Golge dergi mayis 2016 sayi 104

Page 1


İÇİNDEKİLER 04-08 Korku Köşesi - Tepedeki Bar 4.Kısım 09 Fantastik Şiir - İsimsi Laklakçı

Wuthering Heights (1992)

104.

Sayı ile tekrar birlikteyiz. Gölge e-Dergi'ye ulaşmak için http://golgedergi.blogspot.com Genel Yayın Yönetmeni: Mehmet Kaan SEVİNÇ Editör: Mustafa Emre ÖZGEN golgedergimail@gmail.com Yayın Kurulu: Ahmet YÜKSEL, Sadık YEMNİ, Hasan Nadir DERİN, Gülhan D SEVİNÇ, Mehmet Berk YALTIRIK, Melahat YILMAZ. Grafik Tasarım: Gülhan D SEVİNÇ Redaksiyon: Ecehan BİÇEN Kapak: Rıza TÜRKER Pinup: Mehmet Kaan SEVİNÇ Gölge e-Dergi internetten yayın yapan özgür ve özgün içerikli tam bağımsız bir dergidir. http://twitter.com/GolgeDergi http://issuu.com/GolgeDergi http://golgedergi.deviantart.com/ www.golgedergi@com

10-14 Korku Köşesi - Alemlerin Kapısı 15 Fantastik Şiir - Harabeler 16-23 Çizgi Roman- Sakallı Fitbol Top 24-38 Sergi Duyurusu- Ersin Burak Dosya 39 Yazar'ın Kaleminden -Zaman Oyunları Kadim Gültekin 40-44 Beethoven'in Ölümü 45 Çizgi Roman- Edi ile Büdü 46-69 Ustaya Veda- Zagor Dosya Gallieno Ferri 70-71 Sinema- Sinema Dünyasından Kısa Kısa 72-76 Öykü- Dünyada Mekan Ahirette Mekan 77 Sergi Duyurusu- Ömer Muz 78-80 Röportaj- Börü 81 Çizgi Roman-Shadow Girl 82-83 Öykü- Kara Çığlık 84-87 Röportaj- Azraa-Eel Menkıbeleri 88-89 Sinema- Marvel Sinematik Evreninde “İç Savaş” 90-93 Öykü- İkimiz Bir Fidanın Önüne Yatan Dalıyız 94-95 Sinema- Sonradan Toparlanan Seri; X Men 96-100 Sinema - Sinema-X Man Filmlerinin Unutulmaz Yönetmeni Brayn Singer 101-105 Anime İnceleme- Shisha no Teikoku Anime İncelemesi 106-110 Öykü - Korkusuz Korkak 111-113 Çizgi Roman İnceleme - 1 Mayıs Özel İncelemesi; 114-118 Öykü - Bir 119-123 Sinema- 19. Uçan Süpürge Uluslararası Kadın Filmleri Festivali Başlıyor 124 Pinup

Merhaba! Çizgi roman okumayı seviyoruz. Çizgi roman uyarlaması filmler izlemeyi de seviyoruz. Gölge, yaklaşık on yıldır olduğu gibi bilim kurgunun, fantastik edebiyatın ve çizgi romanın nabzını tutmaya devam ediyor. Dergimiz yayınlanmaya başladığında çizgi romana ilginin gerekenden az olduğunu düşünüp yakınırdık. Aradan yıllar geçti. 2016’nın çizgi roman uyarlamaları için altın yıl olacağını gördük. Heyecanla beklediğimiz Deadpool’un ardından büyük bir pazarlama hamlesi ile Batman v Superman geldi. Mayıs ayında iki film birden izleyeceğiz. Captain America: Civil War ve X Men: Apocalypse. Beklentileri çok fazla karşılamayan Batman v Superman’den sonra, beyazperdede Marvel hâkimiyetinin süreceği anlaşılıyor. Sinema ve beraberindeki ürünler çizgi romanın tanınırlığını arttırıyor, yeni kitaplar basılıyor, okurlar çoğalıyor. Biz de hem okumaktan hem de izlemekten keyif alıyoruz! Daha uzun süre böyle devam edecek gibi görünüyor. Mustafa Emre ÖZGEN


KORKU KÖŞESİ

Öykü: Mehmet Berk YALTIRIK İllüstrasyon: Mehmet Kaan SEVİNÇ

Öykü

Tepedeki Bar 4. KISIM (1890’lar…) Bekir’in karyolaya bağlı olarak gördüğü şey devasız ve çaresiz yatan zavallı bir kızcağıza aitti. Yahut bir zamanlar öyleydi. Artık nasıl bir musibete uğramışsa insan olduğuna dair yegâne emare vücudunun biçimiydi. Derisi soluklaşmış, ağzı yüzü eğrilmiş, elleri ve ayakları ters dönmüş, gözlerinin feri gitmişti. Pençesine düştüğü illet yüzünden ruhu da sureti gibi kararmış, aklını dahi yitirmiş kızcağız bağlı olduğu iplere asılarak avaz avaz bağırıyor, etrafına ağza alınmaz küfürler saçıyor, beddualar okuyordu. Bekir yatakta yatan heyulayı görmeye daha fazla dayanamayıp çocukluğunun korkulu düşlerini anımsayarak odadan gerisingeri çıkmıştı. Muhittin Paşa odanın kapısını kapatıp yanına geldiğinde el pençe divan durarak: “Sırrın sırrımdır lakin bakamadım gözlerine more! Ne felakettır bu?” deyivermişti. Muhittin Paşa kızmamış, kızamamıştı. Kızının illetini sırrını korkusuna rağmen korumaya namzet bu gence dili döndüğünce anlatmıştı kapının eşiğinde: “Bir vakitler Babıali’nin istikbali parlak paşa namzetlerindendim. Padişahımız efendimizin kapusuna yürekli bilekli kimseleri doldurmaya başladığı senelerin başlarıydı. Ardımda daima memleketimden, o taraflardan gelme aba zıpkalı Laz ve Çepni uşakları gezerdi. Göğsü madalyalı kabadayı takımına dâhil olmuştum ancak edilmemesi gereken bir iş ettim. Kapumda kimse kalmadı, bu dağ başındaki köşk kapandım kaldım. Kızıma musallat olan şey yüzündendi hepsi!” Bekir çekine çekine sordu: “Bulamadınız mi bir deva begım?”

4

Koca paşa azametine rağmen keder ve elemden yorgun düşmüştü: “Aramadım mı zannedersin? Sulukule’nin falcı karılarından Taşkasap’ın kurşuncularına, Aksaray’ın hoca takımından Galata’nın Frenk cadılarına! Her biri de tek devası vardır ölümdür dedi. Ancak sen canına kıyabilirsin kızının dediler, bu derdin çaresi yokmuş.” “Hangi cinın şeytanın eseridır more?” “Sultan Hamid’in emriyle Bükreş sefarethanesini ziyarete gittiğimde geldi buldu bizi. Kızıma geceleri yanaşmış, adım adım hem ruhunu hem canını tüketmiş. Kızımı neticede yataklara düşüren, böyle deli gibi bağlatan şey oranın itikatınca bir musibetmiş. Sıtrigoy dediler…” Bekir yutkunmuştu zira Paşa’nın telaffuz ettiği kelime ona çocukluğunda dinlediği efsaneleri söylenceleri hatırlatmıştı. Özellikle aşina olduğu bir kelimeyi: “Bilırım paşa hazretlerı. İçer ademoglinin havvakızinin kanıni. Çürıtır hem ruhini hem bedenıni!” “Dağlı bilebilir?”

bir

Arnavut

strigoy’u

nereden

“Bizım oralarda derler o dedıgıne şıtriga begım! Aynidır. Bize derlerdı, daglarimızdan ta Tuna yalısina dek kanat çırpar imış! Demedıler mi sana bunin çaresıni? Bu hale koyani bulup vurasın kazıgi, kesesın kafasıni, yakasın yüregıni küllerıni içıresın kızçene?” “Musibeti ele geçirmek nâmümkün olmasa öyle edecektik, orada söylediler. Lakin olmadı. Kızımı öldü sanıp defnettik geri geldi sırtında kefenle. Kan somurmasın diye ahaliye tasallut olmasın diye

5


bağladık böyle. Öldürmeye elim de varmadı, bu da benim ömürlük çilemdir, sırrımdır! O kan içmedikçe bu hale geldi!” Bekir, peşinde Peymanzer olduğu halde köşkün kapısına varan dek işte bunları hatırlamıştı. Açık haldeki köşk kapısından geçtiğinde hizmetçilerin ellerindeki kandillerle aydınlanan salonda, Paşa’nın birkaç hizmetiyle iplerinden kurtulmuş kızını ellerinden ve ayaklarından bağlamakta olduğunu gördü. Paşa güç bela başını kaldırıp kan ter içerisinde Bekir’e seslendi: “Öldürmeye elim varmıyor ancak artık iple urganla da zapt edemeyiz! Köşkün mahzenine taşıyoruz, her şeyi hazırlattım!” (2010’lar…) Vedat’ın kallavi cipi trafiği geride bırakıp şehrin sessizleşen ve metropol yayılmasına rağmen korularının hala varlığını sürdürebildiği kısımlarına saptı. Bir süredir kimse konuşmuyordu. Pelin’in arabanın camındaki yansımasını gören Kenan bir müddet seyretti. Sonra yansıma üzerinden göz göze gelince gözlerini başka tarafa çevirdi. O anda fark etmişti muazzam bir koruya denk geldiklerini.

malını övmeye başladı: “Masraflı oldu ama hem içi hem dışı halloldu. Yeni gibi oldu. Bir tek dış kapı kaldı oraya da bir sistem kurulacak, o yıkık ev güvenlik kulübesi olacak. Köşkün arka tarafı düzlük hem de geniş, kısmen açık hava konserlerine falan da müsait.” Bütün bu bilgi akışına rağmen Kenan’ın merak ettiği tek bir husus vardı: “Daha önce gördün mü burayı Pelin?” Pelin arabadan iner inmez böyle bir soruyla karşılaşınca afalladı. Ne söyleyeceğini bilememiş gibi bir süre Kenan’a baktı, sonra: “Tadilattayken gezmiştik öyle…” deyiverdi. Cümledeki birliktelik hali Kenan’ın huzurunu büsbütün kaçırmıştı. Köşkün açık kapısından tıpkı Vedat’ın badigard olduğu dönemlerdeki gibi giyinmiş dazlak, sakallı bir adam çıkageldi: “Abi hoş geldin. Haber vermedin, bir durum mu oldu?” Vedat yine Kenan’ın canını sıkan patron tınısıyla karşılık verdi: “Yok bi’şey koçum mekânı gösteriyorum ortaklarıma. N’aptın işçiler meselesini?” “Hallettim abi. Mızıldanıyorlardı, paralarını alıp gittiler.” “Yine aynı mesele mi?”

“İstanbul’da böyle yerler mi varmış?” Vedat kafasını salladı: “Kalmış demek.” “Buralara insan gelir mi dersin?” “Mekân dolup taşacak gör sen. Talih kuşu kondu başımıza!”

“Sıçtırtmayın lan kulağınıza! Laf çıkaracaksınız gelmeyecek millet ondan sonra…”

Bir ara orman içinden kıvrıla kıvrıla bir tepeye tırmanmaya başladılar. Demir parmaklıkları çoktan sökülmüş ancak duvarları kalmış bir bahçe kapısından ve yarısı yıkık kagir, tek katlı, ancak duvarları kalmış bir ev kalıntısının yanından geçip bu sefer daha alçak bir tepeyi tırmanmaya başladılar. Cip üç-dört katlı ve oldukça heybetli görünen bir köşkün önüne geldiği zaman Kenan yapıyı hayretle seyretmeye koyuldu. Bir yandan da içinden Vedat’ın talihine küfürler yağdırıyordu.

“Abi müzik falan olacağından sıkıntı olmaz bence…”

Cipten inen Vedat bazı odalarda ışıklar yanan ve dış cephesi yeni gibi duran köşkü göstererek

6

“Aynı abi. İşin ilginci artık adamlardan duya duya bende de huy mu yaptı nedir benim de kulağıma geliyor o sesler sanki?”

Kenan mevzudan kıllanmıştı: “Ne sesiymiş o?” Vedat yine patron tınısıyla konuşuyordu: “Ya işte güya ağlama sesi falan duyuyorlarmış, birisi “çıkarın beni” diyormuş bilmem ne. Eski köşk olunca cin peri ayağına korkutmuşlar kendi kendilerini…” Dazlak badigard söze girdi: “Abi ben sordurdum bu civarda hakikaten olmuş bir şeyler yalnız.”

7


Şiir: Mehmet Fatih BALKI Vedat: “Ne civarı lan? İnsan mı yaşıyormuş burada?” Badigard: “Köy gibi bir şey abi, yirmi ev falan var tekel var. Yaşlılar maşlılar yaşıyor.” Kenan kendini tutamadı: “Ulan duyardım da inanmazdım İstanbul’da köy kalmış demek…” Vedat kafasını kaşıdı: “Köy? Haa… Şu yolun öte tarafında. Yakın sayılır, yürüme mesafesinde. Ne anlatıyorlarmış?” Badigard: “Bu civarda dolanmamaları için anneleri babaları büyükleri falan kızarmış hep. Köşkte oturan görmemişler hiç ama yakınlaşıp sesleri duyanlar olmuş. Bir paşanınmış burası güya ama ne kadar doğru bilmiyorum anlattılar öyle. Ben de duydum yalan yok…” Vedat: “Lan oğlum içkili falan olmayasın?”

Badigard: “Abi işçiler hep ayıktı ama?” Kenan: “Binanın su borularını yeniletebildiniz

Fantastik Şiir

mi?” Vedat bir anda şaşırıp Kenan’a döndü: “Ne alaka şimdi?” Kenan: “Askerde bizim yatakhanenin arka kısmında nöbet tutmak gerekiyordu ama tırsıyordu millet. Ses mes geliyordu. Ben de birkaç kere denk gelip inceden tırsmıştım. Sonra komutanlar emretti boruları değiştirdiler ses falan kalmadı…” Vedat kafasını salladı hızlıca: “He lan, borudandır o. Belli yerleri yeniledik ama belki eski borulardır sorarım içmimara. Ayrıca elalemin yanında bu ses mes geyiğini açıp laf çıkarmayın affetmem!” Devam Edecek

İsimsiz Laklakçı Tarihçiler adıma Cyprian Gloria demişler Ozanlar ise gezgin deyip geçiştirmişler Greenland’ın kadınları deli aşık olarak bilirler Ama siz gelin bide bana sorun Nice dehlizlere girip çıktım. Sakalları ayaklarına dolaşan cücelerle Bira yarışlarına girdim. Kazanamadım. Ama siz gelin bide bana sorun Hayatımda yalnızca bir kadın sevdim Ona adıyla bile seslenemedim Diyebileceğim tek şey ise “Buyrun Leydim” Nasıl bir acıdır siz gelin bana sorun. Köylü dediler, Katil dediler, akıllarına ne geldiyse Ama ölmeden önce, hepsi adımı öğrendiler Krallar bile günü gelince, önümde eğilecekler Yapacaklarım var, ama bunu sormayın Ağzım açıldı mı kapanmasını bilmez Birçokları gibi Lord Edgar’da derdi: “Çok konuşan katil, ölümüne çabuk erişir” Ama niye böyle çok konuşurum bir de bana sorun Şimdi daha çok anlatacağım var fakat Sokaklar pek sakin ve tekinsiz Arkamdan yürüyen avanaklar Ölecekler. Ama bunu da bana anlattırmayın.

8

9


Öykü: Gökçe Mehmet AY İllüstrasyon: Mehmet Kaan SEVİNÇ

Öykü

Âlemlerin Kapısı Öte tarafta zaman bir garip geçiyor. Efsundan nasibini almamışlar için zaman hep aynı hızda akan bir nehir gibi. Oysa burada, onların deyimiyle periler âleminde zaman hep farklı hızdadır. İnsanlar da sevdiğinin elini tuttuğunda akıp giden zamanla trafikte geçip gitmeyen anların farkını hissederler. Gene de efsunsuz kaldıklarından anlamazlar. Onların dünyası karmaşanın içindedir. Belki de sadece ben insanları izlediğim için küçük kızı ilk ben fark ettim. Kuzgun Mağarası kadar karanlık bir gecede, ateş böceği gibiydi. Cılız ama âlemleri aşıp bana ulaşacak kadar canlı bir ışık yayıyordu. Onun ışığına doğru uçtum. Binlerce yıldan sonra insanların âlemine gelmemi o sağlamıştı. Siyah saçları vardı. Annesi her gün özenle saçlarını örerdi onun. Yaşadıkları çadırda, onunla beraber beş başka çocuk daha vardı. Kaçı onun akrabası, kaçı sadece savaştan kaçarken onların ailesine eklenenlerdi bilmiyorum. Annesi gurbete düşen çoğu insan gibi, sessizce çocukların isteklerini karşılamaya çalışırdı. Babaları geçici kamptan çıkıp iş bulmak için şehre gider, devletin verdikleri dışında ihtiyaçlar için çalışırdı. Ne iş yapardı hiç bilmiyorum. Onu hiç takip etmedim. Kızın yanında kaldım çünkü onu korumam gerekeceğini biliyordum. Ben periler padişahının kapılar muhafızıyım. Kapılar varken kırk arkadaşım ve ben, kırk kapının muhafızlığını yapardık. Kırk gece uyumaz, kırk gün nöbet tutardık. Kırk ve birden, tek ben kaldım. Kapılar teker teker kapanınca ve padişahın gözleri başka âlemlere kayınca bizler de birer birer kaybolduk. Kızın gelişinin müjdelediği kapıların tekrar açılması ihtimaliydi. Benim görevim Padişahım için o kapıyı tutmaktı. Varlığımın amacı bu olunca, ufak bir pırıltı bile Çığlık ve Fısıltı’yı alıp peşinden gitmem için yeterliydi.

10

* Kızın yanına vardığımda ne olduğunu anlamaya zaman vermeden bir sis peydahlandı. Kampın ortasında sürünerek kızın çadırına doğru geliyordu. Saklandığım gölgeden çıkıp, karşısına dikildim. Kılığıma aldanıp beni de insanlardan sandı ama Çığlık'ı kınından çekip çıkardığımda kim olduğumu anlamıştı. İlerlemesi durdu, sisin içinden bana bakıyordu. "Turkan beyim, bırak geçeyim." Sesi tanıdık geliyordu ama kim olduğunu çıkaramamıştım. "Burası benim korumamda, sıyır üstündeki efsunu kimsin hele bir göreyim. Sonra izin verip vermeyeceğimi sana söylerim" Sis çamurlu ayak izlerinin arasından bana doğru ilerlemeye başladı. "Turkan Beyim, bırak geçeyim. Ona zarar vermeye değil, hediye getirmeye geldim. İzin ver yanına gideyim." "Hediyelerle geldiysen neden saklanırsın. Çık dumandan donundan gel konuşalım." Çığlık elimde ileri atılmak için sabırsızlanıyordu. Perilerle savaşmayalı çok zaman olmuştu. Ne de olsa muhafızın koruduğu yitince savaşmasına gerek kalmaz. Çığlık'sa kimi kestiğine bakmadan atılmak istiyordu. "Turkan beyim, bırak geçeyim. Üçtür sana soruyorum. Üçün hakkını veriyorum. İzin ver onun yanına gideyim." Gözümü ondan ayırmadan "Olmaz" dedim. "Padişahım için bu kapıyı koruyorum. Ben buradayken izinsiz geçemezsin." Sis kıvrılarak göğe doğru yükselmeye başladı. "Ah, Turkan'ım. Sen hiç akıllanmadın." Sözü daha bitmemişti ki, sis dev biri pençe olup üstüme saldırdı. Çığlık'ı kaldırıp pençeyi

11


savuşturdum. Sisin içinden bir el daha çıkıp ayaklarıma hamle etti. Kapının gücünden ödünç alıp yukarı zıpladım. Pençe toprakta dev izler bırakıp kayboldu. Yere düştüğümde hızla ileri hamle yapıp sisin içine daldım. Çığlık dokunduğunda sis aralanıyor, güneş görmüş gibi kayboluyordu. Gözümü insanların karanlık serabından ayırıp gerçeğe baktım. Sisin ortasında özünü görebiliyordum. Sırtımdan Fısıltı'yı çekip öze doğru koştum. Sisten fırlayan kollar beni yakalamaya, durdurmaya çalışıyordu. Her seferinde Çığlık'la onları kesip geldikleri hiçliğe gönderdim. Öze ulaştığımda Fısıltı hiç ses çıkartmadan özü parçaladı. Sis, içinde kimin saklandığını göstermeden geldiği gibi kayboldu. Alnımda hafif bir yara, kollarımda ve sağ bacağımda ufak çizikler vardı. Çığlık ve Fısıltı'yı kınlarına yerleştirip çadırın önünde nöbetime döndüm. Yıllardan sonra görevimi yapmanın, bir kapıyı korumanın huzuru içimi kapladı. * Yirmi gece, yirmi bir gün geçti. Kız ve ailesi İstanbul'da Sultanahmet’te ufak bir eve yerleştiler. Kızın gözlerinden akan sihir kapıyı daha da güçlendirip, periler âlemine bağladıkça ben de güçleniyordum. Gecem de gündüzüm de rahat geçmedi. Küçük Kızıl Ölümün Kraliçesi'nin, Kuzgun Mağarası'nın Efendisi'nin, Sessiz Çukur'un Sakini'nin, Korkak Gezgin'in, Deniz'de Kaybedilenlerin Gemisi'nin, Uzak Kemik Kule'nin ve daha pek çoğunun habercisi, elçisi, askeri veya katili geldi kızın kapısına. Peri Padişah’ından haber gelmedi. Padişah'ımın beni unuttuğundan korkardım ki yeleleri alevli atında Şehzade Şahap ve yedi beyaz kuğunun çektiği arabasında Şebnem Sultan geldi. İnsanlar o küçük odacığa, bu büyük kafilenin nasıl yerleştiğini görseler şaşarlardı. Oysa zaman da mekân da efsunlu için sınır koyamazdı. Dizlerim yerde başım önde Şehzadem ve Sultanımı bekledim. Şehzade Şahap elini omzuma koyunca başımı kaldırdım. "Gel Turkan Bey, yiğitliğin dillere destandır ancak şimdi bizi bile şaşırttın." Şehzade Şahap hizmetçilerin getirdiği sandalyelere oturup bana da oturmam için bir yer gösterdi.

12

"Şehzadem, ben Kapı Muhafızıyım, eğer tek kapıyı tutamayacaksam bu ismi neyleyeyim?" "Doğru dersin Turkan Bey ama Padişahım bu kapıdan endişeli." Şehzade'nin gözlerinde sıkıntı okunabiliyordu. "Nedir endişesi efendim?" Kapıyı kaybetmek istemiyordum. Onun için her şeyi yapmaya, kapıyı korumaya hazırdım. "Padişahım derler ki, insanların arasında tek kapı olursa, o kapıyı çalacak savaşa değer mi?" Hizmetçinin getirdiği kahveden bir yudum içti ve bana gözlerini dikti. Şehzade Şahap Padişahımızın ilk çocuğuydu. Gözleri yaratılışın alevleri gibi parlardı. "Ben basit bir muhafızım, savaşmak değil korumak benim işim. Bu kararları verecek bilgiye sahip değilim." Şehzade’nin gözlerindeki alev azalmış gibiydi, başını eğip göz ucuyla Şebnem Sultan’a baktı. Sultan’ın peçesinin ardında dudaklarında bir tebessüm var gibiydi. "Turkan bey, abimin demek istediği senin bu kapıyı sahiplenerek bizi büyük bir sıkıntıya soktuğun." Şebnem Sultan Padişah’ın en küçük kızıydı. Nice taliplisi vardı ama o babasının yanından ayrılmamıştı. Saraydaki en güçlü büyücü olduğu, geleceği görebildiği söylenirdi. Sol yanağında alevden bir dilin açtığı yaraya rağmen çok güzeldi. "Benim amacım, Hünkârımın topraklarını ilerletmekti. Nasıl zora soktum, kendisini ve sizleri?" Şebnem Sultan’ın gözleri ışık sızmamış deniz dipleri gibiydi. Kızıl saçları batan güneşin ışıklarıyla yıkanıyordu. "Turkan, bu kapının küçük bir kıza bağlı olduğunu öğrendik doğru mu?" "Evet Sultanım. Beş yaşında küçük bir kız kapıyı taşıyor." "Kapıyı sen sahiplendiğin için senden başkası da bu kızın kim olduğunu bulamaz değil mi?" "Bulamaz Sultanım." Bunları bana sormadan da biliyor olmalıydı. Neden bunları sorduğunu anlamıyordum. "Ama tüm periler âlemi ve diğer âlemlerden gelenler burada bir kapı olduğunu ve şu anda

akşam yemeği yiyen bu yedi kişiden birinin kapıyı taşıdığını bilebilir değil mi?" "Evet, Sultanım." Kız yarım somun ekmeği önüne çekmiş, ufak parçalar koparıp yemeğin suyuna bandırıyordu. Bir yandan da annesini bisiklet almak için ikna etmeye çalışıyordu. Bisikletin kaç para olduğunu anlamak için sorular soruyordu. "Yani Turkan, savaştan kaçmış, tanımadığı, dilini bilmediği bir ülkede büyük zorluklar çeken bu üç kızdan biri bizim kapımızı taşıyor değil mi?" Kız her gece annesine sarılıp ağlayarak uyuyordu. Bunu ve onlar uyuduktan sonra bir köşeye çekilip ağlayan annesini Sultan'a anlatmanın bir anlamı yoktu. "Evet, Sultanım. Ama o sandığınızdan daha güçlü. Güçlü olmasaydı kapıyı taşımak için gereken büyü pınarı onda olmazdı." "Biliyorum Turkan. Büyü pınarı ya da hayal denizi adına ne dersen de, bu kızda var doğru. Ancak insanların dünyası küçük kızlar için tehlikeli, hele savaştan kaçıp gelen bir kız için daha da tehlikeli." Şebnem Sultan'ın sesinde kızgınlık yoktu. Aksine derin bir üzüntüyle konuşuyordu. "Efendim, ne demek istiyorsunuz?" Sultan'ın gözleri şaşkınlıkla açıldı. "Ah, Turkan. Senin açık sözlülüğünü sarayda çok özledik. Padişahımız geleceği belli olmayan bir kapı için âlemlerin tekrar savaşa girmesinin anlamsız olduğunu düşünüyor." Derin bir iç çekti. Eli 50 Kuytu Muharebesinde ejder ateşinin yüzünde açtığı yaraya gitti. "O yüzden sana destek olması için kimseyi getirmedik." Elim titremeye başlamıştı. Ellerimi dizlerimin üzerinde kavuşturup, sakinleşmeye çalıştım. "Takdir Padişahımındır." "Buna rağmen kız kardeşim, Padişah babamızı eğer bu kapı 40 gün 40 gece açık kalabilirse sana destek olmaya ikna etti." Şehzade bunları söylerken Sultan'a baktı. "Sağ olun Şehzadem, Sultanım. Sizin güveninizi boşa çıkartmayacağım." Şehzade gülümsedi. "Biliyorum. Sana güveniyoruz." Camdan dışarı baktı. "İşimizi hallettiğimize göre, ay köprüsü gelinceye kadar bize Konstantiniye'yi anlat. Bunca sene sonra nasıl?"

"Şehzadem artık ismi Konstantiniye değil, İstanbul olmuş." * Dolunay gökyüzünde köprü kuruncaya kadar konuştuk. Zaman geldiğinde hizmetçiler eşyaları topladılar ve kuğuları tekrar arabaya koştular. Vedalaşırken Şebnem Sultan beni yanına çağırdı. "Turkan, tehlike beklemediğin yerden gelebilir, hazırlıklı ol ama unutma başarısızlık bazen senin suçun olmaz." Kuğular Ay Köprüsü’ne yükselip giderken arabanın arkasından baktım. Başımı çevirdiğimde kız yatakta dönüp duruyordu. Kapı tamamen açılmış olsa ona dokunabilirdim ama şimdi sadece uzaktan bakabiliyordum. Annesi uyanıp ona, savaş evlerine uğramadan önce söylediği şarkılardan birini söyledi de rahatladı. * Şehzade ile Sultan gittikten sonra da saldırılar devam etti. Kapıyı korumak için Çığlık ve Fısıltı'ya çok iş düştü. Sürenin dolmasına kalan son hafta sakin geçti. Artık kimsen saldırmayacak gibiydi. Son gece de sadece bir kaç kâbus saldırmaya kalktı. Sabah güneşin ilk ışıkları ile ay ışığı zırhımı çıkartıp gün ışığı zırhımı kuşandım. Efsunlu ışıklar bugün tenime ayrı bir sıcaklıkla dokunuyorlardı. Kız annesiyle pazara gidecekti. O kalabalıkta efsunlular gözümü boyamasınlar diye iki tutam Orun otu çiğnedim. Otun kekremsi tadı dilimi uyuştururken gözlerim tüm efsun perdelerini delecek kadar güçlendi. Onlar el ele tutuşup minibüse binerken ben trafikteki araçların üstünden uçarak peşlerindeydim. İnsanların pazar yerleri bizlerinkine benziyor. Her ne kadar sıradan eşyalar olsa da aynı karmaşa ve telaş buraya da hâkimdi. Birkaç sihir hırsızı alışverişe gelenlere yapışmış onların sihrini çalıyorlardı. Kızın sihri pazar yerinde parlayınca onu fark ettiler. Kapılar kapanınca bu âlemde kalmışlardı. Çorak âlemde sadece sihir kırıntıları bulabildikleri için güçsüzdüler. Beni fark etmeden kıza doğru uçuştular. Sihir açlığı onları kör etmişti, Çığlık onların nefeslerini alınca ne olduğunu anlamadan yittiler. Kız bir meyve satıcısından hediye edilen elmayı kemiriyordu. Annesi daha önce de pazara

13


Şiir: Yusuf GÜRKAN geldiği için nerede ucuz ama çok çürümemiş meyve sebze bulunur biliyor, planlı ve hızla alışverişi tamamlamaya çalışıyordu. Onları izlerken bir anda pazar yerinin sesinin kesildiğini fark ettim. İnsanlar susmamışlardı ama efsunlu bir sessizlik pazara çökmüştü. Sebebini ararken onu gördüm. Güneşi arkasına almış uçarak üstümüze geliyordu. Kanatlarının gölgesinde kalanlar sessizleşiyor, göremeseler de canavarın korkusunu iliklerinde hissediyorlardı. Kızla onun arasına geçtim. Ejderha yere konduğunda Çığlık ve Fısıltı elimde onu bekliyordum. Ejderha kırmızı gözlerini bana dikti. Burnundan dumanlar çıkıyordu. Yeşil pulları gün ışığında ıslak gibi parıldıyordu. Konuşmasını, bana ne istediğini söylemesini bekledim. Ağzını açtı ama kükürt kokulu alevden bir ırmak üstüme geldi. Gün ışığı zırhım alevlerle oyun oynadı. Etrafımdaki insanlar korkuyla kaçışırken ben is ve kükürt koksam da zarar görmemiştim. Çığlık yukarıda Fısıltı aşağıda üzerine atıldım. Kalbine doğru Çığlık'ı savurdum. Pençesi ile kılıcımı uzaklaştırdı. Fısıltı ile hamle yaptım, karın pullarının birkaçını çizebildim sadece. Soluklanıp tekrar saldırmak için hamle yapayım derken kuyruğu gelip ayağımı yerden kesti. Hemen takla atıp sağa kuyruğundan uzağa yuvarlandım. Pençeleri peşimden asfaltı parçalıyordu. Kızı gözümden ayırmadan zıpladım. Kanadının gövdesine birleştiği noktadan Çığlık'ı indirdim. Ejderha kulakları sağır eden bir haykırışla benden kaçtı. Sol kanadı yaralanmıştı ama bu ejderhayı kızdırmak dışında bir işe yaramamıştı. Pençesini savurdu, havada ondan kaçmaya çalıştım ama sağ koluma pençelerini geçirmeyi başardı. Çığlık'ı elimde tutabilmek için tüm gücümü kullanmam gerekmişti. Ejderha aman vermeden tekrar saldırdı. Sağ kolumu kendime siper edip Fısıltı ile ona cevap verdim. Pençesini durdurdum, sol pençesi gelirken de iki adımda geriye kaçtım. Kız annesinin elini bırakmıştı. Benden uzaklaşıyordu. Ejderhanın varlığını görmeseler de fark eden insanların açtığı boşluklardan faydalanmış, pazarı kendi keşfetmeye çalışıyordu.

