İÇİNDEKİLER 04-37 Unutulmaz Çocuk Dergileri Wuthering Heights (1992)
38-39 Yeni Çıkanlar - Alsancak Börekçisi 40-45 Öykü -Masaq 46-47 Haber- Studio Rodeo Ekibi Londra'daydı.
74.
Sayı ile tekrar birlikteyiz. Gölge e-Dergi'ye ulaşmak için http://golgedergi.blogspot.com Editör: Mehmet Kaan SEVİNÇ golgeedit@gmail.com Yayın Kurulu: Oğuz ÖZTEKER, Hasan Nadir DERİN, Sadık YEMNİ, Ahmet YÜKSEL, Melahat YILMAZ, Gülhan D SEVİNÇ, Zeynep BAYRAKTAR, Mehmet Berk YALTIRIK, Fatih YÜRÜR, Masis ÜŞENMEZ, Ali ÖZTÜRK Grafik Tasarım: Gülhan D SEVİNÇ Redaksiyon: Ceren ÇALICI Kapak: Ramazan TÜRKMEN Pinup: Mehmet Kaan SEVİNÇ Gölge e-Dergi internetten yayın yapan özgür ve özgün içerikli tam bağımsız bir dergidir. http://twitter.com/GolgeDergi http://issuu.com/GolgeDergi http://golgedergi/deviantart.com
48-50 Öykü - Çocukların Okumaması Gereken Saçma Sapan Masallar Serisi 51-52 Yeni Çıkanlar- Anadolu Korku Öyküleri Cilt-2 53-57 Çizgi Roman-Bulut 58-61 Öykü- Cenazenin Düellosu 62-63 Sinema- Gezici Festival 19. Yolculuğa Hazırlanıyor. 64-69 Çizgi Roman - Dünya 70-71 Sinema - Yepyeni ve Farklı Bir Sinema Deneyimi : Başka Sinema 72-89 Sinema-Ekim Ayı, Film Ayı 90 Pinup
So far, far away… İşte bundan 3 sene filan önce kadardı… Gölge e-Dergi’nin kadim editörü Ahmet Yüksel 3 senelik süreçte sağolsun ‘her ayın birinde masa üstünüzde, ilk okuyan siz olun’ düsturundan vaz geçmeden bizleri Gölge e-Dergi ile buluşturdu… Her ay onca işi bir araya getirip bir dergi halinde okurlar ile buluşturmak bir hayli yorucu bir iş, bilenler bilir… Haklı olarak bu kadar yoğunluğun sonucu belli bir yorgunluk oluşuyor. Ahmet’de bu koşturmacada, her ay dergiyi yetiştirme telaşında epey bir yorulmuştu, dinlenmesi, kafasını toplaması gerekiyordu. Editörlük nöbetini ben devraldım, 3 sene boyunca karınca, kararınca Gölge e-Dergi'yi takipçileri ile buluşturduk… Şimdi dinlenme sırası bende herhalde… 3 sene önce devir aldığım Gölge e-Dergi editörlüğünü, 3 sene sonra tekrardan kadim editörümüz Ahmet Yüksel’e devrettim… Demek ki neymiş Gölge e-Dergi editörlüğü yorucu olduğu için her üç senede bir editör değişikliği gerekiyormuş. Şaka bir yana sağlık sorunlarım ve artan iş yoğunluğum nedeni ile son zamanlarda yazar çizerlerimizin maillerini anında yanıtlamakda gecikmeye başladım… Ben hızlı çizerim, hızlı konuşurum ama hızlı yazamam, serde gevezelik de var, bir maili uzun uzadıya tek parmak ile yanıtlamak hayli uzun sürünce diğer mailleri yanıtlamakda gecikmeler başladı. Sonrasında araya ‘hep’ acil işler girince de unutur oldum… Daha karga’lar kahvaltıya başlamadan, sabahın kör karanlığında saat 6’da güne başlayıp gecenin bir yarısı 24’e kadar masa başında olmama rağmen zaman yetmiyor… Ama her şeye rağmen bu işin bahanesidir ‘The Show Must Go On’ Gölge e-Dergi şu ya da bu şekilde yayınlanmaya devam etmeli… Gölge e-Dergi’nin gölgesi her geçen gün daha da büyüyor. Ara da bir Ahmet ile konuşuyorduk ‘Gölge e-Dergi’yi kapatmanın zamanı geldimi acaba. Gölge e-Dergi işlevini tamamladımı? Zirvedeyken bitirsek mi? ‘ diye !.. Gölge e-Dergi’yi kapatma konusunu Ahmet’in haricinde yazar, çizer ve okurlarımızın bir kısmına açtığımda sağolsunlar her kesimden itiraz geldi Gölge e-Dergi’nin devam etmesi konusunda… Ben de pil bitti, tamam şu ya da bu şekilde dergiyi her ay takipçileri ile buluşturmaya devam ettik ama arada iletişim konusunda kopukluklar yaşamaya başladık… Ahmet’e dedimki ‘Bak aga editör ben isem diyorumki gel dergi’nin başına tekrardan sen geç, yok kadim editör sen isen o zaman bıraktığın yerden devam et’ işte böyle… Yok hemen sevinmeyin öyle bir yere gittiğim yok kendim kendi kendimi Genel Yayın Yönetmeni ilan ettim, yani demoklesin kılıcı gibi en tepeye kuruldum… Yetmezmiş gibi üstüne üstlük çizgi roman ve yazılarımla dergiye tebelleş olmaya devam edeceğim, hatta ve hatta Gölge’nin internet sayfasını geliştireceğim… ‘Yaşasın özgürlük… Bundan sonra ben de sezon,sezon dizi izleyeceğim, çizgi roman, kitap okuyabileceğim’ desemde çok inanmayın, ben de inanmıyorum, hep buralarda bir yerlerde olup üretmeye devam edeceğim… Kadim editörümüz Ahmet Yüksel’e editörlüğü tekrar kabullenerek bana dinlenme fırsatı verdiği için çok teşekkür ediyorum, hayırlı olsun… Bu güne kadar yazıp çizdikleri ile Gölge e-Dergi’nin oluşmasında emeği geçen,destek veren tüm dostlara çok teşekkür ediyorum. Sürçü lisan ettiysek affola… The King is dead, long live the king
3
Eski editör, yeni büdütör Mehmet Kaan SEVİNÇ
Unutulmaz Çocuk Dergileri
Golge e-Dergi Özel Dosya Unutulmaz Çocuk Dergileri
Osmanlı Türkçesiyle Basılmış Çocuk Dergileri
Proje: Mehmet Kaan SEVİNÇ Editörler: Ahmet YÜKSEL, Fatih YÜRÜR
Ülkemizdeki çocuk dergilerinin mazisinin Osmanlı dönemine dek uzanmakta olduğu bilinmektedir. Neyse ki ihmal edilmiş bir araştırma konusu da değildir, yazının kaynakçasından görebileceğiniz üzere hakkında pek çok araştırma yapılmıştır. Üstelik yakın zamana kadar bununla ilgili sergi çalışmaları ve kitap basımları da gerçekleştirilmiştir. Mesela 2011’de Bağcılar’da “Evvel Zaman İçinde Çocuk Dergileri Sergisi” adı altında 1869’dan 1928’e dek yayınlanmış toplam 54 adet Osmanlı Türkçesi’yle yazılmış çocuk dergisi sergilendiğine büyük ilgi görmüştür. Bu sergi aynı isimle Ayşe Kasap tarafından kitaplaştırılmış ve Sultanbeyli Belediyesi tarafından resimli prestij kitabı olarak basılmıştır. Daha 1999 yılında konuyla ilgili yetkin bir araştırma Cüneyd Okay tarafından “Eski Harfli Çocuk Dergileri” adıyla yayınlanmıştır. İş bu yazıda, bu çocuk dergilerinin hepsinden değil bunlarla alakalı enstantanelerden bahsedilecektir ancak arzu eden okuyucu kaynakçadan istifade ederek daha detaylı bilgilere de ulaşabilir. İşte Osmanlı ve Erken Cumhuriyet döneminden çocuk dergileriyle ilgili bazı noktalar: Türk edebiyatında çocuk dergileri ilk kez Tanzimat döneminde basılmaya başlamıştır. Eski harfli örnekler bazında ilk basılan çocuk dergisi “Mümeyyiz”dir ve 1869-70 arasında basılmıştır. Eski harfli basılan son çocuk dergisi ise 1927’de basılan “Çocuk Yıldızı” adlı 10 sayılık dergidir. Osmanlı döneminde basılan çocuk dergileri sadece eski harflerle basılanlar değildir, Osmanlı tebaasındaki gayrimüslim cemaatlerinin çıkardığı çocuk dergileri de vardır. İzmir’de 1921’de Protestan Ermeni cemaatince basılan “Yıldız” dergisi gibi. Selanik’te Osmanlı Türkçesi harfleriyle basılan ilk çocuk dergisi 1875 tarihli “Ayine” dergisidir. Batılı anlamda basılan ilk çocuk dergisi, Avrupa ve Osmanlı’dan haberlerle, Batı’daki yeni keşif ve gelişmelerden bahseden içeriğiyle 1876 yılında basılan “Arkadaş” dergisidir. Günümüze dek anlatılagelmiş bazı masallara ve hikâyelere yer verilen ilk çocuk dergilerinden biri 1882 tarihli “Çocuklara Arkadaş” dergisidir ancak Mümeyyiz dergisinde de benzer içerikler söz konusudur.
4
5
Unutulmaz Çocuk Dergileri
Unutulmaz Çocuk Dergileri
Türkiye’de Çocuk Dergileri
Kız adını kullanan ilk çocuk dergisi 1896 basımlı “Çocuklara Mahsus Gazete”dir. Bundan önce çocuk dergilerinde başlığın altındaki yazılar: “Beyler, Efendiler” olurken bu dergide erkek ve kız çocuklarına hitap edilmiştir. Yine İstanbul dışında yayınlanan ilk dergilerden biri 1897 yılında basılan “Çocuklara Rehber” dergisidir. 1913’te basılan “Çocuk Bahçesi” adlı dergi, dil ve imlâ konusunda ilk köklü değişikliklerin görüldüğü dergidir. Aynı dergi çocuk dergisi olmasına rağmen Balkan Savaşı gibi konuları itibariyle daha ziyade büyüklere hitap etmektedir. Dergilerde görmeye alışkın olduğumuz “Okurdan Gönderilen Mektuplar” gibi bu dönem dergilerinde de özellikle daha Mümeyyiz dergisinde böyle bir kısım olduğu görülmektedir. Ayrıca daha bu dergiden itibaren fıkra ve esprilerin yazılı olduğu kısımlar da vardır. Nasihat ve uyarı metinleri, ansiklopedik bilgiler de daha Mümeyyiz dergisinden itibaren çocuk dergilerinde yer almıştır. Kaynakça: http://kultursanat.bagcilar.bel.tr/icerik/193/6338/osmanlida-cocuk-dergileri-sergisi.aspx http://www.sabah.com.tr/Cumartesi/2012/01/07/osmanlica-cocuk-dergileri Cüneyd Okay, Eski Harfli Çocuk Dergileri, Kitabevi Yayınları, İstanbul 1999. Selçuk Tıla, “Tanzimattan Günümüze Çocuk Edebiyatı ve Bazı Öneriler”, Hece Dergisi, Sayı: 104-105, Çocuk Edebiyatı Özel Sayısı, Ağustos-Eylül 2005. Hüseyin Şimşek, “XIX. Yüzyıl Çocuk Dergiciliği ve Eğitsel İşlevi Üzerine”, Milli Eğitim Dergisi, Sayı: 151, Temmuz-Ağustos-Eylül 2001. Mehmet Alparslan Küçük, “Anadolu’da “Protestan Ermeni Milleti”nin Oluşumu”, Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, 50:2, 2009. Gülden A. Pınarcı, “Çocuk Dergileri”, Atılım Üniversitesi E-Bülten, Sayı: 30, Haziran 2013. Celal Aslan, “Bahçe Dergisi (1908-1910)”, Bilig, Güz 2008, Sayı: 47. Yavuz Bayram, “Türk Edebiyatının İlk Çocuk Dergisi: Mümeyyiz (1869-1870)”, Hece, Sayı: 104-105, Çocuk Edebiyatı Özel Sayısı, Ağustos-Eylül 2005. Mehmet Berk YALTIRIK
6
Önce herhalde şu ayrımı yapmalıyız. Çocuk için çıkarılmış her dergi çocuk dergisi kapsamına girer mi? Bu sorunun karşılığını ve doğru cevabını bulmak için çocuk denilen yaş kuşağının bireyi ne ister, verilenden memnun kalır mı gibi soruların da cevaplandırılması gerekir bence. Konuyu doğru yoldan ilerletmemiz için o vakit zaman tünelinde biraz geriye gidelim, ülkemize ilk giren dergilere biraz bakalım. Otuzların ortasında çıktı ilk çocuk dergilerimiz, oysa Dünya’da ilk çocuk dergilerinin tarihi çok eski. Örneğin 1890’larda çıkan, hristiyan dünyasının kurallarını misyonerler vasıtasıyla yayarak çeşitli ülkelere de ulaşan Fransızca NOEL dergisinden bahsedebiliriz. Cumhuriyet kurulduktan sonra yeni bir kuşak yetiştirilecekti ve bu kuşağın büyümesi, örf adetlerini öğrenmesi, okuması, tarihini keşfetmesi ve etik olarak hatasız bir şekilde veya en az hata ile gelişmesi gerekmekteydi. Devlet bu şekillendirme işine önem veriyordu ama bu görevi layıkıyla yerine getirmek üzere dergiler de üzerlerine düşeni yapacaktı. Hem çocuğa okuma zevkini aşılayacak hem de onu eğlendirerek eğitecek alan dergi alanıydı ve o dönemde eğitimcilerin başı çektiği AFACAN ve BİNBİR ROMAN gibi çok sayıda dergi, çocuklar ve gençler için başka hiçbir etkileyici aracın olmadığı dönemde hafızalara kazınacak denli başarılı oldular. Bir dergi sadece eğitici bilgiler vererek çocuğa pek ulaşamaz. Çocuğu ilgilendiren macera olgusu ve eğlencedir. İşte bu dergiler Amerikan altın çağının resimli romanlarını yayımlayarak ve bu bölüme giderek ağırlık vererek kuşağı etkilediler. O zamanlar için uzay bir bilinmezdi. BAYTEKİN (Flash Gordon) , BRİK (Brick Bradford) gibi çok önemli çalışmalar, ayrıca o dönem için bugünkü kadar keşfedilmemiş gizemli orman kavramı ve barındırdıkları (TARZAN), sihirbazlık ve maceranın karışımı MANDRAKE ve sayısız örnek çocukların hayaliyle birebir örtüştü ve onların hayal gücünü geliştirdi. Bu açıdan bakıldığında çizgi roman sanatının çocuk dergilerinin vazgeçilmez unsurlarından biri olduğu ortaya çıkar. Dolayısıyla bütün çizgiroman dergilerini çocuk dergileri kapsamına sokmak da mümkündür. Ancak çocuğun gelişimi için sadece eğlence unsurları ve onun hayal gücünü geliştirecek mekanizmalar yeterli değildir. Dergilerin metin ve görselliği birlikte ihtiva etmeleri daha sağlıklıdır ve bu bileşke daha oturmuş bir çocuk dergisi profili ortaya çıkarır. Bu tanıma uygun önemli dergilere sahiptir Cumhuriyet tarihimiz. Ama önce bazı sıra dışı serilere kısaca bir göz atalım. Bu serilerden bir tanesi Fransız çizerin zannedersem yeğeninin fotoğraflarından yararlanarak hazırladığı, bizde AYŞEGÜL adı verilen ve SÜMER YAYINEVİ’nden çıkan ilk baskısından itibaren çok çok sevilen, ailelerin mutlulukla kabul ettiği dizidir. Kız çocukları için – gerçi biz erkekler için de çok önemliydi – model bir seridir. Diğer seri ise aslında okulların çıkarttığı KÜME dergileriydi. Bu sarı kağıda basılmış dergilerde ağırlıklı olarak ilkokul bilgileri bulunur ve
7
Unutulmaz Çocuk Dergileri
Unutulmaz Çocuk Dergileri
ŞEN ÇOCUK
Kaya Özkaracalar
genellikle son sayfasında renkli bir resimli roman yer alırdı. 1930 ve 40’lar neslinden sonra gelen kuşak için ise daha ön plana çıkan, dengesi iyi ayarlanmış iki dergi vardı. Biri Tahsin Demiray’ın ÇOCUK HAFTASI, diğeri de DOĞAN KARDEŞ. Her iki dergi de okurlarla kurdukları iletişimin gücü sayesinde unutulmazlar arasına katıldı. Bunlardan DOĞAN KARDEŞ’in çıkış öyküsü acıklıdır ama bu durum yüzbinlerce şimdinin yetişkin insanının çocukluklarının zevkli geçmesine sebep olmuştur. Yapı Kredi Bankası’nın kurucusu Kazım Taşkent’in ve eşinin yaz tatili için İsviçre’ye gönderdikleri oğulları bir çığ düşmesi sonunda Lozan’da vefat eder. Acılı aile çocuklarının ismini alan dergiyi Türk halkına armağan eder. Dergi her şeyden evvel çocuğun toplumun şekillenmesindeki önemini ve ona gösterilmesi gereken sevgiyi vurgular. 60’ların ortasında yapılan şekil değişikliği ile daha fazla çizgiroman örneği (ATEŞTOP, TARZAN, Özcan Eralp’in AKDENİZ ŞAHİNİ, Sedat Alkan’ın ALİŞ ile MAVİŞ gibi serileri, vs) sayfalara yedirilir. Doğan Kardeş neredeyse tüm ebeveyn ve öğretmenlerin ortak kabulu ile çocuklara ulaştı ve önemli satış rakamlarına erişildi. Diğer Bankaların da bu alana eğilmesi sonucunda çeşitli dergiler çıkarıldıysa da DOĞAN KARDEŞ’in etkisinin yanına bile varamadılar. Bence Çocuk dergilerinin en önemli özelliklerinden birisi haftalık olmalarıydı ve bu hızlı tempo çocuğun okuma enerjisiyle doğru orantılıydı. Yetmişlerde televizyonun ülkemizde yeni yeni yayıldığı dönemlerde çıkan GIRGIR mizah dergisini de aslında her yaşa yönelik bir dergi olarak tanımlamalıyız ki çocuklar için keşfedilmesi gereken farklı bir alandı GIRGIR mizahı. Ama asıl yeni patlamayı çocuk dergileri alanında MİLLİYET ÇOCUK ve daha sonra da TERCÜMAN ÇOCUK yarattı. Fransız Belçika mizahi macera çizgiromanları RED KİT ve TENTEN ilkinin lokomotifleriydi ancak çizgiroman tarihinin hemen tüm bilinen örneklerini sayfalarında genç okurlarla tanıştırdılar. TERCÜMAN ÇOCUK’un unutulmazı ise bizim ustamız ŞAHAP AYHAN’ın Amerikan Altın Çağının en büyüğü ALEX RAYMOND’a göndermelerle dolu TENGİZ adlı eseriydi. Çok uzun olması gereken , çeşitli nedenlerden dolayı kısa tuttuğumuz yazıyı toparlar isek bence çocuk dergileri denildiğinde çizgiromansız bir alan düşünülemez. TEKSAS TOMMİKS gibi o zaman eleştirilen örnekler bile çocuğun ihtiyacı olan açık hava ve doğa duygusunu çocuğa vermiş, onu tabiata karşı değil onunla uyuma yönlendirmiştir. Güzel değerler, örneğin dürüstlük gibi, arkadaşlığın önemi gibi, sevgi gibi unsurlar sayfalardan çocuğun iç dünyasına doğru doyasıya aktı bence. KARAOĞLAN, TARKAN ve diğerleri sayesinde kendi tarihimize ilgi duyar olduk. Şu an düşünüyorum da çocuklar için bir dergi bulunmuyor. Niye mi? Çocuklar çok çabuk yetişkinliğe geçiyor. Şiddet sayesinde, şiddetin her alana sirayet etmesi nedeniyle. Çocukların artık edebiyatta, sinemada , bilgisayarda bence korunması artık çok zor. Onlar çok hızlı katı yetişkinlere dönebiliyorlar. Ve bizlerde bu durumu sadece seyrediyoruz. Getirilen uygulamalar ise özü kavramaktan çok uzak geliyor bana. Hüsnü ÇORUK
8
2’nci Dünya Savaşı’nın bitmesinden sonra ülkemizde çıkan ilk çocuk dergilerinden biri olan Şen Çocuk, hem yerli üretim sıradışı bir çizgi romana yer vermesi, hem de sol dünya görüşlü veya bu kökenden gelen yazarları kadrosunda barındırmış olması açısından ilginç bir yayındır. 1945’te yayınlanmaya başlanan haftalık Şen Çocuk, bu ismi taşıyan ilk çocuk dergisi değil. Milli Kütüphane kayıtlarına göre 1932’de Mehmet Şükrü adında bir yayıncı aynı adlı ama onbeş günlük bir dergi yayınlamaya başlamış ancak bu iki dergi arasında bir bağlantı olduğuna dair bir ipucu yok. İlk sayısı 14 Kasım 1945’te yayınlanan Şen Çocuk’un sahibi ve genel yayın müdürü önce Bekir Arkın, 23’üncü sayıdan itibaren ise Bahaddin Yüksel. Ancak dergi künyesinde ilk sayıdan itibaren “yazı, teknik, tertip işleri” sorumlusu olarak R. Gökalp Arkın adı yeralıyor ki bu isim ileride Türkiye’de yayıncılığın uzunca bir dönem önde gelen isimlerinden olacaktı. Pek çoğumuz için Arkın’ın adı ilkokuldan itibaren elimize geçen atlasların yayıncısı olarak belleğimize kazınmıştır. Şen Çocuk’ta görev yaptığı dönemde aynı zamanda ilk öğretim müfettişi olan Ramazan Gökalp Arkın, 1960’ların başında Arkın Kitabevi’ni kurarak ansiklopedi, vb kaynak kitaplar başta olmak üzere çok değişik türlerde kitaplar yayınlamaya girişmişti. Arkın Kitabevi’nin çocuklara dönük dergicilik alanındaki bir yayını ise 1966’da çıkardığı kısa ömürlü Renkli Miki adlı haftalık çizgi roman dergisidir.
9
Unutulmaz Çocuk Dergileri
Unutulmaz Çocuk Dergileri
1948’te katledilmesinin ardından Türkiye’den ayrılarak sosyalist ülkelere yerleşecek ve hatta 1958’de Leipzig’de Türkiye’ye dönük olarak yayına başlayan Bizim Radyo adlı TKP radyosunun spikerliğini üstlenecektir (2). Şen Çocuk yazarları arasındaki bir diğer solcu yazar ise dergide ‘Ben Dalgın Adamın Biriyim’ adlı öyküsü tefrika edilen ünlü Aziz Nesin’dir. Kaderin ilginç bir tedadüfü ise, Nesin’in 1960’lı yıllarda bir yurtdışı seyahati esnasında TKP ile irtibat kurduğunda kendisiyle görüşen isimlerden birinin Erdinç olmasıdır (3).
‘Atom Çocuk’ Şen Çocuk’un ilk sayısının kapağı ‘Atom Çocuk’ başlıklı bir yerli üretim çizgi roman dizisinin ilk bölümüne ayrılmıştı. İleriki sayılarda önce arka kapağa, sonra renkli orta sayfalara aktarılacak olan ‘Atom Çocuk’, radyodan atom bombası hakkında haberleri dinleyen bir çocuğun, bir grup arkadaşıyla birlikte, atom sırlarını ele geçirmek üzere ABD’ye yaptığı yolculuğu anlatır. Bu yolculuk onları bilahare egzotik mekanlara da götürecek ve başlarından ilginç serüvenler geçecektir. Aynı yıllarda Çocuk Haftası dergisinde de sıklıkla görülmeye başlanan diğer yerli çizgi romanların çoğu konuları itibariyle tarihsel nitelikli çalışmalar iken ‘Atom Çocuk’un güncel çıkışlı bir anlatıya sahip olması dikkat çekicidir. ‘Atom Çocuk’ta çizer imzası görülmezken “Yazanlar: Nihal Karamağralı ve Vala Nurettin” ibaresi yeralır. Vala Nurettin, Nazım Hikmet’in gençlik yıllarındaki en yakın dostudur, hatta Moskova’da birlikte öğrenim görmüşlerdir. Türkiye’ye döndükten sonra kısa bir süre yasadışı Türkiye Komünist Partisi (TKP) içinde yeralan Vala Nurettin, çok geçmeden partiden ayrılmış ve/veya ihraç edilmiştir (Nihal Karamağralı onun eşidir). Şen Çocuk kadrosunda yeralan bir diğer eski TKP’li ise dergiye ‘1001 Soru Cevap’ sayfasını çevirmen olarak hazırlayan Hasan Ali Ediz’dir. Bugün Rus klasiklerini Türkçe’ye kazandıran isim olarak bilinen Ediz, TKP’nin eski merkez komitesi üyelerindendir, hatta bir dönem (1929-30) partinin Türkiye sorumlusu pozisyonunda dahi bulunmuş ama 1939’da partiden ihraç edilmiştir (1). Bu iki eski TKP’linin yanısıra Şen Çocuk’un yazarları arasında ileride TKP’ye katılacak olan dönemin toplumcu-gerçekçi genç öykücülerinden Fahri Erdinç de yeralmaktadır. Şen Çocuk’ta ‘Simitçi’ adlı bir öyküsü tefrika edilen Erdinç, Sabahattin Ali’nin
10
Ferdi Tayfur’dan Lorel Hardi Şen Çocuk’ta yayınlanan tek çizgi roman ‘Atom Çocuk’ değildi, hatta derginin ilk yılında çizgi romanlara nispeten bir hayli geniş yer vermiş olduğu söylenebilir. İlk sayının arka kapağında “Yazan: Ferdi Tayfur” ibaresiyle ‘Stan Lorel Oliver Hardi’ başlıklı bir çizgi roman tefrika edilmeye başlanmıştı. Lorel-Hardy filmlerinin Türkçe seslendirmesini de yapmış olan dönemin ünlü seslendirmecisi ve şovmeni Ferdi Tayfur’a atfedilen bu çizgi roman dizisinin ‘Atom Çocuk’tan daha popüler olduğu düşüncesiyle olsa gerek, ‘Stan Lorel Oliver Hardi’ 5’nci sayıdan itibaren kapağa alınacak, ancak 15’inci sayıdan itibaren dergi kapaklarında çizgi roman yeralması uygulanmasına son verilmesiyle birlikte tekrar arka kapağa geri dönecekti. Derginin kapakları gibi renkli basılan orta sayfalarından birinde ise ilk sayıdan itibaren ‘Pinokyo’ çizgi romanı yayınlanmaya başlamıştı. Şen Çocuk’ta yayınlanan ‘Pinokyo’, Disney’in Türkiye’de 1942’de Canlı Bebek adıyla gösterilmiş olan Pinocchio (1940) adlı uzun metraj çizgi filminin ABD’deki prömiyeri öncesinde ve sonrasında Amerikan gazetelerinin Pazar eklerinde yayınlanmış çizgi roman uyarlanmasının Türkçe edisyonuydu. Senaryosu Disney’in günlük ve haftalık pek çok gazete çizgi roman serisinin senaryosunu yazmış olan Merrill de Maris’e ait olan bu uyarlamanın çizimleri, aslen Disney’in poster, vb hazırlayan departmanında çalışan bir ilüstratör olan Hank Porter’ın çizgi roman mecrasındaki nadir çalışmalarındandır. Ancak ne yazık ki tüm Pazar serileri gibi orjinali yatay formattaki bu çizgi roman serisi, Şen Çocuk’un tam sayfa dikey formatına göre kareler modifiye edilerek kopyalanırken Porter’ın görsel kompozisyonları büyük ölçüde tahrif edilmişti. Maris ve Porter’ın bu Pazar çizgi roman serisi ülkemizde yıllar sonra, 1979’da Tay Yayınları’nın haftalık Miki dergisinde yeni, daha özenli ama yine modifiye edilmiş bir başka Türkçe edisyonla tekrar yayınlanacaktı (Türkiye’de 1956’da Pinokyo ve 1969’da Bambi dergilerinde yayınlanan ‘Pinokyo’ çizgi romanları ise bu Pazar çizgi romanının yeni edisyonları değil, Amerikan çizgi roman dergilerinde 1940’ların ikinci yarısında yayınlanmış yine Disney patentli iki ayrı uyarlamanın Türkçe edisyonlarıdır).
