Golge e dergi ekim 2015 sayi 97

Page 1


Ey okur!

İÇİNDEKİLER 04-05 Aykırı Çağrışım- Algının Tüm

Wuthering Heights (1992)

97. Sayı ile

tekrar birlikteyiz. Gölge e-Dergi'ye ulaşmak için http://golgedergi.blogspot.com Genel Yayın Yönetmeni: Mehmet Kaan SEVİNÇ Editör: Ahmet YÜKSEL golgedergimail@gmail.com Yayın Kurulu: Sadık YEMNİ, Hasan Nadir DERİN, Gülhan D SEVİNÇ, Mehmet Berk YALTIRIK, Melahat YILMAZ, Ceren ÇALICI. Grafik Tasarım: Gülhan D SEVİNÇ Redaksiyon: Ceren ÇALICI Kapak: Rıza TÜRKER Pinup: Mehmet Kaan SEVİNÇ Gölge e-Dergi internetten yayın yapan özgür ve özgün içerikli tam bağımsız bir dergidir. http://twitter.com/GolgeDergi http://issuu.com/GolgeDergi http://golgedergi.deviantart.com/

Kapıları 06-09 Korku Köşesi - Ölüm Tarlaları 10-15 Dehşetler Albümü - Örak 11 Haberler-Müzede Çizgi Roman 12-14 Haberler- Türkiye'nin İlk ve Tek Korku Filmleri Festivali FANTASTURKA 3,5 Başlıyor! 15-16 Haberler- Mobil Aksiyon RPG MARVEL Future Fight Güncellendi. 17 Haberler- Hayao Miyazaki'den Çocuk Parkı 18 Haberler- Kızıl Kurt Geri Döndü. 19 Haberler- Ten Ten Opera Sahnesinde 20-29 Fanzin Tanıtım- Zen Çizgi Roman 30-34 Öykü - Kaaya 35-45 Çizgi Roman Ön Okuma DEADPOOL Gözünü En Büyük Hedefine Dikti: Kendisine. 46-47 Film İnceleme - Şiddet Bağımlısı BRONSON (2008) 48-52 Öykü -Bir Koyunun Günlüğü 53 Fantastik Şiir -Bir Vampir'in Aşk Şarkısı 54-57 Çizgi Roman İnceleme -Türkiye'de Yayınlanan İlk Red Kit Dergisi 58-63 Röportaj- Varol GÖKDAMAR 64 Öykü -Tembel Yazar'ın Öykü Sancısı 65-67 Roman Tanıtım -Gotik Ada 68-79 Çizgi Roman -Karanlıkla GelenGümüş Kamçı 80-85 Sinema- Antik Çağlardan Karanlık Geleceğe Bir Usta 86-93 Çizgi Roman -Gölge Kız 94 Pinup

Gölge’de 8 Yılı hep birlikte bitirdik. Bugün yaş günümüz. Aynı zamanda da 100. sayımıza 3 sayı kaldı. Ne deniyor dergicilikte buna? Dalya mı? Yakında dalya yapacağız... Belki de bir araya gelir bir çay içeriz... Kimbilir. Sevgili Mehmet abimiz 100. sayı şerefine hepimize birer çay ısmarlar belki. Tam 100. sayıyı düşünürken NASA “Mars’ta su var” dedi. Google hemen Doodle yaptı “Kızıl gezegende su var” diye. Oysa ki biz 3 ay daha bekleyip 100. sayıda Gölge Doodle’ı bekliyorduk Google’dan. Gölge ve Google kelimeleri birbirine ne kadar benziyor değil mi? En azından Google’ın Türkiye bürosu Gölge için bişeyler yapardı. Ama ne oldu, bilim adamları çıtayı yükseltti ve Doodle olabilmesi için Gölge’nin Mars’ta su bulmaktan daha önemli bir şeyler yapması gerekiyor. 100 sayılık geçmişimizde 70 ayrı çizer kapak çizdi desek olur mu? İçeriğinde edebiyat da olan bir dergi olarak Gölge’ye bir edebiyat dergisi deyip “bir edebiyat dergisinin kapak kızının 15 çıplak resminin olduğu kapağımız var” desek olur mu? Gölge olarak Türkiye şartlarında 100 sayıyı aşan kültür-sanat e-dergisi aradık. Bulamadık. Siz bulursanız haberimiz olsun. Ama örnek aldığımız dergiler var tabii. Burada sevgili Mehmet Kaan Sevinç ağabeyimin affına sığınarak örnek aldıklarımızdan birinin kapaklarının olduğu linki de deşifre etmiş oluyorum. Umarım bir gün bizim hakkımızda da güzel şeyler yazan birileri olur http:// www.philsp.com/mags/shadow.html (Bu sayı kapağımızı çizen sevgili Rıza kardeşim, sen bunlardan bir kaç level daha üsttesin ama bu da aramızda kalsın, kimse gücenmesin) Bu arada Mehmet abi 100. sayı şerefine okur ve yazarlarımızı - çizerlerimizi toplayıp çay ısmarlar mı? Ey okur, 8 yıldır seviyoruz seni, sen de her sayımızı el üstünde tuttun, bizi utandırmadın. Şuana kadar emeği geçen 250’den fazla yazar 150’den fazla çizer yüreğinize sağlık. Her birinizin adını gökyüzünden birer yıldıza versek yine de az size. 8. yaşınız hayırlı uğurlu olsun... Saygılar Sevgiler. Ahmet YÜKSEL


Hazal ÇAMUR

İllüstrasyon: Gülhan SEVİNÇ

Aykırı Çağrışım

ALGININ TÜM KAPILARI Her kapıyı açan bir anahtar illa ki vardır. Sorun, anahtarın yerini bulmakta yatar. Beynimizin yüzde kaçını kullanıyoruzdan öte, kullandığımız o küçük dilimde kaç tane kilitle ve hatta zincirle dizginlenmiş kapının olduğunu hiç soruyor muyuz? Daha zeki, daha üstün olmaya çalıştığımız her gün, özenmeye ayırdığımız her zaman diliminde hiç o karanlık dehlizlerde yatan gizli kapıları keşfe çıktık mı? Ben çıkan birilerini tanıyorum. Siz de tanıyorsunuz. Dönün bakın aynaya. Gördünüz, değil mi? “Kitap okuyan insan,” diye başlayan yığınla söz sayabilirim size ve siz de bir o kadarını bana iade edersiniz. Ama bizler, okuyanlar olarak, bunların sadece söz öbekleri olmadığını biliyoruz. Algıları açmanın, üstün insan olmanın her şeyden önce cesarette yattığını biliyoruz çünkü. Anahtarların saklandığı yerin bir başka insanın zihni olduğu gerçeğinin ayırdına vardık. Okuduk, okuduk ve sonra tekrar okuduk ki her defasında empati diye dillerde dolanan o süslü kelimenin gerçek anlamını kavrayabilelim. Bugün savaşlar ve eziyetler dört bir yanımızı sararken aklıma hep aynı şeyler geliyor. Odo’yu hiç tanımadı o birileri. Savaşın ne derece “bitmeyeceğini” asla öğrenemedi bir diğeri. Lüks yaşamda bile sınıf ayrımcılığının olabileceğini o

4

malum Gökdelen’in tepesine çıkıp göremedi bir başkası. Cesur Yeni Dünya’lara yelken açmadı, 451 derece Fahrenheit’ta yanan kağıdın kokusunun nasıl bir kıyım olduğunu bilemedi öbürküsü. Şeylerin gerçek özüne dokunup, onlara ilk kez asıl adlarıyla hitap edemedi de. İçeriden Ölmek’in gerçekte nasıl bir ferahlık olduğunu hiç mi hiç tadamadı. Ama biz yaptık. Yeri geldi, nefret dolu zihinlere de sızıp onların da anahtarını aldık. Algılarımızda o kapları da açtık ki, yarın bir gün karşımıza bu biçimde insanlar çıktığında onların da doğru noktalarına dokunabilelim. İletişim denen şeyi en geçerli haliyle yerine getirip, kelimelerin gücüyle şiddeti alt edebilelim. Peki ya şu çelişkiye ne demeli? Daha mutlu olmayı başarabildiğimiz kadar, aynı oranda da daha mutsuzuz. Her yeni açılan kapı beraberinde başka farkındalıklar getiriyor. Bunun omuzlara yüklediği ağırlık da kaçınılmaz. Çünkü artık etrafımıza baktığımızda daha fazla kapalı zihin, daha fazla sımsıkı yumulu gözler görüyoruz. Tüm kapılar açılıp da ışık her bir huzmesindeki görkemiyle içeri sızdığında asıl aydınlanmayı yaşayacağımız aşikar. Ama başkalarının zihni de ışımadığı sürece bizim gerçekten aydınlanmamız mümkün mü? Çünkü onların karanlığı elbet bizimkiyle çakıştığında gölgeler oluşacak. İşte tam da bu nedenle içimizden bazıları ya

kendinde saklı duran anahtarı verecek bu kişilere ya da lanet edip pes edecek. Pes etmeyenlere bir sözüm var kapanışta. Bu en azından bir kişi için sonu olan bir savaş. Çünkü ne yaparsanız yapın ömür buna el vermez. Fakat bırakılan izler asla geldiği gibi gidenlerden olmayacak. Hem ne demiş Eliot?

Ölürken yaşıyoruz. O yüzden bırakın ışık içeri girsin. Siz yaşarken didinip onca sıkıntıyı yine çekin, bir şekilde çürütün kendinizi. Ardınızda bıraktığınız havayı soluyacak nice tohumlar yeşerecek. Onlar yeşerdikçe, işte o zaman yaşayacaksınız.

Yaşarken çürüyor,

5


KORKU KÖŞESİ

Öykü: Mehmet Berk YALTIRIK İllüstrasyon: Mehmet Kaan SEVİNÇ

Korku Köşesi

ÖLÜM TARLALARI Vakti zamanından çarşısı her zaman dolup taşan zenginliğiyle meşhur bir kasaba varmış. Hanlarına, kervansaraylarına yolcuların indiği, geceleri çalgıların şarkıların susmadığı bu şenlikli kasabanın, her biri paşalar kadar zengin esnafının bulunduğu çarşıda bir çardaklı havuzlu kahvehane varmış. Ağaların, beylerin gelip kahve, nargile eşliğinde vakit geçirdiği, bir nice sohbetin döndüğü bu kahvehane bir vakit boş kalmazmış. Hele Civelek Meddah’ın geldiği vakitlerde çarşıda pazarda esnaf işi gücü bırakır, ta uzak çiftliklerden ağalar beyler dinlemeye gelirlermiş Civelek Meddah’ı. Civelek Meddah’ın aslını, ismini bilen yokmuş. Anlatmaya başladığı zaman insanları neşeye gark ettiğinden, heyecanlandırabildiğinden en bilindik halk hikâyelerini ve destanlarını kendi üslubuyla anlattığından ahali ona bu adı takmış, bu isim ile çağrılır olmuştu. Gama kedere düçar olmuş kimseler onun anlattığı hikâyeleri, latifeleri dinleyince neşe bulur, derdi tasayı unuturlarmış. Meyhane ehli bile zaman zaman zevk-ü sefa sürmek adına onu dinlemeye gelirlermiş. Günün birinde bahar erişmeden evvel kafire harp ilan edildiğini duyurmuş tellallar. Beylerden paşalara bir nice kılıç ehli adamlarını silahlandırmış, çeri toplamış, orducu esnafı malını mülkünü yükleyip askerin peşine takılmış. İşte o esnada henüz yaşı pek genç olan Civelek Meddah’ı da harb esnasında eğlendirsin, şenlendirsin diye civarın paşalarından biri akçe dökerek kapu halkının arasına katmış. Onun yokluğunda kahvehane eskisi

6

gibi dolmayacağından ve birbirinden muhteşem destanları, kıssaları dinleyemeyeceklerinden hem kahveci hem de kahve ahalisi, Civelek Meddah’ın sefere gitmesinden pek müteessir olmuşlardı. Lakin paşa yüklü bahşiş verip seferin elbet bahar sonunda yahut yaza doğru biteceğini söyleyince Civelek Meddah’ın gitmesine razı gelmişler. Sabah namazının ardından davullu zurnalı şenliklerle çerileri, sipahileri, kapu halkını uğurlarlarken Civelek Meddah’ı da uğurlamışlar ve gözden yitene kadar asker katarlarının geçip gittiği patikaya bakakalmışlar. Bahar gelmiş geçmiş, yaz gelmiş çatmış, ta ki kış yaklaşır olmuş lakin bir dönen olmamış. “Muhasara uzun sürmüş olmalı” diye düşünerek teskin olurlarken kış bastırmış. Görüp gördükleri en uzun kış olmuş, kurtlar köylere dek inmiş, o esnada da ordunun bozguna uğradığı haberi gelmiş. Düşman çerisinin burunlarının dibine kadar sokulduğunu işitmişler. Paşa ile askerleri de o esnada dönmüşler kasabaya. Civelek Meddah’ı sorduklarında ise birçok kimsenin ya şehit olduğu ya esir düştüğü karşılığını alarak endişelenmişler. Civelek Meddah öldü mü kaldı mı bilmeden kışın geçmesini beklemişler. O esnada da kahvehane günden güne tenhalaşır olmuş. Bahar gelmiş geçmiş, yaza doğru düşmanın yeniden serhadlerden öteye sürüldüğü haberi gelmiş lakin ne Civelek Meddah’tan bir haber gelmemiş. Kış yine geldiğinde, kasabanın patikasında yürüyen tek başına bir adam görmüşler. Eşkıya zannedip silahlanıp yanına vardıklarında saçı

7


sakalına karışmış, mahzun gözlerle etrafına bakınan bir mecnun bulmuşlar. Kasabalılardan biri o esnada tanımış meczubu;“Bizim Civelek Meddah’tır”diyerek. Kahveye götürmüşler ellerinden kollarından tutup, kahvehaneye getirmişler. Açılır diye su tutmuşlar, boğazı kurumuştur diye ayran içirmişler, karnı açtır diye çorba içirmişler lakin Civelek Meddah susmayı sürdürüyormuş. Belki meczupluğundan utanır diye tıraş ettirmişler, yeni esvaplar giydirmişler ama yine suskunmuş meddah. Derdini, ahvalini sorunca yarım ağız esirlikten kurtulduğunu söyleyip kahvehaneden çıkıp gitmiş. Hikâye anlatması için çağıranların davetine icabet etmiyormuş. Öyle ki hikâye bir yana ağzından tek bir latife çıktığını dahi işitmiyorlarmış. Kahvehanedekiler bir gün toplanıp evine gitmişler, kahveci yalvarmış yakarmış, kasabalılar, çarşı esnafı dil dökmüşler, neden hikâye anlatmadığını, derdini tasasını sormuşlar. Sevdalandı ise evlendirmeyi, mal mülk istiyorsa fazlasıyla karşılamayı vaat etmişler. Meddah ifadesiz gözlerle her birisine bakıp konuşmuş: “Latife yapmıyorum, kıssa anlatmıyorum diye bana sual ediyorsunuz. Ben artık bunları istesem de anlatamam. Zira ben suret olarak benzesem de, buradan uğurladığınız o Civelek Meddah değilim! O latife ederdi, nükte ederdi ben yapamam. O kıssalar anlatırdı, ben anlatamam. O neşeliydi, gülerdi, benim bir daha gülmeye takatim yoktur. O gittiği

8

yere neşe saçardı ben ancak gam ve elem dağıtırım! Civelek Meddah’a ne oldu, nerededir derseniz ölmüştür o. Ölüm tarlasından geçememiştir. Siz bilir misiniz ölüm tarlasını?” Kasabalılar kafalarını sallamış, kimi belleğindeki yerleri, mekânları sayıp dökmüş ama hiç biri tanımıyormuş, bilmiyormuş. Civelek Meddah gözlerini kocaman kocaman açmış: “İnsanın dünya gözüyle görüp görebileceği yegâne zebanidir! Adına bakmayın, tarla gibi serili durmaz. Yürür, koşar, sindiği yerde bulur adamı! Harp esnasında eline düştü Civelek Meddah. Bir acayip heyula! Ölüleri, at ve katır leşlerini çiğneyerek, topları, tüfenkleri ezerek çıktı geldi bir akşam vakti. Civelek Meddah’ı yakaladı, ruhunu çiğnedi, neşesini çaldı. Kimisi bunu fark eder, kimisi fark etmez yaşar gider. Lakin Civelek Meddah farkındaydı, biliyordu! İşte şimdi Civelek Meddah’ın akıbetini öğrendiniz. Ben ondan arta kalanım, bende de başkaca bir anlatılacak kıssa kalmamıştır!” Civelek Meddah gözlerini kırpmadan olduğu yerde sara krizine tutulmuş gibi titremeye başlamış. Yumruklarını sıkıp ağzından köpükler saçarken çığlığı andıran bir kahkaha savurmuş son kez. Can verirken kanla karışık toprak kustuğunu görüp hayrete düşmüş kasabalı. Harbin cezasını sefasını bilmeden meddah sözüne kanıp ecinni belledikleri “ölüm tarlası”ndan korkup, kapılarına sarımsak asmakla, dua yazmakla kurtulurlar sanmışlar…

9


Yazan: Mehmet Berk YALTIRIK İllüstrasyon: Mehmet Kaan SEVİNÇ

Haberler

dehşetler albümü

ÖRAK

Örak’ın Tatar Türklerinin (Tataristan) inanışlarında, katledilen insanların canının çıktığı yahut insan kanının akıtıldığı yerde “gözüktüğü” söylenmektedir. Daha çok da öldürülen insanların mezarı üstünde rastlanılırmış. İnsanlara zarar vermez ancak sürekli gezinip acık sesle efkârlanıp oturduğunu görürlermiş. Örak, katilin kapısını çalar ya da penceresin tıkırdatarak kendisini öldürmesini isteyip bu insanı her gün azarlar, huzur bulamazmış. Katilin bu gibi ziyaretlerde aklını yitirebileceğine inanılırmış. Örak, uzun boylu, zayıf olup kefenini çıkarmadan sadece yüzünü açarmış. Borcu olan kimseleri de rahat bırakmaz, tıpkı katile yaptığı gibi

10

Müzede Çizgi Roman

korkuturmuş. Görüldüğü yerde çok kötü sözlerle küfredilmesi gerektiğine, küfürden başka hiçbir şeyin Örak’ı etkileyemeyeceğine inanılırmış. Bazen at arabasında yalnız gelen birine eşlik etmek ister, bu insanın gözüne küçük erkek ya da kız çocuğu siluetinde görünürmüş. Arabaya binince sessiz sedasız oturur ama at birden bire zorlanmaya başlar, ağır gider ve çabuk yorulurmuş. Bu durumda da atı durdurup arabaya ters taraftan koşmak lazım gelirmiş, böyle olunca Örak kaybolurmuş. Kaynak: Çulpan Zaripova Çetin, “Tatar Türklerinde Mitolojik Varlıklarla İlgili Mitler ve İnanışlar”, Bilig, Güz 2007, Sayı 43, s. 21.