14

Göz ucuyla kıza bakmamı fırsat bilen ejderha bacağıma bir pençe attı. Son dakikada kaçsam da artık bu mücadeleyi uzatamazdım. Fısıltı'nın kabzasına, Demirci'nin kılıcı verirken söylediği sözleri fısıldadım. Ruhumun bir parçasını yutan kılıç ruhuma çeliğini verdi. Çelik nasıl öldüreceğimi gösterdi. Ejderha saldırırken son ana kadar bekleyip onun kanlı pençeleri yüzümün yanından geçerken eğildim. Pençenin altına girdim, hızla yukarı uçtum ve iki gözünün arasına Fısıltı'yı sapladım. * Ejderha ölürken ağıtı tüm âlemlerden duyulur derler. O son şarkısını söylerken dinlemedim bilmiyorum. Gözlerim kızı arıyordu. Onu neşeyle simitçiye doğru giderken buldum. Yaralarımdaki ejder zehri kolumu ve bacağımı uyuşturuyordu ama güneş batmak üzereydi. Kapıyı korumuştum. Kız bir plastikçinin yanından geçerken tablanın yanına yaslanmış bisiklete dokundu. Gözlerini bisikletinin hayali sardı. Düşler içinde yoluna devam etti. Annesi kızın kaybolduğunu anlamış, ona sesleniyordu. Yorulmuştum. Bisikletin sahibinin kızın yanına koştuğunu görmedim. Adam gelip onu yere çarpacak kadar güçlü bir tokat attığında herkes gibi donup kaldım. Adam kıza bağırıyor, ona hırsız, asalak ve daha birçok şey söylüyordu. Annesi kızın yanına koştu. Çevreden pazar ahalisi adamın üzerine yürüdüler. Bense olduğum yerde kalakaldım. Kızın tüm hayalleri o tokatla yıkılmıştı. Onun kapıyı açmasını sağlayan sihri, gözyaşlarıyla kaybolup gidiyordu. Ejderin zehri ya da umutlarımın yıkılması mı bilmiyorum. Yere düştüm. Güneş minarelerin ardında, kan kırmızısı bir geceye batıyordu. * Gözlerim kapanmış. Yenilginin ağırlığı altında ezilmiştim. Şebnem Sultan'ın kuğuları beni bulup, kapı kapanmadan periler âlemine getirdi. Yaralarım iyileşti ama o tokadın sesini hâlâ unutamıyorum. Bana hâlâ son muhafız diyorlar, kapıların ve geçitlerin son muhafızı. Arkamdan gülüyorlar mı bilmiyorum. Gene de gözüm âlemler arası boşlukta bir kapının açılmasını bekliyorum.

Fantastik Şiir

Harabeler

Ölü şehrin herhangi bir köşesinde Yaşamın çekildiği bir damardı ıslaktı Evleri, hanı ve sokak lambaları olan Kapısı hiçliğe açılan, herhangi bir sokaktı Gözlerinin içi humma sarısı O hayalet geçerken yanımdan Burada ölmüş ruhların arasından Sessizce yatan ve gömülmemiş olan Sessiz ve ölü şekilde yağmalanmış hasretle Duran öylece ve kasvetle, kederle Bir sokaktı bu ve dökülürdü denize Kan kızılı gözleri olan dehlize Şikayet etmezdi ölüler biliyorum Bu sokakta işleri kolaydı uzanıyorlardı Ölü ve sessiz bir biçimde ritim gibi Karanlıkta lambalar yanardı

Atıyla geçerdi sokaktan buz mavisi gözleriyle Sırtından hiç çıkarmadığı savaş çekiciyle Gezerdi serseri ve boş amaçsız şekilde Getirisi nedir hayatın bu ıssız beldeye Adı konmamış bir şehirdi burası Denize dökülen sokakların eşiğinde Kimse bilmezdi kimlerdi bunlar Adı yazılmamış iz bırakmamış tarihe “Bizler hiç kimseyiz, lanetimizin iklimindeyiz Adımız bilinmez, ruhumuz göğe yükselemez Lanetin adıyız, karanlığın ilahisiyiz Geceleri ormanla birlikte uğuldarız biz” Ve hiçbiri gözükmezdi burada olanların Yalnızca ben bilirdim, ben de o ölülerden biriydim

15


16

17


18

19


20

21


22

23


24

25


26

27


28

29


30

31


32

33


Sergi Duyurusu

tehlike çanlarını çalar oldu. Babalar evlatsız, kadınlar kocasız, oğlanlar sevgilisiz kalıyor. Oysa Kral dediğin halkının Çobanı olmalı. Yine de o bilgeliğiyle yakışıklılığıyla azimliliğiyle bu kentin Çobanıdır." Diyerek durmaksızın yakınıp durdular tanrılarına, Uruk Halkı.

6000.yıl önce

Mezopotamya

Tanrılar Uruk halkının bu yakınmasını işittiler. Göğün tanrıları yaratmanın tanrıcası ARURU'ya seslendiler. "Ey yaratmanın tanrıçası ARURU, azgın bir boğa gibi güçlü Gılgamış'ı yaratan sensin. Şimdi öyle birini yarat ki, ona denk düşsün. Varsın birbirleriyle çekişip dursunlar. Yeterki Uruk'a huzur versinler..."

RESİM I

“Ölümsüzlüğün Peşinde

Bunun üzerine tanrıça ARURU düşündü. Ve zihninde bir şekil oluşturdu. Elini suya daldırdı bir tutam çamur çıkardı, çamuru kızgın çöle bıraktı soylu ENKİDU böyle yaratıldı...

Bir Kral Gılgamış” Yüce Tanrılar Gılgamış'ı koskoca br delişmen boğa gibi gözleri kamaştıran bütün öteki varlıkları aşan kusursuz bir güzellikle donattılar. Görkemli güneş tanrısı ŞAMAŞ ona güzellik, fırtına tanrısı ADAD ise yüreklilik armağan etti. Böylece Gılgamış üçte ikisi tanrı üçte biri insan oldu.

RESİM II

VI Bin Yıl Önce Mezapotamya O her şeyi bilen kişiydi. Yeryüzü ülkelerini tanıyan kraldı. Bilgeydi o. Sırları görürdü. Bize tufandan önceki günleri hikaye eden oydu. Çalışmaktan didinmekten bezdi ve yorgun düştü. Döndükten sonra dinlendi. Ve hikayenin tümünü bir taşın üstüne kazıdı.

Gılgamış, bir boğa gibi Uruk'un surları arasında bir gelip bir gidiyor benzersiz silahlarını havada sallayarak gücünü gösteriyordu. Muhafızları tetikte bekliyordu emirlerini. Korkudan tirtir titriyordu Uruk'un yiğitleri.

RESİM III

Uruk'un Çobanı O, Uruk'un çevresine kocaman bir sur örüp hem gökyüzü tanrısı ANU'ya hem de aşk tanrıçası İSTAR'a kutsanmış EANNA tapınağını kurdu. Tapınağın dışduvarları bakırı andırırcasına parlardı.

34

RESİM IV

Enkidu Doğuyor Kent'te herkes evinde duvarın arasında Gılgamış'a veriştirdi. Durdu "Eğlenceleriyle Gılgamış

35


Sergi Duyurusu

GILGAMIŞ DESTANI

Homeros destanından en az 1500 yıl önce yazılmış olan bu destan bir şiirler topluluğudur. "Her şeyi bilen, gören" anlamına gelen ismiyle Kral Gılgamış'ın başından geçen olağanüstü serüvenleri, önce Sümer diliyle kil tabletlere kazınmış sonra da Akkad ve Asur diliyle tekrarlanarak günümüze kadar ulaşmıştır. Ölmek istemeyen, ölümsüzlüğün peşinde koşan Uruk kralı Gılgamış'ın bu destanı dünyanın ilk yazılı destanıdır.

36

Ressam

Ersin

kahramanlarından

Burak,

Enkidu'nun

destanın yaratılışını,

Gılgamış'la olan kavgalarını ve dostluklarını ve sonra da Sedir ormanlarının kötülüğü Humbaba'yı yok etmek birlikte silahlanıp yola koyulup savaşma öykülerini resimledi. Ersin Burak, çalışmalarını izlemek isteyen sanatseverleri 8-17 Mayıs arası CKM'ye davet ediyor.

37


Mehmet Kaan SEVİNÇ

Sergi Duyurusu

…Çizgi roman karelerinde başlayıp dev tuvaller de yağlı boya olarak devam eden Beş bin yıllık destan… 2014 yılının bir sonbahar ayında Ersin Burak ustamızı ziyarete gittiğimizde 2015 tarihinde açacağı ‘Çanakkale Destanı 100.Yıl’ sergisi için yoğun bir şekilde çalışıyordu... Çanakkale Destanına dair çeşitli boyutlardaki tuvallerin arasında yüzlerce kaynak kitaplar,dokümanlar ve eskizler,taslaklar arasında farklı bir takım taslak ve eskizler dikkatimi çekmişti… Ersin ağbi bir yandan 2015 yılında açacağı ‘Çanakkale Destanı 100.Yıl’ sergisi için çalışırken bir yandan da 2016 da açacağı ‘Gılgamış Destanı’ sergisinin ön hazırlıklarını yapıyordu. İşte 2014 yılının bir sonbaharında gördüğümüz taslaklar 2016 yılında gerçekleştireceği ‘Gılgamış Destanı’na aitti… Her biri zaten enfes bir tablo görünümündeki çizimler Ersin Burak ustamız için sadece taslak niteliğindeydi. Bizim iki sene önce gördüğümüz o harika taslaklar nihayet devasa yağlı boya tablolar olarak 08-17 Mayıs tarihleri arasında CKM’de sanatseverler ile buluşacak. ‘Çanakkale Destanı 100.Yıl’ ile başlayıp ‘Gılgamış Destanı’ ile devam eden bu görsel şölen bu kadarla kalmayacak… Ersin Burak ustamız bu iki destansı sergisinin devamında üçüncüsü olacak ‘Truva Destanı’ sergisini çalışmalarına şimdiden başladı bile.

38

Yazarın Kaleminden

Zaman Oyunları Kadim Gültekin

Zaman Oyunları, zaman üzerinde zihnimi meşgul eden düşüncelerin bir ürünü olarak ortaya çıktı. Zamana dair düşünmek, esasında kasıtlı olarak yaptığım bir şey değildi; süreç beni buna itmişti. Kitabın ilk taslağını yazdığım 2008 yılında, karşıma sık sık zaman temalı kitaplar ve filmler çıkıyor, bazen farkında olmadan kendimi zamanı düşünürken buluyordum. Filmler ve kitaplar özellikle tetikleyiciydi; sen de yazmalısın diyorlardı sanki. Hayal gücünü canlandıracak yakıtı sunduk, sıra sende. Böylece yazmaya başladım. İlk taslak 2008 yılında bitti ama birtakım hayat gaileleri nedeniyle kitabı kenara atmam, hatta yazmaya ara vermem gerekti. Birkaç yıl sonra, yeniden kitabı elime aldığımda, yazdığım esere yabancılaştığımı ve onu beğenmediğimi fark ettim. Kitabı çöpe atıp, değişen yazarlık anlayışımla baştan yazmaya başladım. İkinci taslağı bitirdiğimde içime sinmişti ancak yayınlanması için harekete geçemedim. İş, askerlik, evlilik gibi zamanımın çoğunu alacak mevzularla karşı karşıyaydım yine. Kitap iki yıl kadar daha tozlu raflarda bekledi. Süreç sonundaysa ben yine yazdıklarıma yabancıydım. Askere gitmeden önce birtakım kurgusal değişiklikler yaptım ve kitabın üçüncü taslağını tamamladım. Bu taslağı okuyan dostlardan olumlu dönüşler aldım. Askerlik dönüşü kitabı yayımlatma süreci başladı bu sefer. Birkaç yayınevinin kapısından döndüm, kimileri olacak gibiydi ancak sonuçlanmadı. Bir yazarın, derinlemesine yaptığı eleştirilerle birlikte kitaptaki birtakım eksikliklerin farkına vardım. Bunları görmemiş olmam şaşırtıcıydı; ancak yeniden odaklandım ve ciddi değişiklikler yaparak, dördüncü taslakta romanı nihayete erdirmeyi başardım. Şimdi, siz okurların okuyacağı bu son sürüm. Bir önceki taslağı okuyan arkadaşların

tavsiyelerinden çokça faydalandım, ufuk açıcı, yol gösterici öneriler aldım. Buradan hepsine yeniden teşekkür etmek isterim. Bir eser ortaya çıkarmak, sanatın hangi dalı olursa olsun, meşakkatli, sancılı bir süreç. Bilginizi, birikiminizi, zamanınızı, enerjinizi bütünüyle ona vermeniz gerekiyor. Ancak sonuç her zaman mutluluk verici. Elinizde size ait, sizin hayallerinizden beslenerek hayat bulmuş bir ürün mevcut. Bu var etme sancısının huzuru hiçbir şeyle kıyaslanamaz. Ölümsüz Öyküler’de şu sloganı kullanıyoruz: “Hayal gücüne özgürlük!” Hayalleriniz serbest olduğu sürece, başarmak için çok az engel kalır geriye. Hayallerin olduğu yerde, güzel gerçekler vardır daima… 39


Öykü: Özlem ERTAN İllüstrasyon : Gülhan D SEVİNÇ

Öykü

Beethoven’ın ölümü Yeryüzüyle gökyüzünü birbirine bağlayan görünmez merdivenin basamaklarını tırmanırken rüzgârın nefesini yüzünde hissediyor ve özgürlüğü yeniden tanımlıyordu. Etrafında yaramaz çocuklar gibi hiç durmadan koşturan sesleri duyabilmek onun için özgürlük demekti. Basamakları çıktıkça binalar, insanlar, acılar ve hayal kırıklıklarıyla dolu Viyana’dan uzaklaşıyordu. Artık, hayatı boyunca kafasının içinde dans eden seslerin kaynağına doğru yol aldığının farkındaydı. Gittikçe küçülen kente son bir kez baktı ve kim bilir hangi gölgeler geçti zihnini çepeçevre kuşatan sokaklardan. Ne kadar zamandır merdivende olduğunu anımsamıyordu. Zamanın yürüyüş hızının artık kendisini çok fazla ilgilendirmediğinin farkındaydı. Bir zamanlar bedenini ebedi bir yük gibi peşinden sürükleyerek yaşadığı dünyayı ve orada geçirdiği son dakikaları düşündü. Kafasının içi her daim seslerle dolu olan birinin, onları duymadan yaşaması o kadar acı vericiydi ki… Eskiden, şu an üzerinde durduğu merdivenin sonundaki ses ve ışık kaynağından yağmur misali yüreğine akan sesleri notaya dökerek rahatlayabilirdi sadece. Ancak, Tanrı’nın dili olan müziği insanlığa armağan etmek bile sağırlığının acısını unutturamamıştı ona. Henüz otuzuna gelmeden pençesine düştüğü bu illet bir daha yakasını bırakmamış fakat dünyanın gelmiş geçmiş önemli bestecilerinden biri olmasının önünde engel teşkil etmemişti. Çünkü duysa da duymasa da sesler onun içindeydi. Şimdi geride kalmıştı o günler. Artık seslerin dokunuşunu sadece beyninin kıvrımlarında değil, tüm varlığında hissedebiliyordu.

40

Bu sırada son basamağa gelmiş ve kendini bir çağlayanın önünde bulmuştu. Aşağıya baktı ve artık kentin gözden tamamen yittiğini fark etti. Çağlayanın etkileyici sesler çıkararak dökülen sularının altından geçmekten başka çaresi olmadığını anlaması uzun sürmedi. Gözlerini kapatıp “ses çağlayanının” altına girdi ve bir zaman ilerledi seslerin, suların içinde. Çağlayanın altından geçip farklı bir yere geldiğini, suların dokunuşları kesilince anladı. Gözlerini açtı ve renkli bir ışık denizinin yanında olduğunu gördü. Dalgalar ağır ağır ayaklarının altındaki bulutumsu zemine dokunuyor ve sularla bulutların her buluşmasında insan aklının tasavvur dahi edemeyeceği güzellikte şarkılar duyuluyordu. Denizin üzerinde uçan kuşlar da aynı dalgalar gibi şarkı söylüyordu. Üstelik bu şarkılar, dünyaya gelmiş en önemli bestecilerden biri olan onun bile hayranlığını uyandıracak kadar güzel ve etkileyiciydi. O, kulaklarına akan müziğin etkisiyle gülümserken birinin kendisine “Merhaba” dediğini duydu. Etrafına bakındı ama kimseyi göremedi. Bir müddet sonra kendisiyle konuşanın, dalgalarının müziğiyle kulaklarını okşayan deniz olduğunu anladı. “Ludwig van Beethoven, merhaba. Evet, yanılmıyorsun, ben konuşuyorum” diyordu deniz ona. “Benim adımı nereden biliyorsun” sorusu çıktı Beethoven’ın ağzından. Denizin ağzı, yüzü yoktu ama onun kendisine gülümsediğini yüreğiyle gördü Beethoven. “Aslında benim kim olduğumu ve seni ne kadar iyi tanıdığımı bilmen gerekir. Varlığımı sesler

41


hâlinde insanlığa armağan ederken bana sen yardım ettin. Benim sana verdiğim seslere yüreğinle dokundun ve dilimi insanlığa tercüme ettin. Ben, seninle hep konuştum, sen de beni dinledin. Sonra sen hem benimle hem de insanlıkla müziğin rehberliğinde konuştun. Eğer bir bedene sahip olsaydım seni kucaklamak isterdim. Ama sanırım yine de sana sarılabilirim. Gözlerini kapat ve sana gönderdiğim rüzgârı tüm varlığınla hissetmeye çalış.” Beethoven, daha önce hiç kimsenin kendisini böyle kucaklamadığını düşündü ve gülümsedi denize. “Tanrım, bu sensin değil mi? Senin bir deniz olduğunu hiç düşünmemiştim. Gerçi neye benzediğin konusunda çok fazla fikir yürüttüğümü söyleyemem. Sadece kafamın içini seslerle doldurduğunu ve onları notaya dökmem için beni dürttüğünü biliyorum. Evet, dürtüyordun değil mi? Hiç kimse kafasında başıboş sesler dolaşırken rahat edemez. Onları bir kâğıdın üzerine oturtup rahata ermek ister. Ben de senin bana verdiğin sesleri zihnimin karanlık labirentlerinde yeniden yarattım ve kayda geçirdim hepsini. Ama sen bana durmadan yenilerini göndermeye devam ettin. Ben de yazdım.” “Yoksa şikâyetçi miydin bundan” dedi deniz. Beethoven, yeryüzünde geçirdiği yıllar boyunca müziğin Tanrı’nın dili olduğunu ve tam da bu yüzden müzisyenlerin Tanrı’ya en yakın insanlar olduğunu düşünmüştü. O yüzden denizin söyledikleri ona hiç mantıksız gelmedi. Yaşadığı süre boyunca Tanrı’nın dilini insanlara tercüme etmekten hiç yakınmamıştı. Ancak neredeyse bunun dışında hemen hemen her şeyden şikâyetçi olduğunu anımsadı birden. “Hayır, senin tercümanlığını yapmaktan şikâyetçi değildim ama sana sormak istediğim çok şey var: Neden bana bu kadar kötü davrandın? Neden kafamın içini seslerle doldurup sonra onları

42

duymama engel oldun? Ne kadar acı çektiğimi biliyor musun? Hayatta hiçbir şey, ne çocukken babamın bana attığı tokatlar, ne yoksulluk içinde geçen yıllar, ne de yalnızlık bana bu kadar acı vermişti. Tüm varlığı seslerle dolu olan birinin onları duyamamasının nasıl bir acı olduğunu bilebilir misin? Eğer sen, gerçekten Tanrı’ysan herhalde bilirsin. Söyle bana neden? Dünyada geçirdiğim yıllar boyunca neredeyse hiç mutlu hissetmedim kendimi, biliyor musun? Sayılı güzel anlar geliyor aklıma. Yalnızlık, umutsuzluk, duyamamak ve ayyaş bir babanın gölgesinde geçen çocukluğum yüzünden huysuz ve sinirli bir adam oldum. Duyma yetimin azalmasından sonra mutsuzluk yılan gibi çöreklendi içime. Mademki benim önemli biri olduğumu düşünüyordun, o zaman neden bu kadar mutsuz olmama izin verdin?” Beethoven’ın sözlerini bitirmesinden sonra uzun zaman sessiz kaldı deniz. Bestecinin üzerinde durduğu bulutumsu yüzeye daha seyrek dokunmaya başladı dalgalar. “Beethoven, senin ne kadar hırçın bir adam olduğunu biliyorum. Bana çok kızgın olduğunu da şimdi gayet net görüyorum. Benim, sadist biri olduğumu mu düşünüyorsun? Hayır, değilim. Hayatın acı yüzüyle karşılaşan insanları izleyip eğlenmiyorum, emin ol. Hayatın bir akışı var ve buna kimse müdahale edemez.” Yumruğunu sallayarak denize doğru koşar adım ilerledi Beethoven. Eğer o sırada elinde bir taş olsaydı hışımla denize atacaktı. Etrafta kaya bulunsaydı tüm gücünü toplayıp onu denizin müzikli sularına yuvarlayacaktı. “Ne demek istiyorsun sen? Tanrısın ve hayatın akışına müdahale edemiyorsun, öyle mi? Öyleyse kim müdahale edebiliyor bu lanet olası hayatın akışına?” Deniz, bir süre durdu ve iç çekişe benzeyen bir ses yükseldi mavilikten. “Ben, hayata nadiren müdahale edebilirim

Beethoven. O zaman da mucize olur zaten. Ama mucizeler, hayatın bir parçası olsaydı dünya senin bildiğin gibi bir yer olmazdı.”

yürüyen askerleri gördü insanlar seslerin içinde. Hele Kader Senfonisi diye anılan 5. Senfoni, o kadar etkileyici ki…

Beethoven’ın yumruğu hâlâ havada asılı duruyordu.

9. Senfoni’nin ilk seslendirilişini hatırlıyor musun? Salonda bulunan herkes zamanın ve mekânın dışına çıkmıştı. O büyük eserin seslendirilmesinden önce, bir senfoniye koral bölüm eklediğini duyan herkes senin aklını kaçırdığını düşünmüştü. 45 dakika boyunca kalabalık bir koro ve solistlerin sahnede öylece oturup senfoninin ilk üç bölümünün bitmesini bekleyeceğini duymak çok şaşırtmıştı onları. Daha önce böyle bir şeye şahit olmamışlardı çünkü. Senin en önemli özelliklerinden biri bu işte. Var olan kalıpları kırmaktan çekinmemen. Müzik tanrısal bir dildir Beethoven ve sen bu dili insanlara tercüme eden en devrimci bestecisin. Sonraki kuşaklar, yüzlerce yıl boyunca senin yaptıkların üzerine inşa edecekler müziklerini. Hele hayatının son döneminde yazdığın, meslektaşlarının bile anlayamadığı o kuartetler! Bir gün onları anlayacak ve senin sahip olduğun gücün karşısında saygıyla eğilecekler. O yüzden, kızgınlıklarını yeryüzüyle burayı ayıran şu çağlayanın arkasında bırak artık. Bırak ve ait olduğun yere, Sesler Denizi’ne yani bana gel.”

“Bir şeyler üretmek için acı çekmek mi gerekiyor ille de” sözleri döküldü iki saydam çizgiden ibaret dudaklarından. Bir an denizin yakamozlu yüzeyine yansıyan kısa boylu, çatık kaşlı, hüzünlü gölgesine takıldı gözleri. “Hâlâ çok sinirli misin Beethoven?” diye sordu deniz. “Sen Tanrısın, sinirli olduğumu bilmen lazım. Ayrıca bunu fark etmek için Tanrı olmaya gerek olduğuna da pek emin değilim” dedi Beethoven, meydan okurcasına. Yeryüzüyle gökyüzünü birbirine bağlayan merdivenin basamaklarında hissettiği huzur duygusu yele karışıp gitmiş gibiydi. “Senin bestelediğin tüm konçertoların, senfonilerin kaynağında ben, yani gördüğün şu deniz var biliyor musun Beethoven? Ama bu, tüm o eserleri senin yarattığın gerçeğini değiştirmez. Ben sana sadece sesler gönderdim. Onların içinde gizlenen duyguları keşfeden sendin. Seninle benim aramda bir kanal vardı. Varlığımı oluşturan tüm sesleri sana gönderdim. Çünkü senin onlarla devrim yaratacağını, müzik tarihinin akışını değiştireceğini biliyordum. Sende bu yetenek ve yürek vardı. Senden önce müziğe hâkim olan tüm kalıpları kırdın. Tamamıyla sana özgü ve senden sonraki nesillere ilham verecek yenilikler yaptın. Düşünüyorum da aslında hayat sana o kadar da kötü davranmamış. Senden önceki müzisyenlerin zihinlerini kuşatan tüm zincirleri kırdın sen. İlk kez 2.Senfoni’nle meydan okumuştun, yenilik peşinde koşmaktan vazgeçip senden önceki meslektaşlarınınkine benzeyen eserler bestelemeni salık veren müzik eleştirmenlerine. Sonra üçüncü, dördüncü ve beşinci senfoniler geldi. Napolyon’a ithaf edip Eroica adını verdiğin 3. Senfoni’ni dinlerken, uygun adım

Beethoven, denizi dinlerken dalıp gitmişti. “Bir zamanlar müzikten nefret etmiştim biliyor musun?” sözleri döküldü dudaklarından. Deniz, teselli edercesine dalgalarını gönderdi Beethoven’ın üzerine. Sonra, Beethoven’ın zihnindeki kancalar yıllar öncesine takıldı. “Babam, beni yeni bir Mozart olarak yetiştirmek istiyordu. Amacı kazanamadığı ünü ve parayı benim üzerimden elde etmekti. Dört yaşında küçük bir çocukken beni zorla piyanonun başına oturtur ve bütün gün çalışmaya zorlardı. O yüzden hiç arkadaşım olmadı. Babam bir ayyaştı. Gece eve sarhoş gelir ve beni uyandırıp sabaha kadar piyano çalmaya zorlardı. Yorgunluk ve uykusuzluktan hata yaptığım zaman döverdi beni. Aslında güzel bir yerde doğdum ben. Bonn harika bir şehirdi,

43


özellikle de Ren kıyıları. Ama o kadar mutsuz bir çocuktum ki o güzelliklerin tadını çıkaramadım. Babam beni çalışmaya zorlandığında müzikten nefret ederdim ama içimde o kadar çok ses vardı ki babam öldüğünde bile kopamadım müzikten. Sonra Bonn’a saygın bir müzisyen geldi: Christian Gottlob Neefe. Ondan org ve piyano dersleri aldım. O benim Viyana’ya gidip Haydn ve Mozart ile tanışmamı sağladı.” “Mozart seni dinler dinlemez ne kadar büyük bir yeteneğin olduğunu söylemişti, hatırlıyor musun? Gün gelip de seni tüm dünyanın tanıyacağını öngörmüştü.” Beethoven gülümsedi. “Evet, hatırlıyorum. Çok mutlu olmuştum. Ama Mozart’la çalışma şansım olmadı. Fakat Haydn’la çalıştım, hem de uzun zaman… Eğer o kadar erken ölmeseydi belki Mozart’la da çalışabilirdik. Çok isterdim bunu.”

dışarıya akıtıyordu. “Tarihte benden başka sağır besteci var mı acaba? Bu kadere isyan etmekten alamıyorum kendimi.” Deniz artık bu konuda daha somut bir açıklama yapması gerektiğini anladı. “İç kulak kemiklerin kireçlenmişti Ludwig van Beethoven. Buna müdahale edemezdim. Sana daha önce de söyledim: Hayatta mucizelere çok fazla yer yoktur. Duyamamanın sana çok acı verdiğini biliyorum ama bu senin insanlığa, değeri asla kaybolmayacak hediyeler vermene engel olamadı. Hadi gel, acılarını geride bırakman lazım. Üstelik artık iç kulak kireçlenmesinin hiçbir önemi kalmadı. Bu tür engellerin bulunmadığı bir yerdesin.” Beethoven, tüm acılarını geride bırakmak

Ölüm kelimesi Beethoven’ın zihninde karanlık bir geçit açtı ve bestecinin aklına çok sevdiği annesinin yüzü geldi.

ve sonsuzluğun içinde özgürce yürümek istiyordu

“Annemi çok erken yitirdim. O, çocukken sahip olduğum tek arkadaştı. Sonra babam öldü ve ben kardeşlerimin geçimini sağlamak zorunda kaldım. Bonn’dan ayrılıp Viyana’ya yerleştikten sonra tüm hayatımı müziğe adadım. Çocukken yaşadığım acılar bir kabuk gibi kapladı yüreğimi ve aksi bir adama dönüştüm. Çoğu insan benim duygularıyla yaşayan biri olduğumu fark etmez, sinirli ve kasıntı adamın teki olduğumu söylerdi. Her gün farklı bir kadınla birlikte olarak içimdeki boşluğu doldurmaya çalıştım ama sonra bunun boş bir çaba olduğunu anladım.”

kavuran isyan dolu fırtınaları. Üzerinde tanrısal

Deniz, Beethoven’ın ne kadar güzel bir yüreği olduğunu biliyordu. Çünkü müzik tarihinin akışını değiştiren bu adam, onun en devrimci tercümanıydı.

Saydam yüzünden sanki güneşmişçesine

Beethoven, denizle konuştukça rahatladığını fark etti. Yıllar boyunca kalbine siyah yağmur damlaları düşmüş, bunlar zamanla birikip lanetli bir

44

göle dönüşmüştü. Şimdi o gölün sularını kalbinden

şimdi. Çünkü deniz, sözleri ve sihirli dalgalarının dokunuşuyla dindirmişti Beethoven’ın ruhunu kasıp ışıkların dans ettiği mavi sulardan birdenbire tanıdık sesler yükselmeye başladı. Sanki denizin içindeki tüm taşlar, kayalar, yosunlar; hatta kum taneleri Tanrı’nın ilahi müzisyenlerine dönüşmüş ve 9. Senfoni’nin Ode an die Freude bölümünü çalıp söylemeye başlamışlardı. Beethoven, karşısındaki tanrısal orkestrayı yönetiyordu. Üstelik de yazdığı müziği duyabiliyor olmanın mutluluğunu yaşayarak yapıyordu bunu. ışıklar yayılan Beethoven, müziğin kollarında denizin derinliklerine doğru ilerledi ve bir süre sonra kayboldu suların içinde ama müzik hiç susmadı ve Beethoven’ın içine karıştığı sonsuzluğun üzerinde yankılanmaya devam etti.

