçan, ifadesini bozmamak için büyük bir çaba sarf etti. Yhyvh’in daha alçak sesle söylediği şu sözler, tüm şüphelerini kanıtlar nitelikteydi. “Diğerlerinden daha fazla içirmek zorundaydım sana. Çünkü en güçlümüz sensin. Affet beni. Gerçi olan bitenin farkında olsan, kaçacak delik arardım.” Geniş ve doymak bilmez bir aç gözlülük ile yoğrulmuş bir gülümseme gördü Işıksaçan, birinci kardeşinin yüzünde. Yakında bu gülümseme silinecekti ve Yhyvh kaçacak delik arayacaktı. “Büyük kardeşiniz biraz yorgun. Onu evine yollayalım ve bu akşamlık affedelim.” Yhyvh, yaratıklarının elinden tuttu ve merdivenlerden inerek Bahçe’ye doğru ilerledi. Kardeşleri Yhyvh’in ardından sadık hayvanları gibi ilerlerken, Işıksaçan gözlerini hâlâ Adam’dan alamıyordu. Gözleri
124
Öykü Avva’ya takıldı. Dişi varlık, meraklı gözlerle Işıksaçan’ın göğsüne bakıyordu. Işıksaçan’ın övündüğü göğsü artık eşsiz değildi. Işıksaçan, utanç içinde cüppesinin önünü kapadı ve evinin yolunu tuttu. Adam da, Avva da birbirine eş, inanılmaz derecede güzel varlıklardı. Işıksaçan, Babalarının yarattığı varlıkların sahte bir yaratıcının buyruğu altında, bu şekilde kör olmalarına izin veremezdi. Babasına verdiği sözü yerine getirecek, Bahçe’de meydana gelebilecek hiçbir yanlışlığa izin vermeyecekti. Sabahyıldızı, Bahçe’nin bekçisiydi. Ancak Yhyvh, kendisine o kadar güveniyordu ki, Işıksaçan öncelikle onun neye güvendiğini öğrenmeli, sonra da plan yapmalıydı. Ayrıntılı bir plana gerek yoktu. Yapılacak şey belliydi. * * * Alev ışığından yaratılmış, aşağı bir varlık olan baş kâhya, kızıl suratının ortasına bembeyaz bir elin attığı ağır bir tokat yiyerek yere yıkıldı. Yerde süründü ve alevden gözyaşları dökerek efendisi Işıksaçan’a varlığını bağışlaması için yalvardı. Ancak Işıksaçan’ın kızıl gözleri alev alevdi ve öfke ile körleşmişti. Baş kâhyasını sürükleyerek, içerisinde birkaç dakika içinde çözüneceği bir yaşamsal sıvı tankına atıverdi. Sonra da şeffaf tankın önünde durarak gözlerinde alevlerle, can çekişen ve dehşet dolu çığlıklar atan cinin yavaşça, çözünerek yok oluşunu seyretti. Bu arada sağ kolu Bylzyb, kâhyanın Yhyvh’e iletilmek üzere, Işıksaçan’ın evden çıkmadan uyuşturucu ilacı içmediğine dair bir mesaj saklamış olabileceği ihtimaline karşılık tüm droidlerin belleğini silme işini bitirmek üzereydi. Işıksaçan boyutundan çıkar çıkmaz Bylzyb, efendisinin baş kâhyanın yakalanması ve boyuta kendisi dışındaki herkes için giriş çıkışların kapatılması emrini uygulamış, efendisinin yaratıcılığına özgü işkence yöntemlerini kullanarak baş kâhyayı konuşturmuş ve uyuşturucu ilaçtan büyük bir örneği laboratuara saklamıştı. Efendinin kendisine oynanan oyunu bu kadar hızlıca ve açıkça anlaması, mükemmel zekâsının bir göstergesiydi. Bylzyb, efendisinin inanılmaz bir varlık olduğunu düşünüyordu. Şimdi de efendisi, boyutundan Bahçe’ye bakan pencerenin önünde güzel ve saf yüzünde düşünceli bir ifade ile dikilmiş, Bahçe’nin en yüce, yasak iki ağacına bakarken, kim bilir o parlak ve hayal edilemez dimağında daha nelerin farkına varıyor, ne gibi incelikler düşünüyor, ne gibi mucizeler yaratıyordu… Sadece bu gözlerden dökülen ışıltılı kristallere bir anlam verememişti. Öykü ve İllustrasyon: Yağmur TELORMAN
125
Sinema
126
Sinema
Altın Portakal 2010 Güncesi
Sinema sezonu ile birlikte festival sezonu da açıldı. Biz de Gölge e-Dergi olarak festival takibine başladık. Altın Portakal’ı takip ettiğim bu üçüncü yılda doğrusu geçmiş yıllara göre biraz sönük bir festivalle karşılaştım kendi adıma. En başta mutlaka izlemeliyim dediğim film sayısı oldukça azdı, sonunda da iyi ki izlemişim dediğim film sayısı da pek az sayıda kaldı. Belki de kötü seçimler yaptım, bilemiyorum. Ama elbette yine güncesini yazmaya değer bir festivaldi: 9 Ekim Cumartesi Yine festivalin ilk günü Antalya’daydım ve yine 3 yıldır festival günlerinde evine konuk olduğum Erol Demiray’ın evine doğru yol alıyordum. Kendisine buradan bir kez daha teşekkürler. Eve vardıktan sonra biraz dinlendikten sonra film maratonuna başlıyordum.