Pera Eğitim, Saraybosna Güzel Sanatlar Akademisi işbirliği ile gerçekleştirilecek "Günümüz İmgeleri, Saraybosna Güzel Sanatlar Akademisi'nden Yapıtlar" adlı sergisi kapsamında, 15 yaş ve üzerindeki katılımcılar için "İllüstrasyon ve Çizgi Roman Tasarımı" isimli bir atölye düzenliyor. Bu atölye çalışmasında katılımcılar çeşitli illüstrasyon tekniklerini ve tarzlarını tanıyor. Günümüzde film, reklam ve yayıncılık sektöründe oldukça yaygın kullanılan illüstrasyon, aslında resim sanatı ve grafik tasarımın birleşiminden meydana gelen genellikle gerçeküstü kompozisyonların resmedildiği, farklı alanlarda kullanılan bir sanat dalıdır. Katılımcılar da sergi turu ardından atölyede, illüstrasyon tekniklerinin çizgi romandaki kullanımı ve çizgi romanda hikaye anlatımı, kadraj, mekan

tasarımı ve karakter tasarımını inceledikten sonra, kendi kısa çizgi hikayelerini tasarlıyor. Eğitmen: Merve Atılgan 16 Eylül Çarşamba, 17:00-19:00 17 Ekim Cumartesi, 14:00-16:00 31 Ekim Cumartesi, 14:00-16:00 Yaş Grubu: 15 yaş ve üzeri Kontenjan: 10 kişi Süre: 2 saat * PERAkart aile ile %50 indirimli! * Detaylı bilgi: egitim@peramuzesi.org.tr

11


Haberler Gölge e-Dergi’nin de Basın Sporsorlarının Arasında Bulunduğu ;

Türkiye’nin İlk ve Tek Korku Filmleri Festivali FANTASTURKA 3,5 başlıyor!

17-18 Ekim 2015 tarihleri arasında ise Ankara’da izleyici ile buluşacak. 1950’lerden günümüze, Türk İşi Fantastik Filmlerin seçkisinin yanı sıra, 2000’lerden günümüze Türk İşi Korku ve Gerilim filmleri de festival programında yer alacak. Bu yıl festivalde kısa ve uzun metraj, fantastik-korkunç film türlerinde, film başvuruları kabul edilecek. 16- 30 Eylül 2015 arasında www.fantasturka.org adresinden ön başvuru yapılabilecek. Dünyanın Değil, Uzayın “En En En Kötü” Filminin Hikâyesi Festivalde! Festival programında bu yıl ağırlıklı olarak Türk İşi Korku Filmleri seçkisi yer alırken, Şeytan, Drakula İstanbul’da gibi Türk Korku Sinemasının ilk örneklerden olan filmlerden seçkiler ve Fantastik Türk Sinemasının en kült filmlerinden olan Dünyayı

Kurtaran Adam gösterim programında yer alacak. 8 Ekim 2015 Perşembe günü, Boğaziçi Üniversitesi Mithat Alam Merkezi’nde Dünyayı Kurtaran Adam filmi gösterimi ve Jet Rejisör Çetin İnanç söyleşisi de gerçekleştirilecek. Dünyayı Kurtaran Adam’ın devam filmini çekmek için yeniden rejisör koltuğuna oturacak olan Çetin İnanç, gerçekleştireceği söyleşide 2016 yılında çekimlerine başlayacağı Dünyayı Kurtaran Adam 1,5’un hikâyesini ilk kez seyirci ile paylaşacak. Ankara Kısa Filmciler Derneği Genel Koordinatörü ve Basın Koordinatörü Duygu GÜR www.fantasturka.org info@festivalci.info

Ankara Kısa Filmciler Derneği tarafından düzenlenen, Kültür ve Turizm Bakanlığı- Sinema Genel Müdürlüğü’nün katkılarıyla gerçekleştirilecek olan FANTASTURKA ‘Türk İşi Fantastik Filmler Festivali’, Türkiye’nin ilk ve tek fantastik filmler festivali olma unvanının yanına ilk ve tek korku filmleri festivali olma unvanını da ekliyor. Festival’de 3,5 Atmaya Hazır Mısınız? 2011 yılından bu yana düzenlenen festival, bu yıl Türk İşi korku sinemasından örnekleri de programına katarak FANTASTURKA 3,5 adıyla düzenlenecek. Festival yönetimi 3,5 adını ise şöyle açıklıyor: "Çünkü korktuğunuzda vücudunuz, kalp atışlarını hızlandıran, kalpte ritimsizlik yaratan adrenalin hormonu salgılamaya başlar. Kalp atışlarınız hızlanır ve kalbiniz artık atış yapamaz hale gelir. Kalp hem kan pompalamaya devam etmek hem de dinlenmek için üç kalp atışı yapar ve hemen sonrasında bir yarım atış...” Korkunç ve Fantastik Film Başvuruları Başlıyor… İki şehirde birden gerçekleştirilecek Festival, 7-8-9 Ekim 2015 tarihleri arasında İstanbul’da, 16-

12

13


Haberler

Haberler

KAPAGAMA

Bora Orcal demiş ki : "Zamanında şöyle, hatta çoğu Gölge'de yayınlanmış, çizgi hikayelerimin olduğu bir site hazırlamıştım. Kasım ve sonraki aylarda Cinali hikayelerine kaldığı yerden devam etmek gibi planlarım var, bu vesile ile burada tekrar izninizle paylaşıyorum bağlantıyı."

Mobil Aksiyon RPG MARVEL Future Fight Güncellendi https://kapagama.wordpress.com/ Not: Cinali'nin yeni maceralarını bekliyoruz. Gölge e-Dergi

Netmarble Games’in mobil aksiyon RPG’si MARVEL Future Fight için Marvel Gizli Savaş ile ilgili yeni bir güncelleme yayınlandı. Marvel Gizli Savaş isimli çizgi roman serisinin hikâyesinde pek çok çizgi roman dünyası ve ikonik karakter “Savaş Dünyası” isimli tek bir gezegende karşı karşıya geliyor ve bu macerada Marvel Evreni’nin geleceği şekilleniyor. 0Sitene Ekle Mobil Aksiyon RPG MARVEL Future Fight Güncellendi 14

Netmarble Games’in mobil aksiyon RPG’si MARVEL Future Fight için Marvel Gizli Savaş ile ilgili yeni bir güncelleme yayınlandı. Marvel Gizli Savaş isimli çizgi roman serisinin hikâyesinde pek çok çizgi roman dünyası ve ikonik karakter “Savaş Dünyası” isimli tek bir gezegende karşı karşıya geliyor ve bu macerada Marvel Evreni’nin geleceği şekilleniyor. Önceki Ant-Man ve Galaksinin Koruyucuları güncellemelerinde olduğu gibi, Gizli Savaş güncellemesi de MARVEL Future Fight’a pek çok karakter ve macerayı beraberinde getirecek. 15


Marvel Gizli Savaş hikâyesinden, herkesin beklediği yeni karakter kostümleri ile Demir Adam, Kaptan Amerika, Kara Dul gibi karakterler yepyeni görünümlere kavuşacak. Yeni kostümlerin yanı sıra, bugünkü güncelleme ile oyuna Gizli Savaş evreninden yeni karakterler katılıyor. Artık Gizli Savaş: A-Gücü ekibinden büyücü Sister Grim, kozmik güçlere sahip Singularity ve takımın lideri She-Hulk da oynanabilir karakterler arasında yerlerini alıyor. Fragtist MARVEL Future Fight (3) Yepyeni Gizli Savaş güncellemesindeki diğer özellikler arasında şunlar var: Yeni Karakterler: Gizli Savaş: A-Gücü ekibinden üç yeni karakter: Sister Grimm, Singularity ve She-Hulk

Yeni Kostümler: Marvel Gizli Savaş çizgi romanlarından esinlenmiş yeni kostümler Yeni Etkinlik “Savaş Dünyası”: En güçlüyü belirleyecek yeni PVP etkinlik modu Savaş Dünyası’nda 5 farklı karakter seçip 2’ye 2 savaşlar gerçekleştirebilirsiniz. Çizgi Roman Kapağı Koleksiyonu: Marvel Gizli Savaş çizgi roman kapaklarını toplayıp biriktirebilirsiniz. Tüm kapakları toplayan oyuncular kahraman yetenek seviyesini yükseltebilecek. Düşman Kuşatması Modu İçin Yeni özellikler: Düşman Kuşatması için beş yeni bölüm, dengelenmiş bölüm tasarımları ve yeni Düşman Kuşatması ödülleri.

Haberler

Hayao Miyazaki’den Çocuk Parkı Efsanevi anime ustası Hayao Miyazaki, Japonya'da çocuklara özel bir parkı hayata geçirmeye çalışıyor. Miyazaki hayranlarının Japonya’yı ziyaret etmesi için artık bir sebepleri daha olacak. Japon manga ve anime ustası Hayao Miyazaki, 2018’de ziyarete açılması planlanan ”The Forest Where the Wind Returns” adlı 10 bin metre karelik özel çocuk parkının taslak çizimini hayranlarıyla paylaştı. İşte Miyazaki filmlerinden çıkmış gibi görünen o çizim… Miyazaki parkında çocukların doğayla iç içe olduğu ve çeşitli oyunlar ile sportif aktiviteler yapabileceği alanda özel bir kütüphane de yer alacak. Okinawa’daki Kume isimli kasabada yer alan Zendo Forest Park içinde kurulacak olan “The Forest Where The Wind Returns” için çalışmalar önümüzdeki bahar aylarında başlayacak. İçerisinde 30 kişinin konaklayabileceği bir de alanın inşa edileceği park için ünlü yönetmenin yaptığı yatırımın 2.5 milyon dolar civarında olduğu konuşuluyor.

16

17


Haberler

KIZIL KURT geri döndü

Haberler

Ten Ten Opera Sahnesinde

Çizgi roman devi Marvel, ırkçı önyargıları aşmak adına ilk kez ‘70’lerde ‘Avengers’da görülen Amerikan yerlisi kahramanı Kızıl Kurt’u geri döndürdü .

Şirket geçenlerde konuyla ilgili şu açıklamayı yaptı: “Marvel evreninin güneybatı Amerika’sı şimdi kendi bağrından kopup gelen bir süper kahramana sahip: Gizemli kahraman Kızıl Kurt! Kızıl Kurt onu kontrol altına almak isteyen yozlaşmış teşkilatlardan yeni dünyayı korumak için, hem zekâsına hem de yumruklarına ihtiyaç duyacak”

Belçika’nın ünlü çizgi roman karakteri Ten Ten şimdi opera sahnesinden hayranlarına merhaba diyecek. ‘The Castafiore Emerald’ isimli çizgi roman kitabı, 20. yılını kutlamak adına tiyatroya uyarlandı.

Ten Ten ile dedektifler Thomson ve Thomson ile olayı araştırmaya başlıyor.

Oyunda Ten Ten karakterini çocuk aktör Amani Picci canlandırıyor:

“Öyle teknik bir gösteri ki biraz stresli olduğun söylemeliyim. Fazlasıyla uzun sahneler var kısa ve kolay değiller.”

“Ten Ten’i çizgi roman kitaplarından tanıyordum o yüzden bu hikayelerden fazlasıyla alıntı yaptım. Şanslıyız ki yönetmenimiz Francois de Carpentries bize karakterlere ruh katmamız açısından çok yardımcı oldu. Peki ama bunları Ten Ten nasıl yapardı sorusu ise hep aklımdaydı.”

Dedektif Thomson’u canlandıran Everaert oyunu şu sözlerle anlattı:

Axel

‘The Castafiori Emerald’ 26 Eylül’e kadar Belçika La Hulpe sahnesinde izleyicilerle buluştu.

Hikaye yetenekli şarkıcı Bianca Castafiore’nin Ten Ten’i ve Kaptan Haddock’u ziyaretiyle şekilleniyor. Paparazzilerin bir an yalnız bırakmadığı Castafiore’un mücevherleri çalınıyor.

18

19


Çağdaş ÜLGEN

Fanzin Tanıtım

ZEN ÇİZGİ ROMAN Zen Çizgi Roman ekibi adına tüm hayalperest dostlara selamlar. İzmir odaklı yazar/çizer bir grup olarak üretimsizlikten ve tüketimsizlikten yana üzüntülerimiz vardı. Son zamanlarda öne çıkan cesur örneklerin bize yol göstermesi isteğimiz ile buluşunca biz de harekete geçtik. Bu kısır döngüyü kırmak için kendi adımıza Konfiçyus’un ‘‘Karanlığa küfredeceğine bir mum yak.’’ deyişini benimsedik bu sayede Zen ekibi olarak ilk sayımızı bir süre önce okuyucular ile buluşturduk. Ekibi ilk sayı için yakın çevremizdeki arkadaşlarımız ile bir araya gelerek oluşturduk. Şimdilik bir mum alevine benzettiğimiz bu çalışmanın zamanla büyüyüp yayılması ve daha büyük bir alanı aydınlatması tek isteğimiz. Sevgi ve özveri ile gerçekleştirdiğimiz bu ufak başlangıcın daha büyük üretimlere vesile olmasını umut ediyoruz. Zen Dergisi şu an için yılda iki kere çıkacak şekilde planlandı. Bunun en önemli nedeni kuşkusuz çizgi roman ve dergi üretimi alanlarında profesyonel olmamamız. Bir nevi deneme yanılma şeklinde ilerleyen bu süreçte zamanla ustalaşarak daha kaliteli ve daha sık üretimler gerçekleştirmeyi hedefliyoruz. Bu çerçevede yılda iki sayı hedefimizi

20

zamanla mevsimlik (yılda dört sayı), ardından iki ayda bir sayıya ve mümkünse aylığa çekmek istiyoruz. Yayın akışını ve üretim sıklığını istediğimiz seviyeye ulaştırmak için Zen Dergisi’nin ekibini de genişletmek istiyoruz bu sebeple dergimizin temel prensiplerini benimsemiş olan tüm bilim kurgu ve fantazya yazar/çizerlerine kapımız açıktır. Zen Dergisi an itibari ile 15 adet prestij için basılmış maket kopya dışında tamamen dijital yolla okuyucusuna ulaşan bir dergidir. Dergiciliği daha iyi öğrenmemizle ilerleyen süreçte Zen Dergisi’ni ülke genelinde yaymayı hedefliyoruz. Bu süreç te hiç kuşkusuz yayın sıklığımıza benzer bir şekilde yavaş yavaş ilerleyerek zaman içerisinde olgunlaşacaktır. Basılı kopyalar satışa çıkarıldığında internet ortamındaki sitelerimiz ve sayfalarımız aracılığı ile duyuracağız. Bu süreçte dergimizi okuyan ve bize destek olmak isteyen bilim kurgu fantazya severler dergimizin dijital kopyasını paylaşarak ve bizimle görüşlerini paylaşarak destek olabilirler. Daha zengin hayaller içerisinde sevgi dolu günlerde buluşmak dileğiyle.