45


46

47


Ustaya Veda

Gallieno Ferri

Zagor karakterini yaratan ve bir efsaneye dönüştüren Gallieno Ferri, 1929 yılında Cenova’da bir jandarmanın üçüncü oğlu olarak dünyaya geldi. Yirmi yaşına geldiğinde Giovanni De Leo tarafından keşfedilen Feri, De Leo’nun editörlüğünde yayınlanan ‘Il Fantasma Verde’ ve Piuma Rossa’ yı çizdi daha sonra 1949 yılında seri olarak Maskar’ ı çizmeye başladı. Karma çizgi roman dergisi olan Vittorioso için ‘Tom Tom’ ve ‘Thunder Jack’ isimli western hikayelerini ayrıca ‘Jolly’ ve ‘Capitan

48

Walter’i’ çizdi. 1960 yılında Guido Nolitta (Sergio Bonelli) ile tanıştı ve birlikte İtalyan çizgi roman klasiği olan Zagor’u yarattılar. Zagor sözcüğü, “Baltalı İlah” anlamına gelen “Za-gor-te-nay”ın kısaltmasıdır. Küçük yaşta öksüz kalan Zagor hayatını ABD’nin doğusundaki Darkwood adlı hayal ürünü bir ormanda barış ve düzenin korunmasına adamıştır. Olağanüstü atletik becerilere sahip olan ve baltasını çok iyi kullanan Zagor etkileyici

kostümü ve savaş çığlığı sayesinde Kızılderilileri, kendisinin, Manitu tarafından gönderilen bir yarıilah olduğuna inandırmıştır. Zagor’un en yakın dostu Çiko (Cico Felipe Cayetone Lopez Martinez ve Gonzales), çoğu macerada onunla birliktedir. Meksikalı bir soylu olan Çiko’nun en büyük zaafı ise oburluğudur. Darkwood’un Baltalı İlah’ını ve onun etrafına örülü evrende en fazla ve en beğenilen Zagor maceraları çizen ressam Feri daha sonra yazar Guido Nolitta 1975 yılında yine birlikte yarattıkları başka bir efsane çizgi roman Mister NO’nun ilk sayısını ve 115 sayının kapağını çizdi ayrıca Türkiye de Kaptan Swing diye bilinen Comandante Mark’ın 9 ve 10 numaralı özel sayılarının da kapaklarını çizdi. 1929-2016

49


50

51


Mehmet Kaan SEVİNÇ

Ustaya Veda

Zagor ve çizgi romanlara dair birkaç kırık dökük anı… Geçtiğimiz Nisan ayının başlarında çocukluk günlerimizde hayal dünyamıza büyük katkıları olan bir büyük usta daha ayrıldı hayatın bu boyutundan

boyadığım kartal amblemini tişörtümün üstüne yapıştırıp yaptığım Zagor gömleğimle mahalledeki diğer çocukları nasıl kıskançlıktan çatlattığımı…

Galliano Feri… Baltalı İlhah Zagor’un O zamanlar İstanbul’da çokça bulunan babası, diğer bütün güzel insanlar gibi o kocaman bahçeli bol ağaçlı evimizin da o güzel atlardan birine binip Manitunun bahçesindeki ağaçlardan hiç yere inmeden engin ve yeşil çayırlarında özgürce dört nala ‘Ahyaaaaakkkk’ diye avazım çıktığı kadar atını sürmeye gitti… bağırıp daldan dala uçtuğumu… Ustaya son bir saygı duruşunda Zagor ve diğer bir sürü çizgi romanı bulunmak için,çocukluğumda beni nasıl etkilediğini, hayal dünyama yapmış olduğu anneme özel olarak diktirttiğim bez torbama katkı için teşekkür babında bir şeyler yazmak doldurup (o zamanlar henüz naylon poşetler icat olmamıştı) kapımızın önündeki büm istedim… büyük erik ağacının en tepesine, en sık Yazımda o zamanlar fasikül halinde yapraklı yerinde çatal bir dala yerleşip bir yayınlanmaya başlayan ilk Zagor’u nasıl heyecan ve büyük bir keyifle okumaya yandan kuşlarla birlikte kütür kütür yeşil başladığımı, son sayfadaki ‘devamı haftaya’ erikleri kütürdetirken,bir yandan daldan dala yazısının ardından bir sonraki haftayı nasıl atlayıp ‘ahyaaakkkkkkk’ diye kötü adamları kovalayan Zagor’un maceraları arasında iple çektiğimi… nasıl yitip gittiğimi… Anneme pazardan zorla aldırttığım ucuz kırmızı penye tişörtün kollarını İnternetin ilk dönemlerinde pek bir kesip, kendi ellerimle sarı bir kartona çizip moda olan Nick Name’im ’Gölge Çalan’ı yine

52

53


Zagor’un bir macerasından edindiğimi ve dahi olsa,yetiştirdikleri çırakları tarafından daha pek çok şeyi yazacaktım. sürdürülüyor. ‘Ustaya Veda’ dosyamızı hazırlamak Ülkemizde 1960 ve 1970 yıllarında için Feri ve Zagor konusunda internette günlük gazetelerin olmazsa olmazı çizgi araştırma yapmaya başladığımda Zagor’un 50 ci yaş kutlamalarına dair yüzlerce görsel romanlardan günümüzde eser kalmadı ve yazılı dokümana ulaştım… Hani nerede Hüdaverdi’nin, Pırtık’ın, Neler neler yapmışlar, İtalya’nın bir çok Yuki’nin, Tarkan’ın, Karaoğlan’ın ve daha bir şehrinde bir bayram bir festival havasında çoklarının yeni maceraları..? kutlanmış Zagor’un 50'nci doğum günü. Abdülcanbaz’ın yeni veya eski Paneller, söyleşiler düzenlenmiş, film, video gösterimleri yapılmış, şarkılar maceraları neden yayınlanmaz Cumhuriyet bestelenmiş Zagor için. Bütün yazılı ve görsel gazetesinde..? medyada haber olarak yer verilmiş. Ferri usta Yaşları 50'yi, 60'ı geçen çizgi roman krallar gibi karşılanmış, saygı görmüş gittiği kahramanlarımızın gazete haberlerinde yer her şehirde… almasından vaz geçtik, yüzlerce sayfa çizmiş Bir çizgi roman sanatçısı için ne büyük olan çizgi roman sanatçılarımızın ölüm bir gurur… haberleri dahi yer bulamıyor haberlerde… Ve gördümki genellikle neredeyse Sessiz sedasız göçüp gidiyorlar bu dünyadan. çizgi romanın ilk örneği olarak gösterilen Richard Fenton Outcalt'in "The Yellow Kid Gerçi Gölge e-Dergimizin geçmiş (Sarı Çocuk)" (1896) gazete bandından bu sayılarından birinde Karaoğlan 50 yaşında yana Dünyanın bir çok gazetesindeki çizgi özel doyası hazırlamıştık o kadarla kalmıştı, romanlar hala çizilmeye ve yayınlanmaya başka hiçbir mecrada yer almadı bu konu. devam ediyor. Örneğin Örümcek Adam’ın (Spider Ha birde haklarını yemeyelim o Man) şimdiye kadar yüzlerce değişik dönemin NTV Tarih dergisi bizim dosyanın formatta dergi olarak yayınlanmış maceraları bire bir kopyasını yapıp yer vermişti… olmasına rağmen günlük gazete bantları da yayınlanmaya devam ediyor. Kendini ‘Muhafazakar’ olarak niteleyen Yurt dışında yayınlanmakta olan çizgi bir toplumun kültürel değerlerini muhafaza roman klasiklerinin yazarı çizeri ölmüş edememesi ne acı…

54

55


Eren PAYKAL

Ustaya Veda

Ferri, bir mit, bir kahraman Joevito Nuccio’nun Ferri’ye veda resmi

Güneş, Port-au-Prince üzerinden batmıştı. Gün, geceye doğru akıyordu. Etrafta, hafif bir rüzgâr, palmiyeleri, muz ve hindistan cevizi ağaçlarını, binbir kokulu çiçekleri nazlıca dalgalandırıyordu. Şehirdeki kolonyal yapıdaki evler, yerlilerin basit ve gösterişsiz evleriyle karışmıştı. Rıhtımdaki bir gemiden neşeli sesler yükseliyordu. Tayfalar, gece dağılacakları muhtelif tavernaları, barları ve eğlence merkezlerinin hayaliyle, uzun ve zorlu Karayip yolculuklarını unutmaya çalışıyorlardı.... Yılan Kaptan adlı efsanevî maceranın sadece bir kesitiydi yukarıda anlattıklarım. Kayıp bir

56

Artık Gallieno aramızda değil. Gidişini biz Zagorcuların kabul etmesi olasılık dışı. Ferri’nin yerinin doldurulması imkânsız. Özellikle eşsiz Zagor kapaklarınının kim tarafından üstlenileceği merak konusu. Ekime kadar Ferri kapakları Zagor’u süsleyecek. Ondan sonrası için ise rivayet muhtelif. Kimisi Jevito Nuccio diyor, kimisi Verni, kimisi Venturi, hatta Laurenti. Bazıları Rubini üzerinde bile duruyorlar. Ferri’nin yerinin doldurulamayacağı esasen klasik bir söylem değil. Ferri’nin Zagor ile kurmuş olduğu benzersiz bağ, Ferri’nin Zagor’un sihirli dünyasının adeta bir parçası oluşu, bu gerçeği yansıtıyor. Ferri artık Darkwood’da istirahat ediyor. Sergio Bonelli ile birlikte. Güzelliği, hayal gücünü, dürüstlüğü, daha iyi bir dünyayı, mertliği aynı zamanda çocukluk masumiyetini muhafaza eden tüm benzerleriyle birlikte. Port-au-Prince sokaklarını çizgilerinde tekrar tekrar her keşfettiğimizde, Darkwood’un puslu

bataklıkları, sık ormanları, ulu dağları, temiz havası ile her karşılaştığımızda, Çiko’nun yemekleri sırasında her iştihamızın açılışında, kızılderili milletlerinin geleneklerini tekrar tekrar okuduğumuzda, Gallieno da bizimle yaşayacak. Gallieno Ferri artık sadece çizgiromanın değil, tüm sanat kollarının ölümsüz bir temsilcisi olarak tarihe ismini yazdırmıştır. Grazie maestro!

İspanyoll kalyonu, içerdiği varsayılan Peru altınları, peşindeki define avcısı Kazmakürek Bill, araştırmaları yürütecek Kaptan Fishleg ve muazzam müretebbatlı gemisi Golden Baby ve tabii tüm bunların üstünde Za-gor-te-nay ve Çiko Felipe Cayetano Lopez Martinez Gonzalez. Bu macera, 7 yaşındaki bir çocuğu büyülemeye ve bir ömür boyu bir çizgi roman karakterine sadakatle bağlı olmasına yol açan unsurların başında geliyor. Maceranın çizeri, Zagor’un büyülü dünyasının yaratıcısı Gallieno Ferri’den başkası değildi. Tropikal Haiti’nin tüm havasını, manzaralarını ve hatta kokularını bu sayfalarda bulabilirdiniz.

57


Hüsnü ÇORUK

Ustaya Veda

kahramanlarımızdan biraz daha uzakta ve onların görebileceği bir bölümünde yer alan ayrı bir grupla bağ kuruyordum. Bu ikinci grup, ister Avrupa ister

Zagor, Çiko, dostları, düşmanları hepsi vedaya gelmişti......

Amerikan klasik çizgi romanının ana karakterlerinin çoğunun var olma nedenini oluşturan kötülerle doluydu . Halis kötüler. Bir kısmı elinde olmaksızın , iç güdüsel olarak kötülüğe yöneliyordu. BARON RAKOSİ gibi. Pelerininin karanlığına gecenin karanlığı karışmış. Yanında ince uçlu bastonuyla katıksız kötü MORTİMER , zekasını

alanda, yanan odunların hareketli alevi etrafında

ve ellerini durmaksızın ovuşturuyor. Alevlere dalmış

toplanmış, oldukça üzgün ve sessiz görünen bir

gitmiş. Kızılderili TONKA da, hazine peşinde koşarken

grup. Çömelerek veya bağdaş kurarak oturanların hemen

hepsinin

Yemekten

58

yaşamı

hareketleri boyunca

sanki hiç

ağırlaşmış.

vazgeçmemiş

buluşmasının ender ortak noktası olarak ölümleri görürüz. Orada pek çok sorun bazen unutulur. Hiç umulmayan bir kucaklaşma aradaki gerginliği bitirebilir. Umut. Belki içgüdüsel olarak bu affedici ortak noktaya yöneliyordum. Yaratana inanırız veya inanmayız. Ama çizgi roman karakterlerinin yaratılmasında daima birileri vardır. Onlar senaryo, fırça çini ve kurşun kalem ile çizgi karakterlere nefes verirler ve onları yaşama

HELİNGEN var. Yüzleri onların da donuk. Asık. Tıpkı

sokarlar. Ve bir gün yaratıcılar ölür. Yaratılanlar

diğer gruptakilerin yüzlerindeki hüzünlü ifade.

kalır. Yüz binlerce okurun gönlünde de kalırlar. Ve

Akıllarında planlanmış bir kötülük dolanmıyor. Hepsi

okur, tıpkı benim gibi hem kendine üzülür hem

taziyeye gelmişler.

yaratılanlar adına, sanki onlar da öksüz kalmış gibi kederlenir.

dönüyorum. Orada uzun sarı saçlı, kasları çok

FERRİ çok içten, çok sıcak bir sanatçıydı.

gelişmiş bir avcıyı fark ediyorum. BLEK diyorlar

Seksen yedi yaşında öldü. Ve şimdi DARKWOOD

ona. Yanında profesör denilen şişman bir adam ve

ormanında iyiler ve kötüler iki ayrı grup halinde ateş

genç bir avcı daha. Uzaklardan gelmişler. GİTAR JİM

etrafında oturuyorlar. Birbirlerinden bir kaç metre

lakaplı genç silahşor elini ZAGOR’un omzuna atıyor.

kadar uzaktalar. Hiçbir zaman bir olay çıkmadan,

Öte tarafta BARON RAKOSİ gökyüzünün ışıl

ölümcül bir çatışmaya girmeden bu denli yakın

ışıl parlaklığına uzun uzun bakıyor. Giden zaman.

olmamışlardı. Yine de birbirlerinden ayrılar. Taziye

Kimlerin zamanı. Ölümsüz gibi duran çizgi roman

için orada toplansalar bile birbirlerinden uzakta

kahramanlarının

zaman

duruyorlar. Hayalim de ki soru şu : FERRİ için

kavramını yok ederek kaçan biz okurların zamanı

geldiler. Yaratıcılarına son bir görev için. Peki bu

mı?

farklı değerlere sahip karakterlerin yakınlaşmasını

zamanı

?

Onlarla

Hayalimin ister istemez gelmek istediği nokta siyah saçlı genç adam öne , alevlere doğru eğilmiş

yöneltiyor. Ben ve çoğumuz kötüler ve iyilerin

olumsuzluğa kullanan çılgın bilim adamı çirkin

Hayalimi genişleterek İlk grubun yanına

Ormanın girişindeki nispeten düz, ezilmiş çimli

Hayalim görüntüler arasından bana çokça soru

iyilerle kötülerin birleşmesi. Her zaman olmaz bu.

sağlamak için de bir fırsat mı ? Küçüklüğümden

itibaren

bu

farklılığı

SÜPER MAYK egosu çok yüksek ve tehlikeli bir rakip.

gidermeye yönelik her fırsat beni cezbediyordu.

ZAGOR’a meydan okur. Kötülük ve iyilik alanında,

Kovboy filmlerindeki asıl kovboyun yanında her

bazen kolayca tasnif edilemeyecek değerler arasında

zaman kötü, zalim diye bizlere olumsuz bir yerli

haberi alıp hemen dostlarının yanına gelen bıyıklı,

flu bir biçimde dolanır. Genelde gerçek yaşamda da

şablonu veren mekanizmayı kıran sahnelerde çok

sıska tip de, diğerleri de. ……………

bazen böyle değil midir ? ZAGOR’da iyi ve kötü olan

mutlu olurdum. Örneğin STEWART GRANGER’in

nedir ? Baltalı ilahın teferruatlı bir bakışla keşfedilen

yanındaki uzun saçlı Kızılderili dostu beni mutlu

ırkçılığının derecesi nedir ?

ederdi.

,,,

FERRİ’nin

ölümünü

öğrendiğim

gece

şişman Meksikalının karnı guruldamıyor bu kez ve

uykuya geçerken kurduğum hayal böyle başlıyordu.

umurunda da değil pek. Yanındaki, kartal desenli

Ama bu kadarla sınırlı değildi. Devamında ise

Ya da HELİNGEN başka bir sosyal ortam

serisinde şövalye Pardaillan ile son derece güzel

gömleğinden gelişmiş kasları hemen fark edilen

hayali ama zihnimde gerçek gibi duran arazinin

bulabilseydi kötülüğü iyiliğe çevirebilir miydi ?

ama o ölçüde de kötü bir kadın olan FAUSTA’nın

MICHEL

ZEVACO’nun

PARDAILLANLAR

59


arasındaki duygusal ve tuhaf bağ beni etkiliyordu.

ZAGOR ve oradakiler bu hayıflanmadan

Bu belki de bilhassa her kötünün içinde bir nebze

uzaklar. Çok sanatçı tarafından çiziliyorlar. Tabii

de olsa iyilik kavramının dolaşabileceği inancımla

FERRİ, asıl ustaları artık yok. Ve üzüntüleri sadece

ilgiliydi. Bazen bir olay bu iyilik parçasının açığa

FERRİ için.

çıkmasını sağlayabilirdi. HELLİNGEN’i bir anda kendini aslında hiç sevmeyen bir deli olarak düşündüm. Odun ateşinin yanında onun ve diğerlerinin kim bilir akıllarından neler geçiyordu. Herhalde ortak noktaları o an için üzüntü ve hüzündü. 90’larda RED KİT çizeri MORRIS ölünce RED KİT yıkılmıştı. Yolda karşılaştığı Daltonlar da öyle. Kalamity Jane okkalı bir küfür savurmuştu MORRİS’in ölümüne. Hem yaratıcılarına üzülmüşlerdi hem de

çok kültürden yararlanılması taziyeye gelenlerin çeşitliliğini

sağlıyor.

Örneğin

RACA

da

çok

uzaklardan, Hindistan’dan psişik varlığını buraya, DARKWOOD’a göndermiş. ÇİKO’nun yanında ve değil. Hayalimin son bölümünde baltalı ilah denilen genç adam birden ayağa kalkar, ilerideki gruba yönelir, yaklaşır , ona donuk gözlerle bakan grup üyelerini sessizce süzer ve elini uzatır. Bu birlikte oturmaları için bir davettir. O an ne ırkçılık kalır, ne

kendi yaşamlarının da sonuna geldiklerine. Öyle

ego, ne kültür farkları, ne normal insan, süper insan

ya artık çizilmeyeceklerdi, tek çizerleri MORRİS idi,

karşıtlığı.

en azından ilk günlerde böyle biliyorlardı. Neyse ki yaşamaları istendi. Başka usta bir çizer devreye girdi.

60

ZAGOR efsanesinin oluşturulmasında pek

FERRİ yeni gittiği yerden , asıl istediği sanki buymuşçasına gülümser.

61


Utku ULUER

Ustaya Veda

Zagor Filmleri

Zagor özellikle 70’li yıllardan itibaren Türkiye’de en fazla okunan çizgi romanalrdan birisi olmuştur. Bana soracak olursanız bugün Zagor’un en fazla ilgiyle okunduğu ülke Türkiye’dir. Bu konu üzerine istatistiki bilgilere sahip değilim ancak Italya’da yaşadığım 14 yıl içerisinde edindiğim izlenim bu yönde. Günümüzde Zagor’un satış sayısı Italya da daha yüksek olsa da Türk insanının Baltalı İlah Zagor ile bir gönül bağı vardır. Tabi bu özel bağı daha da kuvvetlendiren ve özel kılan bir başka gerçek daha var. Dünya üzerinde Zagor çizgi romanının beyaz perdeye aktarıldığı tek ülke de Türkiye’dir. Türkiye’de Zagor ismiyle 3 film çevrilmiştir ancak Cihangir Gaffari’nin başrol oynadığı Zagor filminin çizgi roman ile alakası 62

yoktur. Bu nedenle Yeşilçam’ın zagoru da sadece ve sadece Levent Çakır’dır. Levent Çakır, Zagor Kara Korsanın Hazineleri (1970) ve Zagor Kara Bela (1970) filmlerinde başrol oynar. Levent Çakır’ın Zagor olarak seçlmesinin hikayeside ilginçtir. İp cambazlığı da yapan Levent Çakır 60ların sonunda yeşilçam’a girmiştir, iri ufaklı roller de yer alır bunun yanı sıra dublörlükte yapmaktadır. 1970 yılında Yerli film sahibi Hasan Tual o dönemin popüler çizgi romanı Zagor’u filme çekmek istemektedir. O dönem Yeşilçam sokakta hem kameranın önünde hem de arkasında oldukça aktif olan Hüseyin “Oski” Zan, Hasan Tual’e Levent Çakır’ı tavsiye eder. Birkaç gün içerisinde de Yerli film yazıhanesine birlikte giderler. Hasan Tual’in Yerli filmi Yeşilçam’ın küçük şirketlerindne birisidir. Yine

de Hasan Tual aktör adayının yeteneklerinden emin olmak ister: Hasan Tual, Çakır’a şöyle bir bakıp ‘İyi güzel de, biliyorsun biz Zagor’u çekiyoruz, atlayıp zıplaman gerekecek, yapabilir misin?’ der. Cevap Zan’dan gelir; ‘Abi tam aradığın oyuncu.’ Çakır odanın yüksekliğini, patronun masasıyla arasındaki mesafeyi ölçüp biçer. İki üç adımda masaya fırlar ve havada attığı iki ters taklayla önceki yerine amuda kalkmış biçimde döner. Öne arkaya iki üç takla daha attıktan sonra karşısındaki Tual ağzı açık kalmış biçimde seslenir; ‘İşte benim Zagor’um! Gel kardeşim otur şu koltuğa şöyle...’ * Bazı kaynaklara göre Hasan Tual 10 kadar Zagor filmi yapmayı kafasına koymuştur. Nişan Hançeryan’ın yönetmenliğini yaptığı iki “Zagor” filmi, 1970 yılı boyunca özellikle Anadoluda epey sükse yapar. Ayrıca film birinci ayak olarak nitelendirilen Lale ayağına da girememiştir, Rüya sinemasından gün alamamıştır. Ancak özellikle diğer bölgelerde oldukça iyi hasılat elde eden iki filmden Levent Çakır’ın aldığı başrol ücreti ise o dönem için bile oldukça düşüktür ancak bu başrol Çakır’a pek

çok kapıyı açar. O yıllarda anadolu’da turnelerde yapılmaya başlanır. Hatta Nuri Kırgeç, Nevzat Açıkgöz ve Levent Çakır film gösterimlerinde sahneye çıkar veya perdenin önüne giderlermiş. Levent Çakır akrobatik hareketlerle mini bir şov yaparmış.** Tabi bu filmin ortaya çıkış hikayesi. Bir de bu iki filmin büyük bir şehir efsanesine dönüşme hikayesi var. 90 yıllarda önce Atlas pasajında Metin Demirhan’ın Atılgan’ında tekrar gündeme geldi Zagor filmleri. O dönem dükakn etrafında toplanmaya başlayan herkes için bu iki film kayıp olduğundan dolayı ulaşılmaz bir hazineye dönüşmüşlerdi. Açıkcası tanıştığım insanların çoğu 70 yılında filmi izlemiş insanlar değildi çünkü kimsenin yaşı tutmuyordu. Ancak ulaştığımız görseller bize filmleirn en az Kaptan Swing filmi kadar özenle çalışılmış filmler intibası bırakıyordu. Hatta o dönem Metin Demirhan, Zagor filmini bulması halinde zengin olabileceği hayallerini de kuruyordu... 90lı yılalrın ortası ile 2000li yılalırn başında hem Kadıköy’de hem de beyoğlunda kayıp filmler içerisinde en fazla bahsedilen filmelrin Zagor 63


olduğunu söylemem abartı olmayacaktır. Hatta 2008 yılında Zagor Kara Bela’nın çok kötü bir vhs aktarmasının etrafta dolaştığı kulaktan kulağa yayılmıştı ancak film ortada yoktu. Daha sonra 2011 yılında Horizon Video yani Fanatik Filmin Zagor’u piyasaya süreceği haberi ortama bomba gibi düştü. Açıkcası film 2000’lerin başında vcd veya dvd olarak basılsaydı daha büyük bir etki yapacaktı. Ben de ilk olarak filmin bulunduğunu Onar Films’ten Vassilis’ten duymuştum. Sonrası Zagorları dvd’den izlediğimizde hiç birimiz gözleirmize inanamadık. Çünkü Zagor kopyaları bugüne kadar gördüğümüz en temiz kopyalardan bir tanesi idi. Bugün filmlere Fanatik Video’nun websitesinden rahatlıkla ulaşılabiliniyor. Dilerseniz biraz da filmlerden bahsedelim: Zagor Kara Korsanın Hazineleri (1970) Antalya - Kemer’de ilk çekilen film Kara Korsanın Hazineleri filmidir. Levent Çakır’ın başrol oynadığı kadroda oldukça önemli isimler vardır. Çiko rolüne cuk diye oturan Nevzat Açıkgöz’ün yanı sıra filmde Muzaffer Tema, Nuri Kırgeç ve Kadir Savun’da yer alır. Levent Çakır, Mesut Kara’ya ilk filmle ilgili anılarını şöyle anlatmıştır: “Yönetmen Nişan Hançer’di. Film için Antalya’ya gittik. İyi bir kadro vardı. Kazım Kartal, Yavuz Selekman, Hüseyin Zan, Kadir Savun… İlk çalışma günümüzde gemi karaya çarpacak, korsanlar gemiye hücum edecekler, gemiyi yağmalayacaklar. Zagor fenerin söndüğünü görüyor ve fenere koşuyor. Fenerci Kadir Savun. Korsanlardan Kazım Kartal fenerciyi bağlamış. Ben fenerin kulesinde korsanla kavga ediyorum. Fenerin üstünden Kazım Kartal’ı aşağıya atıyorum. Tabii manken atıyoruz. 12 metre aşağıya iniyor. Bu arada ben de aşağıya ineceğim. Yönetmen ‘Levent’ciğim ordan in aşağıya’ diyor. Ben de ‘yok, ordan inmeyeyim. Fener kulesinin tepesinden havada salto atarak aşağıya atlayayım’ diyorum. ‘Olmaz. İlk günün ilk sahnesi. Bunu son gün çekelim’ diyor yönetmen. Başıma bir şey gelirse film biter diye düşünüyor. 10-15 kişi brandayı tutuyor, ben havada salto atarak aşağıya atlıyorum.“ Kara Korsanın Hazineleri filmi aslında 64

Zagor çizgi romanlarında çok alışık olmadığımız bir şekilde deniz görüntüleri ile açılır. Zagor ve Çiko’nun kaldıkları ev çizgi romandaki evi andırmasa da filmin başlangıcı klasik bir Zagor - Çiko çekişmesiyle başlar. Olay örgüsü, kızılderili, asker ve diğer karakterlerin gelişimi açısından çizgi ormana sadık kalınmıştır. Hatta ilk filmde Zagor Tenay baltasını da kullanır. Tabi filmin bütçesi düşünüldüğünde mekan ve kostüm konusunda filmin başarılı olduğunu söyleyebilriz. Ancak çizgi romana benzeme konusunda ellerindeki imkanları olabildiği kadar kullanmışlar. Levent Çakır’ın yüz hatları Zagor’a birebir benzemese de çevikliği ve hareketliği göz ününe alındığında Yeşilçam’da Zagor’u oynayabilecek aktör olarak öne çıkar. Nevzat Açıkgöz ise tipi ve tavrı ile birebir Çiko’yu beyazperdeye taşımıştır. Ancak filmde şive ile konuşması bugün bize biraz ters geliyor. O günlerde çizgi romanları Türkçeleştirmek ve bizden birşeyler katmak oldukça kullanılan bir yöntemdi ancak Çiko’nun “dağ başını duman almış”ı söylemesi, Kayseri şivesi ile konuşması gibi detaylar günümüz izleyicisine ters gelen ve doğal gelmeyen şeyler. Bu durumun altını çizmenin önemli olduğunu düşünüyorum çünkü bazı film gösterimlerinde bunun neden yapıldığı soru çok fazla sorulmuştu. Filmde Levent Çakır’ın anlattığı ve ilk gün çekilen sahneler filmin 50. dakikasında ortaya çıkacaktır keza Kadir Savun’da 78 dakikalık filmin ilk bir saatinde gözükmez. Kazım Kartal amansız düşman olarak çok iyi bir performans gösterir. Çizgi romanlardan farklı olarakta seksi bir kadın olarak Ece Cansel filmde izleyicinin ilgisini çekmek adına yerini alır. Zagor Kara Bela (1970) Zagor’un ikinci filmi Kara Bela’dır. Filmin 2.’sinin çekimine ilk filmin 1. gününden karar verilir. O günü Levent Çakır şöyle anlatıyor: O günkü çekim bitince otele döndük. Yönetmen telefonla Hasan Tual’e bilgi veriyor. ‘Çekimler çok iyi geçti. Levent bugün havada uçtu, iki salto attı’ diyor. Hasan Bey ona daha ilk günden ‘İkinci filme başlayın’ diyor. Hemen ikinci filmin senaryosu

hazırlandı. Bir-birbuçuk ay kaldık ve iki filmle döndük İstanbul’a. İlk başrollerime Zagor’larla imzamı atmış oluyordum Yeşilçam’da. İlki ‘Zagor Kara Korsan’ın Hazineleri’, ikincisi de ‘Zagor Kara Bela’ydı.” Zagor Kara Bela’nın kadrosunda Çiko’yu oynayan Nevzat Açıkgöz dışında ilk filmde yer alan Muzaffer Tema’da vardır. Filmde kadroya Yavuz Selekman, Turgut Özatay ve Ergun Köknar’da dahil olur. Bana göre çizgi romanları uyarlaması olan Türk filmlerinin en güçlü tarafı Casting yani oyuncu seçimidir. Mesela Tunç Başaran’ın çektiği 1971 tarihli Kaptan Swing’te Ali Şen, Süleyman Turan ve Salih Güney kelimenin tam anlamıyla “cuk” diye oturmuşlardır. Aynı şeyi Nevzat Açıkgöz için de yazmıştım ancak bir kızılderili reis’i olarak Yavuz Selekman’da rolünün hakkını verir. Bence spesifik bir Zagor tiplemesi olmasa da Selekman Zagor çizgi romanlarındna fırlamış bir kızılderili reisi gibidir. Keza Ergun Köknar’ın canlandırdığı tiplemede oldukça başarılıdır. Elbette bu gibi filmleri her zaman iki yönüyle ele almak gerekir. 1.si film üzerine ortaya konulan emek ve o şartlarda ortaya konmak istenilenler ile elde imkanalrı kullanarak ortaya konulan ve anlatılan. 1.’den bağımsız olarak 2. düşünmenin yanlış olduğunu düşünüyorum. Zagor Kara Bela filmi ilk filme nazaran daha düşük tempoda bir film. Hikaye olarakta ilk filmde daha fazla içiçe geçmiş olay ve karakter var. Filmin 2. kısmı oldukça uzun takip sahnelerine sahip. Bu takip sahnelerinin ilkinde yer alan uzun silahlı çatışma sahnesi tempoyu düşürmeye başlıyor. Şelaleden itibaren süren ve kumsala taşınan takip ve döğüş sahnesi de epey uzun. Filmdeki takip sahnesi ve döğüş sahneleri dönem için heyecan verici olsada günümüz izleyicisine uzun gelebilir. Elbette bu iki Zagor filmi Fantastik Türk Sineması içerisinde çizgi roman uyarlamaları oldukları için oldukça değerlidir. Ancak düşük bütçelerine rağmen bu iki filmi bir arada ele aldığımızda yer alan bazı mantık hatalarından bahsetmeden geçemeyeceğim. Turgut Özatay’ın canlandırdığı Maligan/ Kara Bela’nın öldüğü sahnede aslında Zagor’un

hikayesine atıfta bulunur. Bu bilinçli mi yapılmıştır bilinmez. Mekanlar, bunların kullanımları ve bazı noktaları bir kenara koyarsak bazı oyuncuların ilk filmden sonra ikinci filmde de yeniden kullanılması konusunda bazı sorunlar var. Nuri Kırgeç’in canlandırdığı Kazmakürek Bill konusu Çiko’nun soru ve “yeğen” açıklaması ile çözülmüş ama Muzaffer Tema’nın iki ayrı albayı canlandırması bence doğru olmamış. Özellikle de ilk filmdeki albaylı finalden sonra... Bunun dışında filmde kale olarak geçen yerin küçük bir karakol olması ve mekan çekimi de Kara Bela filminde göze batıyor. Bunlar basit çözümlerle halledilebilinecek detaylardı bence. Orman içinde geçen ve darkwood ormanı ile bütünleşmiş bir hikayenin anlatıldığı maceralarda denizin ve deniz kıyısının oldukça fazla kullanılması da bence çizgi romana ters düşen başka bir detaydı. Tabi gönül ahşap kulübe de görmek isterdi ama Antalya Kemer bölgesinde bunu bulmanın zorluklarını tartışmaya bile gerek yok. Yine de Yavuz Selekman ve Levent Çakır’ın dublörsüz, tekrar çekimsiz herşeye korkusuzca girişmeleri takdire şayan. 2016 yılında bugünün şartları ile düşük bütçeli filmleri fazla sorgulamanın doğru olmadığını düşünüyorum. Sonuçta çizgi roman uyarlaması olarak Zagor çizgi romanının beyaz perdeye aktarıldığı tek film olarak hem Türk Sinemasında hem de Dünya Sinemasındaki yerini aldı. Kaynakça: Levent Çakır’ın 2011 yılında Akşam gazetesine verdiği röportaj ** Ege Görgün’ün Levent Çakır röportajı Mesut Kara - Çizgi-roman uyarlamalarının akrobat aktörü: LEVENT ÇAKIR (http://sinematikyesilcam. com/2012/05/cizgi-roman-uyarlamalarininakrobat-aktoru-levent-cakir/) Ali Murat Güven - Türk sinemasının son 50 yılının özeti olan aktör: Levent Çakır (http:// sinematikyesilcam.com/2013/03/turk-sinemasininson-50-yilinin-ozeti-olan-aktor-levent-cakir/)

65


Ahmet YÜKSEL

Ustaya Veda

"Grazie" dedi koca yürekli adam

O zamanlar bu zaman gibi değildi. Televizyon tek kanaldı, Küçük Ev vardı, Bonanza vardı, Uzay 1999 vardı. Biz beklerdik ki gün gelsin de 1999'da uzaya gidelim. hatta yıl 1979-80 de derdik arkadaşlarımıza "1999'da herkes uzayda olacak" diye. Jetgillerden seyrederdik gelecekte neler olur ama yine de Bonanza ve Küçük Ev... Bize batıyı anlatan, en batıyı anlatan diziler. tabii benim için en batı o yıllar otobüse binip gittiğim İstanbul'du. İstanbul'da gezmek, babamın elimizden tutup gezdirmesi olağan üstü süper bir maceraydı. Anneannemler Kocamustafapaşa'da otururdu. En sevdiğimiz Beyazıt'a, Sirkeci'ye, Beyoğlu'na gitmekti. Düşünsenize daha Beylik düzü diye bir toprak parçası keşfedilmemiş, Bakırköy'den öte İstanbul tümden bostan... 66

İşte o zamanlar daha dondurmanın tadını mı almamışız, kağıt helvaya mı doymuşuz, kardeşlerimle birlikte tek derdimiz vardı; TeksasTommiks Siz bakmayın Teksas Tommiks dediğime, Alaska'da Judas'da en sevdiğim Kinova'da Tommiks Teksas'dı. Televizyonda Küçükev-Bonanza bittiğinde kitaplardan devam ederdik. Biz bilemediğimiz, İstanbul'dan öte gidemediğimiz Amerika denen koca ülke. Pazar sabahları kovboy filmlerinin olduğu zamanlardı o zamanlar. Hep Kızılderililer kazansın isterdik. Ama hep o uzun saçlılar Manitu'nun sonsuz çayırlarına giderdi. Küserdik ve Kung Fu dizisini seyrederdik. Kung Fu'da Çekirge'nin o kovboyları iki tokat bir tekme ile nasıl dövdüğünü kahkahalarla izlerdik.