11
Unutulmaz Çocuk Dergileri
Unutulmaz Çocuk Dergileri
Şen Çocuk’un ilk sayısındaki bir duyuruda Miki’nin yerli üretim serüvenlerinin de dergide yeralacağı duyurulmuş olmasına karşın derginin koleksiyonumda bulunan ilk 24 sayısında bu vaadin gerçekleşmemiş olduğunu, daha sonraki sayılara ilişkin elimdeki numunelerde de gerçekleşmiş olduğuna rastlamadığımı söyleyebilirim. Bu duyuruya eşlik eden ilüstrasyon ise Britanya’da yayınlanan Mickey Mouse Weekly dergisinin 8’inci sayısının kapak ilüstrasyonun modifiye edilmiş siyah beyaz bir versiyonudur ki bu ilüstrasyon ülkemizde daha önce Afacan dergisinin 76’ıncı sayısının kapağında aslına sadık bir baskıyla kullanılmıştı. Şen Çocuk’un ilk sayısında yayınlanmaya başlanan dördüncü çizgi roman dizisi ise ön kapak içinde siyah beyaz olarak yayınlanan ‘Sakar ile Acar’dır. Amerikan gazete çizgi roman serisi ‘The Katzenjammer Kids’ / ‘The Captain and the Kids’in modifiye edilmiş Türkçe edisyonu olduğu anlaşılan bu seri 15 sayıda tamamlanmış, 16’ncı sayıdan itibaren yerini “Çizen: Ali Parmakerli” ibaresiyle takdim edilen ‘Cin Ali’ye bırakmıştır. Arka kapaklarda ise 37’nci sayıdan itibaren ‘Vatan Sürgünü’ başlıklı ve yabancı menşeili bir çizgi roman yayınlanmaya başlamış, daha sonra onun yerine ‘Gılgamış Destanı’ adlı bir başka çizgi roman başlamıştır. Son sayılarda orta sayfaların renkli basımına son verilmiş ve dergideki çizgi romanların oranının azalmış olduğu gözlenen Şen Çocuk’un 1947’nin başlarına kadar yayın yaşamını sürdürdüğü, en az 60 sayı yayınlandığı anlaşılıyor. Dipnotlar: (1) 1926-1927 TKP MK Tutanakları: Büyük Kırılma, çev.: Sinan Dervişoğlu, TÜSTAV (Istanbul: 2007), sf. 432. (2) Dr. Hayk Açıkgöz, Bir Anadolulu Ermeni Komünistin Anıları, Belge Yayınları (Istanbul: 2006), sf. 487488. (3) 1963-1965 TKP Belgelerinde İşçi-Demokrasi Hareketi ve TİP, der.: Erden Akbulut, TÜSTAV (Istanbul: 2003), sf. 350-362.
12
Çocuklar, dünya da masumiyetin simgesi… Geleceğin emanetçisi… Yaşamın en neşeli hali… Düşlerin en çılgın kahramanlarıdır. İşte bu yüzden çocukların dünyası, en uçuk hayallere erişebilecek kadar özgür ve en küçük bir yanlışı kaldıramayacak kadar hassastır. Bu sebeple büyüklerin çocukların dünyasına ulaşabilmesi biraz zor ve özveri isteyen bir iştir. Bu sebeple, çocuklar için hazırlanan her türlü yayın ve yapım bin elekten geçirilir. Hatta hepimizin başından geçen çocukluk dönemini yeniden anlayabilmek için pedagojik eğitimler falan alırız. Anlayacağınız çocuklara yönelik çalışmalar oldukça hassas konulardır. Çünkü onlar için atacağımız her adım gelecekteki kuşakların iyi ya da kötü bir insan olmasını sağlar. Bu yüzden okuma kültürümüzün önemli bir parçasını oluşturan dergilere de bu hususta büyük roller düşmektedir. Çocuk dergilerinin daha nitelikli ve özenli olması gibi… Yani dergilerin okuma kültürüne sağladığı katkının yanı sıra, burada yer alan hikâyelerin, oyunların, çizgi romanların çocukların hayatı keşfetmelerine yardımcı olurken, çocuklara eğlenceli bir şekilde rehberlikte etmeleri gerekir. Örneğin çizgi romanlar modern masallardır… Bir dönem Diyanet Çocuk Dergisi’ne böylesi hizmetler verdiğimden ve uzmanlık alanım olması nedeniyle de sanırım işin en çok bu kısmına dikkat ediyorum. Sizlere kendi çocukluğumdan örnek vermek istiyorum. 1980 ve sonrasında takip ettiğim Tercüman Çocuk, Türkiye Çocuk, Doğan Kardeş gibi dergiler ile haftalık Karaoğlan ve Tarkan fasikülleri, (teknoloji ve internetin olmadığı) o zamanki koşullarda hayatımda önemli bir yer tutuyordu. Mesela Tarkan'ın bu anlamda çocukluğuma katkısı muazzamdır. Kimi serüvenlerinde Sezgin Burak hayal gücünü uçurmuştur. Bir kere hikâyeleri çok inandırıcıydı, özgündü ve sürükleyiciydi. Fantastik bir yanı da vardı. Çarşamba günlerini iple çekerdim. Ejderhalar, kutsal kılıçlar, sarkıtlı mağaralar, sisli ormanlar, devler, şatolar, uçurumlar, büyücüler, denizler, eli kırbaçlı kadınlar... Bizans, Roma, Arena, Vikingler, Stepler, Çin… Kurtlar arasında kurt sütü emerek büyümesi vs. gibi yok yoktu. Bu serüvenler beni öyle etkilerdi ki kendimi at sırtında maceradan maceraya koşan kılıçlı kahraman Tarkan'a benzetmeye çalışırdım. Çizgi romanda yer alan detaylar; elbiseler, aksesuarlar ve tarihi dekorlar gerçeği kadar başarılıydı. Saçının şekli, kılıcı, kurt başlı kalkanı... Bu kostümleri ben de kuşanıp, o büyülü atmosferi birebir yaşamak isterdim. Bir gün babamdan yalvar yakar, Tarkan kılıcı istemiştim. Babam da bu kutsal görevi mahallemizin marangozuna vermişti. Marangozun bana özel yaptığı Tarkan kılıcı, artık benim güç kaynağım olmuştu. Ve küçük Tarkan olarak ben de mahallede maceradan maceraya koşuyordum. Bugün ise benimle süregelen at sevgisi, iyi bir at binicisi oluşum hep Karaoğlan'ın Yağmur'la olan dostluğundandır. Yani Türklük bilincimi Tarkan'a, yufka yürekli duygusallığımı, insancıl yönümü ve deli dolu delişmenliğimi Karaoğlan'a borçluyum diyebilirim. Karaoğlan Tarkan'ın tam zıddıydı. O barışçıydı, halkın yanındaydı. Kavgacı değildi, ama gerektiği yerde de bundan kaçınmayan biriydi. İyinin dostu, kötünün düşmanıydı. İşi gereği (rehber olduğundan) dünyanın her yerine gider, serüvenden serüvene atılırdı. Asya Kaplanı nam yiğidimizin kişiliğinde, -çizerinin deyimiyle- yaşadığı dönemle günümüz kafa yapısı bütünleşmiştir.
13
Unutulmaz Çocuk Dergileri Sonra bilim kurgu yönümüzü besleyen Baytekinimiz olan Tengiz vardı. Şahap Ayhan iyi ki bizi ondan yoksun bırakmamış. Bunun yanı sıra Tercüman Çocuk'taki Tunga, vahşi doğayı sevmemi ve maceracı bir kişiliğe sahip olmamı sağlamıştır. Hakeza Marco Polo... Türkiye Çocuklarda Hızır Bey'ler, Yüzbaşı Volkanlar, Aktolga’lar, ek çizgi romanlar, klasikler... Saymakla bitiremeyiz. Hele Yalçın DAĞLI’nın kapaklarının seyrine doyum olmazdı. İşte benim maceracı ruhum, karda kışta dağlarda yatışlarım; sarı sıcak harmanlar arasında kayboluşlarım, hep bundandır. 80'li yıllarda yine Suat Yalaz’ın Hz. Muhammed’in Hayatı, Dört Halife Devri, Halid Bin Velid gibi çok sayıda dini çizgi romanı da hala hafızamda tazeliğini korumaktadır. Hepsi çocukluk düşlerimizden günümüze uzanan kilometre taşlarıdır. Çocuk dergilerinde yer alan çizgi romanlar, hayal dünyamın genişlemesine yardımcı olurken, yeteneklerimi keşfetmemi de sağladı ve sağlam bir tarih bilincine sahip oldum. O yüzden kökenlerle ilgili konuları seviyoruz. Şanlı geçmişimizin Türk destanlarıyla büyüdük biz. Genimizde var mefkure dediğimiz şey. Şimdi ki çocuklarımız da bu zevkten, bu bilgilerden mahrum kalmamalıdır. Her eve içinde çizgi romanlar olan, dolu dolu bir çocuk dergisi girmelidir. Çocuklara ideal aşılamak, düşünce ve fikirleri konusunda realist olmalarına yardımcı olmak; ideali olan çocuk dergileriyle, öykülerle, çizgi romanlarla onları buluşturmakla mümkün olur. Çocuklarımızı çizgi romanlarla binlerce yıllık Türk tarihiyle tanıştırmalıyız. Türk bilincini anlatmak, Türklerin gizemli yapılarını, muazzam fetihlerini ve ilimle yoğrulmuş gayretlerini coşkuyla çizmek, yeni nesli tarih şuuruyla yetiştirmeye iyi birer vesile olabilir. 50 yıl sonraki nesli şimdi iyi yetiştirmek için de Çocuk dergileri biçilmiş kaftandır. Milli çizgi romanlar, yap-boz veya oyun hamuru gibi kurgu sanatı çok iyi olan daha akılcı metinler, çocuğun da aktif olarak bu okuma sürecine katkıda bulunmasını sağlayacaktır. Gururumuz olacak bir milli kahramanımız, karakterimiz ve konseptimiz uzun süredir yok. Şöyle tarihi gerçeklerle günümüz olaylarını yorumlayan, teknolojik gelişmeyi de katarak, gerçeklik ve inandırıcılık düzeyi yüksek, görsel kusursuzluğu yakalayan ve evrenselliğe ulaşan çalışmalara öyle çok ihtiyacımız var ki… Evrensel değerlerimizi, duyarlı tavrımızı yansıtacak, yani Türk milletinin vazgeçilmezleri olan (dünyaya nizam vermek gibi); adaletsizliğe, hukuksuzluğa, kargaşaya, düzensizliğe, zulme karşı koyan, büyük bir ideal aşkı olan yerli kahramanlar çizsek… Çocuklarımıza ne kadar becerikli ve zeki oluşumuzu, güzel ahlakı, iyi, yiğit insan profillerini aşılasak, güzel olmaz mı? Batıda çağdaş teknoloji ve kitle iletişim araçlarının bir numarasıdır çizgi roman hala... Sinemaya uyarlanan süper kahraman filmlerinin ve internetin etkisi de cabasıdır. Çünkü karakterlerle çok büyük kitleleri dinamik tutabiliyorlar. İşin misyonerliği de var yani. (Çizer Nuri Kurtcebe, çizgi romanın dünyadaki gelişimini aktardığı yazısında; Batının Yunan mitolojisindeki kahramanları ya aynı, ya da farklı şekillerde yeniden hayata kazandırdıklarını söylüyor. Mesela Herkül, binlerce yıl sonra bugün 20. yy'da Süpermen tipine dönüşerek evrenselleşmiştir diyor.) Bizlerde Türkiye’de bu anlamda kaldığımız yerden sağlam bir hamle yaparak, çizgi eserler verilmesini sağlamak için kaynaklar ayırmalıyız. Çocuklarımızın televizyondan, sinemadan ve teknolojinin anında görüntü kolaylığı sağladığı sosyal medyadan beslendiği kadar zihnen esin kaynağı olan bize ait çizgi yapımlardan da beslenmelerini sağlamalıyız. Günümüzde kitap okumaya zaman ayıramıyoruz belki ama çizgi romanlara ve televizyona daha fazla ihtiyaç duyuyoruz. İşte bu yolda yazarlara, çizerlere ve yayıncı arkadaşlarımıza önemli roller düşüyor. Umarım bu kültürü hep birlikte yeniden canlandırabiliriz. Ramazan TÜRKMEN
14
15
16
17
18
19
Unutulmaz Çocuk Dergileri
Herşeye Yeniden Başlıyoruz Çocuk dergilerine olan tutkum 1972 yılının Ağustos ayında başlamıştı. Havaların kavurucu sıcağından kurtulmak için baba dostumuz Musa amcaların bahçesine gitmiştik. Çizgi-roman okumayı ve okutmayı çok seven dayım da koltuğunun altında bir tomar dergiyle çıka gelmişti. Sonradan öğrendiğime göre bu dergiler Kara Murat türünde, Halk bankasının bedava dağıttığı renkli resimli ‘Halk Hikayeleri’ idi. Okuma yazma bilmeyen annem ve komşular yeşil çimlerin üstünde her zaman olduğu gibi dayımın etrafını sarmışlar heyecanla bekliyorlardı. Edebiyatı çok iyi olan dayım okuduğunu yaşatırdı adeta. Yine öyle olmuştu. Ballandıra ballandıra okuduğu hikâye kimini ağlatmış, kimini güldürmüştü. Beni de çocuk aklım ve ruhumla çoktan Kaf Dağı’nın arkasına atmıştı. Benim çocuk dergilerine karasevdam da burada başlamıştı. Hikâye bittikten sonra bir kaç çocuk dergisiyle beraber bunları bana vermişti. Uçmuştum, cıvıl cıvıl renkli resimlere bakmaktan kendimi alamıyordum, başka bir boyuta geçmiştim. Yatağa girdiğim de kendimi dergilerdeki kahramanların yerine koyup, nice ejderha, kötü adam ve cadıların hakkından gelip prensesime kavuşamadan çoktan uyumuş olurdum. Yıllar su gibi akıp gitti büyüdüm, yaş çoktan kemale erdi. Fakat içimdeki o masum çocuk hiç bir zaman yok olmadı. Bugün bile elimden çocuk dergileri, çizgi-romanlar düşmez. Aynı heyecan ve ruh haliyle okurum ve çevremdeki insanlara okutmaya çalışırım. Çizgi roman kitlesel bir sanattır, yepyeni bir anlatım aracıdır ve çocuk dergilerinin de vazgeçilmezidir. Bu aracı Türk çizerler olarak biz de yetkinlikle kullanmalıyız. Türk çizgi romanı yeni bir atılım yapmak zorunda. Diğer ülkeler bu atılımı 60’lı 70’li yılarda yapmışlar ve bir ekolleri var artık. Bizim niye olmasın. Yeter ki köstek değil, destek olunsun, neler yapılır. Yazık değil mi bu çocuklarımıza, kendimize ait çok bir şey veremiyoruz onlara. Bugün geldiğimiz noktada ülkemizde 25 yıllık bir aradan sonra her şeye yeniden başlıyormuşuz gibi bir izlenime kapılıyorum. Yeterli olmasa da yeniden çizgi romanlar basılıyor. Ben bu dönemde gerek yayın dünyasında ve gerekse bazı makamlardaki arkadaşlarımızın çizgi roman okuyarak büyüyen kişilerden oluştuğunu görüyorum. Bu talebi ve yeni çalışmaları da zaten bu kişilerin ısrarları sağlıyor. Destek bulamazsa bunun da bir garantisi yok tabi ki. Tekrar basımların nostalji duygumuzu bastırmaktan ve piyasayı canlı tutmaktan öte bir işlev taşımadığını düşünenlerdenim. Bugün eskiye nazaran çizgi roman okur profilinin de değiştiğini hesaba katmak gerekiyor. Yani bize ait daha yeni, daha iyi, daha kaliteli ürünlere susamış bir okur var. Bu eğitimli, teknolojiyi bilen ve anında yararlanan okur kitlesinin taleplerini karşılayamadığımız sürece hiçbir şey değişmeyecektir. Bu ivmenin yükselişi için hepimiz kolları sıvalamayız ve kaliteli ürünlere ağırlık vermeliyiz. Bürokrasimiz de dahil. İşte bizde okuru tatmin edecek böylesi iyi projeler üzerinde halen çalışmaktayız. Tabi şu da bir gerçek ki, çizgi romanı asıl işlerimizden arta kalan zamanlarda yapmaya çalışıyoruz. İşimiz hiç kolay değil ama ısrarlı bir iradeyle üretmeye devam ediyoruz. Herkese gönül dolusu selamlar Sadık MUSTAFA
20
21
Bir Göz Bir Yürek
22
23
Unutulmaz Çocuk Dergileri
Sarı Trampet
Yalvaç Ural, hiç kuşkusuz doksanlı yıllar boyunca, çocuk dergileri ve programları adına, en çok katkıda bulunan isimlerden biriydi. Ural, çeşitli çocuk dergilerinin ve programlarının yanı sıra 65 çocuk kitabı yazmış bu zamana kadar. Benim Yalvaç Ural konseptine veda etmem ise daha ziyade Sarı Trampet dergisi dönemine denk düşüyor. Sarı Trampet, bir nevi, çocukluk döneminden de ergenliğe geçişimin tanıklarından biriydi aslında! Bu sebepledir ki, piyasadaki diğer çocuk dergilerine oranla daha oturaklıydı. Mesela bizde Tilki Vezir olarak bilinen Iznogoud ile tanıştığım ilk dergiydi. Bunun dışında Tatu, Afacan Dennis ya da Temel Reis gibi, tam maceralardan ziyade benim jenerasyonuma dahil olan okuyucuların bantlardan takip edebildiği kahramanlara da dolu dolu yer vermesi açısından Sarı Trampet’in değeri büyüktü. Sarı Trampet, aynı zamanda Yalvaç Ural’ın Kanal D için hazırlayıp sunduğu televizyon programının da adıdır. Bu gün her ne kadar dergiyi bazı sahaflardan temin edebilme imkânımız olsa da, programa dair sosyal mecralarda fazla bilgi yer almamaktadır. Üstelik Sarı Trampet programı, Kanal D televizyonunun ilk açıldığı yıllarda yayınlanmaya başlamıştır. Buradan yola çıkarak Sarı Trampet isminin, Ural’ın üretim mecrasının, bir nevi kimliğini oluşturduğunu söyleyebiliriz. Fatih YÜRÜR
24
25
Unutulmaz Çocuk Dergileri
Unutulmaz Çocuk Dergileri
Ufaklık Dergisi
Her kuşağın bir farkı var...