21


22

23


24

25


26

27


28

29


Öykü: Hay İllüstrasyon: Mehmet Kaan SEVİNÇ

Öykü

önlerine gelen toprak evlerin sağlam kalma şansı yoktu. Tundra insanları Ausiler Atbizonlarından evlerini yok edecek diye ne kadar hoşnut olmasalar da hem yemek, hem binek hayvanı, hem de kışlık kürk çıktığı için bazen yılda bir bazen de yıllarca topraklarına giremeyecek bu hayvanların gelişine sevinirlerdi. Bütün mesele atalarından kalma yöntemle vadinin dibindeki çanağa Tundradaki herkese yetecek kadar Atbizonu sokmaktı. Hayvanlar en ufak fısıltıyı bile duydukları, çok ürkek oldukları için sessiz ve hızlı olmak gerekiyordu. Biliyorlardı ki Tundradan vadiye oradan da çanağa en az üç günlük yürüme yol vardı ve ne sürü dağılmalı ne de bütün sürü bir arada tutulmalıydı. Sürü o kadar hızlıydı ki üç günde yürüdükleri yolu yarım gün sürmeden koşacaktı. Çok uzaklardan bir davul sesi geliyordu. Belli ki haberi duyanlar duymayanları bu şekilde davet ediyorlardı şenliğe.

KAAYA

Kaaya tundrada alçak bir tepeciğin içine

Adam ‘Büyük bir Atbizonu sürüsü’ diye bağırdı.

mağara gibi oyulmuş evinde kadını ve henüz üç

Kaaya sıçrayarak kalktı. Ağzının kenarından akan

bahar görmüş oğlu ile yemek yiyordu. Günün

etin suyunu bile temizlemeden ’Gidelim’ dedi genç

avı olan büyük kaplumbağayı ateşin üzerinde

adama. Şimşek hızı ile çıkarken evinin girişine bu

ters çevirmişler kamayla daha tam pişmemiş

gün için çok önceden hazırlayıp bıraktığı mızrağını

eti didikleyerek parçalar kopartıp sanki hiç

almayı unutmadı.

doymayacakmış gibi ağızlarına atıyorlar, çiğnemeye

Atbizonları

bile vakit bırakmadan birbirleri ile yarışırmışçasına yeni parçaya saldırıyorlardı. İçeriye koşmaktan nefes nefese kalan Kök’ün girdiğini bile fark etmediler.

30

genelde

yemek

bulamadığı

yerlerde gezmezlerdi. Büyük sürüler halinde dolaşır, tundraya bir şeylerden paniklemiş halde girerlerse

Kaaya ve Kök gecenin içinde koşmaya başladılar. Soluksuz gecenin içinde tundranın otlak olarak kullandıkları uzun sazlıklı kısmına geldiklerinde daha yavaş ve daha sessiz ilerlemeye başladılar. Hala uzaktan davul sesleri geliyordu. En sessiz anı kollayıp bir atbizonunun üzerine atlayacaklardı. Hayvanlar ürkerse ne tarafa gidecekleri belli olmaz ve büyük ihtimal ezilirlerdi. Davullar bir an için sustu ve sazlıkta müthiş bir kıpırdanma, hareketlenme, telaş oldu. Kaaya ve Kök ilk gördükleri at bizonlarına atlamış, sıkı sıkıya yapışmışlardı. Hayvanların boyu Kaaya’dan da Kök’ten de çok çok uzundu. Biliyorlardı ki şimdi pek çok tundra sakini hayvanların boynuna asılmış ve gökyüzündeki ay ışığının gösterdiği yöne koşturacaklardı atbizonlarını. Kaaya hayvanın ozon yelelerine yapıştı, sıcak yazda göletler kurumasa birkaç yerde duraklayabilirdi hayvanlar ama çanağa kadar durmak isteyebilecekleri bir yer de yoktu. At bizonunun uzun yelelerine önce ayaklarını sonra da bileklerini bağladı. Yorulur, uyur kalırsa düşmemesi lazımdı. Mızrağını Düşerse sürünün değil, tek bir

hayvanın bile altında kalması demek bir daha nefes alamaması demekti. Ay ışığında başlayan uzun koşu günün ilk ışıklarına kadar sürdü. Tundra insanları tek tek bizonların tepesinde görünüyordu. Toplamda iki elin parmaklarını geçmeyen insanlar uzakta görünmeye başlayan çanağa doğru mızrakları ile dürtmeye başladı hayvanları. Hayvanlar üzerindeki binicilerini atmaya çalışıyor, bir taraftan da yönlendirildikleri çanağa doğru ilerliyorlardı. Çanaktaki suyun kokusunu alan hayvanlar daha bir hırsla ilerlemeye başladılar. Artık binicilerin fazladan bir çaba göstermesine gerek kalmamıştı. Çanağa girerken hayvanlar bellerine gelen bir basamaktan atlamak zorundaydılar. Her hangi bir hayvan burada panikler ve atlayamazsa hem hayvanlar hem de üstlerindeki insanlar için büyük bir tehlike vardı. Kaaya üzerindeki hayvana baktı, oldukça yaşlı bir hayvana binmişti. Sürünün en önünde değildi ama en arkada da değildi. Yaşlı hayvan soluk alış verişini gençler gibi ayarlayamıyor ve diğerlerinin arkadan kendisini ittirmemeleri, zorlamamaları için sürünün kenarından ilerlemeye, yavaşlamaya başlamıştı. Kaaya zaten mızrak tutan elini çözmüş diğeri ile hayvana tutunmaya çalışıyordu, hayvan yavaşlayınca da diğer elini ve ayaklarını çözdü. Hayvan çanağa girişindeki yüksek basamaktan atlamadan Kaaya kendini yere attı, yaşlı hayvan tam basamaktan aşağı atlayacakken bir anlık durakladı, arkasından gelen bir başka atbizonu hayvana arkadan hızla vurdu ve basamaktan aşağı düşen iki hayvan arkadan gelen atbizonlarının ayakları altında ezilerek can verdiler. Kaaya bu kötü manzarayı seyredecek kadar duraklamadı. Hemen basamaktan atladı ve suyun başına kadar hiç durmadan koştu. Kök daha genç bir atbizonuna bindiği için gölete kadar hayvanın üzerinde gitti. Kaaya hayvanların içtiği suyun içine yarı beline kadar girdi hem yıkandı hem de kana kana su içti. Atbizonlarının atladığı

31


basamakta epeyce hayvan ve iki avcı can vermişti. Çanağa hapsettikleri atbizonları kaçmasın diye hayvan leşlerini basamağın önünden çektiler. Avcılar topladıkları kuru dalları ve kütükleri yaktılar. Ateş iyice yükselince de hayvanları ateşin üzerine koyup uykuya daldılar. Çok uzun bir yolları vardı evlerine dönmeye. Uykunun en tatlı yerinde çanlar çalmaya başladı. Tempolu bir şekilde çalan çanlar az önce ölen iki avcıyı kutsal yolculuklarına yollayacak uluğların geldiğinin habercisiydi. Uluğlar kimin ne zaman öleceğini bilir ve ona kutsal törenini yapmak için bazen o ölmeden bile önce gelirlerdi. Üç ağlak ve bir çevgenden oluşan küçük guruplar çanağa doğru geldi. Uluğlar yürüdükçe peşlerinden sürü ile kargalar geliyordu. Gökyüzünde dolaşır, daireler çizer kötü kötü bağıran

32

kargalar. Üç ağlak kadın kapalı burka giymiş sadece gözleri görünüryordu. Gözleri doğuştan kör ve çoğunlukla da hiç gözü açılmamıştı bu ağlakların. Uluğ olmak için için doğmuş kadınlardı bunlar. Üç ağlağın önünde yaz kış hiç giysi giymeyen, belki de giysisi olmayan bir çocuk yürüyordu. Çocuğun elinde iki sıra halinde küçük çanlar sıralanmış bir çevgen vardı. Hiç tempoyu bozmadı çocuk ve uluğlar o çocuk çevgeni nereye doğru çalarsa hep peşinden gidiyordu. Çevgeninin çanlarını çala çala soktu kör uluğları çanağa. Atbizonları sanki çevgenin zillerini ve uluğların ağlamasını duymuyorlar, ürkmüyorlardı. Bu guruplara uluğ denmesi ulur gibi ağlamaları ve bedene son kutsal töreni yaparak uğurlamalarına, ululamalarınaydı. Kargalar gökyüzünde dağıldı ve civardaki kısa çalılara kondular. Çevgen çanlarını çalmayı bıraktı. Üç ağlak uluğ kadın iki ölüden birini aldı. Diğer ölü

beden için de çok uzaktan çalınan çevgenin çanları duyuluyordu. Ateşte pişen etlerin kokusu çanağı sardı sonra da tundraya doğru yayıldı. Çevgen sesine uyanan iki avcı ateşin başında oturmuş derisini yüzdükleri hayvanın etini kopartmaya, dişlemeye, parçalamaya çalışıyorlardı. Taze et salmamıştı daha kendini, kopmuyordu bedeninden. Uluğları seyretmeye başladılar. Çevgeni çalan çocuk etin başına gelmiş, avcıların kopartamadığı etleri parçalayıp parçalayıp yedi. Üç ağlak uluğ da ölen avcının bedenini soydu, ellerine aldıkları toprağı sürdüler ölü bedene. Civardaki en yüksek tepe birkaç metreyi geçmiyordu, o tepeye götürdüler. Elleri ölü bedende ağlamak mı, ulumak mı yoksa bir ilahi mi okuyorlar belli olmayan bir ses çıkartıyorlardı. Avcılar sesten o kadar tedirgin oldular ki bir an önce ateşteki etlerle midelerini doldurup geri dönmek için

can atıyorlardı. Diğer uluğ grubu da geldi. Onların da çevgeni susunca küçük çıplak çocuk koşarak etin başına geldi ve iyi pişmiş bir parça eti tek bir hamle ile koparttı. Gökyüzü iki uluğ grubunun kargalarının birlikte dönmelerinden kapkara kesmişti. Avcılar kendilerine birer tane sağlıklı atbizonu seçtiler. En iri hayvanlardan birini seçti Kaaya, ailesi uzun zaman doyuracak bir hayvan seçti. Belindeki kalın meşin kuşağı çıkartarak bağladı hayvanın güzünü. Böylece hayvan yolda ürkse ya da korksa bile kendi başına buyruk gidemeyecekti. Çanağın kesik kuru ağaçlarla kapatılmış kısmını açıp çıkarttılar hayvanları. Epeyce uzun bir yolları vardı ve yolculuk at bizonu sırtında bir günden fazla sürecekti. Uluğların ağlamaklı sesleri çanağı dolduruyor oradan da tundraya yayılıyordu. Biliyorlardı ki şimdi gidecekler, uluğlar da üç gün boyunca kutsayacaklardı avcıları.

33


Çanaktan uzaklaşırken kargalar hala havada daireler çiziyorlardı. İlerledikçe yol boyunca başka uluğlar gördüler. Sıra sıra uluğlar. Kimi çöl yönünden, kimi orman yönünden geliyorlardı ve hepsi de avcılarla aynı yönde ilerliyordu. Önlerindeki çevgenle tempo tutan çocuklar ve gökyüzünü saran kara karga sürüleri hep aynı yöne gidiyorlardı. Kök atbizonunu Kaaya’nın atbizonunun yanına getirdi. “Büyük bir katliam olmuş olmalı” dedi Kök. “yerleşim yerlerine doğru ilerliyorlar” dedi Kaaya. Bir anda panikledi Kaaya ve gözü kapalı hayvanın düşmemek için tutunduğu yelelerine asıldı, hayvan ne olduğunu anlamadan şaha kalktı ve Kaaya koca hayvanın üzerinde minicik kalmasına rağmen topukları ile hayvanı sert bir şekilde dürttü. Kaaya’nın üzerinde olduğu at bizonu hızla öne atıldı. Kök’de aynı şekilde dürttü üzerine bindiği hayvanı. Pek çok uluğ gurubunun yanından geçtiler. Öyle çoktular ki uluğlar hava mı karardı yoksa gökyüzünü kargalar mı kapladı anlayamadılar. Telaşlı yolculuk eve kadar sürdü. Yerleşim yerlerine yaklaştıklarında tüm avcılar atbizonlarını telaşla kendi evlerine doğru yönelttiler.

hıçkıra ağlıyordu. Sabaha karşı bir uluğ gurubu gelip kadınının ölüsünü aldı, evin arkasındaki tepeliğe götürdü. Çevgen çocuk çöken eve girmiş yiyecek bir şeyler arıyordu. Her tarafı karıştırdı sonra da Kaaya’nın yanına geldi, saçlarını okşadı. Kaaya kafasını kaldırdı, çocuğa baktı, cebinden çıkarttığı bir çeyrekliği verdi. Çevgen çocuk Kaaya’ya sarıldı. Uluğların uğultusundan hiç bir şey duyulmuyordu. Gökyüzü karga karasıydı ve kuşların çığlıkları tüm tundrayı sarmıştı. “Bundan sonra sen intikamcısın, dedi çocuk Kaaya’ya. Senin adın Afak.” Kaaya çocuğa baktı, gözyaşlarını sildi. “Ben Afak’ım, diye bağırdı kafasını gökyüzüne kaldırıp. Ben intikamcıyım”. Küçük çocuk Kök’ün yanına gitti, elini omzuna koydu. “Sen yardımcısın, dedi. Bundan sonra senin adın Reyl”. Kök kafasını gökteki kargalara çevirdi “Yedi tanrıya and olsun ki intikamımı alacağım. Koca yer yarılsa da, gökyüzü başıma yıldırımlar dolasa da alacağım. Sürekleri öldürmeden de ölmeyeceğim. Andolsun”. Çevgen Afak’ın yanına geldi ve kulağına fısıldadı, “Öldürmeden kendine gelemezsin, ölmeden sen olamazsın. Kendine çok güzel bir ölüm seç ve hayata geri dön” dedi.

Kaaya eve vardığında toprak içine oyulmuş evin çöktüğünü, yağmalandığını ve çok sevdiği kadınının ve çocuğunun öldürüldüğünü gördü. Karısı ve çocuğu tecavüze uğramış, gözleri oyulmuş, derisi yüzülmüştü. Kaaya bakamadı, ıslak gözlerini karanlık aya çevirdi. Çevgen sesleri iyice yaklaşmıştı. Ay ışığı kargaların arasından yol bulup da Kaaya’nın ıslak gözlerine ulaşamıyordu bile. Kök koşarak geldi. Gözleri yaşlı Kaaya’ya baktı. “Benim ihtiyarları da öldürmüşler, dedi. Tecavüz etmişler, gözlerini oymuşlar, derilerini yüzmüşler”. “Sürekler” dedi Kaaya. Başka da bir söz çıkmadı ağzından. Yutkunamıyordu bile. Çok sonra Kök Kaaya’yı onaylar gibi, sayıklar gibi “Sürekler” dedi. Kaaya alnını yere dayamış, ayaklarını karnına doğru çekmiş, ellerini kafasının iki yanına koymuş hıçkıra

Afak’ta Reyl’de yıkık evden daha terkedilmiş durumdaydılar. Ölü çocuk için de bir grup uluğ geldikten sonra at bizonlarına binip kendilerinden daha ıssız bir yer aramak ve güzel ölümler görmek ve güzel bir ölüm seçmek için yola düştüler.