127
Sinema 12:00 – Bu yılki ulusal yarışma filmlerinde vizyona girmeden önce yakalamalıyım ya da yönetmenler ile yapılan söyleşiyi izlemeliyim dediğim bir film yoktu. Bu nedenle gala gösterimlerini pas geçmeyi düşünüyordum tümüyle. Ancak yol yorgunluğu ile zamanında kalkamayınca 11:00’daki filmi kaçırdım ve 12:00’deki bir Türk filmi galasını tercih ettim. Bu arada öncesinde de önceden başvurduğumda kabul edildiği söylenen basın kartımı almak için basın bürosuna başvurdum ama online yayınların akreditasyonunun belediye tarafından kabul edilmediği yolunda bir cevap alarak basın bürosundan kös kös çıktım ve filme girdim. Festivalin ilk galası Çakal filmine aitti. Bir arka sokaklar öyküsü bu. Babası ile anlaşamayan, annesini de filmin başında kaybeden Akın'ın (İsmail Hacıoğlu) İstanbul'un sokaklarından başlayan mafyanın içine dahil olma ve yükselme hikayesini izliyoruz filmde. Film sırasında Akın'ın duygularına dış ses aracılığı ile dahil oluyor ve çevresi ile giderek yabancılaşmasına, zaten bozuk olan psikolojik durumunun giderek daha da kötüye gitmesine tanıklık ediyoruz. Çakal aslında fena bir film sayılmazdı ama amaçladığı etkiyi yaratamıyordu. Bir defa Akın karakterinin duygularını dış sese ihtiyaç duymadan yansıtabilse çok daha başarılı olurdu. Ayrıca oyunculuklar da çoğunlukla fazlaca abartılı (bu arada Erkan Can'ın da geçen senenin yarışma filmlerinden Kara Köpekler Havlarken ile hemen hemen aynı rolü oynadığını da belirtmek lazım). Filmin en büyük sorunlarından biri de finali. Filmin sonunda bir karakterin yaptığı bir eylem var ki (film önümüzdeki aylarda gösterime gireceği için ne olduğunu açık etmek istemiyorum) karakterin bu eylemi neden gerçekleştirdiğini anlamak mümkün değil. Sonuçta yarışmanın az sayıdaki ödül alamayan filmlerinden biri oldu Çakal. Yine de yarışmanın ön elemesini geçmeyi haketmiş bir film olduğu söylenebilir. 14:00 – Güne festivalin Sınırdakiler bölümünde yer alan Duyarlı Evlat: Frankenstein Projesi (Szelíd Teremtés-A Frankenstein-Terv/Tender Son: The Frankenstein Project) filmiyle devam ediyordum. Sınırdakiler başlığına tam denk düşen bir filmdi doğrusu. Konusu, çekimleri ve atmosferi ile gerçekten zor, seyirciyi sürekli belli bir mesafede tutan ama sabredene gerçekten keyif verebilecek bir film. Adından da anlaşılabileceği gibi bir Frankenstein uyarlaması ile karşı karşıyayız ama epey serbest bir uyarlama. Hikaye günümüzde geçiyor ve canlandırılan ölüler gibi bir konsept yok ama kendine hakim olamayıp cinayet işleyen ama esas amacı sadece sevgi aramak olan evlat teması yerli yerinde duruyor. Canavar yerinde 17 yaşında etrafla iletişimi çok sınırlı bir genç görünürken Dr. Frankenstein’e karşılık gelen karakter ise bu gencin babası olan bir film yönetmeni. Ki bu karakteri gerçekte bu filmin de yönetmeni olan Kornél Mundruczó canlandırıyor. Hatta filmdeki yönetmenin üzerinde çalıştığı proje de Monte Cristo Kontu’nun modern bir uyarlaması. Bu şekilde gerçeğe de bir gönderme yapan film gayet yavaş ve az diyalog kullanan bir film. Doğrusu kişisel olarak benim arada kaldığım bir film oldu. Çok kişinin de çok sıkılacağı bir film olduğu açık ama bir şans verilirse hastası olacak seyirciler olacağını da düşünüyorum. 17:00 – Diğer salondaki Aslı Gibidir (Copie Conforme / Certified Copy) filmini çok merak etmeme karşın gösterime gireceğini düşünerek uluslararası yarışma filmlerinden biriyle güne devam ediyordum. Bu filme adını veren Tumen Nehri (Dooman River), Kuzey Kore ve Çin arasındaki sınırı oluşturuyor. Kuzey Koreli pek çok insan para kazanmak ümidiyle bu sınırı geçip Çin’de kendilerine bir şans yaratmaya çalışıyorlar. Tıpkı dünyanın pek çok yerindeki benzer öykülerde olduğu gibi bu durum hüzünlü hikayelere yol açıyor. Bu filmde de bu sınır noktasında yolları birbiriyle kesişen üç çocuğun hikayesini görüyoruz. Hasta kardeşine bakabilmek için Çin’e geçen küçük bir çocuk, orada arkadaş olduğu Çinli bir çocuk ve onun dilsiz ablası. Filmin hikayesi bu üçlü etrafında şekilleniyor. Tumen Nehri için kötü bir film demek mümkün değil ama
128
Sinema kişisel olarak çok içine giremediğim ve beni çok etkilemeyen bir film olduğunu söylemem lazım. Kimi zaman çocuklar üzerinden sosyal bir durumun anlatılması olayını biraz kolaya kaçmak olarak buluyorum. Doğrusu bu film için de benzer bir durum geçerli oldu benim için. Yine de bu tip filmleri sevenler izlemeli elbette. Hem festival sonunda en iyi film ödülünü paylaşan filmlerden biri olduğunu da unutmamalı. 