İşte o zamanlardan birinde Zagor diye bir çizgi romanın varlığını öğrendik. Elbette biz Çelik Bilekçi, Kaptan Swing’ci gençlik ormanda postacısı Kızılderili olan baltalı ilahı çok sevdik. Tarzan gibi sarmaşıktan sarmaşığa atlayan Don Kişot'un Sanço Panço'suna benzer Çiko'su olan o kovboyun peşinden maceradan maceraya koştuk. Çelik Bilek gibi Kaptan Swing gibi Kırmızı Urbalılarla savaşmıyordu, Kızılmaske gibi kötülerin alnına kurukafa koymuyordu, Kızılderililer hem dostu hem de düşmanı olabiliyordu. O en sevdiğimiz Red Kit gibi karikatür değildi bu kahraman; kasları ile dövüşüyordu. Nedense ben Jeriko, Judas filan okurdum da Teks'e pek ısınamamıştım. (Sebebi kitaplarda sevimli gösterilse de gerçekte binlerce Kızılderili’yi yok ettiğinden olsa gerek diye düşünüyorum) İlk Zagor'umu eski Galata Köprüsü'nün altında orta kısımda bir gazeteciden almıştık diye hatırlıyorum. 8-9 yaşlarındaydım o zamanlar. Eski zaman yanlış da hatırlıyor olabilirim. Ama öyle zamanlardı. Tüm vapur iskelelerinde, tren istasyonlarında, otogarlarda çizgi romancılar

vardı. Tüm gazete bayilerinde çizgi roman satılır, çizgi romanlar görünür yerlere konurdu. Bizim babalarımız fakirdi; "baba bana telefon al" diye ağlayamadık hiç. Biz kitap için ağlardık. Bayram harçlıklarımızı okul harçlıklarımızı çizgi roman için biriktirirdik. Çooook sonra öğrendik ki o kovboy kahramanlarımızı İtalyanlar çizmiş. "Buyur gel, gör" dediler. Bir güzel kitap fuarıydı. Gölge'de de yer vermiştik. "İşte şu adam Ferri" dediler. Dedem yaşında bir adam. Gülücük yağmuruna tuttu fuarı. Pek çok İtalyan yazar çizerin arasında gülücükleri ile yüzünden nur saçan bir yaşlı adam. Herkesin elini sıktı. Dili döndüğünce yanındaki tercümanı çevirdiğince konuştu her selam verenle. Ben de bir "merhaba" dedim elbet. Başıyla aldı selamımı. Akşama doğru da karnım zil çaldı ve kitap fuarında hayatımın en pahalı sandviçini yedim. Bir baktım Ferri amcam geldi oturdu masama, bir selam verdi başıyla, yine o yüzüne yapışmış gülümseme. O da bir pizza ile doyurdu aç karnını. O sırada büyük ihtimal 67


İtalyan yazar-çizerler kitap fuarında düzenlenen panele gitmişlerdi. Ben kendimce anlattım derdimi. "size" dedim parmağımla göstererek, "ufaklığımdan beri" dedim elimle küçük bir çocuğu göstererek ve "hayranım" dedim iki elimle kalp işareti yaparak. "Grazie" dedi koca yürekli adam. Bakıştık, gülüştük, konuşmadık. İlk defa "şu abidik gubidik Teksas Tommiks’lerle vakit öldüreceğime bir İngilizce, bir İtalyanca öğrenseydim keşke" dedim kendime. Sonra elimizdekileri bitirip diğer İtalyanların panel yaptıkları salona gittik. O salonda bana Balıkesir'de mini minnacık dükkanında bir tabureye çıkıp en tepedeki Tommiks Teksası veren sahaf da vardı. Taksim meydanında bir hanın girişindeki yabancı gazetelerin karate kitaplarının arasında çizgi romanları tıkıştıran gazete bayii de, Tünel'in girişinde iplere çizgi roman ve mizah dergilerini çamaşır mandallar gibi mandallayan amca da vardı. Ve hepsi yanımda Ferri ile içeri girdiğimde. Ben en arka koltuğa oturdum Ferri en ön sıraya geçerken Suzi'ye göz kırptı, Tommiks'in canı sıkıldı, Dylan Dog umarsızca gülerek başı ile selamladı. Martin amca elindeki kâğıttaki notuna baktı ve gözlük altından "geç yerine otur" bakışı fırlattı. Mister No beklemekten sıkılmıştı. Fuat Aktüre'nin bize sözü vardı Nizzi ve Ticci'yi de getirecekti bir gün. Zagor o güzel gülümsemesiyle yürüdü... Yürüdü ve uzaklaştı gitti. Artık ne o eski sahaflar gelir bu memlekete, ne o eski mandallı gazete bayileri. O eski kitapların da tadı olmaz yeni baskılarda. O eski günler de gitti biliyor musunuz? Ne Muhammed Ali kaldı boksörlerden, ne Michael Jackson kaldı müzisyenlerden, ne artık Kemal Sunal'a gülüyoruz ne de o eski tat var çizgi romanlarda. Ferri de gitti... Yolun açık olsun büyük usta... Bu arada meraklısına not; Zagor'un Mayıs ayında İtalya'da yayınlanacak 610. sayı kapağında ve Maksi zagor 27. sayı kapağında yine Ferri imzası var. Bakalım kaç sayılık stok yapmışlar... 68

69


Hasan Nadir DERİN

Sinema Haberleri

Sinema Dünyasından Kısa Kısa Geçen ay, 7 Temmuz 2017 tarihinde gösterime girecek olan yeni Örümcek Adam filmi ile ilgili pek çok haber ile karşılaştık. Öncelikle filmin adı açıklandı: SpiderMan: Homecoming. Filmde Robert Downey Jr.’ın Tony Stark olarak yer alacağı haberi de heyecan vericiydi. Ay içinde filmin kötü adamını (henüz resmi açıklama yok ama muhtemelen Akbaba) Michael Keaton’un canlandıracağı haberleri çıksa da ay sonuna doğru oyuncu ile anlaşma sağlanamadığı açıklandı. Robert Downey Jr. ile ilgili bir haber daha. Sherlock Holmes 3 projesi hayata geçmek üzere ve tabii ki başrolde Downey Jr. yer alacak. Bu ay gösterime girecek olan X-Men: Apocalypse’in yeni fragmanında eski bir dosta merhaba dedik. Wolverine’in pençelerinin gözüktüğü sahne Hugh Jackman’ı bir kez daha bu rolde göreceğimizi müjdeledi. Marvel evreninin merakla beklenen filmlerinden Doctor Strange’in de fragmanı geldi. Fragmanda Benedict Cumberbatch’in role çok yakıştığını görüyoruz. Tilda Swinton ise belli ki filme apayrı bir hava katacak. Marvel ve DC’nin sinema evrenlerindeki filmlerin 2020’ye hatta daha sonrasına kadar planlı olduğunu biliyoruz. Marvel evreninde önemli bir yer alması beklenen Inhumans filmi için 2019 tarihi belirlenmişti. Geçtiğimiz ay gelen haberlere göre bu film belirsiz bir tarihe ötelendi. Genellikle bu tip erteleme haberleri filmlerin tümüyle iptaline gider. Bekleyip görelim. Çok şaşırtıcı değil ama Deadpool filminin ikincisi de yolda. İyi haber, kamera arkasında bir değişiklik yok. Yönetmen ve senaryo yazarları ilk film ile aynı isimler olacak. Daha da eğlenceli bir film bizleri bekliyor olabilir. Beklenen bir haber daha. Batman v Superman filmi çok iyi eleştiriler almadı ama Ben Affleck’in

70

Thrones bitene kadar başka bir dişe dokunur film ya da dizide izleyemeyeceğiz. Yeniden çekim haberlerini durduramıyoruz. 1995 yapımı Jumanji’nin de yeniden yapımı geliyor. Başrollerden birinde ise The Rock olacak.

filmin ilk posteri yayınlandı ve sürpriz, nasıl olur bilinmez ama muhtemelen geri dönüyor. 2014 yılında, dünyanın en uzun filmi olacağı söylenen Ambiance ile ilgili ilk haberler gelmiş ve filmin 72 dakikalık ilk teaser’ı yayınlanmıştı. Geçtiğimiz ay, 7 saat 20 dakikalık kısa fragman yayınlandı. 2018 yılında da 72 saatlik uzun fragman bekleniyor. Ölmez sağ kalırsak, 2020 yılında da filmin kendisi yayınlanacak. 720 saatlik filmi (30 gün yapıyor yani) kim izler bilinmez tabii ama deneysel bir çalışma olarak ilgi çekici.

Festivaller, Toplu Gösterimler:

The Rock’ın içinde yer aldığı bir başka yeniden yapım

ise

Baywatch.

90’ların

kült

dizilerinden

Baywatch’un sinema uyarlaması için belirlenen oyuncu kadrosundan önceki aylarda bahsetmiştik. O dönemin performansı genelde beğenildi. Affleck, DC evreninin farklı filmlerinde yer alacağı gibi solo bir Batman filminde de başrolü üstlenecek ve bu filmin yönetmeni de o olacak. Henüz tek bir film olarak gözüküyor ama başarılı olursa bu yeni Batman serisinin de üçlemeye dönüşebileceği söyleniyor.

27. Ankara Uluslararası Film Festivali: 28 Nisan – 8 Mayıs 2016 11. Uluslararası İşçi Filmleri Festivali: 1 – 8 Mayıs 2016 19. Uçan Süpürge Uluslararası Kadın Filmleri Festivali: 8 – 12 Mayıs 2016 Ankara Engelsiz Filmler Festivali 2016: 24 – 29 Mayıs 2016

gençleri, filmde Pamela Anderson’un da yer alacağı haberini heyecanla karşılayacaklardır. Yeni Star Wars filminde Luke’un Rey’e Jedi eğitimi vereceğini tahmin ediyoruz. Mark Hamill, Twitter hesabından bu konu ile ilgili bizi yıllar öncesine döndüren eğlenceli bir paylaşım yaptı. Mad Max’de Charlize Theron’a bir kez daha hayran kalmıştık. Theron’un Hızlı ve Öfkeli serisinin sekizincisine katılacağı açıklandı. Böyle giderse sinema tarihinin en uzun serilerinden birine dönüşecek olan Hızlı ve Öfkeli serisinin yapımcıları seriye sürekli olarak bir yenilik katmayı biliyorlar. Charlize Theron’un bu yeniliklerin bir ayağı olacağına şüphe yok.

Gelmiş geçmiş en meşhur animelerden Ghost in the Shell’in film versiyonunun yolda olduğunu biliyorduk. Başrol için Scarlett Johansson adı da açıklanmış ve birçok eleştiri de almıştı. 31 Mart 2017’de gösterime girecek filmin çekimleri başladı ve filmden bir görsel yayınlandı bile. Terminator Genisys filminde Sarah Connor olarak izlediğimiz Emilia Clarke, serinin devam filmlerinde yer almayacağını açıkladı. Anlaşılan Emilia Clarke’ı Game of

Saygıyla Anıyoruz Doris Roberts (4 Kasım 1925 – 17 Nisan 2016) Ronit Elkabetz (27 Kasım 1964 – 19 Nisan 2016) Attila Özdemiroğlu (5 Ocak 1943 – 20 Nisan 2016) Guy Hamilton (16 Eylül 1922 – 20 Nisan 2016) Prince (7 Haziran 1958 - 21 Nisan 2016)

Geçen yılın en eğlenceli filmlerinden Kingsman’in

http://sinemamanyaklari.com/

devam filmi kaçınılmazdı. Filme büyük katkısı olan Colin Firth’ün ikinci filmde olamayacak olması üzücüydü. Ama

71


Öykü: Atilla BİLGEN İllüstrasyon: Cihan Oğuz DEMİRCİ

Öykü

Dünyada Mekan Ahirette Mekan! Maşallah Hoca minibüsten inip caddenin karşısına geçti. İlk sokaktan sola doğru dönünce durup etrafına bakındı. Tek katlı beyaz bina tarif edildiği gibi yüz metre ilerdeydi. O yöne doğru yürüdü. Yanına varınca ön cephedeki tabelayı okudu: “Yuvam İnşaat A.Ş” Aradığını bulmanın rahatlığıyla derin bir nefes alıp binaya girdi. Siyah üniformalı güvenlik görevlisi giriş kapısının hemen sağındaki masada oturuyordu. Çözmekte olduğu bulmacadan başını kaldırıp baktı. Dizlerinin altına kadar uzanan düğmesiz beyaz bir cübbe giymiş olan Maşallah Hoca beyaz sakalını sıvazlayarak “Selamün aleyküm.”dedi. Sert bakışlı güvenlik görevlisi donuk bir ses tonuyla, “Kime bakmıştınız?” diye sordu. “Veysel Nur’a. Burada mı kendisi?” diye sordu Maşallah. “Kim arıyor?” “Maşallah Karayılan.” “Randevunuz var mıydı?” diye sordu. Küçümser bir edayla konuşması Maşallah Hocayı sinirlendirmişti. Emredercesine, “Burada çalışmaktan sıkılmadıysan geldiğimi biran önce haber verirsin.” dedi. Alışık olmadığı bu yanıt karşısında afalladı. İtiraz etmekle, söylediğini yerine getirmek arasında bir süre bocaladı. Sonunda istemeyerek de olsa ahizeyi eline alıp sıfırı tuşladı. Gözü Maşallah Hocanın üzerindeydi ve ona “Umarım seni tanımıyordur. İşte o zaman sana sorarım.” dercesine bakıyordu. Ama beklentisinin aksine patronu içeri göndermesini söylemişti. Oyuncağı elinden alınmış

72

bir çocuğun yüz ifadesiyle telefonu yerine koydu ve “Sizi bekliyor.” dedi. Odasına girdiğinde Veysel Nur koltuğuna oturmuş önündeki dosyayı inceliyordu. Başını kaldırıp uzun beyaz sakallı, cübbeli adamı dikkatle süzdü. Beklediği kişiyle alakası yoktu ve teklifsizce odaya dalmasına sinirlenmişti. Sert bir ses tonuyla, “İçeri girmeden önce kapı çalınır.” dedi. “Çıhhh. Bir kere çok ağır. Hem çalsan da para etmez ki…” “Ne diyorsunuz?” “Kapı diyorum. Çalmaya değmez diyorum.” “Kimsin kardeşim sen? Ne işin var odamda?” “Özlemişim diyelim. Ziyaretine gelmişim diyelim.” “Bırak ukalalığı ve çık dışarı.” “Vay vay vay… Veysel’e bak be! Kardeşini mekânından kovuyor. Öl o zaman Maşallah.” “Maşallah! Gerçekten sen misin? Ne bu hal oğlum? Valla sokakta görsem tanımazdım.” dedi ve ayağa fırlayıp sıkıca sarıldı. Ardından koltuklara karşılıklı oturdular. Veysel’in elini Maşallah’ın dizine koyup, “Karşımda oturduğuna inanamıyorum be kardeşim. O kadar uzun zaman oldu ki görüşmeyeli.”dedi. “Memleketten ayrıldıktan sonra birbirimizi kaybettik. Aşağı yukarı yirmi küsur sene...” 73


“Zaman ne çabuk geçiyor be kardeşim. Köyden birlikte kaçmamız sanki dün gibi.” “Ne kimseyi tanırdık ne de cebimizde para vardı. Hangi akla hizmet İstanbul’a kaçtık?” “Çocukluk işte. Sonra da ortalıktan öyle bir kayboldun ki bulana aşk olsun. Yaşadığından bile artık umudu kesmiştim. Telefonda “Maşallah Bey sizi görmek istiyor.” dediklerinde afalladım. Senin olabileceğin umuduyla gelsin dedim. Ama doğrusunu söylemek gerekirse isim benzerliğidir diye içimden geçirmiştim.”

“Nerdeeee. Battık batacağız. O durumdayım.” “Ulan daha bir şey istemeden hemen ağlamaya başladın ya helal olsun sana! Korkma. Malında gözüm yok.”

“Maşallah bir tanedir Veysel, o da evvelallah benim. Bindiğim otobüs otogarda mola vermişti. Bari bir çorba içeyim dedim. Girdiğim lokantada koca afis “Yuvam İnşaat yuvanızı yapar. Veysel Nur.” Ulan dedim sakın bu bizim Veysel olmasın? Sonra da şansımı denemeye karar verdim. Gördüğün gibi buradayım.”

“Olsa ne olur? Kardeşimden mi sakınacağım. Bu şatafata bakma, hepsi göz boyamak için. Dışarıda gördüğün maket ise tamamen hayali. Ancak arsa gerçek Gerçi yeri biraz sapa, teee dağın başı. Ama nasılsa şehir bir gün oraya doğru uzanır! Oraya bina yapmaya niyetim yok, tek sorun daireleri alacak müşterinin olmaması.”

“Ne iyi yaptın kardeşim. Soramayayım dedim ama artık dayanamayacağım, bu kıyafet ne böyle? Görmeyeli hacı hoca mı oldun?”

“Arsaya bina yapmayacağına göre müşteri bulamaman normal be kardeş.”

“Allaha şükür.”diyerek uzun beyaz sakalını sıvazladı Maşallah. “Senin gibi düzenbaz adam hoca olsun! Dur bakalım şu hayatta daha neler göreceğiz?” “Ulan dürzü senden müteahhit oluyorsa benden neden hoca olmasın?” “O başka bu başka. Hem ben uzun yıllar inşaatlarda çalışıp işin inceliklerini, öğrendim.” “Bizim iş de aynı hesap kanka. Baktık aç karnımızı doyuramıyoruz bari maneviyatımızı doyuralım deyip girdik bir şeyhin yanına.” “Sonra da hoca oldun ha?” “Yok be oğlum bir sene zor dayandım orada; ama baktım bu işte ekmek var. Sakal bırakıp cübbeyi geçirdik sırtımıza. Çocukken babam sağ olsun Kuran kursuna göndermişti. Oradan öğrendiğimiz üç dört duanın üstüne bir şeylerde biz ekleyince olduk Maşallah Hoca!” Ardından etrafına bakındı. Ortalık buram

74

buram zenginlik kokuyordu. Gizlenmiş spotlarla aydınlanan odadaki eşyalar son derece lükstü. Ayağının altındaki kadife kadar yumuşak halı insana uçuyor hissi veriyordu. Koridorda gördüğü yüzme havuzlu, tenis kortlu lüks sitenin maketini anımsayınca sırıtık bir edayla “Bakıyorum da işler tıkırında.” dedi.

“Oğlum görmeyeli tövbe mi ettin? Binayı yaptıktan sonra elbet satarsın. Amaç yapmadan satmak! Hem de her daireyi en az üç kişiye…” “Ulan dürzü hiç değişmemişsin. Hala eskisi gibi üçkâğıtçısın? Senin bu hayali dairelerini peynir ekmek gibi satarım. Ancak hiçbir masrafa karışmam ve kazancın yarısını alırım. Tamam mı?” “Tamam ulan. Nasıl becereceksin bu işi?” “Biz bu sakalı boşuna mı uzattık? Öncelikle beni İstanbul’dan ziyaretine gelmiş olan çok değerli bir hoca olarak tanıtacaksın. Soranlara peygamber soyundan geldiğimi söyleyip yanımda el pençe divan duracaksın. Namazlarımızı her gün bir başka camide kılacak, ne kadar dini sohbet varsa tümüne katılacağız. Hali vakti yerinde olanların cenazelerine de gideceğiz taziyelerine de. Ağzı laf yapan ne kadar adam varsa ceplerine para koyup ortalığa salacak ve hiçbir doktorun derman olamadığı hastalıkları okumakla, ellemekle iyi ettiğimi her ortamda bire bin katarak anlatacaklar. Şimdi uçlan bakalım bin lira.”

“O nedenmiş? “ “Kapıdaki güvenlik görevlisine vereceğim.” “Ahmet’e mi? Manyak mısın? Durup dururken adama neden para veriyorsun?” “Sorgulayacağına güven bana. Bu arada Ahmet hakkında ne biliyorsan anlat.” Veysel bu işe girişmiş olmaktan şimdiden pişman olmuştu. İstemeye istemeye cüzdanından bin lira çıkartıp Maşallah’a verdi, ardından Ahmet hakkında bildiklerini anlattı. Birkaç dakika sonra Ahmet kapıyı çalıp içeri girdi. Heyecandan yüzü kıpkırmızı kesilmişti. Maşallah’a doğru öfkeyle baktıktan sonra “Beni emretmişsiniz Veysel Bey” dedi. “Ben değil Maşallah Hocamız seni istedi. Şüphesiz adını duymuşundur. Zira kendisi ilim irfan sahibi çok değerli bir zattır. Aynı zamanda Şeyh Abdülvahap Efendinin en önemli talebesidir. Hocamız daha doğmadan, ilerde büyük bir zat olacağına dair alametler, işaretler görülmüştü. Anne karnına düştüğü andan itibaren doğumuna kadar geçen sürede, dünyada bolluk ve bereketlik yaşanmış, insanların duaları anında kabul edilmiştir. Maşallah Hocamız bir yaşında okumayı öğrenmiş, yedi yaşında da medreseyi bitirmiştir. Kendisi Seyyid yani peygamber soyundan geldiğinden dolayı insanların dertlerini gözlerinde anlar ve onlara şifa olur.” Duydukları karşısında şaşırmıştı. Başını çevirip Maşallah Hocaya alıcı gözüyle baktı. Başını önüne eğmiş elindeki tespihi çekiyordu. Dudakları dua ediyormuşçasına kıpır kıpırdı. Az evvel tartıştığı adamın yüzüne adeta bir nur inmişti. Maşallah Hoca başını kaldırıp Ahmet’in gözlerinin içine baktı ve “Yanıma yaklaş bakalım.” dedi. Hipnotize edilmişçesine dediğini yaptı.“Dışarıda bilerek üstüne geldim oğlum. Sabrını tarttım. Bana anlatıldığı gibi biri olup olmadığını anlamam lazımdı. Hakkında az bile söylemişler. Seninle gurur duydum.” “Kim ne anlattı?” diye sordu Ahmet. “İlyas Peygamber. Seni çok seviyor. Bizzat benden seni korumamı rica etti. Söylediğine göre

kredi kartı borcun varmış. Al şu beş yüz lirayı. Biliyorum yetmez ama benim de gücüm bu kadar evlat.” Ahmet ne diyeceğini bilemedi. Önce iki damla gözyaşı aktı gözlerinden, ardından katılırcasına ağladı. Maşallah Hoca eliyle başını okşadı ve “Ağla oğlum. Utanma ağla. Bu sayede içindeki zehri boşalır” dedi. O gün; öğlen, ikindi, akşam ve yatsı namazlarını dört ayrı camide kılıp iki dini sohbete katıldılar. Her girdikleri ortamda Veysel bire bin katarak Maşallah Hocayı cemaate tanıttı. Ahmet peşlerinden biran olsun ayrılmadı. Gördüğü her kişiye Maşallah Hocanın kerametlerini anlatıp durdu. Akşam eve döndüklerinde Veysel perdeleri sıkıca kapatıp kaşla göz arasında çilingir sofrasını hazırladı. İlk kadehi yorgunluklarını atmak için, ikinci kadehi kazanacakları paranın şerefine içtiler. Üçüncü kadehin ortalarında Veysel dayanamayıp “Gördüğün gibi her dediğini yapıyorum. Şu daireleri nasıl satacağımızı anlatsan artık.” dedi. Maşallah kadehindeki rakıyı bir yudumda bitirip ağzına koca bir peynir parçası attı. “Ohhhh… Suyundan mıdır havasından mıdır bilinmez, ama bu meret bu gece yağ gibi gidiyor. Gelelim “Yuvam İnşaata.” Oradaki daireleri orta halli saf dindar kardeşlerimize satacağız. Zenginler için ise başka planlarım var! Şimdi bu şehirde hali vakti yerinde dindar ne kadar adam varsa hepsi hakkında detaylı bilgi istiyorum. Günde kaç defa sıçtıklarını bile bilmeliyim.” “Çok para gider be oğlum.” “Ne kadar giderse gitsin hiç acıma. Kazanacağımızın yanında devede kulak kalacak.” Bir ay boyunca cami cami dolaşıp durdular. Ne bir sohbet kaçırdılar, ne de bir taziye. Sonunda Maşallah Hocayı tanımayan kalmadı. Peygamber soyundan geldiği ise kulaktan kulağa bir efsane gibi yayıldı. Veysel’in parayla tuttuğu adamlar ve sadık müridi Ahmet’in sayesinde daha önceki hayatında Veysel Karani Hazretleri olduğuna bile inanıldı. Maşallah Hocanın değeri dolar gibi yükselişe geçmesine karşın, Veysel’in tereddütleri giderek 75


artıyordu. Ve bir sabah dayanamayıp patladı. Sızlanmalarını sonuna kadar sessizce dinledi. Ardından “Meraklanma. Bu akşamki duadan sonra işe koyuluyoruz.”dedi. “Ne yapacaksın?” ““Yuvam İnşaattan ev alanlara cennette bedava arsa.” sloganıyla daireleri pazarlayacağım.” “Cennette arsa mı? Çüşş artık… İnsanlar ne kadar aptal olursa olsun bu kadarını yemez. Hem söylesene cennetten arsa alıp ne yapacaklar? Oraya gidenlere zaten altından köşkler, zümrütten saraylar veriliyor. Boş arsa alıp toplu konut mu dikecekler?” “Gül sen gül, sonunda bakalım kim gülecek?” “Oldu olacak arsaların yanından birkaç bin yıla kadar üçüncü sırat köprüsü geçecek diye lanse et.” “Bitti mi?” “Bizim gibi direkt cehenneme gidecek olanlar da cennetteki arsalarını kiralar ve oradan gelecek gelirle cehennemde mis gibi yaşarlar!” “Ulan sana inat lebi cennet arsalarını manzaralarına göre pazarlayacağım.” “Ulan dürzü bir de manzaralı mı olacak bu arsalar?”

indirim koparmış. Yuvam inşaattan ev alanlara Maşallah Hoca iskânlı arsaların tapusunu bizzat imzalayıp vereceğini de taahhüt etti. Maşallah Hoca bu sözleri iki gözü iki çeşme anlattı. Bir o ağladı, üç dinleyenler. Gecenin sonunda,”Yuvam inşaat sayesinde “Dünyada mekân ahirette iman sözünü değiştiriyoruz mümin kardeşlerim, artık hem dünyada hem de ahirette mekân sahibi olacağız.” dedi. O günden sonra şehirde tam bir çılgınlık yaşandı. Henüz tek bir çivi bile çakılmamış Yuvam İnşaatın üç yüz on altı dairesi üç ay içinde bin kırk kişiye otuz milyon karşılığında satıldı. Veli Nur daireleri satmakla meşgulken Maşallah yüksek gelirli saf dindarlara yöneldi. Ayrı ayrı hepsini ziyaret edip hemen hemen aynı cümleleri söyledi: “Dün gece rüyamda efendimizi gördüm. Sizden övgüyle bahsetti. Sizi çok seviyor. Cennette yeriniz hazır. Yalnız fakir fukaranın haline çok üzülüyor. Onlar için hastane yapmamızı istiyor. Her türlü maddi yardımda bulunacağınızdan bahsedip beni size yolladı. Vereceğiniz para ile hastane yaptıracağız ve fakir fukaralar bedava tedavi olacaklar.”