Çizgi Roman Ön Okuma

DEADPOOL GÖZÜNÜ EN BÜYÜK HEDEFİNE DİKTİ: KENDİSİNE Deadpool Deadpool’u Öldürüyor Özgün Adı : Deadpool Kills Deadpool

Bora Öngürer Editör

Cullen Bunn Yazar

Ekin Can Seyhan Yayın Koordinatörü

Salva Espin Çizer

Berk Șentürk Grafik ve Uygulama

Cenk Könül Çevirmen

Ertan Ergil Yayın Yönetmeni

Deadpool Marvel Evreni’ni Öldürüyor ile başlayıp, Deadpool Edebiyat Kahramanlarını Öldürüyor ile devam eden Deadpool : Killogy serisinin son kitabı. Deadpool’un, içinde yaşadığı dünyanın bilincinde olan serseri mayın bir versiyonu, kendi kurgusal varlığı ile birlikte tüm gerçekliği, evrenin atalarını -tüm diğer Deadpoolları!-geberterek yok etmeye kalkıştığında, sonsuz sayıda gerçeklik saldırı altında kalıyor. Kızıl Komedyen’in her evrendeki farklı bir versiyonu, gerçekliğe karşı verilen kanlı mücadelede, tarafını seçmek zorunda kaldığında, ortaya çıkan sonuç Wade Wilsonların Dünyalar Savaşı oluyor! Bu beyin patlatan, mide çatlatan, gerçeklik zıplatan çokluevren eğlencesinde, Deadpool hayranları ellerini sallasa favori, rejenere,

dejenere kahramanlarının yepyeni manyakça bir versiyonuna çarpıyor! Deadpool’a bu macerada eski gözdeler, Köpekpool, Kellepool ve Altın Çağ Deadpool’un yanında yeni karakterler Pandapool, Arısakal Deadpool ve Dinozor Deadpool eşlik ediyor. Evet, bunlar bu kitapta yer alan karakterler. Deadpool Deadpool Öldürüyor #1-4 arası sayıları (yani tamamı!) bu ciltte toplanmıştır. Yazan CULLEN BUNN ve çizen SALVA ESPIN. 1. Baskı Temmuz 2015 - İstanbul ISBN : 978-605-9155-06-9 Sayfa Sayısı : 96 İç : 135 gr. 1. sınıf parlak kușe kağıt - iplik dikiș Kapak : 300 gr. 1. sınıf parlak kușe kağıt Fiyat : 25.00 TL

JbcYayincilik.com - info@JbcYayincilik.com - twitter.com/JbcYayincilik - facebook.com/JbcYayincilik - instagram.com/JbcYayincilik

34

35


36

37


38

39


40

41


42

43


44

45


Ceren ÇALICI

Film İnceleme

Sadece bu amaçlarla hareket ederek şiddete bağımlı hâle gelen Bronson, absürd ve bilinçsiz bir mahkûm.

Şiddet Bağımlısı BRONSON (2008)

1974 yılının İngiltere'sinde, henüz 19 yaşındayken bir postane soyarak 3 yıl hapis cezası alan ve hapisteyken “şiddete meyilli” hâlleri nedeniyle 30'u tecritte, 34 yıl hapis yatan, şiddet bağımlısı Michael Peterson'ın biyografisine dayanan Danimarkalı yönetmen Nicholas Winding Refn imzalı film, özellikle görüntüleri, müzikleri ve Tom Hardy'nin muhteşem oyunculuğu ile dikkat çekiyor. Hapse giren Michael Peterson, yarattığı alter egosu Charles Bronson ile şiddete meyilli hareketler sergiler, gardiyanlarla kapışır, uyumsuz davranışları

46

Bronson karakterine hayat veren Tom Hardy için de bir paragraf açmak lazım. Hardy, Bronson'un öfkesini de ne zaman, nasıl patlayacağı belli olmayan dengesizliğini de başarılı bir şekilde yansıtıyor. Bronson'un psikopatça tavırları, yer yer de sempatik hâlleri Hardy'de can buluyor.

“21. yüzyılın Otomatik Portakal'ı” gibi iddialı şekilde tanıtılan Bronson'un hikâyesi hem çarpıcı hem de eğlenceli. Tom Hardy'nin muhteşem performanısının yanında görüntüleriyle de göz dolduran film, kurgusu ve müzikleriyle de izleyicideki beğeniyi artırır. Çeşitli festivallerden ödülle dönen film, suç filmleri sevenleri tatmin edecektir. İyi seyirler...

yüzünden tekrar tekrar tecrite alınır ve Bronson, hücrelerini bir otel odasıymışçasına karşılar hep. Uzun uzun monologlara girer hücresinde. Şiddete başvurmak için hep bir bahanesi vardır. Yalnız Bronson'un bu şiddete meyilli hâllerinin bir rotası yoktur. Bir sistem eleştirisi, hayata bir başkaldırı, sorunlu bir geçmiş vb. hiçbir neden bulamayız Bronson'un böyle davranması için. Hatta geçmişine yaptığımız yolculukta ailesi tarafından sevilen, sıradan bir çocuk görürüz karşımızda. Bronson'un tek derdi vardır. O da ünlü olmak. Tanınmak, efsane hâline gelmek, birkaç nesil tarafından anılabilmek...

47


Öykü: Atilla BiİLGEN İllüstrasyon: Cihan Oğuz DEMİRCİ

Öykü

BİR KOYUNUN GÜNLÜĞÜ! Bir bayram günü dünyaya gelmişim. Annemin söylediğine göre acelem varmışçasına bir çırpıda doğuvermiş ve iki saat içinde de ayaklanmışım. Etrafın tenha olması önceleri çok garibime gitmişti. Koca çayırda; çocuklar, hamile, sakat ve yeni doğum yapmış olanlardan başka kimse yoktu. Kuşlar bile bize gözükmekten utanırcasına çok yükseklerden uçardı. Bu durumu sorgulamadım, zira çocuktum ve tek istediğim gönlümce koşup oynamaktı. Babamı hiç tanımadım. Ben doğmadan birkaç hafta önce gitmiş. Tıpkı diğer koyunlar gibi… Annemin anlattığına göre o ve arkadaşları; insanların kamyon dedikleri, kendi kendine yürüyen ve giderken arkasından dumanlar çıkartan büyük bir kümesle buradan ayrılmışlar. Nereye gittiğini söylememiş. Çünkü bilmiyorlarmış. İnsanlar onları kamyona yüklediklerinde, “Bari bu bayram iyi geçse de emeğimizin hakkını alsak.” diye konuşuyorlarmış. Annem bunu duyunca babamın bayrama gittiğini anlayıp rahatlamış. Öğrendiklerimi arkadaşlarıma anlattığımda bana bayramın ne olduğunu sordular. Bilmiyordum; ama annem rahatladığına göre iyi bir şey olmalıydı. O inançla “Bayram mı? Öyle güzel bir şeydir ki otlamaya doyamazsınız.” diye meeledim. “Çok güzel bir çimenlik olmalı.” dedi kuzuların en beyazı. Annesi ve babası bayram yerine gitmiş olan siyah kuzu ise “Madem o kadar güzel bir yere gittiler biz neden yanlarında götürmediler?” diye meeledi. Haklıydı. Bu yüzden meeleyemedim. Israrlı bakışlarını üzerimden ayırmayınca, “Küçüğüz diyedir. Büyünce kesin götürürler.” diye meeledim. Akşam olup da ağıla döndüğümde annemin yanına gidip bayramın nasıl bir çimen olduğunu sordum.

48

“Benim güzel kuzucuğum. Bayram yenilecek yemek değildir. Yılın belli günlerinde kutlanılan sevinç ve eğlence günüdür.” dedi. “Eğlence mi?” “Evet kuzucuğum.” “Ne yapıyorlar orada.” “Bilmiyorum kuzucuğum. Daha gitmek nasip olmadı. Ama herhalde gönüllerince gezip eğleniyorlardır.” “Bizi neden götürmediler anneciğim?” “Söyledim ya sana hamileydim. O halde yola nasıl çıkabilirdim?” “O zaman babam dönecek.” “Elbette kuzucuğum. Bayram ilelebet devam etmez ki.” “Yaşasın. Biliyor musun anneciğim, benim bayramım babamın döndüğü gün olacak.” Ama annem yanıldı. Kamyon geri döndüğünde içinde sadece iki sıska öküz, topal bir inek ve yürümekten bile aciz ihtiyar bir boğa vardı. Yorgunluktan uyuyakalmıştır diye saatlerce kamyonun başından ayrılmadım. Gece olup da karanlık bastırdığında annem yanıma geldi ve beni eve çağırdı. Öfkeyle “Babam nerede?” diye sordum. “Görmüyor musun? Koçların hiçbiri dönmedi. Demek ki liderleri kalalım dedi ve diğerleri de ona uydu”

1

49


“Bu ne demek şimdi?” “Büyüyünce öğreneceksin. Biz koyunlar sürüden ayrılamayız. Önde olan nereye giderse hepimiz onu takip ederiz. Belli ki yine aynı şey oldu.” “Ama… Ama… Babam biz çok sever asla bırakmaz diyordun.” “Öyle kuzucuğum. Elinden gelse bırakmazdı. Ama sonuçta bir koyun. Sürüden ayrılamadı besbelli.” O gün hayatımdaki ilk önemli kararı aldım. Büyüyünce asla sürünün peşine takılmayacaktım. Fırsat bulduğum her an soluğu geri dönenlerin yanında alıyor ve onlara babamı soruyordum. Otladıkları çimenlerden başlarını kaldırıp bana bakıyor ve “Tanımıyoruz.”diyorlardı. “Nasıl bilmezsiniz? Sizinle beraber gitmiş. Kapkara bir koçtu” diye ısrar ettiğimde, sessizce yanımdan ayrılıyorlardı. Koşarak hemen önlerine geçip, “Tamam inandım babamı tanımıyorsunuz. O zaman bari bayramı anlatın. Çok mu eğlenceliydi. Bu yüzden mi hiçbir koyun geri dönmeyip orada kaldı?” diye meeliyordum. Bunun üzerine ihtiyar boğa Sarıkız’a dönüp “Bak çocuk ne soruyor. Ne dersin bayram çok mu eğlenceliydi?” diye sorardı. Ama her seferinde sıska öküz araya girer ve “Ne demezsin. Eğlenmekten öldük.” derdi. Ondan sonra da ne kadar üstelersem üsteleyeyim, tek kelime etmezlerdi. Suskunlukları, bayramın bize anlatılandan çok farklı olduğunu hissettirirdi. Bu düşüncemi diğer koyunlara açtığımda “Saçmalama. Kötü bir şey olsa insanlar bizi hiç oraya götürüler mi?” diye meelerlerdi. “ “Peki ya insanlar kötüyse?” “İnsanlar mı?” “Evet.” “Kim sokuyor kafana böyle düşünceleri? Onlar bizim her şeyimiz. Baksana yatacağımız yerden otlanacağımız samana kadar her ihtiyacımızla ilgileniyorlar.” Haklıydılar. Kötü olsalar bizi beslemezlerdi. Üstelik sıkılmamızı önlemek için türlü zahmete girip bizi bayrama bile götürüyorlardı. Koyunlar orayı

50

çok beğenip geri dönmek istemeyince de, iyi kalpli olduklarından onları kıramıyorlardı. Eğlenceyi bize tercih ettiğine göre babam çok bencil olmalıydı. O günden sonra babamı hiç düşünmedim. Aylar geçtikçe kilo alıp güzelleşmeye başladım. Koyun olma yolunda hızla ilerliyordum. Boynuzları yeni yeni terleyen koç adayları şimdiden peşimden ayrılmaz olmuşlardı. Birlikte koşup oynarken çaktırmadan ön ayaklarını karnıma ve yan taraflarıma vuruyor, boyunlarını yukarı doğru büküp dillerini içeri dışarı hareket ettiriyorlardı. Benimle cilveleşmek istediklerini anlamama rağmen hiçbirine yüz vermiyordum. Zira gözüm Karakoç’taydı. Benden bir yaş büyüktü. Onun annesi de babası da bayramdan dönmemişti. Bu yüzden hep öfkeliydi. Birbirimizden hiç ayrılmaz saatlerce dertleşirdik. Sevgisini dile getirmese de benden hoşlandığından emindim. Öyle olmazsa, diğer koç adaylarını durup dururken boynuzlayıp yanımdan uzaklaştırmazdı ki… İnsanların konuşmalarından bayramın yaklaştığını hissediyorduk. İkimiz de gitmek için çok istekliydik; ama diğer koyunların aksine amacımız farklıydı. Bayram yerinde ailelerimizi bulup bizi yüzüstü bıraktıkları için hesap soracaktık. Bayrama götürüleceklerin belirleneceği gün çok heyecanlıydım. Annem ve Karakoç’un gideceği kesindi, ama küçük olduğum için durumum şüpheliydi. Beni seçmedikleri takdirde gizlice kamyona binmeyi kafama koymuştum. İnsanlar sırayla hepimizin kontrol etmeye başladılar. Elleriyle sırtımıza bastırıyor, kuyruk sokumlarımıza dek bakıyorlardı. Topal, hasta, hamile, zayıf olanlar anında eleniyordu. Tahmin ettiğim gibi bizimkileri hemen seçtiler; ama sıra bana geldiğinde kararsız kaldılar. Uzun boylu olanı, küçük olduğumu söylerken kısa ve şişman adam ise yaşıma göre hayli iri olduğumu iddia ediyordu. Onlar böyle konuşurlarken kalbim yerinden fırlayacakmışçasına atıyordu. Sonunda kısa boylu olan son noktayı koydu. “Götürüyoruz.” Bu sözü duymamla birlikte sevinçten çıldırmıştım. Nefesim tükenene kadar zıplayıp koştum. Yorgunluktan çimenlerin üzerine

yattığım sırada Karakoç yanıma geldi. “Bir an seni seçmeyecekler diye çok korktum.” dedi. “Neden?” diye meeledim şımarık bir edayla. “Şey… Biliyorsun… Seni çok… Şey işte…” “Ne?” “Seviyorum. Oh be sonunda söyledim işte.” Çifte mutluluğumuzu ihtiyar boğaya haber vermek için koşarak ahıra gittik. Uyuyordu. Uyanmasını bekleyecek kadar sabrımız olmadığından bağırarak meeeledik. Gürültümüz üzerine gözlerini açtı ve “Ne meeleyip duruyorsunuz?“ diye sordu. “Sana iki haberimiz birden var. Ama biri çoook güzel.” dedim. “Neymiş o çoook güzel olan?” Karakoç’la birbirimize baktık ve aynı anda tüm gücümüzle meeledik. “Biz birbirimizi seviyoruz.” Koca bir kahkaha patlattı ve “Bari ben ölmeden önce evlenin de, sayenizde son bir kez eğleneyim.” dedi. “Hele gidip gelelim ondan sonra.” dedi Karakoç. “Beni burada bir başıma bırakıp nereye gidiyorsunuz bakalım yaramazlar?” “İşte ikinci güzel haberimizde bu.” diye meeledim heyecanla. “Bayrama gidiyoruz.” dedi Karakoç. İhtiyar boğa bu sözlerimizi duyunca önce durakladı, ardından ani bir hareketle ayağa fırladı. Dudaklarındaki gülümsemeden eser kalmamıştı. Duyduğu öfkenin şiddetiyle burun delikleri büyümüş, yüzü kızarmıştı. Şaşkınlıkla Karakoç’a baktım. O da en az benim kadar afallamıştı. Karşımıza geçip gözlerini üzerimize dikti ve gürledi. “Bayrama mı? Neler saçmalıyorsunuz siz böyle?” Korkmuştuk. Titrek bir şekilde meleyerek “Ne oldu ki? “ diye sorduk. “Soru sormayı bırakın da bayrama gideceğinizi kim söyledi? Onu söyleyin bana.”

“Şey… Bu… Bugün insanlar seçti bizi.” dedim. “Tabi ya insanlar. Onlardan her şey beklenir. Ama siz çok küçüksünüz be evlatlarım. Daha çocuksunuz.” “Hiç bile. Tam iki yaşındayım.” dedi Karakoç. “Ben de dokuz aylık. Ama kemik yapım gelişmiş. Öyle dedi insanlar.” “Onlar menfaatleri için her şeyi derler. Gitmeyeceksiniz çocuklar. Gerekirse kaçın buralardan; ama gitmeyin. Bakın çocuklar bahsettikleri bayram bizim değil insanların bayramı. Ve o bayramda bizleri… Nasıl söyleyeceğimi bilmiyorum. Evet bizleri …” “Ne yapıyorlar bizleri?” diye sordu Karakoç. “Kesiyorlar.” “Kesiyorlar mı? Doğru olamaz bu. Yalan söylüyorsun.” “Keşke dediğin gibi olsaydı. Ama ne yazık ki doğru. Neden meeleyerek konuştuğunuzu hiç mi merak etmediniz?” “Hayır.” “Meelerken insanlara yalvarırsınız. Kesmeeee… Kesmeeee diye. Koyun hafızalı olduğunuzdan yıllar içinde bunu unuttunuz.” “Neden ama… Neden kesiyorlar bizi.” diye meeledim. “Tam olarak bilmiyorum. Duyduğuma göre Tanrılarına yaklaşmak, onun hoşnutluğunu kazanmak içinmiş. Sonra da sizi ihtiyacı olanlara dağıtıyorlar. ” “Canlıyken sütümüzden yünümüzden faydalanıyorlar. Ölü halimiz ne işlerine yarar ki?” diye sordu Karakoç. “Etinizi unuttunuz.” “Etimizi mi? Kim ne yapsın onu.” “Çok basit. Etinizi yiyorlar.” “Yiyorlar mı? Ama bu canavarlık. Dünyada yemyeşil çimenler, samanlar, yemişler varken kim et yemek ister ki?”