20:00 – İlk günü kapatmak için Bertrand Tavernier’in yeni filmini seçmiştim. Montpensier Prensesi (La Princesse de Montpensier / The Princess of Montpensier) adlı bu filmde Tavernier, klasik ama biraz fazlaca klasik bir tarihi filme imza atmış. Biraz fazla klasik çünkü türe herhangi bir yenilik getirmediği gibi öne çıkan örneklerinden biri de olamıyor ama bir tarihi film için bir eksiği de yok doğrusu. Türü seven benim gibi seyircilerin 139 dakikalık süresine rağmen sıkılmadan izleyebileceği bir filmken türden zaten pek hazzetmeyenler epeyce sıkılabilir. Filmin konusu 16. yüzyılda protestan-katolik savaşı döneminde geçiyor. Ailesinin zorlaması ile sevmediği (daha doğrusu, doğru dürüst tanımadığı) bir prensle evlenen genç bir kız filme adını da veren baş karakterimiz. Çevresindeki erkekler de diğer karakterleri oluşturuyor. Bu karakterlerden en ilginci Lambert Wilson’un canlandırdığı Kont Chabannes. Savaşta bir kaç kez saf değiştiren ama geldiği noktada şiddete tövbe eden ve önce prensin sonra da prensesin akıl hocalığını yapan bu karakter filme değerini katıyor. Prenses ile arasındaki dile getirilemeyen platonik aşk meselesi de son derece iyi verilmiş. Bu karakterin şiddetle hesaplaşması dışında filmin diğer bir odak noktası da başta tümüyle fiziksel dürtülerle hareket eden genç bir kız olan Marie’nin zamanla fiziksel değil ruhsal bir doyumun peşinde olması. Yaş almış ama karizması gayet yerinde diyebileceğimiz Lambert Wilson ile genç ve güzel Mélanie Thierry’nin uyumu da gayet iyi. Ama işte kamera arkasında Tavernier var denince insan daha fazlasını umuyor. Aslında bu filmden çıkınca Emir Kusturica’nın grubu ile verdiği konserinin sonlarına yetişmek de mümkündü ama hem yorgunluk iyice bastırmıştı, hem de Ankara’dan hafif bir kırıklık olarak getirdiğim hastalığın giderek arttığını hissediyordum. Bu yüzden eve dönüp uyumayı tercih ettim. 10 Ekim Pazar: 11:00 – Yataktan kalktığımda hastalığın iyiden iyiye bastırdığını hissediyordum ama yine de günde 4 film temposundan vazgeçmemek lazımdı. Günün ilk filmi Bitmeyen Yaz (Kak ya Provyol Etim Letom / How I Ended This Summer) idi. Film küçük bir adada geçiyor ve üzerinde meteorolojik çalışmalar yapan iki adam var. Biri bu konuda deneyimli, diğeri yeni mezun bu iki kişi günlerini, haftalarını hatta aylarını rutin işlerini yapmakla geçirirler. Günlerini renklendirmek için yaşlı adam arada balığa çıkarken genç adamsa bol bol müzik dinler, adadaki çeşitli materyaller ile kendine oyunlar uydurur. Günler böyle geçip giderken gelen bir telefon olayları değiştirir. Aslında festivalin en iyilerinden olan bu film söz konusu telefon konuşmasında bahsedilen olay olmayıp da sadece iki adamın rutin hayatlarına odaklanmış olsaydı da gayet başarılı olacaktı. Çünkü çoğunlukla bulundukları durumun yarattığı his üzerine giden bir film. Sadece iki oyuncunun göründüğü ve çoğunlukla tek bir mekanda geçen bir film çekmek zor iş. Hem de bu kişiler arasında geçen diyalog miktarı da son derece az ve filmin süresi 120 dakika iken. Ama yönetmen Aleksei Popogrebsky bu işin altından başarıyla kalkmayı bilmiş. Yine de tam da belirttiğim nedenlerden dolayı herkese göre bir film olmadığını söylemeli. 14:00 – Sıradaki film yine uluslararası yarışmadan bir filmdi. Jüri üyeleri arasında Emir Kusturica’yı göremeyince merak etmiştim. Meğerse o saatlerde ülkemizden ayrılmakta imiş. Suskun Ruhlar (Ovsyanki
129
Sinema / Silent Souls) adlı filmde iki yakın arkadaş uzun bir yolculuğa çıkarlar. Aralarından birinin karısı ölmüştür ve onu geleneklerine uygun bir şekilde toprağa vermek istemektedirler. Bu yolculuk boyunca iki arkadaş pek çok şey paylaşırlar. Başarılı bir hikayesi olsa da Suskun Ruhlar’ın temel özelliği bizi hiç bilmediğimiz bir kültürün ritüelleri ile tanıştırması. Rusya’da yaşayan Merya adlı topluluğun pek çok ilginç geleneği olduğunu görüyoruz film boyunca. Ancak bu gelenekleri bilenler de filmden zevk alabilirler. Çünkü son derece başarılı çekilmiş sahneleri var. Örneğin kadının defnedilmek üzere hazırlanırken baştan aşağı temizlenip süslendiği tek planlık sahne görülmeye değer bir sahneydi. Doğrusu Suskun Ruhlar ödüllerde de pay sahibi olabileceğini düşündüğüm bir filmdi. Ama olmadı. 17:00 – Bir sonraki seans için seçtiğim film yine bir yarışma filmiydi. Hitler Hollywood’da (Hitler à Hollywood / Hitler in Hollywood) bir sinemaseverin mutlaka hoşlanacağı bir filmdi. Filmde Pulp Fiction ile tanıdığımız Maria de Medeiros, bir belgesel çekerken Luis Aramchek adlı bir yönetmenin 1939’da çektiği ama bugün kaybolmuş bir filmin bazı görüntülerine ulaşır ve bu filmin izini sürerken işin içine Hitler’in de girdiği gizemli olayların perdesini indirmeye başlar. Kimi gerçek karakterlerin kullanıldığı kurmaca bir film bu. Hikaye olarak gerçekmiş gibi yapsa da görsel açıdan kurmaca bir filmde olduğumuzu sürekli olarak hissettiriyor. Hitler Söyleşi Zaten filmin sonunda yapılan söyleşide yönetmen Frédéric Sojcher de filmin başrol oyuncularının fazlasıyla renkli, arka planın ise neredeyse siyah/beyaz gözükmesinin nedeninin bu olduğunu açıkça söyledi. Filmin asıl derdi sürükleyici bir hikayeyi anlatırken Amerikan Sineması ile Avrupa Sinemasını karşı karşıya getirmek. Zaten pek çok Avrupalı yönetmen ve oyuncu da filmde kendilerini canlandırarak katkı vermişler. Aslında gösterime girse meraklısının ilgi gösterebileceği başarılı bir filmdi. Bu arada ilk defa bu film sonrasındaki söyleşi ile tanıştığım festivalin sanat yönetmeni