Öyle sanıyorum ki benim jenerasyonumun mensupları arasında benim dışımda hiç kimse bu dergiyi böylesine bağrına basmamıştır. Bu gün arama motolarının altını üstünü getirmeme rağmen dergiyle alakalı elle tutulur bir bilgiye ulaşamamış olmam da, büyük ihtimalle Ufaklık’ın benim şizofrenik aklımın bir ürünü olabileceği ihtimalini iyiden iyiye yükseltiyor! Peki nedir Ufaklık dergisi. Hemen açıklayalım. Malum piyasada Garfield, Bugs Bunny, Casper, Donald Duck gibi dergilerin adımlarını takip eden bir dergidir kendisi. Ama çok önemli bir de iddiası vardır kendilerinin. Nedir bu iddia? Tabi ki piyasada bulunan bütün çocuk dergilerinin verip verebileceğinden daha çok oyuncak vererek, en kaba tabir ile okuyucularının aklını almak! Diğer çocuk dergilerinin aksine hem daha büyük formata sahip hem de daha kalın sayfalar ile bezeli olmasının da kendince bir sebebi var! Neredeyse 3 sayfada bir kes yapıştır konseptli maketlere yer vermesi! Bu bağlamda dergi, okumaktan çok oynamak, kesip yapıştırmak için tasarlanmış gibi duruyordu. Ufaklık dergisi ağırlıklı olarak Looney Tunes dünyasında geçiyordu. O dönemde televizyonlarımızda da oldukça popüler olan bu serinin, çocuk dergilerindeki uzantısıydı bir nevi. Montana Max, Elmyra, Karavana Sam, Road Runner gibi karakterlerin önemli bir kısmına yer veren dergi, piyasadaki benzerlerine oranla da biraz pahalıydı. Derginin fiyatı, diğer çocuk dergilerine oranla da oldukça pahalıydı. O dönem basılan dergileri biriktirmekten ziyade okuyup takas eden bizler için bu fiyat farkı kendisini daha fazla hissettiriyordu. Mesela bu derginin ilk sayısını bulamadığım için, 2 Donald Duck 1 Casper dergisini gözden çıkartmak gerektiği zamanlar olmuştu! Gel gelelim Ufaklık dergisi, emsallerine göre oldukça sönük kalmış bir dergiydi. Öncelikle her gazete bayisinde bulunamıyor olması büyük bir dezavantajdı. Ayrıca fiyatı da oldukça pahalıydı (ikinci sayıyı alabilmek için aileme uyguladığım psikolojik baskı süreci oldukça yorucuydu benim açımdan). Lakin bu gün dergi ile alakalı ortada somut bir bilgi bulamıyor olmam da kendimden şüphelenmemin önüne geçemiyor
Her kuşak bizim kuşak çok farklıydı der. Fakat bizim kuşak sahiden de bir başkaydı. Oğuz ARAL'ı gördük Tekin Aral, Ertan ERBULAK, Turhan SELÇUK, Semih BALCIOĞLU ve nice değerli sanatcılarımızı okuduk. Gazete köşelerinden dergilerden takip ettik. Yeni sayısı için gün saydık. Sezgin BURAK'ın benzersiz öykü kurgusunu nasıl sinema diliyle karıştırıp usta çizgileriyle bütünlediğini bizi nasıl o dünyaya çektiğini sizde bilirsiniz. Yeni nesil çizerleri, karikatüristleri de gördük. Ustalarımızdan aldıklarımızla yoğrulduk fikirlerimiz görüşümüz bakışımız olgunlaştı. Bu tabi yeni jenerasyon çizerlere bir yol bir feyz olmasını umduğum, umutla baktığım işleri hep hayal kırıklığı ile doldu. Mizah nasıl yapılır espiri nedir? Geçmiş geleneğimiz olan hiciv nedir pek uzaktan yakından alakası kalmamış abur cubur işler ortaya çıkar olmuş. Tabi tamamı için değil bu ,ama çoğunluğun içinde onların sesi yok olup gidiyor. Tarama ucunun, fırçanın nasıl birbirini tamamlayacağı, koyu açık dengesinin kompozisyonun konu içerisinde nasıl dengeleneceğini hevesle tane tane inceleyerek öğrenirdik. Sosyal paylaşımlarda sıkca rastlıyorum serzenişlere. " Tabletler çıktı teknoloji gelişti ama yapılan işler neden bizi heyecanlandırmıyor!" diye. Çok şey değişti. Alışkanlıklar yaşam şekli çok farklı artık. Yine fakat değişmesi gereken ustaya saygı! sanatcıya değer anlayışını ya biz öğretemedik ya da bu nesil öğrenmek istemedi. Bu düşüncelerimde yalnız olmadığımı Gölge dergiyi incelediğimde farkettim. Önce uzaktan sadece bir okuru oldum. Sonra birkaç çizimimle katkı verme onuruna kavuştum. Hele Mehmet beyi de tanıyınca kendimi dostlar içinde buldum. Aynı havayı ruhu paylaşan insanlarla beraber olmak başka bir duygu. Derdini anlatacağın içini dökeceğin kadim dostları bulmanın sevinci de ayrı. Yukarıda dediğim gibi eskilerden çok şey öğrendik. Gölge Dergi'den de çok şey öğreniyoruz. Yeni nesle de tavsiyem böyle bir derginiz varken siz de birşeyler öğrenmeye bakın.. İstikrarlı, uzun zamandır kesintisiz okuruna olan sorumluluğu kaybetmeden her ay bizlerle buluşturduğu ve böyle bir dergiyi bizlere sunduğu için sonsuz teşekkür ediyorum. S.Salur PAÇACIOĞLU
Fatih YÜRÜR
26
27
28
29
Unutulmaz Çocuk Dergileri
DOĞAN KARDEŞ(1945-1993) “Hoş geldin, Mohini Kardeş…”
İlk kez 23 Nisan 1945 yılında Yapı ve Kredi Bankası’nın desteği ile yayımlanan dergi çocuklara merhaba dediği günden bu güne çocukların ve çocuk dergiciliğinin öncüleri arasındadır. Doğan Kardeş yaşam macerasına Şevket Rado ve Vedat Nedim Tör’ün ellerinde başladı. Yayın hayatına son verdiği 1988 tarihine kadar çocuk dergiliğinde bir efsane olmayı başardı ve 33 yıl boyunca birçok kuşağı sayfalarıyla ağırladı, eğlendirdi, öğretti. Aslında Doğan Kardeş’in yaşamı bir acıyla başladı. Yapı Kredi Bankası’nın kurucusu Kazım Taşkent’in İsviçre’nin Flims Kasabası’nda yatılı okula giden oğlu Doğan Taşkent 10 Nisan 1939’da Alpler’de meydana gelen bir heyelan sonucu hayatını kaybetti. Taşkent bunun üzerine oğlunun anısını yaşatmak için bir çocuk dergisi çıkarmaya karar verdi. Böylece oğlu bir çocuk dergisinin renkli sayfalarında dahi olsa yaşamaya devam edecekti. Dergiyi 23 Nisan’da hiç büyümeyecek olan oğluna hediye olarak tüm çocuklara armağan etti. Dergi Türkiye’de çocuklar için bir efsane olmayı başarmasının yanı sıra birçok yıldızında ilk durağı olmayı bildi. Bu yıldızların arasında Suna Kan, İdil Biret, Çoşkun Aral, Pınar Kür, Talat Halman ve Garo Mafyan vardı. Suna Kan ve İdil Biret daha yurt dışında eğitim gören küçük birer çocukken gönderdikleri mektuplar dergide yayımlanıyordu. Zamanında Hindistan başbakanı Jawaharlal Nehru’nun Türk çocuklarına armağan ettiği yavru fil Mohini o zaman ortaokula giden Sezgin Burak’ı çok etkilemiş ve bir karikatürünü çizip Doğan Kardeş’e göndermişti. O karikatür Doğan Kardeş’in Mohini Kardeş için yapılan özel sayısında yayımlandı. Yıl 1951… Anne, babalar o dönemde çocuklarının “Teksas-Tommiks” türü çizgi romanlar yerine Doğan Kardeş’i okumalarını tercih ediyorlardı. Lakin dergi sadece renkli sayfalardan ibaret değildi. Çocukları hayata eğlendirerek hazırlayan bir zihniyete sahipti. Doğru ile yanlışı yine onların hayal dünyalarına seslenerek sıkmadan anlatıyordu. İçinde yazılar ve karikatürlerin yanında çizgi romanlar da vardı. Bunlardan bazılarını şu şekilde sıralayabiliriz; Kahraman Kardeş Hugo, Profesör Tonton, İkiz Kardeşler, Hayvanlar Çiftliği, Şirinler ve Kara Kedi…
30
31
Doğan Kardeş Dergi Kapağı(1951)
Unutulmaz Çocuk Dergileri
Unutulmaz Çocuk Dergileri
Uzak Coğrafyaların Büyüsüne Kapılmış Bir Çocuk
Doğan Kardeş Yapı Kredi Bankası şubelerinden bedava dağıtılıyordu. 1988 yılında çocuklarına veda edene kadar da bu böylece devam etti. Lakin Doğan Kardeş’in macerası 2008 yılında yine aynı isimle ve kapakla yeniden başladı. Bu kez çocuklardan daha ziyade büyüklere hitap eden aylık bir dergiydi Doğan Kardeş. Daha sonrasında 38. Sayısıyla beraber görünüm değiştirip yoluna “Çizgi Albüm” olarak devam etti. Bu serüveni de Mart 2011 yılında son buldu. Doğan Kardeş Yayınlarının Çıkarttığı Kitaplardan Bazıları: “Atlantis” Hank Dominic (1955) “Kon-Tiki” Heyerdahl (1956) “Don Kişot” Cervantes (1957) “İyi İnsan, İyi Politikacı” F. W. Foerster (1960) “Yazının Hikâyesi” Hasan Ali Ediz (1962) “Gulliver’in Gezileri” Swift “Üstü Kalsın” Cemal Süreyya (1991) “Kaos Kapıları” Yazan ve Çizimler; Ryoko Mitsuki (2009 Manga fantastik) Melahat YILMAZ
32
Doksanlı yılların sonlarında hayatımıza ailecek köyde devam ediyorduk. Yaşadığımız köy iki dağın arasına yayılmış geniş bir vadiden akaduran bir derenin kenarına kurulmuş olan Kıraman köyüydü. Epey gelişmiş bir köydü bizimkisi. Bine yakın nüfusu olmasının yanında okulunda güzel derslikleri ve her ders için ayrı hocaları vardı. Ben minik bir çocukken uzak ülkeleri ilkokul hocamın bize aldığı kitaplarla işte bu okulda tanımaya başladım. O günden sonra uzak coğrafyalar hep hayal ülkemin kenarında bekler durur. Köyde yapacak aktivitelerimiz kısıtlıydı. Mesela futbol oynayabilirdik. Ancak onun için de her zaman yeterince adam bulunmazdı. Bazı günler kuşları kovalardım yakalayacağımı sanarak. Bir gün kanadı kırık bir güvercini yakaladım hatta. Günlerce besledim annemin yardımıyla. Uçamıyordu, günlerce bizimle kaldıktan sonra bir gün gidiverdi. Nereye gitti bilmiyorum, ancak gittiği yerde acı çekmemiş olmasını dilemekten başka yapacak bir şey yok sanırım. Eve düzenli olarak gazete geliyordu. Ancak çocuk olduğum için ciddi meseleler çok ilgimi çekmiyordu. Bunun üzerine babam Türkiye Çocuk isimli bir çocuk dergisine abone oldu. Bu haberi alınca haliyle çok heyecanlandım. Acaba gelecek dergilerin içinde ne türden hikâyeler vardı? Hangi uzak coğrafyalardan bahsediyordu acaba? İçim içime sığmıyordu. Dedim ya, çocuktum ve köyün dışında var olan dünyayı ve belki evreni de merak ediyordum. Aslında hikâyelere televizyondan aşinaydım. O zamanlar televizyon şimdikinden çok daha eğlenceliydi. Mesela Esteban adlı bir çocuğu anlatan gizemli altın şehirlerde yani tutkunu olduğum uzak coğrafyalarda beni dolaştıran muhteşem bir çizgi film vardı. Ayrıca Herkül ve Zeyna’nın maceralarının anlatıldığı dizileri ağzımız açık izlerdik. Ve tabii ki Power Rangers, hepimizin favorisi farklıydı. Birisi yeşilse öbürü mavi, diğeri kırmızı yani rengârenk çocuklardık. Ne diyordum, dergiye abone olmuştuk, dergi Ereğli’den (Konya-Ereğli) köy otobüsüyle gelecekti her ay. İlk sayıyı otobüsten aldığımda adeta köy büyülü bir yere dönüştü. Derginin içinde kahramanlar, hikâyeler
33
Unutulmaz Çocuk Dergileri
Unutulmaz Çocuk Dergileri
yani kısacası çizgi romanlar vardı. Çizgi romanla tanışmam böyle oldu. Artık fırtınalı denizlerde cenk eden korsanlar, Bizim Sınıf’ın haylaz öğrencileri ve tarihin neresinden fırladığı belli olmayan savaşçılar ile birlikte yaşıyordum. Sonra defterlere kendi hikâyelerimi karalamaya başladım. Bir keresinde Japon denizinde doğup bütün dünyayı dolaşmaya karar veren bir yunusun öyküsünü anlatmaya kalkıştım. Hayalet avcılarını konu alan bir çizgi filmden etkilenip kendim onlar için hikâyeler uydurdum. Bu yazı dünyası yepyeni bir dünyaydı ve Power Rangers karakterleri gibi rengârenkti. Daha sonrasında babam Bilim Çocuk dergisine de abone yaptı bizi. Bu dergide çizgi roman yoktu ama yine de müthiş şeyler barındırıyordu içinde. Bilimin evreni kapsayan devasa kolları çizgi romanlar kadar kucaklayıcı geldi. Yeni hayvanlar tanıyordum. Mesela nesli insanlar yüzünden tükenen Dodo adlı kuş türü ne kadar büyüleyici gelmişti. Dinozorların dünyasından bahsetmeye dahi gerek yok. Yaşamın ortaya çıkışının ve çeşitlenişinin anlatıldığı sayfalar muhteşem hikâyeler sunuyordu. Bilim Çocuk dergisi sayesinde birçok kitap da alıyorduk. Bunlar Tübitak tarafından çocuklar için hazırlanmış kitaplardı. Bazılarını hala hatırlarım: Kutuplarda Yaşam, Kâşifler, Ekoloji… Ancak benim favorim Fenton adlı, dinozor dedektifliği yapan bir çocuğun maceralarının anlatıldığı seriydi. Bu arkadaşın babası fosilbilimciydi ve iş için Wyoming’e geliyorlardı ve Fenton burada dinozor fosilleriyle eğlenceli maceralar yaşıyordu. Köy hayatı böylece çok daha eğlenceli hale gelmişti. Gerçi köy hayatının da çocuklar için avantajları vardı. Kazanda kaynatılan reçelin üstteki köpüğünden yiyebilmek gibi, kirazı, elmayı ağacıyla tanımak gibi. Bunlara çizgi romanların, hikâyelerin ve bilimin muhteşem dünyası eklenince ortaya çok güzel günler çıkmıştı. O güzel günler geride kaldı, neyse ki hafıza denilen şey var. Orada bir süre daha yaşayacaklar sanırım. Çocukluğumda uzak coğrafyaları ve hayal dünyasının uçsuz bucaksız topraklarını tanıdığım için çok şanslı hissediyorum kendimi. Bu yüzden her çocuğun bu mutluluğu yaşamasını temenni ediyorum. Mümin CAN
34
Çocuk Ruhumun Kanatları Çocukken düşlediğim en büyük hayalim ‘yazar’ olabilmekti. İkinci en büyük hayalim ise; tıpkı bir süper kahraman gibi uçabilmek... Zor da olsa ilk hayalimi gerçekleştirebildiğime inanıyorum. Ancak bu yaşıma gelmeme rağmen maalesef ikinci hayalimi gerçekleştiremediğimi itiraf etmem gerekiyor. Oysa çocukken ne kadar çok şeye inanıyordum. Mesela, kuşlara ait olan bu ‘uçabilme’ yeteneğinin çok istenildiği takdirde, insanlara da verilebileceğine... Özellikle, o dönemlerde büyük bir hayranlıkla çizgi romanlarını okuduğum ve filmlerini izlediğim ‘uçan kahramanlar’ Süperman ile Batman, bana bu alanda bir şeyleri başarabileceğime işaret eden ilk etkenler olmuştur. “Ben de onlar gibi neden olmayayım ki!” diye çok düşündüm. Uçabilme yeteneklerinin yanı sıra, iyi insanları kötü insanlara karşı koruyan bir halk kahramanlarıydılar. Boyunlarından sırtlarına doğru salınan pelerinleri, onların kanatlarıydı. Hatta belki de onları birçok kötülükten koruyan kalkanları... Onların sahip oldukları pelerinleri sayesinde uçabildiklerini düşünen ben de böyle bir pelerine sahip olabilme çabalarına başlamış olacaktım şüphesiz. Sırf bu pelerin sevdası uğruna annemden gizli, evden aşırdığım masa örtüleri ve kullanılmayan desenli tül perdeler yeter! Ama maalesef, vecd ile yaptığım bu çalışmalarımın hepsi büyük bir hüsranla sonuçlanıyordu. Ne yaparsam yapıyım, bir türlü onlar gibi uçamıyordum. Sonra onların başka sırlarının olabileceğine inandım. Belki bende de mevcut olan, ancak fark edemediğim gizemli bir sır... Sonra onlar gibi olabilmem için işe çekirdekten başlamam gerektiğini düşündüm. İlk önce Süperman gibi yaklaşık 10-15 saniye içinde kostüm değiştirebilmeliydim. Bunun için evde kerelerce deneme yaptığımı hatırlıyorum. Ancak bu denemelerim de hüsranla sonuçlanacaktı. Bırakın 10-15 saniye, bir dakikada dahi kostümüm üzerimde hazır hale gelemiyordum. Bu hayal kırıklıklarımdan sonra, uzun bir süre ‘kahraman olabilme işlerime’ ara vermiştim. Gıptayla özendiğim bu kahramanları, televizyon karşısında izlemekle ve kağıt parçalarından okumakla yetiniyordum. Kısa bir süre sonra, Batman’ın bir sinema filmi çıkacaktı. İsmi de daha dünmüş gibi aklımadır : “Batman Forever”... Ülkemize gelmesiyle birlikte büyük bir rağbetle karşılaşılan bu filme ailem sayesinde ben de gidebilme fırsatını elde etmiştim. Çizgi roman sayfalarında görmeye alıştığım kahramanımı sanki yanımdaymış gibi karşımda görmek beni çok heyecanlandırmıştı. O anda başka bir dünyaya geçiş yapmıştım sanki. Sadece iyiliğin ve kahramanlığın hüküm sürdüğü ve sonunda iyilerin kazandığı bir dünya... Filmle birlikte iyice yankı uyandıran Batman’ın oyuncaklarının üretilmesi de bir olmuştu o dönem. Çeşit çeşit renklerdeki oyuncakları üretiliyor ve özellikle erkek çocuklara görsel bir şölen hazırlıyordu. Hangi oyuncakçıya gitsek, kahramanımın ele avuca sığan hallerini büyük bir şaşkınlıkla seyrediyordum. Sonunda ısrarlarıma daha fazla dayanamamış olan ailem, ‘küçük kahramanım’ı alıp bana hediye etmişlerdi. Belki de yaşamımda aldığım en değerli hediye hala odur. Düşünsenize; yıllarca hayranlıkla takip ettiğiniz kahramanınız artık sizinle birlikte, sizin ellerinizde! Uzun bir süre o oyuncağı elimden bırakmadığımı hatırlıyorum. Onunla birlikte az mı uçtum, az mı iyi insanlara yardım ettim ve daha birçok serüvene katıldım! Yani o küçük kahramanım sayesinde birçok hayalimi gerçekleştirebildiğime inanıyorum.
35
Unutulmaz Çocuk Dergileri
Unutulmaz Çocuk Dergileri
Emin olun daha başka şeylere de inanıyorum... Mesela hala uçan kahramanlarımın varlıklarına ve zamanı gelince benim de o yetiye kavuşabileceğime inanıyorum. Her ne kadar şu anda kostüm değiştirme sürem 10-15 dakikayı bulsa da, bir vakit gelip 10-15 saniyede farklı kostümde farklı bir kimliğe bürünebileceğime de inanıyorum. Ve elbette daha birçok şeye... Diğer yetişkin insanlara oldukça çocuksu ve belki de komik gelecek bu düşünceleri, tıpkı çocukluğumdaki gibi yapımda ihtiva etmeye çalışıyorum. Çünkü bazı yazarların hayalperest olmaları gerektiklerine de inanıyorum. Her şeyden ziyade de, benim uçma hayalimi gerçekleştirecek, herkeste olması gerekli, çocuk ruhumun kanatlarının olduğuna inanıyorum! Bence her insan, hayal edebildiği ve bir şeylere inanabildiği ölçüde vardır. Ve ben bu hayal dünyamı çocukken yaşamımı renklendiren, şu anda da başka çocukların toz pembe yaşamlarına ışık tutan, ‘Süper Kahramanlarıma’ borçluyum. Kayahan DEMİR
Anı Yer Diyarbakır. 7-8 yaşlarımdayken annemin bir arkadaşının beni bir okul çıkışı, hastahaneye götürdüğünü hatırlıyorum . Sıkıntı yok aslında annem orda çalışıyor fakat bana ayıracak zamanı yok tabi. Hastahane kocaman ama yinede adım başı hasta var. Az kalsın üst üste binecekler hani. Bir de o ünlü dezenfektan kokusu buram buram burnuma geliyor bir yandan. Koridorlarda bir o yana bir bu yana koşturduğumu hatırlıyorum. Birazda hareketli bir çocuktum galiba. Durduramıyorlar beni. Ne tehtitler savruluyor bana."Ayşe Hemşire akıllı durmazsan iğnesini hazırlamış, popona yapacakmış " diyorlar. Gökhan 5 dakika duruyor, geri sağa sola hoplamaya başlıyor. Hastalar da sıkıyorlar dişlerini bir şey demiyorlar. Fazla mı anlayışlılar yoksa torpilli olduğumu mu anladılar? Bilemiyorum. Bana bir ömür boyu gibi gelen bir süre, sıra bekleyen hastaları rahatsız ettikten sonra annemin beni, işini gücünü bırakıp yemekhane önündeki gazeteciye götürdüğünü hatırlıyorum. Biz gazeteci önüne gelirken banklarda oturan bir çocuğunda elindeki renkli kapaklı mecmuayı karıştırdığını tespit ediyorum. Gözüme aynı renkli kapaklı dergi ilişiyor raflarda. Hiç tereddütsüz dergiyi işaret ediyorum anneme. Türkiye Çocuk Dergisi ile orada tanışıyordum. Aynı zamanda ilk çocuk dergim oluyor bu. Bizim ailede pek çocuk dergilerine önem vermezler. Halbuki okuyan bir ailede yetişmiştim. Galiba dergi okuyacağıma kitap okursam daha uzun süre meşkul kalacağımı düşünüyorlardı. Zamanın şartlarında biraz da pahallıydı çocuk dergileri. Tabiri caizse fiyat performans oranı düşük görünüyordu onlar için sanırım. Aslında bende öyle düşünüyordum o zamanlar. Çocuk dergileri daha küçük çocuklar içindir gibi geliyordu bana. Bende kendimi kitaplara vermiştim. Kitap yetiştiremezlerdi bana. Hatta kitapçıya götürmediler diye ağladığımı hatırlıyorum. Yaşıma uygun kitaplar çevreden toplanır, okunur ve teslim edilirdi sahiplerine. Neyse en yakın banka dergimle kuruldum ve okumaya başladım. Sayfalar ilerledikçe daha hoşuma gidiyordu yahu. Beni bu kadar zamandır kitaplarla kandırmışlar mıyıdı yoksa? Bilmeceler, renkli renkli çizimler, masallar... Yanlış hatırlamıyorsam en son sayfalarda bulmacalar vardı. Kolay olacağını sandığım ciddi ilk kare bulmaca deneyimimi orada yaşadım. Sonuç feci. Hemen hemen hiç birini dolduramadım. O günden sonra bulmacalara hiç heves etmedim. Halende çözemem. Sonuç olarak o gün hastahane ahalisi rahat bir nefes aldı. Ben ise akşama kadar bitirdiğim dergimi kitaplıktaki yerine koyarken yanına daha nicelerinin geleceğinden emindim.
Yazan ve Çizen: Enver Gökhan ALTUN
36
37
Yeni
Çıkanlar
Alsancak Börekçisi Sadık Yemni’nin kaleminden 1970’lerin Amsterdam’ını ve ilk kuşak göçmenlerin hayatını anlatan bir anı-roman pek yakında kitapçılarda. Yetmişli yılların başı, Amsterdam’ın Kinker Sokağında bulunan Alsancak Börekçisi, şehrin yeni konukları olan Türkiyeli göçmenleri ağırlıyor. Mafya erbabı, daha ufak iş bitiren bıçkın tipler, ünlü kumarbazlar, kaçak işçiler, onları deport ettiren muhbirler, kocakarı kahveleri, oturum peşinde olanlar, Mercedes araba, sarışın “avrat” hayalleri, gerçek gibi anlatılan hayali serüvenler, eksantrik fikirleriyle Zati Meydan, beklenmedik ölümler börek, ayran, çay ve kahve eşliğinde geçit yapar. Kaçıklar Festivali, alternatif kültür merkezi De Melkweg, sinema tarihinin kült yapımlarını da içeren film maratonları ve şehir merkezindeki gece hayatı ile yetmişlerin hippi atmosferine sahip Amsterdam gözümüzün önünde bir serap misali beliriyor. Börekçide çalışan ve bütün bunları bize aktaran Sefer, edebiyat, müzik ve felsefeyle ilgilenen bir İzmirlidir. Usta yazar Sadık Yemni’nin kaleminden çıkma müthiş bir anı-roman!
38
39
Öykü
Öykü
“Bu… Bunlar eski kurşunlar. Belki şey olmaz.” Genç kadının iri yeşil gözlerindeki yabansıl ışıma birkaç ton koyulaşmıştı birden. Rujsuz kırmızı pembe olan kiraz dudakları aralıktı. Böylesine güzel bir yüzü sinema perdesinde bile görmemişti. Neredeyse insandışı bir albeni diyeceği geliyordu. “Olacak. Haydi.” Yeni Selma kumral saçları, parlak teniyle muhteşem bir kadındı, ama Hayri’de takat kesici bir korku uyandırmaktaydı. Hayri’nin işaret parmağı sağ şakağına dayadığı tabancanın tetiğine yaptığı baskıyı artırdı. İradesi hâlâ ‘yapma’ diye feryat etmekteydi. “Haydi dedim.” Selma sol elinde metal kısmında tırtıklar olan bir bağ bıçağı tutmaktaydı. Karnına yirmi santim mesafede duruyordu. Sağ eliyle de Hayri’nin tabancayı tutan elinin bileğini kavramıştı. Kendisi oturur durumda olduğu için kadının diri memeleri omuzuna değmekteydi. Süründüğü parfüm burnuna doluyor ve adeta durumun dehşetini asgariye indirmeye çabalıyordu. Kadının narin fiziğiyle ters orantılı bir güçle
mengene gibi kavradığı bileğine rağmen Hayri’nin içinde hâlâ ‘Buradan dönülebilir mi?’ sorusunun lambası sönmemişti. “Haydi yoksa sana bir mide operasyonu yapmak zorunda kalacağım.” Hayri çaresizlikle iç geçirdi ve tetiği çekti. “Klik!” * Masa 78 santim eninde, 128 santim boyunda tahtadan bir letafetti. Suluboya resim yapan rahmetli babasının sıcak kahverengi dediği renkteydi. Yüzeyi kullanılmışlık ışıyordu, ama tahtanın mukavemeti yerindeydi. İnce denebilecek bacaklarına rağmen kunt bir duruşa sahipti. Hayri masaya bir görüşte vurulmuştu. Şanslıydı. İnsan sarrafı satıcı bu love at first sight tescili ânını ıskalamıştı. Bir kadın müşteriye estetikten nasibini almamış kofti bir sandığı kakalamaya çalışmakla meşguldü. ‘Sade ve sıcak. Yılların ceremesine dayanmış’ cinsinden mürekkep yalamışlık kokan bir profesyonellikle öğretmen emeklisi tipli, şişmanca kadını tava getirmek üzerindeydi. Masanın üstünde flasterle bir kâğıt tutturulmuştu. Üzerinde ‘MasaQ 340 Lira’ yazılıydı. Q hariç diğer harfler siyah keçe kalemle yazılmıştı. Q tükenmezle, muhtemelen bir müşteri tarafından sonradan eklenmişti. Yeni Türk lirası işareti yerine ‘Lira’ yazılmasında eşyanın eskiliğini pekiştiren bir taktik gizliydi sanki. Kadın ‘bir düşüneyim’ deyip gidince sarıya yakın ela gözlü adamın ilgisi üzerine yöneldi. Uçuk mavi yazlık pantolonun üzerine siyah tişört giymişti. Kır saçları neredeyse üç numara kesilmişti. Dudakları çizgi gibi duran, küçücük burunlu, kopça gözlü, soluk tenli biriydi. Orta boylu, iddiasız bir fiziğe sahipti, ama tuhaf bir etkileyiciliğe sahipti. Elleri becerikli bir hokkabazın her an bir numara yapmasını beklemek gibi bir şeydi bu hissiyatı. Sanki adam önce boş avuçlarını gösterecek, sonra da bir hamlede Hayri’nin burnundan altın bir sikke düşürtecek ya da pantolonunun sol cebindeki kâğıt mendil paketinden minik bir timsah yavrusu çıkartacaktı. Kendisini de, bir tabelası olmayan bu dükkânı da ilk kez görüyordu. Hayri Balçova’da oturuyordu. Alsancak’a pek sık gitmezdi. Talat Paşa Bulvarı’na açılan bu sokağa adımını atmayalı en az beş yıl geçmiş olmalıydı. Eski bir arkadaşını hastanede ziyaretten gelmişti. 169 numaralı otobüstte oturarak gitmek için Talat Paşa üzerindeki duraklardan birine doğru yürürken Hocazade Camisinin önünden geçmek yerine bu yolu yeğlemiş ve kelimenin tam anlamıyla MasaQ tarafından alıkonmuştu. “340’tan bir kuruş aşağı olmaz.” Hayri’nin fiyat kırma hamlesi bir anda çelinmişti. “Biraz fazla değil mi?” Adamın gülümsemesinde ağa yakalanmış sineğe bakan bir örümceğin sevimliliği vardı. “Yüz küsur yaşında, iyi bakımlı bir masa.” Hayri başını salladı. “Doğru, ama biraz tuzlu.” “Bu tür eşyaların fiyatı asla gerilemez. İstemezseniz 500’e elinizi öpene satarsınız. 700’e bile belki. Biraz sabırla.” Hayri o kadının az önce yaptığı gibi, ‘Bir düşüneyim’ sözcüğünü bir türlü fiiliyata geçiremedi. İçini çekti ve “Peki.” dedi. “Allah bilir kredi kartı da geçmiyordur burada?” Adamın gülümsemesi birazcık genişledi ve “Leb demeden leblebiyi anlıyorsunuz.” dedi. “Bu arada
40
41
MasaQ
Öykü
Öykü
transportun ücretsiz olduğunu da belirteyim.” Hayri’nin cebinde tam 345 lira vardı. Normalde üzerinde nadiren yüz liradan fazla para bulunurdu. Bu para stok parasıydı. Mucizevi bir şekilde bir tanıdığına verdiği borcu tahsil etmişti. Bu meblağ ile içki stoklama planı olan otuz altı yıllık karısı Selma evde canına okuyacaktı. * “Adamın ismi Salih Keserci unutma. Ben yokken gelirse. Haftaya bugün öğle üzeri üçte gelip masayı alacak. Yeni eve taşınıyormuş. Badana varmış. O yüzden bugün almadı. Satıcı haklıymış. Adım tık demeden 700’ü hemen kabul etti. 200’ü de kapora olarak verdi.” Hayri, masayı sattıkları için nedense üzülüyordu. 360 lira kârın kaç şişe bira ve sigara paketi edeceğini düşünmek bunu hafifletmiyordu. Sevmişti kullanılmış tahta düzeyin eline yaptığı etkiyi. Evvelsi gün masayı eve getirdiğinden beri karısı başının etini yemişti. Şimdi siyah taytı ve mor tişörtüyle deniz anası gibi beyaz divana kurulmuş sigarasını tüttürüyor ve birasını yudumluyordu. Sehpanın üstünde yarısı boşalmış çerez tabağı, daha yeni açılmış bir bira şişesi durmaktaydı. Televizyon kapalıydı. Az önce Yalan Dünya’nın en yeni bölümünü izlemişlerdi. Karısı hastasıydı. Kahkahalarla gülerdi bazı esprilere. Hayri de ara sıra kendini kaptırır ve bol bol sırıtırdı. “Paranın geri kalanını aldıktan sonra bu tür işe mi girsek acaba?” Karısının gözlerinde ‘kârlı ticaret’ bakışları belirmişti. Selma altmış üç yaşındaydı. Bir yıl kadar önce son kez tartıldığında doksan altı kiloydu. O günden bu yana uzun aralarla birkaç gün süren diyetler yapmasına rağmen şu anda çoktan bir kentali aşmış olmalıydı. Astımı ve şekeri vardı. Troid bezi iyi çalışmıyordu. Altı ay önce bir kalp krizi geçirmişti. Doktor şiddetle yasaklamasına rağmen hâlâ günde üç paket sigara tüttürüyor ve ortalama iki litre bira tüketiyordu. Annesi, ablası ve yegâne arkadaşı Betül’ün rica ve tavsiyeleri işe yaramamış, Selma içki ve sigaranın yanına Citolixin tabletleri almaya başlamıştı. ‘Bana baskı yaparak depresyonumu azdırdılar’ demişti. Neyse ki, bu aralar küstüler. Yoksa Selma hapların dozunu artıracaktı. Karısının ruh halini iyi kavrayan Hayri kadının yokuş aşağı kayma tutkusunu anlıyordu. Bu konuda tek kelime etmezdi. Bu çok yerinde bir taktikti. Selma’yı hiçbir şey yolundan alıkoyamazdı. Çabalar boşunaydı. Ayrıca vaaza başlarsa acilen başka bir ev araması bile gerekebilirdi. Hayri sigara içmezdi, ama rakıya ve biraya hayır demezdi. Bu rakılar, biralar ve sigaralar ciddi bir gider kalemiydi. Selma her hafta en az bir giysi almadan ve kuaföre gitmeden duramazdı. Alışveriş ve ardından kuaför sinirlerini yatıştırıyordu kendi ifadesine göre. Alt düzeyden de olsa ikisi de emekli maaşına sahipti. Oturdukları doksan metre karelik ev kendilerinindi. Çocukları olmamıştı. Arabaları yoktu. Buna rağmen ancak geçiniyorlardı. Masaya verilen lüzumsuz para tütün ve alkole yatırılması gereken meblağa indirilmiş ağır bir darbeydi. Neyse ki, yorgan gitmiş ve kavga bitmişti. Hayri kârlı satışın şerefine bir küçük rakı devirmiş ve üzerine bir buçuk litre bira içmişti. Kafası iyiydi. Gri hücreleri o durumda bile çalışıyordu. Tek defalık bir şanstı bu. Yeni bir işe girişmeye hiç niyeti yoktu. “Bu defa şansımız yaver gitti. Bir sonraki işte bakarsın zarar ederiz.” Karısı hak verir şekilde başını salladı. Tek hamlede yaptığı kârın heyecanı yitip gitmeyecekti ama. Şimdi üstelemeyecek, yarın bu bahsi ayık kafayla bir daha açacaktı. Sonra bir kez daha. “Koy bi Zeki Müren haydi.”
