Golge e-Dergi Mart 2013 Sayi 66

Page 1

Mart 2013

Say覺 66


İÇİNDEKİLER

Wuthering Heights (1992)

66.

Sayı ile tekrar birlikteyiz. Gölge e-Dergi'ye ulaşmak için http://golgedergi.blogspot.com Editör: Mehmet Kaan SEVİNÇ golgeedit@gmail.com Yayın Kurulu: Oğuz ÖZTEKER, Hasan Nadir DERİN, Sadık YEMNİ, Ahmet YÜKSEL, Melahat YILMAZ, Gülhan D SEVİNÇ. Grafik Tasarım: Gülhan D SEVİNÇ Redaksiyon: Ceren ÇALICI Kapak: Mehmet Kaan SEVİNÇ Pinup: Lucy FERRA Gölge e-Dergi internetten yayın yapan özgür ve özgün içerikli tam bağımsız bir dergidir. http://twitter.com/GolgeDergi http://issuu.com/GolgeDergi http://golgedergi/deviantart.com

04-05 Haberler-Kahraman-Büyülü Dükkan'ın Açılışındaydık-Aptalız Çizgiroman kitaplarımızı istiyoruz imza Kampanyası 06-14 Fantezinin Alt Türleri- Fantezinin Alt Türleri 15-18 Yazarın Kaleminden- Ateş Tahtı 19 Yeni Çıkan Kitaplar -İşeyen Atmaca 20-23 Çizgiroman İnceleme-Kadın Gözü İle Çizgiroman 24-25 Öykü - Düşünen Adam 26-28 Çizgiroman İnceleme-En Seksi On Marvel Kadını 29-30 Deneme - Mr.Crowley 31-38 Reportaj- İçimizden Biri Kayra Küpçü 39-41 Öykü - Bir Kedinin Acıklı Hikayesi 42-47 Çizgiroman İnceleme- Cash Sinema İncelemesi 48-49 Öykü-Işıksızlık 50-58 Tarihte Mart Ay'ı-Mustafa Eremektar, Joseph ROLAND “JOE” Barbera , Japon Sinemasının İmparatoru Akira KUROSAWA, Rashomon (Raşomon) 59-62 Öykü- Vitark Avcısı 63-64 Film Kritik- Django Unchained 65-68 Deneme-Fırtına ve Yanılsamalar 69-72 Çizgiroman-Baltlar 73-74 Deneme-Kendimle Randevu 75-77 Reportaj - Fleneur Reportaj Servet inandı. 78-81 Öykü - Lanetli Harabeler 82 Deneme -Yalniz Değilsiniz 83-103 Çizgi Roman - Alacadoğan-12 104-111 Öykü- Dum Duma Dom 112-116 Sinema- Oscarların Ardından 117 Haberler-Senin Kahramanın Kim? 118 Pinup

Merhaba Yeniden yeni bir sayı ve.bu sayımız da aramıza yeni katılan arkadaşlarımızla bir kez daha sizlerle birlikteyiz... Zeynep Bayraktar “Kadın Gözüyle Çizgi Roman” yazıları yazacak bu sayımızdan itibaren. Özcan Yüksel yeni sinema yazarlarımızın arasına katılan bir diğer arkadaşımız. Ceren Çalıcı bu sayımızın redaksiyonlarını yaptı (Son gelen yazılar hariç) ama sonraki sayılarımızda birbirinden güzel öykülerini de paylaşacak bizlerle. Kendilerine hoş geldiniz diyoruz. Bu sayıda çizgi roman’a doyacaksınız. Anıl Şahal’ın yazıp çizdiği ‘’Alaca Doğan’’ tam yirmi sayfa. Bu sayımızda yine farklı ve bir ilk olan “Fantezi’nin Alt Türleri” konusuna değiniyoruz. Ülkemizde fantastik kurgu çok yaygın olmasına rağmen fantastiğin alt türleri pek fazla bilinmemektedir. Şimdiye kadar ülkemizdeki hiçbir yayında bu alt türler hakkında, bilinen hiçbir maBkale veya akademik çalışma yayınlanmamıştır. Fantastik kurgu uzmanımız Kayra Keri Küpçü, ülkemizdeki bu açığı kapatarak gelecek nesillere bir temel oluşturuyor. "Fantezinin Alt Türleri" yazısı ile bu konudaki ilk profesyonel çalışmayı yayınlamaktan gurur duyuyoruz. Bu yazının gelecekte de bir kaynak olarak kullanılacağını düşünüyoruz. Emeği geçen herkese çok teşekkür ederiz. İyi okumalar Gölge e-Dergi Editörü Mehmet Kaan SEVİN Ç

3


Haberler

Haberler

Büyülü Dükkan'ın Açılışındaydık 2002 yılında Kadıköy’Neşet Ömer Sokak’daki Kadıköy Çarşı Pasajı’nın en alt katında küçücük bir dükkânda başlayan macera bu günlerde sokağa taştı. “Büyülü Rüzgâr” olan eski adını “Büyülü Dükkan” olarak değiştiren ve yeni yerinde İlyas Erkul (Big Boss) idaresinde çizgi roman severlere hizmet etmeye devam edecek. Büyülü Dükkan’ın yeni adı ve yeni mekânının açılışı 23 Şubat 2013 Cumartesi günü oldukça kalabalık çizgi roman severin katılımıyla gerçekleşti. Birçok çizgiroman okurunun yanı sıra usta çizer Ersin Burak, oyuncu Murat Serezli, yazar, çizer, arşivci Yener Çakmak gibi ünlü isimler de açılışa katıldılar. Çizgiroman seven, okuyan ve sayfalarında çizgiromanlara önemli bir yer ayıran, her türlü çizgi roman etkinliğine destek veren Gölge e-Dergi ekibi de açılıştaydı. Gölge e-Dergi yayın kurulu üyelerinden Gülhan D. Sevinç, Ahmet Yüksel, Mehmet Kaan Sevinç, “Kahramanlar Sinemada” sitesinin yöneticisi Hakan Tunga Kalkan, “Kayıp Rıhtım”dan Hakan Tunç, “Marmara Yayınları” editörü İlke Keskin, illüstratör, animatör Mehmet Dal, illüstratör Ali Olgun. ekibe yeni katılan arkadaşlarımız Zeynep Bayraktar, B.Özcan Yüksel ve adını sayamadığımız birçok arkadaşımız bu açılışta bir kere daha bir araya gelmiş olduk. Çizgiroman sevenler için bir cennet niteliği taşıyan “Büyülü Dükkan”ın yeni yerini mutlaka görün deriz, kapıdan içeriye adım attığınız anda sizi karşılayan bi’ dolu çizgi romanı görünce gerçekten büyüleniyorsunuz. Güler yüzlü genç arkadaşların keyifli çizgiroman muhabbeti ve ikramları ile çok uzun saatler geçireceğiniz, bu yurt dışındaki çizgi roman satış yerlerini aratmayan yeni mekândan kolay çıkamayacaksınız.

4

Doğan Kitap bir kitap dizisi basıyor ve iki kitabı atlıyor, sebebi birinde çizgi roman diğerinde manga yazıyor diye. Biz de “o atladığınız kitapları yayınlayın aptallar” diyoruz. Kayıp Rıhtım sayfasında imza kampanyası var. Bütün Gölge okur-yazar-çizerlerini bu kampanyaya destek vermesi için çağırıyoruz. Zaten destekleyenler arasında Gölge de var...

Doğan Kitap, son derece yararlı bir kitap dizisini basıyor “… for dummies“. Dizi çok zor konulardan en temel ve hayati konulara kadar birçok konuyu çok basit bir dille anlatma özelliğine sahip. Dizide “Comics for Dummies” ve “Manga for Dummies” başlıklı iki harika kitap da bulunuyor. Ancak anlaşılacağı üzere manga ve comics üzerine hazırlanmış iki cildi basmak akıllarına bile gelmiyor çünkü köpek bakımı, bebek bakımı, gitar çalma teknikleri, yöneticilik v.s. gibi konular daha çok talep görüyor.ÇR tarihi, senaryo yazımı, eskiz, çizim, diğer aşamalar ve teknik içerikleri anlatan bu iki kitabın çizgi roman üretimindeki eksikliğimizi, açığımızı kapatacağı muhakkak. Bilgi her şeydir. İşin mutfağıysa her şeyden de her şeydir. Türkiye’de çizgi roman gelişecekse bunu sağlayacak şey sadece çizgi roman okumak ve öykünmek değil, çizgi romanın ne olduğunu ve nasıl üretileceğini anlatan kitaplarımızın olması gerekliğidir. Özellikle de günümüzde çizgi roman okuru artmışken, çizgi roman çeşitleri rafları doldurmuşken, satışlar çoğalmışken ve çizerlerimiz yurt dışına açılarak dünyada yer edinmeye başlamışken bu iki kitabın basılmaması ve sektöre katkı sağlanmaması ciddi bir kayıptır. Doğan Kitap’a sesleniyoruz: Tüm dünyada bu kitap dizisi farklı dillerde “… for Dummies” olarak bırakılmıyor, doğrudan “Aptallara” diye çevriliyor. Belki siz bu kitap dizisinin adını değiştiremediniz ama biz çizgi roman okurları ve sanatçıları cehaletin getirdiği mutluluğa rağmen bilgilenmek istiyoruz, “APTALIZ ÇİZGİ ROMAN KİTAPLARIMIZI İSTİYORUZ” İmzaya Giden Yollar: İmza kampanyamıza katılın, kitabın Türkçe dilinde çıkmasına katkıda bulunmuş olun: http://www. kayiprihtim.org/portal/aptaliz-cizgi-roman-kitaplarimizi-istiyoruz-imza-kampanyasi/ “Aptalız Çizgi Roman Kitaplarımızı İstiyoruz” İmza Kampanyası http://aptaliz.blogspot.com/

5


Fantezinin Alt Türleri

Fantezinin Alt Türleri

Fantezinin Alt Türleri Bahar mevsiminin ilk ayından herkese merhabalar. Kısa bir Şubat ayı sonrasında kış mevsimini resmen geride bırakmış olsak da “Mart kapıdan baktırır, kazma kürek yaktırır,” demişler. Siz yine de kazaklarınızı rafa kaldırmayın hemen. Bu ayki yazımda sizlere fantastik kurgunun alt türlerinden bahsedeceğim. Genellikle, fantastik bir eser gördüğümüzde çoğumuz fantastik der geçeriz fakat fantastik eserler de kendi içlerinde alt türlere ayrılırlar. Mesela Robert E. Howard’ın Conan’ı ile Neil Gaiman’ın Amerikan Tanrıları eserine basitçe aynı demek doğru olmaz. Bu nedenle fantastik kurgunun alt türlerinden biraz bahsedelim. Alt türler, bu tür makaleleri her yazan kişiye göre değişiklik gösterebilir. Ayrıca bir eser sadece tek bir alt türe de ait olmaz. Bazı eserler birkaç alt tür altında yer alabilmektedir. Fantastik; Edebiyat ve Söz Sanatları Sözlüğü’ne göre, “Gerçeğin ve olanağın dışında olarak hayalin serbest işlemesi ve böylece meydana getirilen eser,” anlamına gelmektedir. Yani fantastik; hayalgücüne dayalı, gerçekte varolmayan konuların işlendiği eserler olarak ele alınmalıdır. Alfabetik olarak alt türler aşağıdaki gibidir;

anlatmak için iyi bir örnektir. Kısacası bilinen tarihe alternatif olarak fantastik öğeler ile süslenmiş bir alternatif geçmiş demek doğru olabilir ancak bunu tarihsel fantezi ile karıştırmamak lazım. Alternatif tarihsel fantezide coğrafya ve tarihler tamamen çarpıtılıp değişiklik gösterebilir. Randall Garrett’ın “Lord Darcy” serisi ve Göktuğ Canbaba’nın “Tılsım-ı Kudret” romanı bu türe örnek olarak gösterilebilir. Antropomorfik Fantezi (Anthropomorphic Fantasy): Antropomorfik alt tür, kahramanların konuşan ve insan gibi hayatları olan hayvanlar olduğu fantastik kurgu türüdür. Hayvanların yaşadığı şehirler ve toplumlar görülebilir. Bazen de hayvanların, insanlara karşı mücadelesi anlatılır ama sonuç olarak kahramanlar hep hayvanlardır. Bu tür eserlerde aslında toplumsal göndermeler ve metaforlar yapılmaktadır. Türün en başarılı ve en iyi örneği, Richard Adams’ın yazdığı “Watership Tepesi” (Watership Down) isimli kitaptır. Mouse Guard isimli FRP oyun sistemi ve çizgi roman serisi ve “Maus” çizgi romanı da bu alt türe iyi örneklerdir. Bangs Fantezisi (Bangsian Fantasy): Bu alt tür, ismini, 1862-1922 yılları arasında yaşamış Amerikalı yazar John Kendrick Bangs’ten almıştır. Bu türde genellikle ölümden sonra gidilecek yerler, öbür dünya, cennet-cehennem gibi olgular ele alınmaktadır. Kısaca, yaşam sonrası (afterlife) kurguları diyebiliriz. Çoğunlukla Araf, Yeraltı gibi yerler tarafsız olarak ele alınırken Cennet, Nirvana gibi yerler iyiliği, Cehennem, Erebus, Gehenna gibi yerler de kötülüğü simgeler. Bu yerler arasındaki savaşların ele alınması dışında bu bölgelere giden birinin maceraları da ele alınabilir. Bu türe en iyi örnekleri, Dante’nin “İlahi Komedya” kitabı ile ülkemizde Halka Dünya eseri ile bilinen Larry Niven’ın “Inferno” adlı eseridir.