Onlar hakkında her türlü detaya sahipti. Bu “En pahallıları VİP olacak. Buradaki arsalar huri bilgileri yeri geldiği zaman hiç çekinmeden kullandı. manzaralı oğlum. Sonra sırasıyla sırat köprüsünü Kendileri ve aileleri hakkındaki sırların Maşallah gören, cehennem manzaralı arsalar gelecek. İsteyen Hoca tarafından bilinmesi şaşkınlıktan öte hayranlık kadınlara da Nuri(!) manzaralı arsalar pazarlayacağız.” uyandırıyor ve kafalarındaki soruları anında “…” siliyordu. Bu yolla Maşallah Hoca, yüksek gelirli Maşallah Hoca hemen o gece harekete geçti. saf dindarlardan da yaklaşık on milyon lira çarptı. Katıldığı sohbette; söze peygamber soyundan Sonunda satılacak daire de kalmadı avlanacak saf geldiğinden girdi, yuvam inşaattan çıktı. Veysel dindar da… Karani Hazretlerinin her gece rüyasına girdiğini Cennetten arsa alan bazı insanların huyu ve kendisine “Bu siteden ev alanlar aynı zamanda da değişti. Nasılsa cennete gitmemiz kesin diye cennetten de arsa almış olacaklar.” dediğini söyledi. düşünüp ne kadar yasak varsa hepsini çekinmeden Yanlış anlaşılma korkusuyla ilk zamanlar bu sırrı çiğnediler. Kimisi karısını aldattı, kimisi akrabalarını kendine sakladığını belirtti. Ama İlyas peygamber de rüyasına girip “Bu kadar hayırlı bir haberi neden dolandırdı. Annesinin veya karısının bileziklerini insanlardan saklıyorsun? Yoksa cennetteki tüm satıp kumar oynayanlar da oldu, alkolik olanlarda… arsaları sen mi toplayacaksın?” diye kızınca müjdeyi Veysel ve Maşallah yolun sonuna geldiklerini saklamamaya karar vermiş. Ama önce Veysel Nur’la anlamışlardı. Bir akşamüstü şehri gizlice terk edip görüşüp ondan mümin kardeşleri için önemli bir kayıplara karıştılar

76

Sergi Duyurusu

1957 yılında Istanbul'da doğdu. İlk ve orta öğrenimini aynı kentte yaptı. 1977 yılından başlayarak, çeşitli medya kuruluşlarında grafiker ressam ve karikatürist olarak yer aldı. Sonraki yıllarda yurtdışındaki çeşitli yayın kuruluşlarının çıkarttığı yayınlara kapak illüstrasyonları ve çizgi romanlar yapmaya başladı. I98o'li yıllardan itibaren ülkemizde gösterime giren birçok ünlü filmin afiş çalışmalarını yaptı. 90'lı yılların başlarında kısa bir dönem İtalya'da da bulunan sanatçı yurda dönüşünde suluboya çalışmalarına ağırlık verdi. California, Paris, Viyana 'da ve yurtiçinde özel koleksiyonlarda resimleri bulunan sanatçı, yapıtlarını güçlü ve sağlam tekniğinin yanısıra emprestyonist bir tavırla belgesel tadında yorumlamaktadır. Bir dünya kültür mirası ve tarihsel dokusuyla insanlığın ortak malı olan İstanbul her geçen gün bir tarih katliamı ile karşı karşıya kalırken Ömer Muz,

izleyiciye çocukluk yıllarından beri aşığı olduğu bu kente duyarlı fırçasıyla dokunarak sımsıcak ve samimi bir anlatım sunuyor. Sultanahmet'teki eski evler özellikle eski istanbul'un otantik dokusunu simgeleyen Zeyrek sokakları Balat'ta ve sur içindeki evler, Haliç'te takalar gibi çocukluk anılarında yer eden görünümleri akıcı ve saydam renk değerleri içeren başarılı bir suluboya tekniğiyle yansıtıyor. Çevre gözlemlerine dayanan ustalığını kolay anlaşılabilir bir fırçayla dillendiren sanatçı kendisinden çok önce gelmiş Türk resim sanatının izlenimci ressamlarından Hoca Ali Rıza, Üsküdarlı Cevat, Hikmet Onat gibi ekol olmuş bir kuşağın izini sürmekte. Sanatçının “Bir Yanım Anadolu” adlı resim sergisi 5-30 Mayıs tarihleri arasında Derinlikler Sanat Merkezi‘nde sanatseverlerle buluşacaktır.

77


Röportaj: Ümit KİREÇÇİ

Röportaj

BÖRÜ

Börü’nün barındırdığı tüm alt yapı kendi deneyim ve ilgi alanlarımızdan geliyor. Mercan, yaklaşık 12 senedir Türk mitolojisi ve inanışlarını araştırıyor; Ece amatör astronom ; senelerdir çizgi film, anime izleyip manga okuyorlar. Ayrıca tabi ikisi de sinema eğitimi aldı. Bunları bir araya getirince Börü ortaya çıktı diyebiliriz. Çizimler ve tiplemeler fantastik bir evreni ve büyüyü isaret ediyor. Izleyecekleri neler bekliyor? Ancak nükleer patlama ve bilimsel hesaplar da var gibi. Bilimle büyünün kesiştiği noktalar var mı hikayede, nasıl bir kaynaştırmayı tercih ettiniz? Evren fantastik evet. Hanlık, Orta Asya bozkırlarında bir yer ama bilim çok gelişmiş. Ülkeyi Han ve Hanım ile birlikte üç büyük bilim akademisi yönetiyor. Bilim adamlarının devlet yönetiminde de sözü var kısacası. Bu da bazı yönlerden Tanrıları kızdırıyor. Ancak büyü var demek yanlış olur; bazı çözemediğimiz mistik olaylar var diyelim şimdilik. Bazen bilimin bile açıklayamadığı durumlarla karşılaşacağız – detayları da seride göreceğiz.

… Artık anlaşılıyor ki Türkiye sınırları çizerlere, yazarlara ve animatörlere yetmiyor. Dünya kollarını açmış yeni yetenekleri, farklı kültürleri, farklı lezzetleri tatmayı beklerken yerimizde durmamız da saçma olurdu muhtemelen. İşte bu nedenle olsa gerek BÖRÜ projesi fantastik macerayı kendi kültürünün kökenlerinde arayan bir grup yetenekli sanatçının hayatımıza soktuğu yeni heyecan yeni umut oldu. 78

MayAna Creatives kimdir? Biraz tanıtabilir miyiz? MayAna Creatives’i sektörde freelance çalışan bağımsız sanatçılar olarak kurduk. Ana hatlarıyla, yazım, reji ve konsept ekiplerinden oluşuyor. Bir araya gelmedeki amacımız yaratıcı fikirlerin, belli kalıplara göre şekillendirilmeden “özgürce” ve “sansürsüz” olarak ortaya çıkarılabilmesiydi. Projenizi anlatır mısınız? Nereden çıktı, kimin aklına geldi, kimlerin hangi noktaya katkısı oldu? Boerue veya Börü, Mercan Aytuna ve Ece Palaz’ın cafelerde fikir üretme sürecinden geliyor.

Kurtlar, çekiç, yaşam ağacı, hayatı getiren kuş (sanırım), dünyaların baş tanrısı... Türk mitolojisinin hangi kısımlarını uyarladınız, bir araya getirdiniz? Türk Mitolojisi çok geniş bir coğrafyada, çok uzun bir zaman diliminde yaşanmış dolayısıyla kimi bölgelerde İslam’a benzemiş kimi bölgelerde budizme… Bazı dönemlerde tek tanrılı bir hale bürünmüş bazı dönemlerde çok tanrı. Böylesine engin bir denizi tek çatı altında toparlamak zor. Biz daha çok Altay ve Yakut mitlerini temel alıyoruz; ama bu demek değil ki Kafkas mitleri kullanmayacağız. Öykümüzün yapısını bozmadığı ve akademik danışmanlarımızın izin verdiği ölçüde Türk Mitolojisini tüm zenginliğiyle sergilemek istiyoruz. Projenizin kadrosunda kimler yer alıyor? Mercan Aytuna yazarımız, Ece Palaz yönetmenimiz, Caner Uyanık – Ömer Faruk Şimşek ve Şant Mengüçek de Studio Mouette olarak çizer

Bars

Pamir

ve konsept tasarım ekibimiz. Ayrıca başka freelance sanatçı arkadaşlarımızla da destek veriyorlar. Hangi animasyon tekniklerini kullandınız? Süreç nasıl işledi, ne kadar sürdü? Projenize destek bulmanız halinde karşımıza bir sinema filmi mi gelecek, uzun soluklu üçleme mi, dizi mi? Tanıtım filmimizi animatik olarak yaptık. Sabit olan görüntüleri program yardımı ile hareketlendirdik diyelim. Amacımız daha çok karakterlerin ve arka planların; kısacası Börü’nün dünyasını olabildiğince detaylı çizimlerle verebilmekti. Börü, çizgi seri olarak tasarlandı. 2B animasyon olacak ve şu aşamada 3 sezon olarak görünüyor. İlk sezon 20şer dakikalık 10 bölümden oluşacak. Sonraki sezonlardaki bölüm sayıları değişiklik gösterebilir. Tabii 3 sezon sonunda son bölümü uzun metraj animasyon film olarak yapmak gibi bir hayalimiz var. Sezon ve bölüm aralarında da farklı veya yan hikayelerden oluşan çizgi romanlar düşlüyoruz.

79


Biraz da içeriği konuşalım. Türk-İslam sentezi popülerken Şamanik Türk kökenlerine inmeyi neden seçtiniz? Cevabı soruda gizli biraz Köken. Büyüdükçe ailelerimize hep çocukken nasıldık, neler yapardık diye sorarız. Bu da biraz o arayış aslında; o zamanlarda nasıldık? Komşularımızla nasıl geçinirdik? Hayvanlara nasıl davranırdık? Bunları öğrenmek ve paylaşmak istedik. Büyük bir eksiklik ve boşluk yaşadığımız (unutturulan) Türk Mitolojisini canlandırmanın bir misyon olduğunu düşünüyor musunuz? Yola çıkarken bu da misyonumuz olsun demedik açıkçası. Kendimiz böyle bir özlem duyuyorduk, ancak bu yolda büyük bir adım olacağını ve daha çok ürün çıkacağını umut ediyoruz. Kickstarter... Ne umuyorsunuz? Türk sanatseverlerden yeterli desteği bulabilir misiniz sizce? Yeterince duyurusu yapılabilmiş midir projenizin? Kimlerden (site, blog, sanatçı, yazar, v.s.) destek gördünüz? Kickstarter’da Türkiye’de daha önce başarıya ulaşmış projeler var ama biz biraz Türkiye’de 80

tanıtımını yapmış gibi hissediyoruz. 85 bin doları toplamayı ve ilk üç bölümü yapabilmeyi umut ediyoruz. Süremizi yarıladık ama parayı da yarıladık sayılır; sanatseverlerin ve sponsorların desteklerine ihtiyacımız var şu aşamada. Kickstarter’ın Amerika’da dernek statüsünde olduğu pek duyurulmadı sanırız. Yapılan bağışlarla vergi indirimi alınabiliyor misal. Projenin duyurusu için de elimizden geleni yapıyoruz; bugün bir arkadaşımız şakayla karışık her yerde Börü ile karşılaşıyorum yeter artık diye takıldı. Umarız o kadar yayılabilmişizdir. Açılış gecemize bizi kırmayarak gelen Sevin Okyay ve Buket Uzuner’den çok büyük destek gördük; kendileri de ilk bağışçımız oldular. Sonrasında Kayıp Rıhtım, Frpnet, Kahramangiller, Oyungezer ve Gerekli Şeyler de projeyi duyurmamızda canla başla çalıştılar. Ayrıca Facebook sayfamız üzerinden bize ulaşıp projeyi duyuran herkesin çok yardımı dokundu – herkese çok teşekkür ediyoruz. Tabii bize bunları anlatma şansını veren Gölge Dergi’yi de unutmuyoruz. Çok teşekkürler Ben teşekkür olmasını dilerim.

eder

yolunuzun

açık

81


Öykü: Öznur Vigor Filth BAYCAN İllüstrasyon: Cihan Oğuz DEMİRCİ

Öykü

Kara Çığlık Bu nasıl bir soru, diyemedi. Durdu ve

"Yaşanılanlar ancak unutulduğunda düşündü. Daha önce hiç ölmüş müydü? Evet, hikâyelere dönüşür… " ölmüştü. Ankara'nın Kızılay'ında bir yerlerinde

Kadıköy’ün iskelesinde denize karşı dikilmiş, cebindeki sigara paketini çıkarmaya çalışırken yanına usulca yaklaşan genç çocukla göz göze gelmişti. Denizin rüzgârı daha da cesaretlendirdiği bu havada sadece hırka ile durmak marifet ister diye düşünüyordu ki çocuk sessizliği bozdu. 'Vaktiniz var mı? '

Yaptığı her tercihte diğer seçeneğinin sonucunu merak eder dururdu, acaba diğer seçenekteki gidişat nasıldır diye iç geçirip kendini hayal ederdi. Yine bir tercih yapma sırası ve yine paralel evrene alternatif seçenek sunma ritüeli… Bu kez içinden geçenin tam tersini yapacaktı. Böylelikle diğerini merak etmeyeceğini sanıyordu. 'Vaktim var, neden sordun?' bir

soru,

ölmüştü. Bugüne kadar ki tüm tercihleri onun nefes almasını sağlamıştı. Diğer seçenekler ise onu her defasında öldürmüştü. 'Öldüm… Gömüldüm. Unuttular. Unuttum.'

Birkaç saniye düşündü, sahi vakti kalmış mıydı artık? Henüz daha ne kadar nefes almaya devam edeceğinden emin olmayan biri için cüretkâr bir durum 'Vaktim yok' demek… Diyememişti de zaten. Sakinliğini bozmadan yarım kalan sigarasıyla haşır neşir olup gözlerini çocuğa tekrar çevirdiğinde paralel evren için adım atmıştı bile.

'Küçük almayacak…'

bombalanmış, vücudu paramparça olmuş ve

dakikalarınızı

'Sor öyleyse.'

bile

Çocuk

gülümseyerek

yanına

yaklaştı.

Tebessümü sanki haklıydım dercesine parıldıyordu gözlerinde. 'Biliyordum. Ben de daha önce öldüm, gömüldüm. Unutuldum.' Sahilden geçen yaşlı çift kıyıdaki taşlığın üstünde duran güvercinlere ellerindeki ekmek kırıntılarını fırlattılar. 'Hanım,

bu

güvercinleri

bizden

başka

hatırlayan yok. Baksana nasıl da alıştılar bize. Her gün gelip senin onlara vereceğin ekmek kırıntılarını bekliyorlar. Sahi neden unuttular bu yavrucakları?' 'Unutmadılar bey, korktular.'

'Daha önce hiç öldünüz mü? '

82

83


Röportaj: Mehmet Berk YALTIRIK

Röportaj

AZRAA-EEL MENKIBELERİ “Osmanlının Korkunç Sırlarının Aynası”

İş kitaplarının başarılı Uğur Batı, Batılı fantastik romanları ötesinde çok özgün bir Doğu fantazyası kaleme aldı. Everest Yayınları’ndan çıkan Azraa-Eel Menkıbeleri: “Osmanlının Mahzeninden Hayal Et Kıssaları”, iyi ve kötünün bitmez tükenmez mücadelesini gizemli ve fantastik bir “Osmanlı” dünyası kurarak anlatıyor. Sıradışı kurgusuyla dikkat çeken kitapta Devlet-i Aliyye-i Osmaniyye’deki olağanüstü olaylar, 24 ayrı hikâye başlığı altında tek bir sonda kurgulanıyor. Yazarla bir araya geldik ve kitabını konuştuk. Uğur Batı, fantastik edebiyat, edebiyatın yerelliği, özgünlük konularında sorularımıza cevap verdi.

Kitap ilginç bir temaya sahip. Hayli fantastik. Tarih var, kurgu var. Kitabın olay örgüsünden söz edebilir misiniz? Kitabın konusunun ilginç olduğunu ben de düşünüyorum. En azından asimetrik bir bakışı var. Kitabı meseller halinde yazdım. Olaylar, Devlet-i Aliyye-i Osmaniyye’nin iblisvari kötülüklerin tam tezahüründe olduğu, tabire değmeyen rüyâların görüldüğü zamanlarda geçiyor. Bunla zor zamanlar. Öyle ki, Azrail’in ıslıklarının Dersaadeti örttüğü yıllardan söz ediyoruz. Bunlar öyle zamanlar ki, Osmanlı Sultanının canı sıkılır, sevgili vezirini cellatlarına emanet eder. Müneccimbaşı bir şey yumurtlar, batakhaneden onlarca adam alınır, küfelerde yakılıp denize atılır... Haremdeki cariyeler, âşıklarını gizlice odalarına alıp bir şey olmazken, sokakta kem gözle baktı diye 15’lik bir genç fidan, en yakın sedir ağacında sallandırılır. İsyankâr yeniçeriler, İslambol’daki tütün yasağına karşın cigaralarını rahat rahat tüttürürken; Cibali’nin arkalarında kocakarı ilacı

84

yapıp çocuğu iyileştireceğim diyen hekimin dili kesilir... Ne de olsa her şey aşinadandır! Velhasıl, batakhane, tımarhane, hapishane ve piçhane dörtgeniyle çevrilmiş bu delişmen kentte hiçbir şey yolunda gitmez ki, Osmanlının kalanında gitsin. Trablus-ı Şam, Acem Şehri İsfahan, Tırnava, Eflak ve Boğdan, Erdel, Buhara, El-Ruha, Şehr-i Kayrevan, Wallachia, Belgrad, Hatukay ve daha pek çok Osmanlı memleketinde cinler, periler, gulyabaniler, vampirler, kurtadamlar kol gezip, baş kesmekte… Lanetli gömülerden hazineler yerine hortlaklar çıkar, tılsımlı fermanlar sağda solda cirit atar, mezarlarda ruhlar kol gezer, terk edilmiş virane kiliselerden kendiliğinden çalan çan gürültüleri duyulur. Yani civar etraf bildiğin şeytana çalıyor! İşte bu zamanlar da bir kitaptan ve bu kitabın yazarı olduğu söylenen gizemli bir yaratılmıştan bahsediliyor. Azraa-eel Menkıbeleri ve Amr Bin Azraaeel. Amr Bin Azraa-eel, belki de kurgu edebiyatın en ilginç kahramanlarından biri. Ne olduğu bile belli

değil. Cin? Melek? Adem? Biraz anlatırmısınız bu fantastik karakteri? Karışık, karmakarışık, muammakere muamma bir var oluş bu. Var oluştur dedik çünkü insan mı melek mi yoksa üç harflilerden midir kimseler bilmez, Allah bilir! Zamansız ve mekansız olan, çağları dolaşan, cem-i alemi karışlayan Bin Azraa-eel’in Herat’tan tekinsiz bir Kalenderî olduğunu iddia eden de olmuştur, Suriye kökenli gizemli bir halkın, Nasturîler’in hükümdarı olduğunu diyen de. Onun Fergana Vadisi’nde yaşayan Baba Palangpost Dergâhı’nın dervişlerinin şahı olduğunu söyleyen biri de, bu garip adamla Şehr-i İstanbul’a giden bir karamürselde (yolcu ve ticaret eşyası taşıyan kalyondan büyük, kıçlı ve kıçında bahçesi ile hamamı olan el değirmenli yelkenli) karşılaştığını, bu pürsilahadamınfeth-işerifler okuyarak elindeki kırmızı kaplı deftere zift ve katranla karışık yazılar yazdığını bildirmiştir. Bu yazıların tümü ahir zaman dair olan kıssaların toplandığı Azraa-eel Menkıbeleridir. Âdem-i tahayyüz ve mekândan münezzeh olan bu kitabı, büyük Türk denizcisi Pîrî Reis’in Kristof Kolon adlı korsan

eskisi denizciyle görüşmesinde Pîrî’ye ilahi bir ganimet olarak veren bu şehvelent yaratılmış, daha sonar tarihin çeşitli sahnelerinde kendini göstermiş, lakin zatı ve arkası bir meçhul olarak kalmıştır. Kitabınız için bir Osmanlı fantazyası, bir Osmanlı gizem romanı tanımlaması yapıyorsunuz. Anlatır mısınız bu türü? Azraa-Eel Menkıbeleri: “Osmanlının Korkunç Sırlarının Aynası”, sıradışı bir roman. Doğunun masalları, Türk efsaneleri var. İslami fantastik edebiyat da diyebiliriz. Kitabı, Doğu kaynaklarını kullanıp İslami mitolojiyi de içine katarak okuyan kişiyi nasıl etkisi altına alır sorusuna cevap olarak hazırladım. Osmanlı’nın gizemli diyarlarında başlayan yolculuğu otantik mekânlardan geçiyor. Dehşet dolu olaylar bütünü ile karşı karşıya kalan karakterleri, Osmanlı ve Doğu tonları ile anlatıyorum. Kitapta geçen gerçekçi karakterler kitap sayfalarını da süslüyor. Kitaba ben bir nevi Osmanlı iblislerinin biyografisi de diyorum. İyi ve kötünün bitmez tükenmez mücadelesini

85


anlatan kitap, Batı fantastic romanlarının ötesinde yerel unsurlarla çok zengin bir hayal dünyası sunuyor. Doğunun hikmetler âleminde varoluşçu bir hassasiyetle evrendeki oluşun sırrı ve anlamını takip ediyor. Kitapta yaratıcı ile irtibatın kesildiği Batı fantastic romanının ötesinde bir vicdanı ve hakikati arayışı sezmek kolayca mümkün. Bu tutum, geleneğin mirasını takip eden yeni bir edebiyat anlayışının habercisi gibi düşünülebilir. Kitabın tanıtım metnini okuduğumuzda, kitabın yerel, özgün bir fantastik roman olduğunu belirtmişsiniz. Yerel fantastik roman nasıl oluyor? Tarihle efsanelerin, kurguyla gerçeğin birleşimindeki kitapta, oturma odanıza Ork’lar, Elfler değil, Goblinler değil, Hüddam cinleri, Deccal, gulyabaniler giriyor. Bu da ana akım fantastik romanlarından başka bir tat doğuruyor. Korku ve aşinalığın birleşimindeki bir etki bu diye düşünüyorum. Kitabın yerelliği nasıl oluyor sorusuna sorularla cevap vereceğim: * Gafil ifritler İsrafil’in sur’unu çalmaya niyetlenirse nice olur kıyamet? * Mukarrebün meleklerinin hafızalarını silmeye çalışmak nasıl bir gaflettir, ne olur? * İstanboli’denin tünellerinde iblis avlarını nasıl hayal ederdiniz? * Evliya Çelebi’nin tanıklığıyla Osmanlı’nın Çerkez vampirleri Oburları tanımak ister misiniz? * Zındık kuyruklu yıldız Halley ve Osmanlı’nın Delilerinin Haçlılara ne ettiğini öğrenmek nasıl bir duygu olurdu? * İki kere ölüp cenaze namazı iki defa kılınan Osmanlı Padişahı kimdir? * Şeytanla işbirliği yapan maktul şehzadelerin Devlet-i Aliyye-i Osmaniyye’den öç alma hadisesini hiç duydunuz mu? * Kefere Vladoğlu Drakul’u Ulaha’da kurtadamların katlettiğini bilir misiniz? * Dehşet Muttalip’in İbn-i Hortlak’la düellosu nasıl bir ifrit oyunu olabilir ki? * Tırnava’da türeyen namlı cadılara gidip, Cadıcı Nikola’yı tanımak ister misiniz? Reklamcılığınız var, marka yönetimi tecrübeniz var, iş kitapları yazıyorsunuz ve şimdi

86

kurgu edebiyat? Biraz anlatır mısınız bu alanlar birbirine destek mi oluyor yoksa işi zorlaştırıyor mu? Bir kere şunu belirterek başlayayım; aynı zaman da edebiyatçılığım da var. Ben lisansta Boğaziçi Üniversitesi’nde edebiyat okudum. Adam Öykü’de Adam Sanat’ta ve bazı diğer mecralarda edebiyat eleştirileri yazdım, fanzinlerde yazdım. Ama sorunuza gelirsem, reklam yazarlığının, marka yönetiminin ve diğer her nevi yazma deneyiminin bana son derece faydası oldu. Reklamın Dili, Stratejik Marka Yönetimi, Enneagram ile Kişilik Analizi, Kendine İyi Bak ve Dijital Oyunlar ve Tüketici Davranışları adlı kitaplarım var. Hepsi iş kitabı ama özel kurgulara sahipler. Özellikle yapmaya çalıştığım bu. Gennaration, Pazarlama İletişimi, The Brand Age, GrafikTasarım, SivilToplum, Adam Sanatve Adam Öykü gibi mecmualarda yazdığım tümmakalelerde de hikayeleştirme, özel bir üslupça bası içinde oldum hep. Aynı zamanda özellikle reklam yazarlığı zor bir yaratıcılık türü. İmgelem, metaphor yaratımı, cümle ekonomisi, fonetik, sentak suyumu hepsi bu türde. Eğer reklam yazabilirseniz bir çok şeyi yazabilirsiniz iddia ediyorum. O nedenle reklamcılığım kurgu metinlerde beni her zaman destekleyecek diye düşünüyorum.

87


Mustafa Emre ÖZGEN

Sinema

Marvel Sinematik Evreninde “İç Savaş”

Captain America Civil War’ın gösterime girmesine çok kısa bir süre kala, Marvel Sinematik Evreni’nin kısa bir panoramasını yapalım. Marvel Sinematik Evreni’nin The Incredible Hulk filmine kadar, yıllarca izlediğim tüm çizgi roman uyarlaması filmlerde bir şeyler eksikti. Çizgi roman sayfalarından karakterlerin ortak maceralar yaşamasına, birbirlerine atıflar yapmasına aşinaydık ama çekilen onlarca filmde bu tarz sahnelerin hiçbirine rastlamadık. Bu nedenle her ne kadar filmler eğlenceli ve başarılı olsalar da temellerini oluşturan çizgi romanlardan uzak, izole edilmiş bir haldeydi.

88

Bu durum, Incredible Hulk’ın sonunda değişti. Tony Stark, Hulk ile olan mücadelesinde büyük bir manevi yenilgi almış General Ross’un karşısında duruyordu. Hem izleyiciler hem de bu filmler için büyük bir andı bu. Beyazperdede Yeni Bir Anlayış Süper kahramanlar her zaman ilgi çeken karakterler olmuştur. Marvel’in sinematik evren oluşturarak bu karakterleri filmler dizisi haline getirmesi ise sinemada farklı bir kapı açtı. Karakterler, sayfalardan izole hallerinden uzaklaştı, olması gereken hallerine geri döndü.

Marvel Sinematik Evreni, 2008 yılında Iron Man ile başladı. Mayıs ayı içinde serinin son filmi “Kaptan Amerika İç Savaş” izleyici ile buluşacak. Marvel bu sekiz yıla on üç film sığdırdı:’’ Iron Man, The Incredible Hulk, Iron Man 2, Thor; God of Thunder, Captain America The First Avenger ve The Avengers’’ filmleri serinin ilk basamağını oluşturdu. Ardından Iron Man 3, Thor; The Dark World, Captain America; The Winter Soldier, Guardians of Galaxy, Avengers; Age of Ultron ve Ant Man serisinin ikinci basamak filmleri oldu. Captain America; Civil War ile üçüncü basamak filmler başlayacak. Filmlerin genel görüntüsüne baktığınız zaman bilim kurgu ağırlıklı olmak üzere farklı türlerde ve birbiri ile bir şekilde bağlı olduklarını görebilirsiniz. Iron Man, Hulk gibi filmler bilim kurgu özellikleri barındırırken Thor filmleri fantastik, ilk Avengers filmi ise bu iki türü birden harmanlayan bir yapım olabiliyor. Ant Man ve Guardians of Galaxy serinin eğlenceli yapımları olarak dikkat çekerken, Captain America; The Winter Soldier ise bir casusluk filmi nitelikleri taşıyor. Şimdiye dek serinin en sıkıntılı filmi, oldukça sönük kalan Hulk ve Thor filmlerini saymazsak Avengers; Age of Ultron oldu. Birçok şey anlatmaya çalışırken karakter bolluğunun getirdiği dezavantaj ile ilk filmden epey geride kaldı. Ve İç Savaş Şimdi önümüzde “Captain America; Civil War” var. Seri boyunca bir şekilde birlikte mücadele eden karakterler, birbirlerine karşı savaşacak.Filmin esin kaynağı aynı adı taşıyan çizgi roman. 2006 yılında yayınlanan Civil War, ülkemizde önce Hoz Comics, daha sonra ise Marmara Çizgi tarafından basıldı. Etkileri uzun yıllar süren Civil War, Marvel Comics tarihinde bir dönüm noktası oldu. Filmin birebir çizgi romana sadık kalması beklenmiyor. Bunun ilk nedeni, sinematik evrenin çizgi roman evreni kadar geniş olmaması. Çizgi romanda sayısız karakter, bir şekilde olaylara dâhil olabiliyor. Fakat sinema evreninde çizgi romandaki kadar çok karakter olamayacak. Birinci nedeni;

filmler boyunca işlenen karakterlerin sınırlı olması. İkinci nedeni ise karakterlerin film haklarının başka firmalara dağılmış olması. Burada en büyük problem Spider Man’deydi. Spider Man, Civil War’da kilit bir rol oynuyordu ve bu karakter olmadan film nasıl işlenebilir merak konusuydu. Sony ve Marvel arasında sağlanan anlaşma ile Spider Man’in filme dâhil olması takipçileri sevindiren bir gelişme olmuştu. Sonuç olarak Spider Man, gelecek yıl Marvel evreninde kendi filmine kavuşacak. Captain America; Civil War, şimdiye dek çekilen en kalabalık Marvel filmi olacak. Çok sayıda karakter barındırmasının riskli yanı ise Age of Ultron’daki gibi çok hikâye olup yeterince anlatılamaması. Film aynı zamanda serinin en uzun süreli yapımı da olacak. İki saat yirmi dakika sürecek filmin yirmi dakikasında Spider Man yer alacak. Filmden beklentilerim büyük. Serinin geçmiş filmlerine baktığımızda Marvel’in yaptığı işte başarılı olduğu aşikâr. Öte yandan kalabalık bir süper kahraman ekibinin kapışması, gerçekten büyük bir sinema olayı. Bu nedenle mutlaka sinemada izlenmesi gereken bir yapım olduğunu düşünüyorum. 89


Öykü: Tuğba TURAN İllüstrasyon: Tolga TANYEL

Öykü

İkimiz Bir Fidanın Önüne Yatan Dalıyız Previously on Gölge: "...Çünkü bu adalet sisteminde eşeği dürtmek serbest, “eşek dürtüldü” yazmak suçtu. Kör olması gereken adalet sağır ve dilsizdi. Anlaşılan o ki okuma yazma da bilmiyordu. – Kurcalama, dedi Gölge. Sıra onlara da gelecek. Ama önce annem ve annen gibi kadınlara yardım etmeliyiz..." * * * "...Bu erkekler neden aşna-fişneye gelince çok ilgili olurlar da sonrasında doğacak bebeğe kendi tohumlarını isteyerek katmamışlar gibi “piç” adını verirler ki!..." * * * "...Başörtüleri ve Kızlık Zarları: Neden Ortadoğu’da bir cinsel devrim gereklidir?” Bu kitap bu isimle Türkçe’ye çevrilmiş olsa Playboy’larla aynı rafta sansürlenir. Çünkü bizim ülkemizde, biri olmazsa diğeri de olmaz diye düşünülen başörtüsü ve kızlık zarı, aynı cümlede kullanılamaz..." * * * "...Benim asıl meselem, Jeanne D’Arc’ın yakılıp, 400 sene sonra yakılma kararını veren aynı kilise tarafından bir azize ilan edilmesi, diyor. Biz kadınları ne yaksınlar, ne azize ilan etsinler. Nefes alsak yeter!..." * * * Artık beni tanıyorsunuz. Tanımayanlar bizden değildir. Epey uğraştık, kadınlara şiddet uygulayan, taciz ve tecavüz eden, hatta yakarak öldüren pek 90