Bu bir çeşit ödüldü. Karısı çektiği zılgıtın telafisi olarak kıyak yapıyordu. Esas kıyak bu akşam hiç üşenmeden hazırladığı yaprak dolmasıydı. Harika olmuştu. Hayri iflah olmaz bir Zeki Müren hastasıydı. Kalkıp büfenin en alt çekmecesinde duran CD’lerden birini seçti ve yine büfenin üzerinde duran eski CDçalara yerleştirdi. Laptopları tamirdeydi. Yoksa bu işi Bay Youtube’a devredecekti. ‘Koklamaya kıyamam, benim güzel manolyam.’ Kadının alkolden baygın yeşil gözleri, altlarındaki torbacıklar, üstlerinde abartılı kaş kalemi izinin ortasında sevgiyle ışıdı. Hayri, Selma’yı on dokuz yaşında görmüş ve vurulmuştu. Kendisi o sırada yirmi iki yaşındaydı. İki yıl sonra evlenmişlerdi. Kadınına ‘Manolya’ lakabını takmıştı. Selma o yıllarda bu sözcükten çok hoşlanırdı. Bu beş yıl kadar sürmüş ve sonra giderek kadının bu söze olan ilgisi sönmüştü. Bir manolya ağacı kaç yıl yaşardı bilmiyordu, ama onlarınki çok kısa ömürlü olmuştu. * “Vay canına. Vay canına.” Hayri masanın üzerindeki maydanoz demetine bakarken içi soğumuştu. ‘Soğuk mucize’ düşüncesi geçti aklından. Bu masa sihirliydi. Açık delili bu maydanozdu. Dün gece yatmadan koyduğunda rengi parlaklığını yitirmiş durumdaydı ve pörsümüştü. Şimdi az önce topraktan çıkmış gibi dipdiriydi. Buram buram maydanoz kokuyordu. Masa birara misafir odası gibi kullandıkları odada bir yığın ıvırın ve özellikle zıvırın ortasında duruyordu. Hayri evvelsi gün elinde dolu su bardağıyla ardiye gibi kullandıkları odaya girmiş ve bardağı masanın üzerinde unutarak çıkmıştı. Gece bir şey aramak için tekrar odaya geri geldiğinde bardağı fark ederek almıştı. Susamıştı. Mutfağa götürecek ve suyu dökerek yenisini dolduracaktı, ama bir hissi kablel vukuyla bardağı ağzına götürdü. Su nefisti. Bir yudum daha içti. Çok uzun zamandır bu kadar iyi kaliteli su içmemişti. O sırada kafası bayağı iyiydi. Masa ve suyun kalitesini yenilemesi arasındaki ilişki zayıf bir rabıta kurmuştu zihninde. Ertesi gün mutfakta salata yapmak için sebzeliği açıp pörsümüş maydanozu görünce bu hat yeniden güçlenmişti. Hayri kolundaki saatine baktı. 03.31’di. Kafası acayip iyiydi. Akşam içkinin dozunu iyice kaçırmıştı. Bir küçük rakının üstüne cila olarak bir litre bira devirmiş, bu da yetmiyormuş gibi biraya cila olsun diye de bir kenarda duran nane liköründen üç dört kadeh içmişti. Gece yatakta tuhaf rüyaların ardından dehşetli susamış olarak uyanmıştı. Susuzluğu masanın üstünde harika bir tat kazanan suyu, o da test için bıraktığı maydanozu hatırlatınca susuzluğunu unutarak odaya dalmıştı. Hayri elindeki dipdiri maydanozla yatak odasına daldı. Işığı açtı. Az önce karısını rahatsız etmemek için karanlıkta kalkmıştı. Karısı sırt üstü yatıyordu. Üzerinde turuncu bir gecelik vardı. Ağzı açıktı. Dört yıl önce yaptırdığı beyaz dişleri görünüyordu. Gözleri yarı aralık olmasa nefes almadığını hemen fark etmezdi. Yatağı ayak ucundan dolaştı. Parmağıyla kadının şah damarını kontrol etti. Selma ölmüştü. Kimbilir saat kaçta hem de. Yanında ölü karısı rüyalar görerek yatmıştı. Hemen ambulansa, polise, Selma’nın ablasına telefon edilmeliydi. Bunları hangi sırayla yapması gerektiğini düşünürken telaşla yatağın üstüne fırlattığı taptaze maydanoz demetine ilişti gözleri. Aklına
42
43
Öykü
Öykü gelen şeyden korktu önce. Soğuk bir fikirdi. Sıcak bir sonuç verebilirdi ama. Belki ayık olsa asla yapmayacağı işe girişti. Yüz iki buçuk kiloluk birini yataktan indirip diğer odadaki masanın üstüne çıkarmak kolay bir iş değildi. Hayri birkaç işe girip çıktıktan sonra yirmi bir yıl boyunca mahkemelerde mübaşirlik yapmış ve o işten emekli olmuştu. Aklının koridoruna çıkıp ‘Buna bir çözüm bilen var mı? O gelsin.’ diye bağırdı. Öyle biri vardı. On dakika sonra karısı küçük bir kilimin üstünde yerde çekilerek odaya getirilmişti. Yataktan iterek kilimin üstüne düşürdüğü için yüzükoyun yatıyordu. Uzun turuncu geceliği kalçalarına kadar sıyrılmıştı. Beyaz külodu görünüyordu. Şimdi bütün iş bu kütleyi masanın üstüne çıkarmaktı. Hayri altmış altı yaşında, bir yetmiş iki boyunda, yetmiş kilo ağırlığında biriydi. Güçlü biri değildi, ama pratik zekâsı harlıydı. Kadının koltukaltlarından tutarak kaldırdı ve çevirdi. Sonra çekerek duvara dayadığı sandalyede oturur hale getirdi. Masayı da uygun konuma getirmişti. Sonra önden sarılıp biraz kaldırdı ve kündeye düşürür gibi masanın üstüne devirdi. Buraya kadar iş kolay gitmişti. Nefesi biraz sıkışmıştı o kadar. Sonraki beş dakikada birkaç kez neredeyse vazgeçecekti. Masa göreceli olarak küçük olduğundan karısının bedenini bir türlü ortalayamıyordu. Cesedi yere düşürürse bu iş burada biterdi. Karısını kilimle tekrar yatak odasına sürüklediğini ve yatağa yatırdığını hayal edince kaslarındaki güç son kez kükredi ve sevgili karıcığının ağırlık merkezini masanın ortasına getirmeyi başardı. Koltuk altlarından çekerek başını iyice kenara yaklaştırdı. 1,55 boyundaki gövdenin sadece baldırları dışarıdaydı şimdi. Kadının yarı aralık gözlerinin tam açılarak yüzünde belirecek hayreti bekleyen yanı etkindi hâlâ. Saniyeler aktı gitti, öyle bir şey olmadı. Hayri kadının kollarını göbeğinde topladı. Nefes nefese kalmıştı. Biraz kendisini toplayınca kilimi rulo yapıp aldığı yere koydu. Odanın ışığını söndürdü ve dışarı çekti. Terlemiş ve yorulmuştu. Buzdolabından bir bira alıp içti. Sonra bir tane daha. Sabah beş civarında oturma odasındaki divanda sızdı kaldı. Uyandığında baş ucunda kumral bir afet durmaktaydı. Selma’nın yıllardır şişmanlıktan giyemediği bordo eşofmanını giymişti. Selma’nın gençliğine benzeyen, ama fizik güzellik olarak onu kat kat aşmış bir genç kadındı. Yirmi başlarında görünüyordu ve beyninde Selma’nın yaşamında kaydettiği tüm bilgiye sahipti. Hayri korku, sevinç, dehşet ve umut hislerinin kokteyliyle sarmaş dolaş kadınla meseleyi enine boyuna irdeledi. Yeni Selma, eski Selma’nın ölerek bu mertebeye yükseldiğini, kendisinin de acilen bunu yapmasını istiyordu. Hayri masanın yarattığı mucizeyi gözüyle görmesine rağmen ölmek istemiyordu. Korkuyordu. Deist olmasına rağmen şeytan tarafından çarpıldıklarını düşünüyordu. Diğer yandan karısının cesedini masanın üstüne koyan kendisiydi. Her şeyi o başlatmıştı. Yarım saat dolmadan Hayri bir şeyi anlayacaktı. Yeni Selma sadece güzel ve seksi değildi. Çok zeki ve inanılmaz bir kas gücüne sahipti. Ona karşı direnmesi mümkün değildi. Çoraplı ayaklarla kapıya doğru hamle ettiğinde bunu test etmişti. Kadın yerini çoktan unuttuğu babadan kalma Smith and Wesson’u eline tutuşturduğunda o masayı aldığına çok pişmandı. Korkudan hoşafın yağı kesilmiş durumdaydı. Az önceki itiş kakış sırasında donuna azcık çiş kaçırmıştı.
44
* “Klik!” “Gördün mü bak.” “Çek tetiği bir daha. Çabuk.” Hayri korkudan iradesi uyuşmuş durumda tetiği çekerken Masa kelimesine eklenmiş Q’nun anlamını düşünmekteydi. “Klik!” İkinci ‘Klik!’beklediği etkiyi yapmış, kadının Hayri’nin bileğini kavrayan eli çözülmüş ve bıçak karnından biraz uzaklaşmıştı. Hayri kaybedecek bir şeyi kalmayan kimselere has bir soğukkanlılıkla tabancayı kadının güzel yüzüne çevirdi. “Allahın kayrası üçtür.” dedi ve tetiği çekti. Küçük odada patlayan silah sesi kulaklarını sağır etmişti adeta. Kadının alnında yirmi beş kuruş çapında bir delik oluşmuştu. Geriye doğru savrulmasına rağmen dengesini tamamen yitirmemişti. Yeşil gözleri öfke ve şaşkınlıkla yanıyordu. Güzel dudakları aralandı, bir şey söylemek istedi, ama başaramadı. Ayaklarının dibine yığılarak hareketsiz kaldı. Hayri şimdi ne olacak diye düşünürken ayaklarının altındaki mekân kaydı. Renkler, kokular, ışık ve ısı değişti. Kendini Fuar’ın 26 Ağustos kapısına yakın bir yerde buldu. 1400 sokağın köşesindeydi. Her şeyi hatırlıyordu. Kıyafetine baktı. O güne geri dönmüştü. Arkadaşını ziyaretten çıkınca bu sokaktan geçmiş ve sağa saparak o meşum sokaktan bir masa satın almıştı. Hayri köşede durarak heyecanının yatışmasını bekledi. Sonra yapabileceği en mantıklı hamleyi yaparak solundaki taksi durağına doğru yürüdü. Bir ara aklına gelen şey nedeniyle arka cebinden cüzdanını çıkartarak kontrol etti. Paralar yerindeydi. Derin bir nefes aldı. Stoktan kırk kayme eksilmesi umurunda bile değildi artık. Gözleri yaşarmıştı. Zarlar yeniden çalkalanmış ve Hayri’ye normal hayatı ikram edilmişti. Bir daha ölene kadar o sokaktan geçmeyecek ve Selma’ya da içinde Q harfi olan tek bir kelime etmeyecekti. Yazan: Sadık YEMNİ
45
İllustrasyon: Mehmet Kaan SEVİNÇ
Haber
Haber
Studio Rodeo Ekibi Londra’daydı
İngiltere, Türkiye ve Cezayir’den çizgi edebiyatçıların Avrupa Birliği’ne bakışları, “ReFrame” (Yeni Kadraj) adlı etkinlikler serisiyle ele alınıyor. Istanbulles’dan Canan Maraşlıgil, Comica Festival’dan ise Paul Gravett’ın küratörlüklerini üstlendiği sergi ve panellerin Türkiye ayağında ise Studio Rodeo var. “ReFrame” için özel olarak gerçekleştirilmiş dokuz çalışma, 23 Ekim 2013’te, projenin temel ayaklarından olan Free Word’ün Londra’daki merkezinde sergilenmeye başladı. Açılış ve paralelindeki etkinlikler için, İngiltere’den Hannah Berry, Ilya ve Daniel Locke; Türkiye’den Naz Tansel, Murat Mıhçıoğlu ve Cem Özüduru; Cezayir’den ise Soumeya Ouarezki ve Mahmoud Benameur Londra’da buluştu. İfade özgürlüğü başta olmak üzere bireysel demokratik hakların sanatsal düzlemdeki kullanımı konusunda çalışmalar yapılan Free Word Centre’daki açılış son derece renkli geçerken, katılımcı yazar ve sanatçılar da birbiriyleriyle tanışma imkanı buldu. Ertesi gün yine Free Word Centre’da, bu kez “Article 19” adlı kuruluşun organizasyonuyla bir atölye çalışması gerçekleştirildi ve çizgi romanların ifade özgürlüğünün neresinde durduğu; İngiltere, Cezayir ve Türkiye’de yaşanan kimi örnekler üzerinden tartışıldı. 25 Ekim Cuma günü ise, Central Saint Martins College of Arts and Design’da bir panel etkinliği vardı. Ortadoğu gerçeklerini ele aldığı belgesel nitelikli çalışmalarla tüm dünyada ses getirmiş Amerikalı gazeteci/
46
çizgi edebiyatçı Joe Sacco da panelistler arasındaydı ve Somme Savaşı’nı konu alan yeni eseri başta olmak üzere çeşitli konulara değindi. Panel sırasında yangın alarmının çalışması ve binanın bir saat kadar tahliye edilmesi sonucu, Sacco ve ReFrame katılımcıları arasındaki sohbetler bir süre dışarda, okulun önündeki meydanda devam etti. Joe Sacco, Özüduru’nun kendisine imzalı nüshalarını hediye ettiği Zombistan ve Şafak Ayazı başta olmak üzere Studio Rodeo logolu kitapları dikkatle inceledi. İngilizce yayınının da gerçekleşmesini umduğunu belirttiği Şafak Ayazı’ndaki grafik anlatım düzeyinden özellikle etkinlendiği vurgulayan Sacco, uzun zaman önce ziyaret ettiği Türkiye’deki durumla ilgili olarak ise şu yorumu yaptı: “Genelde laikliğin garantörü ordu oluyor, ki bu da demokratikleşme ve laikliği aynı anda koruyup geliştirmek isteyen kitleler için bir ikilem yaratıyor...” Ardından, Paul Gravett’ın moderatörlüğündeki panale kaldığı yerden devam edildi; Türkiye kaynaklı öykülerde de ağırlıklı yeri olan Gezi Parkı olaylarına dair bilgi ve yorumlar dinleyicilerle paylaşıldı. “ReFrame” sergilerinin Türkiye ayağı, 17-28 Şubat 2014 tarihleri arasında Çekül Vakfı’nın Beyoğlu’ndaki merkezi olan Çekül Evi’nde gerçekleştirilecek. Bu sergiye, tıpkı İngiltere’deki gibi çeşitli atölye çalışmaları da eklenecek. Londra ayağındaki etkinliklere dair detaylar ve İstanbul ayağına dair duyurular, Ciztanbul.com ve Rodeostrip.com’un yanısıra, Rodeo’nun Facebook’taki Çiztanbul ve Şafak Ayazı sayfalarından da takip edilebilir.
47
Öykü
Çocukların Okumaması Gereken
Saçma Sapan Masallar Serisi Yiğityıkan ve Güzelay'ın Efsanesi Bölüm 1: Kötü Cadının Gülüşü; Bir varmış bir yokmuş. Zaman zaman içerisinde, kalbur saman içerisinde, develer tellal pireler berber iken , ben dedemin beşiğini tıngır mıngır sallar iken unutulmuş zamanlarda zengin mi zengin Güney adında bir krallık varmış. Çevresi uçuz bucaksız ormanlar ile çevrili bu imparatorluğun korkusuz bir kralı bir de tüm masallarda olduğu gibi Güzelay adında bir prensesi varmış. Adından da anlayacağınız gibi hatun fıstık gibiymiş. Prenses dosthane komşu krallıklardan Kuzeyin prensi “Yiğityıkan’a” gönlünü kaptırmış. Tabi isminden siz elemanı anladınız zaten. Prenste prensese karşı boş değilmiş. O zamanlarda bu işler böyle yürüyormuş işte. Her neyse gel zaman git zaman Evlilik tarihi belirlenmiş, 4 bir tarafa haber salınmış , 40 gün kırk gece düğünün süreceği duyrulmuş. Düğün gecesi gelmiş çatmış. İki krallığın halkı beleş belediye otobüsleriyle meydana inmişler. Tam nikahın kıyıldığı sırada gök gürlemiş, yer inlemiş her bir tarafı toz bürümüş , dağlar isyan etmiş, altın kafesteki kuşlar ağlamış, göz gözü görmez olmuş. Herkesin kalbini kadim bir kötülük bürümüş. Kral artık eskisi kral değilmiş , halk yozlaşmış. İki krallık birden düşman oluvermişler . Savaş nidaları , küfürlerle karışmış. Düğünde yalan oluvermiş tabiki. Toz kalkarken herkes o rahatsız edici kahkahanın yankılandığını duymuş. Kötü kalpli cadıların cadısı “Sabrina”. Onlarca yıldır mahsur edildiği hapisten nasıl kaçmış olabilir ki? İki aşık sevgilerinin gücüyle bu karanlık büyünün nüfusundan kurtulmuş. Krallıklarının bu durumuna çare bulmak için kaçıp yasak diyarlardaki efsanevi “Bilge Baykuşu” bulmak için yola koyulmuşlar. Kahramanlarımız dere tepe düz gitmiş, arsız nehirleri geçmiş, vadileri arşınlamış hatta dikkat köpek var yazılarına bile kulak asmamışlar . Sonunda kimsenin girip dönemediği yasak diyarların sınırlarına varmışlar. Karanlık patikaların tepesine vardığı, yüce sarp kayalıkların çevirdiği, heybetiyle insanı yerine mıhlayan “Broukeback Dağı” gözlerine ilişmiş. Koyulmuşlar yola iki aşık. Dağın yamacına varmadan anlamışlar izlendiklerini. Dikkati elden bırakmadan yol almışlar. Gözler onları izlemeye devam etmiş. Dağa tırmanmaya başladıklarında kar fırtınası bastırıvermiş. Yılmamışlar. Günlerce tırmanmışlar. Tepeye vardıklarında izleyen gözler maddeleşmiş, korkunç, karanlık, biçimsiz vücutlar oluvermişler. Donuk bakışlarıyla yabancıları süzmüşler aç bir sırtlan sürüsü misali. Görünüşlerinden beklenmeyecek çeviklikle çevrelemişler hemencecik iki yabancıyı. Hep bir ağızdan sormuşlar ; - “Burası yasak vadi , ne yiğitler geldi ama geçemedi, sebebi ne olaki bu ısrarın nedeni, akıllı mısınız yoksa deli mi?” Yiğityıkan cevaplamış silkinerek;
48
49
Öykü
Yeni
Çıkanlar
-
“Bana derler Yiğityıkan, ne çılgın ne de deli, gelişimizin illa var bir sebebi, biz dönmeyiz yolumuzdan, ölüm olsada bunun bedeli.” Maddeleşen karanlığın yanıtı gecikmemiş; - Uzun zaman oldu böyle cesur görmeyeli, bakalım Kılıcın da keskin mi sözlerin gibi ! Çullanıvermişler Yiğityıkanin üzerine. Diğerleri de Güzelaya saldırmışlar. Mücadele esnasında Güzelayın yüzünü saran peçenin açılmasıyla , güzelliğini gören mahluklar donakalmışlar. Toz olmuşlar. Yiğityıkan da kolayca alaşağı edivermiş rakiplerini. Çil yavrusu gibi kaçmakta bulmuşlar çareyi diğerleri. Günlerdir süren fırtınada dağılıvermiş başladığı gibi hızlıca. Karşılarında bir tapınak belirmiş. Eski dilden yazıların sütunlarını süslediği buram buram Barok mimarisi kokan tapınağın girişini kurtlar koruyormuş. Yanlarına varınca çekilmişler bir kenara. Kapılar açılmış sonuna kadar. Tek bir rahip arkası dönük durmaktaymış , perde çekilmiş sunağa doğru. Varmışlar. İlişmişler rahibin uzun hırkasının bitimine. - “Bilge Baykuştur aradığımız, kötü kalpli cadıdır düşmanımız , halkımız üzerindeki laneti kaldırmanın varsa bir yolu karşılığında her şeyi yaparız.” Demiş Yiğityıkan. Keşişin önündeki perde aralanmış. Kafesin içerisinde tüyleri bembeyaz bir baykuş belirivermiş. Konuşmaya başlamış ihtiyar baykuş; - Güneye 3 gün gitmek lazım. Ölüm ormanına girmek lazım, ölüleri gördüğünüzde tanrılara bir adak lazım. Rahatsız olacaklar ruhlar, ayaklanır o zaman gardiyanlar. Uymayın sakın onlara, bulursunuz kendinizi aralarında. İşitemez duymazlar sizleri , fısıldamazsanız liderlerine eski dilden büyülü sözleri ; “ zuhuhaha lololol, asap, lmao i m sexy and i know it!” Ölüler söyler yalnız bir kerelik doğruyu , doğru seçmek lazım o zaman soruyu. Kesinlikle kafaları karışmış kahramanlarımız tapınaktan çıkıp güneye doğru olan yolculuklarına başlamışlar. Onlar büyülü sözlerin ne kadar saçma olduğunu tartışa dursunlar biz kırallıkta neler olduğuna beraber bakalım. Bölüm 2: Krallar ve Yozlaşma Ellerini sinirli bir şekilde sallayıp her cümlesinin sonunda, komutanları ile çevrili yuvarlak masa üzerindeki harita üzerindeki aynı noktayı işaret ediyordu. “Kuzey Krallığı.” Uzun süredir barış içinde yaşayan bu toprakların üzerinde artık karanlık bulutlar toplanmış, daima birbirini kollayan en büyük ittifak krallıkları artık düşman oluvermişti cadılar cadısı Sabrinanın kötülük büyüsü yüzünden. Krallığın her tarafından felaket haberlerinin günbe gün artmasına rağmen, kral hiçbir şey yapmamakta ısrar ediyordu. Hatta bu durum görmezden geliniyordu da denilebilir. Büyü yüzünden insanlarda ahlak, adalet, hak , doğruluk gibi insani değerler her geçen gün daha da yozlaşıyordu. Hatta konuşmayı söken çocukların bile ilk sözleri küfür oluyordu. Ahhh tecavüzcüler, hırsızlar, arsızlar, katiller gün sizin gününüzdür. Kralın nefret bürümüş gözleri ancak bir köstebeğin gözleri kadar net seçebiliyordu içinde bulunduğu durumu. Aklında savaştan başka bir şey yoktu artık. Kalbi buz kesmişti adeta. Öyleki biricik kızını düşman krallığın prensiyle kaçtığı için evlattıktan çıkarmış bir de öldürülmeleri için kafalarına ödül koymuştu. Bununla da yetinmeyip en iyi askerlerinden oluşan bir grubu peşlerinden bile yollamıştı… Devam edecek umarım…
Anadolu Korku Öyküleri Cilt 2.