51


İbrahim BARUT “Her şey bitti” diye meeledim.

“İnsanlar.” “O zaman… O zaman… Bayrama giden tüm koyunlar öldürüldü mü?”diye meeledim. “Sadece koyunlar mı? İnekler, boğalar, danalar… Ben, ihtiyarım diye, Sarıkız, kamyondan atlarken ayağını kırdığından, öküz kardeşimde sıskalıktan paçayı kurtardı. “ Ne yapmalıyız?” diye sordu Karakoç.

Karakoç birden durdu. Sevgiyle bana baktı ve “Seni hep sevdim. Sevmeye de devam edeceğim. Şimdi git.” dedi. “Gideyim mi? Ya sen?” “İkimizin birden kurtulması olanaksız. Ben onları oyalarken kaçacaksın.” “Asla.”

“Kaçın çocuklar kaçın” “Nereye?” diye sordu Karakoç. “İnsanların olmadığı yerlere.” Ahırdan çıktığımızda titriyordum. Karakoç’a yanaştım ve “Korkuyorum.” dedim. “Bende, ama sonuna kadar mücadele etmeliyiz.” dedi. “Keşke korkularımız bulut olup rüzgârla kaybolsa.” diye meeledim. Bir akşamüstü çiftliğin avlusuna homurtular çıkartarak kamyon gelince sonumuzun yaklaştığını anladık. O gece Karakoç’un yanından hiç ayrılmadım. Sabaha kadar ne yapabileceğimiz tartışıp durduk. Gün ağardığında tek çaremizin kaçmak olduğuna karar vermiştik. Yakalansak bile en azından denemiş olacaktık. Hangi yöne gideceğimiz hakkında bilgimiz olmadığından bulutları takip etmeye karar verdik. Ağıla girip küçüklüğümden beri tuttuğum günlüğü yanıma aldım ve annemi usulca öpüp yola koyulduk. Saatlerce uçsuz bucaksız çayırlıkta yol aldık. Etrafta tek bir insanın bile olmaması umutlarımızı giderek artırıyordu. Ancak uzaklardan kamyonun homurtusunu duyunca moralimiz bozuldu. “Peşimize düşmüş olmalılar. Biraz hızlan hayatım.”dedi Karakoç. Can havliyle koşmaya başladık. Nefes nefese kalmamıza karşın homurtu her geçen dakika daha çok yaklaşıyor.

Boynuzlarıyla beni iteledi. Direndim. Yalvardı. Direndim. “Senin özel bir görevin var. Kurtulacak ve gerçeği herkese bıkıp usanmadan anlatacaksın. Bu yüzden ne olursun git.” dedi ve yanıtımı beklemeden gerisin geriye dönüp koştu. Ağlayarak oradan uzaklaştığımda insanlar Karakoç’un etrafını sarmış ellerindeki sopaları beline indiriyorlardı. Dağın eteklerine kadar hiç durmaksızın koştum. Ağaçların arasına vardığımda soluğum tükenmişti. O geceyi orada geçirip sabah erkenden yola koyuldum. Bulutlar beni bir dağ köyünün meydanına götürdü. Ne olduğunu anlamadan etrafımda onlarca insan birikti. “Tam da bayram üstü nereden çıktı bu koyun?” diye sordu birisi. “Fukaranın istediği yarım kilo kıyma Allah bize verdi koca bir koyun.” dedi diğeri.

Fantastik Şiir

BİR VAMPİR’İN AŞK ŞARKISI

(Love Song For A Vampire cover) yıldızların kaybolurken parlaklıkları camlarda perdeler ağır ağır çekilir düşerken dolunay ufuklara doğru gölgem, rüyaların üzerinde gezinir sana eğilen başım havada asılır kararsızlık, heyecan… hâlâ üzerimde uyandığında kum taneleri kalır gün doğarken, kaybolan solmuş izlerimde.

Boynuma bağladıkları iple beni ağaca bağladılar. Bir hafta boyunca orada tutuldum. Günün birinde bir koyun onu bulur ve gerçekleri öğrenir umuduyla günlüğümü toprağa gömdüm. Bir sabah ellerimi ayaklarımı bağlayıp gözlerimi tülbentle kapattılar. Bir elin boynumun üzerinde dolandığını hissetim ve…

“Gördüm. Oradalar.” diye bağırdı insanlar. “Hızlanalım” dedi Karakoç “Bittim artık.” diye meeledim. “Yetiştik artık. Kamyonu yakalayalım.” dedi insanlar.

52

durdur

da

53


Kaya ÖZKARACALAR

Çizgi Roman İnceleme

TÜRKİYE’DE YAYINLANAN İLK RED KİT DERGİSİ Belçikalı çizgiromancı Morris’in 1946’da yarattığı yarı-mizahi western çizgiromanı ‘Lucky Luke’ Türkiye’de ilk kez 1956’da mizah dergisi Dolmuş’ta ‘Laki-Lak’ adıyla (1), aynı yıl Spirou dergisinde yayınlanmakta olan ‘Alerte aux pieds bleus’ serüveninin ‘Mavi Ayaklılar Peşinde’ başlıklı Türkçe çevirisiyle yayınlanmış ancak “Red Kit” adına ve asıl popülerliğine 1959’de Adnan Şakrak’ın Bilgi Yayınları adına çıkarmaya başladığı süreli yayınlardaki telifsiz, kopya çizimli edisyonlarla kavuşmuştu. Red Kit, o tarihten günümüze dek ülkemizde, ya kendi adını taşıyan telifsiz dergiler, ya başka dergi veya gazeteler içindeki yayınları ya da albüm formatında, neredeyse kesintisiz bir yayın yaşamına kavuşarak ülkemizde en tanınan, en sevilen, en tutulan çizgiromanlar arasında yeralacaktı. 1962’den itibaren Red Kit’in kopya edisyonlarında imzası görülen kaligraf Ferdi Sayışman’ın ölümünün ardından Sayışman’ın kopya Red Kit çalışmaları hakkında Gölge’nin bu yılki Haziran sayısında yayınlanan yazımın giriş bölümünde Bilgi Yayınları’nın ilk Red Kit sayısını bizzat inceleme olanağı bulamamış olduğumu kaydetmiştim. Geçen zaman zarfında bu fırsatı yakaladım ve böylece Türkiye’deki ilk Red Kit dergisi hakkında bir yazı yazmak artık olanaklı ve elzem oldu. Bilgi Yayınları’nın ilk Red Kit serisi kimi koleksiyoncuların sandığının aksine 1959’da 75 kuruş fiyatıyla başlayan seri değildir, o serinin öncülü olarak, önceki yazımda da belirttiğim üzere, 12 sayılık bir seri daha çıkmıştı. Bilgi Yayınları’nın 54

çıkardığı bu ilk süreli yayının ilk sayısı 14 Mayıs 1959 tarihini taşıyor. Her bir sayısı 60 kuruş fiyatını taşıyan bu seri aslında düpedüz 32’şer sayfalık standart çizgi roman dergisi formatında olsa da gerek ön kapağında, gerekse künyesinde “kitap” ibaresini taşıyor ve “1. Kitap” vd şeklinde numaralandırılmış.

Üstelik ilk sayılarda –“kitaplarda”- ön kapakta Red Kit başlığı kullanılmayıp yalnızca o sayıdaki episodun başlığına yer verilmiş. İlk sayının başlığı ise Kanunsuz Kasaba ve Red Kit’in kumarbaz Pat Poker’le mücadele ettiği serüvenin ilk bölümünü içeriyor, ilk sayfadaki ilk karenin içinde ise ‘Kanunsuz Kasaba’ başlığının üstünde aşina olduğumuz “Red Kit” logosuna da yer verilmiş. “Red Kit” adı nereden geliyor? Bu noktada Türkçe’de Lucky Luke’a neden ve nasıl “Red Kit” adının verildiğini açıklayabiliriz. Bu konuda sıkça yinelenen bir iddia, 2005’te Hürriyet gazetesinde yayınlanmış bir Ferdi Sayışman söyleşisinden hareketle, bu ismi Sayışman’ın “Red Rider” ve “Bil Kit” çizgiromanlarının başlıklarını sentezleyerek kendisinin ürettiğidir. Oysa Gölge’de Sayışman hakkındaki yazımda vurguladığım üzere Sayışman’ın imzasına Red Kit yayınlarında ancak 1962’den itibaren rastlıyoruz. İşin aslı “Red Kit” isminin, Bilgi Yayınları’nda kopya çizimli edisyonu yayınlanan ilk serüven Lucky Luke contre Pat Poker’in ilk episodunun orjinal başlığı olan ‘Nettoyage a Red-City’’deki “Red-City” isminden türetilmiş olduğudur. Bu o kadar barizdir ki serüvenin Fransızca orjinal edisyonunun ilk karesinde yeralan bu ilk episod başlığının tipografisi Türkiye’de 1959’dan itibaren yayınlanmış tüm telifsiz Red Kit dergilerinin logosunda kullanılarak kalıcılaşacak olan Red Kit logosunun tipografisinin neredeyse aynısıdır: orjinal albümdeki ‘Nettoyage a Red-City’ episod başlığındaki “Red” sözcüğündeki tipografi –harflerin ardındaki gölgeli alanların silinmesi dışında- korunmuş, “City” sözcüğündeki tipografi ise Türkçe’ye adapte edilecek şekilde rötüşlanarak aktarılmıştır. Nitekim Adnan Şakrak’la 1984’te Gelişim TV dergisinde (2) yayınlanan söyleşide de bizzat Şakrak’ın Red Kit isminin nasıl türettildiğini, aradan 25 yıl geçmiş olmanın getirdiği kısmi bir yanlış anımsama payıyla birlikte, aktarımı yukarıdaki saptamamı destekler ve takviye eder nitelikte: Şakrak bu söyleşide “elime geçen ilk maceranın adı Red Soil idi, Red sözcüğünü buradan alarak Red Kit adını oluşturdum” demektedir. Şakrak

“Kit” sözcüğünü ise Kansas Kit ve Kit Karson adlı çizgiroman karakterlerinin adlarından esinlenerek kullandığını aktarmaktadır ki gerçekten de 1959’da Bilgi Yayınları’nın Red Kit’i yayınlamaya başladığı döneme baktığımızda ilk Red Kit sayısı çıkmadan yalnızca birkaç hafta önce Kansas Kid adlı bir çizgiroman dergisinin piyasaya çıkmış olduğunu ve bu derginin ilk sayılarında ‘Kit Carson’ adlı bir başka yayının anonsunun yeraldığını (3) görüyoruz!, ayrıca birkaç yıl önce de Kit Karson adlı bir dergi yayınlanmış. İlk Red Kit dergisini hazırlayanlar Şakrak yukarıdan anılan söyleşide ilk Red Kit sayılarına kaynaklık eden Lucky Luke albümünü Beyazıt’taki Saray kitabevinden satın aldığını söyler. Bilgi Yayınları’nın ilk Red Kit serisinin ilk sayısı olan

55


Kanunsuz Kasaba’nın ön kapak ilüstrasyonu olarak Lucky Luke contre Pat Poker albümünün Morris imzalı kapak ilüstrasyonun “BORA” imzalı renkli kopyası kullanılmış, ilk sayının arka kapağındaki künyede ise “Hazırlayanlar” olarak, sırasıyla, Fuat Yılmaz, Şermin Gören ve “B.O.R.A” isimleri yeralıyor. Fuat Yılmaz dönemin çizgi roman piyasasındaki bilinen kopyacıçizerlerdendir, Şermin Gören hakkında ise ressam Celal Gören’in yakın akrabası, muhtemelen kardeşi olduğu dışında bir bilgiye henüz ulaşamadım. Kapakta da imzası olan B.O.R.A ise daha gizem. Gerek 1956-57’de Nihat Özcan’ın çıkardığı çizgiroman dergilerinin pek çoğunun kapaklarında “YILMAZ BORA” imzasının yeralmasından, gerekse de Fuat Yılmaz’ın 1963’te yayıncılığa giriştiğinde kurduğu yayınevinin adının Bora oluşundan B.O.R.A’nın Fuat Yılmaz’ın takma ismi olduğu düşünülebilr ancak yukarıda da kaydettiğim üzere Bilgi Yayınları’nın ilk Red Kit yayının künyesinde hazırlayanlar olarak Fuat Yılmaz ve B.O.R.A isimleri aynı satırda ayrı ayrı yazılmışlar. Üstelik Nihat Özcan’ın 1956-57’deki dergilerinin çoğunun kapağında “YILMAZ BORA” imzası yeralmakla birlikte örneğin Pinokyo’nun kapaklarında yalnızca “YILMAZ” imzası yeralıyor, ilk sayfanın ilk karesinde ise “B.O.R.A takdim eder” ibaresi yeralıyor, dolayısıyla ilk bakışta “YILMAZ BORA” olarak görülen imzanın da aslında “YILMAZ” ve “BORA” şeklinde iki ayrı imzanın yanyana kullanılmasından ibaret olduğunu düşünmek için yeterli sebep var. Vakvak Kardeş dergilerinin en az bir sayısındaki bir çizgiromanın son karesindeki “BORA Atölyesi” ibareli imza ise B.O.R.A’nın kolektif bir imza olduğunu ortaya koyuyor. Bu atölyenin kimlerden oluştuğunu tespit etmek bugüne dek olanaklı olmadı, bu konuda bir bilgisi olan varsa ve bu bilgisini paylaşırsa seviniriz. Bilgi Yayınları’nın 12 sayılık –“kitaplık”- ilk Red Kit serisinin inceleyebildiğim sayılarının hepsinin kapaklarında “BORA” imzası yeralıyor, son sayılarda ise künyeden Fuat Yılmaz ve Şermin Gören’in adları çıkarılarak yalnızca “hazırlayan: B.O.R.A” ibaresi yeralıyor. İlk Red Kit serisinin devamındaki seriler Karakterin adının “Pot Poker” olarak

56

Türkçe’ye aktarıldığı kumarbazlı serüvenin ardından Daltonlar’ın yeraldığı bir serüven ve ‘Örümcek Ayak’ serüveninin de yayınlandığı 12 sayılık ilk serinin son sayılarında “Red Kit” logosu artık ön kapakta da kullanılmaya başlanıyor. 11’inci sayıda –“kitapta”- ‘Sahte Doktor’ serüveni yayınlanmaya başlanmasına karşın bu serüven 12’nci sayıda tamamlanamadan son sayfada Red Kit’in fiyatının artık 75 kuruşa çıkarılacağı ve bu yeni fiyatla “sayı 1” olarak yayınlanmaya başlanacağı duyuruluyor. Bu arada son iki sayının arka kapaklarında duyurusu yapılan 2.5 liralık Red Kitin Maceraları’nın ise geçmiş sayıların üçerli veya dörderli olarak yayınevi cildiyle piyasaya tekrar sürümü olduğuna kesin gözüyle bakabiliriz.