Deniz Ziya Temeltaş hakkında bir not düşmek isterim. Yabancı konuklarla yapılan benim izlediğim tüm söyleşileri o yönetti ama bir ara kendisinin de söylediği gibi belli ki kafasının içi çok yoğun ve konudan konuya atlıyor sürekli. Bir de uzun süre Amerika’da kaldığı için İngilizce’yi çok benimsemiş ve kimi zaman çeviri yapması gerekirken İngilizce konuşmaya devam ediyor yönetmenle İngilizce olarak muhabbete giriyor. Bu durumda da salondaki İngilizce bilmeyen seyirci epey sıkıntı yaşıyor. Bundan sonraki yıllarda Deniz Ziya Bey söyleşilere dahil olmaya devam ederse (ki kuru kuru bir soru cevap seansından daha güzel oluyor bu şekilde) çevirmenlik işi tamamen başka birine verilse, o da sadece İngilizce konuşsa daha iyi olur diye düşünüyorum naçizane. 20:30 – Günün son filmi olarak özel bir gösterimi seçmiştim. 1917 yapımı, yıllardır kayıp olarak bilinen Enis Aldjelis, Doğunun Çiçeği (Enis Aldjelis, die Blume des Ostens / Enis Aldjelis, Flower of the East) adlı filmin Baba Zula’nın müziği eşliğinde gösterimi vardı. Gösterimden önce organizasyondaki bir aksaklığa şahit olduk. Film normalde ücretsiz gösterimler yapılan bir salonda oynuyordu. Buna rağmen önce dışarıdaki bilet gişesine bilet almak gerekip gerekmediğini sorduğumda hayır cevabını oldum. Salonun önünde sırada beklerken elinde bilet olanları gördüğümde ise bu sefer salonun önündeki görevliye aynı
130
Sinema soruyu sorup yine bilete gerek yok cevabını aldım. Salonun kapısındaki sıra oldukça uzadıktan sonra ise aynı görevli kusura bakmayın bilet gerekiyormuş diye gelmez mi? Ben ve benim gibi bekleyenler sıralarını bırakıp bilet almak için dışarı çıkmak zorunda kaldık. Neyse ki bekleyenler anlayış gösterdi de aynı sıraya geri girebildik. Gelelim filme. Yakın zamanda Hollanda’da bulunan ve restore edilen bu filmin bizim için önemli bir noktası, İstanbul’da çekilmiş olması. Doğruyu söylemek gerekirse konusu, oyunculukları ya da sinema tarihi açısından ise fazlaca ilgiyi hakeden bir tarafı yok. Gece hayatına düşkün Ahmet Bey, babasının ölüm döşeğinde kendisine söylediklerini dikkate alarak dilenci kılığında sokaklarda dolaşmaya başlar ve burada Enis Hanım’a aşık olur. Birbirlerini seven gençler evlenirler ama kötü adamlar aralarına girer ve bir takım yanlış yönlendirmelerin de etkisiyle mutlulukları bozulur ve olaylar gelişir. O yıllar için bile eskimiş bir konu olarak değerlendirilebilir. Bu nedenle normalde o yılların İstanbul’una nostaljik bir bakış atmak isteyenler ve sinema tarihine özel bir ilgi duyanlar dışında tavsiye edeceğim bir film olmazdı. Ama işin içinde Baba Zula’nın canlı müziği vardı ki işte bu, filmi izlemek için büyük bir neden oluşturuyordu. Zaten sırf Baba Zula’nın müziği nedeniyle böyle bir filme hiç ilgi duymayacak seyircileri bile salonda gördük. Hatta bir kısmı sadece bir konser için gelmişlerdi ve bir film gösterimi olacağından
Baba Zula
131
Sinema haberleri bile yoktu. Aslında Baba Zula film için özel besteler yapmamıştı sanki. Belki aralarda biraz vardı ama çoğunlukla eski eserlerini duyduk. Yine de belli ki film üzerinde çalışmışlar ve müzik yaparken bir film müziği yaptıklarının bilincindeydiler. Sadece vokalli bazı şarkıların filme çok oturmadığını söylemek gerek. Ayrıca film sonunda 15-20 dakika kadar Baba Zula’nın filmden bağımsız performansını da izledik ki bence o da çok başarılıydı ve iyi bir final oldu. Yine de kimi sinemaseverlerin de buraya sadece film izlemek için geldik, bu sondaki şovun sırası mıydı diye düşündüklerini de biliyorum. Eve döndüğümde telefonumda ilginç bir mesajla karşılaşıyordum. Basın kartımın basın bürosunda alınabileceği söyleniyordu. O zaman neden dün kartı alamamıştım diye düşünerek uykuya daldım. 11 Ekim Pazartesi: Sabah kalktığımda soğuk algınlığının iyice beni vurduğunu gördüm ve sinemaya gitmeden eczaneye uğrayarak kendime ilaç yüklemesi yaptım. Ama biliyordum ki bu ilaç bende uyku getiriyordu. Yine de hadi hayırlısı diyerek filme girdim. 11:00 – Esasen oyuncu olan ama yönetmen olarak 90’larda bir kaç filmiyle dikkat çekip gerisini getiremeyen Alfonso Arau, bir kez daha bir dönem filmi ile karşımızdaydı. Hileli Çarşaf (L'imbroglio Nel Lenzuolo / The Trick in the Sheet) adlı bu film, sinemanın ilk yıllarında bir İtalyan kasabasında yaşananları anlatıyordu. Filmin adındaki hileli çarşaf sinemayı niteleyen bir terim. O günlerde seyirciler perdede gördüklerine gerçek muamelesi yapıyorlar (ilk film gösterimlerinde seyircilerin üzerlerine doğru gelen trenden kaçmaları çok duyulan bir hikayedir). Böyle bir ortamda sinemanın arka planına hakim bir tıp öğrencisinin gizlice çektiği görüntüler epey bir kargaşaya yol açıyor. Bu görüntülerde zaten kasabada çok iyi bir şöhreti olmayan güzel bir kadın çırılçıplak olarak yer almaktadır. Bu görüntülerin gizlice çekildiğinin ayırdına varamayan kasabalı ise Marianna adlı kadının kasabalının ortasında soyunduğunu düşünür ve olaylar gelişir. Doğrusu konu olarak ilginç bir konu. Özellikle sinemaseverlerin ilgisini çekebilir ama bu konunun çok iyi işlendiğini söylemek zor. Arau’nun diğer filmleri gibi cilalı ama içi dolu olmayan bir film. İtiraf edeyim ki zaman zaman uykuya da yenik düştüğüm bir film oldu. Bu film sonrasında bir kez daha basın bürosunun yolunu tuttum. Kartımı yine alamasam da gün içinde tekrar gelmem durumunda hazır olacağı yönünde bir teminat alabildim. 