Anadolu Korku Öyküleri ilki 2006 yılında altı genç yazarın bir araya gelerek yayınladıkları bir korku antolojisi dizisi. Buralı, buraya ait öğeleri çoğu zaman yalnızca ismen alıntılayarak ya da yüzeysel bir şekilde ele alarak yazmaya / anlatmaya çalışan korku türündeki hikaye, roman ve filmlere bir cevap; özgün, karanlık bir Anadolu söylencesi olma iddiasıyla yola çıkmış bir ilk eser. Tamamı yeni korku öykülerinden oluşan ikinci cilt ile 32. İstanbul Kitap Fuarı’nda yeniden karşımıza çıkıyor. “Anadolu Korku Öyküleri 2” içinde bulunduğumuz Kasım ayında Bilgi Yayınevi imzası ile basılacak olan kitap Anadolu korkularını anlatmaya devam ediyor. Anadolu kırsalının kendine has korku öykülerini, söylence ve masallarını çağdaş ve yenilikçi bir dille ele alan yazarlar öykülerinde isimsiz ve terk edilmiş mezarlarında huzursuzca kıpırdanan hortlakları, kaderine terk edilmiş köyleri, el ayak çekilince ortaya çıkan cinleri, artık yazgıya dönüşen bin yıllık lanetleri, cin çocukları, hakkı teslim etmek için yollara düşmüş dervişleri, bozkırın günahlarını ve canilere cezalarını çektirmek için öte alemden geri gelen ölüleri, hayaletleri anlatıyor.
Yazan: E. Gökhan ALTUN
50
51
Yeni
Çıkanlar
Anadolu’nun uzakta kalmış, unutulmuş zamanlarında, gözden ırak virane köylerinde hayalle gerçeğin, büyüyle duanın, insanlarla cinlerin iç içe geçmiş hikayelerinden beslenen kitapta bozkırın kalbine saplanmış dağların, kara tepelerin, terk edilmiş köylerin ve adı unutulmuş obaların saklı hikayeleri, akıl almaz dehşetleri gözler önüne seriliyor. Şehir ışıklarının aydınlattığı güvenli sokaklardan uzakta, gecenin köy odalarına hapsettiği insanların tuhaf öykülerini ve yüreklerinin derinliklerinde hissettikleri dehşetleri okumaya hazır mısınız?
Önsöz – Giovanni Scognamillo
“... Büyük kent korkuları başka, kırsal alan korkuları bambaşkadır; doğa ile, doğanın gücü ile, batıl inançlarla iç içedir ve çarpıcılıklarını da onlardan alır, ola ki inandırıcılıklarını da... Öykülerin tümü, özgünlüklerinden bir şey kaybetmeksizin, anlattıkları ortamların –köyler, ormanlar, tepeler, mağaralar- özelliklerini koruyarak, dayandıkları malzemelerin –batıl inançlar, hayaletler, büyüler, büyücüler- yerinde kullanılışı ile gerçekten kimi Anadolu korkularını, okurları etkileyecek –ve düşündürecekşekilde canlandırıyorlar. Kaldı ki ücra köylerin, kuytu ormanların, bir görünen bir kaybolan mağaraların ve nerelere kadar uzandığı bilinmeyen kuyuların gizleri ve dağıttığı, dağıtabildikleri heyecanlar, korkular ve kabuslar bunlarla bitmiyor, ola ki başlıyor... Giovanni Scognamillo” Künye Kitap Adı: Anadolu Korku Öyküleri 2 Yazarlar: Ayşegül Nergis, Demokan Atasoy, Galip Dursun, Işın Beril Tetik, Koray Günyaşar, Mehmet Berk Yaltırık, Umut Dülger Yayınevi: Bilgi Yayınevi Çıkış Tarihi: Kasım 2013 Önsöz: Giovanni Scognamillo Grafik ve İllüstrasyon: Engin Deniz Erbaş
52
53
54
55
56
57
Öykü
Öykü
Cenazenin Düellosu (1907-Edirne)
“Aman! Zogo’nun narası mıdır o?” “Hiç durmayalım! Eşref saatinde değilse canımıza okur!” Bir vakitler Edirne’nin sokaklarında gür narası patladığında yediden yetmişe herkesin tanıdığı, Arnavut göçmenlerine has konuşmasına aşina oldukları Zogo Niyazi * namıyla maruf bir kabadayı ile onun yardakçısı, musahibi yerinde Cüce Ragıp dolanırdı. Onun narasını duyup: “Var midır more belasini arayan?” diye bağırmasını işitenler yukarıdaki gibi karşılık verir, Edirne’nin türlü çeşit milletten kabadayısı, külhanisi “Belaya bulaşmayalım!” kavlinden ortalıktan tüyer, kertenkele misali taş diplerine dek kaçacak yer ararlardı. Zogo Niyazi şehre Dömeke Harbi’nin nihayete erdiği vakit gelip yerleşmişti. Ta Arnavut memleketinden belinde kamasıyla tabancasıyla çıkıp gelen bu yabancı, peşinde eli silahlı kanlılar olduğunu söyleyip Edirne’nin o devirdeki belalı bitirimlerinden Kahveci Nedim’in yanına kapağı atmıştı. Bir gece vakti kanlıları Tahmis Meydanı’nda Nedim’in kahvesine gelip kendisini haklamaya yeltendiği sıra Kahveci Nedim’in dükkanın arkasında kumar oynayan bitirimler dışarıya fırlayıp Arnavut aksanıyla konuşan saldırganları tarumar ettiklerinde şehir ayağa kalkmıştı. Şehrin o devirdeki zaptiye serkomiseri Boşnak Hasan adamları bitirimlerin elinden alıp nezarethaneye tıktığında hiç biri sesini çıkarmamış, ne zaman ki gaddar serkomiser kızılcık sopasını çıkarıp kaffesini falakaya yatırınca bülbül gibi ötüp kendilerini Mat Valisi Cemal Paşa Zogolli’nin yolladığını itiraf etmişlerdi. Meğer Niyazi ta Mat şehrindeyken bir düğünde önce Zogolli’nin adamlarıyla tartışıp sonra Zogolli’nin kendisiyle münakaşa etmesin mi? Deli Arnavut damarı kabarıp belindeki Karadağ tabancasını hızla çekip koca valiyi yaralamasın mı? O hengamede dolu misali yağan yağlı kurşunlardan kaçıp ayağının tozuyla Edirne’ye dek gelmesin mi? Haliyle daha o andan itibaren “Zogolli’yi vuran Niyazi” diye hikayesi anlatılır olmuştu. Boşnak Hasan adamların silahlarına el koyup Karaağaç Garı’na göndermesine rağmen adamlar “Bunu vurmadan dönersek Zogolli Paşa canımıza okur!” korkusuyla Ali Paşa Bedesteni’ne dek gelip Kalaycı Boşo’dan uydurdukları bıçaklarla Tahmis Meydanı’nın oraya gelip her biri bir yol tarafına öğleden pusuya yatmışlardı. Vakit gece olup el ayak çekilince, kahve önünü süpürmeye çıkan Niyazi’yi görür görmez bıçaklarını fora edip tepesine üşüşmüşlerdi. Niyazi koca vali paşayı vurmaktan çekinmemiş bir sergerde, kapısının köpeklerinden mi korkacaktı? Belindeki Elbasan yapımı saldırmayı
58
çekip adamlardan ikisini yaralayıp bunlardan birinin de ölümüne neden olunca mahkemesi görülmüş, nefsi müdafaa olduğunu ispat edince beraat etmişti. Ancak Zogolli Paşa’nın adamlarını hacamat etmesinden ötürü namı almış yürümüş kısa süre içerisinde “Zogolli’yi Vuran Niyazi” diye söylene söylene “Zogo” lakabıyla anılır olmuştu. Şehrin Karaağaç ve Kaleiçi semtlerinin gayrimüslim kabadayıları ile olan kavgalarında sivrilip, zindanlara girip çıktıktan sonra da namı almış yürümüştü. Meydancılığı da bırakmış meyhanelerden, bitirimhanelerde topladığı haraçlarla geçinir olmuş, kısa sürede şehrin diğer şerirlerini de sindirmişti ki “Edirne’nin Fırtınası” diye söylenilir olmuştu. Yek at yek mızrak bu kabadayının bir adamı vardı, o da Cüce Ragıp dedikleri Bostanpazarı’nda yatıp kalkar bir sefildi. Şehre ne ara geldi ne vakit Zogo’ya kapulandı bilinmez yerden bitme, Rumelili ağzıyla konuşur bir kimse. Ama öyle bir sadakati de vardı ki değme kapıkuluna, mabeyn kâtibine taş çıkartır! Adamı denilirse de sayın ki musahibi, sağ kolu yerinde. Ağasının işret masasında sızıp uyanacağı vakti bildiğinden Bostanpazarı’ndan çıkar ta Kaleiçi meyhanelerine dek gider, o gecelik misafir kaldığı meyhaneyi yahut evini bulur kapısında hazır beklerdi. Şayet ağası emretmişse onun adına söylediği mekânlardan haraçları alır ağasına getirir, ağasına söylenecek şeyleri sağdan soldan toplardı. Karnı doyardı, cebi para görürdü görmesine ya asıl kazancı Zogo Niyazi’nin namından faydalanmaktı. Öyle ya? Bir başına bir cüceden kim korkup çekince duyacak? Böylece Ragıp efendi “Zogo’nun selamı var!” diyerek canı çektiği lokantada yer, meyhanede içer, üstüne kendisini isteseler bir kaşık suda boğabilecek külhanbeylerine, kaldırım kurtlarına caka satar, dayılanır kimse de kılına dahi dokunamazdı. Cüce Ragıp ömrünü hem çalışmadan ömrünü sürdürür, hem yorulmadan kabadayılık ederdi. Hele bir de Zogo Niyazi’nin ardı sıra çalımlı çalımlı heybetli bir yürüyüşü vardı İzmir’in zeybekleri gibi ki gören Zogo’nun değil de onu kabadayı zannederdi. İşte Cüce Ragıp hep böyle yaşar gider, yarınını pek düşünmezdi, zannederdi ki kıyamete kadar Zogo namını sürdürecek o da namının etinden sütünden beslene beslene yaşayacağını umardı. Erzurum Ayaklanması’ndan takriben bir sene sonra Edirne’ye bir başka şerir gelmişti ki esaslı konuşmak lazımsa bu gelen Zogo’dan da diğer kaldırım kurtlarından da beterdi. Tabiri caizse yürüyen bela, Balkanları kasıp kavuran, İlinden Ayaklanması’nın ardında yüzgeri eden, ardından birbirlerinin kanına ekmek doğrayan komitacılardan biri olan Nikola Voyvoda! Gaddarlığıyla tanınmakta olup kendi hemşerileri tarafından bile sevilmeyen, denk geldiği köylüleri kasabalıları zengin fakir ayırt etmeden önce soyan, ırzlarına el uzattıktan sonra topunu birden gözünü kırpmadan ölüme gönderen bir insan kasabıydı. Eşkıyalıktan gelmeydi ki dağa çıkması bile genç yaşında soygun bokuna olmuştu. Ancak devran değişip komitacılar zuhur edip köylüler onlara meyledince kuru haydutluk para etmediğinden ve sırf meydan komitacılara kaldı diye açıkta kalmamak adına Dâhili Makedon İhtilal Örgütü’ne katılmış, Hristiyan Müslüman ayırmadan tavuk gibi adam keser bir caniydi. En azılı komitacıların bile adını duyduklarında tiksindiği, kimisinin de korkuyla bahsettiği biriydi. Sırf korku dolu ününden faydalanıp Osmanlı’ya karşı üstünlük sağlar diye örgüte dâhil etmişlerdi. İlinden Ayaklanması zamanında Manastır’ı kasıp kavurmuştu ki köylü kısmı kendilerine dokunmasın diye istemese bile komitacılara katılıp Osmanlı’ya karşı vuruşmuştu. İsyan fırtınası Balkanları kavurmuş hatta Edirne civarında “Kıyamet Günü” dedikleri bir ayaklanma patlak vermişti ancak zeybek taifesinin deyimiyle “tavşanı arabayla avlayan Osmanlı” her birinin başını ezmişti. Bu hadiseler, Nikola’nın Edirne’ye gelişinden seneler önce olmuştu ama İlinden Ayaklanması’nın bastırılması örgüt içerisindeki derin ihtilafları körüklemişti. Tane Nikolov’un tesirine karşın örgüt ikiye bölünüp liderler birbirlerinin üzerine suikastçılar göndermeye başlamış, bu kez namlular birbirlerine dönmüştü. “Bunun şanı, varlığı bize yaramaz!” denilerek Nikola Voyvoda’nın üzerine de birkaç suikastçı gönderilmiş o da bu baskını atlatıp defterden düşürüldüğünü anlayınca akıl sır ermez bir hesapla Osmanlı’ya sığınmıştı. Komitacıları tepelemede yardımı olur diye aff-ı şahaneye mazhar olup kır serdarlığı eden zeybek eskileri gibi “Ne olur ne olmaz elimin altında dursun!” diyen Osmanlı onu kabul etmiş, o da peşinden gelebilecek suikastçılardan uzakta kalabilmek için Edirne’ye varıp gelmişti. Nasıl olsa birbirini gırtlaklayan komitacılardan kaçmaktaydı,
59
Öykü
Öykü
Osmanlı’ya da ters dönecek değil ya? Elinde sadrazam paşa kâğıdı olduğundan kendisine hiçbir zaptiye dokunmaya cesaret edememiş, birkaç adamıyla ve silahlarıyla birlikte ellerini kollarını sallaya sallaya şehre gelip konmuşlardı. Konmuştu konmasına ya neyle geçinecek, nerede yatıp kalkacak? Eşkıyalıktan gelme değil mi ya, elbette dükkânlara esnafa çökecek onların haracını yiyecekti. Zaptiyenin ne haddine sadrazam paşa kâğıdıyla gezen koca voyvodaya dokunmak? İşte böyle diyerek ilk gördüğü bir lokantaya dalarak adamlarıyla yiyip içmiş, üstüne bir de para istemişti. Lokanta sahibi Zogo Niyazi’den başkasına haraç vermediklerini söyleyince adamı tartaklamış, haracını aldıktan sonra bozuk bir Türkçeyle: “Git Zogo pezevengini çağır!” diyerek dükkândan kovmuştu. Zavallı lokantacı Zogo’yu ararken Cüce Ragıp’a rastlayınca olanları anlatıp musahibidir diye onu çağırmıştı. Ragıp, Edirne’de senelerden beridir ağasına kimsenin karışamadığını bildiğinden ve cahil lokantacının el muhtemel ava çıkmış köylü Bulgarları komitacı sandığından emin, salına salına lokantaya girmişti. İçeriye girer girmez Nikola Voyvoda ile nursuz suratlı adamlarını hem de tepeden tırnağa silahlı görünce Ragıp’ın efeliği o anda sönüvermişti. “Nikola Voyvoda’yı tanıyın! Zogo dediğiniz pezevengi bekliyorum akşama değin, o gelmezse ben üzerine gelirim!” deyince Cüce Ragıp bembeyaz bir suratla dışarı çıkıp Zogo’nun evine doğru yollanmıştı. Ekmek elden su gölden yaşadığının sonu geldiğinden perişan olmuştu. Şimdi bunu Zogo’ya söylese bir dert söylemese bir dert. Ragıp, Nikola’nın namını İlinden Ayaklanması zamanında zabitlerden şöyle böyle duymuştu, belalı olduğu aşikârdı ama kendisi namından daha tehlikeliydi. Nikola’nın Zogo Niyazi’yi haklayacağı gün gibi ayandı. Bunlar öyle böyle değil eli kanlı komitacıydı; üzerlerindeki fişeklikleri, hangi Osmanlı karakolundan aldıkları bilinmez mavzer tüfekleri, bellerinde Frenk revolverleri, görmese bile ne bok olduğunu bildiği İlinden Ayaklanması’ndan beridir komitacıların üzerinden eksik olmaz el bombaları kendi gözleriyle görmüştü. Gariban Zogo ne yapsın? Edirne’de kabadayıların en ufağından ustura, en büyüğünden çıksa çıksa 93 Harbi malülü Karadağ tabancası çıkar, değil Zogo Edirne’nin tekmil kabadayısı alay kurup gelse bunlar onları darma duman ederdi, fişek atmalarına bile lüzum yok el bombaları Edirne’yi yıkmaya yeterdi! Zogo halden anlayıp Nikola’nın elini öpse bile nam gitti gider, Cüce’nin ekmeği kesilir. Hoş Zogo’yu kendinden iyi tanırdı ya teslim olmayacağını bilirdi, hele ki deli Arnavut damarı tutmasın. Adam zamanında koca Mat valisi Zogolli Paşa’yı çekip vurmuş, yabanın domuz çobanı Bulgar eşkıya eskisinden mi korkacak? Zogo’nun evine varıp mevzuyu anlattığında olay tam da düşündüğü gibi cereyan etmiş, Zogo öfkeden kızıla çalan gözlerle memleketinden gelirken getirdiği çakaralmaz Karadağ tabancasıyla Elbasan işi bıçağı yanına alıp evinden dışarıya uğramış, Ragıp da ardından ilk defa korka korka peşi sıra çıkmıştı evden. Ancak bela bir kere geldi mi aksilik de üst üste gelirdi. Edirne’de senelerden beri Zogo’dan illallah demiş Müslüman ve gayrimüslim kabadayılar meğerse Zogo’yu bir kancık pusu da ortadan kaldırmak için sözleşmesin mi? Evinin çıkışına pusu kurup: “Söz söyletmeden basın kurşunu!” diye kavilleşmesinler mi? Böylece Zogo’nun adımını dışarıya atmasıyla silahların patlaması bir olmuş, koca kabadayı bir yandım diyemeden bir silahını çekemeden gerisingeriye yıkılmış, Cüce Ragıp da altında kalmıştı. Zaptiyeler gelmeden bu külhaniler tüyer tüymez Ragıp da koca bedenin altından çıkarak Zogo’yu evin içine sürüklemişti. Yağmurdan kaçarken doluya tutulmak diye böylesine denirdi. Edirne kopuklarının hesapsız ve vakitsiz yedikleri herzeyle Ragıp’ın da rızkı kesilmişti. Ancak Ragıp’ın o dar zamanda aklına başka bir fikir gelmişti. Zamanında Meriç kenarında çamaşır yıkayan kadınları gizliden seyrettiği vakitlerin birinde kadınların bir büyücü karıdan bahsettiklerini duymuştu. Osmanlı sarayından çıkma bir siyahi kalfa, memleketinden öğrendiği tuhaf sihirleri ve tılsımları bilmekteydi. Kadıncağız güya evinin arka bahçesinde ölüp kalmış bir hırsızı diriltip canlı gibi yürütüp evinden dışarıya atmıştı! Muhtemelen koca karı masalıydı ya Ragıp’ın başka çaresi mi vardı? Böylece Zogo’nun evinde gizlediği altınların bir kısmını kendi cebine atıp Balıkpazarı civarında oturan saraylı kalfanın evine varmıştı. Kadın ilkin inkâr etmiş, altınları görünce kabul etmiş, koca bez çuvalını cüceye taşıtıp Zogo’nun evine gelmişti. Şiveli şiveli konuşaraktan: “Bu adamcağız ayağa kalkıp yürür ama artık konuşmaz,
fikri yoktur, acıkmaz, bir bebe putu vardır ona göre yürür! Tılsımı kırmak istersen bebe putunun kafasını koparasın!” demiş, cüce ona bile razı gelmişti. Elbet aklında bir hinlik vardı! Saraylı kadın ölünün saçlarını alıp bebeğe bağlayıp bazı iğneler saplayıp birtakım tütsüler yakmış, değişik bir dilde bir şeyler söyleyip sanki oyun havasına seğirtir gibi kıvırtmaya başlamıştı. Ne ara ne olmuşsa olmuş Zogo gözlerini tekrar açıp ayağa kalkmıştı ama eski halini ara ki bulasın! Gözleri eskisinden daha kızıl, derisi solmuş, delirmiş gibi fersiz gözüyle sanki adamın ruhunun derinliklerine bakmada! Kadından Zogo’yu hareket ettirmesine yarar bebeği alıp Zogo’nun silahlarını da yanına aldıktan sonra kadınla birlikte dışarı çıktığında hava çoktan kararmıştı. Sokağın ilerisinden Nikola Voyvoda ile adamlarının bir hışım geldiğini görünce keyfinden dört köşe olmuştu. Hemen onlara doğru koşturarak el etek öpüp selama durmuştu. Nikola: “Zogo vuruldu derler! Aslı var mıdır?” deyince, “Evinin önüne pusu attılar ama vuramadılar ağam. Zogo deyyus evindedir, eceli demek senin elindenmiş!” demiş ve sırtındaki eteği yerleri süpüren paltonun cebindeki bebeği oynayarak Zogo’yu dışarıya çağırmıştı. Cüce Ragıp da oyun çok! Balkan kavminin insan yana cesur ecinniden yana korkak olduğunu bilir, bir acayip durum görseler altlarına dolduracağına adım gibi emin! Zogo’nun cesedi sallana sallana karanlık sokakta arzı endam edince komitacılar tabancalarını çekip Zogo’ya doğru ateş etmeye başlamışlar, ancak zaten ölü olan Zogo onların üzerine gelmeye devam etmişti. Tabancanın kar etmediğini şaşkınlıkla görüp istavroz çıkararak bu sefer tüfeklerine sarılıp top güllesi misali mavzer mermileriyle Zogo’yu vurmuşlar, ancak Zogo yine üzerlerine gelmeye devam etmişti. Zogo Niyazi, sokak lambası altına gelip delik deşik bedeniyle, kızıl gözleri ve üstündeki kurumuş kanlara tezat soluk bedeniyle arzı endam edince o gözü kara komitacılar tüfeklerini fırlatıp çığlık çığlığa yüz geri edip kaçmışlardı. O günden sonra Nikola Voyvoda’yı Edirne’de kimse görmemişti. Hatta Bulgar ordusuna katıldıktan sonra Balkan Harbi zamanında bile Edirne istikametine yürümeyi reddedip firar ettiğinden asker kaçağı olarak takip edilip asılarak can vermişti! Cüce Ragıp komitacıların işini gördükten sonra asıl Edirne külhanları üzerine olan planını gerçekleştirebilmek için gölgelere gire çıka peşinde Zogo ile birlikte Kaleiçi’ne dek gelip en namlı kabadayıların gelip takıldığı Maxim Meyhanesi’ne gelmişti. “Zogo’nun soytarısı!” diye takılanlarla alay edip: “Hey avanaklar! Zogo’yu öldü sanırsınız ama ölmedi. Buraya geliyor. Siz kevgire çevirdiğinizi zannedin, Zogo şerbetlidir ki ta yedi göbek öteden nenesi Bojik cazısıdır, tılsımlanmıştır. Kurşun işlemez, kurşun işler olsa Zogolli Paşa’ya nasıl kurşun ata? Ama çaresi bendedir, kurtarmam için yalvarırsınız!” demiş ve tüm gülmeler, küfürler alaylar karşılığında sadece sırıtmakla yetinip bir köşeye geçip oturmuştu. Zogo’nun cesedi yaralı haliyle içeriye dalar dalmaz kimi korkudan bayılmış, kimi duaya kimi namaza durmuş, kimi kaça durmuştu. İçlerinden yürekli bir tanesi çıkıp: “Bakalım tılsım kaç para Niyazi!” diyerek belinden çektiği revolveri Niyazi’nin kafasına doğrultup ateşlemiş, adamın beynini paramparça etmişti. Ancak Zogo yine yürümeye devam edince korkudan olduğu yerde can vermişti. Zogo üstlerine geldikçe altlarına pisleye pisleye bir köşeye kaçmışlar, Cüce Ragıp’a yalvarmaya başlamışlardı. Ragıp oyun gereği bir anda Zogo’nun bıçağını belinden sıyırıp cesede saplar saplamaz paltosunun cebindeki kuklanın başını kırarak ezmiş, böylece yürüyen ceset olduğu yere yıkılmıştı. Külhanbeyleri kendilerini kurtardı diye cücenin ellerine yapışmış hepsi Ragıp’a biat etmişti. Ancak ne olur ne olmaz Niyazi yine hortlar diye Edirne’nin Bulgar köylerinden birinden usta bir cadıcı çağırılmış, kalbi çıkartılarak haşlanmış, cesedi göbeğinden yedi kere toprağa kazıklandıktan sonra yakılıp öyle gömülmüştü. Ragıp da yaptığı iyilik karşılığı sırrını açık etmesin diye saraylı kadına her ay aldığı haraçtan bir miktar göndermiş, ta Balkan Harbi’ne dek bu düzeni sürdürmüş, İttihatçıların beli makineli fedaileri bile ona ilişmeye çekinmişlerdi. Neyden sonra harp zamanı gelip seferberlik ilan edilince Edirne’nin diğer külhanbeyi, kabadayı taifesiyle birlikte cenkten korkup şehirden savuşup gitmiş öylece de ortalıktan kaybolmuştu. Savaştan çok çok sonraları bunların bir kısmı geri dönmüş ancak Ragıp da dönmeyenler arasında yerini almıştı. İlkin öldü sanmışlar ancak İstanbul’da nev zuhur bir kabadayının yanına kapılandığını duyunca da hiç şaşırmamışlar; “Aslına rücu etmiş…” demişlerdi! Yazan: Mehmet Berk YALTIRIK
60
61
İllustrasyon: Mehmet Kaan SEVİNÇ
Sinema
Gezici Festival 19. Yolculuğa Hazırlanıyor. Ankara Sinema Derneği tarafından T.C. Kültür ve Turizm Bakanlığı’nın katkılarıyla düzenlenecek Gezici Festival, 19. yolculuğuna hazırlanıyor. 29 Kasım–9 Aralık 2013 tarihleri arasında sinemaseverlerle buluşacak festival, her yıl olduğu gibi Ankara’dan başlayacak, 29 Kasım–5 Aralık’taki gösterimlerin ardından 6-9 Aralık tarihleri arasında son iki yıl coşkulu bir şekilde festivale ev sahipliği yapan Sinop Kültür ve Turizm Derneği’nin katkılarıyla Sinop’a konuk olacak. Gezici Festival’in ilk yıllarından itibaren önemli bir destekçisi olan, geçen yıl “bir daha, bir daha” izlediği filmleri kendisiyle beraber izleme fırsatı bulduğumuz sevgili Tuncel Kurtiz, bu yıl da özel bir bölümle aramızda olacak. Ülkemizde bu yıl çekilen uzun metrajlı filmlerden derlenen Türkiye Sineması 2013 bölümünde yer alan filmlerin yönetmen ve oyuncuları festivalde yapılacak galalarda izleyicilerle bir araya gelecek. Gezici Festival, bir kez daha dünyanın önemli festivallerinde gösterilen ve ilgi çeken filmlerden oluşan bir Dünya Sineması seçkisini izleyicilerine sunmaya hazırlanıyor. Cannes Film Festivali’nde yönetmen Asghar Farhadi ve başrol oyuncusu Bérénice Bejo’ya ödül kazandıran Geçmiş (The Past); Berlin Film Festivali’nden En İyi Kadın Oyuncu başta olmak üzere ödüllerle dönen Sebastian Lelio imzalı Gloria; Sundance ve Tribeca Film Festivallerinden ödüllerle dönen, Zachary Heinzerling’in yönettiği belgesel Genç Kız ve Boksör (Cutie and the Boxer); gene Sundance’te Seyirci Ödülü kazanan, Amerikan yapımı Karşınızda Martin Bonner (This is Martin Bonner) ile Meksika ve Almanya ortak yapımı, José Luis Valle’nin yazıp yönettiği İşçiler (Workers) bu bölümde gösterilecek filmler arasında bulunuyor. Gezici Festival izleyicisinin daha önceki yıllardan yakından tanıdığı yönetmenler Pablo Larrain, Sebastian Silva, Alicia Scherson ve Sebastian Lelio’nun filmlerinin de aralarında bulunduğu Şili sinemasından örnekler Bir Ülke: Şili bölümünde gösterilecek. Ne Yapmalı? bölümü izleyiciye özgürlük ve demokrasi mücadelesinin yöntemlerini düşünmeye davet edecek. Baskı ve sömürünün olmadığı bir dünya nasıl mümkün olabilir? Bunun için işe nereden başlamak gerekiyor? Bu seçkide yer alan filmler, kolektif mücadelelerden bireysel kahramanlara “Ne Yapmalı?” sorusuna yanıt getiren örnekler üzerinde duracak. Gezici Festival programında bu yıl, farklı kurgu ve seçkileriyle dikkat çekecek üç özel bölüm bulunuyor. Şiir, roman ve öyküleriyle farklı nesillerden okuyucu kitlesi olan Barış Bıçakçı’nın Gezici Festival izleyicisi
62
63
DÜNYA
Sinema
Yazan ve Çizen: Murat SEVİNÇ
için seçtiği iki sürpriz film Barış Bıçakçı: İki Film Arasındaki En Kısa Mesafe bölümünde gösterilecek. Yazar Barış Bıçakçı, seçtiği iki filmle, insanlık hallerine, ergenlikten yetişkinliğe geçişe, kaybettiklerimize, taşra yalnızlığına yeni bir gözle bakmaya çağırıyor. İki filmin arasındaki en kısa mesafeyi sorgulatıyor. “Hayatın bir şölen olduğunu hissettiren şeylerden” tadımlık bir seçki olarak da izlenebilir. Köken Ergun’un Video İşleri bölümü, kısa belgeseli Aşura ile Berlin Film Festivali’nde geçen yıl ödül kazanan ve dünyada video enstalasyonlarıyla tanınan Ergun’un çalışmalarını toplu olarak Türkiye’de ilk kez izleyiciyle buluşturacak. Ankaralılar Ergun’un çalışmalarını sürpriz bir sergi ile de daha yakından tanıma fırsatı bulacaklar. Festival konuğu olacak Köken Ergun’a izleyici buluşmasında sinema yazarı Alin Taşçıyan eşlik edecek. Kimi kaynaklara göre Türkiye’de deneysel sinemanın ilk örneklerinin ortaya çıkmasının 50. yılında Türkiye’den ve deneysel sinema denilince ilk akla gelen ülke sinemalarından olan Avusturya’dan kısa filmler Deneysel Sinema: Avusturya-Türkiye bölümünde izleyiciyle buluşacak. Artık gelenekselleşen Kısa İyidir ve Çocuk Filmleri bölümleriyle beraber, küçük izleyiciler için bir canlandırma atölyesi de Gezici Festival programının parçası olacak. İlk yılından beri Gezici Festival’i yalnız bırakmayan ve her yıl festivale birbirinden özgün ve eğlenceli afişler sunan Behiç Ak, bu yıl da hazırladığı afişle Gezici Festival’in parçası olacak. Festival duyuruları, program, filmler ve etkinlikleri Gezici Festival’in web sitesi, Facebook sayfası ve Twitter hesabından takip edebilir, fotoğrafları Flickr hesabından indirebilir, fragmanları Vimeo hesabından izleyebilirsiniz.