12 sayılık ilk serinin sona erdirilmesinin hemen ardından 75 kuruş fiyatla başlayan ikinci seride kapaklarda artık “Hayri” imzası yeralmaya başlar ve künyede “resim işleri: Hayri Önder” ibaresi yeralır, ayrıca müdür sıfatıyla Sabahattin Yılmaz’ın adı künyeye eklenir. Bu seri, 1960’ın ilk aylarına dek sürecek ancak bir müddet sonra sayfa sayısının yarı yarıya azaltılmasıyla fiyat 50 kuruşa düşürülecekti. Bütün bu fiyat ayarlamaları, Bilgi Yayınları’nın ilk Red Kit serilerinin satışlarının maliyeti tam karşılayamamakta olduğu izlenimini yaratıyor. Bu arada Bilgi Yayınları’nın 1959’da Red Kit ve Sipru’nun ardından çıkarmaya başladığı üçüncü dergi olan karma içerikli Binbir Macera’da da Tif ve Tontu’nun yanısıra Red Kit’in bir serüvenine yer verildiğini kaydededelim. Ancak Binbir Macera’nın bu ilk serisi uzun ömürlü olmayacak ve o dergide yarım kalan ‘Red Kit Daltonların Oğullarına Karşı’, yaklaşık iki ay sonra Red Kit’in 25’inci sayısında kaldığı yerden devam ettirilerek tamamlanabilecekti. Öte yandan bu ikinci Red Kit serisinin geçmiş sayıları da Red Kitin Maceraları başlığı altında yayınevi ciltleri altında tekrar piyasaya sürülecekti. Bu cilt serisinin cilt numaraları ise kesintisiz devam eder, yani ikinci haftalık serinin ilk sayılarının Red Kitin Maceraları cilt 4’ten itibaren piyasaya tekrar sürüldüğü anlaşılıyor. Tespit edebildiğim kadarıyla Red Kitin Maceraları başlığıyla toplam dokuz cilt çıkmıştır, 9’uncu ciltteki son sayı 28’dir. Bilgi Yayınları’nın üçüncü Red Kit serisi ise 1961-62 yılları arasında 75 kuruş fiyatla ve tekrar 32 sayfalık standart formatta yayınlanmıştır. Bu seride yeni serüvenlerin yanısıra daha önceki serilerde yayınlanmış serüvenlerin tekrarları da yeralmış ve önceki serilerden farklı olarak genellikle serüvenlerin üçer sayıda toplanmasına çalışılmış, yani standart uzunlukta bir serüven bittiğinde hemen o sayıda bir sonraki standart uzunluktaki serüvene başlanmak yerine son sayfalarda genellikle Spirou menşelili kısa çizgiromanlara dolgu olarak yer verilmesi uygulamasına ilk olarak bu seride başvurulmuştur. Dolayısıyla bu serinin ciltleri cilt ön kapaklarında “Tam Macera” ibaresiyle piyasaya sürülecekti. Red Kit serüvenleri sona erdikten sonra ise haftalık seri bir süre ön kapakta Red Kit logosuna küçük olarak

yer vererek Tom ve Ceri özel sayıları şeklinde yayınını sürdürmüştür. 1962 yılında Karaca Yayınevi, Lucky Luke’un Türkiye’de yayın hakkını yurtdışından alıp kendilerinin çıkardığı karma çizgiroman dergisi Arkadaş’ta yine Red Kit başlığı altında yayınlamaya başlayacak ve Adnan Şakrak’ı telifsiz yayınlarından dolayı dava edecekti. Bu arada aynı yıl içinde yine telifsiz, kopya çizimli yeni bir Red Kit serisi, yeni serüvenlerin yanısıra Bilgi Yayınları’nın Red Kit dergilerinde yayınlanmış serüvenlerin tekrarlarına da yer vererek, Yurdagül Yayınları adına piyasaya çıkmaya başlayacaktı. Yener Çakmak’ın verdiği bilgiye göre Sait Yurdagül, Adnan Şakrak’ın bir çalışanıymış; bu durumda Yurdagül Yayınları’nın Şakrak’a karşı açılan dava karşısında bir çeşit “truva atı” olarak işlev görmüş olabileceği, en azından başlangıçta bu saikle devreye sokulduğu ihtimali akla geliyor. Öte yandan Yurdagül Yayınları’nın Red Kit serisine paralel biçimde Bilgi Yayınları adına da bir Red Kit serisinin daha yayınlanmış olması bu karmaşık sürecin içinden çıkmayı zorlaştırıyor. Elimde 1963 yılından numuneler olan ve o sayılardaki numaralandırma/tarihlendirmeden hareketle geriye dönük hesaplandığında 1962 yılında başlamış olması gereken bu serinin önceki Bilgi Yayınları Red Kit serilerinden farkı Bilgi Yayınları logosuna fasikül kapaklarında yer verilmemesi (ancak son sayfalardaki künyesi Bilgi Yayınları ismi dahil önceki seriyle aynı, cilt ön kapaklarında da Bilgi Yayınları logosu yeralıyor). Yurdagül’ün Red Kit serileri takriben 1964’e dek sürecek, 1965’te ise Adnan Şakrak’ın eşi olduğunu yine Yener Çakmak’tan öğrendiğimiz Bilge Şakrak’ın sahipliğinde yeni ve yine telifsiz, kopya çizimli Red Kit serileri piyasaya çıkmaya başlayacaktı. Notlar: (1) Haluk Yücesoy’un paylaşımına istinaden (2) Bu söyleşiyi benimle paylaşan Suzan Dilek Yılmaz’a teşekkürler (3) Haluk Yücesoy’un paylaşımına istinaden

57


Röportaj: Ahmet YÜKSEL

Röportaj

Varol GÖKDAMAR Gölge e-Dergi olarak 8 güzel seneyi bitirdik. Aramızda sevdiğimiz dostlarımız, yol arkadaşlarımızla neşe ve eğlence ile ve bazen telaşla her ayın birinde masa üstünüze koyduk dergiyi. Biz bu yolda ilerlerken çok iyi dostlarımız oldu, bizim altına girdiğimiz taşa omuz verip destek olanlar. Bu sayıda bu arkadaşlarımızın en önemlilerinden biri ile; Gölgeye kapak çizen, çizgi romanlar yapan Varol Gökdamar ile “içimizden biri” röportajı yaptık.

Ahmet Yüksel: Çizer Varol Gökdamar kimdir? Nasıl bir eğitim aldı, ne zaman çizmeye başladı? Varol Gökdamar :1967 İzmir doğumlu, anne Aydın yerlisi, baba tarafı Kırım Tatar göçmeni, vatanını seven, Atatürkçü, kendi hâlinde biri. İlkokul mezunu, 1980 yılında 3. ve son ameliyatından sonra yaşamını tekerlekli sandalyede devam ettiren bir omurilik felçlisi... İlkokulda da resmim iyiydi. Engelli hayatım başlayınca vakit geçirmek maksadıyla çiziktirmeye başladım. 1985'te bir tanıdığımın desteği ile yağlı boyaya geçtim. Ara ara çizgi roman karalamalarım oluyordu. 10-11, yaşlarında ve ameliyatıma kadar, bayiden çizgi roman alır okurdum. Zagor’un hayranıydım. Teks, Kızılmaske, Mister No, Zembla, Kaptan Swing, Çelik Blek

58

okurdum. 12-13 yaşlarında 1 yıl boyunca yeni çıkan ilk tanıdığım süper kahraman Süpermen’in hastası oldum. Dayım Tarkan biriktirirdi, evine gidince hepsini karıştırır ve resimleri taklit etmeye çalışırdım. '92 sonlarına kadar pek aktif hayatım olmadı, '92 Ekim'inde Engelliler Derneği'mizin el sanatları kurslarına katılmaya başladım, sosyalleşmem bu ortamda başladı. Bana özel masa ayrıldı ve İzmir Fuarı'na dernek ile birlikte sergi açmak için yağlı boya, manzara ve portre hazırladım. Gönüllü bir bayanın sayesinde ilk yağlı boya sürrealist çalışmalarımı 10 - 16 Mayıs 2000 yılında Engelliler Haftası etkinliği olarak, Alsancak TÖMER salonunda donemin valisi sayın Kutlu Aktaş'ın katılımıyla sergiledim. 2001 Fuar İzmir Sanat'ta Büyükşehir Belediye Başkanı rahmetli sayın Ahmet Piriştina, Karşıyaka Belediye Başkanı

59


Şebnem Tabak ve birkaç bakanın (Özür diliyorum, isimler verilmemişti.) katılımıyla gerçekleştirdim. Üçüncü sergimi İzmirliler Derneği sponsorluğunda Alsancak’ta bir resim galerisinde gerçekleştirdim.. 2005'e kadar 15 civarında İzmir içinde karma sergilere davet edildim. 2005'te atölyeyi kapattıktan sonra tamamen çizgi romana döndüm. Özel bir şirketin park projelerini çizdim. 2003-2005 yıllarında özel bir yayınevinin 20-22 adet klasik romanlarına iç sayfa ve kapak çalışmalarım oldu. Kara kalem portre çizerim. Bir amatör grup için oyun konept çizimlerim ve tasarımlarım da oldu. Kafamda bir sürü senaryo var ama yazmayı sevmiyorum, çizmek daha cazip. Şimdiye kadar pek değerlendiremedim. Genelde olumlu tepkiler alıyorum. Ahmet Yüksel: Peki, Gölge ile nasıl tanıştın? Gölge hakkında ne düşünüyorsun? Varol Gökdamar: Gölge ile tanışmam bir çizer arkadaşın tavsiyesi ile oldu. İçeriği çok iyi, sadece çizgi roman ile değil, kısa hikâyeler, çizgi romandan türeyen sinema filmleriyle ilgili haber, yorum, inceleme yazıları olması, yazar-çizer söyleşilerinin olması, taze ve amatör çizerlere -ki bu çok güzel ve önemli- şans vermesi harika. Gençlerin heveslendirilmesi, sayfalarda şans verilmesi çok önemli. Bu sanat dalının ilerlemesi gerekir. Gölge bu imkânı veriyor. Ahmet Yüksel: Size yağlı boya resim yaparken İzmirli Dali diyorlarmış. Neden Dali? Varol Gökdamar: Çalışmalarım Dali’nin çalışmalarına çok benzemiyordu. Aslında ben pek bağ kuramadım. Tarz olarak aynı sürrealist çalışmalar, Dali de belirgin bir cinsellik var hatta uç noktalarda. Benim çalışmalarım duygusal bir tema üzerine, aşk ve ayrılık... Kaçınılmaz sonlar... Her güzel şey bir gün biter, kimi başlamadan... Ahmet Yüksel: Siz Deligücük Alacakaranlık zamanlar albümünde de çizer olarak yer aldınız. Başka basılı çizgi romanınız var mı? Varol Gökdamar: Evet orda iki çalışmam yayınlandı, çok heyecanlıydı ve zevkli... Bitirdiğim

60

Yörük Ali Efe’nin çalışması var. Atatürk’ün hayatına başlamıştım, ilkokul için olacaktı ama işveren vazgeçince yaklaşık 80 kusur sayfada yarım kaldı. Ahmet Yüksel : Bir çizgi roman sanatçısı olarak Türkiye’de çizgi romana verilen değeri nasıl görüyorsunuz? Okuru ve yayıncıları nasıl değerlendiriyorsunuz? Çizgi romanın bir sektör olarak gelişebilmesi için neler yapılmalı? Varol Gökdamar : Toplum olarak genel kültür seviyemiz belli, ne yazık ki bundan 20-30 sene önce insanımız daha kültürüydü. Okuyor, düşünüyor, yargılayabiliyorduk. Çizgi roman kitaplarımızı değiş tokuş yapardık. Bir depo vardı mesela, on tane eski kitap veriyor yerine üç tane okumadığımız bölümleri alıyorduk. Çizgi roman harici roman da okurduk arkadaş grubuyla, sırayla 10 sayfa mesela. Okuyan yok artık. Çizgi roman biz heveslilerin sayesinde gündemde sanırım. Çizgi romanın bir destekçisi de çizgi filmler olmalı ve onların kitapları çıkarsa okuyucuyu kitaba çocuk yaşta çekeriz sanırım. Çizgi film animasyon sektörü de daha emekliyor

61


bence. Yeterli önem verilmiyor. TRT bir çaba sarf ediyor... İşi bilen ve severek yapanlara verilmeli ve desteklenmeli. Reklam, promosyon önemli. Ahmet Yüksel: Gölge'de Kagan çizgi romanınızı sürdürüyorsunuz uzun zamandır. Kagan'ın konusu ne? Sadece bir macera mı yoksa okur olarak alt metinler arayacağımız bir distopya mı? Varol Gökdamar: Kagan sizin sayenizde doğdu Ahmet Bey... Hatırlarsanız şöyle demiştiniz: Sizin kahramanınız kim? En fazla beş sayfa yazın, çizin, yollayın, biz de yayınlayalım. Herkes kendi kahramanını tasarlasın, yollayın, yayınlayalım. Conan gelecekte olsaydı nasıl biri olurdu diye düşündüm ve bilimkurgu hikâyem böyle başladı. Conan Kagan oldu. Tabii Türk karakteri, içinde barbarlık olsa da insani duyguları ağır basıyor, kendine göre bir ahlak anlayışı var. Yaşadığı çağda dünya mahvolmuş, yasalar her yere ulaşamıyor. Büyük şehirler yaşanılası yerler ve koruma altında. Onun dışındaki yaşam alanları kanunsuz... Kagan bu ortamda hayatta kalma mücadelesinde, bu yüzden yerine göre kiralık katil, paralı asker, iz sürücü veya milli duyguları kabarınca vahşi bölgelerde kanun için bile savaşıyor. Burçin kötü bir rastlantı sonucu yanında kaldı, arkadaşı robot, Doktor lakaplı bir android. Kendini geliştiren, kişilikli, doğa hayranı, insanlık için çalışan bir makine. Ama Kagan ona bir insandan daha çok güvenir.. Ahmet Yüksel : Gölge 8 seneyi bitirdi. Siz de Gölge ailesinden biri olarak okuyuculara, sizi takip edenlere bir şeyler söylemek ister misiniz? Varol Gökdamar: Aktif olmalarını dilerim, yani sadece sessiz bir okuyucu, takipçi olarak kalmasınlar. TV'den uzak durup okusunlar, ne olursa... Sanatı ve sanatçıyı desteklesinler. Dergiler, kitaplar bekliyor.. Takipçilerimi, sevenleri ve siz imkân veren dostlarımızı saygıyla selamlıyorum. Ahmet Yüksel: Biz de hem Gölge’ye geçen emeğiniz hem de bu güzel röportaj için teşekkür ediyoruz.

62

63


Öykü: Ceren ÇALICI

Öykü

Roman Tanıtım

Tembel Yazar’ın Öykü Sancısı Bir öykü mü yazayım? Olur, yazayım. Neyle ilgili olsun? Bir balıkçı! Vallahi de harika fikir! Denize çıksın, tuzlu su, iyot, yosunlar, balık avı... Tamam tamam, olur bu. “Her gün, gün daha ağarmadan düşerdi yola. Eski teknesiyle, ağlarıyla haşır neşir, balık kovalardı. Av yasağı kalktığından beri tuttuğu balıktan pek bir şey kazanamamıştı Remzi Amca ama her gün umutla ağlara asılmaya devam ediyordu. Bir balıkçıydı o, denizden umudunu kesmezdi.” Biraz daha yazarsam Hemingway'in “Yaşlı Adam ve Deniz”ine bağlayacakmış gibi hissediyorum. Hem ben ne anlarım ki denizcilikten, balıkçıların yaşamından! Olmaz böyle öykü. Bildiği şeyi yazmalı bence insan. Başka bir şey bulmalıyım.

64

Kamil MURAT

GOTİK ADA

O kadar X Files izlemiş insanım, herhâlde bir yerlere varabilirim buradan yola çıkarak. Ya da şöyle olsa: Balıkçı Remzi Amca, balığa çıkar ve bir daha dönmez. Bir zaman sonra lüks bir sitenin havuzunda ölü bedeni bulunur. Remzi Amca'nın zaman yolculuğu yaptığı bilinen ilk kişi olduğu ortaya çıkar. Bu nasıl? Olur değil mi? Tamam yazayım ben bunu. “Her gün, gün daha ağarmadan düşerdi yola. Eski teknesiyle, ağlarıyla haşır neşir, balık kovalardı. Av yasağı kalktığından beri tuttuğu balıktan pek bir şey kazanamamıştı Remzi Amca ama her gün umutla ağlara asılmaya devam ediyordu. Bir balıkçıydı o, denizden umudunu kesmezdi.

Bir kedinin gözünden bir evde olup bitenleri yazayım, olmaz mı öyle? Tabii “bir kedi” benim Şarlo'm, “bir ev” de bizim ev olur, ama olur bence. Bir olay yaratırız sitede. Mesela tanımadığımız biri havuz da ölü bulunur. Ayy çok yaratıcı (!) oldu bu da. Düşünürken sıkıldım. Hem de Şarlo'yu öykü kahramanı yapmak istemiyorum sanırım. Bunun mantıklı bir açıklaması gelmiyor şu an aklıma.

Bir gün balığa çıktı ve bir daha dönmedi. Çok bekledi ardında bıraktıkları. Evi, ailesi, çocukları, arkadaşları... Hep denizden çıkıp geliverecekmiş gibi geliyordu herkese başlarda. Ama Remzi Amca'nın gidişinden iki yıl sonra yolunu gözleyenlerin sayısı epey azalmıştı ki tanıyan tanımayan herkesi şaşkına çeviren bir haber geldi: Remzi Amca bulunmuştu. 550 kilometre uzaktaki Akay Residence'ın havuzunda ölü olarak...”