Alternatif Tarihsel Fantezi (Alternate History): Bu alt türlerde genel olarak bilimkurgusal öğelere değinilir. Örneğin 1800 sonları Avrupa’sında geçen, hem büyücülerin hem de o dönemin tarihsel öğelerinin bulunduğu eserler bu tür altında yer alır. Hatta 1. Dünya Savaşı’nda uçaklarla savaşan ejderhalar gibi bir fikir de bu türü

Bilimsel Fantezi (Science Fantasy): Bilimsel fantezi, fantastik türler arasında en çok tartışılanlardan birisi olabilir. Bu türdeki eserler çoğu zaman bilimkurgu olarak da nitelendirilebilir. Bilimsel fantezide, bilimsel gerçeklikler ve kurgusal bilim ile fantezi iç içe geçmiş durumdadır. Bir yanda uzay araçları, uzay yolculuğu, lazer silahları varken diğer yanda büyüler, varolmayan yaratıklar görülebilir. Evreni ele geçirmeye çalışan büyücüler, savaşçı prensesler gibi öğelere de sıkça rastlanır. Alacakaranlık Kuşağı televizyon programı ile tanınan Rob Serling’in bu alt tür ile ilgili değişik bir ayrımı vardır; “Bilimsel Fantezi, imkansızı kabul edilebilir kılarken; bilimkurgu inanılması zor olanı mümkün kılar,” der. Bu alt türe verilebilecek en güzel örnek ise çokça tartışılan Star Wars (Yıldız

6

7


Fantezinin Alt Türleri

Fantezinin Alt Türleri

Savaşları) serisidir. Star Wars serisinde galaksiyi ele geçirmeye çalışan, büyü yerine Güç kullanan karanlık taraf, kılıç (ışın kılıcı) kullanan şövalyeler, uzay yolculuğu gibi öğeler hep iç içedir. Bu nedenle bilimkurgu severler Star Wars için fantastik der, fantastik severler bilimkurgu der, Star Wars severler ise hikayenin tadını çıkarır. :) Ayrıca bilimkurguya daha yakın olmakla birlikte, yine bu tür altında yer alan Frank Herbert’ın Dune eseri ve Robert Silverberg’in “Gece Kanatları” kitabı ile Jules Verne’ün “Denizler Altında 20.000 Fersah” eseri örnek gösterilebilir. Bana göre bilimsel fantezi, hem bilimkurgunun hem de fantastik kurgunun alt türü olarak tanımlanmalıdır. Bilimsel fantezi, ayrıca iki alt türü de barındırır. Kılıç ve Gezegen Fantezisi (Sword and Planet Fantasy): Bu kurguda çoğunlukla modern bir gezegenden ilkel bir gezegene giden bir yolcunun hikayesi anlatılır. Uzay mekiği ve elinde tabancası ile indiği, Mars gibi bilinen bir gezegende ilkel yaratıklarla karşılaşması ve onlarla savaşması en yaygın konulardan biridir. Ayrıca bu gelişmiş türün, solucan deliğinden geçerek farklı bir boyuttaki veya uzak bir galaksideki ilkel bir yaşamın içerisinde kendisini bulması ile de sıkça karşılaşılır. Buna, yakın zamanda filmi de çekilen “John Carter” güzel bir örnektir. Ayrıca eski bir çizgi film olan “Kara Yıldız” (Blackstar) da iyi bir örnek olarak gösterilebilir. Yok Olan Dünya Fantezisi (Dying Earth Fiction): Bu tür, zaman olarak uzak bir gelecekte geçer. Dünyamız teknolojik savaşlar, açlık, hammaddelerin tükenişi gibi tehlikeler yüzünden yok olma noktasına gelmiştir. Ayrıca Güneş’in enerjisinin azalmaya başlaması, kozmik olaylar nedeniyle dünyadaki ve evrendeki fizik kanunlarının değişikliğe uğraması gibi olaylar da görülür. Bunun sonucunda ortaya çıkan değişik ırklar ve yaratıklara karşı savaşılması gibi dünyanın yok olmasına engel olacak bir grup kahraman kurgusu da çokça karşılaşılan öykülerdir. Jack Wance’ın “Ölen Dünya” (Dying Earth) kitabı ve Gene Wolfe’nin “Yeni Güneş’in Kitabı” (The Book of the New Sun) serisi bu alt türe güzel örneklerdir. Çağdaş Fantezi (Contemporary Fantasy): Çağdaş fantezi, adından da anlaşıldığı gibi yazıldığı dönem ile aynı çağda ve dönemde geçen; genellikle günümüzde yaşanan kurgulardır. Günümüzdeki normal yaşantıdan tek farkı; toplumun pek farkında olmadığı, sadece az kişinin bildiği fantastik olayların yaşamın içinde olmasıdır. Fantastik öğelerin hemen hepsi bu türde yer alabilir. Bu türde en çok görülen örnek, son zamanlarda sıkça yayınlanan vampir kurgularında görülür. Akşam yolda yürürken yanınızdan geçen kişi aslında bir vampir olabilir ancak insanların çoğu, vampirleri sadece hikayeden ibaret sanırlar. Eğer fantastik öğeler herkes tarafından bilinen tipler ise; halktan bir kişi yolda yürürken yanından geçen kurtadamı normal karşılıyorsa ve bu ırkın varlığı o ortamda normalse bu tür, alternatif tarihsel fantezi olur. Çağdaş fantezide fantastik öğeler yaşamın içinde yer alırlar ancak bilinen gündelik yaşamın normal parçası değildirler. Bu duruma verilebilecek en güzel örneklerden

8

biri Mike Mignola tarafından yaratılan çizgi roman serisi “Hellboy”dur. Ayrıca “Vampir Avcısı Buffy” de güzel bir örnektir, hatta Stephanie Meyer’in “Alacakaranlık” (Twilight) serisi de örnek gösterilebilir. Bu tür de iki alt türü barındırır. Şehir Fantezisi (Urban Fantasy): Şehir fantezisinde hikayeler genelde kalabalık şehirlerde geçer. Paris’in en işlek caddesinde bir avcının bir vampiri kovalaması gibi bir kurgu buna örnek verilebilir. Bu türde de Neil Gaiman’ın “Yokyer” (Neverwhere) kitabı Londra’nın merkezinde geçen iyi bir örnektir. Jim Butcher’ın Dresden serisinin ilk kitabı “Fırtına Büyücüsü” (Storm Front) ve yerli eserlerden Doğu Yücel’in “Varolmayanlar” kitabı bu türdeki başarılı örneklerdir. Elfpunk: Elfpunk türünde ise; folklorik, mitolojik ve söylence edebiyatındaki karakterleri hayatın içinde görürüz. Örneğin, bir ayakkabı ustasının atölyesinde ayakkabı yapan minik elfler (burada elf, yüksek fantezi türündeki gibi bir ırk değil, cin olarak söylenmektedir) veya Belgrad ormanında, ağaçların üzerinde gözlerden uzak yaşayan bir peri topluluğu gibi kurgular örnek olarak verilebilir. Emma Bull’un 1987’de yazdığı “Meşelerin Savaşı” (War of the Oaks) kitabı ve Johann Ludwig Tieck’in yazdığı “Elfler” isimli hikaye, yazıldığı dönem göz önüne alındığında bu folklorik alt türe iyi birer örnektir. Düşük Fantezi (Low Fantasy): İsim biraz garip duruyor ama ileride “Yüksek Fantezi” ismini gördüğünüzde anlam kazanacaktır. Bu alt türü çok net bir şekilde açıklamak zor ancak kısaca şu şekilde özetlenebilir; düşük fantezi (low fantasy) büyünün ve fantastik yaratıkların hakim olduğu bir dünyadan çok, gerçekçi bir dünyanın ve yaşamın konu alındığı fantastik alt türü tanımlar. Genellikle insanlar dışında çok fazla ırk görmeyiz ancak fantastik öğelerin yer almadığı bir durum olsa, tür olarak fantastik olmazdı. Belki bir örnek daha açıklayıcı olacaktır. Conan eserinde, insanların hüküm sürdüğü, Orta Çağ dönemine yakın bir kültürün yaşandığı bir yapı görürüz. Kılıçlar, mızraklar ve oklar temel silahlardır fakat büyü de çok yaygın olarak görünmese de vardır. Ayrıca –sürekli olmasa da- fantastik yaratıklar da karşımıza çıkar ancak bu türde fantastik yaratıklar olağan karşılanmaz. Fantastik bir yaratık ile karşılaşıldığında şaşkınlık ve korku, sıkça görülen tepkilerdir. Gökyüzünde uçan bir ejderha görmek tüm toplumu şaşkınlığa ve dehşete sürükleyebilir. Conan, Kılıç ve Büyü Fantezisi içinde de yer alan bir kurgudur. Bunun dışında Eoin Colfer’in yazdığı “Artemis Fowl” serisi örnek olarak ele alınabilir. Erotik Fantezi (Erotic Fantasy): Hem erotik hem de fantezinin aynı anda kullanılması, pek çok kişinin aklına seks fantezileri getirmiş olabilir ama öyle değil maalesef. Fantastik bir evrende, fantastik yaratıkların olduğu bir yaşamda geçen bir alt türdür ancak anlatılan öykülerde cinsellik ön plandadır. İblisler ile insanlar arasında yaşanan bir savaşın sonunda iblis lordunun, rehin aldığı tüm kadınlara tecavüz etmesi ve bu sahnelerin en ince detaylara kadar

9


Fantezinin Alt Türleri

Fantezinin Alt Türleri

anlatılması gibi şeyler bu alt türde çokça görülebilen örneklerden biridir. Farklı fantastik ırklar ve türlerle ilişkiler yaygındır. Hikayelerde cinsel ilişkiler, cinsel öğeler sıkça ve detaylı şekilde tasvir edilir. Gençlik Fantezisi (Juvenile Fantasy): Bu alt tür, daha çok fantastik kurguda gençlik edebiyatı olarak yer almıştır. Baktığımızda tür olarak ‘fantastik’ yazar ancak alt başlık olarak “Gençler İçin” (Young Adult) ibaresi yer alır. Aslında bu da, fantastik kurgunun bir alt türüdür. Gençlik fantezisinde (Juvenile fantasy) kahramanlar genel olarak çocuk veya yaşça daha genç kişilerdir. Fakat asıl amaç gençlerin kahraman olduğu kurgular yaratmaktan ziyade gençlere ve çocuklara cesaret aşılayan, onlara yol gösteren, öğretici öğeler de içeren kurgular yaratmaktır. Bu tür eserlerde arkadaşlığın önemi, dostluğun gücü, yardımlaşmanın önemi, cesaret, özgüven gibi öğeler hikayenin önemli yerlerinde vurgulanır. Bu alt türe en güzel örnekler, J.K. Rowling’in yazdığı “Harry Potter” serisi, C.S. Lewis’in yazdığı “Narnia Günlükleri” serisidir. Frank Baum’un kült kitabı “Oz Büyücüsü” de bu türe örnek gösterilebilir. Kahramanlık Fantezisi (Heroic Fantasy): Kahramanlık fantezisi alt türü, tek bir ana karakter üzerine yoğunlaşır. Bu alt türde ana kahraman, çok büyük güçlere sahip bir kötüyü yenmek zorunda değildir. Özellikle bu kurgularda bir görev söz konusudur ve çoğunlukla büyülü eşyalar da taşıyan kahramanımız bu görevi tamamlamak için uğraşır. Bu yolculukta zaman zaman ona bazı kişiler yardım edebilir. Bir “Kılıç ve Büyü Fantezisi” kadar epik hikayeler olmak zorunda değildir ancak görevin sonunda ana karakterimiz kahramanca bir yolculuk ve hareket sonrasında görevi tamamlar. Karanlık Fantezi (Dark Fantasy): Genellikle korku öğeleri ile süslenmiş bir alt türdür. Karanlık fantezi, fantastik bir evrende geçebildiği gibi günümüzde veya alternatif tarihte de geçebilir. Doğaüstü karanlık güçler, vampirler, mezardan çıkan canlılar, cinler ve hayalgücündeki karanlık düşünceler ve öğeler bu alt türde hikayenin ana parçası olarak karşımıza çıkar. Karanlık fantezi öğeleri, pek çok yerde karşımıza çıkıp diğer alt türlerle sıkça kesişir. H.P. Lovecraft’ın “Cthulhu’nun Çağrısı” ve diğer Cthulhu öyküleri, “Berserk” manga serisi ve “Ravenloft” romanları serisi ve Anne Rice’ın vampir kitapları da bu alt türe örnek olarak gösterilebilir. Kılıç ve Büyü Fantezisi (Sword and Sorcery): Kılıç ve büyü, fantastik türler arasında en çok karşılaşılan alt türlerden biridir. Adından da anlaşılacağı gibi, kahramanın kılıç ve büyü kullanarak savaştığı, aksiyon ve dövüşlerin hikayede sıkça yer aldığı alt türdür. Kılıç burada dönemin silahlarının genel adını temsil ederken (balta, mızrak gibi), büyü ise mistik büyüler ve gizemi (iksirler, büyülü eşyalar gibi) temsil etmektedir. Bu alt türde ana karakterler genelde ellerinde kılıç ile maceralara koşan kişilerdir. Kılıç ve büyü alt türünde, genel olarak dünyayı etkileyen bir güce karşı verilen savaştan çok kahramanın içsel kavgası, güç arayışı ve kişisel meselesi ön plandadır. Kılıç ve büyü denince akla ilk olarak Robert E. Howard’ın Conan karakteri gelir. Alt türün ismi de zaten Conan’dan sonra ortaya çıkmıştır. “Red Sonja” hikayesi, Michael Moorcock’un “Elric Destanı” kitapları da örnek gösterilebilir. Komik Fantezi (Comic Fantasy): Adından da anlaşılacağı gibi, fantastik öğeler kullanılarak eğlenceli ve komik hikayelerin anlatıldığı alt türdür. Anlatımlarda metaforlar ve esprili göndermelere sıkça rastlanır. Kurgu ise epik olmaktan ziyade

10

günlük, eğlenceli maceraları konu alır. Bunun dışında, Yüzüklerin Efendisi (The Lord of the Rings) serisi ile dalga geçen, “Bored of the Rings” veya Hobbit ile dalga geçen “Wobbit” gibi kitaplar da bu alt türe dahildir. Türün en güzel örneklerinden birisi de Terry Pratchett tarafından yazılmış Diskdünya serisi kitaplarından “Büyünün Rengi” (The Colour of Magic) ve “Mort” kitaplarıdır. Mitolojik Fantezi (Mythic Fiction): Mitolojik öğelerin, gerçek hayat ile harmanlandığı alt türdür. Mitolojik tanrıların yeryüzüne inip insanlar arasında dolaştıkları, mitolojik yaratıkların günlük hayatta bulundukları bir anlatımdır. Mesela Zeus’un Yunan Mitolojisi anlatımlarında İda Dağı’na inmesi mitoloji iken, aynı Zeus’un bu sefer günümüz Balıkesir dolaylarındaki İda Dağı’ndaki altın arama projesini durdurmak için gelmesi mitolojik fantezi olacaktır. Bu alt tür, “Çağdaş Fantezi” ile birbirine çok yakındır. Neil Gaiman’ın “Amerikan Tanrıları” (American Gods) ve “Anansi Boys” kitapları ve Guillermo Del Toro’nun yazıp yönettiği “Pan’ın Labirenti” (Pan’s Labyrinth) filmi, bu alt türü güzel şekilde yansıtır. Yine Neil Gaiman’ın yazdığı “Sandman” çizgi roman serisinde de bu alt türe ait birçok örnek görmek mümkündür. Mitolojik fantezinin, Mythpunk olarak nitelendirilen bir de alt başlığı vardır; Mythpunk: Mythpunk, mitolojik fanteziden açıkça ayırt edilebilir bir özelliğe sahip değildir. Bu türün ismini, ilk olarak yazar Catherynne M. Valente kullanmıştır. Mitolojik ve folklorik öğelerin günlük yaşamda kullanılmasının yanında, tamamen bu öğeler ile yaratılmış evrenleri ve hikayeleri de konu alır. Genellikle kadın yazarlar bu türde örnekler vermiştir. Yine Catherynne M. Valente’nin yazdığı “Gece Bahçesinde” (In the Night Garden) isimli kitap bu türün en net örneklerindendir. Peri Masalı Fantezisi (Fairytale Fantasy): Masalsı hikayelerin anlatıldığı, perilerin, devlerin ve folklorik karakterlerin yer aldığı alt türdür. Grimm Kardeşler’in masalları bu alt türü en iyi örnekleyen kurgulardır. Avrupa halk hikayelerinde sıkça duyulan troller, devler, periler, cinler gibi fantastik yaratıklar bu türün ana karakterlerini oluşturur. Ayrıca masallarda yer alan karakterlerin günlük hayatta kullanılması da bu alt türe girer. Mesela DC Comics – Vertigo tarafından yayınlanan “Fables” çizgi romanı ve pek çok kişi tarafından izlenen “Once Upon A Time” dizisi, iyi birer örnek olarak gösterilir. Elfpunk türüne örnek verdiğim, Johann Ludwig Tieck’in yazdığı “Elfler” kitabı da bu alt türde yer alır.