çok (insan demeye dilim varmadı) caniyi adalete teslim ettik. Adalet demişken bundan sonra Güney Nev York bölgesi savcısı ile çalışacağız. Umarım söylediği kadar adil biridir. Yoksa Hindistan'ın tüm tanrıları gelse alamaz onu bizim elimizden. İsmi biraz uzun, biz ona kısaca Attorney PB diyelim. Benimle birlikte her vakada inanılmaz işler başararak çok yorulmuş olan kadim dostum Lisbeth Salander'i tatil yapması için memleketine gitmeye ikna etmeye çalışıyordum ki bana güldü. "Bizim İsveç'te hiç yaz gelmez ki! Ne tatili? Gel biz seninle şöyle hiç kış gelmeyen bir şehre gidip kafa dinleyelim!" "Tamam. O zaman hem tatil yapalım hem para kazanalım, ne dersin? Kaçtır aklımda bir film projesi var. Şu anda bir film çekecek olsan başrolde hangi kadın oyuncuyu oynatırdın?" diye sordum. "Tabii ki Marilyn," dedi Lizbeth. Bu cevabı alacağımı adım gibi biliyordum. "Haydi o zaman dünyanın hiç kış gelmeyen bir şehrine gidip hayatının baharında ölen/öldürülen tüm kadınlar adına Marilynli bir film daha çekelim. Ne dersin?" "Marilyn'le beraber başrolde Tom Hardy'yi oynatırsak tamam bu iş derim!" "Maskeli mi maskesiz mi?!" Kahkahalara boğulmuştuk. Çok sürmeyecekti. LEGEND and LEGEND. İki efsane bir filmde. Düşünsenize. Tam Lisbeth, Tom Hardy şu anda hangi 91


film çekimi için hangi ülkededir diye araştırırken, bir haber patladı. Yine benim ülkem... Ülkemin göbeğinde kocaman bir şehir... Bu şehirde ilköğretim çocuklarına sözde dini eğitim veren bir vakıf... Ve bu vakfın evlerinde kalan 45 çocuk... Bu sefer erkek çocukları... Çocuğun erkeği-kızı, tecavüzün cinsiyetiama'sı olur mu... Çocuk işte... Tacize tecavüze kim uğrarsa uğrasın__ boğazım düğümlenmişti. Konuşamadım. Neyse, soluğu Karaman'da alıyoruz. Söylenecek çok şey var. Söylenemiyor. Herkesin dudakları mühürlü. Kimseyi incitmeden, rencide etmeden, suçun onlarda olmadığına ikna ederek, güvendikleri bu vakıfların aslında çocukları iyi ahlaklı birer insan olarak yetiştirmek yerine kendi amaçlarına birer maşa haline getirdiğini bu ailelere anlatmak belki yıllar alacak. Spotlight ekibinden yardım istiyoruz. Amerika'da bile, güya özgürlükler ülkesidir, insanlar böyle şeyleri rahat rahat konuşamamışlardı. Profesyonel ekipten yardım almak en iyisi. "Olaylar o kadar büyük ki, Françesko'ya kadar uzanıyor neredeyse," diyor Spotlight'tan Mike Rezendes. "Bugün açıklama yapmış duydunuz mu? Cinsellik Tanrı'nın bir armağanıdır diyor ve boşanmış kişilerle eşcinsellere kilisenin kapılarının kapatılmamasını öğütlüyor. İnsanlık için büyük adım." Yetişkin erkek ve kadınları evrensel ahlak kuralları dışında kendi uydurdukları boş hurafelerle sürekli kontrol altına almaya çalışıp çocukları, bu kontrol ettiklerini sandıkları sel gibi coşmuş kadın/ erkeklere teslim ettikleri sürece bu dünyada daha neler görür, işitiriz kim bilir... Hadi, yılmak yok, mücadeleye devam... Bu gibi olaylarda asıl önemli olan, "big picture" yani büyük resmi görmek ve göstermektir diyor Amerikalı gazeteciler. Lisbeth yanıma yanaşıyor: "Biz bu sahte Amerikan rüyasından nefret ederdik, n'oldu bize böyle Gölge?" 92

"Yöntemlerinden, birikimlerinden ve zekalarından neden faydalanmayalım kuzum? Onlar da bize böyle yapmıyorlar mı? Keşfet, yetiştir, kullan ve at. Boş ver anti-Amerikancılığı şimdi. Adamları adım adım takip et."

Spotlight ekibinin yol göstermesi ve kendi yeteneklerimizle öyle ayrıntılı bir soruşturma yürüttük ki, J. Edgar Hoover görse kıskanırdı bizi. Bir sürü aile ile görüştük. Tecavüz sanığının daha önce görev yaptığı şehirlere gittik. Spotlight ekibi bir konuda bizi uyardı. Boston'daki rahipler gibi bizim sanığımız da sık sık şehir ve görev değiştirmişti. Üstelik iddialara göre dördüncü ve son karısı, sanıkla zorla evlendirilmişti. Elimizdeki bilgiler netti. Net derken, onlarca çocuğun hayatını, en pırıl pırıl yıllarında bulandırmış, çamura, hatta yerin dibine batırmıştı. Amerika'daki tecavüz kurbanlarından birinin dile getirdiği gibi mesele fiziki taciz ve tecavüz değildi. Mesele o gencecik bedenin içindeki ruha, inanca, yaşama sevincine tecavüz edilmesiydi ve bu bir ömür boyu iyileşmeyecekti.

"Şövalye dediniz sanırım," diyerek Kara Şövalye Batman çıktı ortaya.

Hem de en az kırk beş çocuk..." deyince yerimden

"Kimmiş beni yenecek şövalye bir bakayım," diyerek metalik sesi ile Bane maskeli Tom Hardy filan, hepsi üzerime doğru yürümeye başladı. Güneşten gözümü açabildiğimde Marilyn Monroe ve Tom Hardy kumsalda kıkırdayarak martinilerini yudumluyorlardı.

“Ama... Ama... Ben rüyamda gördüm tüm

"Ne? Kim? Ne zaman? Biz neredeyiz Allah aşkına?" diye sormama kalmadan, Lisbeth yanımdaki şezlongdan kalkmış, sırt çantasını toplamaya başlamıştı bile. "İki dakika maillerime baktım, kumsalda uyuyakalmışsın. Hadi kalk kalk kalk! Senin memlekete dönüyoruz. Bir tecavüz olayı yüzünden ortalık karıştı!" "Yine n'olmuş? Damacana mı eşek mi?" diye espri yapacak oldum, Lisbeth: "Hayır bu sefer çocuklar, erkek çocukları...

fırlamışım. bunları...” “Evet, rüya gibi inanılmaz değil mi? Hatta şaka gibi. Suçlular ayrı, suçluların önüne yatanlar ayrı, önüne yattın dedi diye topa tutulanlar ayrı. Neyse hadi oyalanma. Uçağı kaçıracağız!” Gözümü tekrar kapattığımda Don Kişot'u elinde (sahte olmayan) belgelerle dolu bir bavulla, üzerlerinde hepimizin yakından tanıdığı o kocaman adamların yüzleri olan, küçükten en büyüğe doğru 14 yıldır istikrarlı bir şekilde dizilmiş domino taşlarından en küçüğüne bir fiske vururken gördüm. "Ne yaptınız siz, Sayın Don Kişot?" demişim. "Hep yel değirmenlerine karşı savaşacak değiliz ya! Biraz da değirmende elini una bulayıp, zavallı kuzulara kendini masum diye tanıttıktan sonra, ortalığı kana bulayan kurtlarla savaşalım!"

Lisbeth ve ben delillerimizi topladık. Dosyaladık. Spotlight ekibinden bir uyarı daha geldi. Meclisinizdeki 'gensoru reddi tebrik kuyruğu'na bakılacak olursa, başınız bu konuyla ilgili çok ağrıycak dediler. Öyleyse "Pilavdan dönenin kaşığı kırılsın," dedik. Anlamadılar. Elin Amerikalısı ne bilsindi pilavı, tahta kaşığı. Tam biz dosyaları adalete yani Attorney PB'ye, teslim edecekken yine cılız iki atın nal sesleri duyuldu: "Şunlara da bakın hele! Koskoca şövalye Don Kişot burada dururken, hainlerle kendileri savaşmaya kalkışıyorlar! Sanço Panza! Al evladım ellerindeki dosyaları. Ne kadar hain varsa bundan sonra bizim önümüzde kuyruğa girsin bakalım!" O ara bende hatlar karışmış, bir baktım: 93


Mustafa Emre ÖZGEN

Sinema

Sonradan Toparlanan Seri; X Men

X Men serisinin First Class ile yeni bir başlangıç yapması, “zararın neresinden dönülse kârdır” sözünü kanıtlayan büyük bir gelişmeydi. İlk X Men filmi vizyona girdiği 2000 yılında, geçmiş süper kahraman filmlerine yeni bir bakış açısı getirerek kendi içlerinde sorunları olan karakterleri izleyiciye sunuyordu. Bu tarz filmler için kayıp yıllar olan doksanların hemen ertesinde bir X Men filmi, hem türün meraklıları hem de sinemaseverler için yepyeni bir başlangıçtı. Süper Kahraman Filmleri İçin Yeni Bir Konsept X Men, hikâye akışı ve işlediği konu ile gelecek birçok süper kahraman filmini etkiledi. Artık klasik iyi kötü savaşı yerini toplumda kendine yer edinememiş ve farklı farklı sorunlarla uğraşmakta olan yetenekli insanların yaşadıklarına bırakıyordu. X Men yani X Adamlar, yetenekli olarak adlandırdıkları özel güçlere sahip gençleri kimseye zarar vermeden dünyaya faydalı bir şekilde 94

yetiştirmek istedikleri bir grup eğitmenden başka bir şey değil. Xavier’in yerine getirmeye çalıştığı bu toplumsal sorumluluk hem muhafazakâr insanlar hem de faşist olarak nitelendirebilecek mutantlar tarafından sık sık saldırıya uğruyor. İkinci X Men filminde konu biraz değişmişti. İlk filmde faşist nitelikleri, çocukluğunda uğradığı haksızlıklar nedeniyle biraz da olsa makul gösterilen Magneto’nun yerine bu kez düşman, insanlardı. Film, ilk yapımda kişiliklere vurgu yaparken es geçtiği aksiyon sahnelerine ağırlık vermiş, böylece çizgi romana daha yakın, hızlı, hareketli ve eğlenceli bir X Men film ortaya çıkmıştı. Benim X Men serisi içinde favori filmim X2… X2’nin başarısında yönetmen Bryan Singer’ın da etkisi büyük. Devam filminde ise yönetmenlik koltuğu Brett Ratner’a verildi. Singer Superman Returns’un yönetmenliği için X Men’i bırakmıştı.

Kaderi De Adı Gibi, Son Direniş Sonrasında ise üçüncü X Men filmi serinin en vasat, Superman Returns ise çok konuşup hiçbir şey anlatmayan bir film olarak hafızalara kazındı. X Men The Last Stand, büyük bir savaş vaat ediyordu. Filmde mutant genini ortadan kaldıran ilaç, Phoenix, mutantların bu ilaca karşı bir araya gelmesi, hikâyeye eklenen diğer karakterler gibi pek çok konu işleniyor fakat hiçbiri yeterince anlatılamıyordu. Böyle olunca da koca bir hikâyenin 96 sayfalık bir çizgi romana sığdırılmış haline gelen film, serinin azalarak tükenme sürecinin başlamasına neden olacaktı. Seri sona erdikten sonra gelen X Men Origins: Wolverine filmi de başarılı bir film olamadı. İyi bir başlangıç yaparak bunu devam ettiren X Men serisi gittikçe başarısız bir hal alıyordu ki en başta da belirttiğimiz gibi yapımcılar oldukça mantıklı bir karar alarak seriyi bir şekilde yeniden başlattılar. X Men First Class ile mutantların macerasının ilk günlerine dönen film, yıpranan seriye yeni bir başlangıç getirdi. Araya eklenen ikinci Wolverine filmi ilkinden daha iyi olsa da çok da yeni bir şeyler vermiyordu. Filmin en heyecanlı anı, öldü sanılan Professor X ve güçlerini kaybettiğini gördüğümüz Magneto’nun geri gelerek Wolverine’a olacakları anlatması, Days of Future Past’a olan hazırlık sahnesiydi.

Geçmişin Yanlışlarını Silmek Seriyi yeniden toparlayan film Days of Future Past oldu. Film Brett Ratner’ın hatalarını kendi içinde mantıklı bir şekilde temizlemenin yanı sıra ilk kuşak ve ikinci kuşan X Men oyuncularını bir araya getirerek devamlılığı sağladı. Karanlık bir atmosfere ve yer yer gerilimli sahnelere sahip X Men Days of Future Past, seriyi diriltirken beklentileri de yükselten bir yapım olmuştu. Yeniden Büyük Savaş Mayıs ayı içinde, Captain America Civil War’un ardından yeni X Men filmi Apocalypse var. X Adamlar, The Last Stand’de olduğu gibi nihai savaş iddiasıyla bir yapıma gidiyor. Büyük kapışmanın getirdiği beklentiyi ise karşılamak şimdiye kadar oldukça güç oldu. The Last Stand bunu taşıyamadı. Batman ve Superman’de bu konuya hakkını veremeyen filmlerden oldu. X Men Apocalypse’te şöyle bir ayrıntı var: Tarihin ilk ve en güçlü mutantına karşı genç ve yeteneklerini tam anlamıyla kontrol edemeyen bir grup X Men mücadele edecek. Yani temelde çelişkili bir konu var. Geçmiş filmlerde yapılan hataya düşülmemesini umuyorum. Mayıs ayında iki büyük yapım izlemek keyifli olacak. 95


Hasan Nadir DERİN

Sinema

ve kurgu ise John Ottman’a teslim edilir. Bu üç isim iyi bir ekip oluştururlar ve sonraki yıllarda da zaman zaman beraber çalışmaya devam ederler.

X-Men Filmlerinin Unutulmaz Yönetmeni Bryan Singer Sinemalarımızda hemen her ay yeni bir çizgi roman uyarlaması görmeye alıştık. Bu ayın önemli çizgi roman uyarlamalarından biri X-Men: Apocalypse. Bu filmin gösterime girmesini fırsat bilip X-Men serisinin en iyi filmlerine imza atan Bryan Singer’ın filmografisine bir göz atmak istedik. 1965 yılında New York’da dünyaya gelen Bryan Singer, okullu sinemacılardan. New York’daki School of Visual Arts ve Los Angeles’taki USC School of Cinematic Arts okullarında eğitim alan Singer, 1988 yılında mezuniyet sonrasında ilk kısa filmi Lion’s Den ile sektöre adım atar. Henüz tanınmamış bir isim olarak, bu filminde doğal olarak arkadaşları ile çalışır. Çocukluk arkadaşı olan ve henüz Ölü Ozanlar Derneği (Dead Poets Society) filminde oynamamış Ethan Hawke, başrollerden birini üstlenir. Filmin ortak yönetmeni ve kurgucusu ise Singer’ın üniversiteden arkadaşı John Ottman’dır. Nitekim ileriki yıllarda Ottman’ın ismini Singer’ın pek çok filminde görürüz. Lion’s Den çok büyük bir başarı kazanmaz belki ama bir festivaldeki gösterimi sonrası onun ilk uzun metrajlı filminin yapımcıları ile tanışmasına yeterli olur. 1993 yılında çektiği ilk uzun metrajı Public Access, hem film çekim süreci hem de konusu ile bağımsız filmlerin temel özelliklerini barındırır. 18 günde, 250 bin dolar bütçeyle çekilen filmde dönemin büyük stüdyo filmlerinden bazılarından arta kalan film malzemeleri de kullanılır. Kasabaya gelen bir yabancının yerel bir televizyon programı

96

yapmaya başlaması sonrasında kasabadaki sırların ortaya dökülmesini ve insanlar arasındaki ilişkilerin alt üst olmasını anlatan filmde başkarakterin de finalde ortaya dökülen farklı planları vardır. Filmin senaryosunda Singer’la beraber lise arkadaşı olan Christopher McQuarrie imzasını da görürüz. Müzik

Public Access’in Sundance’de Jüri Büyük Ödülü’nü kazanması Singer’ın önünü açar. 1994 yılında Bad Hat Harry Productions adıyla kendi yapım şirketini kuran Singer, hızla yeni filminin hazırlıklarına başlar. 1995’te gösterime giren Olağan Şüpheliler (The Usual Suspects) filminde senaryo tümüyle Christopher McQuarrie’a aitken müzik ve kurguda yine Ottman adını görürüz. Bir patlamanın ardından polisin sağ kalan tek kişiyi sorgulaması üzerinden gelişen film, bu patlamaya giden günleri flashbackler ile gösterir. Singer’ın yönetmenlik başarısının yanında filmin belki de en önemli özelliği tıkır tıkır işleyen senaryosudur. Üzerinden geçen 20 yıla rağmen hala sürpriz final konusunda örnek gösterilen ve bir kez izledikten sonra finalde öğrenilen bilgi ışığında tekrar izleme ihtiyacı doğuran filmlerdendir. Oyuncu seçimi konusunda da önemli bir başarısı olduğunu söylemeliyiz. Filme adını veren 5 kişilik olağan şüpheli grubunun hepsi çok başarılıdır. Ama Kevin Spacey, özellikle öne çıkar. McQuarrie’ın senaryo, Spacey’in de yardımcı erkek oyuncu Oscar’ı kazandığı film, bütçesinin birkaç kat fazlası para getirir ve pek çok seyircinin favori filmlerinden biri haline gelir.

Singer’ın bir sonraki projesi Stephen King’in bir hikâyesinden yapılan bir uyarlamadır. Apt Pupil adındaki bu film, Amerika’da bir lise öğrencisi ve aynı mahallede yaşayan eski bir Nazi arasında gelişen olayları anlatır. Hikayenin yayınlandığı 1982 yılından beri sinema uyarlaması üzerinde çalışılmış ama çeşitli sorunlardan dolayı Singer’ın projeye dâhil olmasına kadar çekilememiştir. Singer bu karanlık hikâyeden başarılı sayılabilecek bir film çıkarmıştır ama bugünden bakıldığında diğer filmleri yanında biraz sönük kalır. Ancak yine de filmin onun açısından çok önemli bir yanı da vardır. Bu filmde eski bir Nazi subayı olarak çok başarılı bir performans sergileyen Ian McKellen, Singer’ın bir sonraki filminde çok önemli rollerden biri için ilk düşüneceği isim olacaktır.

Geldik 2000 yılına. Bu yıl için Singer’ın kariyerinin yön değiştirdiği yıl demek yanlış olmaz. İlk 3 filminde küçük bütçeler ve bağımsız stüdyolar ile çalışan Singer, bu kez büyük bütçeli bir stüdyo işi ile karşımıza çıkar. Üstelik pek çok yönetmenin hayallerini süsleyen bir projeyle. Çizgi roman uyarlaması süper kahraman filmlerinin günümüzdeki kadar popüler olmadığı ve riskli projeler olarak sayıldığı o yıllarda X-Men’i beyaz perdeye taşıma işini Singer üstlenecektir. Aslında kurduğu yapım şirketinin adını Jaws’daki bir diyalogdan alan bir yönetmenin gişe filmlerine ilgi duyması şaşırtıcı değildir. Singer’ın bir çizgi roman hayranı olmadığı düşünülürse bu seçim ilgi çekicidir ama ortaya çıkan sonuç Singer’ın serinin ruhunu yakaladığını gösterir. Marvel’in en popüler serilerinden olan X-Men yıllarca sinemaya aktarılmaya çalışılmıştı ama özellikle görsel efektlerin yeterince gelişmemiş ya da çok maliyetli olması projeyi hep ileri bir tarihe

97


atmıştı. Yıllar içinde James Cameron, Brett Ratner ve Robert Rodriguez gibi isimlerin adı projeyle anılmıştı ama Singer biraz da şansının yardımı ile bu büyük ve riskli yönetmenlik işini alır. Senaryo için Singer yine Christopher McQuarrie ile birlikte çalışır ama neticede onun senaryosu David Hayter’a emanet edildiği için McQuarrie, adını filmden çeker. Singer’ın eski arkadaşlarında Ottman da o dönem ilk yönetmenlik denemesine giriştiği için filmde yer alamaz ve müziklere Michael Kamen imza atar. Yukarıda da belirttiğimiz gibi bir önceki filminde Singer ile çalışan Ian McKellen, bu filmde Magneto olarak kendine yer bulur. Bir başka Shakesperare oyuncusu Patrick Stewart da Professor X’i canlandırır. Filmin esas adamı diyebileceğimiz Wolverine için önce Russell Crowe düşünülmesine rağmen onun da önerisiyle o yıllarda çok tanınmayan Hugh Jackman rol için uygun bulunur. Jackman’ın hala aynı karakteri canlandırmaya devam ettiğini düşünürsek çok iyi bir seçim olduğunu görebiliriz. Famke Janssen, Halle Berry ve Anna Paquin gibi isimler de başarılı ve akılda kalıcı seçimler olarak dikkat çeker. Singer filme sadece basit bir süper kahraman hikâyesi olarak yaklaşmaz. Onun filminde mutantlar farklı özelliklerinden dolayı dışlanan, toplum dışına itilen karakterlerdir. Kötü karakterler, kendilerine yapılanlar sonucunda duydukları öfke nedeniyle bu noktaya gelmişlerdir, iyilerse birlikte barış içinde yaşamanın çözüm olduğunu düşünürler. Bu alt metin, filmin azınlıklar, LGBT toplulukları ve farklı nedenlerle genel kabul görmeyen seyirciler ile bağlantı kurmasını da sağlar. Çizgi roman hayranları da filmi gayet başarılı bulur ve film hem eleştirmenler, hem de seyirciler tarafından sevilerek süper kahraman filmlerinin tekrar hayat bulmasına yardımcı olan yapımlardan biri olur. Bazı çizgi roman severlerden filme gelen temel eleştiri ise bir X-Men filminden çok bir Wolverine filmi olması ve çizgi romanlarda X-Men ekibinin lideri olan Cyclops’a gereken değerin verilmemesi olur. Bu eleştirilerde haklılık payı olsa da sinemada çizgi romana birebir sadakat beklemenin de çok doğru olmadığını hatırlatalım.

98

İlk filmin başarısı üzerine kaçınılmaz olan ikinci X-Men filmi de gelir. 2003 yılında gösterime giren X2’nin kamera önünde ve arkasında hemen hemen aynı ekip vardı. Temel fark, bu kez programı uygun olan ve ilk yönetmenlik denemesinden olumlu sonuç alamayan John Ottman’ın tekrar kurgu ve müziğe imza atması idi. Oyuncu kadrosuna yapılan eklemelerden en önemlisi de Nightcrawler rolü ile Alan Cumming idi. İlk filmdeki temalar üzerinden gitmeye devam eden Singer, bu kez iyiler ve kötüler arasında kalan çizgiyi daha bulanık bir hale getirerek filmin alt metnini daha da zenginleştirir. Ayrıca filmin aksiyon yönü de daha başarılıdır. Örneğin Nightcrawler’ın olduğu sahneler özel efektlerin gelişiminin belirgin bir göstergesidir. Bunların sonucunda X2 hem gişe, hem beğeni seviyesi olarak ilk filmin önüne geçer.

İlk iki filmin başarısı sonrasında üçüncü bir X-Men filmi kaçınılmazdı. Aslında Singer ve senaryo yazarları ufak çalışmalar da yapmaya başlamışlardır ama Singer’ın kafasında başka bir süper kahraman için daha oturmuş bir hikâye vardır ve o şans karşısına çıkınca X-Men filmlerini bir köşeye bırakır (en azından bir süre için). Üçüncü film için daha önce de seri için adı geçen Brett Ratner seçilir ama sonuç pek de başarılı olmaz. Singer yeni projesini oluşturma çabası içindeyken yapım şirketi ile televizyon dünyasına da el atar. Son yılların en sevilen dizilerinden House, Singer’ın yapım şirketi Bad Hat Harry Productions’un yapımcıları arasında yer aldığı bir dizidir. Hatta Singer, pilot bölümünde ve üçüncü bölümde yönetmen koltuğuna oturur ve oyuncu seçimi

konusunda da aktif rol oynar. 8 sezon boyunca süren dizinin sonuna kadar da yürütücü yapımcı olarak devam eder.

Bryan Singer’ın X-Men serisini bırakmasına neden olan kahraman Superman’dir. Uzun yıllardır yenisi gündemde olan Superman projesi pek çok başarısız denemeden sonra X-Men serisinin başarısının da etkisiyle Bryan Singer’a teslim edilir ve yönetmen, 2006 yılında uzunca bir süredir beyazperdede göremediğimiz karakteri, Superman Dönüyor (Superman Returns) filmiyle karşımıza getirir. Kâğıt üzerinde her şey güzeldir. Singer filmi Christopher Reeve’li ilk iki Superman filminin devamı olarak planlar. Superman, 5 yıl boyunca dünyadan uzak kalmıştır ve film onun dönüşünde yaşananları anlatır. Singer, eski Superman filmlerinin atmosferini korur ve onlara onlarca gönderme yapar. Oyuncu seçimi bile o filmleri hatırlatır. Superman rolünde bilinmeyen bir oyucu (Brandon Routh) varken, Lex Luthor olarak da tanınmış bir karakter oyuncusu (Kevin Spacey) seçilmiştir. Ortaya çıkan sonuç fena değildir ama seyirciyle istenen bağlantıyı kuramaz. Orta karar eleştiriler alan ve bütçesi dikkate alındığında beklenenden az seyirci çeken film

sonrasında planlanan devam filmi de rafa kaldırılır. Singer, 2007 yılında Football Wives adlı bir televizyon dizisinin pilot bölümünü de yönetir ama kanal dizide potansiyel görmez ve devamı gelmez. Yönetmen, sonraki projesinde bir kez daha Nazi dönemi ile ilgili bir konuyu ele alır. 2008 yılında gösterime giren Valkyrie, onun Christopher McQuarrie ile tekrar buluşması anlamına da gelir. Bu kez gerçekten yaşanmış bir olay ve karakterlerden yola çıkan Singer, Hitler’e yapılması planlanan bir suikast girişimini perdeye taşır. Başrolünde Tom Cruise’un olduğu film, sonucunun başarısız olacağını baştan bildiğimiz bir girişimi anlatsa da seyircinin ilgisini ayakta tutmayı başarır. Ancak tam anlamıyla bir başarı olduğunu söylemek yanlış olur. Özellikle Cruise’un bir Alman kahramanını canlandırmak için uygun kişi olmadığı eleştirileri gelir. Oscar umutları da boşa çıkar. Bu filmden sonra Singer’ı bir sinema filminde yeniden yönetmen koltuğunda görmek için 5 yıl beklememiz gerekir. Bu süre içinde Singer çoğunlukla Battlestar Galactica’nın beyazperde uyarlaması üzerinde çalışır ama bu proje hayata geçemez. 2012 yılında ise The Munsters dizisinin yeni bir uyarlaması olması düşünülen Mockingbird Lane dizisinin pilot bölümünü çeker ama bu da sadece bir pilot bölüm olarak kalır. X-Men serisinin Singer’sız bölümleri çok iyi eleştiriler almaz. Bu nedenle yapımcılar Singer’ın geri gelmesini isterler. 1960’larda geçecek ve X-Men ekibinin gençliğini anlatacak X-Men: First Class filmi için Singer birinci tercihtir ama başka bir filme zaman ayırmak durumunda olduğu için bu kez filme yapımcı olarak katkı verir ve yönetmenlik koltuğunu Matthew Vaughn’a bırakır. Sonuç gayet başarılı bir X-Men filmidir. Bryan Singer’ın bu arada uğraştığı film ise Dev Avcısı Jack (Jack the Giant Slayer) filmidir. Film bildiğimiz sihirli tohumlarla dev bir fasulye ağacı yetiştiren bir çocuğun ona tırmanıp gökyüzündeki devleri öldürmesini anlatan masalın güncel bir versiyonudur. Son dönemde bolca karşımıza çıkan bu tür filmler arasında orta karar bir noktaya oturur. Singer’ın senaryo yazarı olarak bir kez daha

99


Olca KARASOY

Anime İnceleme

Christopher McQuarrie ile çalıştığı film, gişe gelirleri açısından ciddi bir başarısızlık olur. Bol özel efekt barındırdığı için 200 milyon dolar civarında maliyeti olan filmin dünya çapındaki getirisi de hemen hemen bu kadar olur.

Bunun üzerine Singer bir kez daha en başarılı olduğu film serisine yönetmen olarak geri döner. 2014 yapımı X-Men: Geçmiş Günler Gelecek (X-Men: Days of Future Past), bir zaman yolcuğu çevresinde bir önceki filmde karşımıza çıkan yeni kuşak X-Men kadrosu ile Singer’ın orijinal X-Men kadrosundan isimleri bir araya getirir. Singer’ın son birkaç filminde yaşadığı hayal kırıklıklarından sonra son derece başarılı bir film olur. Kalabalık bir kadro olmasına rağmen iyi bir ön çalışma ile ortaya çıkan senaryo son derece sağlamken, eski kadro ile yeni kadronun uyumu ve özel efektler de başarılıdır.

Neticede ortaya X-Men filmlerinin en iyi eleştiri alan filmlerinden biri ve o güne kadarki en yüksek hasılatını yapan filmi çıkar. Singer televizyon dünyasında da yapımcı ve yönetmen olarak şansını denemeye devam eder ama House dışında şansı yaver gitmez. 2015’de Battle Creek adlı polisiye komedinin de yapımcılarından biri olan ve yönetmenliğini de üstlenen Singer’ın projesi dizi haline dönüşür ama 13 bölümde yayından kaldırılır. Bu ay gösterime girecek olan X-Men: Apocalypse filminde de yönetmen koltuğuna oturan Singer’dan beklenti büyüktür. Bekleyip göreceğiz bakalım. Bu arada Singer boş da durmaz elbette. Sonraki projeler için çalışmaya başlar bile. Uzunca bir süre raflarda sırasını bekleyen Denizler Altında 20.000 Fersah sırasını bekleyen projelerden biridir. Ayrıca X-Men serisinden çıkacak iki televizyon dizisi de bu projeler içinde yer alır. Bryan Singer’ın henüz 50 yaşında bir yönetmen olduğunu ve oldukça üretken bir isim olduğunu düşünürsek önümüzdeki yıllara kendisinden pek çok yeni film izleyeceğimizi düşünmek yanlış olmaz. Singer’ın yönettiği yeni X-Men filmlerine hayır demeyiz ama ondan ilk dönemindeki gibi bağımsız filmler görsek de itiraz etmeyiz.