64
65
66
67
68
69
Sinema
Yepyeni ve Farklı Bir Sinema Deneyimi
Başka Sinema Bir süredir İnternet’te Başka Sinema adı altında bir oluşumun adını duyuyoruz. 1 Kasım 2013’de izleyicisi ile buluşacak Başka Sinema’da festivallerde izlemeye alıştığımız filmleri farklı bir programla sinemalarda izleme fırsatı bulacağız. Bağımsız filmlerin dağıtımcısı M3 Film ve Kariyo & Ababay Vakfı işbirliğiyle hayata geçirilen Başka Sinema, sinemaseverlerin sabırsızlıkla bekledikleri bağımsız filmleri yıl boyunca erişilebilir kılacak. İzleyicisine, aynı salonda günde en az üç film sunacak olan Başka Sinema’da filmler bir haftada vizyondan kalkmayacak ve filmler 110 dakikadan uzun değilse ara verilmeyecek. Sürpriz film geceleri, kısa filmler, fragman seansları, gala gösterimleri, seanslardan sonra film ekibiyle sohbetler, izleyicinin katkısıyla yaratılacak etkinlikler, hep seyretmek istediğiniz ama kaçırdığınız filmler Başka Sinema’da izleyicilerini bekliyor. İlk aşamada Beyoğlu Beyoğlu, Altunizade Capitol, Kadıköy Rexx ve Ankara Büyülü Fener sinemalarında başlayacak olan Başka Sinema’nın ilerleyen aylarda daha fazla ile yayılmasını umuyoruz. Kasım ayının programında Sen Aydınlatırsın Geceyi, Frances Ha, Mavi En Sıcak Renktir, Hayatboyu ve Byzantium bulunan Başka Sinema kapsamında önümüzdeki aylarda Yozgat Blues, Genç ve Güzel, Geçmiş, Sen Şarkılarını Söyle, Sadece Aşıklar Hayatta Kalır, Le Capital ve Mavi Dalga filmleri de izleyicileri ile buluşacak. Başka Sinema ile ilgili bilgilere http://www.baskasinema.com/ adresinden ulaşılabileceği gibi Facebook ve Twitter hesaplarından da film ve etkinlik programları takip edilebilir.
70
71
Sinema
Sinema
5 Ekim 2013 Cumartesi: Altın Portakal’ın ilk günü 4 Ekim’di. Ankara’daki işler nedeniyle ben ikinci günden itibaren takip etmeye başladım. Gece saatlerinde Antalya’ya varıp 1.5 saat kadar Havaş’ın havaalanından hareket etmesini bekledikten sonra iki yıldır kaldığım ucuz ama rahat otele varıyordum. Eh cepten para ödeyip gidince ucuz bir otel ayarlaması gerekiyor insanın, zaten günde 5 film izleyince otele sadece uyumak için gidecektim. 11:00 – Biraz dinlendikten sonra günün ve festivalin benim için ilk filmi olan Asgar Farhadi’nin yeni filmi Geçmiş (Le Passé / The Past) ile festivale güzel bir başlangıç yaptım. Farhadi kimi açılardan Bir Ayrılık’a benzemekle birlikte yine sağlam bir film çıkarmış. Hikâyenin omurgasında yine bir ayrılık var aslında. Ahmed (Ali Mosaffa), Fransız eşi Marie’den (Bérénice Bejo) boşanmak üzere İran’dan Fransa’ya dönüyor ve onun eski eşlerinden olan çocukları ve yeni sevgilisinin oğlu ile beraber yaşamaya başlıyor. Ahmed ve Marie arasında geçeceğini düşündüğümüz hikâye işin içine Marie’nin yeni sevgilisi Samir (Tahar Rahim) ve onun komadaki karısı ile ilgili mesele de girdikçe derinlik kazanmaya başlıyor. Farhadi bir kez daha çok iyi bir senaryoya imza atmış. Karakterlerinin sırlarını yavaş yavaş ortaya çıkardığı, katman katman açılan senaryosu çok başarılı.
Cannes’da en iyi kadın oyuncu ödülünü alan Bérénice Bejo ve diğer oyunculara da diyecek yok. Asghar Farhadi ve Ali Mosaffa ile film sonrasında bir söyleşi yapıldı. Söyleşide Farhadi’nin de belirttiği gibi film ayrıntıların çok önemli olduğu bir yapım ve bu ayrıntıları vermekte oyuncular da gayet iyi. Bir anlık bir bakışın ya da gözlerini kaçırmanın, huzursuzca yan yana oturuşun anlamları film ilerledikçe daha iyi anlaşılıyor. Dünyaca tanınmış, Oscar dâhil onlarca ödül almış biri olarak Farhadi’nin tavırlarını ayrıca takdir ettim, hiç ben çok büyük yönetmenim havasında değildi. Filmin İran’ın bu yıl en iyi yabancı film dalında Oscar’a gönderdiği film olduğunu da ekleyelim. Bir Ayrılık ile bu ödülü almasalardı bir şansları olabilirdi ama bu kadar yakın aralıklarla İran’a ikinci Oscar’ın gitmesi zor görünüyor. Yine de bir senaryo adaylığı bekliyorum. İran açısındansa, neredeyse tümü Fransızca olan bir filmi seçmek ilginç ve cesur bir tercih doğrusu. 14:00 – Bazen çok iyi eleştiriler almış bir filmden umduğunuzu bulamıyorsunuz. Theseus’un Gemisi (Ship of Theseus) de böyle oldu benim için. Film birbiri ile bağlantıları uzun süre anlaşılmayan üç hikâyeden oluşuyor. Üç orta metrajlı film de denebilir. İlk hikâye olan görme engelliyken güzel fotoğraflar çekip sergiler açarken tedavi görüp görmeye başladıktan sonra çekemeyen sanatçı hikâyesi başarılıydı. Hem görsel hem de düşünsel açıdan filmin en iyi bölümü buydu kanımca. Ama açık söylemeliyim keşiş ve borsacı hikâyeleri pek ilgimi çekmediği gibi bu bölümlerde dikkatim de çok dağıldı. Filmi de gereğinden uzun ve dağınık buldum. Yine de görsel yapısı sağlam, ilginç bir film olduğunu söylemeli. Festival çevrelerinde seveni de az değil. Film bittiğinde filmden hayranlıkla bahsederek çıkanlar da oldu. Filme adını veren Theseus paradoksundan bahsetmeden geçmeyelim. Üzerine düşünmeyi hak ediyor çünkü. Soru şu: Zaman içinde parçaları eskidikçe sürekli yenilenerek neticede tüm parçaları değişmiş bir gemi hala aynı gemi sayılır mı, yoksa karşımızdaki yeni bir gemi midir? 17:00 - Köksüz bu yıl Adana Altın Koza’da en çok övgü alan filmlerden biriydi. Altın Portakal’a da Uluslararası Yarışma’nın Türkiye temsilcisi olarak katıldı. Filmin yarım saat kadar geç başlaması can sıkıcı olsa da iyi bir film izlemenin keyfi bunu unutturdu. Filmin anne, iki kızı ve bir oğlundan oluşan bir aile üzerinden akan hikayesi gerçekten başarılı. Ailenin her bir karakterinin sorunları üzerinde durulurken ana çatışmayı büyük kız ve anne arasında kurmuş. Ailenin oğlunun, arkadaşlarından birinin annesi ile yaşadığı kaçamak da çok yapmacık durabilecekken oyuncuların da başarısı ile hiç sakil durmamış. Sadece bu ilişkinin gereğinden biraz fazla uzun sürdüğünü düşündüğümü söyleyebilirim. Senaryosunda ufak tefek sorunları olsa da aldığı övgüleri hak eden, başarılı bir ilk film. Dertleri ve anlattığı esas mesele çok farklı ama aile meselesini didiklemesi açısından Çoğunluk filmini de hatırlattı yer yer. Yılsonuna doğru gösterime de girmesi beklenen Köksüz’ü vizyonda seyircisiz bırakmamak lazım. Filmin sonrasında anneyi oynayan Lale Başar ve arkadaşın annesini oynayan Mihriban Er ile bir söyleşi vardı. Söyleşiden seyircinin genel olarak filmi sevdiğini gördüğümüzü söyleyebiliriz. Özellikle Lale
72
73
Ekim Ayı, Film Ayı Gölge e-Dergi olarak film festivallerini takip etmeye devam ediyoruz. Ekim ayında bu yıl 50. kez düzenlenen Antalya Altın Portakal ve Filmekimi’nin Ankara ayağındaydı sıra. Önümüzde 9 gün ve 36 film var. O halde lafı uzatmadan bir an önce güncemize geçelim. Altın Portakal: Her yıl olduğu gibi bu yıl da Altın Portakal’da Ulusal Yarışma ön plandaydı ama 6 yıldır takip ettiğim festivalde ben yine Uluslararası Yarışma’ya ve diğer filmlere odaklandım, Ulusal Yarışma’yı ise programıma uyarsa izledim. Ne de olsa yerli filmleri daha sonra da yakalamak mümkündü. Bu yüzden ilerleyen satırlarda sinema dünyasında festival sonrası özellikle bir film üzerinden dönen tartışmalara dair bir şeyler bulamayacağınızı peşin peşin söyleyelim. Hem zaten filmin özelliklerinden vazgeçip kişilerle uğraşan eleştiri tarzını da çok doğru bulmuyorum. Bu tartışma da biraz öyle gözüküyor gözüme.
Sinema
Sinema
Başar’ın ve söyleşide olmayan Ahu Türkpençe’nin oyunculukları övgü topladı. Ayrıca filmde anne-oğlu oynayan Lale Başar ve Savaş Alp Başar’ın gerçekte de anne-oğul olduğunu öğrenmemiz de söyleşinin ilginç noktalarından biriydi (isimlerden çok net anlaşılıyormuş tabii ki de dikkat etmemişiz). 20:00 – Meleklerin Coşkusu (Tenshi no Kôkotsu / Ecstasy of the Angels) geçtiğimiz yıl kaybettiğimiz, adını sıkça duyduğum ama çok az filmini izlediğim Kôji Wakamatsu’nun bir filmi olarak festivalin merak ettiğim filmlerinden biriydi. Festival kataloğunda deneysel bir film olduğu belirtiliyordu, açık söylemeli, gerçekten tuhaf bir film. Film Japonya’da Amerikan ordusundan silah çalan devrimci bir grubun birbirine düşmesini anlatıyor. Bunu yaparken de bolca cinsellik ve şiddet kullanıyor. Filmin büyük kısmındaki konuşmalar çıplak erkek ve kadınlar arasında geçiyor. Bu nedenle filmi istismar sineması kategorisine almak mümkün belki ama çekilen sahneler de seyirciyi heyecanlandırayım amacı da gütmüyor aslında. Filmdeki devrimci grubun kod adları da ilginç. Grubun ana ismi Yıl iken tüm bölümlerin ve kişilerin kodları mevsim, ay ve günlerden oluşuyor. Elemanların birbirlerinden sürekli olarak Eylül’ün Perşembe’si, Şubat’ın Cuma’sı gibi bahsetmeleri epeyce kafa karışıklığına neden oldu bende. Neticede filmi beğenip beğenmeme konusunda ortada kaldım, ama salonun yarısından çoğunun filmi bırakıp gittiğini söylemeli. Yine de Kôji Wakamatsu’dan birkaç film daha izlemek isterim doğrusu. 22:30 – Bu yıl festivale 22:30 seanslarını da koymuşlardı. Önceki yıllarda Altın Portakal’ı genelde günde 4 film ortalamasında geçerken bu yıl bu rakamı 5’e çıkardık böylece. Ama keşke seanslar arası biraz daha kısa tutulsaydı da son filmin bitiş saatleri gece yarısından sonraya kalmasaydı. !f’de kaçırdığım Biz Birliğiz: Hacktivistlerin Hikayesi (We Are Legion: The Story of the Hacktivists) filmini Altın Portakal’da yakalamak güzeldi. Biz Birliğiz, kendilerini hacktivist olarak tanımlayan Anonymous grubu hakkında gayet iyi bir belgesel. Grubun esasen çok da politik tabanlı fikirden yola çıkarak oluşmadığını ama zamanla buna evrildiğini ve belli başlı aktivitelerini iyi anlatmış. Belgeselin önemli noktalarından biri de kimi Anonymous üyelerinin kimliklerini açıkça ortaya koyarak konuşmaları. Hoş bunlar çoğunlukla zaten ifşa olmuş, bazı eylemlerden dolayı gözaltına alınmış üyeler. Bir kısmı ise halen gizli kalmayı tercih ediyorlar. Neticede Biz Birliğiz konuya ilgi duyanların izlemesi gereken bir belgesel. Bu film sonrasında altı yıldır gördüğüm en soğuk Antalya akşamında otele geri dönmek yolda donmakla eşdeğer sayılabilirdi. Bu nedenle taksi dediğimiz başarılı teknolojiyi kullanarak günü bitirdim. 6 Ekim 2013 Pazar: 11:00 – Dün izlediğimiz Geçmiş’de Ali Mosaffa’yı oyuncu olarak takdir etmiştik, Son Adım (Pele Akher / The Last Step) ile yönetmen ve senaryo yazarı olarak da hiç fena değilmiş dedik. Filmin ölü bir adamın ağzından anlatılan yapısı ilk anda Sunset Bulvarı gibi filmleri akla getiriyor. Ancak filmin sonunda yazdığı ve sonrasındaki söyleşide de belirtildiği gibi asıl esin kaynakları Tolstoy’un İvan İlyiç’in Ölümü ve James
74
Joyce’un Ölüler kitapları. Filmin önemli unsurlarından biri de olayların sırasının önemsenmeden anlatılması. Kronolojiye uymayan bu anlatım tarzı seyircinin filmi anlaması açısından riskli iken Mosaffa’nın zamanlar ve mekânlar arası geçişleri akıllıca kurması ile sıkıntı yaratmadan ilerliyor. Belli sahne ve replikler var ki, film içinde birkaç kez tekrarlanıyorlar. Ancak bu sahne ve replikler her gördüğümüzde farklı bir anlam kazanıyor ki bu da filmin diğer bir artısı. Neticede hiç beklentim yokken gayet memnun ayrıldığım bir film oldu Son Adım. Filmin yönetmeni, senaryo yazarı ve başrol oyuncusu Ali Mosaffa ile diğer başrol oyuncusu ve Leila Hatami’nin katıldığı söyleşi de işin artısı oldu. Ali Mosaffa ve Leila Hatami’nin evli olduklarını bilmiyordum. Söyleşide çifti beraberce görmek de güzeldi. Leila Hatami’nin söyleşide çok geri planda kalması biraz erkek baskın bir aile izlenimi verdi ama neyse dedikodu yapmayalım şimdi... Yine de bir magazin notu daha. Leila Hatami’yi iyi bir oyuncu olduğu kadar güzel bir kadın olarak da biliriz, yakından da gerçekten hayran bıraktığını eklemeden geçemeyeceğim. Söyleşide Ali Mosaffa şaka yollu olarak filmde en ucuz başrol oyuncusu olarak kendisini bulduğu için oynadığını da söyledi. Aslında başka oyuncularla da deneme çekimleri yapılmış ama istediği sonucu alamayınca, planlanan çekim tarihleri de yaklaşınca kendisi oynamaya karar vermiş. Her ne kadar Geçmiş sonrası uluslararası alanda oyuncu olarak daha çok tanınacağını düşünmek yanlış olmasa da Mosaffa bundan sonra yönetmenliğe daha fazla ağırlık verecekmiş gibi bir izlenim verdi. Bu tip söyleşilerin değişmez sorusu olan Türk sinemasından kimleri tanıyorsunuz sorusuna da bir süredir hemen her yabancı yönetmende olduğu gibi Nuri Bilge Ceylan adını verdi ve Bir Zamanlar Anadolu’da filmini izlediğini söyledi. Ayrıca Zeki Demirkubuz’un adını hatırlayamasa da Yeraltı’nı da izlemiş. Keşke söyleşinin son sorusu Kıvanç Tatlıtuğ’u tanıyor musunuz olmasaydı tabii… 14:00 – Bu seans için seçebileceğim alternatiflerin her ikisi de önceden izlemiş olunca Altın Koza’da izlediğim Sadece Aşıklar Hayatta Kalır (Only Lovers Left Alive) filmini tekrar izlemeyi tercih ettim. Her ne kadar ancak salonun önden ikinci sırasında yer bulsam da yine keyif verdi. Altın Koza izlenimlerimi Gölge’nin geçen sayısında yazmıştım. Meraklısını oraya alalım, burada aynı şeyleri tekrarlamayalım. 17:00 – Hakkında çok iyi eleştiriler duymamıştık ama Costa-Gavras’ın oğludur, yine de boş film çıkmamıştır diye ümitle gittik ama Romain Gavras’ın Bizim de Günümüz Gelecek (Notre Jour Viendra / Our Day Will Come) filmi olmamış hakikaten. Film sürekli dışlanan genç bir adamın kendisi de sorunlu olan bir psikologda baba figürünü bulmasıyla başlıyor ve gelişiyor. Bu ikilinin dışlanma nedenleri ve ortak noktaları kızıl saçlı olmaları. Düz mantıkla baktığınızda gayet saçma bir dışlanma nedeni ama Gavras’ın bilinçli olarak böyle saçma bir nedeni kullandığı açık. Belli ki herhangi bir nedenle, sırf farklı oldukları için dışlanan insanlar için de uydurulan
75
Sinema
Sinema
nedenlerin aynı derecede saçma olduğuna dair bir metafor olarak kullanmış. Buraya kadar filmde bir sorun yok. Fakat baba figürü olan Vincent Cassel’in kendisinden defalarca izlediğimiz, artık rüyada bile oynayabileceği psikopat adam tiplemesi devreye girince film zıvanadan çıkıyor. Film bunu yaparken bir eleştiri getirse, altta bir anlam oluştursa tamam da ben onu da bulamadım. Böyle olunca iş anlamsız bir şiddete dönüyor. 20:00 – Kutlama (Jubilee) için ne demeli bilmiyorum. Derek Jarman’ın ilk dönem filmlerinden biri olan Jubilee festivalin en zorlayıcı ve kafa karıştırıcı filmlerinden biriydi. Filmi tanımlamak için punk kültürü ile yoğrulmuş anarşist bir zaman yolcuğu filmi diyebiliriz belki. Ama işin içinde Shakespeare de var, medya eleştirisi de. Filmi sinema perdesinde izlemekten gayet memnun kalmakla birlikte Jarman bir kısmını anladığım ama çoğunu kavrayamadığım o kadar çok konuya değinmiş ki anlatmak istediklerinin herhalde küçük bir yüzdesini kavrayabildim. Yine de en az bir kere izlenmesi gereken bir film. Çok sevecek olmanız da mümkün. Jarman adı geçince hep söylediğim bir şey var. Blue’yu gösterecek delikanlı bir festival arıyorum. Merakım, filmin sonunda salonda kaç kişi kalacağı… (yıllar önce sanırım İstanbul ve Ankara’da gösterilmiş ve epey de izleyeni olmuş aslında) 22:30 – Günün son filmi olarak diğer salondaki Gloria yerine La Paz’ı seçerken yanlış bir karar verdiğimi biliyordum aslında ama Gloria’yı başka bir yerde yakalarım diye umuyordum. Nitekim Gezici Festival’de gösterilecek. Hastaneden taburcu olurken gördüğümüz Liso’nun sonraki hayatını anlatan La Paz kötü bir film değil belki ama öne çıkan bir tarafı da yok. Film Liso’nun annesi, anneannesi ve hizmetçileri ile olan ilişkileri üzerinden yol alıyor. Filmin geneli ve başrolde Lisandro Rodríguez’in performansı boşlukta kalmışlık ve amaçsızlık duygusunu iyi veriyor aslında ama film bir türlü tatmin edici bir noktaya varmıyor kanımca. Sonuçta da festivalin çok iz bırakmayan filmlerinden biri olarak kaldı. 7 Ekim 2013 Pazartesi: 11:00 – Arkadaşlar Arasında, 30 yaşına basan Ayhan’ın doğum günü kutlaması için toplanan 4 erkek arkadaşın bir rakı masası çevresindeki gecelerini anlatıyor. Filmin kimi sorunları olsa da orta yaşa merdiven dayamış erkeklerin bir türlü büyüyememe durumunu ve hayatla dertlerini iyi kavramış ve anlatmış. Dört karakterin bir rakı masasında kendileri ile hesaplaşmalarından herkesin kendi yaşamından bir şey bulması mümkün. Rakı masasında konuştukça ve içlerini döktükçe en sorunsuz görünen karakterin bile yaşadığı sorunlar
76
adım adım ortaya çıkıyor. Aslında herkesin kendinden bir şey bulma meselesini eleştiri olarak da belirtmek mümkün. İlk film sendromu diyebileceğimiz bir yaklaşımla yönetmen ve senaryo yazarı Gökhan Horzum, dört karakter üzerinden çok fazla konuya değiniyor. Böyle olunca bazı konular da çok üstünkörü geçiliyor. Flashbacklerden bazıları filmin dokusuna uymamış bence. Mesela film sonrasındaki söyleşide de belirtildiği gibi barın arkasındaki sahne. Film kimi yerlerde epey duygusal olsa da çoğunlukla komediye yaslanan bir yapım. Ama komedi dozu genellikle gerçek yaşamda karşımıza çıkan olaylara dayalı gerçekçi bir komedi. Hâlbuki flashback sahnelerinde özellikle bahsettiğim bar sahnesinde kullanılan komedi anlayışı fazlasıyla yapay duruyor. Film hakkında yapılacak eleştirilerden biri de kadın karakterlerin fazlasıyla tipleme olarak kalmış olması olabilir. Ancak sonuçta 4 erkeğin rakı masası başındaki muhabbetini anlatan bir film açısından doğru bir tavır. Ne de olsa kadınları o erkeklerin bakış açısıyla görüyoruz. Bu arada seyircinin filme ilgisinin çok olumlu olduğunu da belirtmek gerek. Film ekibi gösterim sonrasında uzun süre alkışlandı. Söyleşide de çok olumlu yorumlar yapıldı. Vizyona girerken iyi bir tanıtımı olursa fena olmayan bir gişe yapabilir. Mesela filmde sürpriz bir şekilde karşımıza çıkan bir şarkıcı var. Ondan klip gelebilir ama o sahnenin sürpriz olması da daha güzel oldu aslında. Sonuç olarak Arkadaşlar Arasında belki sinema sanatı olarak müthiş işler başaran bir film değil. Ama amacını başarıyla yerine getirdiği söylenebilir. Vizyona girdiğinde şans vermek gerektiğini düşündüğüm filmlerden. Filmle ilgili vurgulamak istediğim bir konu daha var. Geçtiğimiz günlerde basına da yansıdığı üzere yeni çıkan alkol yasası nedeniyle filmin adının Rakı Masası iken Arkadaşlar Arasında olarak değiştiğini duymuştuk. Ancak ekip eski adı benimsemiş olmalı ki filmlerinden hala Rakı Masası olarak bahsediyorlar. Bu konuda yapımcılara resmi bir yazı gelmemiş ama kanundan çok net bir şekilde Rakı Masası adını kullanamayacağımız belliydi dediler. Kimsenin yaşam tarzına müdahale yoktu hani? Görüldüğü üzere filminize istediğiniz ismi bile koyamıyorsunuz. Sonra nerede kaldı özgürlük, başkasının yaşam tarzına saygı. 14:00 – Tuhaf Kedicik (Das Merkwürdige Kätzchen / The Strange Little Cat), gerçekten ilginç bir film. İlk bakışta bir ailenin yemek için hazırlanması dışında çok bir şey anlatmıyor gibi. Ama film ilerleyip benzer temalar tekrarlanmaya başlayıp, aile üzerinde adı konamayan tekinsiz bir hava oluşmaya başladıkça ilginçleşiyor. Özellikle sürekli anlatılan tuhaf anekdotlar ve bunların sürekli bir dış sesle ya da tuhaf bir şekilde kesilmesi ayrı bir hava katıyor. Tam bir başarı diyemeyeceğim ama kesinlikle izlenmeli. Hatta yönetmen Ramon Zürcher’in adını bir köşeye yazıp sonraki filmlerini beklemek için yeterli. Altın Portakal’ın Uluslararası Yarışma bölümünde yer alan Tuhaf Kedicik’in Siyad jürisinin ödülünü aldığını da eklemeli. Tüm Uluslararası Yarışma filmlerini izledikten sonra benim bir numaram değildi ama benim için de üst sıralarda yer alan bir film oldu. 17:00 – Gençlik (Youth), biri asker olan iki kardeşin ailelerine yardım için zengin bir ailenin kızını kaçırıp fidye istemelerini anlatan bir İsrail filmi. Fakat bunu o kadar kötü bir planla yapıyorlar ki ellerine yüzlerine bulaştırmaları kaçınılmaz oluyor. Film önce kardeşlerin kızı cinsel bir saldırı için takip ettikleri izlenimi verse de zamanla işin ekonomik boyutu ortaya çıkıyor. Zaten film de İsrail’de de ekonomik sorunların ve gelir eşitsizliğinin hemen her ülkedeki gibi etkileri olduğunu gösteriyor. Senaryonun karakterleri