11


Fantezinin Alt Türleri

Fantezinin Alt Türleri

Romantik Fantezi (Romantic Fantasy): Duygusal davranışların, aşkın, sevginin öne çıktığı fantastik türdür. Fantastik bir dünyanın veya maceranın yanında aşk da hikayenin önemli bir parçasıdır. Bu tür eserlerde, aşkı uğruna savaşan kadın kahramanlar ve kadın savaşçıların yanı sıra intikam veya aşkını kurtarmak/korumak için savaşan erkek kahramanlar da bu hikayelerde büyük oranda yer alır. Mercedes Lackey’nin yazdığı “Kraliçe’nin Okları” (Arrows of the Queen) kitabı ile Tamora Pierce’ın yazdığı “Vahşi Büyü” (Wild Magic) kitabı bu alt türe iyi örneklerdir. Süper Kahraman Fantezisi (Superhero Fantasy): Bu alt tür, Amerika’da yaygınlaşan süper kahraman çizgi roman kültüründen sonra ortaya çıkmıştır. Hatta romanların bazıları, bilinen süper kahramanların hikayeleridir. Özel kostümler giymiş, süper güçleri olan karakterlerin hikayelerinin anlatıldığı, iyiliğin kötülüğe karşı savaşının konu alındığı alt türdür. George R.R. Martin’in editörlüğünü yaptığı “Vahşi Kartlar” (Wild Cards) serisi, C.J. Cherryh’nin yazdığı Süpermen romanı “Lois & Clark”, Ejderha Mızrağı serisinden tanıdığımız yazar Tracy Hickman’ın yazdığı “Wayne of Gotham” romanı bu türe örnek verilebilir. Tarihsel Fantezi (Historical Fantasy): Çok aşikar olduğu üzere günümüze göre tarihsel bir dönemin ele alındığı veya tarihsel bir dönemden/ çağdan esinlenilen fantastik kurgulardır. Zaten tarihsel fantezi iki ayrı türde ele alınır. Bir tanesi direkt olarak dünya tarihinin bir bölümünü ele alan fantastik tür, diğeri de tarihsel bir dönemin fantastik değişikliklerle çarpıtıldığı türdür. Bunların her ikisi de tarihsel fantezi içerisindedir. Son zamanlarda hem dizisi hem kitapları ile adından sıkça söz ettiren, George R.R. Martin’in yazdığı “Buz ve Ateşin Şarkısı” serisi, tarihsel fantezi alt türüne iyi bir örnektir. Ayrıca C.J. Cherryh’nin “Rus Öyküleri” (The Russian Stories) isimli serisi de günümüz Rusya’sında geçen tarihsel fantastik örneğidir. Naomi Novik’in yazmış olduğu “Temeraire Serisi”, İhsan Oktay Anar’ın yazdığı “Puslu Kıtalar Atlası”, “Amat” kitapları başarılı örneklerdir. Tarihsel fantezinin alt başlıkları da vardır; Arthur Fantezisi (Arthurian Fantasy): İngiliz kültüründen etkilenmiş olan, Kral Arthur’un Camelot’u yönettiği, büyücü Merlin’in büyüleriyle krallığı koruduğu, Yuvarlak Masa Şövalyeleri’nin adaleti sağladığı, Excalibur efsanelerinin anlatıldığı, Morgan le Fay, Gölün Hanımı (Lady of the Lake) gibi isimlerin geçtiği hikayelerdir. Bu türe pek çok örnek vardır. Marion Zimmer Bradley’nin yazdığı “Avalon’un Sisleri” (Mists of Avalon) kitabı, başrollerinde Sean Connery ve Richard Gere’ın oynadığı “İlk Şövalye” (First Knight) filmi, “Merlin” televizyon dizisi gibi öyküler bu türe en iyi örneklerdir. Kelt Fantezisi (Celtic Fantasy): Britanya adası, Fransa, İspanya ve Batı Avrupa dolaylarında yer alan Kelt kültürünü ele alan tarihsel kurgudur. Doğanın gücünün ele alındığı, ormanların kutsal sayıldığı, druidlerin doğal büyülerinin yer aldığı tarihsel efsanelerdir. Teresa Edgerton tarafından yazılan “Yeşil Aslan” (Green Lion) üçlemesi, bu alt tür için iyi bir örnektir. Orta Çağ Fantezisi (Medieval Fantasy): Tam olarak bilinen orta çağ dönemine yakın bir dönemi konu alan eserlerdir. Şatoların, krallıkların,

12

derebeyliklerin, şövalyelerin ve krallıklar arasında gerçekleşen büyük savaşların konu alındığı bir türdür. Zaman zaman, bu alt türe unicorn, goblin gibi fantastik yaratıkların, büyü gibi fantastik olayların da eklendiği görülür. Birthright FRP sistemi bu dönemi güzel yansıtan bir oyundur. Guy Kavriel Kay’ın yazdığı, Sarantin Mozaik serisinin Bizans’ta geçen ilk kitabı “Sarantium’a Yolculuk” (Sailing to Sarantium) kitabı da bu türe örnektir. Steampunk: Aynı zamanda bilimkurgunun da alt türü olarak kabul edilen, bazı zamanlarda da tek başına bir tür olarak gösterilen bu alt tür; Viktoryen dönemde geçen, buharlı makinelerin ve mekanik teknoloji ile birlikte büyünün de yer aldığı tarihsel bir alt türdür. Bir elinde çakmaklı tabancası, diğer elinde büyü malzemeleri olan kahramanlar bu türün sıkça görülen karakterleridir. Büyünün ve teknolojinin başarıyla harmanlandığı eserler olarak karşımıza çıkar. “Arcanum” isimli bilgisayar oyunu ve Cherie Priest’in yazdığı “Kemik Titreten” (Boneshaker) kitabı bunu en iyi ele alan eser örneklerindendir. Tarihsel Yüksek Fantezi (Historical High Fantasy): Bu alt kültür türünde, genellikle orta çağ ele alınır ancak diğer dönemler de işlenebilir. Mesela 13. yüzyılda İngiltere Kralı’nın korumalığını yapan ogrelar, kraliyet okçu birliğinin en iyi nişancıları olan elfler veya İngiltere adına yaptıkları muhteşem savaş aletleri ile düşmanları ezip geçen cüceler bu alt türe örnek gösterilebilir. Bilinen tarihsel öykülere fantastik yaratıklar eklemek, bu türde görülebilen bir yöntemdir. Tarih Öncesi Fantezisi (Prehistoric Fantasy): İlkel kabilelerin, mağaralarda yaşayan insanların veya dinozorların yer aldığı fantastik alt türdür. Kama-dişli kaplanlar, tüylü mamutlar ve benzer ilkel yaratıklar hikayelerde geçer. Bu türün en popüler örnekleri arasında Jean M. Auel’in yazdığı “Yeryüzü Çocukları” serisi, Sherlock Holmes’ün yazarı Arthur Conan Doyle’ın yazdığı, filmi de çekilen “Kayıp Dünya” (The Lost World) yer alır. Uzakdoğu Fantezisi (Wuxia): İmparatorluk dönemi Çin topraklarında geçen, Uzakdoğu kültüründeki fantastik öğelerle bezeli öyküler görülür. Abartılı Kung-fu dövüşleri, bölgeye ait silahlar ve kıyafetler ile süslenmiştir. Wuxia ismi, kahramanlık ve onur anlamına gelen felsefedeki “xia” sözcüğü ile Uzakdoğu dövüş sanatlarını tasvir eden “wu” sözcüğünden türemiştir. Xia felsefesini takip eden kılıç ustalarına “xiake” (onurlu konuk) adı verilir. Bu kültür, Japonya’da samuray, İngiltere’de şövalye, Amerika’da da silahşor olarak tasvir edilir. Bu türdeki en iyi örnek, Ang Lee’nin yönettiği “Kaplan ve Ejderha” (Crouching Tiger, Hidden Dragon) filmidir. Toplumsal Fantezi (Fantasy of Manners): Toplumsal fantezide, dünyayı ele geçirmeye çalışan kötü büyücüye veya şeytani yaratıklara karşı bir savaş yoktur. Bu alt türde, genellikle toplumsal sınıflar arası savaş ele alınır. Fantasy of manners terimi, ilk olarak 1991 yılında bilimkurgu eleştirmeni Donald G. Keller’ın The New York Review of Science Fiction dergisinde yazdığı “The Manner of Fantasy” makalesinde kullanılmıştır. Genel olarak Alexander Dumas’nın “Üç Silahşorler” kitabındaki kurgudan esinlenilmiştir ancak bu alt türde fantastik yaratıklar vardır. Örnek olarak, kendilerine zulüm eden şeytani yaratıklara başkaldıran gnomlar örnek gösterilebilir. Steven Brust’un “Vlad Taltos” serisi bu alt türün örneklerindendir.

13


Öykü

Fantezinin Alt Türleri

Ateş Tahtı

Yüksek Fantezi (High Fantasy): Yüksek fantezi (high fantasy) alt türü, fantastik kurgu eserlerinde çokça kullanılan türdür. Fantezi okurları da bu alt türün ismini sıkça duyarlar. Bu alt tür, epik fantezi olarak da kullanılır. Sıklıkla iyi ile kötü arasındaki savaşı, fantastik yaratıklar ve fantastik diyarlar kullanarak anlatır. Günümüze, toplumumuza veya tarihimize çok fazla gönderme yapabilir, çeşitli önerme ve metaforlar kullanır. Yaşanan olaylar genellikle tüm toplumları ve diyarı etkiler. Bu olaylar sadece bir kahramanın kişisel meselesi değil tüm toplumun ve canlıların meselesi olacak boyutta yaşanır. Bu tür fantezide cüceler, elfler, orklar, ejderhalar gibi fantastik varlıklar olağan karşılanırlar. Yani yanınızdan geçen bir elf gördüğünüzde şaşırıp kalmaz veya “Bu da ne?” demezsiniz. Yüzüklerin Efendisi, Narnia Günlükleri, Zaman Çarkı, Ejderha Mızrağı gibi en çok okunan seriler bu alt türe aittir. Ülkemizde yer alan fantastik eserlerin çoğu da bu alt tür altında yer alır. Umarım fantazyanın ne kadar detaylı bir tür olduğunu kısaca da olsa açıklayabilmişimdir. Bu yazının gelecek nesillere de faydalı olması dileklerimle…

Kayra Keri Küpçü www.KayraKeriKupcu.com www.FRPNET.net

14

Gezgin yürüyordutozlu, ıssız, acımasız yolda. Durmaksızın yürüyordu, sonuna kadar yürüyecekti. Başka seçeneği var mıydı ki? İhanet, vahşet ve çıkarın tanrı olduğu dünyada umarsızca ilerlemekten başka nasıl bir seçeneği olabilirdi? Hiçbir şey, ama hiçbir şey umurunda değildi onun. Milyonlarca karanlık gizemlerle dolu toprakta ilerliyordu her şeye rağmen. Ölümlü ve acı çeken ruhların diyarı olan, adına dünya denen bu ne idüğü belirsiz gezegenden daha iyi bir cehennem olabilir miydi? Tanrı ve onun elçilerinin vaat ettiği sahte cennetlere olan inancını çoktan yitirmişti. Ona göre söz edilebilecek tek cennet, dünya cehennemine tahammül edebilen bir insanın yaşadığı hayattı. O cennetten tahammülü anlıyordu. Tahammülün temeli ise kabullenmekti. Kabullenmek... Her şeyi kabullenmek.. Sonsuz acıyı, çevresindeki onca insana rağmen korkunç derecede kesin yalnızlığını, ahlakın ölü doğmuş bir bebekten ibaret olduğunu... O bu yüzden güçlüydü. Çünkü o kendisinin ve insanlığın kaçınılmaz varoluş yenilgisini kabullenmişti. Biliyordu, tüm karanlığın içine yürümek, ölüme gülümsemek ve ateşe el uzatmak sadece birkaç adım ötesindeydi. O, bu birkaç adımı çoktan atıp daha da ilerisine gittiği için güçlüydü. O "güç"ün, tüm varlıkların hücrelerinin DNA'sına kadar işlenen tek yaşama amacı olduğunu biliyordu. Bu evrende gücün tanrı, idealizmin de asıl şeytan olduğunu kabul ettiği an gerçek özgürlüğüne kavuşmuştu. Şimdi ise daha fazla güce kavuşmaya gidiyordu. Ruhu parlak, idealist düşüncelerle dolmuş, sorumluluk yığınları altında ezilmiş acı çeken bir ruhu kurtarmaya gidiyordu. Eziyetten kurtardığı her ruh onu o kadar rahatlatıyordu ki... Gerçeği gösterdiğinde ölümlü ve şapşal yüzlerindeki şakınlık... O aslında inandıkları, ilkokuldan beri öğretilen her türlü peri masalının kocaman bir yalandan ibaret oluşunu gördükleri an yüzlerindeki ifade... İşte bu onun için hazzın ta kendisiydi. Fırtınalı havaların yürek ürküten şimşeği, zihinlerin kargaşasındaki en derin karanlık, manevi çöküşün müjdecisi o en büyük saptırıcı işe koyulmuştu bir kere... Artık ondan kaçış yoktu! Ona teslim olmaktan başka çare yoktu, onunla savaşıp şerefli bir ölüme mahkum olmaktansa, teslim bayrağını çekip hazla dolu bir yaşamdan sonra aşağılık bir ölümü tercih etmek varken bunca çaba ne kadar boşunaydı.. Ölüm neydi ki? Bir anlık yer değiştirme... Bunun onurlusu veya onursuzu olabilir miydi? Bu kavramlara inanan ölümlüler şu kainatta ahmaklık sıfatını en çok hak edenlerdi. Kurbanına yaklaştı. O ak alınlı, beyaz ruhlu, kalbi parlak bir şekilde ahlakla ışıldayan, ama o parlak ışığın benliğini nasıl yakıp kavurduğunu ve gözlerini kör ettiğini görmeyen zavallı bir ölümlüye yaklaştı gezgin. Şehvetle kızıllaşan dudakları, bir masumiyet kölesini daha özgürlüğüne kavuşturacağının sevinciyle delice titriyordu. Nasıl neşelenmesindi ki! Doğumdan ölüme ızdırabın kılıktan kılığa girdiği bir hayatın hüküm sürdüğü bu gezegende, acılı ruhları biraz olsun zamanın işkencesinden kurtarmaktan büyük iyilik var mıydı? Hatta bundan başka herhangi bir iyilik olabilir miydi? Kızıl gezgin, o varoluşun en büyük saptırıcısı, kulağına fısıldadı tereddüt içindeki ölümlüye. Izdırabını dindirmek için... "Neden korkuyorsun? Devam et... Bunun için yaşamıyor musun? Onun bedenini avuçla, masum ruhunun aleviyle yan... O senin... Zevk ve haz senin için var, daha ne bekliyorsun? Yeterince acı çekmedin mi? Artık sıkıcı ve insanlık dışı kurallardan kurtulmanın zamanı gelmedi mi? O'nun için ne kadar acı çekersen çek onu tatmin edemeyeceksin. Bunu anla! Gözlerini aç ve O'nun oyununu boz. İlahi olanın hükmünü