Olağanüstü olayların falan yaşandığı bir öykü yazsam. Dünyanın değişik yerlerinden insanlar ortadan kaybolsalar, tekrar ortaya çıktıklarında zaman makinesiyle yolculuk yaptıklarını söyleseler...

Müsait bir zamanda tamamlayayım ben bunu. Bu da çok uzayacak gibi. Daha Remzi Amca'nın geçmişi, dedektifler, bilim adamları derken roman olur bundan. Tabii ya, roman yazayım ben.

Coup d'etat - Kudeta Gotik Ada Kudeta, Cüneyt Arcayürek'in 1980'lerde yazdığı, hayali bir ülkede geçen, aslında Türkiye gerçeklerini anlattığı kitaptır, Fransızca darbe anlamına gelen “Coup d'etat” nın Türkçe okunuşudur. Kudeta (Büyüklere Masallar) kitabı önce Cumhuriyet gazetesinde yazı dizisi olarak yayınlanmıştır. 12 Eylül darbesinden sonra açıkça muhalefet edilemeyen yönetime, kitapla hayali bir ülke ve hayali bir darbe kurgusu üzerinden göndermeler yapılmıştır.

Kafka’nın Josef K.sı gibi Gotik Ada romanındaki Yakut M. saymakla bitmeyen korku imparatorluğu dönemleri kurbanlarından birkaçı. Anlamlandırmakta güçlük çektikleri bir dünyada, kendi hallerinde yaşamalarına izin verilmeyen, adını kimsenin anmadığı yitik insancıklar. Daha iyi bir dünya için yola çıkan ama zamanla kendileri de işin içinden çıkamayan düşünce sistemlerinin ve onların uzantısı zorba otoritelerin kurbanları.

Ayrı fikirde olmanın bile kabul edilmediği, yetmiş iki millet bir mahallede yaşamış insanımızın bir türlü sindiremediği ötekileştirme kafasının hüküm sürdüğü yakın dönem ise Gotik Ada romanıyla irdelenmiştir.

Farklı olandan ödü patlayan, kraldan çok kralcı, kullukla geçinen abidikgubidikçilerin hedefindeki insanlara bu dünyada rahat yok. Baskıcı otorite neden farklı olan ya da farklıymış gibi etiketlenen insanları tüketmek için çırpınıp durur? Yoksa insanlar içlerindeki bir türlü ehlileşleşmeyen hayvanı beslemek için mi bu otoritenin arkasından gider? Kim neyi, ne kimi kullanır kötülük yaparken? Olmayan yer ve geçmeyen bir zamanda geçen bu hayali romanda, yaşadığımız dönemin aynasını bulacaksınız.

Kudeta gibi kitapevlerince ülkemizde basılması uygun görülmeyen eser lulu.com kitap sitesinde ekitap olarak yayınlanmıştır.

Eserin dönem etkisini artırmak için çok sayıda tarihi eser ve mekanı barındıran Gelibolu ve Çanakkale dekoru fon olarak kullanılmıştır.

http://www.lulu.com/shop/kamil-murat/ gotik-ada/ebook/product-22215698.html

Her şey, Kıdemli memur Yakut M.nin İmparatorluğun şirin kasabası, Hisarkule'ye tayini

65


ortadan keserek engelli hale getirdiğini iddia eden ve onu arayan Üç Mağdur bu çatışmada öne çıkar. Bu esnada imparatorluk içinde güç mücadelesi alevlenir. Yakut gelişmelerden korkar, kimseye yakın görünmemek için hayatına çeki düzen verir, insanlardan uzaklaşır, bu esnada başkentten kasabaya gelmek için haber bekleyen nişanlısına olaylar yatışana kadar beklemesini söyler. Kasabadaki tansiyon iyice yükselmiştir, karşıt görüşler arasındaki mücadele, siyaset dışındakileri de tehdit eder, yaşın yanında kuru da yanar misali mağdurlar artar ve kör vur kırdan en çok entelektüeller ile farklı olanlar zararlı çıkar. Bu mücadelede hiçbir masraftan kaçınmayan imparatorluk, gene ahlak ve toplumca onaylanmayan bir Ada sakinini kasabada düzenlenen bir gösteride kaçırır. Her şey kılıfına uydurulmakta, farklı görüş ve düşünceler yok edilmektedir.

tayin istemekle rahatını bozduğunu, tanımadığı bir coğrafyaya adım attığını anlar. Arkha Arabalı Vapur’unda karşılaştığı olaylar insanı yönetmenin güçlüklerini ona hatırlatır.

ile başlar. Gerçekte olmayan, 19’ncu yüzyıl sonları dekorundaki imparatorluğun kıdemli memuru Yakut evlenmek için para biriktirmeyi planlar, bu yüzden küçük bir kasaba olan Hisarkule’ye tayinini ister. Bu tercihinde kasabadaki ünlü Düşünür ile tanışma ve ondan ilham alma arzusu da etkili olmuştur. Ancak; küçük hesabı başına olmadık büyük işler açar.

Hisarkule’ye gelen Yakut, imparatorluk ve bütün dünyada “Erenler Zirvesi” olarak bilinen, merdivenlerin tepesindeki duvar deliğinden bakıldığında kulede yaşayan büyük düşünürün kendisi ya da kulenin iç duvarlarındaki özlü sözleri görerek hidayete ermeyi düşleyen bir kalabalıkla karşılaşır. Hayal kırıklığına uğramıştır, bir haç yeri olarak tanıtılan bu yer sefalet panayırıdır.

Yakut’un yaşadığı dönemde iktidar ve Tayin istediği yer, küçük bir deniz kasabasıdır imparatorluk karşıtları rekabet halindedir, bu ve kışları yağışların civardaki nehirleri taşırmasıyla ortamda kimin dost kimin düşman olduğu bütün imparatorlukla ilişkisi kesildiği için “Ada” anlaşılmaz. Yakut’un vali yardımcısı atandığı bu olarak anılan bir yerdir.

kasabada daha dikkatli olması gerekmektedir ama entelektüel merakı, kasabadaki farklı kişiliklere duyduğu ilgi onu ister istemez olayların içine sokar. Yakut kendisini kasabadaki imparatorluk taraftarı ve karşıtı casusların mücadelesinin ortasında bulur. Kasabaya gösteri yapmak için gelen bir Sihirbaz ile kendilerini sihirbazın bir gösterisinde

Dozu artan insafsız olaylar karşısında şaşkına dönen Kıdemli memur Yakut kendini ve yaşadığı hayatı sorgular. Kıdemli memur Yakut bireyin, etrafını çevreleyen sistem içinde kendisini ifade edebilmesinde karşılaşılan güçlüğü yaşar. Birazcık okuryazar tüketim toplumu insanının sık sık tadına baktığı, kendini gerçekleştirme ile kendini geçindirme ikilemi Yakut’u da vurmuştur, Ada hastalığına yakalanmaktan, Balıklara Fısıldayan Adam gibi olmaktan korkmaya başlar.

Yakut Hisarkule’ye geçmek için geldiği Sekunde İskelesine gelir. Bu yer, başkentteyken çok duyduğu ancak aslı ve arka plan hikâyesi pek bilinmeyen seri cinayetlerin olay mahallidir. “Balıklara Fısıldayan Adam” olarak ünlenen seri katilin, Ada’ya has bir akıl hastalığına tutulduğundan bu cinayetleri işlediği gazete manşetlerin uzun süre yer almıştır. Sekunde İskelesi’nden Hisarkule’ye geçmek için Arkha Arabalı Vapuru’na binen Yakut, başkentin dışında sandığından farklı bir dünya olduğunu anlar,

66

67


Ah küçük dostum, benim hayatımı kurtardın, kendi canından oldun ama intikamını alacağım mutlaka

Havvv, hauuuu

Heyy..

68

69


Hey dur, bi sakin ol

O yaratığı mutlaka durdurmalıyız.

Benim yahu... Yaratığı atlatmayı başarmışsın...

Ben onun dikkatini dağıtırken sen kazığı sapla. Bu onu durdurur herhalde. Evet ama küçük bir köpeğin canına mal oldu.

Aptal herifler...

Bir filmde görmüştüm.

Seni yakalasaydı daha kötü olurdu.

70

Öldürtecekler kendilerini 71


Vampirleri böyle öldürüyorlardı, kalbine kazık saplayarak... Astala vista beybi...

Tabi bu yaratık eğer bir vampirse... Ya değilse ?

Hey scar face, eminim yoktur ama ! Saatin kaç acaba ?

Hassss... Bu da neyin nesi böyle ?

Hısssss...

72

73


O sırada başka bir yerde

Hısssss...

Bu gün bir iş teklifi aldım, eğer yaparsak yeraltı dünyasının tek lideri biz olacağız...

Müdahele edersem kimliğim ortaya çıkacak, etmezsem...

Öfff...

Yine kimin pisliğini temizliycez?

Yaratık bizi bu defa kesin öldürecek.

Tamamdır, ben varım... Kimi kaçırıcaz, ya da öldürücez ?

74

75


Bu gece dolunay var ama, yine de zifiri karanlık. Buda ne böyle?

Üstelik de ortalık çok sessiz.

Hısssss...

Gerçek yüzü ortaya çıkıyor...

Bu da ne be?

Heyyy,

salak ile avanak, o yaratğı kazıkla falan öldüremezsiniz. İyiki Walking Dead dizisi izlemişsiniz.

76

Hah gecenin sapığı da çıktı sahneye.

77


İşin yoksa...

Sende kimsin be ?

Bu sapıkla uğraş şimdi

Heyyy ağır ol bakalım ahbap.

Avcıyım ben, yaratık avcısı.

Gümüş kamçıyı arıyorum.

78

DEVAM EDECEK

79


Hasan Nadir DERİN

Sinema

Antik Çağlardan Karanlık Geleceğe Bir Usta Sir Ridley Scott. Sinema tarihinin en iyi filmlerinden birkaçına imza atan bu usta bugün eski formunda değil belki. Ama 80’e yaklaşan yaşında hâlâ çok üretken. Hatta belki de gençlik yıllarından daha da aktif. Sadece yönetmen olarak değil, yapımcı olarak da sinema sanatına katkıda bulunmayı sürdürüyor, her filmiyle de heyecan yaratmayı başarıyor. Bu ay gösterime girecek Marslı (The Martian) filmiyle tekrar en iyi eserlerini verdiği bilim-kurgu türüne geri dönen bu önemli ismin kariyerini gözden geçirelim istedik. 30 Kasım 1937 tarihinde İngiltere’de doğan Ridley Scott, asker bir babanın oğlu. Abisi Frank’in de genç yaşta orduya katıldığını düşünürsek 2. Dünya Savaşı yıllarında geçen çocukluğunun çok da kolay geçmediğini düşünebiliriz. Nitekim bu yıllarda Scott ailesi Avrupa’nın farklı ülkelerine gitmek zorunda kalır ama savaş sonrası İngiltere’ye geri dönerler. Ridley de o yıllarda asker olmayı düşünmüş ama babası ondaki yeteneği görerek onu bu yönde yönlendirmiş. Önce tasarımcı olarak mezun olan Ridley, sonrasında film bölümünden de bir diploma alır. Bitirme projesi olarak çektiği Boy and Bicycle adlı kısa filmde kendisi de sonradan yönetmen olacak olan, küçük kardeşi olan Tony de başrol oyuncusu olarak yer alır. Bugün bu filmde baktığımızda, yönetmenin sonraki filmlerinde kullandığı tema ve imgelerin izlerini bulmak mümkündür. 1960’larda İngiltere’de sinema sektörüne atılmaya çalışan her genç gibi Ridley’in yolu da BBC’den geçer. Çalıştığı ilk projelerde yönetmen

80

olarak değil set tasarımcısı ve sanat yönetmeni olarak yer alır. Sonradan tümüyle yönetmenliğe yönelecek olsa da tasarımcı olarak aldığı diploma ve deneyimi ileriki yıllarda da kullanacaktır. Ridley Scott, hâlâ hemen her filminin storyboard’larını kendi elleriyle çizer ve sanat yönetimi ekibinin işlerinde pek çok yönetmenden daha fazla söz sahibi olur. Scott zamanla, BBC’de kimi dizilerde yönetmenlik de yapmasına rağmen hem maddi, hem manevi olarak kendisini tatmin edecek sonuçlara ulaşamaz. Bunun üzerine 1968 yılında kardeşi Tony ile birlikte bir yapım şirketi kurar ve çoğunlukla reklam filmleri çekmeye odaklanırlar. 70’ler boyunca pek çok başarılı reklam filmine imza atar ve İngiltere’nin önde gelen reklam filmi yönetmenleri arasına girerler. Günümüzde sıkça rastladığımız bir uygulama olsa da o yıllarda reklam filmlerinden uzun metraja geçen yönetmen sayısı çok fazla değildi. Ridley Scott da ilk uzun metrajı için 39 yaşına kadar beklemek zorunda kalır ama 1977 yılında The Duellists ile

iyi bir başlangıç yapar. Keith Carradine ve Harvey Keitel’in başrolleri paylaştıkları bu Joseph Conrad uyarlamasının adı, bugün Ridley Scott filmlerinden bahsedildiğinde çok anılmaz ama Cannes’da yarışmaya seçilip en iyi ilk film ödülü alan bir yapım olduğunu da unutmayalım. Scott’ın ikinci projesi de bir dönem filmidir ama Star Wars’un başarısı onu bilim-kurguda şansını denemeye iter ve Yaratık (Alien) projesini kabul eder. “Uzayda hiç kimse çığlığınızı duyamaz” cümlesi ile tanıtılan bu film çok büyük bir başarı kazanır. Bu başarıda en az Ridley Scott’ın yönetmenliği kadar Dan O’Bannon’ın senaryosu ve Jerry Goldsmith’in müziklerinin de payı vardır. Elbette akıllardan çıkmayan bir yaratık tasarlayan H. R. Giger’ı da unutmayalım. 35 yıl sonra hala devam filmleri çekilen ve her filmine de bir başka usta yönetmenin imza attığı bir seriye dönüşen Alien, Sigourney Weaver’ın kariyerini de başlatan film olur. Alien’ın başarısı sonrasında Scott yine bir bilim-kurgu filmi olarak Dune’un yapım çalışmalarına girişir ama film hayata geçemez. Bunun üzerine Philip K. Dick’in Do Androids Dream of Electric Sheep? romanından uyarlanacak olan Bıçak Sırtı (Blade Runner) projesine evet der. Bu filmin yapım süreci ve sonrası kitaplara konu olacak kadar sancılıdır. Ridley Scott Amerika’da çektiği bu ilk filmde zor günler yaşar, test gösterimlerde seyircilerin filmi tam olarak anlamaması nedeniyle yapımcıların da etkisi ile yanlış kararlar alınır. Film en başta seyirciler ve eleştirmenler tarafından çok beğenilmez ama üzerinden zaman geçtikçe değeri anlaşılır ve bugün bir başyapıt olarak selamlanan ve sinema tarihinin en iyi bilim-kurgu filmlerinden sayılan bir yapıma dönüşür. Yıllar sonra Ridley Scott filmin “Yönetmenin Kurgusu” ve “Final Kurgusu” versiyonlarını da yapar ve seyircilere filmini asıl istediği şekilde sunar. Yeri gelmişken Ridley Scott’ın ev sinemasına özel bir önem verdiğini de belirtmeden geçmeyelim. Hemen her filminin ev sineması versiyonlarına katkıda bulunan Scott, çoğu filmi için de “Yönetmenin Kurgusu” versiyonlarını da hazırlamıştır. Alien gibi bazı filmler için sonradan orijinal versiyonun daha iyi olduğunu kendisi de