14:00 – Bu seans için seçtiğim Dokuzuncu Bölük (9 Rota / 9th Company) filmi Rusya’nın Afganistan’daki savaşının bir dönemini askere yeni yazılan gençlerin gözünden anlatıyordu. Etkileyici bir film olduğunu söylemek mümkün. Belli ki çok para harcanmış ve bunun da karşılığı alınmış. 2005 yılında Rusya’da gişe şampiyonu da olmuş. Ama o gençlerin yaşadığı ruhsal durumu anlatmakta ne kadar başarılı oluyor tartışılır. Filmden önce yönetmen Fyodor Bondarchuk ile yapılan söyleşide, film Full Metal Jacket ile kıyaslandı. Bir bakıma doğru. Ama sadece hikaye yapısı olarak. Burada da filmin ilk yarısında epeyce sert bir eğitimden geçen gençler, ikinci yarıda savaşın göbeğinde buluveriyorlar kendilerini. Ama bir filmi iyi film yapmak için hikaye yapısının iyi bir Hitler Söyleşi filme benzemesi yetmiyor elbette. Dokuzuncu Bölük asla o
132
Sinema derinliğe erişemiyor. Filmi izlerken hissettiğim şey Bondarchuk’un tam bir Amerikan savaş filmi yaptığı oldu (elbette oradan gelen iyi savaş filmleri de var, burada kastettiğim filmler bol patlamalı ve aksiyonlu, seyirciyi savaşın görkemine hayran eden filmler). Özellikle teknik açıdan hiçbir eksiği yok. Ama Amerikan filmlerine öykünen bir Rus filmi izlemek istersem bunun yeri festival değil diye düşündüm ve bu filmi izledikten sonra aynı yönetmenin bilim-kurgu türündeki Yaban Ada 1 (Obitaemyy Ostrov / The Inhabited Island) filmini programımdan çıkardım. 17:00 – Tüm festival boyunca en az seyirci ile izlediğim film. Herhalde salonda 10 kişi bile yoktu. Seyirciler diğer salondaki Başka Bir Yerde (Somewhere) filmini tercih etmişlerdi. O filmi zaten vizyonda yakalarım diyerek seçtiğim Joy filmi bir çanta içinde sokağa bırakılan bir bebeğin görüntüsü ile açılıyor. 18 yıl sonrasına gittiğimizde ise annesinin üzerine iğnelediği Joy ismini alan genç kızın annesini arama çabalarını izliyoruz. Annesini bulma işini mutluğunun tek anahtarı gibi gören Joy bir şekilde ona ulaştığında (ya da ulaştığını sandığında) onunla yüzleşecek cesareti de bulamıyor ve onu ve muhtemel kız kardeşini takibe alıyor. Bu arada hamile bir arkadaşı aracılığı ile annelik üzerine daha çok düşünmeye başlıyor, yalnız büyümüş bir çocuk olarak Sırp kökenli erkek arkadaşının kalabalık ailesine adapte olmakta da oldukça zorlanıyor. Başarılı çizilmiş karakterlere sahip bir filmle karşı karşıyayız. Oyunculuk açısından da sınıfı geçen bir film ama bunun dışında da çok fazla bir özelliği yoktu. Ve üçüncü denemede basın kartımı alabiliyordum. Festivalin yarısı bitmişti ama olsun… 20:00 – İşte soğuk algınlığı ilaçlarının yan etkisine kurban giden bir film. Bu seanstan önce de ilaç aldım ve Çatışma Bölgesi (Konpliktis Zona / The Conflict Zone) filmine bu şekilde girdim. Sonuç: Bu yazıyı yazdığım dakikalarda filmin başı ve sonu dışında herhangi bir şey hatırlamıyorum. Anlaşılan filmin büyük kısmını uyuklayarak geçirmişim. Umarım horlama tarzı bir ses çıkarmamışımdır… Bu haldeyken Gökhan Kırdar konserini izleyemezdim herhalde. Bir sonraki gün aynı durumla karşılaşmamak için iyice bir dinlenmeliydim. 12 Ekim Salı 11:00 – Günün ilk filmi kadın-erkek ilişkileri üzerine hoş bir kara komediydi. “Hepimiz yetişkin insanlarız, bu konuya makul bir çözüm bulabiliriz”. Böyle bir cümleyle başlıyordu Makul Çözüm (Det Enda Rationella / A Rational Solution) filmi. Çözüm bulunması gereken durum şu: Aynı fabrikada çalışan iki yakın arkadaş. Arkadaşlıkları sadece işyerinde sürmüyor, ailecek görüşüyorlar. Bu arkadaşlardan biri (Erland), karısı ile birlikte kiliselerinde evliliklerde yaşanan sorunlara çözüm bulmayı denedikleri bir de grup yönetirler (Amerikan filmlerinde bolca gördüğümüz terapi grupları tadında bir grup). Ama günün birinde Erland en yakın arkadaşının karısı ile bir ilişki yaşamaya başlar ve kısa bir süre sonra bu durum ortaya çıkar. Bulunan çözüm: Madem yetişkin insanlarız bu durumu bir gerçeklik olarak kabul eder, iki aile beraber yaşamaya başlarız, bir takım kurallar da koyarsak sorun yaşamadan gül gibi geçinir gideriz. İşlerin bu kadar kolay olmayacağı açık elbette. Bir Amerikan filmi olsa sulu bir komedi olabilecek bir konu, soğukkanlı bir tavırla irdelenmiş. Komedi elden bırakılmazken bir yandan da kadın erkek ilişkileri, evlilik ve aşk üzerine de dikkate değer şeyler söyleyen bir yapım. 14:00 – Bu seanstaki Senin Yüzünden (Por tu Culpa / It's Your Fault) filmi iki çocuklu yalnız bir anne olan Julieta’yı karşımıza getiriyor. Julieta, bir yandan iş yapmaya çalışırken bir yandan da çocukları ile ilgilenmektedir. Ufaklıklar evin altını üstüne getirirken bir kaza sonucu biri düşüp başını vurur.