15


Öykü

bozdukça ruhun özgürleşir. Karşı geldikçe tek gerçek amaca yaklaşırsın. Hepsi bir aldatmaca bunların, anla ey ölümlü... Bu dünya görenler için cennet, inananlar içinse en dehşetli yedi kat cehennim ta kendisidir. Öyleyse hâlâ gözleri olup da göremeyenlerden olmaya devam mı edeceksin? Zavallı ruhunu O'nun ilahi dehşetlerine kaptırmaya devam mı edeceksin? Varoluşunun tek gerçeğine geri dön. Ancak bu şekilde acıdan kurtulabilirsin." Zavallı ölümlü, korku içinde titreyip terliyordu. İnsanoğlunun doğuşundan beri sarmalından kurtulamadığı ölümcül ikilemi o da yaşıyordu şimdi. Ruhu ilahi ve şeytani alevlerle sarılıyor ama hangisinin yaktığını kavrayamıyordu. "Anlayamıyorum," diyerek sindi tereddüt içindeki ölümlü. "Nasıl-" "Anlamanın önemli olduğunu da kim söyledi! Sadece seç, ademoğlu, anlamaya çalışma. Olaylara gereksiz anlamlar verdiniz... İcat ettiğiniz anlamların içinde sadece daha da karanlığa gömüldünüz. Tabiatınıza uymaya çalışmak yerine tabiatı kendi koyduğunuz açıklamalara uydurmaya çalıştınız. Bunun sonucu sadece hüsran oldu. Kendi cehenneminizi kendiniz yarattınız. Evrene anlam yüklemek.. İşte sizin günahınız bu, sizin yenilgi sebebiniz bu. Benim vaat ettiğim belirsizliğin alevlerinde zevkle yanmak yerine anlamların boğucu ışığında kaybolmayı yeğlediniz. Hâlâ bu gerçeği görmeyecek misiniz? Benim cömertliğimi fark etmeyecek misiniz? Artık bana elinizi uzatın, size gerçek aydınlanmanın ne demek olduğunu göstereyim. Sadece bir adım ileri at ademoğlu, sadece bir adım... Gerisini bana bırak.." Saptırıcının sözleri o kadar kuvvetli, o kadar etkileyiciydi ki... Adam dizlerinin bağının çözüldüğünü hissediyordu. Aldığı alkolün de etkisi zihninin işleyişini bulandırıyor ve saptırıcının fısıltılarını ruhunu yaralayıp tahrik eden kırbaçlara dönüştürüyordu. Saptırıcının sözleri o kadar doğruydu ki... Adam, önündeki, kızıl tüylerle bezeli yatakta davetkâr şekilde bakan yarı çıplak dişiye bir adım attı. Titreyen, korkan, kararsız bir adım.. İşte; yasak sırların bekçisi, karanlığın efendisinin çağrısına uymuştu ademoğlu. Ahlaksız ve inançsız şehvete doğru o ölümcül adımı atmıştı. O yola girmişti artık... Dişi günah, yalancı masumiyetiyle soluklaşan bembeyaz kollarını uzatıp kendine çekti korku içindeki adamı. İşte artık "o adam" değildi o adam. Artık başkasıydı o... Yarı çıplak dişi, mahremini örten kara dantelleri üzerinden birbir çıkarırken terli vücudu soğudu hızla. Temiz ellerinin acemiliği, rüzgârın uçurduğu tozlar gibi geçti. Parmakları dişinin tüm vücudunu okşadı. Baştan sona, incecik derinin altında günahın mor damarlarına dokunarak.. Kızın gök mavisi gözlerin içindeki delilikte kaybolup gitti... İnci gibi beyaz beyaz dişleriyle her gülümsemesinde çıkardığı pembe dili şehvetli çılgınlıklara çekti azaptan bunalan ruhunu. Dişi günahın akıl almaz güzelliği karşısında soluğu kesildi.. Tekrar ve tekrar, yüzlerce, belki binlerce kez birleşti kızla... O kadar gerçek, o kadar aydınlıktı ki... Şimdiye kadar yaşadığı hiçbir deneyim buna yaklaşamazdı bile. Kızıl gezgin tüm bunları izledi ateş tahtından gülümseyerek. Sevindi içten içe.. Ama masum bir sevinçti bu. İnsanoğlunun ona taktığı sıfatlara uymuyordu. O sadece birini daha gerçek kurtuluşa erdirmenin mutluluğunu yaşıyordu. O, ilahi hegemonyanın faşistçe kurallarını uygulamıyordu. İnsanları deli saçması vaatlerle avutmuyordu. Onlardan ızdırap çekmelerini istemiyordu. Bir yana iradelerinin şiddetle açlığını çektiği günahları ve ardına cehennemi, diğer yanaysa saf ızdırabı ve çok uzaklardaki hayali cenneti koymuyordu. Bu tek kelimeyle korkunçtu! İyilikle anılan bir tanrının kendi yarattığı kullarına böyle bir eziyeti müstahak görmesi varoluşun en büyük çelişkisi değil de neydi ki!

16

17


Yeni Çıkan

Öykü

Kitaplar

Onun istediği çok basitti.. Sadece bir adım atmasını istiyordu insanlıktan, ateş tahtına doğru küçük bir adım.. "Belki de," diye düşündü kızıl alevlerin efendisi, "beni bu yüzden yarattı. Bu yüzden isyan etmeme izin verdi. Kendi kularına yaptığı gaddarlığı içine sindirememişti ve onu telafi etmek için bir kılıf gerekiyordu. İşte onun için de beni kullandı. Kullarına vermediği dünya zevkini benim aracılığımla vermek istedi. Belki de içten içe bana minnetarlık besliyordu. Öyle ya, hangi kusursuz tanrı hata yaptığını kabul ederdi ki!" Birçok adı vardı onun: Abaddon, Lucifer, Azazil, Behemoth, Diabolus, Mephistopheles, Satan, Şeytan. İsimleri farklı farklı olsa da varoluş amacı aynıydı. Tanrı'nın trajikomik hatasına bir örtü olmaktı onun amacı. Bu akıl almaz felaketi fark eden ilk ve tek varlık olması ise onun sonsuza kadar cehennemlik olmasıyla sonuçlanmıştı. Şeytan, alevlerden kurulu yasak zaferlerin tahtında delicesine kahkaha atmıştı. Tanrı gibi kusursuz bir varlık hata yapmıştı ve evrende sadece o bunu fark etmişti. Hiçliğin uzaylarında ve olasılık dahilindeki tüm kainat benzeri oluşumlarda bundan daha eğlenceli bir şey olabilir miydi? Yazan: Can ÇELİKEL

İşeyen Atmaca Yazar : Göktuğ Canbaba Yayınevi: Marjinal Kitap Çıkış tarihi: Mart 2013

Illüstrasyon: İlker YATI

Jack de olsa ismi, yabancı sayılmaz kendisi. Bu yumruk mıknatısıyla tanışırsanız siz de sarsılırsınız. Ama onu tanımak ve “Jack buydu işte” diye söze başlayabilmek için onunla küçük bir yolculuğa çıkmalısınız. Şehvet cinleri ile dolu bir yolculuğa... Hakan BIÇAKCI

Yolun kendiyle derdi olan yazarlar gözleri açık rüyalar görürler. inandırıcılıkları haritalar gibi gecmis izleri taşıyan satirlarla doludur. Garip gürültüleri taşıyan anlaşılmaz bir sessizlikle yürütürler sizi romanın içinde. Rüyalar satırları, satırlar hikayesini bulur. Korkuyla cesaret arasında kurallar bozulur, yapılır,, bozulur, yapılır. Bu kitabı okurken ister yazarı, isterseniz kendinizi korunaksız açığa alın. Umay UMAY

Bu roman; bilmediğiniz, hiç görmediğiniz yerlerde başıboş dolanan ruhunuza dair Bu roman; dünyayı yarı sarhoş gezen tüm hayalperest piçlere dair... Bu roman; isimleri, şehirleri, hayvanlarıyla aslında bizim yarattığımız kötü düzenin yabancılaşmış ruh hallerine, yollar tarafından yumruklanan, şehir ışıkları tarafından nakavt edilen Jack’in gerçeküstü bir yol hikayesine dair... İyi yolculuklar... Altay ÖKTEM

18

19


Çizgiroman İnceleme

Çizgiroman İnceleme

Kadın Gözü ile Çizgiroman Nick RAIDER ya da bizde bilinen adıyla Bay Fırtına: İlk yazı her zaman yanında bir “merhaba”yı da getirir. Mehmet Kaan Sevinç ile Büyülü Rüzgâr’da ilk tanışmamızda bir gün kendisi ile aynı ekibe dahil olacağım aklıma bile gelmemişti. Hani bazı insanlar vardır; sık görüşmezsiniz ama aklınıza ne zaman gelse zihninizde saygıyla karışık bir tebessüm belirir. İşte bu Mehmet Abi için geçerlidir. Ve bir gün, ki sanırım rahat sekiz on sene geçti, bir teklif aldım kendisiyle çalışmam için. Duyduğum gururu anlatamam; çünkü marifet yazı yazmak ya da teklif almak değildir. Bunu saygı duyduğunuz birinden almaktır. Bugün burada bu dergide ilk olarak ne yazsam diye düşündüm. Hayatta her zaman sevdiğim şeylere öncelik verdim, sahip çıktım ve korudum. Bu insanlar için olduğu kadar yazarlar ve kitaplar için de geçerlidir. Ben de iyi bir çizgi roman sevdalısı olarak “Sergio Bonelli”yi çok seviyorum; kendisinin haberi olmasa bile küçük bir kızın yetişkin bir kadına dönüşme sürecinde ona okuma sevgisi ve bilinci aşıladı. Genellikle erkeklerin dünyasına ait görülen çizgi romanın bir küçük kızda yarattığı mucizeyi bilse kendisi de çok şaşırırdı. Uzun seneler boyunca ailelerden gizli okunan çizgi romanlar sayesinde düzenli okuma bilinci kazandım; hayatın gülmediği zamanlarda kitaplar hep sevgi ve bilgelik verdi. Çizgi romanı kitap yerine koymayan, zaman kaybı sayan çok kültürlü dostlar! Biraz insan olduysam temeli bu romanlardır; biraz hayal gücüm varsa, biraz estetik duygum gelişmişse çizgi roman sayesindedir. Bu uzun girizgâhtan sonra sevdiğim “Bonelli” ailesinden bir çizgi romanla yazmaya başlamak istedim. Çok fazla ses getirmeyen, fazla tutunmamış ama benim devamı basılsa arşivim için bütçe ayıracağım bir kahraman: Bay Fırtına ya da nam-ı diğer Nick Raider. Bu arada şunu da belirtmeliyim ki zevkler görecelidir. Burada ben, her zaman sevdiğim ve “bence” okunası çizgi romanlar hakkında görüşlerimi yazacağım. Katılmasanız bile en azından haberi olmayan dostlar bir fikir edinirler. Biraz çizgi roman meraklısı herkesin bileceği gibi dünya çizgi romanında İtalyanlar, İtalya’da ise Bonelli İmparatorluğu önemli bir yer tutar. Çok çeşitli türlerde yayınları olmakla birlikte “Western” ağırlıklı kahramanların doğduğu bu yayınevi zaman zaman kendi çizgisinin dışına çıkar. Örneğin “Mister No” bunlardan bir tanesidir ve oğul Bonelli’nin çalışmasıdır. Dedektif Nick Raider da Bonelli Grubunun, “Western” olmayan ilk dedektif tiplemesidir. Teks’in yazarlarından Claudio Nizzi’nin