81


kabul etse de Blade Runner ve Kingdom of Heaven gibi bazı filmleri de esas tadını bu versiyonlarda bulmuştur. Scott’ın bir sonraki uzun metraj filmine geçmeden önce bir reklam filminden de bahsetmemiz gerekli. Ne de olsa çektiği onlarca reklam filmi içinde IMDB’de kısa film başlığı altında yer alan bir reklam bu. 1984 yılında Apple Macintosh’un piyasaya çıkışı için çektiği 1984 adıyla anılan reklamda, George Orwell’in aynı adlı romanından esinlenen Scott adını vermeden IBM’i “Büyük Birader” olarak gösterir ve Macintosh’un, onun egemenliğini kıracağı mesajını çok başarılı bir şekilde verir. Bu büyük bütçeli reklam filmi halen gelmiş geçmiş en iyi reklamlardan biri olarak anılmaktadır. 80’lerin ikinci yarısı Ridley Scott için birkaç orta karar filmle devam eder. 1985 yılında Scott masalsı, fantastik bir film çekmeye girişir. O yıllarda yeni yeni yıldızı parlamakta olan Tom Cruise’un başrolünde oynadığı Efsane (Legend) kağıt üzerinde iyi bir proje gibi dursa da beklentileri karşılayamaz ve o yıllar için yüksek sayılabilecek olan bütçesini karşılayacak bir gişe geliri getiremez. Bu film de Scott’ın diğer bazı filmlerinde de olduğu gibi farklı versiyonlara sahiptir. Amerika ve Avrupa’da farklı versiyonlar gösterime girerken yıllar sonra Scott’ın yaptığı “Yönetmenin Kurgusu” filmi bir kez daha gündeme getirir ve bu kez ev sinemasında saygı gören bir film haline gelir. Filmin gösterime girdiğindeki başarısızlığına rağmen Cruise’un Scott ailesi ile iyi ilişkileri devam etmiş olmalı ki, bir yıl sonra Tony Scott’ın yönettiği Top Gun filminde oynar ve bu film sonrasında tam bir star haline gelir. Ridley Scott ise yoluna iki polisiye filmle devam eder. Tom Berenger ve Mimi Rogers’lı Someone to Watch Over Me, herhalde bugün adı en az anılan Ridley Scott filmidir. İzleyenler Scott’ın görsel becerisini yine gösterdiğini ama senaryonun zayıf olduğunu söyleseler de Scott’ın da ev sineması için geri döndüğü filmlerden biri olmaması onun da filmden memnun kalmadığını gösterir adeta. Scott’ın sonraki filmi Kara Yağmur (Black Rain) için de

82

güçlü görsellik ama zayıf senaryo yorumu yapılabilir aslında. Ama bu kez Michael Douglas’ın star kumaşı ve Japonya’da çekilen sahneler ile gece çekimlerinin başarılı görselliği filmi daha ilgi çekici kılar ve film Scott’ın Alien’dan beri en çok hasılat yapan filmi olur. Ama ilk dönem filmleri kadar iyi olmadığı bir gerçektir. Ayrıca Japonya’daki yüksek çekim maliyetleri ve yaşanan zorluklar Scott’ı memnun etmez. Scott’ın 80’lerin başındaki başarısını tekrarlayıp tekrarlayamayacağı tartışılırken 1991 yılında yepyeni bir filmle hem seyircilerin hem

de eleştirmenlerin takdirini kazanan bir filmle geri döner. İki sıradan kadının, birlikte oldukları erkeklerin bencilliklerinden bıkıp kendilerini yollara vurduktan sonra kanun kaçağı durumuna düşmelerini anlatan Thelma & Louise, halen bir erkek yönetmen tarafından çekilmiş en feminist filmlerden biri olarak kabul görür (senaryo yazarının kadın olduğunu unutmayalım). Hatta erkek düşmanı bir film olduğu yönünde eleştiriler bile alır. Alien ile kadın karakterleri filmlerinin başrolüne yerleştirmekte bir sorunu olmadığını gösteren Scott bu kez, Susan Sarandon ve Geena Davis’den şahane performanslar almıştır. Zaten her ikisi de başrol oyuncusu olarak Oscar’a aday olur. Scott da ilk Oscar adaylığını bu film ile alır. Her ne kadar ilk filmi olmasa da Brad Pitt’i de sinema dünyasına kazandıran filmin bu olduğunu söylemek yanlış olmaz. Hemen bir yıl sonrasında Amerika’nın keşfedilişinin 500. yılı vesilesiyle çekilen büyük bütçeli Cennetin Keşfi (1492: Conquest of Paradise)

ise Gérard Depardieu’nun başarılı Kristof Kolomb performansına karşın seyirci tarafından ilgi görmez. Gelen eleştiriler de çok iyi değildir. Belki de filmin 1992’de gösterime girmesi amaçlandığı için üzerinde yeterli ön çalışma yapılamamıştır. Bu filmin başarısızlığı sonrasında belki de bundan sonra filmlerinde daha fazla söz sahibi olabilmek için Ridley ve Tony Scott, Scott Free Productions’u kurarlar. Bundan sonra tüm filmlerine ortak yapımcı olarak katılırlar. Bu şirket adına Ridley’nin ilk filmi, denizde geçen bir büyüme hikâyesi olarak tanımlayabileceğimiz Dostluk Denizi’dir (White Squall). Scott bir kez daha teknik başarısını gösterir ve görmeye değer sahnelere imza atar ama benzer filmler yanında çok da öne çıkmaz. Scott sonraki filminde bir kez daha başrole kadın bir karakteri oturtur. Jane’in Zaferi (G.I. Jane) filminde Demi Moore, Amerikan deniz komandolarına katılan ilk kadını canlandırır. Feminist metni Thelma & Louise kadar güçlü olmayan film daha çok Moore’un o dönemki popülaritesinden faydalanmak istiyor gibidir. Sonuç fena olmayan bir hasılat, kötü eleştiriler ve Demi Moore’a en kötü kadın oyuncu ahududu ödülüdür. 2000’lerin başında Scott’ın dalgalı filmografisi bir kez daha yükselişe geçer. Scott bu kez kamerasını antik Roma’ya çevirir. Russell Crowe’un başrolünü oynadığı Gladiator filminde bir kahramanlık ve intikam öyküsü anlatan Scott, ticari olarak en başarılı filmine imza atar (2015 yılı itibariyle halen bu ünvanı koruyor). Genel olarak eleştirmenlerin de takdirini kazandığını söylemek mümkün. Bu satırların yazarı gibi özellikle senaryosunun fazla klişe olduğunu düşünen eleştirmenler olsa da film 12 dalda Oscar’a aday olup bunlardan 5’ini kazanmayı da başarır. Kazandığı Oscar’lara en iyi film de dâhildir ama Scott yönetmen olarak yine adaylıkta kalır. Çalışma temposunu arttıran Scott, 2001 yılında iki farklı filmle karşımıza çıkar. İlk projesi kariyerindeki ilk devam filmidir. Üstelik bu kendi filmlerinden birinin değil Kuzuların Sessizliği filminin devamıdır. Modern bir klasik sayılan

bu filmin devamını çekmek riskli bir iştir. Scott Hannibal filminde ortaya fena olmayan bir iş çıkarır. Özellikle İtalya’nın karanlık sokaklarında geçen kimi sahneler oldukça başarılıdır ama ilk filmin başarısını yakalayamaz. Ayrıca abartının sınırlarını zorlayan final sahnesi de kimi yerlerde komedi malzemesi olmaktan kurtulamaz. Türler arasında sürekli olarak geçiş yapan Scott’ın sonraki filmi bir savaş filmidir. Amerikan askerlerinin Somali’de bir çatışmanın ortasında kalıp adeta cehennemi yaşamalarını anlatan Kara Şahin Düştü (Black Hawk Down) teknik açıdan gerçekten başarılıdır ve o boğucu atmosferi de seyirciye yaşatmayı başarır ama Amerikan askerlerinin her birini birer kahraman olarak kutsayıp ölümleri ile duygusal anlar yaşatırken Somali vatandaşlarının ölümlerine sıradan kayıplar olarak yaklaşması filmi etik olarak tartışmalı bir noktada bırakır (filme konu

olan gerçek olayda 19 Amerikan askerine karşın 1000’in üzerinde Somalili ölmüştür). Yine de filmin teknik başarısı 4 Oscar adaylığı getirir. Bunlardan ikisini kazansa da Ridley yine adaylıkla yetinmek zorunda kalır. Bu filmdeki geniş oyuncu kadrosunda, sonradan o da mı o askerlerden biriymiş dediğimiz pek çok oyuncu da yer alır. Tom Hardy, Orlando Bloom, Eric Bana, Nikolaj Coster-Waldau ve Ioan Gruffudd gibi bugün yakından tanıdığımız isimlerin hemen hemen ilk önemli rolleri bu filmdedir. Scott büyük projeler sonrası daha ufak projelerle nefes almayı seven bir yönetmen. Bunu kariyerinde birkaç kez görüyoruz. 2003 yılında da arka arkaya gelen büyük projeler sonrası daha

83


filmi çok fazla toparlayamaz. Scott’ın bu dönemdeki filmlerinin genel problemi fazla hesaplı olması, ödül kazanma amaçlı yapılmış gibi gözükmesidir. Belki de bu yüzden Scott’ın sinema yapma heyecanı filmlere yansımaz ve yavan kalırlar.

mütevazı bir filmle karşımıza çıkar. Üç Kağıtçılar (Matchstick Men), küçük çaplı bir suç komedisidir. Nicolas Cage, Sam Rockwell ve Alison Lohman üçlüsünden başarılı performanslar alan Scott bu ufak filmden sonra yine büyük bir projeye girişecektir. Bu arada yazıya Ridley Scott’ın adının başına Sir ünvanı koyarak başladık ya, işte bu ünvanı da 2003 yılında alır Scott. 2005 yılında gösterime giren Cennetin Krallığı (Kingdom of Heaven) filminde Scott bu kez din savaşlarını konu alır. 11 Eylül saldırılarından birkaç yıl sonra çekilen bu filmde Scott’ın İslam’a karşı hoşgörülü tavrı dikkat çekicidir. Hatta çoğunlukla Haçlı Seferlerini düzenleyen Hristiyanları eleştirir. Elbette bir sinema filmi olarak tarihsel gerçeklikle örtüşen noktaları olduğu kadar ters düşen noktaları da vardır ve bu konu uzmanları tarafından enine boyuna irdelenir. Film olarak ise Scott’dan beklenen görkemli sahneleri bir yana, bir şeyler olmamış, bir şeyler eksik kalmış gibidir. Neyin eksik kaldığı bir süre sonra ev sineması için çıkan yönetmenin kurgusunda belli olur. Filmin sinemalarda gösterilen 144 dakikalık hali uzun gibi gözükse de 190 dakikalık yeni versiyonda filmin o atılan sahnelere ihtiyacı olduğu ortaya çıkar. Kingdom of Heaven, Scott’ın tüm filmleri içinde Blade Runner’dan sonra yönetmenin kurgusunun en fazla işe yaradığı filmdir belki de. Scott sonradan test gösterimlerindeki yorumlara gereğinden fazla önem vererek o sahneleri çıkardığını da itiraf etmiştir. Bu filmin sonrasında Scott yine daha ufak bir projeye girişerek soluklanır. Kariyerindeki ilk (ve şu ana kadar tek) romantik komedi olan İyi Bir Yıl (A Good Year) filminde, bir kez daha Russell Crowe ile çalışır. Karşısına da Fransız sinemasının en güzel ve yetenekli kadınlarından Marion Cotillard’ı koyar. Sonuç gişede çakılan bir filmdir. Çok fazla bir şey beklenmediği zaman fena değildir belki ama türünün iyi örnekleri arasında da sayamayacağımız açıktır. Scott, bundan sonraki üç filminde de Russell Crowe ile çalışmaya devam eder. Genellikle aynı oyuncularla çalışmayı pek sevmeyen Scott, belli ki

84

Crowe ile iyi bir uyum yakalamıştır. Bu dönemdeki ilk filmleri gerçek bir yaşam öyküsünden uyarlanan suç filmi American Gangster’dir. Crowe’un bir polis dedektifini canlandırdığı yapımda filme adını veren gangsteri Denzel Washington oynar. Steven Zaillian imzalı senaryo ve her iki başrol oyuncusunun performansları gayet başarılıdır. Scott bu filmle Oscar adaylığı beklese de bu kez de sadece Altın Küre adaylığı ile yetinmek zorunda kalır. Bir yıl sonra Scott tekrar Ortadoğu’ya döner ama bu kez günümüzde geçen bir casus filmi ile karşımıza çıkar. Yalanlar Üstüne (Body of Lies) filminde Crowe’un karşısında Leonardo DiCaprio gibi bir başka iyi oyuncu vardır. Scott bir kez daha iki iyi oyuncu ile orta karar bir filme imza atar. 2010 yılında ise Scott ve Crowe, 10 yıl önceki başarılarını tekrar etmek isterler ve benzer bir projeye girişirler. Robin Hood hikâyesinin bu yeniden uyarlamasında yine kâğıt üzerinde her şey iyi gibi gözükmektedir ama biten film yine çok tatmin edici olmaz. Bu kez 15 dakika daha uzun olan yönetmenin kurgusu da

2012 yılında gösterime giren Prometheus ile Scott en başarılı filmlerinden birinin dünyasına geri döner. Alien dünyasında geçen film doğrudan o filme bağlanmadığı için bir devam filmi ya da öncül film değildir ama bu filmde gördüğümüz kimi ayrıntıların ilerde Alien’a bağlanacağını görülmektedir. Kamera arkasında ilk üç boyutlu filmini çekmekte olan daha heyecanlı bir Ridley Scott olduğunu hissetmek de zor değildir. Senaryoda özellikle Damon Lindelof kaynaklı kimi sorunlar olsa da karşımızda Scott’ın uzunca bir zamandır çektiği en iyi film vardır. Başarılı aksiyon sahneleri dışında Michael Fassbender ve Charlize Theron’un performansları da görmeye değerdir. Bu yazının yazıldığı günlerde ikinci Prometheus filminin çekileceği de kesinleşmiş durumda idi hatta adının Alien: Paradise Lost olacağı açıklanmış durumda. Şu an için 2017’de gösterime gireceği düşünülüyor ama planlar değişebilir elbette.

Geldik günümüze. Bu ay Scott, Marslı (The Martian) ile karşımıza çıkıyor. Yönetmen son dönemde az sayıda iyi filme imza atmış olsa da hiç beklenmedik bir anda iyi filmlerle karşımıza çıktığını biliyoruz. Üstelik bilim-kurgunun en başarılı olduğu tür olduğunu söylemek de yanlış sayılmaz. Şu ana kadar gelen ilk eleştiriler de olumlu gözüküyor. Bekleyip göreceğiz. Başta da söylediğimiz gibi Scott son yıllarda temposunu iyice arttırdı. Scott Free Productions kapsamında yapımcı olduğu sinema ve televizyon yapımlarından hiç bahsetmedik ama onları da işin içine dâhil edersek ne kadar yoğun olduğunu daha iyi görürüz. Scott’ın kimi söyleşilerinde bahsettiği pek çok projesi var önünde. Hangilerini hayata geçirir, hangilerini başkalarına emanet eder bilinmez ama biz kimi zaman hayal kırıklığı ile karşılaşacağımızı bilsek de her yeni filmini merakla beklemeye devam ediyoruz. Hasan Nadir Derin http://www.sinemamanyaklari.com/

2013 yılındaki Danışman (The Counselor), öncelikle romanları ile tanınan Cormac McCarthy’nin ilk senaryosu olması, sonra da Michael Fassbender, Penélope Cruz, Cameron Diaz, Javier Bardem ve Brad Pitt’ten oluşan çarpıcı oyuncu kadrosu ile dikkat çeker. Scott yine beklentileri yükseltmiştir ama sonuçta ortaya yine çok az kişiyi tatmin eden bir film çıkmıştır. Bu filmin çekimleri sırasında Ridley Scott’ın kardeşi Tony’nin intihar ettiğini ve Ridley’nin filmi ona adadığını da not olarak düşelim. Durup dinlenmeden çalışmaya devam eden Scott, bir sonraki yıl yine dini bir konuyu ele alarak Hz. Musa’nın defalarca anlatılmış hikâyesini Exodus: Tanrılar ve Krallar (Exodus: Gods and Kings) filminde bu kez üç boyutlu olarak sinema perdesine taşır. Netice ne yazık ki Ridley Scott’tan beklenmeyecek kadar sıkıcıdır. Daha zayıf filmlerinde bile belli bir seyir zevki sunan Scott bu kez çok donuk bir filme imza atmıştır.

85


Yazan: Mehmet Kaan SEVİNÇ

Çizen: Samim Salur PAÇACIOĞLU

Çizgi Roman

86

87


88

89


90

91


Gölge’de 8 Yılı hep birlikte bitirdik. Bugün yaş günümüz. Ey okur, 8 yıldır seviyoruz seni, sen de her sayımızı el üstünde tuttun, bizi utandırmadın. Şuana kadar emeği geçen 250’den fazla yazar 150’den fazla çizer yüreğinize sağlık. Her birinizin adını gökyüzünden birer yıldıza versek yine de az size. 8. yaşınız hayırlı uğurlu olsun... Saygılar Sevgiler.

İyikiii doğdun gölgeeeee kızzzzzz…

92

93


94


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.