133
Sinema Aslında çocuğun çok da önemli bir şeyi yokmuş gibi gözükmektedir ama Julieta işi sağlama almak için hastaneye gider. Ama doktorlar çeşitli nedenlerden dolayı Julieta’nın oğluna bilerek ve sistematik olarak zarar verdiğinden şüphelenmeye başlarlar. Son derece küçük bir bütçeye sahip olduğu belli olan bir film Senin Yüzünden. Ama bu küçük bütçesini gayet akıllıca kullanmış ve meselesini başarılı bir şekilde ortaya koymuş. Sürekli hareket halinde bir kamera kullanımı var ve tüm sahnelerde Julieta karakterini görüyoruz. Bu karakteri canlandıran Erica Rivas’ın son derece başarılı oyunculuğu filme değer katarken zaman zaman iyi niyetli davranışların hiç hesapta olmayan sonuçları doğurduğunu görüyoruz. Sonuçta filmdeki doktorların kötü bir niyeti yok hatta tamamen çocukların iyiliğini düşünüyorlar. Ama karşılarındaki annenin söylediklerini dikkate almayıp herşeyi en kötü örnekten yola çıkarak yorumlayınca, çocuklar için iyi olanı değil kötü olanı yapma yoluna giriyorlar. Burada kadınlara olan güvensizlik de ön plana çıkan konulardan biri oluyor. Gerçekten başarılı bir yapım. 17:00 – Gürcistan Sinemasından gelen hoş bir sürprizdi Üç Ev (Sami Sakhli / Three Houses) filmi. Bir tablo etrafında farklı zamanlarda dönen 3 hikayeyi anlatan bu film bir anlamda 3 kısa filmin toplu hali olarak da görülebilir. İlk hikaye “İki Baykuş” adı verilen tablonun yapıldığı dönemde (19. yüzyıl) geçiyor ve bir adamın bir süre önce ölmüş olan karısının bu tabloyu daha yeni çizmiş olduğunu iddia ettiğini görüyoruz. İkinci kısım ise İkinci Dünya Savaşı yıllarında geçiyor ve söz konusu tabloyu sevgilisinin kollarında ölen kocasının dairesinde bulan bir kadının hikayesini anlatıyor. Son bölüm ise günümüzde geçiyor ve resmi çizen kadının torununun tabloyu geri alma çabalarına şahit oluyoruz. Toplamda çok çok iyi bir film değildi belki ama mütevazi bir film için epey başarılı bir noktada olduğunu söylemeli. 20:00 – Yunanistan’dan gelen Yönetici (O Diaheiristis / The Building Manager), çok iddialı olmayan ama amaçladığı şeyi başarıyla yerine getiren filmlere bir örnekti. Orta yaşlarda bir erkek olan Pavlos babasını bir kaç yıl önce kaybetmiştir. Otoriter bir annesi ve artık aralarındaki ilişkinin heyecanını yitirmiş oldukları bir karısı vardır. İki de çocuğu. Yaşadığı apartmanın yöneticisi olmak zorunda kaldıktan sonra kafayı buna takar ve apartman için en iyisini yapmaya çalışır. Babası da dahil olmak üzere eski yöneticilerin bu işten kendilerine ufak tefek avantalar sağladıklarını duyunca sinirlenir ve bunun tam tersini yaparak kendinden vermeye başlar. Ama işler bir türlü istediği gibi gitmemektedir. Tam da bu Yönetici Söyleşi dönemde genç ve güzel Gianna ile tanışan Pavlos onunla bir ilişki yaşamaya başlar ve işler iyice karışır. Samimi yapısı ve tıkır tıkır işleyen senaryosu ile başarılı bir film. Bir ortayaş krizini gayet başarılı şekilde anlatan Yönetici’nin yönetmeni festivalin konuklarından biriydi. Babası Mersinli olan Periklis Hoursoglou gayet canayakın bir kişilik. Öğrendiğimize göre filmde kendi ailesini kullanmış. Başrolde zaten kendisi var. Filmdeki karısı ve çocukları da kendi karısı ve çocukları. Genç sevgilisi için de çok uzaklara gitmemiş. O da öğrencisi. Bu noktada filmin ne kadar otobiyografik olduğu sorusu geliyor insanın aklına. Kaçınılmaz olarak bu da soruldu ama sadece filmin çıkış noktasının yıllar önce annesi apartman yöneticisi olduğunda ona yardım etmeye çalışmasına dayandığını öğrendik.