20

1988’de Ed McBain’in 87. Bölgedeki olayları konu alan romanlarından esinlenerek konularını oluşturduğu bir tiplemedir. Burada Ed McBain’den söz etmeden olmaz. 15 Ekim 1926- 6 Temmuz 2005 tarihleri arasında yaşamış olana Amerikalı yazar ve senarist Ed McBain, hayatına Salvatore Albert Lambino olarak başladı. İtalyan asıllı bu yazar daha sonra adını Evan Hunter olarak değiştirdi. Ed McBain adı ile de romanlar yazdı ki bu isimle yazdığı romanlar bizim kahramanımızın yaşadığı olaylara da esin kaynağı oldu. Nick Raider’ın Büyükbabası Nicola Raidero, eşi ile birlikte 1928’de Amerika’ya geldi. Yani kahramanız İtalyan bir baba ile İrlanda kökenli Liza adında bir kadının çocuğudur. Annesi, bir klinikte tedavi gören ve Nick’in ara sıra ziyaret ettiği bir akıl hastasıdır. Baba bir anne ayrı kız kardeşi ise tecavüze uğrayıp öldürülmüştür. Her Bonelli kahramanı gibi o da fiziki görünüşünü yaşayan bir ünlüden almıştır ki burada bu isim, Robert Mitchum’dur. Kahramanımızın fiziki görünüşü dışında ismi de önemlidir. İtalyan asıllı bir Amerikalı olmasına rağmen adı tam bir Amerikan adı olmalıydı, herkesin benimseyeceği kolaylıkta ama güçlü imaj çağrıştıran bir isim seçilmeliydi. Sonuçta ise Nick Raider’da karar kılınmıştır. Tabii her kahraman gibi Nick’in de onu destekleyen ve yan maceralara kapı açabilecek dostları olan karakterler de yaratıldı. İlki asla ortağı olduğunu kabul etmediği siyahi iş arkadaşı Marvin Brown’dur. Kabullenmeme sebebi ırkçı olması değil, eski ortağının kahpece öldürülmüş olmasıdır. Belli etmese de bunun acısın hep taşıdığı için Marvin’i ortak olarak kabul etmez ama birlikte çalışır. Gerçi bunda tıpkı Dylon Dog’da olduğu gibi Marvin’in sürekli olarak yaptığı Groucovari esprilerinin de payı büyüktür. Yani insanın bazen ortak filan demeyip öldüresi geliyor emin olun! Kendisini bir baba gibi seven ve kollayan, görünüşte masa başı dedektifi olan ama sahaya çıktığında silahını yerinde ve zamanında kullanan Jimmy Garnet. Çok şeyler yaşamış olan yaşlı komiser Arthur Rayan aynı zamanda ekibi organize eden kişidir. Bir de boyu kısa bir cüce olan muhbiri Alfie. Ayrıca bir de gazetecilik yapan nişanlısı Violet McGraw. Kötü adamlarsa bütün New York’un kımıl zararlılarının tamamı ve büyükbaş mafya babalarıdır. Lousie Clementi ve ülkeye kaçak insan sokan Kara Haç örgütü demirbaş kötülerimizdir. Tabii bir de polisin içindeki çürük elmalar. Amannn kötü mü yok işte!!! Haaa bir de normalde iyi adamlardan saymamız gereken ama sürekli kendi kariyerini kollama sevdası yüzünden; Nick’e destek olacağı yerde köstek olan Kaptan Phillipe Vance vardır ki lakabı “hoşça kal sevgilim”dir. Bu lakaptan anlaşılacağı üzere evde pısırık, işte on kâğıt kaplan gücünde, olmasa da olur bir insan tipidir. Maalesef her ülkede bunlardan çooook vardır!

21


Çizgiroman İnceleme

Çizgiroman İnceleme

Claudio Nizzi gibi bir ustanın ellerinde şekillenen bu çizgi romana birçok başarılı sanatçı da katkıda bulunmuştur. Gustavo Trigo, Jose Eduardo Caramuta, Eugenio Fiorentini, Ivo Milazzo, Bruno Ramello sanatçılardan bazılarıdır. Türkiye’de Aksoy Yayınları tarafından sadece on beş macerası yayınlanan bu kitap, İtalya’da 1988- 2005 arası aylık olarak toplam iki yüz tane yayınlanmıştır. Speciale seri ise 1989-1998 seneleri arasında on sayı çıkmıştır. Almanak olarak da 1993- 2004 arası on iki tane okuyucuya sunulmuştur. Aksoy’dan sonra Rodeo Strip yedinci ve sekizinci sayılarında birer kısa macerasına yer vermiş ama Türkiye’de Kadın Dedektif Julia gibi tutunmamıştır. Buraya kadar yazdıklarım bu çizgi roman hakkında okumak isteyenler için derli toplu bir bilgi derlemesidir. Şimdiyse kendi kişisel görüşlerimi sizlerle paylaşacağım. Okuma yelpazesi çok çeşitli bir insan olarak polisiye romanları severim. Özellikle Agatha Christie’nin (İngiliz cinayet romanları yazarı. Hercul Poirot ve Miss Marple ile kendi fanatiklerini oluşturmuştur.) , George Simenon’un (Fransız suç romanları yazarı. Polisiyenin Kafka’sıdır bana göre, Müfettiş Maigret tiplemesi bir klasiktir.), Donna Leon’un (Amerikan asıllı İtalyan polisiye yazarı, Müfettiş Brunnetti de hayran olduğum tiplerdendir.) kitaplarından zevk alan biri olarak Amerikan tarzı polisiyenin iyi yapılmışını severim. Çünkü Amerikalılar, Avrupalı meslektaşlarından farklı olarak aksiyon ve vahşeti daha çok tercih ederler; bu noktada benim gibi okuyucuları kendilerine televizyon ve kitapta çekebilmeleri için sağlam bir öykü ile dolgu yapmaları gerekir. Bu kolay değildir çünkü televizyon görüntülerinin bilgisayar desteği ile giderek daha gelişmiş hale gelmiş olması; bilimsel gelişmeler sonucu kıldan tüyden sonuca varabilmenin kolaylaşması ve bunların vahşi cinayet şekilleri ile izleyiciye verilmesi işin kolay ve ucuz yoludur. Kim artık iyi bir öyküye yatırım yapar ki? Bu noktada Nick Raider piyasa çıktığı zaman beklentim yüksekti; çünkü hem çizgi romanda sağlam bir ekol olan İtalyan Bonelli’ye ait bir yapımdı hem de İtalya, Giallo denilen suç kitapları konusunda da çok iyi bir alt yapıya sahipti. Buna bir de her nedense İtalyan çizgi romanlarında Amerika’ya ait olan her şeyin Amerikalılardan daha iyi anlatılmasını ekleyin. Haliyle beklentiniz yüksek oluyor ama olmamalı! Anladım ki her zaman yağ, un, irmik ve iyi bir aşçının yan yana gelmesiyle iyi bir helva pişmiyor. Konusu New York’ta geçen her kitapta, bir maceranın eli yüzü düzgün bir şekilde anlatılıp sonlandırılmış olması seriyi iyi yapmaya yetmiyor. Bu serinin yazıldığı dönemde Miami Vice gibi kült bir dizi etrafı sarsarken, sonrasında çeşitli New York polisiyeleri ile içimiz dışımız adli tıp ve olay yeri olmuşken daha iyi bir şey bekliyorsunuz. Satın alınmayan, adil, canını düşünmeden olayları çözmeye çalışan, arkadaşlarına sadık, özel hayatında tek eşli düzgün bir polis Nick Raider, ama o kadar. Etraf

22

vampir filmleri ve vampir romanlarından geçilmezken Dampyr ile açık ara bir fark yakalayan Bonelli; aynı şeyi bu polisiye çizgi romanda yapamamıştır. Bana göre çok iyi olan çizimlerine rağmen, konu itibariyle sabun köpüğünden öteye gidemeyen bu çizgi romanı yine de seviyor olmamsa işin bana çok uyan beni tanıyanları hiç şaşırtmayan bir durum. Çünkü büyüseniz de hayatın sizi acıtma kapasitesi her zaman vardır ama yetişkin bir insan olarak artık oyuncak ayınıza sarılıp ağlayamazsınız. Kimse başınızı okşayıp size “geçecek”, demez; alıp başınızı gitme özgürlüğünüz de yoktur, hatta bazen başınızı koyup ağlayacak bir omuz bile bulamazsınız, çünkü kuyruğu dik tutmanız gerekir. İşte böyle zamanlarda Nick Raider imdadınıza yetişir; bütün kötü adamlara cezasını verir, bir bakmışsınız ortağı Marvin Brown’un kötü esprilerine çok kötü olduğu için gülüyorsunuz ama gülüyorsunuz. Dünyadaki tüm kötülüğe rağmen, hayatınızdaki tüm rezilliğe rağmen bir sabun köpüğü sizi temizleyip arındırıyor. İşte bu yüzden şimdi baştan, düzgün bir sırayla basımı tekrar başlasa alır, arşivime koyar ve okurum. Ve şunu da unutmamak gerekir ki ben bu yazıyı sadece on beş macera okumuş biri olarak yazdım. Tamamını okuma şansım olsaydı belki çok farklı bir yazı paylaşıyor olacaktım. Çizgi roman okuyun dostlar ve çocuklarınıza okutun; inanın hayata çok farklı bakmayı öğretiyor ve en önemlisi gülümsetiyor. Hayatınızdan kitapların ve filmlerin ve de tebessümün eksilmemesi dileğiyle hoşça kalın. Zeynep BAYRAKTAR nam-ı diğer Pandora1972

23


Öykü

Düşünen Adam Işık almayan karanlık odasında duyularını harekete geçirebilecek çok fazla şey yoktu. Sigara kokusu sinmiş perdeleri, camının hemen önündeki sokak lambasını perdelemişti. Fakat kapattığı gözleri, aklından geçen şeylerin dışarı taşmasını engelleyemiyordu. Fiber kablolardan geçen binlerce veri gibi aklının içinde de yüzlerce farklı konu sağa sola akıyordu. Parlak neon ışınlar gözlerinin hemen arkasında başlayıp kafasının içinde dairle çiziyordu. Mide bulandırıcı sarı-yeşil göletlerde yüzen yüzlerce ışık kümesini görüyordu kapalı gözleri. Normal bir insan gibi yatmadan önce günün özetini çıkartıyordu sert yatağında. Günün ilk ışıklarından itibaren şehrin içerisinde, etrafında, üzerinde yüzlerce tur atmıştı. Sokak sokak, mahalle mahalle gezmişti. Dolayısıyla birçok yeni yer görmüştü. Mesela çingenelerin mahallesindeki o büfe... Tostu fena değildi. Gerçi satıcının mutfak olarak kullandığı tezgâh pek temiz sayılmazdı; ama sonuçta plütonyum yüklü bir bombayı çiğ çiğ yiyebilirdi. Ya da birkaç sokak alttaki futbol sahası ve pislik içerisinde koşturan çocuklar... Onu gördüklerinde nasıl da şaşırmışlardı! Fakat şimdi kendisi de şaşırıyordu tüm olan bitene. Daha birkaç gün önce bir kadını ölümden kurtarmıştı. Arabasını yolun kenarına çekmiş, yerden yüzlerce metre yükseklikteki köprünün korkuluklarının arkasında ağlayan bir kadını... Herhâlde ailevi problemleri vardı. Eşi ile kavga etmiş olabilirdi. Ya da yüksek bir mevkide çalışırken üstlerinin "mobbing"ine kurban gitmişti. Bunların onun için hiçbir önemi yoktu; çünkü kadını ambulansa teslim ettikten sonra başka bir olay yerine gitmesi gerekiyordu. Otobanda hız yapan bir grup genç bariyerleri delip karşı şeride geçmişti. Sonrasında ise kendi araçlarından kat kat büyük olan bir tırın altında kalmışlardı. Şansızlık bu ya hani, ambulans olay yerine bir türlü yetişememişti; çünkü bir başka kaza daha olmuş ve yolu kapamıştı. Tüm bu olaylar yüksek kesimli yerlerde olurken neden patlak bir topu sektiren çocuk kendini köprüden atmadı hiç. Ya da tostu yapan kirli sakallı adam neden bir tırın altına girmedi hiç. En azından elini de yakabilirdi. Ayağa kalktıktan sonra ışık hüzmelerinden kurtulur kurtulmaz, yukarı kata çıkan merdivenlerin yolunu tuttu. Kendi kemiklerinden daha zayıf olmalarına rağmen, demir korkuluklara tutunarak yukarı doğru çıktı. Dışarıda esen hafif rüzgârı hissedebilmeyi dilerken damın en kenar noktasına doğru yürüdü. Aşağı bölgenin manzarası muhteşemdi. Onu muhteşem yapan ise oluşturduğu tezattı. Fakirliğin, açlığın içinde olmasına rağmen karşısına gökdelenleri ve lüks binaları alabilen korkusuz bir manzara... Gözlerini manzaradan alabildikten sonra kenarda ileri geri yürümeye başladı. Çıplak ayaklarının altından ezilen çakıl taşları kum öbeklerine dönüşüyordu. İnsanları anlamak fazla zorlaşmıştı; ama ona söylenenleri uygulamaya devam edecekti. Üzerindeki soluk mavi gömleğinin düğmeleri, göbeği yüzünden patlamak üzere olan adam, kahverengi masasının arkasından ona söylemişti bunları yaşayacağını. "...Çok düşünmemeye çalış, sen sadece işini yap..." Öykü: Nafican GÜNER

24

İllüstrasyon: Zeynep ZEZE

25


Çizgiroman İnceleme

Çizgiroman İnceleme

En Seksi 10 Marvel Kadını -Bu “Top 10 “ listesini belirlerken Amerika’daki okuyucu oylarını, Türkiye’deki karakterin bilinirliğini ya da daha evvel yapılan bu tarz listeleri hiç bir şekilde dikkate almadım. Hani çoğu erkek Playboy’u sadece “makale”lerinden dolayı okur ya, ben de de aynı bu şekilde sırf “öykü” lerinden etkilenerek aldığım Marvel çizgi romanlarını dikkate aldım. Sıralamayı da tamamen keyfime göre yaptım, kısacası bu liste tamamen benim kişisel zevkime göre yapılmıştır. Haydi buyrun bakalım, listede kimler var. 10-Silver Sable : Eski siyah beyaz Örümcek Adamcılar hatırlayabilirler, o zaman Türkçe’ye Gümüş Samur diye çevrilmişti. Kendisi küçük bir Avrupa devleti olan Symkaira’da doğmuştur ve oranın ekonomisini büyük ölçüde destekleyen Silver Sable International adlı firmanın CEO’sudur. Bir ara kendi çizgi romanı da çıkmış olan Silver Sable şu an diğer çizgi romanlarda yardımcı rollerde çıkmaktadır Artıları: Gümüş beyazı saçlar (zaafım var) vücuda yapışan dapdar kostüm ve yanında silah taşıması. Gerçek bir kötü kız !! Eksileri : Sürekli idman, suçlu avlama ve diplomatik ilişkiler yüzünden ekilme olasılığınız yüksektir. 9-Kitty Pryde : X-Men’lerin 2. grubundaki zıpır kız, sonra büyüdü ve İngiltere’ye yerleşerek Excalibur grubuna katıldı. Bir ara SHIELD ajani bile oldu. X-Men grubundan sürekli ayrılıp başka gruplara katılsa da eninde sonunda oraya geri dönen bu kızımızı unutmak mümkün mü ? Artıları : Dar X-Men kostümü hiç kimseye onun yakıştığı kadar yakışmadı Eksileri : Of, o kadar çok var ki. Bir kere bilgisayar dehası, PC’de hiç bir şeyi saklayamazsınız, ikincisi Wolverine’den ders aldığı yetmezmiş gibi bir de Ninjutsu öğrenip Ninja oldu. Eski erkek arkadaşları arasında Pete Wisdom ve Colossus var. Daha ne olsun ? 8-Spider Woman : Türkiye’de ne hikmetse “Maskeli kadın” adı altında ve güçlerini “akrep” ten aldığı iddia edilerek yayınlandı. Yine bir ara Türk TV’larında çizgi filmi de oynamıştı. Marvel evreninde kendi çizgi romanı çıkmıştı, sonra güçlerini kaybederek Madripoor’a yerleşmiş ve Wolverine’e yardım etmişti. En son “Gizli İstila” projesinde çok önemli bir rol oynadı. Bir ara Avengers grubunun lideri bile oldu. Artıları : Hülyalı gözler, dolgun dudaklar, uzun siyah saçlar... Eksileri : Kafası çok karışık ve genelde bunalım takılıyor. Bir de son zamanlarda vücudundan feromenon yayılma olayı çıktı ki iş iyice karıştı, artık onun yanında duygularınızdan emin olamıyorsunuz.