77
Sinema
Sinema
derinleştirememek gibi sıkıntıları var ama özellikle kendileri de kardeş olan ve ilk kez oyunculuk yapan Cunio kardeşlerin performansları ile değer kazanıyor. Cunio kardeşler de Altın Portakal’ın konukları arasındaydı ve film sonrası bir söyleşiye de katıldılar. Sadece oyuncuların katıldığı söyleşilerde hep olduğu üzere genelde yönetmenin cevaplayabileceği soruların sorulması bir sıkıntıydı ama yine de gayet güzel giden söyleşi bir anda “festival teyzesi” olarak adlandırabileceğimiz figürlerden biriyle yön değiştirdi. Filmdeki diyaloglardan birinde Arap kelimesinin hakaret olarak kullanıldığını cımbızlayan teyze çocuklara yüklendi. Filmin İsrail-Filistin meselesi ile hiç alakası olmaması bir yana o karakterlerin de Arap kelimesini bu şekilde kullanması hiç yadırgatıcı değildi aslında. Ayrıca söyleşiyi yöneten Yeşim Tabak’ın da söylediği gibi film tam tersine İsrail’in durumuna eleştirel de yaklaşıyordu üstelik. Fakat teyze konuyu uzattıkça uzatarak söyleşiyi sabote etti adeta. 20:00 – 6 yıldır takip ettiğim Altın Portakal’ın en sevdiğim bölümlerinden biri Pelikülün İzinde bölümü oluyor her zaman. Bu bölümde sinema tarihinin ilk yıllarından gelen filmleri canlı müzik eşliğinde izlemenin keyfini çıkarıyoruz. Her ne kadar bu yılki film ve müzikler geçen yıllara göre biraz sönük kalsa da sinema sanatı açısından olmasa da belge değerleri açısından çok önemli filmler izledik. Balkanların ilk sinemacıları sayılan Manaki kardeşlerin bir saat boyunca izlediğimiz filmleri, 1900’lerin başında Balkanlardaki hayat üzerine önemli belgeler. Bugünden baktığımızda bu filmlere küçük haber filmleri demek mümkün. Günlük hayat dışında özellikle dönemin önemli törenlerini belgelemişler ki en uzun çekimler Sultan Reşad’ın ziyaretlerinde yapılmış. E adam padişah olunca önceden hazırlık yapılması, birkaç yere kamera konulması, çekimlerin uzun tutulabilmesi normal tabii. 22:30 – Bombay’dan Sesli Filmler (Bombay Talkies), Bollywood’un 100. yılı kapsamında yapılmış 4 kısa filmden oluşan bir toplama. Kısa film deyince hepsi yarımşar saat aslında ama Bollywood için normal film süresi 3 saat olunca kısa filmin de yarım saat olması normal sayılmalı. İlk öykü babasına eşcinsel olduğunu ilan eden bir karakterle açılıyor ve işyerinde patronu
78
olan kadın ve onun kocası ile ilişkilerine odaklanıyordu. Satyajit Ray’in iki kısa öyküsünden uyarlanan ikinci hikâye ise tesadüfler sonucu bir filmde figüran olarak yer alan bir adamın hikâyesiydi. Babasının futbolcu olmasını istediği ama kendisi bir dansçı olmak isteyen küçük bir erkek çocuğu ve babasının daha uzun yaşamasını sağlamak için onun isteğini yerine getirmek amacıyla yollara düşen bir adamın hikâyesi de son iki kısa filmi oluşturuyordu. Hikâyeler çok derinlikli anlatılmamış ama hepsi de keyifle izleniyor bir yandan. Bir Bollywood filminden bekleyeceğimiz müzikler ve danslar da elbette mevcut. Dört kısa film dışında bir de en sonda Apna Bombay Talkies isimli bir şarkı var ki o da gayet keyifli bir şarkı idi. Pek çok farklı oyuncu tarafından seslendirilen bu şarkı tanıdığımız tanımadığımız birçok Bollywood yıldızını bir araya getiriyor. Film bittiğinde saatler gecenin birini gösteriyordu neredeyse. Koskoca Akm’de filmin sonundaki yazıları izleyen iki kişi kalmıştık galiba. Görevlilerin arkadan kapatıyoruz şeklinde seslendiklerini zannediyorum (yani bir şeyler dedikleri kesindi de ne olduğunu tam duyamadım), buna rağmen yazıları kesmeyen projeksiyondaki arkadaşa buradan teşekkürlerimi yolluyorum. 8 Ekim 2013 Salı: 11:00 – Kim Ki-Duk’un yeni filmi Moebius’u Antalya’da izlemeden önce hakkında oldukça kötü eleştiriler duymuştum. Hastalıklı bir hikâye anlattığını kabul ediyorum. Kendisini aldatan kocasından intikam almak için onun penisini kesmeye kalkışan, bunu başaramadığında aynı eylemi oğlu üzerinde uygulayan bir kadın karakteri zaten sıkıntılıyken işin içine bir de penis naklinden tutun acıdan cinsel zevk almaya kadar çeşitli konular girince iş iyice karışıyor. Filmin tümüyle diyalogsuz olma seçimi de fena halde zorlama duruyor ama bunları kabul ettiğinizde filmi fena bulmadım ben. Özellikle kadının kocasına olan öfkesinin oğluna yönlendirmesini mümkün görürseniz sonrasında babanın oğluna olabilecek en aşırı yöntemlerle yardım etmesi ya da özellikle Kore’de tartışma yarattığını duyduğumuz ensest olayı filmin hikâyesi içinde yerli yerine oturuyor. Filmin adından hareketle oğlunu düştüğü durumdan çıkarmak için her şeyi yapan babanın finale doğru geldiği nokta, bir anlamda her şeyin başladığı noktaya dönüşü de iyi düşünülmüştü. Bu arada izlerken fark etmemiştim, filmdeki her iki kadın karakterini de aynı oyuncu oynamış. Ki bu da özellikle ensest ilişki meselesinde ayrı bir katman oluşturuyor. Bu arada festival kapsamında Antalya Cinemaximum’da filmin 50 dakikasını yanlış formatta izlediğimizi belirmeden geçemeyeceğim. Dijital gösterime geçince bu sorunlar bitecek diyorduk ama bu sefer de filmin formatını yanlış ayarlayınca Moebius’un yaklaşık yarısını üstten ve alttan görüntü kaybı ile izledik. Ben çıkmak zor olan bir yerde olduğum için söyleyemedim ama birisi fark etti ki düzeltildi sonunda. 14:00 – Dalgalanan Gökdelenler (Plynace Wiezowce / Floating Skyscrapers), annesi ve kız arkadaşı ile yaşayan, eşcinsel ama bunu kendi bile kabullenemeyen Kuba adındaki genç bir adam hakkında. Ama günün birinde gerçekten sevdiği bir adamı bulunca artık
79
Sinema
Sinema
eşcinselliğinden kendi de kaçamıyor ve tutkulu ve hüzünlü bir aşk yaşıyorlar. Aslında çok orijinal bir şey anlatmasa da derdini iyi bir sinema dili ile anlatan bir film. Karakterlerin içinde bulunduğu sıkıntılı durumu gayet iyi vermiş. Ayrıca finalde geldiği nokta ve en son sahnesi de gayet başarılı ve gerçekçi. Gösterilecek filmler belli midir bilmiyorum ama 2014’ün başında üçüncüsü düzenlenecek olan Kuirfest için iyi bir aday olabilir. 17:00 – Bükreş’e Gece Çöktüğünde ya da Metabolizma (Când se Lasa Seara Peste Bucuresti sau Metabolism / When Evening Falls on Bucharest or Metabolism), temel olarak bir yönetmenin ve baş kadın oyuncusunun yeni filmlerini hazırlanmalarını, bu filmle ilgili tartışmalarını ve ilişkilerini konu alıyor. Bu arada yönetmenin çektiği ülser sancılarını da konuya bir yerinden dâhil ediyor. Film en başta yönetmen ve oyuncu arasında dijital sinema/geleneksel sinema, kesintisiz çekimler gibi konulardan muhabbet açarak kalbimi kazandı. Filmin büyük bölümünde de bu iki karakter sinema üzerine konuşuyor zaten. Uzunca süren bir yemek muhabbeti de var ama orada konuşulanları sinemaya ya da bambaşka konulara dair olarak okumak da mümkün. Filmin kendi içine verdiği referanslar da beğendiğim bir başka noktası. En başta yönetmen kesintisiz uzun planlardan, kesintisiz uzun bir plan içinde bahsedince filmin böyle geçeceğini anlıyorsunuz. Ya da bir sahnede kadın oyuncu filmdeki çıplaklığı sorgularken birkaç sahne sonra onu çıplak olarak görüyoruz ve gerekli miydi acaba diyoruz. Benzer şekilde duştan çıkıp yan odada konuşulanları dinleme sahnesi de filmin kendi içine verdiği referanslardan. Bu tip ayrıntılar çok iyi ve filmi gerçek bir sinefil filmi yapıyor. İzledikten sonra o ana kadar Uluslararası Yarışma’da izlediğim filmler arasında en iyisi olduğunu düşümüştüm, festival sonuna kadar da bu fikrim değişmedi. Jüriler ile aynı fikirde olmasak da mühim değil. Zaten filmi sevmek konusunda çok yandaş bulamayacağımı sanıyordum ama Filmekimi Ankara’da da gösterildikten sonra festival izleyicileri ile konuşmalarımda yalnız olmadığımı gördüm. Yine de herkese tavsiye edebileceğim bir film değil. Çoğu izleyiciye sıkıcı da gelebilir. Film sonrasında festivalin benim için en heyecan verici anlarından birini yaşadım. Leila Hatami, Uluslararası Yarışma’nın jüri üyelerinden biriydi. Basın toplantısındaki cana yakın tavırlarından Bir Ayrılık filminin DVD’sini alırsam ona imzalatabilirim diye düşünüyordum. Bir önceki filmden itibaren fırsat kolladım ve sonunda cesaretimi toplayıp kendisinden imza isteyebildim. Hiç tavır yapmadan imzaladı ve DVD koleksiyonuma çok değerli bir parça hediye etmiş oldu. 20:00 – Filistin’in Oscar’lara göndermek için seçtiği Ömer, Filistin/İsrail meselesi üzerine gayet sağlam bir film. Sevdiği kızı görebilmek için kendisini tehlikenin ortasına atan Ömer, sevdiği kız Nadya, onun abisi ve Ömer’in çocukluk arkadaşı arasında geçen hikâye başka bir coğrafyada geçse basit bir aşk hikâyesi olabilirdi. Ama ortam birinin sırlarını bilenin onu kendi çıkarları için kullanabileceği tekinsiz bir ortam olunca olaylar karmaşıklaşıyor. Özellikle aynı tarafta yer aldığı düşünülen kişilerden bazılarının aslında tümüyle kendi çıkarlarını düşündüğünün verilmesi başarılı. Oyuncuların (özellikle Ömer’i oynayan Adam Bakri’nin) filmi sürükleyen performansları da çok iyi.
22:30 – Ali Kemal Çınar’ın ulusal yarışmadaki Kısa Film adlı filmi ne yazık ki olmamış. Çınar’ın kendisini oynadığı filmde bir kısa film yönetmeninin ve ondan sürekli tavsiye alan bir gencin kısa film yapma çabaları ile yakınlarının onlara bakışları konu ediliyor. Bu arada yönetmen hemoroit belasıyla da baş etmeye çalışıyor. Aslında film yapma meselesi ile ilgili ilginç bir film olabilirdi ama filmin fena halde eş dost akraba arasında çekilmiş, amatör bir film havası var. Oyunculuklardan çekimlere varıncaya kadar filmin tüm unsurlarında bu durum hissediliyor. Bir ilk film olarak elbette olabilir ancak, yarışmaya 60 civarında filmin başvurduğu söyleniyordu, ön jüriyi geçebilen bir filmin daha iyi olmasını bekliyor insan. İlginç bir tesadüf, aynı gün izlediğimiz iki filmden Bükreş’e Gece Çöktüğünde ya da Metabolizma filminde ülserle mücadele ederken senaryo ile boğuşan bir yönetmen vardı, Kısa Film’de ise hemoroitle mücadele ederken senaryoyla boğuşan bir yönetmen var. İlki ne kadar iyi anlatıyorsa konuyu ikincisi de o kadar acemi kalmış. Ali Kemal Çınar’ın Antalya’dayken zaman ayırıp Porumboiu’nun filmini izleyip izlemediğini bilmiyorum ama filminden en azından sinema sevgisi hissedilen bir kişi olarak bir yerlerde yakalayıp izlemesini isterim gerçekten. Yukarda günün ilk filmi olan Moebius’u yanlış formatta izlediğimizden bahsetmiştim. Ne yazık ki Kısa Film’i de yanlış formatta izledik. Üstelik bu kez düzelten de olmadı. Seyirciye ve sinemacıya ayıp. Bu konuda festival ekibi ve Cinemaximum biraz daha dikkatli olmalı.
80
81
9 Ekim 2013 Çarşamba: 11:00 - Ozun Yol (filmin adı Uzun Yol ama başında adını böyle yazdıklarına göre biz de böyle diyelim), Altın Portakal öncesi vizyonda izlediğimiz 3 Kadın 3 Kader filminde gördüğümüz bir hikâyenin az daha iyisi. Birbirine âşık iki genç kaçıyorlar ve evleniyorlar. Uzun yol şoförü olan erkek kumara düşkün. Bir türlü kendini bu alışkanlığından kurtaramıyor, ara ara kazansa da nihayetinde kaybediyor. Karısı ise hamile kalıyor, doğum yaptıktan sonra evin ihtiyaçlarını karşılamak için kocasının muhalefetine karşın çalışmaya başlıyor ama kumar meselesi yüzünden aile giderek kaçınılmaz bir çöküşe doğru gidiyor. Elbette kız evden kaçtığı için tüm film boyunca onu arayan birileri de var. Böyle olaylar yaşanıyor, anlatılması lazım denebilir ki doğrudur da ama keşke biraz daha iyi anlatılsa. Yeşilçam’da defalarca benzerini gördüğümüz bir hikâye yeniden anlatılabilir, onda bir sorun yok aslında. Neticede bu filmin de göndermeler yaptığı Selvi Boylum Al Yazmalım benzer bir konuyu anlatan bir klasik olarak yıllara direnerek sapasağlam duruyor. Ama aradan geçen zamanda hala aynı kalıplarla ve sinema anlayışıyla film yapıyorsanız ortada bir sıkıntı var. İşin daha kötüsü, film sanki çok aceleye getirilerek festivale yetiştirilmiş. Daha filmin başında adının yanlış yazılması bir yana film içinde de öyle vahim kurgu hataları var ki oturup filmi izleyen bir kurgucunun ve yönetmenin gözünden kaçmasına imkân olmamalı diye düşünüyor insan. Bunun yanında festival sonunda filmin erkek oyuncuları Hakan Yufkacıgil ve Ahmet Özarslan’ın en iyi erkek oyuncu ve en iyi yardımcı erkek oyuncu ödüllerini almasını da ilginç buldum açıkçası.
Sinema
Sinema
Kötü oyunculuklar değildi belki ama çok öne çıkacak ya da akılda kalacak performanslar olmadıkları da açık. 14:00 – Uluslararası Yarışma filmlerinden Kahramanlarımız Bu Gece Öldüler (Nos Héros Sont Morts ce Soir / Our Heroes Died Tonight) hiç kuşkusuz yarışmanın en stilize filmiydi. Siyah/beyaz görselliği başarılı kullanımı, bunun yine etkileyici bir müzik eşliğinde ve başarılı oyunculuklar ile sunulması takdir edilmesi gereken noktalardı ancak 1960’lar Fransa’sında geçen senaryosu çok tatmin edici değildi. Dönemin popüler sporlarından köstüm giymiş sporcuların dövüşmesi çerçevesinde gelişen hikâye seyircilerin destekleyecekleri kahraman karşısında nefret etmekten hoşlanacakları bir kötü adam görmek istemeleri üzerinden umut verici şekilde başlıyordu ama daha iyi geliştirilebilirdi. Yönetmen David Perrault, kurduğu görselliği daha iyi bir senaryo ile birleştirmiş olsa karşımızda yarışmanın en iyi filmlerinden biri olabilirdi. 17:00 – Ölüler ve Yaşayanlar (Die Lebenden / The Dead and the Living), üzerinden yıllar geçmiş olmasına rağmen Nazi Almanyası’nda yaşananların hala hayatları etkileyebildiğini gösteriyor. Başkarakter Sita, ailesinin geçmişindeki sırlarla yüzleşirken kendi hayatını da temize çekiyor. Filmin en büyük sıkıntısı da burada çıkıyor bence. Filmin başında karakterin bugünü üzerinde dururken ailesinin geçmişi devreye girince bugün unutuluyor. Çok sonlara doğru geçmişin bugünü etkilemesi ise hem çok geç hem de fazla yüzeysel kalıyor. Yine de filmin başrolündeki Anna Fischer’in performansı başarılı. Uluslararası yarışma bölümünde kadın oyuncu ödülü verilseydi ciddi bir şansı olabilirdi (rakipleri de Köksüz’den Ahu Türkpençe ve Lale Başar olurdu). Bu arada filmin gayet sağlam soundtrack’inde bir şarkıda Alev Lenz’in sesini duymak da mümkün (rock müzik sevenler hatırlar sanırım kendisini). 20:00 – Michael Winterbottom filmleri her zaman eşit derecede başarılı olmasa da mutlaka bir yerinden ilgi çekici olmayı başarıyor. Ateşli Bakışlar (The Look of Love) da ele aldığı gerçek hikâye ile ilgi çekici ama bir yerden sonra ahlak dersine dönüyor. Winterbottom bu kez striptiz salonlarının sahipliğinden başlayıp dev bir yetişkin eğlenceleri (adult entertainment) imparatorluğu kuran Paul Raymond’un hayatını anlatıyor. Bir nevi İngiliz Hugh Hefner ya da Larry Flint olarak tanımlayabiliriz Raymond’u. Aslında Winterbottom’un ahlakçı bir bakış açısı da yoktur ama filmde Raymond’a nasıl yaklaşacağı konusunda kararsız kalmış sanki. İlk yıllarını anlatırken Raymond’un yaşam tarzına uzaktan da olsa anlayışlı bir bakış açısıyla yaklaşırken özellikle kızının başına gelenlerde suçlunun o olduğu gibi bir sonuca bağlanıyor adeta. Yine de Winterbottom’un sinema duygusu, film ilerledikçe anlatılan zaman dilimine ve hikâyeye göre değişen görsel yapısı sağlam. Bir de Steve Coogan tabii ki. Her nedense Winterbottom dışında sinemanın bir türlü kullanamadığı Coogan yine çok iyi.
22:30 – Cennetten Kovulmak’ı izledikten sonra ilk aklımdan geçen şey keşke biraz daha iyi olsaydı oldu. Daha derli toplu bir senaryo ile türünde ve anlattığı konuda geleceğe kalacak bir film olurmuş. Bu haliyle evet kötü bir film değil, hatta izlediğim üç Ulusal Yarışma filminin en iyisi (festival öncesi izlediğim Meryem’i de katarsak dört ) zaten festival sonunda da en iyi film ödülünü paylaşan filmlerden biri oldu ama ilerde ne kadar hatırlanır emin değilim. Film ne anlatıyor? Bir tarafta İstanbul’da çoğunlukla Kürt işçilerin çalıştığı bir inşaatta yeni çalışmaya başlayan beyaz Türk, genç elektrik mühendisi Emine ve ailesi var. Diğer tarafta da Muş’ta bir köyde yaşayan ve İstanbul’u merak eden Ayşe ve onun hikâyesi. Yakalanan konu iyi, iki hikâye arasındaki geçişler başarılı ama bazı karakterler sadece belli bir meseleye değinmek ya da iki ailenin hikâyeleri arasında paralellikler sağlanmak için filme konulmuş tiplemeler gibiler. Ayrıca yine film içinde okulda Kürt öğrencilerin Türkçe konuşmaya zorlanmasından tutun da yaşı küçük kaçak işçi çalıştırılmasına kadar pek çok konuya değinmeye kalkınca senaryo çok dağılıyor. Halbuki diğer meseleleri biraz törpüleyip mühendis Emine’ye platonik olarak âşık olan genç Kürt işçi Kürşat hikayesine ağırlık verilse çok daha iyi bir film çıkacakmış sanki. Özellikle Emine’nin Kürşat’a âşık olmaması bir yana onun kendisi için böyle hisler duyabileceğini aklına bile getirmemesi üzerinden daha ilginç noktalara gidilebilirdi. Genel olarak oyunculukların da çok iyi olmasa da sınıfı geçtiğini söyleyebiliriz. Hatta küçük kızı oynayan Rojin Tekin jüriden özel bir ödül de aldı. Ama işte film tam olarak hedefi vuramıyor. Kaçmış bir fırsat diyebiliriz. Zaten bugün izlediğim filmlerden genel olarak buradan çok daha iyi bir film çıkarmış duygusu ile ayrıldım.