134
Sinema Ayrıca annesinin de filmdeki anne karakterine benzer yanları olduğunu ama zaten Akdeniz ülkelerindeki annelerin biraz böyle olduğunu da ekledi. 13 Ekim Çarşamba: 11:00 – Günün ilk filmi Gökkuşağının Yankısı (Sui Yuet San Tau / Echoes of the Rainbow) idi. 1960’ların sonlarında İngiliz himayesindeki Hong-Kong’da geçen film, 4 kişilik bir aile olan Law ailesini anlatıyordu. Yuvasına her şeyden çok değer veren ayakkabıcı bir baba, güçlü bir karaktere sahip otoriter bir anne, hem derslerinde başarılı hem başarılı bir sporcu olan ve herkesin hayran olduğu bir oğul ve ara sıra çevreden bir şeyler aşıran, dışarıdan kendini soyutlamak istediğinde kafasına bir cam fanus geçirip etrafta dolaşan bir ufaklık. Film boyunca bu ailenin kimi zaman eğlenceli, kimi zaman trajik hayatına ailenin en küçüğü “Big Ears”ın Gökkuşağı Söyleşi gözünden tanıklık ederken bir yandan da dönemin küçük bir panoramasını görüyoruz. Gayet iyi çekilmiş bir popüler film örneği ama keşke finaline doğru giderek duygu sömürüsü tarafına kaymasaymış. İzlendikten sonra iz bırakacak bir film değildi Gökkuşağının Yankısı ama film sonrasında yapımcı ile yapılan söyleşide, filmin yönetmen/senaryo yazarı Alex Law için ayrı bir önemi olduğunu öğrendik. Dikkat edilirse yönetmen ve filmdeki ailenin soyadı aynı. Zaten filmi bakış açısından izlediğimiz “Big Ears” yönetmenin ta kendisi imiş ve filmin büyük kısmı da onun anılarına dayanıyormuş. 14:00 – Festivalde Türk filmlerini sonradan vizyonda yakalamayı düşündüğüm için tercih etmediğimi söylemiştim. Bu seansta diğer filmi izlemiş olduğum için bir Türk filmini tercih ettim. Şanslı bir tercih yapmışım. Festival sonunda bu film, en iyi film, yönetmen ve erkek oyuncu ödülü alarak yarışmanın öne çıkan filmi oldu. Çoğunluk filmi orta-üst sınıf bir ailenin tek oğlu Mertkan’ın hayatından bir kesit alıyor. Mertkan ve babası Kemal, filmin adındaki “Çoğunluk”un hakkını verircesine ülkemizde ne yazık ki çok fazla örneğini gördüğümüz iki kişilik. Kemal, uzaktan saygıdeğer bir inşaat işi yürüten çevresinin sevdiği bir adam ama biraz içine girdiğinizde hak-hukuk gibi kavramlara hiç itibar etmeyen, oğlunu ezen, dişini geçirebildiğine şiddet uygulamaktan çekinmeyen, azınlıklara karşı aşağılayıcı bir tavrı olan bir adam görüyoruz. Mertkan ise muhtemelen ilerde babası gibi olacak ama genç yaşta hayata son derece ilgisiz, babasına zoraki olarak yardım eden, arkadaşları ile gece alemlerine çıkan ama ondan da zevk almayan, kız arkadaşı ile ilgili tek umursadığı şey ise onunla yaptığı seks olan bir karakter. Doğrusu çizilen bu iki karakter de, onları canlandıran Bartu Küçükçağlayan ve Settar Tanrıöğen de çok başarılılar. Yine de filmin kimi sıkıntıları da var. Pek çok ilk filmde gördüğümüz çok fazla konuya değinme durumu bu film için de geçerli. Aslında filmin yapısı gereği çok da yapıştırma durmuyor bu konular ama yine de biraz daha kısıtlansa daha iyi olabilirmiş. Bir de bazı konularda karakterlerin tavırları son derece sahici iken bazen de fazlaca yapay kalıyor. Mesela Mertkan’ın aslında ondan hoşlanmadığı son derece belliyken kızın ona fazlasıyla tutulması inandırıcı gelmedi. Yine de yılın önemli filmlerinden olacak belli ki ve Seren Yüce’nin sonraki filmlerini de merakla beklememizi sağlayacak.
135
Sinema 17:00 – Bir sonraki seanstaki Ateşkes (Waffenstillstand / Ceasefire) filmi, Irak’ta 24 saatlik bir ateşkes sürecinde Felluce’ye yardım götürmek isteyen beş kişilik bir grubu konu ediyor. Grupta iki gazetecinin olması, benzer savaşlarda gazetecilerin hikayelerini anlatan kimi Amerikan filmlerini akla getiriyor doğrusu. Zaten film de hareketli Amerikan aksiyon filmlerini andırıyor sıklıkla. Elbette ele aldığı konu, dönem ve mekan nedeniyle politik dokunuşları da var ama bunların üzerinde çok fazla da durmuyor. Açıkçası politik sosları da olan iyi bir aksiyon filminden daha öteye gitmediğini düşündüğüm bu filmin uluslar arası yarışmada en iyi yönetmen ödülünü alması şaşırttı beni kendi adıma. 20:00 – Günün son filmi ise uluslararası yarışma filmleri arasında benim favorim olacaktı. Öncelikle adı ile hemen ilgi çekiyordu zaten: Vittorio Meydanı’nında Bir Asansörde Medeniyetler Çatışması (Scontro di Civiltà per un Ascensore a Piazza Vittorio / Clash of Civilization Over an Elevator in Piazza Vittorio). Belki de bu yüzden festivalde yer alan yabancı filmler arasında en çok izlenenlerden biri oldu. Filmde Vittorio Meydanı’nda yer alan bir apartmanda yaşayan bir grup insanla tanışıyoruz. İçlerinde İtalyanlar olduğu gibi hatta onlardan daha da fazla, farklı farklı ülkelerden gelip İtalya’da ikamet eden insanlar var. Aralarında hem kişiliklerinden hem de milliyetlerinden doğan bazı çekişmeler varken bazen sıkı dostluklar hatta aşklar doğduğu da oluyor. Filmin başında bir süre karakterleri tanıyoruz, sonrasında aralarından birinin ölümü ile hikaye iyice şekillenmeye başlıyor. İyi yazılmış hikayesi ve başarılı karakterleri ile (bu karakterlerden İranlı Nurit’i Serra Yılmaz’ın canlandırdığını da ekleyelim) gayet başarılı bir filmdi. 