26

7- Elektra : Daredevil’i peşinde koşturan, Wolverine ve Kaptan Amerika’yı etkileyen bu kadına vurulmamak elde mi ? Yunan asıllı bu dişi Ninja Frank Miller’ın en sevilen ve en popüler karakterlerinden biridir. Bir kaç kez sınırlı sayıda çizgi romanı yayınlanmıştır ve hala sık sık diğer çizgi romanlarda boy gösterir. Daredevil filminde Jennifer Garner Elektra’yı canlandırmıştı ve karakter o kadar çok beğenilmişti ki, kendi filmi de çıkmıştı. Artıları : Kırmızı saten bir elbise ve atletik bir vücut, üstelik tek rakibiniz kör bir adam. Eksileri : Ne yazık kı bu da Marvel’in kafası karışık hatunlar listesinde yer alıyor. Üstelik te oldukça tehlikeli, kendi sevgilisini bile kaç kez öldürmeye kalkıştı 6-She Hulk: Jennifer Walters, kuzeni Bruce Banner’ın ona naklettiği kandan sonra onun gibi gama radyasyonuna maruz kalmış, fakat canavar olacağına daha güçlü ve hızlı yeşil bir afete dönüşmüştü. She Hulk başarılı bir avukat olmanın yanı sıra, eski Avengers ve Fantastic Four üyesidir. 2-3 kez çizgi romanı çıkmış ve diğer çizgi romanlarda yan rollerde çok oynamıştı. Artıları : Seksi, baştan çıkarıcı ve bunun farkında. Gücünün yanı sıra zekasını ve güzelliğini de çok kullanıyor. Eksileri : Genelde Thor, Hercules, Wyatt Wingfoot gibi oldukça güçlü iri kıyım erkekleri seviyor. Onun meşhur sarılmalarından sağ çıkmak için ciddi sırt kaslarınızın olması şart. 5-Black Cat: Evet ilk beşe geldik bile.Tamam, kabul etmek lazım, üniversitede kimsenin ciddiye almadığı sümsük Peter Parker’ın birbirinden ateşli kadınlarla beraber olması hepimizi sinir ediyordu, ama Felicia’nın ona değil Örümcek Adam’a aşık olması mantıklıydı. Bu afet yıllar içinde kostümünü birden fazla kez değiştirmiş, üstün mücevher hırsızından süper kahraman’a dönüşmüş ve değişik erkeklerle takılmıştır ama hiç bir zaman seksiliğinden bir şey kaybetmemiştir. Artıları : Beyaz saç ( zaafım var ) muhteşem atletik bir vücut ve tabii ki o kadar mücevher çalan bir kızın barda içkisini kendi ödeyeceği hatta size de ısmarlayacağı bir gerçek. Eksileri : Hala Örümcek Adam takıntılı... Sümsük Peter’in aklı başına gelir de geri dönerse 2 saniyede kapı dışarı edilirsiniz. 4-Black Widow : Sıradaki kadınımız başlı başına bir efsane. Süper gücü olmamasına rağmen uzun bir süre Avengers’ın liderliğini yapmış ve de SHIELD’da Nick Fury’nin güvendiği bir numaralı elemanı olmuştur. Çelik gibi sert görünmesine rağmen aslında yumuşak bir kalbi de olduğu bilinen Natasha Romanov’u beyazperdede başka bir afet olan Scarlet Johansen canlandırmıştı. Artıları : Gizli ajan olduğu için her konuda eğitim aldığı biliniyor . Tekrar ediyorum, her konuda... Eksileri : İstanbul’da ismi Nataşa olan taş bir Rus’la gezdiğinizi hayal edin...Evet fazla lafa gerek yok sanırsam...

27


Deneme

Çizgiroman İnceleme 3-Miss Marvel : Listemizdeki üç numaradaki Carol Danvers’de Marvel’in bunalımlı ve kafası karışık hatunlarındandır. Sivil Savaş ve Gizli İstila sırasında sürekli yalnış taraflarda olsa da, Gizli İntikamcılarda doğru yolu bulmuş ve Norman Osborn’a karşı gelmiştir. Ciddi bir SHIELD ajanı olan Danvers, yardımcı karakter olarak da bir sürü çizgi romanda oynamıştır Artıları : Sarışın bomba kelimesi yeterlidir herhalde Eksileri : Dedim ya kafa sürekli karışık. Eski erkek arkadaşları arasında Marvel’in problemli kahramanları Tony Stark ve Wonder-Man olması da artı hanesine yazılacak bir değer değil. 2-Emma Frost : Beyazımsı sarı saçlı Emma Frost ( zaafım... tamam tamam sustum) ilk başta ciddi bir X-Men düşmanıyken zamanla X-Men’lerin tarafına geçmiş, Banshee ile beraber Generation X okulunun müdiresi olmuş, sonra ana malikaneye dönüp X-Men okulunun başına geçmiştir. Şu anda okul dağıldığından Cyclops’la beraber liderliği paylaşmaktadırlar. Artıları : Güçlerini kendi avantajına kullandığı için inanılmaz zengin. Bunun dışında kazandığı parayı kendine ve estetik cerrahlara yatırdığı için torunlarınız sizin yaşınıza geldiğinde bile hala seksiliğini koruyor olacak ( Bir nevi Amerikan Ajda Pekkan’ı ) Eksileri : X-Men evreninde o kadar yakışıklı ve karizmatik adam varken niye gide gide uyuz Scott Summers’ı seçti ki ? Bu dünyada gerçekten adalet yok. 1-Psylocke : Listenin en tepesinde 2 X-Men olması ve tüm listede 3 X-Men elemanı olması ( ki Storm’u özellikle es geçtim) mutant genlerinin kadınları daha güzel kıldığını da gösteriyor olabilir mi acaba ? Kendi halindeki Betsy Braddock bir kaza eseri Japon bir Katil’le vücut değiştirince birden yıldızı parladı. Hem fiziksel hem de beyinsel güçleri olan bu Japon afetimiz son zamanlarda genelde arka planlarda rol alsa da zamanında Wolverine ile partner olduğunu ve takımın as elemanlarından biri olduğunu unutmamak lazım Artıları : Sürekli idman yapan ve kendini formda tutan bir Japon’dan öte ne istenebilir bu hayatta ? Eksileri : Düşünceleri okuyabiliyor. Yaptığınız ilk kaçamakta yakalanırsınız. Hatun katil bir ninja olduğuna göre evde elinde mendille “Beni aldattın mı?” diye duygu sömürüsü yapacağını da zannetmiyorum. Tunç PEKMEN. www.uzunjohn.com

28

Mr.Crowley Tanrıça kadar soğuk bir Aralık akşamı. Canım sıkılıyor ve dışarı çıkıyorum. Yağan kar, ufak bir sis oluşturmuş şehirde. Kafamın içinde bir müzik var ve sözlerini duyuyorum. Bir kısmını hatırlıyorum ama. Sanırım iki dizesi şöyle olmalı: “Mr. Crowley, what went down in your head, Mr. Crowley, did you talk to the dead?” Ellerim üşüyor ve üzerime giydiğim kahverengi, biraz da eski montun ceplerine sokuyorum ellerimi. Ellerim daha da üşüyor. Soğuğun etkisini azaltmak için salgısını artırmış burnum akıyor. Ucu da kırmızıdır, diye düşünüyorum. Hızlı adımlarla yürüyorum. Gittikçe hızlanıyor adımlarım. Titreyen ve yatacak sıcak bir yer bulmak için çabalayan köpekleri görüyorum. Kafamı çeviriyorum mecburen; benim de kalacak yerim yok çünkü. Hızlanan adımlarım ısıtıyor biraz da olsa. Geniş bir yoldan yürüyorum ve bu yolda gözümü alan farlar, kulağımı tırmalayan kornalar ve insanların o iğrenç, yüksek sesleri yok. Zemin, hızla giden bir arabanın ani freniyle ısınamıyor diye üzülüyorum. Yürümekten başka çarem yok. Yürümezsem donabilirim. Ne kadar süre yürüdüğümü bilmiyorum. Yerde kırık bir şişenin cam parçalarını görüyorum ve almak için eğiliyorum. Aldığımda yüzümü görüyorum. Sonra saçlarımdan çıkan, ancak kaynayan bir suda görülebilecek buharı fark ediyorum. Uzun süredir yürüdüğümü anlıyorum. Doğrulmadan kırık cam parçasını aldığım yere koyuyorum. Doğrulduğumda basıncın etkisiyle daha fazla üretilen ter damlacıklarının alnımdan süzüldüğünü hissediyorum. Kirli montumun sağ koluyla siliyorum yüzümü ve alnımı. Yüzüm kirlenmiş olmalı; fakat aldırış etmiyorum. Üzerimi düzeltip devam ediyorum yürümeye. Kulağımdaki müzik, kendini ayyaşların türkülerine* bırakıyor. Isınmak için yaktıkları ateşi de görüyorum üstelik. Yürüdükçe ses daha iyi geliyor. Düşünüyorum hangisi daha iyi diye. Ah kararsızlık! Yanlarından geçerken bir şey söylüyorlar. Çok yuvarlak konuştukları için anlamıyorum. Selam verdiklerini sanıyorum. Soğuktan morarmaya yüz tutmuş sağ elimi çıkartıyorum ve onlara doğru kaldırarak, fakat onlara bakmayarak, yürümeye devam ediyorum. İçtikleri şarabın içinde bulunan alkolün ilk olarak kılcal damarları daraltarak onları ısıtacağını ve daha sonra alkol miktarı arttıkça, alkolün birtakım hormonları uyararak kılcal damar geçirgenliğini arttıracağını ve sabaha kalmadan sızıp donarak öleceklerini düşündüğümde aniden duruyorum ve yanlarına gitmek için dönüyorum. Yanlarına giderken şarap içtiklerini nereden bildiğimi sorguluyorum. Yanlarına gittiğimde içtiklerinin şarap değil, kanyak olduğunu görüyorum. Üç kişi var. İkisi yerde yarı yatar pozisyonda oturuyorlar ve altlarında kalın ve bazı yerleri ezilmiş; fakat kirli, uzun bir mukavva olduğunu görüyorum. Biri ayakta karanlığa doğru işiyor ve sidiği buharlaştıkça, kokusu burnuma kadar geliyor. Kar tabakasında ince bir delik de oluşturduğunu tahmin ediyorum. Yerde duran avare kılıklı adamlar şaşkınlıkla bana bakıyorlar. Şaşkınlıklarını gizlemek için ellerindeki kanyak şişelerini, ikisi birden aynı anda bana doğru uzatıyorlar. Ateşe doğru yaklaşıyorum ve topuklarımın üzerine oturarak, sol elimi kanyak şişesine sağ elimi ateşe doğru uzatıyorum. Kanyağı alıyorum ve irice bir yudum alıyorum. Dilimdeki papillalar ölene kadar ağzımda tutuyorum, yutmuyorum. Nefes alıp vermemi zorlaştırınca boğazımdan yavaşça süzerek yutuyorum. Kanyak yemek borumdan mideme giderken ayrı, mideme indiğinde ayrı hissettiriyor kendini. Bir yudum daha aldıktan sonra şişeyi geri veriyorum. Biraz ısınıyorum, sadece biraz. İşeyen adam otururken haşır huşur sesler çıkarıyor. Biraz utanarak bana “Kâğıt parçaları, soğuktan koruyorlar adamım.” diyor. Montunun sol cebinden zulaladığı gümüş renkli; fakat tenekeden yapılma kabı çıkartıyor. Dişleriyle açıyor ve kapağını bir kenara atıyor. Su gibi içiyor kanyağı adeta. Ellerimi ısıttıktan sonra, pek de