Shisha no Teikoku Anime İncelemesi

Yönetmen: Ryoutarou Makihara Stüdyo: Wit Studio Tür: Aksiyon, Bilimkurgu, Macera, Dram, Steampunk Yapım Yılı: 2015 Shisha no Teikoku, İngilizce adıyla The Empire of Corpses veya Türkçeye “Cesetler Krallığı” olarak çevirebileceğimiz anime Project Itoh takma adını kullanan ve 2009 yılında vefat eden roman

100

yazarının kitabından uyarlanmadır. Gerçek adı Satoshi Ito olan ve bilimkurgu türündeki kitapları ile dikkat çeken yazar sürekli nükseden kanseri sebebiyle henüz otuz dört yaşındayken yaşama veda etmiştir. Yazarın bir diğer eseri olan Harmony de bir ay sonra animeye uyarlanmıştır ve bir başka eseri Genocidal Organ’nın ise 2016 yılında vizyona girmesi bekleniyor. Genocidal Organ’nın da aslında Harmony’den bir ay sonra vizyona girmesi bekleniyordu ama filmden sorumlu anime stüdyosu Manglobe’un iflas sebebiyle kapanması gecikmeye

101


yol açmıştır. Yazar Itoh, ikisi Shisha no Teikoku, ikisi Harmony ve biri Genocidal Organ olmak üzere toplam beş farklı ödül kazanmıştır. Ayrıca ünlü oyun serisi Metal Gear Solid’in Peace Walker adlı yapımı yazarın anısına adanmıştır. Anime filminde olaylar 19. Yüzyıl Avrupa’da, tam tarih olarak 1878 yılında geçiyor. Alternatif bir geçmiş olarak adlandırabileceğimiz bu dünyada steampunk denilen buhar teknolojisi önemli bir yer tutmaktadır. Buhar enerjisi ile çalışan makineler, otomatik daktilolar gibi birçok makine bu kurgu dünyasında boy göstermektedir. Her şey yaklaşık yüz yıl önce Victor Frankenstein’ın bu teknolojisi kullanarak “İlki” olarak adlandırılan ilk ölüyü diriltmesi ile başlamıştır. Elbette bir ölünün yeniden ayaklandığını gören halk buna şiddetle karşı çıkmış, Frankenstein ve yaratığına adeta nefret kusmuştur. Durum böyle olunca da ikisi de bir süre sonra ortadan kaybolmuştur fakat Frankenstein’ın

102

diriltme teknolojisi baki kalmıştır. Yalnız tek bir farkla; Frankenstein ilk ölüsüne yeniden ruh kazandırabilirken askeri organizasyonların yaptığı diriltme işlemlerinde bu mümkün olmamıştır. Diriltilen ölüler ruhsuz, ruhsuzdan ziyade yalancı ruha sahip, sadece verilen komutlara uyan gerçek yürüyen ölüler olmuşlardır. Bu arada, az önce halk buna hiddetle karşı çıktı demiştim ama belirli bir zaman geçtikten sonra artan savaşlar yüzünden bu teknolojiyi benimseyen ilk insanlar dul kalan kadınlar olmuştur. İlk diriltilenler savaşta şehit düşen askerler olmuştur ve her ne kadar ruhlarından yoksun olsalar da yakınları onları yeniden ayakta görebilmişlerdir. Ve yine zamanla “Necro-Birimi” adı verilen delikli damga kartları yaygınlaşarak ölülerin kullanım amacı da yaygınlaş, diriltme teknolojisi halkla buluşmuştur. İnsanlar öldüklerinde onlara sahte bir ruh enjekte etmeleri çok sıradan bir hal almaya başlamıştır. Bu ruh aslında sahte bir ruhtur. Dolayısı ile ölüler sadece birer kuklaya

dönüşüyorlardır. Bu kartlara yüklenen komutlar sayesinde ölülere bu komutları aktarmak mümkün hale gelmiştir. Örneğin kâhya olmasını istediğiniz bir ölüye kâhyalık ile ilgili temel bilgiler içeren NecroBirimi’ni yüklediğinizde o ölü kâhyalık vasıfları taşıyabilmektedir. Sonuç olarak ölüler sadece savaş alanında değil, günlük hayatta da kâhyalık, uşaklık, hamallık, fabrika işçileri gibi işlerde kullanılmaya başlanmıştır. Teknoloji tüm dünyaya yayılmış ama en güçlüsü Londra’da, Londra Kilisesi’nde bulunan Charles Babbage adı verilen bilgisayar olmuştur. Nitekim bu bilgisayar bile Frankenstein’ın kusursuz diriltmesine yaklaşamamıştır. Durum böyle olunca birçok hükümet Victor Frankenstein’ın kaybolmuş notlarının peşine düşmüştür. 1878 yılına geri dönersek, filmdeki kahramanımızın adı John Watson. (Babbage olsun, Watson olsun isimlere ayrı bir paragrafta değineceğim.) Kendisi Londra Üniversitesi’nde başarılı bir tıp öğrencisidir. Film başladığında Watson’un gümüş saçlı bir cesede “kayıp 21 gramı”

yani ruhunu geri vermeye çalıştığına tanıklık ederiz. Watson’a göre düşünceler ruhu tamamlamaktadır ve insanın düşünceleri geri gelirse kişiliğinin de geri geleceğini savunur. Elbette Watson, Frankenstein gibi amacına ulaşamaz. Ölü dirilir ama diğer cesetlerden pek bir farkı yoktur. Watson yeniden hayata dönen arkadaşına Robinson Crusoe’den adını sıkça duyduğumuz Cuma adlı yerlinin adını verir. Ertesi sabah Watson gözünü açtığında ise çalışma odasında iki yabancının bulunduğunu görür. Birisi ona silah doğrulturken kendisini “M” olarak tanıtan gizemli adam ona açıkça hayran kaldığını söyler çünkü adeta bir yer altı laboratuarında oldukça iyi bir Necro-Birimi kullanarak (Cuma, Watson’un ona yüklediği özellik sayesinde olağanüstü hızda yazı yazıp olan her şeyi not edebilmektedir.) mükemmel bir diriltme işlemi gerçekleştirmiştir. Elbette askeri denetim ve gerekli izinler olmadığı sürece diriltme işlemleri kesinlikle yasaktır. Watson’daki yeteneği gören M, tek taraflı da olsa ona majesteleri kraliçe adına bir anlaşma önerir. Watson kraliyet ailesi için çalışan gizli bir organizasyon olan Walsingham’a

103


katılır ve Cuma ile beraber kendisini Bombay, Hindistan’da bulur. Watson ve Cuma, buluşacakları kişiyi beklerken ardı ardına patlamalar meydana gelir ama neyse ki buluşacakları kişi olan Frederick Burnaby olay yerine vararak ikiliyi kurtarır. Burnaby’nin söylediğine göre Ruslar patlayıcı içeren yürüyen ölüler geliştirmiştir. Peki, Watson neden Bombay’dedir ve Ruslar neden peşindedir? M’nin verdiği bilgilere Alexei Karamazov bir şekilde Victor Frankenstein’ın kayıp araştırmalarını, yani notlarını inceleme fırsatı olmuştur. Elbette Rusların da istihbaratı boş durmamıştır. Dolayısıyla Watson, Cuma ve Burnaby’nin görevi Karamazov’un son görüldüğü bilgisinin geldiği yere gitmek, notların varlığını teyit etmek, teyit edilirse yok etmektir. Ayrıca bu yolculukta onlara Karamazov’u tanıyan Nikolai Krasotkin de eşlik edecektir ve her ne kadar ana görev, notları yok etmek olsa da herkesin notlar hakkında olan düşüncesi, isteği ve amacı farklıdır. Buna Watson da dahil. Shisha no Teikoku’nun en dikkat çekici noktalarından birisi fark ettiğiniz üzere karakterleri.

104

Animede yer alan bütün karakterler gerçek veya kurgu ünlü kişiler. John Watson’u zaten hepimiz tanıyoruz. Kendisi Sherlock Holmes’ın sadık dostu, maceralarının güncelerini tutan kişi. Cuma’yı zaten söyledim, Robinson Crusoe romanında bir karakter kendisi. Frederick Burnaby ise gerçek hayatta yaşamış oldukça ünlü İngiliz istihbarat görevlisidir. Bunun dışında Dostoyevski’nin Karamazov Kardeşler adlı eserinden Alexei Karamazov ve Nikolai Krasotkin var. Yaşamış gerçek bir samuray olan Seigo Yamazawa, yazarlığını Auguste Villiers de l'Isle-Adam’ın yaptığı The Future Eve (L’Eve Future) adlı eserde Thomas Edison’un inşa ettiği Hadaly Lilith adlı robot, Amerika’nın on sekizinci başkanı Ulysses S. Grant, Frankenstein’ın canavarı seride boy gösteren karakterler. Ayrıca konuk oyuncu tadında Thomas Edison ve Sherlock Holmes’un da çok kısa da olsa animede boy gösterdiğini söylemekte fayda var. Bundan sonrası seriyi etkilemese de küçük bir spoiler tadında, okumak size kalmış; anime filmindeki M karakterinin ise net bir bilgi olmasa da Sherlock Holmes’un abisi Mycroft Holmes olduğu söylenmekte. Yani anlayacağınız üzere animede alakalı alakasız

değişik karakterler bulunmakta ve karakterler arasındaki uyumun ise gayet iyi sağlandığını söyleyebilirim. Hani en azından “bunun burada ne işi var” veya “bu karakter ne alaka” demiyoruz. Sanki Shisha no Teikoku’nun orijinal karakterleriymiş gibiler.

bir hizmetkâr istemez ki? Öte taraftan kim ölmüş bir yakınının asker, köle, hizmetçi olarak çalışmasını ister ki? Düşünsenize, sevdiğiniz birisi ölüp diriltildi. Yakınlarda bir yerde ama kendisi artık o değil. Dediğim gibi tartışmaya açık zevkli bir konu sunmuş anime.

Anime filminin bir diğer ilginç ayrıntısı ise yaptığı göndermeler. Örneğin en güçlü bilgisayara ilk analitik bilgisayarı icat eden ünlü matematikçinin adı verilmiş. Bunun dışında Britanya ve Rusya arasında süregelen politik oyuna verilen ad olan “Büyük Oyun”dan bahsediliyor. En garibi ise birkaç tane de James Bond filminde bulunan organizasyonlar karşımıza çıkıyor. Örneğin animede bahsi geçen Osato Kimyasal Laboratuarları Sean Connery’nin başrolünde oynadığı İnsan İki Kere Yaşar adlı James Bond filminde bulunan bir kuruluş. Bunun gibi küçük de olsa birçok gönderme filmde mevcut. Elbette bu betimlemeler ve mekânlar yazarın orijinal romanında var mı bilemem. Benim gözlemlerimin sadece anime filmi ile sınırlı olduğunu belirtmek isterim.

Peki, eksi yönleri yok mu animenin? Göze fazla batan unsurlar olmasa da elbette var. Bunlar ise daha çok hikâyenin gidişatı ve senaryonun akışı ile ilgili. Bazı yerlerde animede diyaloglar gereğinden fazla ağırlaşıyor. Atmosfer düştüğü zaman konu uzayınca istemsizce de olsa dikkatiniz dağılabiliyor. Zaten anime filmi aksiyon sahneleri barındırsa da öyle hızlı bir anime değil. Konu uzayınca ara ara da olsa sıkılabilirsiniz. Bunun hikâyeyi etkileyen spoiler olduğu için fazla bahsetmeyeceğim ama Alexei Karamazov’un davranışlarına anlam veremedim. Karamazov eline notlar geçmesine rağmen notları yok etmiyor. Daha doğrusu yok edemiyor. Çünkü notları çok kıymetli buluyor ve hırsına yenik düşüyor. Son olarak ise animenin sonu türüne göre bence fazla fantastik kaçmış. Tamam, cesetler diriliyor falan ama bunlar hep bilimkurgu destekli. Büyüyle doğaüstüyle değil teknoloji ile hayata dönüyorlar. Bu yüzden Frankenstein’in canavarı yani “ilki”, gelinini canlandırmaya çalışırken son sahnede animemenin türüne göre fazla fantastik olaylar gerçekleşiyor.

Animenin bir özelliği de izlettirdikten sonra insanı biraz da olsa düşündürmesi. Açık konuşayım, benim filmi merak edip izleme sebebim cesetlerin canlandırılması, yani bir nevi zombiler. Fakat şöyle bir şey var ki Shisha no Teikoku içerik olarak daha önce hiç karşılaşmadığım türden bir anime. Karakterleri zaten geçtik, onlar ayrı bir konu. Bahsettiğim unsur zombilere benzeyen ama zombi olmayan yürüyen cesetler. İzleyici onları gördükten sonra hakikaten düşünmeden edemiyor. Düşünsenize, hayatımızda gerçekten böyle bir imkân olsaydı nasıl olurdu? Bir kere etik olur muydu? Bir açıdan köle gibi çalışan bilinçsiz, hizmetçi cesetler ile hayat kolaylaşırken hem de ağır çalışma koşulları sağlayan işlerde çalışabilirlerdi. Öte yandan nasıl olsa dirilen cesetler yapıyor diye insanoğlu tembelleşebilir, teknoloji orada tıkanabilirdi. Veya kim ücretsiz çalıştırabileceği

Animenin çizimleri için söyleyecek fazla bir sözüm yok. Arka plan çizimleri, manzaralar bizlere sırayla sunulan Londra, Hindistan, Japonya, Amerika gibi yerlerin aktarılması başarılı. Hatta şehirleri sanatsal bir portre gibi çizmişler adeta. Karakter çizimleri de fazla gerçekçi olmamakla beraber abartılı anime karakteri de değiller. Yani öyle kocaman gözler, çılgın saç tipleri falan yok. Hadaly Lilith adlı karakterimiz küçük bir istisna olabilir çünkü animeler için klasikleşmiş dar elbiseler, kocaman göğüsler bu karakterimizde de bolca mevcut.

105


Öykü: Mehmet Fatih BALKI İllüstrasyon: Celalettin CEYLAN Seslendirmeler ise oldukça başarılı. Hatta dikkatimi çekti, bazı küçük ayrıntılara çok güzel dikkat edilmiş. Örneğin iki Rus olan Karamazov ve Krasotkin bir araya geldiğinde birbirlerine samimilik belirtisi olan isim kısaltmaları ile sesleniyorlar. Bu küçük ama hoş bir ayrıntı. Ayrıca Watson’u seslendiren Hosoya Yoshimasa ve favori seslendirmecim olan Hanazawa Kana yine çok iyi iş çıkarmış. Anime müzik namına ise pek bir şey barındırmıyor. Atmosfere göre değişen müzikler sırıtmıyor ki sahnelerin çoğunda müzik kullanımı fazla tercih edilmemiş. Anime bittiğinde Egoist’in seslendirdiği parçayı net olarak beğenmediğimi söyleyebilirim. Psycho-Pass adlı anime serisine hareketli ve harika iki açılış parçası “Abnormalize” ve “Enigmatic Feeling” ile “Namae no nai Kaibatsu” adında kapanış parçası yapan gruptan böyle ağır ve sıkıcı bir parça beklemiyordum. Lakin bu da animenin türüne çok da uymamış diyemem. Bunların yanı sıra animede ruhun sırrını çözmeye çalışıyorlar. “Ruh 21 gram ağırlığındadır” diye sıkça belirtiliyor. Ruhun bu ağırlıgının kaynağını ne olduğunu bulmaya çalışıyorlar ve

106

animenin sonlarına doğru ruhun sırrının “bilincin önemi, düşüncenin önemi ve kaderin önemi”

Öykü

olarak yorumluyorlar. Varoluşçu felsefeyi de içinde barındıran animede “Ruh mu düşünceyi tanımlar , düşünce mi ruhu tanımlar” sorusunun cevabını da almış oluyoruz. Ölü bir adamın hikâyesini bizlere sunan “Shisha no Teikoku” genel itibariyle başarılı bir anime. Dediğim gibi, iki saatlik süresi boyunca atmosfer zaman zaman gereğinden fazla durağanlaşsa da kendisini izlettiriyor. Steampunk içeriği ve Frankenstein’ın mucidi olduğu yürüyen cesetleri güzel, sağlam bir şekilde kullanarak yanında bambaşka âlemlerin karakterlerini harmanlamasını çok iyi becermiş. Bence izlenebilecek en iyi anime filmlerinden birisiydi. Başta karakterleri olmak üzere ilginçliklerle dolu bir anime diyebilirim ve türünün meraklılarına önerebilirim.

Korkusuz Korkak Eğitimler bugün de erken bitirilmişti. Ustalar toplantısı son bir aydır sürüyordu ve iyice can sıkıcı bir hal almıştı. Okul turnuvasını ayarlamaları her sene uzun uzadıya toplantılar yapılarak, turnuvaya katılabilecek öğrenciler seçilirdi. Bu turnuvada başarılı olan son sınıf öğrencileri, başarılı bir şekilde mezun edilir. Alttan gelen sınıflardan başarılı öğrenciler ise onur öğrencisi olarak seçilip özel eğitim sınıfına girmeye hak kazanır. Okulda üç farklı eğitim sistemi bulunuyor: Simya, Bilgelik ve Savaş eğitimi. Yüzyıllardır ayakta olan bu okullar Calradia krallığının en büyük simgesidir ve bu denli büyük bir ülke olmalarının sebebidir. 57 bin yıl önce Kral Freen tarafından kurulan bu okullar ülkedeki çocukları kız erkek ayırmadan 10 yaşında iken okullara alır. Her öğrenci bir teste tabi tutulur ve elinin, vücudunun veya ruhunun yatkın olduğu bölüme gönderirlerdi. 8 yıl boyunca devam eden bu eğitim 18 yaşında mezun olarak son bulur ve sonrasında özgür bir insan olursunuz. Eğer başarılı bir öğrencilik geçirdiyseniz bütün ülke namınızı duyar, mezun olduğunuzda bütün diyarlardan size iş teklifi gelir ve kısa sürede zengin bir insan olursunuz ama başarılı olmak sandığınız kadar kolay değil. Her öğrenci bu 8 yıllık eğitimde 1 yıl başka bir bölümden eğitim alır, orada bile başarılı olması beklenir. Korkudan savaşçı okuluna kimse geçmiyor. Daha önce ölenler olduğu söyleniyor. Cidden o manyak herifler neler yapıyorlar acaba orada. Neyse daha önemli konular var. Okul turnuvası bir şölen olarak düzenleniyor. Bütün ülkelerden akın ederler ve Calradia içinde büyük bir gelir

kapısıdır. Çarşı esnafı yıl boyunca yatarken bugünü heyecanla bekliyorlar. Turnuvanın başlamasına bir hafta olmasına rağmen tüm hanlar dolmuş, kentin nüfusu 4-5 katına çıkmıştı. Bu yıl diğerlerinden daha heyecan vericiydi. İnsanlar öyle söylüyordu yani. Binlerce yıldır gerçekleşmeyen bir şey oluyormuş. Bunun sebebi kim diye soracak olursanız sanırım benim. Bu arada kendimi tanıtmadım sanırım. Ben Şahin Gözlü General Edward Grise’in oğlu Cyprian Grise. Babam kraldan sonra ülkede en çok saygı gören insanlardan biri. Hatta askerlerin birçoğu babamı kraldan daha çok sever. Babamın soyu yüzyıllardır bu ülkeye askeri hizmet veriyor. Tabii ki ben de onun peşinde gitmek zorunda bırakıldım. Yani üç yaşımdan beri elimde bıçakla geziniyorum, biri de çıkıp o çocuk bıçağın üzerine düşse ne olacak dememiş. O General Edward’ın oğlu demelerinden başka bir şey duyamazsınız ağızlarından. Ah bir de bana lakap takmaya çalışmaları yok mu! Geçen gün haftalık izinde şehirde gezerken beni gören birkaç kişi kendi kendilerine eğlendiler baya. -Şahin Göz’ün oğlu yok bu olmadı. -Kartal Göz’ün babasından iyi olduğunu kanıtlaması gerek. Kartal daha güçlü, bu da olmaz. -Aslan Yürekli de olmaz, onu da geç. Arkalardan birinin “Solucan yumurtası” demesiyle duyanların hepsi kahkahalara boğuldu. Tamam biraz ufak tefek olabilirim. Ama benim de kendime göre yeteneklerim var .Yani, mesela, hımmm, mesela hızlı koşarım. Aynen, kimse beni kolay kolay yakalayamaz. Neyse yine konu

107


nerelere geldi. Evet, bu sene turnuvaya ben de katılıyorum. Savaş okulunda zaten birçok kişi beni sevmiyordu, buna “Usta Edgar, Binbaşı Luise ve Yönetici Greg” dahil.Bence daha çok beni değil de babamı sevmiyorlar ama yine konu sapıyor sonra anlatırım bunları. Olayların bu kadar büyümesinin nedeni benim sadece 4. sınıf olmam. Daha önce yarışmaya katılan en genç öğrenci 5. Sınıfmış. Evet o kişi babam. Ben normal bir şekilde hayatıma devam ederken eğitim yaptığım birkaç hareketten dolayı alıp turnuva listesine koydular o gün bugündür. Okuldaki tüm son sınıflar benimle kapışmak istiyor. Bu işin arkasında kesinlikle Yönetici Greg vardı. Bundan adım gibi emindim. Aldığım 4 yıllık eğitimden daha öncesinde 5 yaşımdan beri babamın verdiği savaş eğitimleri var. Okul eğitimi başlayana kadar babamdan o kadar çok dayak yedim ki okulda yediğim dayaklar sızlatmıyor bile. Birçokları çift kılıç veya çift el kılıç kullanmayı hayal eder, ben ise bıçaklarımla gayet iyi idare ediyorum. Zaten 1,56’lık boyumla 140 cm’lik bir kılıç taşımam çok saçma. Bu arada boyumu da öğrenmiş oldunuz. Sınıfın, hatta dönemin en kısa boylu öğrencisi unvanını taşımanın bir ayrıcalık olduğunu ben şahsen düşünmüyorum. Ama düşünmeyi hobi olarak yapan kas yığını çocuklar öyle düşünmüyorlar. Eğitimin bittiğini haber eden hoca sınıftan çıkarken, sınıftakilerin çoğu yanıma gelip benim katılıp katılmayacağımı soruyordu. Cevabını hepsinin bilmesine rağmen sormaları insanı sinir ediyor. -Bilmiyorum. Sanırım katılacağım. Sınıftan çıkarken peşimden “Vay be”, “Geleceğin generali” gibi nida ve iltifatlarla beni sınıftan uğurladılar. Odama çıkan merdivenleri bıkkınlıkla çıkarken üst sınıfların indiğini gördüm. Geri inip saklanmayı düşündüm bir an ama bu kadar merdiveni tekrar çıkmak zor geldi. Selam duruşumu 108

alıp merdivenin kenarına çekildim. Üst sınıfların önümden sakince geçmelerini umarak beklemeye koyuldum. Her seferinde sekmeden devam eden durum yine oldu tabii ki. Tam önümden geçerlerken birisi yüzüme baktı ve hemen beni tanıdı. -James bu o. -Kim ? -Generalin oğlu. Turnuvaya katılacak. 4. sınıf. Hiç tanımadığınız birisinin hakkınızda bu kadar şey bilmesi insanı bir süre sıkıyordu ama elden bir şey gelmiyor. Bana doğru yaklaşmaya başlayan grubun lideri az önce adı geçen kişiydi tabii ki. James Horiccle. Horricle topraklarının varisi Lord Lehar Horricle’ın oğlu. Sarı saçlarını elleriyle geriye doğru tarayarak yanıma geldi. -Adın ne ? 4. sınıf. -Cyprian efendim. -Turnuvaya katılacağın kesinleşti mi ? -Bana herhangi bir bilgi verilmedi efendim. Alt üst ilişkisini oldum olası sevmem fakat binlerce yıllık geleneği yıkacak gücüm de yoktu. Sorduğu her soruya özenle cevap veriyordum. Madem turnuvaya katılacağım, turnuva öncesi dayak yemek benim için olmayabilirdi. James ve yardakçıları benimle biraz eğlenip aşağıya doğru inmeye devam ettiler. Odama çıktığımda ter içindeydim. Kendimi yatağa bıraktım. Şu turnuva olayı kesinlikle babamın başının altından çıkmıştı. Geçen sene kralla oturdukları bir gün ava gitmekten bahsediyorlarmış. Babam benim nişancılığımdan, bıçağımla bir geyiği çok rahat avlayabileceğimden bahsetmiş. Krala 13 yaşında bir çocuk övülür mü arkadaş. Kral bu muhabbetten oldukça etkilenmiş. Sonucunda sıcak bir hafta sonu ormanda bir yanımda kral, öbür yanımda kral, askerleri sessiz sessiz yürürken buldum. Şimdi hepiniz bıçakla bir

109


Mustafa Emre ÖZGEN geyik avladığımı düşünüyorsunuz. Düşündüğünüze yakın bir şeyler oldu. Çalıların arkasında geyik boynuzu görmüştüm. O yöne yaklaştıkça arada boynuzun hareket ettiğini görüyordum. Yerde oturuyordu sanırım, sessizce yaklaştım çalıların arasında ilmek ilmek adım atarken ani bir atakla geyiğin boynuna bıçakla saldırdım. Sık çalılıkların önümü pek göremediğimden dolayı düştüğüm durum kralı ve askerleri sonraları çok eğlendirdi. Geçen ay tiyatroda oyunu bile yazılıp oynandı. Geyiğin boynuna atlarken sol tarafımda siyah bir şey gördüm. Geyiği tam haliyle karşımda gördüğümde ise sadece kellesinin kaldığını fark etmem uzun sürmedi. Sol yanımdaki siyah şeyin ne olduğunu ise o kısacak zamanda çözmem zor olmadı. Kendimi sağ yanıma savurup doğrulduğumda ise karşımda yaklaşık iki metre boylarında Karağaç orman ayısı vardı. Bunlardan bir ten görmek ölüme yaklaştığının en iyi habercisidir. Üzerime doğru gelirken yerimden bile kıpırdayamadım. Kral askerlerinin ve babamın araya girmesiyle hayatın ne kadar değerli olduğunu anladım. Askerler ayıyı sol kolunun altından ve

baldırından birkaç derin kesik attılar. Ayıda korkup ormana doğru sekerek kaçtı. Kendime geldiğimde

Çizgi Roman İnceleme

revirdeydim. Korkudan yerimden kıpırdamadan dururken ayı bana bir pençe sallamış. Korkudan onu bile hatırlamıyorum. Ama yarasını hâlâ sol yanımda taşıyorum. Bu tunuva işi de av olayına dönerse bu sefer araya girecek kral askerleri de yoktu. Babam da artık benden kurtulmanın verdiği rahatlıkla yeni bir çocuk yapardı. Bir baba oğluna bunu yapar mı ya. Uyandığımda gece yarısıydı. Okul kıyafetleri ile yatakta öylece kalmışım. Odayı aydınlattığımda kapının önünde bir kağıt vardı. Kağıdı yerden aldım hemen kapıyı açtım. Belki de yeni atılmıştı ama koridorda kimseler yoktu. Elimdekine baktığımda mektup olduğunu anladım. Kesin James ve yardakçıları tehdit mesajlarının ilkini göndermişlerdi. Mektupta sade ve düz bir cümle vardı. Bu bir tehdit mesajıydı ama sadece beklediğim kişilerden değildi. -Turnuvada Başarılar. Baban

1 Mayıs Özel İncelemesi;

Komünist Manifesto Manga Mayıs, yıl içinde sevdiğim aylardandır. Özellikle ilk günü yani 1 Mayıs daha değerli, daha önemlidir benim için. Çünkü emeğin, emekçinin ve dayanışmanın günüdür. Bu nedenle Gölge okurları için mayıs sayımızda “Komünist Manifesto Manga” çizgi romanını inceledim. Komünist Manifesto Manga, Karl Marx ve Friedrich Engels tarafından kaleme alınan Komünist Manifesto’nun, bir hikâye ve çeşitli karakterlerle somut hale getirilerek, Japon çizgi roman ekolü olan mangaya uyarlanmış hali. Çok da iddialı bir öyküsü olmayan kitap, temel olarak didaktik bir nitelik taşıyor. İşçi mücadelesinin karakterler üzerinden anlatıldığı kitapta her karaktere bir özellik yüklenerek devrim süreci boyunca karşılaşılan durumlar tasvir ediliyor. Devrimin Aktörleri Hikayede altı ana karakter var. Bunlar Bill, Frank, Bart, Simon, Norman ve Bruno. Bill, Frank ve Bart birer işçi. Simon, sistemden rahatsız ve şiddete başvurmaya meyilli bir genç. Bruno, sosyalist ütopyayı kurma hayalinde bir lider, Norman ise yardımcısı. Bill, diğer işçi arkadaşları gibi sistemden rahatsız biri. Bir şeyler olmasını istiyor ama eyleme geçmek konusunda temkinli davranıyor. Çevresini gözlemleyen Bill, bir çıkış yolu arıyor fakat ne

110

yapacağını bilmiyor. Simon’ın şiddet kullanmaktan yana düşüncelerine karşın Bill barışçıl yöntemlerden yana. Frank, ailesinden uzakta yaşamak zorunda olan bir karakter. Eşi ve oğlu bir çiftlikte çalışıyor. Maddi şartları uygun hale getirip ailesini yanına getirmek isteyen Frank, işçi hareketinde Bill’in aksine daha aktif yer alıyor. Bart, aralarında daha fazla okuyanı. Ekibin ideologu konumunda. Arkadaşlarına işçi mücadelesi ve ideolojisi hakkında bilgiler veriyor. Simon, heyecanlı bir genç. Sermaye sahiplerine karşı şiddete başvurmayı, haklarına böyle kavuşmayı düşünüyor. Bu heyecanı hikâyenin ilerleyen kısımlarında fabrikada büyük bir ayaklanmanın çıkmasına sebep oluyor. Norman, hikâyenin başlangıcında fabrika sahibi ile görülen, onun işçiler için kullandığı olumsuz dili paylaşan, pek güven vermeyen bir karakter. Patronun yanında, onunla işbirliği içinde görülse de daha sonra işçileri örgütlemek için o bölgeye gelmiş bir sendikacı olduğunu öğreniyoruz. Bruno ise sosyalist bir ütopya kenti kurmayı hedefliyor. Büyük bir maddi gücü var fakat işçilere destek oluyor. Hatta onlara silah dağıtıyor. İlerleyen kısımlarda kurduğu sistemi yüce bir hale getirmeye çalışan Bruno, kurallara uymadığını iddia ettiği işçileri infaz ettirmeye başlıyor.

111


Otoriteye Karşı İşçiler Hikâyenin başında işçilerin çalıştıkları fabrikada yaşadıkları zorluklar karşısında çözüm arayışlarını görüyoruz. Patron oldukça acımasız. Yorgunluktan ayakta duramayan yaşlı bir işçi, patronun fabrikadaki adamları tarafından dövülüyor. Buna tepki gösteren Bill de onların gazabına uğruyor. Daha sonra Simon’ın benzer bir karışıklık anında patrona sopa indirmesiyle isyan baş gösteriyor. Polislerin fabrikaya gelmesiyle kısa sürede bastırılıyor. Frank ve bir grup işçi kaçarken Bill ve diğerleri evlerine geri dönüyor. Bart ve Bill işçi hareketi üzerine sohbet ederken Norman geliyor. Sendikacı olduğunu söyleyen Norman, bölgedeki örgütlenmeyi Bill ve arkadaşlarının yapmasını teklif ediyor. Norman, Bruno için çalışıyor. Bruno’nun amacı bir sosyalist ütopya kurmak. İşçiler önce tereddüt etseler de daha sonra sendikaya katılarak ütopyanın kurulmasını sağlıyorlar. Burada hikâye bir atlama yapıyor. Ütopya kuruluyor, işçiler daha iyi şartlarda yaşamaya başlıyor. Karl Marx ve Friedrich Engels ise gökyüzünde iki hayalet olarak olup bitenleri izliyor. Bruno, kuralları çiğnediğini iddia ettiği bir işçiyi topluluğun gözü önünde infaz ettiriyor. Bill yine tepki gösteriyor. Bruno ise buna karşılık Bill’in de infaz edilmesine karar veriyor. Görevi ise Norman’a veriyor. Norman silahını Bill’e doğrultuyor fakat Bruno’yu öldürüyor. Bu kısım bana V for Vendetta’da Polis şefi Creedy’nin Başkan Sutler’ı öldürdüğü sahneyi hatırlattı. Simon’ın işçilere ihaneti, işsizlerin sermayedarlara askerlik yapması gibi ilginç noktalar hikâyeyi bir nebze heyecanlı kılıyor. Marx Ve Engels’in Diyalogları Kitabın sonuna doğru Marx ve Engels’in karşılıklı konuşmaları başlıyor. Burada devrimci hareketler ve ideolojileri hakkında kısa konuşmalar gerçekleşirken kitap Komünist Manifesto’ya atıfla sona eriyor; “Proleterlerin zincirlerinden başka kaybedecekleri bir şey yoktur, fakat kazanacakları bir dünya vardır. Dünyanın bütün işçileri, birleşin!”