14 Ekim Perşembe: 11:00 – Festivalin sonu gününü Gece ve Sis (Tin Shui Wai Dik Ye Yu Mo / Night and Fog) filmi ile açıyordum. Bir cinayet haberiyle açılan film, geriye dönüşlerle bu cinayetin nasıl işlendiğine götürüyor bizleri. Film, Wong Hiu-ling ve Lee Sam’in tanışmalarını, evlenmelerini ve sonu cinayete kadar giden hikayelerini anlatıyor. Ama bunu yaparken doğrusal bir çizgi izlemiyor. Hikayenin sonu ile başladığını söylemiştim, önce evliliğin sorunlu zamanlarına dönüyoruz, sonra yavaş yavaş tanışma hikayelerine dönüyoruz ki o kısımlarda ilişkinin nasıl olup da şiddet dolu bir hale döndüğüne dair ipuçları aramaya çalışıyoruz. Hatta kısa bir süre, kadın karakterin çocukluğuna kadar gittiğimiz oluyor. Üstelik bu zamanda gidip gelmeler bazen aynı planda bile olabiliyor. Filmin anlatım yapısı bu kadarla da kalmıyor ve polisin şahitlerden aldığı ifadeler de olaya dahil oluyor. Her ne kadar aile içi şiddet üzerine çarpıcı bir hikaye olsa da bu tip konuların benzerlerini çokça izledik. Bu nedenle filme esas değerini katan da bu anlatım yapısı oluyor. Toplamda çok önemli bir film olmasa da zayıf bir festivalin iyi filmlerinden biriydi. 14:00 – Aslında Emir Kusturica, Maradona ile ilgili yaptığı belgeselin gösterimine katılacaktı ama ülkemizden erken gitmek zorunda kalınca bu mümkün olmadı. Halbuki filmin üzerinden iki yıl (ve bir Dünya Kupası) geçmişken görüşlerini duymak güzel olurdu. Çünkü film orijinal adı olan Maradona by Kusturica’da da belirtildiği üzere Kusturica’ya göre Maradona’yı anlatıyor. Ortada Maradona’nın hayatını tarafsız bir gözle anlatan bir belgesel değil ona hayran bir sinemacı tarafından çekilmiş, Maradona’nın hayatından çok görüşleri ve çevresinde bıraktığı etki ile ilgili bir belgesel var. Filmi çeken yönetmen Kusturica olunca kendisini de geri çekmemiş. Maradona ile yaptığı söyleşilerde, soru soran kişiyi hiç görmediğimiz belgesellerin tersine, çoğunlukla o da önemli bir figür olarak perdede gözüküyor. Hatta zaman zaman kimi
136
Sinema olayları kendi filmlerinden sahneler eşliğinde anlatıyor. Film boyunca Maradona tam bir devrimci olarak çiziliyor, o Amerika’ya karşı tek başına kafa tutan bir figür, film boyunca defalarca izlediğimiz ve “yüzyılın golü” olarak nitelenen 1986 Dünya Kupası’nda İngiltere’ye attığı gol ile adeta bir ülkeyi sallayan bir isim. Hayatı boyunca peşini bırakmamış doping ve uyuşturucu konularında da hakkı yenilmiş biri olarak çiziliyor. Seyirci olarak bunların hepsine katılmasanız da film boyunca Maradona’yı dinledikçe onun etkisine girmemek kolay değil. Hele çevresindeki etkisini görünce, daha da ötesi ona adanmış bir kilise olduğunu öğrenince o etki daha da büyüyor (Maradona Kilisesi’ndeki evlilik törenini görmek bile filmi izlemek için yeterli bir neden olabilir). Hem futbol, hem sinemaseverler tarafından izlenmesi gereken bir filmdi. Ama tahmin ettiğimden az seyirci çekti nedense. 17:00 – Bu seans için yine uzun yıllar kayıpken Hollanda’da bulunan bir sessiz filmi seçiyordum yine. Kayalığın Altında (Beyond the Rocks) adlı 1922’de çekilen bu filmin başrollerinde dönemin iki starı olan Rudolph Valentino ve Gloria Swanson oynuyor. En başta bu iki oyuncuyu bir arada görmenin keyfini yaşamak için izlenmesi gereken bir film. Elbette bugüne göre çok farklı bir oyunculuk tarzından bahsediyoruz ama yine de her ikisi de kendilerindeki o star kumaşını filme yansıtıyorlar. Zaten film öncesinde ufak bir sunumunu izlediğimiz Martin Scorsese de benzer bir yorum yapıyordu. Filmin konusuna baktığımızda ise çok farklı bir şey görmüyoruz. Mecburiyetlerden dolayı zengin ve yaşlı bir adamla evlenen genç bir kız ve sonradan aşık olduğu bir asilzadeden oluşan bir aşk üçgenini var ortada. Çok orijinal bir konu değil belki ama gayet iyi anlatılmış. Dönemi için iyi bir film, günümüzde de hala izlenebilir bir seviyede olduğunu söylemek lazım. Görüntüler epeyce elden geçirilmiş olsa da hasarlı yerleri de belirliydi. Ama asıl problem ses bandında yapılan restorasyon çalışması idi. Arka plan için bir müzik yazılmış ve bu standart bir uygulama zaten. Ama bir de arka plan sesleri eklenmiş ki bu hiç hoş olmamış. Sessiz bir filmde arkada çatal bıçak sesleri, fısıldaşmalar ya da ezan sesleri duymak gereksiz, daha da ötesi kötü olmuş. 20:00 – Ve festivalin benim için son filmi. Onu Beklerken (L'uomo che verrà / The Man Who Will Come) filminde 2. Dünya Savaşı’nın son yıllarında bir İtalyan köyüne konuk oluyoruz. Bir yandan Alman kuvvetleri bir yandan da partizanların gölgesinde olabildiğince normal bir hayat sürmeye çalışan aileler ve filmin odağında dilsiz bir kız çocuğu, Martina. Bir kez daha önemli bir dönemi bir çocuğun bakış açısından yansıtmaya çalışan bir film var karşımızda ama bu kez başarılı bir örnek. Her ne kadar filmin merkezinde Martina rol alsa da diğer karakterler ve aralarındaki ilişkilere de yeteri kadar yer verilmiş. Filmin ilk yarısında dönemin atmosferi çizilirken ikinci yarıda gerçekten yaşanmış bir olay devreye girerek iç burkan bir finale doğru ilerliyor film. Gerçekten güçlü bir yapım olduğu söylenmeli. Zaman zaman Hristiyanlık ile ilgili çok fazla imge olması ve Alman askerlerinin katıksız kötü olarak çizilmesi dışında çok fazla rahatsız edici bir tarafı olmadı ve festival için güzel bir kapanış oldu. Festivalin ödülleri dağıtılırken ben Ankara’ya doğru yola çıkmış ve önümüzdeki festivalleri merakla beklemeye başlamıştım bile. Hasan Nadir DERİN http://sinemamanyaklari.com/
137
Pin-up