29


Deneme

Röportaj

ısınmış sayılmazlar, vücudunuz soğukken sıcak bir şey elinize değdiğinde hissettiğiniz uyuşmaya benzer bir hisle kalkıyorum. Dolunayın önünden çekilince bulutlar, bulunduğumuz yerin bir mezarlık olduğunu anlıyorum. İrkiliyorum aniden. Bunu gören avare arkadaşlarım, gülüyorlar. Mezarların üzerinde isimler beliriyor. Fosforlu yeşil bu isimler. İsimleri tek tek okumaya çalışıyorum: Mrs. Layne, Mr. Rob… Ve uzaktan fosforlu sarı gibi görünen bir mezar dikkatimi çekiyor. Bu mesafeden ne yazdığını okuyamıyorum; korkarak yanına gidiyorum. Gördüğüm isim karşısında bir kez daha irkiliyorum. “Mr. Crowley” yazıyor. Aniden mezar parlıyor ve retinam rahatsız olmaya başlıyor. Kolumla gözlerimi kapatmaya çalışıyorum. Soluma bakıyorum bir süre. Vücudum fazla epinefrin salgılamış olacak ki kalbim göğüs kafesimi zorluyor ve damarlarımdan geçen hayat sıvısının, damar çeperlerinde meydana getirdiği sürtünmeyi hissediyorum. Işık yok olunca kolumu indirip mezara doğru dönüyorum bir sırrın bakış açısından esinlenerek. Gördüğüm manzara karşısında donup kalıyorum. Karşımda bembeyaz bir atın üzerinde kuzguni renkte giyinmiş, uzun kızıl saçları olan bir kadın görüyorum. Mr. Crowley'in mezarından bir kadın çıktığına inanamıyorum. Biraz da trajik geliyor. Çok kısa bir süre sonra koşuyor atlı kızıl kadın. Hâlâ Mr. Crowley diyemiyorum ona. Merak ederek, biraz da içgüdüsel olarak peşinden koşuyorum. Yer parlıyor ve yanıyor âdeta. Ayın ışığı altında büyük bir sarsıntı meydana geliyor. Toprak, güzel bir kelebeğin sahip olduğu zarafetle, görkemli bir şekilde kabarıyor. Ufak bir tepe meydana geliyor. Atlı kızıl kadını o tepede görüyorum. Koşacak gücüm kalmıyor. Kadın bana bakarak “Neyi bekliyorsun, şeytanın çağrısını mı?” diyor, cevap veremiyorum. Zaman olması gerekenden daha akıcıymış gibi geliyor. Sesimi tepeye kadar ulaştırabilmek için tüm gücümle avazım çıktığı kadar bağırıyorum: “Neyi kastediyorsun?” Yüzü beyazlaştığında gülümsemesini görebiliyorum. Aniden yok oluyor. Tepe hâlâ duruyor. Birkaç kez daha güçlü bir şekilde bağırıyorum “Neyi kastettiğini bilmek istiyorum.” diye. Cevap, kendi sesim oluyor. Dolunayın önünü kaplıyor bulutlar yine. Gece daha da grileşiyor. Parlayan mezarlar yok oluyorlar. Sıradan bir mezarlığa dönüşüyor burası. Avarelerin seslerini duyuyorum yeniden. Arkamı dönüp hızlı bir şekilde koşuyorum. Mezarın başına geldiğimde açık olduğunu görüyorum. Korkmadan, biraz da içgüdüsel olarak, mezarın içine giriyorum. Avareler görünüşleri değişmiş hâlde mezarın başına geliyorlar. Kırmızı tenleri ve tamamı beyaz olan gözleri var. Üzerlerinden sıcak bir şey akıyor. Tam filmlerde hayal edilen gibi. “Behemoth!” bu kelimeyi duyuyorum sadece, bir manifesto ya da kutsal gibi geliyor. Ellerinden çıkan ufak cisimle üzerime toprak atıyorlar. Üşümem kesiliyor, toprak sıcak. Nefes almakta güçlük çektiğimi hissediyorum doğum sonrası sancı gibi. Üstüm, tamamen toprakla kaplandıktan sonra, bir cümle duyuyorum gece dostça yaşanmış bir ilişkiden sonra: “Yüce Lucifer sizi korusun Bay Crowley.” *Ballad Orkan DAL

30

İçimizden Biri

Kayra KÜPÇÜ Her zaman „Kendinizden kısaca bahseder misiniz?“ gibi abuk cümlelerle başlıyoruz röportaja ama bu sefer sallayalım bu soruyu, Kayra‘yı hâlâ tanımayan varsa zaten okumasın bu röportajı.

-Kayra, FRPNET sitesi Nisan‘da bir yaş daha büyüyüp 9 yaşına giriyor, 9 değil mi? Aslında bu tür yaş hesaplarını oldum olası becerebilmiş değilim. Yok gün almış, yok bitirmemiş felan; ben çok anlamıyorum doğrusu ama yaptığım hesaplara göre Nisan ayında FRPNET 10 yaşına girecek. Yani 9 yıl bitmiş, 10. yıldan gün almış olacak. Çünkü geçen sene 9 yaşını kutladık FRPNET’in. :) -Peki FRP ile tanışıklığın nasıl başladı? FRP ile ilk tanışmam 1997 yazında Akçay’da oldu. Bir grup arkadaşım, sahilde otururken bu oyundan bahsettiler bana. Sen çizgi film, oyun falan seven adamsın, bunu da seversin demişlerdi. Sonrasında tüm yaz boyunca gece-gündüz FRP oynadık. O dönemde, ülkemizde FRP zarları ve kitaplarını bulmak neredeyse imkansızdı. Bu nedenle arkadaşımın bana hediye ettiği bir zar seti ve fotokopi kitaplarla başladım. Sonra bir şekilde ortak ilgi alanına sahip insanlar birbirlerini buluyorlar. (Hacı hacıyı Mekke’de, hoca hocayı tekkede, Frpci Frpciyi her yerde bulurmuş.)

31


Röportaj

Röportaj

-Bu ilk siten miydi FRP ile ilgili? Evet, FRP ile ilgili ilk sitem. FRPNET’i ilk olarak, o dönemde çok meşhur olan IRC (chat) sunucusu olarak açtık. Akabinde, maddi sorunlar yüzünden IRC sunucusunu kapattık ama isim kaldı. Böyle olunca da FRP ile iligli kendi düşüncelerimi yazayım dedim. Sonrasında baktım iş büyüdükçe büyüdü ve şu anki haline, bir fantastik yaşam portalına dönüştü. -Kimler vardı yanında yola çıkarken? IRC sunucusunu ve siteyi, Berkay “ElvenBow” Demirkan ile birlikte kurduk. Tabii ki sadece o değil; yine o dönemde SuperOnline ve TTNet sunucularındaki #frp kanalında da pek çok arkadaşımız vardı. Kaan Asılyazıcı, Serdar Çetin, Bahadır Baysaling ve daha pek çok kişi de bu kurulum aşamasında destek oldu. Sonrasında aramıza yeni katılan insanlar ile büyümeye devam ettik ve bir aile gibi olduk. -9 yılda site çok değişti, malum her sene her teknolojik alet için yeni modeller yeni sürümler çıkıyor, peki sen nasıl ayak uydurdun bu hıza? Aslında bu ayak uydurma süreci çok rahat olmadı. Siteyi ilk açtığımız zamanlarda temel bazı şablon siteler dışında çok fazla site yoktu. Hatta Flash görselli siteler ön plana çıkıyordu. Biz de o dönemin temel şartlarında basit bir HTML site oluşturduk. Sonrasında aynı şablonu yine HTML olarak biraz geliştirdik; fakat bütün sitenin kodlarını elle yazarak haberleri giriyorduk. Bu da işimizi zorlaştırıyor ve yavaşlatıyordu. Sonrasında İlker Karaş ve Civan Yavuzşen ile birlikte FRPNET v2.0’ı oluşturduk. Bu yapı da yine elle kontrol edilen bir yapıydı ama görsel olarak tatmin ediciydi. Sonrasında, dediğin gibi teknolojinin gelişmesine ayak uydurmak durumunda kaldık ve sitemizi Ekim 2011’de FRPNET v3.0’a geçirdik. Şimdi daha hızlı, daha pratik bir yapı var ve biz de halen gelişmeleri takip ederek sitemizi geliştirmeye devam ediyoruz. -Ara sıra „Bugün de boşver Kayra, FRP‘yi sen mi kurtaracaksın?” dediğin günler ne zaman başladı? FRP benim için vazgeçemeyeceğim bir tutku ve yaşam biçimi. Ben FRPNET’i kurarken de tamamen gönüllü olarak bu işe giriştim ve fazlasını düşünmedim. Halen büyük bir heyecanla ve zevkle FRPNET’i yürütüyorum. Bazı zamanlar siz çok uğraşsanız da sizin hakkınızda atıp tutan, yersiz konuşan insanlar çıkar. İlk başlarda, “Ben bu kadar uğraşıyorum, üstüne bir de laf yiyiyorum,” dediğim oldu ancak hiçbir zaman FRPNET ’ten vazgeçmeyi düşünmedim. Çünkü benim çocuğum gibi oldu. Bu yüzden, elimden geldiğince yılmadan devam edeceğim. Bunu da “maddi kazanç elde etmeliyim” mantığı ile değil, amatör bir ruhla profesyonel bir şekilde yapmaya çalışacağım. -FRP severlere bi ara „Kedi katili satanist“ diyorlardı. FRPNET sitesinde de bu örnek insanlardan, parmakla gösterilip „satanist“ denilenlerden kimseler musallat oldu mu hiç? O dönemler, 2000-2002 yılları gibi bir dönemi içeriyor. FRPNET, 2004 yılında kurulmuş bir site ancak o zamanlarda Lost Library gibi başka siteler vardı. O satanist olarak adlandırılan furyadan nasibini alanlardan biri de benim. Akmar Pasajı’nda çok kez kimlik taramasına maruz kaldım, çok kez üstüm ve çantam arandı. O

32

dönemdeki FRP oynayan hemen herkes de tarzından (polisin tabiri ile tipinden) ötürü, uzun saçları ve sakalları nedeniyle kimlik taramasına maruz kalmıştır. O sıkıntıları en yoğun yaşayanlardan biri de dönemin en meşhur kafelerinden olan SİHİR ve KAYIP Kafe’nin sahipleri olan Özgür Özol ile Erbuğ Kaya’dır. Hem FRP oynuyorlar, hem de bu hobiye hizmet eden kafeler işletiyorlar. Kolay değildi tabii. :) -Hiç yerli yapım FRP var mı? Evet var ama maalesef çok bilinmiyor. Emre Soyak’ın yazdığı Kara Zar isimli bir sistem var. Bunun dışında Bahadır Baysaling ile birlikte hazırlamaya başladığımız ancak bitimine az bir süre kala askıya aldığımız Gelibolu 1915 isimli tarihî bir FRP oyunu var. Özgür Özol’un hazırladığı Ilgana oyun sistemi var. Buna benzer örnekler başka da var tabii ki ancak insanların sıkça duyduğu ve oynadığı bir sistem hâlâ yok. Genelde sistemler, kişisel çabalardan öteye gitmiyor maalesef. -Bizden yazarlar ve çizerlerle yerli bir FRP yapmayı düşünüyor musunuz? Aslında böyle bir düşünce hep akıllara geliyor. Yazılmış yerli fantastik kitaplardan uyarlanacak bir FRP oyunu çok güzel olur. Hatta Göktuğ Canbaba’nın ilk kitabı “Ozanın Şarkısı”, zaten bir FRP oyunu sonrası ortaya çıkan bir eser. Yine Korkut Aldemir’in “Ankara’da Soğuk Gece” romanı da bu şekilde ancak yerli bir eserden esinlenerek hazırlanan ilk FRP sistemi sanırım Ilgana. Umarım devamı da gelir. FRP, ülkemizde halen çok az kişiye hitap eden bir oyun. Bu nedenle ticari bir değeri de yok. Öyle olunca da piyasaya bu tür sistemler ve oyunlar da maalesef çıkmıyor. - Kayra bütün bu bir yığın işinin arasında eşin Güliz ile birlikte bir de köpek oteli işletiyorsunuz, evde de ayrıca iki tane köpeğiniz var, bunların gezmesi, tozması bakımı filan, kendine ne kadar zaman ayırabiliyorsun, zor olmuyor mu ? Zen Pet Otel, Güliz’in hayaliydi ve hayalini gerçekleştirdi. Şu anda, tüm kedi ve köpeklerin özgür olduğu, mutlu bir şekilde vakit geçirdikleri bir otel var. Evcil hayvan sahipleri de artık böyle bir yer olduğu için mutlular ve dostlarını bıraktıklarında gözleri arkada kalmıyor. Evimizde de Laika ve Alice’imiz var. Onlarla da çok keyifli vakit geçiriyoruz, resmen çocuklarımız gibiler. Zaman ayırma konusunda sıkıntı çok yaşamıyorum ancak günler daha uzun olsun istiyor insan bazen. İş, sosyal hayat, evlilik, sorumluluklar vs. insanın zamanını alan şeyler ancak hiçbirinden şikayetçi değilim. Zaman planlamamı düzgün yapan biriyim, bu nedenle her şey ile ilgilenebiliyor ve keyfini çıkarıyorum.

33


Röportaj

Röportaj

-Güliz demişken,buzdolabın daki yumurtaları boyamanın ötesin de arada bir bir şeyler de çizip boyuyorsunuz ikiniz birlikte, “zamanla çizgimizi geliştirip kendi öykülerimizi hem yazar hem de çizeriz aga,” diye bir düşünce var mı aklınızın bir yerlerinde? Güliz, küçüklüğünden beri çizgilere ve çizmeye meraklıymış zaten, halen de fırsat buldukça bir şeyler karalıyor. Ben ise inanılmaz yeteneksiz biriyim ve düz çizgi bile çizemem ancak renklendirme konusunda 4 sene önce bir heves ettim ve bir çizim tableti aldım. Sonrasında çevremdeki illüstratör ve çizer arkadaşlarımdan renklendirme teknikleri konusunda destek aldım ve gün geçtikçe kendimi geliştirdim. Yazdığım öyküler, makaleler, incelemeler, kitaplar var ancak aslında Güliz’in kalemi benimkinden daha kuvvetlidir. Çok güzel öyküler yazıyor. Şu anda yarım bıraktığı 2-3 tane de proje var elinde ve zamansızlık yüzünden bir türlü üzerine yoğunlaşamadı. Ben sürekli olarak teşvik ediyorum onu. Eğer kafasındakiler tamamlayabilirse ortaya çok başarılı işler çıktığını göreceksiniz. Belki Güliz’in veya benim çizimlerim değil ama Çizgilerin Gücü Adına’daki gibi usta illüstratörlerin çizimleri, bu eserleri süsleyebilir. -Bütün bu işlerin arasında, hala yapmak isteyip de yapamadığın bir şeyler var mıdır? Aslında yapmak isteyip de zamansızlıktan dolayı yapamadığımız şey, TATİL! Gerçekten tüm işlerimizden sıyrılabileceğimiz iyi bir tatile ihtiyacımız var. İkimiz de yoğun bir hayat temposu içerisindeyiz ve boş zamanlarımızda ancak birbirimize ve hobilerimize zaman ayırabiliyoruz. Şöyle bir kaç turistik gezi fena olmaz. İkimiz de tarihî bölgelere ve gizemli şehirlere meraklıyız. Bir Mısır gezisi veya Kutna Hora’da geçirilecek 1-2 gün iyi gelebilir. (Sponsor olmak isteyenlere duyurulur. :) ) -Malum gün 24 saat, yetmiyor, meclise teklif verip gün 48 saat olsun diyenlerden misin? Yukarıda da bahsettiğim gibi, günler daha uzun olsun, kendimize ve zevklerimize daha çok vakit ayıralım diyorum. Eğer günler uzarsa hem daha çok FRP oynayabilirim, hem daha çok yazı yazabilir hem daha çok renklendirme yapabilir hem de aileme ve dostlarıma daha çok vakit ayırabilirim.