112

Didaktik olmaya ve bunu hikâye anlatarak yapmaya çalışan bir kitap Komünist Manifesto Manga ama ikisini birlikte çok iyi yaptığı söylenemez. Marx ve Engels’in gökyüzünden olup biteni izlemesi güzel bir nüans olmuş. Onun dışında konu yüzeysel işlenmiş diyebiliriz. İşçilerin kendi içlerinde onlara ihanet edenlerle mücadelelerini de anlatması konuyu tekdüzelikten kurtarıyor. İdeoloji hakkında bilgi sahip olmak isteyenlere, aynı zamanda manga sevenlere de tavsiye edilebilir. Komünist Manifesto Manga Çıkış Tarihi: Ağustos 2009 Türkiye’de Çıkış Tarihi: Yordam Kitap, 2010 Mangaya Uyarlayan: Variety Art Works – East Press Çeviri: İnan Öner

113


Öykü: Yasin YAVUZ İllüstrasyon: Mehmet Kaan SEVİNÇ

Polisiye Tefrika

BİR Saat 23.45’ti. Alp Kain’in ofisindeki tahtada her türlü fotoğraf vardı; ceset fotoğraflarından vesikalık resimlere, bomboş ve metruk taş yığını harabelerden lüks dairelere kadar… Kain fotoğraflara ve masasının üzerinde duran dosyalara baktı. Günlük işlerini tamamlamıştı ve mesaiye kalacak kadar güçlü hissetmiyordu kendini. Yorulmuştu. Bütün gününü o pislik herifi düşünmekle geçirmişti. Onun sıradan bir katil olmadığını biliyordu. Yöntemi sıra dışıydı. Gözlerini her kapattığında onun çılgınlığını görüyordu. Kırılmış kemikler. Oyulmuş deriler. Kesik eller, ayaklar… O bir çılgındı. Alp gözlerini açtı ve en azından bir süreliğine mesleğiyle alakalı hiçbir şey düşünmemeye karar verdi. Artık evine dönmüştü. Gece olmuştu ve yağmur evinin çatısında trampet çalmaya devam ediyordu. Açtı. Mutfağa gitti. Napoliten soslu spagettiyi, birkaç yaprak fesleğenle süsledi ve biraz soğuması için beklemeye başladı; mideye indirmek için sabırsızlanıyordu. İki dakika kadar bekledi ve daha fazla dayanamadı. Eski bir alışkanlığını tekrar etti: Radyoyu açtı ve ilk lokmayı attı ağzına. Yükselip alçalan cızırtılar eşliğinde haberleri dinliyor, bir yandan da yemeğini yiyordu. Sesi pek anlaşılmayan bir kadın, ülke adına örnek alınması gereken bir davranıştan söz ediyordu: “Ülkemizin tanınmış simalarından Mete Yaman, lösemili çocuklar için yaptığı yardımın öneminden bahsediyor ve bunun sadece bir başlangıç olduğunu belirtip devamının getireceğini söylüyor.”

114

Arından spor haberleri. Bu kadar samimiyetsiz bir davranış olamazdı. Alp hangi davranışın daha kaba olduğunu düşünüyordu. Yardımın bir reklam gibi ilan edilmesi mi yoksa böyle hassas bir konunun hemen ardından spor haberlerinin verilmesi mi? Telefon çaldı. - Alo? - Evde misin? Alp Kain çabucak yutkundu. Mustafa’ydı, Cinayet Büro Amiri.

Arayan

- Evet, diye yanıtladı resmi bir tonda. - Buraya gelmen gerekiyor. - Adres? - Ulus. Devlet Tiyatroları. Alp Kain huzursuzca kıpırdadı. - Yeni bir ceset mi? - Yeni bir ceset, evet. Mustafa konuşmak için bir an tereddüt etti. - Bir seminerden dolayı şehir dışına çıkmam gerektiğini biliyorsun ve… - Pekâlâ, sorun değil, diyerek kesti sözünü Kain, yirmi dakikaya kadar oradayım. - Bol şans! * * * Alp Kain olay yerine geldiğinde cesedin yerini bulması için bir polis memuru eşlik etti ona. Kain’in önünde, işlerini kolaylaştırmak için hızla yürüyordu. Bir kapıyı açtı. Geniş bir sahanlık çıktı karşılarına.

115


Birkaç merdiveni tırmandılar. Cinayet mahalli, üç veya dört yüz metre yüksekliğinde bir mekândı. Amber rengi ipince, tül gibi bir ışık sahnenin üzerine gerilmişti. Bu ipeksi ışık salonun hemen her yerini aydınlatmasa da, koltukları yumuşak bir şekilde okşuyordu.

göbek deliğinin üç santim altına kadar kesik vardı. Tıpkı bir otopsi kesiği gibiydi. Kıkırdakta çizikler vardı. Katil ince uçlu bir kesici kullanıyor. Kostada kırıklar vardı. Gözlerini kapattı. Kain’in aklına o kırıklarla ilgili hikâyeler geliyordu. Saatlerce dayak yemiş olmalıydı.

Kain kafasını sahneye doğru çevirdi ve korkunç cesedi hemen fark etti. Sahne ışığı onun üzerinde yoğunlaşmıştı çünkü.

El fenerini kostaya yaklaştırdı iyice. Yüksek tavanda topuk sesleri yankılandı…

- Sanırım katil ayarladı bunu, diye açıklamaya çalıştı polis memuru. - Canlı mı? diye sordu Kain. - Geldiğimizde canlıydı ama hemen öldü. Kain sahneye çıktı ve cesede baktı. Bir sandalyeye oturtulmuş. Işık sandalyeye vuruyor, cesedi parlak bir çember içine alıyordu. Sanki katil olay yeri şeridini kendi çekmiş gibiydi. En az üç parça vardı. Kurbanın kemikleri kırılıp ve ters yönlere kıvrılmış, derileri farklı biçimlerde oyulmuş ve yüzülmüş, elleri ve ayakları kesilmişti. Tıpkı önceki cinayetlerde olduğu gibi kollar ve bacakları kesilmiş, sandalyeye dayanmıştı. Adamın kafası geriye doğru yaslanmıştı ve boğazında, tahminen, altı santim kadar bir kesik vardı. Cinayetin, şiddetin ve kötülüğün korkunçluğuna rağmen, bu görüntünün her ayrıntısından haz alıyor, gözünü cesetten alamıyor, birçok ayrıntı dikkatini çekiyordu. Yaralarla dolu yüzündeki korku. Gözleri açıktı hâlâ. Korku dolu gözlerle tavana bakıyordu sanki. Cesedin karnına bakmak istedi. Ama karanlıktan hiçbir şey göremedi. - El feneri alabilir miyim? Polis memuru kımıldadı ve bir fener getirdi Kain’e. El fenerini memurun elinden aldı ve cesedin karnına doğrulttu. Göğüs hizasından başlayıp,

Kain, sesin geldiği yöne çevirdi kafasını. Orta boylu bir adam girişte dikiliyordu. Kain onu selamlamak için sahneden indi ve ona doğru yürüdü. Topukları üzerinde bir büst kadar hareketsiz duran adamı tanıyordu Alp. Ali Akça, adli tabip. Mavi renkli gömleği dolduran düzgün bir vücut. Üzerinde lacivert keten bir ceket vardı. Sivri bir yüz. Kısa bir burun. Yana yatan saçlarının uysal bir görüntü kattığı, ellili yaşlarında bir adamdı… Açık mavi, içe çökük küçük gözler çukurda parlayan bilye gibiydi. Bu yüzden ona bakanlarda korku hissi uyandırıyordu. - Bu konuda diyebilecek bir şeylerin olmalı, dedi Kain eliyle cesedi göstererek. Birlikte sahneye, korkunç bir gösterinin merkezine doğru birkaç adım attılar. Akça cesedi gördü, gülümsedi: - Her konuda fikri olan sıkıcı tiplerden olmak istemem doğrusu. Ancak bu benim uzmanlık alanım. - Seni dinliyorum. Akça cesedin yanına yaklaştı iyice. Kafasını eğdi, cesedin yüzünü işaret etti. - Zigomatik kemikte kırık var. Alp Kain kaşını kaldırdı. - Öyle mi? Doğrusu hiç fark etmedim.

Kain bir saptamada bulundu: - Her yer kan olmasına karşın hiç ayak izi yok. - Zamanı iyi kullanıyor olmalı. Eserini tamamladığında izleri ortadan kaldırıyor. Çok kısa bir süre içinde yapıyor bunu. - Profesyonelce yani? - Kesinlikle. Adli tabip birkaç saniye tereddüt etti. Huzursuzdu. Soruyu sanki birtakım belirsizliklere açıklık getirmek, kendini rahatlatmak için sordu. - Neden yapıyor bunu? Yani sergileme işini demek istedim, neden yapıyor? Sahne. Işık. Bütün bu zahmet niçin? Kain’in yüz şekli birden değişti; o da huzursuzlandı. - İlk kurbanını AKM’de bulduk, ikincisini bir tiyatro sahnesinde. O, kurbanlarını sergiliyor. Bu çok açık. - Hangi yönlerini? Kain omuz silkti: - İşte bunu bilmiyorum. Belki de zayıflıklarını gösteriyordur. Onlara istediği gibi davranarak onların zayıf olduğunu ve kendisinin güçlü olduğunu gösteriyordur. Ya da henüz keşfedemediğimiz başka bir şeyi. - Garip… - Garip olan şeyler öylesine çok ki… (İç çekti.) Her neyse, kullandığı alet hakkında ne diyorsun? - Kesikler çok zarif, oldukça ince bir şey kullanmış olmalı. Örneğin, skalpel gibi bir şey.

- Ayrıklı kırık değilse periferde gözükmez.

- Ben de öyle düşünmüştüm.

- Peki ne kadar hayatta kaldı?

Ali elini şaklattı:

Adli tabip kendi etrafında bir tur döndü.

116

- Salonun her yeri kan olmuş. Kalbi en az on dakika çalışmış. İlk kurbanda aynı durumdaydı.

- Bravo! Öyleyse düşünmediğin bir şey söyleyeyim: Bizim herif sağlak.

- Öyle mi? İşlem sırası nedir peki? diye sordu Kain. Akça tekrar cesede doğru eğildi, şaşkınlık içinde cesedi izledi. - Ekimozlara bakılırsa uzun süre dayak yemiş. Sert bir cisimle vurmuş olmalı. Muhtemelen kurban buraya getirildiğinde baygındı. İlk acıyla birlikte uyandı. Bileklerde ip izleri var. Bağlıydı. Bileklere bak. İp izlerini göreceksin. Alp Kain sessizce başını sallıyordu. Yüz hatlarında imgeleminde bir şeyler kurduğu belliydi. Gözlerinin altına kapkara bir örtü inmişti sanki… - Sonra, diye devam etti Ali, soğukkanlı bir şekilde derisini oymaya başlamış. Bu işlemi yaparken oldukça rahat olduğunu düşünüyorum. Kesiklerde tereddüt izi yok. Her şey onun olmasını istediği gibi gitmiş. - Sonra? Sonra ne yapmış? - Kemikleri kırıp, ters çevirmiş. Bunu yaparken özel bir haz aldığını düşünüyorum. - Neden? - Eserinin en özgün kısmıydı bu. Bugüne kadar hiçbir katilin yapmadığı, her ayrıntısıyla ona ait olan şey. Serginin en dikkat çeken yönü… Kain ellerini yüzüne götürdü. Sonra gözlerini kapattı. Salt bir karanlık. Önlenemez bir çılgınlık. Katil nasıl biriydi? Bunlarla ne anlatmak istiyordu? - Sonra kolları ve bacakları koparmış. Bu açıdan bakıldığından sizin herif olağanüstü bir güce sahip. Bana sorarsan, kemik eklemlerini kırmış ve eklem yerinden koparana kadar kol ve bacakları döndürmüş. - Bu süreçte maktul canlıydı. - Kesinlikle. Çok fazla acı çekmiştir. - Ölüm nedeni hakkında ne düşünüyorsun? - Bana sorarsan, kan kaybından olmalı. Hepsi raporumda olacak. - Rapordan söz etmişken, diye araya girdi Kain, 117


Gölge e-Dergi 19. Uçan Süpürge Uluslararası Kadın Filmleri Festival’ine

hâlâ ilk kurbanın otopsi raporu elimize geçmedi. - Geçecek. Aceleye gerek yok.

yüzlerine taktıkları maskeyle sürekli bir hareket

- Sana daha ne gerek, bilmiyorum.

halindeydiler:

Cesedin

birden

farklı

fotoğraflanması, delil toplama, cinayet mahallini

- Biraz zaman, lütfen, en kısa zamanda halledeceğim.

Alp Kain saatine baktı. 01.25. Uykusuzluktan

- Birçok adli tabipten daha fazla şey bildiğin kesin. Yoksa ne diye bu gecikmeyi hoş karşılayayım ki? - Birinin sana güvendiğini bilmek eşsiz bir duygu, teşekkür ederim, Alp. Adli tabip latekslerini çıkarttı ve lacivert keten ceketiyle birlikte sahnenin karanlığında kayboldu. Olay yeri inceleme teknisyenlerinin işleri

destek vermekten gurur duyar.

açıdan

Adli tabip gülümsedi. Açık renk gözleriyle geniş ve etkileyici yüzünün kendine has bir güzelliği vardı.

“Daha ne kadar zaman geçmesi lazım, seni aptal!” diye bağırmak için ağzını açtı ama bir şey diyemeden kapattı. Alp Kain sakalını sıvazladı; kuşkulu görünüyordu. Samimi bir yanıt vermeyi kararlaştırmadan önce birkaç saniye tereddüt etti:

118

bitmemişti hâlâ. Teknisyenler beyaz tulumları ve

kontrol altında tutma…

ölecekti neredeyse. Üstelik yarım kalan spagettisi de çoktan soğumuştur. Eve gitmeden önce açık bir restoran bulmayı ümit etti. Ancak hiç şansı yoktu. Sert rüzgâr, yağmur serpintisini bir kırbaç gibi vuruyordu arabanın camına. Kain açlığı kabullendi ve uykuyu kazanmak için eve doğru atağa kalktı. Yatağa girdiğinde başucu lambasının yanında duran kuvars saate baktı: 02.11. Her şeye rağmen biraz uykunun onu rahatlatacağından emindi. Yastığa başını koyduğunda kloroformlu pamuğu koklamış gibi uykuya daldı hemen.

119


Sinema

19. Uçan Süpürge Uluslararası Kadın Filmleri Festivali Başlıyor Uçan Süpürge Uluslararası Kadın Filmleri Festivali 5-12 Mayıs tarihleri arasında Ankara’da gerçekleştirilecek. Bu yıl 19. yaşını kutlayan festivalin açılış töreni 6 Mayıs gecesi Devlet Opera ve Balesi’nde yapılacak. Ankara’nın ve ülkemizin en önemli sanat kurumlarından olan ve kültür mirasımızı taşıyan Devlet Opera ve Balesi, o gece festivalin ödül törenine de ev sahipliği yapacak. Onur Ödülü: Selda Alkor

1965 yılında sinema dünyasına adım atan ve meslek yaşamı boyunca 70 filmde rol alan Selda Alkor, bu yıl festivalin Onur Ödülü’nü alıyor. Festival; “Canlandırdığı kadın karakterlere beyazperdede derinlik katarken özgün bir oyunculuk biçemi yarattığı, sinema sevgisini üretkenlikle çoğalttığı, oyunculuğunu televizyonda da başarıyla sürdürüp hatıralarımızda yer ettiği ve sinemamıza meslek örgütlerinde de emek verdiği için” Uçan Süpürge Onur Ödülü’nü bu yıl Selda Alkor’a sunuyor. Bilge Olgaç Başarı Ödülleri Sinemamızın en üretken yönetmenlerinden Bilge Olgaç, erken yaşta aramızdan ayrılmış ve ardında birçok önemli film bırakmış bir sinemacıydı. Uçan Süpürge bu usta sinemacının anısına 2003 yılından beri Başarı Ödülü veriyor. Bu ödül, sinemaya kamera önü ve arkasında emek veren kadınlara sunuluyor. Bingöl Elmas Bilge Olgaç Başarı Ödülleri’nden biri bu yıl yönetmen Bingöl Elmas’ın oluyor. 2001-2008 yılları arasında Belgesel Sinemacılar Birliği’nde çalışan, daha sonra kendi yapım evi Asmin Film’i kuran Elmas, “Belgesel sinemaya yönetmen, yapımcı, metin yazarı olarak katkıda bulunduğu, filmlerinde toplumsal cinsiyet bakış açısını öncelediği, ürettiği her işte kadın sorunlarına dikkat çekip kamuoyu yarattığı için” bu yıl Bilge Olgaç Başarı Ödülü’nü alıyor.

120

Meryem Yavuz Bilge Olgaç Başarı Ödülleri’nden bir diğerini görüntü yönetmeni Meryem Yavuz alıyor. Işık asistanı olarak sinema kariyerine başlayan Yavuz, “Sinemaya kamera arkasında verdiği emekle bu alanlarda daha çok kadının var olabilmesi için öncü rol oynadığı, 2005’te başlayan kariyerini istikrarla sürdürdüğü, yalnızca ülkemizde değil birçok başka ülkede de çalışarak işbirliği zemini yarattığı ve kameranın kadın gözü olduğu için” Bilge Olgaç Başarı Ödülü’nü alıyor. Tülay Bursa Bilge Olgaç Başarı Ödülleri’nin bir sahibi de oyuncu ve seslendirme sanatçısı Tülay Bursa oluyor. Tiyatro, sinema ve televizyon oyunculuğunun yanı sıra ekranda pek çok kadın yıldızın sesi olarak da belleğimizde yer eden Tülay Bursa, “Oyunculuğunun gücünü yalnızca kamera önünde, sahnede ve sette değil, kamera arkasında da güçlü biçimde gösterdiği, sinema tarihine geçmiş birçok eserde yıldızlara sesiyle can verdiği ve seslendirme oyunculuğunun bir meslek olarak yaygınlaşmasına katkıda bulunduğu için” bu yıl Bilge Olgaç Başarı Ödülü’nü alıyor. Tema Ödülü: Lisa Çalan Festivalin birkaç yıldır verdiği Tema Ödülü’nün bu seneki sahibi, yönetmen Lisa Çalan. Uçan Süpürge; Diyarbakır’da bombalı saldırı sırasında iki bacağını kaybeden, kendini ‘direnen halkın çocuğu’ olarak nitelendiren, her şeye rağmen sinemadan ve film çekmekten hiç vazgeçmeyen ve mücadelesiyle hepimize umut veren bu genç sinemacı kadına bu yılın Tema Ödülü’nü sunuyor. FIPRESCI Jürisi Uçan Süpürge’de bu filmlerden birine ödül verecek: Uluslararası Sinema Yazarları Birliği’nin (FIPRESCI) her yıl jüri gönderip film ödülü verdiği tek kadın filmleri festivali olan Uçan Süpürge Uluslararası Kadın Filmleri Festivali bu yıl yine FIPRESCI Jürisini ağırlıyor. 19. yaşını kutlayan festival, jüriye 14. kez evsahipliği yapacak. Sinema çevrelerinde saygınlığı bilinen FIPRESCI Ödülü, dünyanın dört bir köşesinde kadın sinemacıların imzasını taşıyan 12 filmden birine verilecek. Yıl boyunca dünya festivallerinde dikkat

çeken, ödül kazanan uzun metraj kurmaca yapımlar, festivalin Her Biri Ayrı Renk bölümünde gösterilecek ve festivalin son gününde FIPRESCI Ödülü bu filmlerden birine gidecek. Uçan Süpürge, festival seyircilerini 5-12 Mayıs tarihleri arasında Ankara’nın simge sanat mekanlarından Kızılırmak Sineması’na bekliyor.

TAM GÖZLERİMİ AÇARKEN / AS I OPEN MY EYES, Leyla Bouzid 2015 - 102’ - Tunus, Fransa, Belçika İlk gösterimini Toronto Uluslararası Film Festivali’nde yapan film, Yasemin Devrimi’ne tanık olmuş Tunus gençliğini anlatıyor. Baya Medhaffer’ın canlandırdığı Farah tıbbiyeyi kazandığı haberini alır. Bu durum annesi Hayet’i çok mutlu eder. O günlerde Farah’ın yeraltı müzik grubu cüretkar şarkı sözleriyle giderek fark edilen bir grup haline gelmiştir. Polisin atağı, Farah’ın gruptaki bir arkadaşının ‘köstebek’ olduğunu anlamasını sağlar… Başarılı yönetmen Leyla Bouzid “Tam Gözlerimi Açarken”i Ben Ali diktatörlüğünde kendi yaşadıklarından yola çıkarak filme aldı. ÇARŞAMBA ÇOCUĞU/ THE WEDNESDAY CHILD, Lili Horváth 2015 – 94’ – Macaristan, Almanya Maja dokuz yaşındayken annesinden duyduğu son sözler onu çok etkilemiştir: Maja bir çarşamba günü dünyaya gelmiştir ve annesi çarşamba günü doğan çocukların hayatta her şeyi başarabileceğine inanmaktadır. Maja artık 19 yaşındadır ve yetimhanede kalan dört yaşındaki oğlunu düzenli olarak ziyaret etmektedir. Bu yetimhane onun için çok tanıdık bir yerdir çünkü burası aynı zamanda erkek arkadaşı ve çocuğunun babası Krisz ile tanıştığı yerdir. Bulduğu yeni iş Maja için çocuğunu yetimhaneden çıkarabilecek yeni bir umut kapısı olmuştur… Macaristanlı yönetmen Lili Horváth bu çarpıcı hikayeyle aslında insanın 121


önündeki en büyük engelin kendisi olduğunu gösteriyor. MA, Celia Rowlson-Hall 2015 – 80’ - ABD Venedik Film Festivali’nde ilk gösterimini yapan Celia Rowlson-Hall imzalı “MA”, Meryem Ana’nın yaşam yolculuğunun postmodern versiyonu diyebileceğimiz usta işi bir film. Kadın amacına ulaşmak için Amerika’nın güneybatısındaki yanmış topraklardan geçmek zorundadır. Celia Rowlson-Hall aynı zamanda canlandırdığı MA’nın gözünden bu kadim dinsel anlatıyı film karelerine dönüştürürken, iki bin yıllık hikayeye farklı bir yorum getiriyor. Meryem kurtarıcıya hayat verirken kendi hayatını feda etmiyor. MARTILAR/ THE GULLS (Chaiki), Ella Manzheeva 2015 – 87’ - Rusya Ella Manzheeva’nın yönettiği ve başrolünü Evgeniya Mandzhieva’nın oynadığı “Martılar/The Gulls”, Kalmykia’da yaşayan Elza’nın iç dünyası ve yaşadığı çelişkileri mercek altına alıyor. Balıkçı kocasını terk etmek isteyen Elza, belirsizlikten korktuğu için bu adımı atmakta zorlanır. Hayatındaki büyük ve ani değişiklikler Elza’nın hayat, mutluluk ve özgürlük adına o zamana dek doğru bildiklerini gözden geçirmesini sağlayacaktır. YAZ VAKTİ/ SUMMERTIME, Catherine Corsini 2015 – 105’ – Fransa, Belçika Usta yönetmen Catherine Corsini’nin son filmi “Yaz Vakti/Summertime” ilk gösterimini Locarno Film Festivali’nde yaptı. 1971 yılında Paris’te İspanyolca öğretmenliği yapan feminist Carol, çiftçi bir aileden gelen Delphine ile tanışır. Birbirlerine tutkulu bir şekilde aşık olurlar. Delphine’in babasının ani ölümüyle hayatlarında büyük bir değişiklik yapmak zorunda kalırlar. Annesinin yanına taşınan Delphine’den uzak kalma fikrine dayanamayan Carol, sevgilisinin yanına gitmeye karar verir… Catherine Corsini, 1970’lerin başında Fransız taşrasında aşklarını yaşamaya çalışan kadınların hikayesini anlatıyor. DAĞ / MOUNTAIN, Yaelle Kayam 2015 – 83’ – İsrail, Danimarka Seyircisiyle ilk kez Venedik Film Festivali’nde buluşan “Dağ/Mountain”, öğretmen kocası Reuven

122

Hana’nın adı artık ‘Mark’tır; bundan böyle yaşamını bir erkek olarak sürdürecektir. Günlerini içki içip ağaçlara tırmanan bir erkek olarak geçiren Mark’ın koruyucu ailesi bir gün aniden ölünce yalnız kalan Mark anayurdu İtalya’ya, onlardan ayrılmış olan evlatlık kız kardeşi Lila’nın yanına gider. Mark burada, 14 yıl sürdürdüğü hayattan sıyrılıp Hana kimliğini tekrar kazanmaya çalışacaktır… Alba Rohrwacher’in başrolde oynadığı film, 65. Berlinale’de yarışma bölümünde gösterilmişti. (Avshalom Pollak) ve dört çocuğuyla Zeytin Dağı’na bakan mezarlıktaki tek evde yaşayan Tzvia’nın hikayesini anlatıyor. Ortodoks Yahudisi dindar bir kadın olan Tzvia, kocası ve çocukları evde yokken büyük bir yalnızlığa gömülür. Mezar taşlarının arasındaki dar yollarda yürür, ziyaretçiler ve Filistinli işçilerle sohbet eder. Giderek artan yalnızlığının onu uyutmadığı bir gece mezarlığın seks işçileri ve uyuşturucu tacirleri için bir buluşma yeri olduğunu fark eder. Tzvia, Dağ’ın öteki yüzünü keşfedecek ve kendi yaşamına dair geri dönülmez bir yola girecektir. EZGİLERİN EZGİSİ “NEŞİDELER NEŞİDESİ”/ SONG OF SONGS (PESN PESNEY), Eva Neyman 2015 – 75’ - Ukrayna Eva Neyman’ın yönettiği filmde Busya’nın kendini prenses olarak ve Shimek’in de prens olarak gördüğü bir masal anlatılıyor. Hayalperest Shimek, komşu kızı Busya’yla, bulundukları yerden kaçmakla ilgili fantastik hayallerini paylaşır ve Busya’yı aklına koyduğu her şeyi yapabileceğine inandırır. Doktor olan Shimek, yıllar sonra Busya’nın evlenmek üzere olduğu haberini alır ve artık yitirdiği krallığına döner. Sahip olabileceklerinin yasını tutan Shimek’in artık tek çaresi aşkını anlatabilecek bir şarkı söylemektir. YEMİNLİ BAKİRE/ SWORN VIRGIN (VERGINE GIURATA), Laura Bispuri 2015 – 84’ – İtalya, İsviçre, Arnavutluk, Almaya, Kosova Hana, Arnavutluk’ta toplumsal cinsiyet rollerinin halen hüküm sürdüğü eski bir yerleşim bölgesinde büyümüştür. Onu kadın ve hizmetçi kılacak olan kaderinden kaçmak için kendini ömür boyu sürecek bekarete adar, yani kadınlığından vazgeçerek eski bir Arnavut geleneğine sığınır.

ANA YURDU/ MOTHERLAND, Senem Tüzen 2015 – 94’ – Türkiye, Yunanistan Senem Tüzen’in ilk uzun metrajlı filmi “Ana Yurdu”nun başrollerini ödüllü oyuncular Esra Bezen Bilgin ve Nihal Koldaş üstleniyor. Boşanma döneminin ardından işini bırakan ve İstanbul’dan ayrılan Nesrin her zaman yazar olmanın hayalini kurmuştur. Yazmaya başladığı ilk romanını anneannesinden kalan köy evinde tamamlamaya karar verir. Ancak, uzun zamandır görüşmediği annesinin beklenmedik ziyareti Nesrin’in planlarını değiştirecektir… Daha önce kısa filmleri Uçan Süpürge’de gösterilen Tüzen, “Ana Yurdu” ile Venedik Film Festivali’nin Eleştirmenler Haftası bölümünde ‘Geleceğin Aslanı’ ödülü için yarışmıştı. EVRİM/ EVOLUTION – Lucille Hadzihalilovic 2015 – 81’ – Fransa, Belçika, İspanya Yönetmen Lucile Hadzihalilovic’in merakla beklenen yeni filmi “Evrim/Evolution” rüyalarla kabuslar arasında gidip geliyor. Sadece aynı yaştaki oğlan çocuklar ve annelerinin yaşadığı bir sahil kasabasındayız. Hayatları son derece izole ve katı olan bütün bu oğlanlara anneleri tarafından bazı ilaçlar verilmektedir. Bir gün yalnız başına yüzen küçük Nicolas suya daldığında bir çocuk cesediyle karşılaşır ve hayatının gerçekliğini sorgulamaya başlar. Nicolas artık bir şeylerin yanlış gittiğinin farkına varacaktır… Hadzihalilovic, “Innocence/Masumiyet”ten 12 yıl sonra bu yeni filmiyle uluslararası alana güçlü bir dönüş yaptı. İlk gösterimini Toronto’da yapan film, yarattığı atmosferle seyirciyi çarpıyor. DEVRİMCİLER/ PIONEER HEROES, Natalya Kudryashova 2015 – 115’ - Rusya

İlk kez Berlinale’de seyirci karşısına çıkan film, çocukluklarından beri arkadaş olan Olga, Katya ve Andrey’in mutluluğu bulmak için taşradan büyük kente yani Moskova’ya gidişlerinin öyküsü. Çocukken devrimci olmayı hedefleyen bu üçlünün hayatları umdukları gibi ilerlemez. Olga geçirdiği panik ataklardan muzdaripken, Andrey içindeki boşluğu bilgisayar oyunlarıyla doldurma gayretindedir. Katya ise huzursuzluk veren rüyalarla boğuşmaktadır. Amaçlarından uzağa savrulan hayatları beraberinde mutsuzluk ve tatminsizlik getirmiştir… Natalya Kudryashova, Sovyetler Birliği’nde geçen çocukluk ile bugünün Moskova’sında yetişkinlik arasında sıkışan hayalleri beyazperdeye ustalıkla aktarıyor. GELECEK GÜNLER/ THINGS TO COME (L’AVENİR) Mia Hansen-Løve - 100´ - Fransa, Almanya Mia Hansen-Løve, beşinci filmi olan “Gelecek Günler/Things to Come” ile bu yıl Berlinale’den en iyi yönetmen ödülüyle döndü. Filmde güçlü bir kadın karakter izliyoruz. Isabelle Huppert’in hayat verdiği Nathalie’nin peşinden Fransa’ya gidiyoruz. Paris’te bir lisede felsefe dersi veren, işine tutkuyla bağlı bir öğretmendir Nathalie. Sürekli ilgi bekleyen yaşlı annesi, çok sevdiği işi ve ailesi arasında üçe bölünmüş hayatı kocasının boşanmak istemesiyle değişmeye başlar. Nathalie, orta yaştan sonra hayatın getirdiği değişikliklerle geleceğini nasıl kuracaktır? Berlin’de ana yarışmanın en dikkat çeken filmlerinden olan Gelecek Günler, hayatın akışını ilgi çekici kılan senaryosu ve Isabelle Huppert’in oyunculuğuyla kaçırılmaması gereken bir film.

123


124


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.