82
83
10 Ekim 2013 Perşembe: Festival 11 Ekim’de bitecekti ama bugün benim için son gündü. Aslında sabah ilk seansı Jodorowsky’nin Gerçeğin Dansı (La Danza de la Realidad / The Dance of Reality) filmine ayırmıştım ama teknik bir sorundan dolayı iptal olunca günü iki festival filmiyle kapamak zorunda kaldım. 14:00 – 36, sabit kamera ile çekilmiş 36 kesintisiz çekimden oluşuyor. 36 rakamı analog fotoğraf makinelerinde yer alan poz sayısı. Film de zaten bir yandan analog/dijital ayrımı üzerine cümleler kurarken bir yandan da fotoğraflar ile belleğin ilişkisi üzerine eğiliyor. Filmin sonrasında başroldeki iki oyuncunun katıldığı söyleşide de belirtildiği üzere hatırlamak için fotoğraf çekiyoruz, hele günümüzde dijital makineler sayesinde herhangi bir olay hakkında elimizde onlarca hatta yüzlerce fotoğraf olabiliyor ama hatırlama olayı yine de bellek ile sınırlı. Filmin uzun kesintisiz çekimlerden oluşması üstelik kameranın da hiçbir çekimde hareket etmemesi zaten seyirciyi zorlayan bir seçimken yönetmen Nawapol Thamrongrattanarit bununla yetinmemiş. Hemen hemen hiçbir sahnede başrol oyuncularını, özellikle erkek oyuncuyu net bir şekilde görmüyoruz. Çoğu sahnede sırtı kameraya dönük, bir kısmında da kamera ile karakter arasına bir bulanık bir cam benzeri bir engel giriyor. Belli ki bilerek ve isteyerek yapılmış bir seçim ama seyircinin filmden iyice uzaklaşmasına neden oluyor açıkçası. Her
Sinema
Sinema
ne kadar söyleşide sadece oyuncular olsa da yönetmenle bu konuyu konuşmuş olabileceklerini düşünerek bu seçimin nedenini sordum. Filmin, kadın karakterin hatırladıklarına dayandığı için onun anılarının çok net olmaması ile ilintili olduğu gibi bir cevap geldi. Bu şekilde açıklandığı zaman hak veriyorsunuz ama demek ki film sırasında bu cevabı alamamışız filmden. Nihayetinde filmi bir biçim denemesi olarak ilginç buldum ama farklı konulara değinse de daha ötesinde pek başarılı bulamadım. Hadi çekinmeden açıkça söyleyeyim, filmi izlerken epey sıkıldım. Genel olarak seyircilerin de sıkıldığını gözlemledim ama görünen o ki bizim gibi düşünmeyenler de varmış. Mesela jüri üyeleri. Uluslararası Yarışma bölümü filmlerinden olan 36, ödül gecesinde jüri üyelerinin beni çok şaşırtan kararıyla en iyi film ödülünü aldı. Bir jüri özel ödülü ile bu farklı biçimsel denemeye bir destek verilmesine bir itirazım olmazdı ama en iyi film ödülü gerçekten fazla geldi bana. 17:00 – Gündüz Gözüyle (Al-khoroug Lel-nahar / Coming Forth by Day) ölmek üzere olan yatalak babası ve annesiyle yaşayan genç bir kadının bir gününü anlatan bir Mısır filmi. Filmin büyük kısmı neredeyse gerçek zamanlı olarak babanın bakımına ayrılmış. Üstünün değiştirilmesi, yaralarının pansumanı gibi işlemleri tüm ayrıntıları ile izliyoruz. Yönetmen Hala Lotfy, hastalığın tüm eve, anneye ve kızına yayılan basıcı etkisini vermek istiyor belli ki. Bu boğuculuğu verince genç kadının günün sonunda kendisini evden dışarı atabildiğinde yaşadığı kısmi ferahlama daha iyi anlaşılıyor ama bu kadar boğuculuğa da gerek var mıydı acaba diyor insan. Benzer bir dönem yaşamış insanlar filmi çok gerçek bulacaklar ama bir yandan da insanlara kendi yaşadıklarını anımsatacağı için izlemesi zor da olabilir. Mesela filmin son repliği olarak finalde sorulan bir soru var ki ne kadar acıtıcı olabildiğini kendi deneyimlerimden biliyorum. Ama işte gerçek bu olsa da sinemada acının ve boğuculuğun bu kadarına gerek var mı çok emin değilim gerçekten. Filmden sonra söyleşiye kalmadan hızlıca çıkıyordum. Ne de olsa uçağa yetişmem gerekiyordu. Ankara’ya gitmeliydim ki ertesi gün başlayacak Filmekimi’nin Ankara ayağını takip edebileyim. Uçakta hiç yanından ayırmadığım eşya ise Leila Hatami imzalı Bir Ayrılık DVD’si oldu. Valizim, çantam ya da dizüstü bilgisayarımdan daha değerliydi benim için. Filmekimi Ankara: 11 Ekim 2013 Cuma: 11:00 – Antalya’dan gelip ayağımın tozuyla Filmekimi Ankara’nın filmlerine başladım (bilet sırasında arıza çıkarak teyze yüzünden filme biraz geç girdik ama ne yapalım artık). Beşir’le Vals ile tanıyıp sevdiğimiz Ari Folman’ın yeni filmi Son Şans (The Congress) ile ilgili genellikle olumsuz yorumlar duymuştum. Ama baştan söyleyeyim ben sevdim, özellikle ilk yarısını. Her ne kadar çok yeni bir fikir olmasa da Robin Wright’ı oynayan Robin Wright fikri hoşuma gitti. Ama menajeri olarak Harvey Keitel ve stüdyo sahibi olarak Danny Huston gibi tanınmış isimleri görmek işi biraz bozdu. Keşke o rollerde de Robin Wright’ın gerçek menajerini ya
84
da gerçek bir stüdyo patronunu görebilseydik. Stüdyo patronu olarak, kabul etmesi durumunda Harvey Weinstein süper olabilirdi mesela. Bu olamıyorsa en azından tanınmamış oyuncular daha iyi olabilirdi ama Harvey Keitel’in döktürdüğü birkaç sahneyi de başkası o başarıyla oynar mıydı bilinmez. Oyunculuğun geleceğine ve bugününe dair fikirler de hoşuma gitti. Bu arada filmin konusunu bilmeyenler için kısaca aktaralım. Filmde artık oyuncuların bilgisayar tarafından modellenebildiği yakın bir gelecekteyiz. Bir defa çeşitli hareketleri, duyguları ve sesleri kaydedilen oyuncu ondan sonra bilgisayarın diskinde yer alan bir obje olarak stüdyonun malı oluyor ve hiç haberi olmadan her türlü filmde rol almış olabiliyor. Stüdyo bunun karşılığında oyuncunun sözleşme süresince başka herhangi bir ortamda oyunculuk yapmamasını istiyor. İşte filmin ilk yarısında Robin Wright’ın ikna edilme çabasını izliyoruz. Burada menajer karakteri aracılığı ile oyuncuların bugün de seçme şansları olduğunu düşünürken çeşitli nedenlerle hiç istemedikleri ya da sevmedikleri filmlerde oynadıklarını ya da başta iyi gözükse de son derece yanlış seçimler yaptıklarını vurgulayan sahneler çok başarılıydı. Filmin ikinci yarısı ise 20 yıl sonra geçiyor ve hemen hemen tümüyle animasyon. İşte bu kısımlarda filmin etkisi düşüyor. Bu kısımları kimi göndermeleri yakalamaya çalışmanın zevki dışında biraz uzatılmış ve içeriği çok doldurulmuş gözükse de yetersiz buldum. Sırf animasyon bölümlerinden hareketle filme zayıf denirse katılabilirim ama birisi izlememi tavsiye eder misin derse evet diyeceğim bir film oldu Son Şans. 13:30 – Claire Denis’in herkese göre filmler yapmadığını biliyoruz. Pislikler (Les Salauds / Bastards) filminin de kolay içine girilen bir film olmasını beklemiyorduk. Bir gemi kaptanının kızkardeşine yardım etmek için işini gücünü bırakıp Paris’e dönmesi ile açılan film giderek karışık bir intikam hikâyesine dönüşüyor. Denis’in filmlerinin içeriği zaten çok karanlık olabiliyor zaman zaman, bu kez görsel olarak da sanırım en karanlık filmine imza atmış. Filmde karakterlerin motivasyonlarını tam anlamıyla kavrayabilmek de güç, en azından belli bir yere kadar. Filmin finalinde büyük bir gizemi çözüyor gibi gösterilen kayıp görüntüler ise o noktaya gelinceye kadar zaten tahmin ettiğimiz bir olayı açıklığa kavuşturuyor aslında. Ama karanlık ve karışık yapısına rağmen sevmedim de diyemiyorum filmi. Belli bir çekiciliği var. Ve tabii ki Tindersticks. Herhangi bir Claire Denis filmi Tindersticks nedeniyle +1 olarak başlıyor zaten. Bu filmde de müzikleri atmosfere çok iyi uyum sağlıyor. 16:00 – Ilo Ilo iddiasız, küçük ama sevimli ve iyi bir film nitelemesinin çok iyi uyduğu bir film. Filmde 90’lı yıllarda ekonomik kriz içindeki Singapur’da orta düzeydeki bir ailenin Filipinli bir hizmetçi tutması ve gelişen olaylar anlatılıyor. Film bir yandan evin oğlunun hizmetçiyi zamanla annesinin yerine koyması, bir yandan da ailenin kötüleşen ekonomik durumu üzerinden gidiyor. Hizmetçi çocuk arasındaki ilişkinin düşmanlıktan bir nevi anne-oğul ilişkisine dönüşmesi başarılı bir şekilde anlatılmış. Çocuğun yaşı bunun için fazla küçük ama yönetmenin bu ilişki içinde çok çok hafiften cinselliği de yoklayıp oradan incelikli olarak çıkması da başarılı. Ekonomik kriz meselesinde de aslında dünyanın her
85
Sinema
Sinema
yerinde yakın zamanlarda birbirine benzer olayların yaşandığını bir kez daha görüyoruz. İşini kaybedip de hala işe gidiyorum numarası yapan adam teması hiç yabancı değil. Genel olarak Ilo Ilo’nun hikayesinin çok orijinal olduğunu söyleyemeyiz belki ama güzel ve akıcı bir sinema diliyle işlenmiş. Bu film sonrası programda zaten izlediğim bir film olunca bir dinlenme arası verdim. Ne de olsa akşama üç saatlik bir film vardı. 21:30 – Geldik Filmekimi Ankara’nın en ilgi çeken, biletleri en çabuk tükenen filmine. Sanırım diğer illerde de Mavi En Sıcak Renktir (La Vie d’Adèle / Blue Is the Warmest Color) filmine ilgi bu şekilde oldu. Hem Altın Palmiye kazanmış bir film olunca hem de adından başka nedenlerle de çok sık bahsedilince üç saatlik bu film doldu taştı. Hayal kırıklığına uğrayanlar da oldu ama bence iyi hatta çok iyi bir film Mavi En Sıcak Renktir. Altın Palmiye biraz fazla mı? Mümkün. Ama üzerinde düşündükçe daha çok sevdiğimi anlıyorum. Sanırım vizyona girdiğinde bir kez daha izleyeceğim. Filmin basitçe iki genç kızın aşkını anlattığını herhalde sinema ile az çok ilgisi olan herkes biliyordur artık. En başta oyuncularından bahsetmeli. Elbette Adèle ve Emma’yı canlandıran Adèle Exarchopoulos ve Léa Seydoux’dan bahsedeceğiz. Bu uzun filmin tümü onlar üzerine kurulu, diğer oyuncular neredeyse birer figüran konumundalar. Yönetmen Abdellatif Kechiche neredeyse tüm filmi yakın plan kullanarak çekmiş. Her iki oyuncu da yakın planla çalışmak zorunda kalıp yüzleri ile duyguları ifade etmekte çok iyiler. Filmin kalan kısmında da zaten bu sefer tüm vücutlarını kullanmak zorunda kalmışlar ki orada da çok başarılı ve cesurlar. Yakın zamanda her iki oyuncunun da Kechiche’nin çalışma tarzı üzerine epey sert açıklamalarını okuduk, hatta onunla bir daha çalışmak istemediklerini duyduk ama ne şekilde olursa olsun yönetmen her ikisinden de çok iyi bir performans almış. Filmin adını çokça duymamızı sağlayan uzun ve cesur sevişme sahnelerini ise film için gerekli buldum. Her sahneyi öncesinde ya da sonrasında gelen olay ışığında değerlendirirseniz anlamlı oluyor. Bu sahneler üzerinden karakterlerin ailelerinin arasındaki kültür farkına bile tanık oluyoruz aslında. Peki film sinemalarımızda gösterime girdiğinde bu sahneler kesintisiz oynar mı? Biraz zor. Bekleyip göreceğiz bakalım. İki karakter ve aileleri arasındaki farklar sadece cinsellikle ilgili kısımlarda ortaya çıkmıyor elbette. Filmin aileler ile yenilen ve arkadaşlar için hazırlanan yemek sahneleri ve buradan hareketle kültür farkına bakışı da başarılı. Özellikle arkadaşlar arasında yenilen yemekte Adèle’in kendini ezilmiş hissetmesi çok ince bir şekilde verilmiş. Kechiche ilişkinin başlangıcı, gelişimi ve bitişini çok iyi planlayarak adım adım perdeye yansıtmış. İkilinin hayatında yeni bir gelişme olduğunda bunun ipuçlarının filme yayılmış olduğunu görüyorsunuz. Film üç saat ama filmden şu kısımları çıkartalım diyebileceğimiz pek bir şey yok. Hatta daha ilginci bazı noktaların eksik kaldığını düşünüyorum. Mesela daha Adèle kendi cinselliğinden emin değilken onu lezbiyen olarak damgalayan ve üzerine giden okul arkadaşları (kendisi ile tanıştığımızda Adèle henüz lise öğrencisi) ile gerçekleştirdiği uzunca ve etkili bir tartışma sahnesi sonrasında Adèle’in okulda olanlarla nasıl başa çıktığı bir soru işareti olarak kalıyor. Filmin 45 dakika daha uzun bir kurgusunun daha yapılabileceğine dair haberler de okuduk yakın zamanda. Üç saatlik bir film için bunu söyleyeceğimi sanmazdım ama böyle bir kurgu daha da iyi olabilir belki de (aslında Lord of the Rings gibi bir örnek daha var bu konuda).
Bu arada her ne kadar senaryo Abdellatif Kechiche ve Ghalia Lacroix’e ait olsa da filmin bir çizgi roman uyarlaması olduğunu da unutmamak lazım. Ne kadar sadık bir uyarlama olduğunu okumadığım için bilmiyorum ama çizgi romanları hala çocuk işi olarak görenler varsa (ki sayıları epey azaldı sanırım) Altın Palmiye kazanmış bir filmin çizgi roman uyarlaması olabileceğini tekrar hatırlatmak gerek.
86
87
12 Ekim 2013 Cumartesi: 11:00 – Belçika’nın Oscar adayı Kırık Çember (The Broken Circle Breakdown), hafiften duygu sömürüsüne kaydığı anlar olsa da gayet iyi ve çok etkileyici bir film. Filmin konusu itibariyle duygu sömürüsüne kayması da affedilebilir. Sonuçta filmin başkarakterleri Elise ve Didier’ın beklenmeyen bir hamilelik sonrası çok sevdikleri kızları Maybelle’ın hastalanmasını ve sonrasında gelişen olayları anlatıyor film. Filmin başında karı-kocayı kızlarının hasta yatağı başında görsek de yönetmen Felix Van Groeningen filmi zamanda ileri/geri giden bir yapıda kurmuş. Böyle yapınca da hüzün ile neşeyi dengelemeyi başarmış. Hastalık süreci ne kadar üzücüyse çiftin ilk tanışmalarından hastalığı öğrendikleri noktaya kadar giden süreç de o kadar neşeli. Ayrıca film boyunca sürekli zaman geçişleri olsa da yönetmen bu olayı da iyi çözmüş, hiçbir kafa karışıklığına yol açmıyor. Filmin müzikleri de soundtrackini almayı düşündürecek kadar başarılı. Zaten filmin içinde müzik önemli bir yer tutuyor. Didier’ın bir müzik grubu var. Elise de onunla tanıştıktan bir süre sonra bu gruba dâhil oluyor. Film boyunca bu gruptan pek çok şarkı dinliyoruz. Hemen hepsi de filmin konusuyla da ilintili bir yandan. Kırık Çember bir Amerikan filmi olsaydı bu filmden bir iki tane Oscar adayı şarkı çıkar derdim. Aslında şarkılar İngilizce olduğuna göre hala şansı olabilir. Filmin çatışma noktalarından biri de Didier’ın ateist, Elise’in ise dindar olması. İşin içine hastalık ve ölüm temaları girince birbirini çok seven bu iki insanın olaya yaklaşımı da farklı oluyor elbette. Filmin hüznü ve öfkesi o kadar gerçek ki yönetmen ya da yazarının hayatında gerçekten buna benzer bir olay var mı acaba diye düşündüm. Özellikle kök hücre araştırma çalışmalarının yapılmasını engelleyen köktendincilere karşı ciddi bir muhalefeti, daha ötesi öfkesi var filmin. Başrol oyuncuları da iyi bir çift olmuşlar. Özellikle Elise’i canlandıran Veerle Baetens’a hem oyunculuk, hem şarkıcılık, hem de güzellik açısından hayran kaldım. Tüm vücudunu dolduran dövmeleri ile son derece zarif ve güzeldi (sanırım bu film için yapılmış geçici dövmeler). Didier’ı canlandıran Johan Heldenbergh ise zaten filmin uyarlandığı tiyatro oyununun yazarlarından biri, sanırım tiyatroda da aynı rolü oynamış. Bu yüzden metne çok hâkim. Belki de öfkesini bu kadar gerçek bulmamın nedeni de budur. 13:30 – Belgesel ve kurmaca arasındaki sınırı bulanıklaştıran filmler epey rağbet görüyor son yıllarda ama sevdiğim pek az örneğini gördüm (mesela İki Dil Bir Bavul). Danis Tanovic’in yeni filmi Bir Hurdacının Hayatı (Epizoda u Zivotu Beraca Zeljeza / An Episode in the Life of an Iron Picker) da başroldeki karakterlerin kendilerini oynadığı bu tip bir film ve yine bana hitap etmedi. Film zorluklarla dolu yoksul bir yaşamı, kimsenin önemsemediği insanları tüm gerçekliğiyle veriyor ama bunu yaparken sinema duygusunu ne kadar veriyor,
Sinema
Sinema tartışılır. Filmdeki karakterlerin gerçekliğine girebilirseniz çevrelerinde adeta görünmez olarak dolaşan bu ailenin dramı sizi etkileyebilir elbette ama sanırım katıksız bir belgeseli tercih edebilirdim. Bu arada filmin Bosna Hersek’in Oscar adayı olduğunu da ekleyelim. 16:00 – The Canyons Filmekimi’nin kötü eleştiriler alan filmlerinden biriydi. Bu sefer bu eleştirilere katılacağım ne yazık ki. Bildiğin kötü film olmuş. Filmekimi kapsamında gösterilen filmlerden 21’ini izlemişim. Rahatlıkla en dibe koyabilirim. Ortada erotik film-noir tadında bir şeyler var ama ne erotik tarafı iyi, ne noir tarafı. Hayatlarını türlü seks oyunları ile geçiren yapımcı ve onun oyuncu olmaya çabalayan kız arkadaşı çevresinde dönen hikâye 90’ların kırmızı noktalı televizyon filmlerinden hallice. Oyuncular biraz daha iyi olsa belki biraz fark ederdi ama o da olamayınca film de Paul Schrader hanesine eksi bir puan daha oluyor. Yazar Bret Easton Ellis için de öyle elbette. Yine de filmde onun favori temalarının izlerini sürmek mümkün. Lindsay Lohan da bu filmi kendisi için yeni bir fırsat olarak görmüş belli ki ama kimi eleştirmenlerin film kötü ama Lohan iyi şeklindeki yorumlarına katılamayacağım, o da en az film kadar kötü. Filmin en iyi oyuncusu esasen yönetmen olan ve nereden bu filme dâhil olduğunu çözemediğim Gus Van Sant diyeyim, siz anlayın. Muhtemelen Paul Schrader’i kıramadı bir şekilde. Başroldeki James Deen’i film boyunca nerden hatırlıyorum diye düşünüp İnternet’te ufak bir arama yapınca porno oyuncusu olduğunu görmemin üstünde fazla durmasam iyi olacak galiba... Bu arada porno oyuncularını filmde oynatma olayına karşı olmadığımı söylemeden geçmeyeyim yine de. Ama bu filmde James Deen’de kesinlikle iyi oyuncu kumaşı olmadığını görüyoruz, porno sektöründe kendisini ünlü yapan özelliklerinin de bu film için bir önemi olmayınca filme onu seçmek de gereksiz olmuş. 23:15 – Filmekimi’ne son anda dâhil olan Locke güzel bir sürpriz oldu. 23:15 seansı diye salonu boş bırakan Ankaralılar pişman olabilirler. Film tek mekanda (bir araba), neredeyse gerçek zamanda geçiyor ve perdede tek bir oyuncu görüyoruz. Bir nevi Buried. Yönetmen Steven Knight ve oyuncu Tom Hardy’nin aldığı risk daha büyük ama. Buried adamın sağ kurtulup kurtulamayacağı üzerine kurulu idi ve bu soru filmin sonuna kadar gerilim duygusu yaratıyordu. Burada ise Locke’nin hayatında çok kötü şeyler olurken, o arabayı durdurup çıkmak ya da geri dönmek tamamen karakterin kendi ahlaki kararı. Çünkü karşımızdaki karakter çok bağlı olduğu işini ve sevdiği ailesini bırakıp bir gecelik bir ilişkiden olan çocuğunun doğumuna yetişmeye çalışıyor. Ortada onun açısından bir ölüm kalım meselesi yok yani, yolun herhangi bir yerinde fikrinden vazgeçip işine ve evine dönebilir. Onu engelleyen tek şey vicdanı. Bu tarz bir filmde akıcılığı sağlamak zor ama çok iyi üstesinden gelinmiş. Sadece telefondan duyduğumuz çeşitli karakterlerle yaşanan diyaloglar gayet sağlam.
François Ozon, Genç ve Güzel (Jeune & Jolie / Young & Beautiful) filminde karşımıza cinselliği yeni keşfeden on yedi yaşında genç bir kızın bir yılını getiriyor. Mevsimlerin adlarıyla bölümlere ayrılmış filmin başında tatilde kendisinden biraz büyük bir gençle ilk cinselliği yaşayan Isabelle’in aşk acılarını izleyeceğimizi sanırken henüz ikinci bölümde onun para karşılığı erkeklerle birlikte olmaya başladığını görüyoruz. Bir mevsim de bu şekilde geçerken yaşanan bir olay sonrası hem yaptığı bu işi bırakmak zorunda kalıyor hem de yaptıklarını ailesi ve yakın çevresi de öğreniyor. Ozon’un Genç ve Güzel’i hakkında iyi diyen de çoktu, kötü diyen de. İzleyince ben sevmiş olsam da en iyi Ozon filmleri arasına da sokmam. Gündüz Güzeli’ne selam çakan senaryosu biraz daha doyurucu olsaymış çok iyi olacakmış ki Ozon’un bu konuda çok iyi olabildiğini biliyoruz. Yine de çok başarılı bir keşif olan Marine Vacth başta tüm oyuncular filmi sürüklüyorlar. Filmin özellikle Isabelle’in fahişelik yaptığı ortaya çıktıktan sonraki bölümündeki mizahı da yerli yerinde. Burada annesinin ve üvey babasının kendisine nasıl yaklaşacağını bilememesi, hatta üvey babasının elinin ayağına dolaşması çok güzel verilmiş. Benzer bir mizahı Isabelle’in bebek bakıcılığı yaptığı aile dostlarının evinde de görmek mümkün. Filmin bazı kilit noktalara basit çözümler getirmesi beni biraz rahatsız etti. Isabelle’in fahişelik yaptığının ortaya çıkmasını sağlayan olay mesela. Senaryo gereği bunu tetikleyecek bir olay gerekiyormuş ama Ozon daha iyi bir çözüm bulabilirdi. Ayrıca filmin başında küçük erkek kardeşin cinselliğe olan merakı nedeniyle hikâyeye bir noktada ağırlıklı bir şekilde gireceği hissediliyordu ama onun hikâyesi bir iki eşcinsellik imasının ötesine geçmemiş. Bunun yanında senaryonun çok sevdiğim yerleri de oldu. Isabelle’in zorla götürüldüğü psikolog onun yaptığı hareketleri en basit çözümle hemen babanın eksikliğe bağlamaya çalışıyor. Ozon da bu basmakalıp psikolojik analizlerin bir genç kızın psikolojisini çözmeye yetmeyeceğini çok başarılı şekilde vermiş. Sonuç olarak Genç ve Güzel için iyi bir film demek mümkün ama Evde (Dans la Maison / In the House) sonrası Ozon açısından bir geri adım olarak düşünülebilir. Filmekimi’ni de böyle bitirdikten sonra önümüzdeki festivallere bakacağız. Yeni güncelerde görüşmek üzere. Hasan Nadir DERİN http://sinemamanyaklari.com/
13 Ekim 2013 Pazar: 16:00 – Filmekimi’nin son gününde izlemediğim tek bir film olunca bu son gün yoğunluktan uzan sakin bir gün oldu. Yine festival filminin yanına yazımızın konusu olmayan iki de vizyon filmi sıkıştırmaktan geri kalmadım.
88
89
Pin-up
90