34

-Aile efradında “Kayra bak büyüdün, kocaman adam oldun oğlum, bırak bu çoluk çocuk işlerini de artık, sigortalı maaşlı bir işe gir,” diyenler var mı acaba? ;) Günü geldiğinde bu öneriye uyup ciddi bir iş sahibimi olursun, yoksa hayat boyu bu işlerle mi uğraşacaksın? Valla sorma abi, bu sözleri sıkça duyuyorum. Bak kaç yaşına geldin hâlâ FRP, oyun, çizgi roman, fantastik şeylerle uğraşıyorsun. Adam gibi işine yoğunlaş vs vs... Gerçi Yandex’te editörlük yapıyorum ve uzun yıllar da yayınevlerinde editörlük yaptım. İşsiz kaldığım söylenemez ancak yine de hobi olarak oyun gibi şeylerle ilgilenince insanlar bu tür tepkiler verebiliyorlar. Ben iş ile aşkı (oyun, FRP, çizgi roman, fantastik kurgu, sinema vs.) birlikte yürütebilen biriyim. Aynı şekilde eşime ve köpeklerimize de zaman ayırıyorum. Her şey zamanlama ile ilgili sonuçta. -Bir de yayınevi maceran vardı. Nasıl başladı nasıl sonuçlandırdın? Yayınevinde hep sevdiğin istediğin beğendiğin yazarların kitapları mı basıldı yoksa „ Şu çok okunur, şu çok satar“ gibi kaygıların oldu mu? Yayınevi maceram 2004 yılında İthaki ile başladı. Sonrasında Arkabahçe, Laika, Artemis gibi yayınevleri ile de devam etti. Ta ki 2011 yılına kadar. Genel olarak hep fantastik kurgu, bilimkurgu ve çizgi roman editörlüğü yaptım ve işimi de çok severek yaptım. Bu nedenle beğendiğim ve takip ettiğim yazarları Türkçeye kazandırmaya çalıştım ancak işin maddi yönü de oluyordu tabii ki. Yine de fantastik kurguda maddiyattan ziyade zevkler ön plana çıkıyordu. Bu nedenle hiçbir zaman sıkılmadım ve her anından keyif alarak yayıncılık yaptım. Şu anda da yayınevlerine dışarıdan editörlük ve danışmanlık yapıyorum. Macera sonuçlandı diyemeyiz, sonuçlanmaz da. :) -İlk yayınlanmış yazın Anadolu Korku Öyküleri‘nde miydi? Aslında ilk yayınlanmış yazılarım 2000 yılının başlarında İnternet sitelerindeydi. İlk olarak mitoloji yazarlığı ile başladım yazmaya. Tabii paralel olarak fantastik yazılar da devam ediyordu. Sonrasında başka İnternet siteleri, e-dergiler ile devam etti. İlk basılı eserde yazım 2004 Eylül’ünde çıkan Arcane dergisinde oldu. İnceleme ve mitoloji yazım vardı. Sonrasında Gerekli Şeyler dergisinde düzenli yazılar yazdım ama kitap olarak ilk öyküm Anadolu Korku Öyküleri’nde oldu. -Neden devamı gelmedi Anadolu Korku Öyküleri‘nin? Anadolu Korku Öyküleri, 6 kişinin bir projesiydi ve hayata geçti ancak satış olarak çok da tatmin edici olmadı. Bizim de beklentilerimiz yüksekti ancak ufak çapta da olsa bir hayal kırıklığı yaşadık. Öyle olunca da hemen ikinci kitaba yoğunlaşamadık. Halen böyle bir düşünce var ancak net bir şey söylemek şu anda mümkün değil benim için.

35


Röportaj

Röportaj

- Sitende diyor ki senin için Fantastik kurgu uzmanı, Fantastik Edebiyat – Bilimkurgu – Çizgi Roman Editörü ve aşığı, Redaktör, Grafiker, Webmaster, Gamer, Geek, Dungeon Master, Game Master, Storyteller, Koleksiyoner, vs vs vs… :) Ne demek bu? Tam Türk işiolmuş... „Ne iş olsa yaparım abi“ci misin sen de? Yoksa bunlar hepsi içiçe girmiş bir yaşam biçimi mi? Aslında yazanların hepsi profesyonel olarak yaptığım şeyler. Ne iş olsa yaparım olayı biraz bende var aslında. Yay burcu olmamdan ötürü çok geniş ilgi alanlarım ve bitmek bilmeyen bir merakım var. Ben de bu merak ve ilginin üzerine gitmekten memnunum. Sürekli araştırmayı, öğrenmeyi seviyorum. Bu nedenle de çok yönlü bir kişiliğim olduğu doğru. Yukarıda yazanlara baktığımda da, senin de dediğin gibi içiçe geçmiş bir yaşam biçimi ve sonu gelmeyen bir bilgi açlığı var. :) -Kaç kitabın var? Tamamen kendi yazmış olduğum 1, içinde yazım olan 2 kitabım var. Ama tabii ki kitaplığımdan bahsediyorsan bir oda dolusu kitap var. Çok veya az demem mümkün değil çünkü bu kişiden kişiye değişir. 2000’den fazla kitaba az desem kimisine çok gelir, çok desem kimisine az gelir. Ancak Türkiye’nin en geniş fantastik kurgu arşiv ve koleksiyonuna sahip olduğumu söyleyebilirim. -Peki hiç okumak için elin sürmediğin kaç kitabın var? Okumak için elimi sürmediğim, henüz o kitabı okumak için zaman bulamamış olmamdan kaynaklanır. Kütüphanemde okumayı düşünmediğim kitaplara çok yer vermem. Ama sayı olarak herhalde 200-300 civarı kitap vardır okunmayı bekleyen. İşte bunlar hep zamansızlık. -Bu kadar kitap okumaktan nasıl vakit buldun da Çizgilerin Gücü Adına‘yı yazacak zaman buldun? Ve neden bu kitabı yazma ihtiyacı hissetin? İnsanlar, “Boş zamanlarımda kitap okurum,” der ancak kitap okumak benim için boş zaman değil, aksine en dolu geçen zamanımdır. İşten güçten vakit buldukça, hatta bazen iş arasında bile kitap okumayı severim. Yolculuklarda, hatta yolda yürürken bile kitap okurum. Çizgilerin Gücü Adına kitabını yazarken okumaya tamamen ara verip uzun bir araştırma temposuna giriştim. Bu dönemde de çok izledim, çok araştırdım. Zaten çocukluktan bu yana gelen birikim sonucunda böyle bir kitap ortaya çıktı. Toplamda 250 saat gibi bir süre var ortada. Kitabı yazma ihtiyacı da tamamen arkadaş sohbetlerinde “Aaa şöyle bir şey vardı, hatırlar mısın?” gibi konuşmaların sonucunda aklıma düştü. Çok fazla çizgi film hatırlıyordum ve biliyordum, ben de “Bilgi paylaştıkça çoğalır,” mantığı ile bildiklerimi ve araştırmalarımı kâğıda döktüm. Bu kitabı yazma ihtiyacı, aslında çizgi film severlerin genel ihtiyacıydı, ben de bu sese kulak verdim. :) -Bu kitapla en çok herhalde „O çizgi film de var mı? Bu çizgi film de var mı?“ diye abuk sabuk sorular soruyorlardır. Peki 2. baskı için hiç eksik kalmış çizgi film var mı? Evet, bu tür sorular sıkça soruluyor. Ben de kitabı alıp okumalarını öneriyorum tabii ki. Yayınevi, ikinci

36

baskıya gireceğimizi söylüyor. Bu da sevindirici bir şey. Görünen o ki kitabın ikinci baskısında eklenecek birkaç gözden kaçmış çizgi film olacak. Bunların bazılarını ben keşfettim, bazılarını ise okuyucular fark etti. Sonuç olarak genişletilmiş ikinci baskı olacak gibi görünüyor. -Sadece bu kitabı yazmak için seyrettiğin çizgi filmler var mı? Tabii ki var. Sadece adını görüp hiç hatırlamadığım, çocukken de hiç izlememiş olduğum çizgi filmler oldu. Bunları İnternet‘ten bularak izledim. Şimdi hatırlamıyorum tam olarak ama en az 20-30 çizgi film oldu bu şekilde. - Bir röportajında„250 saatte yazdım,“ demişsin, peki gerçekte ne kadar sürdü bu kitabın hazırlanması? Takribi olarak 250 saat ancak kitabı yazmaya ilk olarak Kasım 2010’da başladım. Aralık 2010’da askere gidince proje yarım kaldı ve 2012 Haziran ayına kadar da çok bulaşamadım ancak Haziran ayından Eylül ayına kadar çok yoğun bir tempo ile çalışarak kitabı bitirdim. Ortalama bir hesap yaptığımda 250 saat gibi bir zaman abartı değil, belki az bile. -Ben de zamanında çizgi film hastasıydım ama bir gün kovboy filmlerini gördüm ve iyileştim. Bugünlerde hangi yeni çizgi filmler ilgini çekiyor? Çocukluğumun çizgi filmleri ve kültürü, günümüzden çok farklıydı. Şimdiki çizgi filmler daha teknolojik ögeler içeren yapımlar. Bunun dışında halen çok başarılı çizgi filmler de izlemek mümkün. Ben daha çok animasyon sinema yapımlarını takip ediyorum ve gelişen teknoloji ile birlikte gerçeğe daha yakın yapımları gördükçe gözlerim yaşarıyor. Her geçen gün daha güzel animasyonlar ve hikâyeler izliyoruz. Geleceğin animasyon teknolojisi bence pek çok şeyi değiştirecek. -Yeni neslin sana göre mutlaka ve mutlaka seyretmesi gereken çizgi filmleri neler olmalı, neler seyrettirilmeli genç kuşağa? Böyle bir soruya cevap vermek çok zor. Bizim dönemimizde çok farklı şeyler vardı ve hayat tarzı çok farklıydı. Yani şimdi günümüz çocuklarına Arı Maya izletmeye çalışsan daha ilk dakikada ekran karşısından kalkarlar. Ancak He-Man, Transformers, Voltron gibi fantastik ve bilimkurgu yapımları halen yerini koruyabilir; ama 80’li yılların saflığını yansıtan yapımların artık bu ortamda hiç şansı yok. -Bu arada hatırlatalım, Çizgilerin Gücü Adına sadece bir okuma kitabı değil, kütüphanede duracak ve „şöyle de bir şey vardı“ denilip adı hatırlanmayan çizgi filmler bulunacak bir kitap aslında değil mi? Evet, tam olarak öyle. Kitabı elinize alıp baştan sona okumanız biraz zor ancak kafanıza takılan bir şey olduğunda açıp bakabileceğiniz kaynak kitap. Acil durumda kitaplığa gidiniz kitabı açınız! :)

37


Röportaj

Öykü

Bir Kedinin Acıklı Hikâyesi

-Koleksiyonerlik nası gidiyor? Nelerin koleksiyonunu yapıyorsun? Koleksiyonerlik bir tutku. Bu merak, ilk olarak bir seri veya bir setin bir parçasını elime geçirdiğimde, tüm parçalara sahip olma tutkusu ile başladı. İlk olarak kitaplar, sonrasında FRP kitapları, sonrasında da figürler ile devam etti. Şu anda ülkemizde yayınlanmış tüm fantastik kurgu kitapları dışında özel basım önemli orijinal kitaplar da kitaplığımda var. Benzer durum bilimkurgu kitapları için de geçerli. Şu anda oldukça geniş bir FRP kitaplığım da mevcut. 1970’li yıllarda yayınlanmış kitaplara kadar pek çok oyun ve sistem kitabı var kitaplığımda. Figürlerde ise fantezi figürleri ve sevdiğim sinema figürlerini topluyorum. Figür koleksiyonu çok büyük bir maddiyat gerektiriyor, bu nedenle kendimce bir koleksiyonum var ama figür koleksiyonculuğu ilk başladığı dönemden beri yaptığım için elimde nadide figürler de var. Hatta birkaçı, evimize hırsız girdiğinde çalınmıştı ancak uzun uğraşlar sonucu bazılarını yerine koyabildim. -Bir de FABİSAD diye bir oluşum var. Üyelik dışında her hangi bir sorumluluğun var mı? FABİSAD, ülkemizde fantastik kurgu, bilimkurgu ve bu türe yakın kültür dalları için kurulmuş bir dernek ve ülkemizde fantastik ve bilimkurgu adına en iyi ve en başarılı oluşumlardan biri. Şu anda hem ilk dönem yönetim kurulundayım hem de dernek kurulumunda da bulundum. -GİO ödülleri ne durumda? 27 Nisan‘daki ödül törenine hazır mı FABİSAD? Gio Ödülleri, ülkemizde pek çok kişiyi teşvik edecek bir oluşum olacak. Genç fantastik, korku, bilimkurgu yazarlarını teşvik edeceğini düşünüyoruz. Hazırlıklarımız tüm hızıyla devam ediyor, harika bir tören olacak! -Bu kadar işin gücün arasında Gölge‘ye de vakit ayırıyorsun değil mi? Kaytarmak, eski yazılar vermek filan yok. Her ay bir yazı yazmak için vaktin oluyor mu? Gölge e-Dergi’yi okumaktan çok keyif alıyordum daha ilk sayıdan beri. Sonrasında bu ekibin bir parçası olmak mutluluk verici. O kadar işin gücün arasında Gölge’ye keyifle yazıyorum –ya da yazmaya çalışıyorum diyelim- ancak arada sırada kaytardığım da oluyor. Yazamadığım bazı aylar oldu. :) Zamansızlık gerçekten başa bela. -Bize vakit ayırdığın için teşekkür ederiz. Ben teşekkür ederim. Dolu dolu ve çok keyifli bir röportaj oldu. Röportaj: Ahmet YÜKSEL

38

Dört katlı, pembe boyası yer yer dökülmüş, yıkıldı yıkılacakmış gibi duran bir apartmanın ikinci katında, pencerenin kenarında uzanmış sokağı izliyorum. İlerleyen zamanlarda yanlış anlaşılmalar olmasın diye tekrar hatırlatıyorum: Ben bir kediyim. Sonra, yok ben sizi bir insan zannetmiştim, beni kandırdınız, diyerek yakınmayın. Evet, ben bir kediyim. Sahibimin taktığı ismi göz önüne alırsak Minnoş’um. Dört yaşında, dişi bir kediyim. Sıcak, nemli bir öğle saatinde pencerenin serin kenarına uzanmış, sokaktan geçenleri takip ediyorum. İzmir’in çekilmez sıcak günlerinden birini yaşıyor olduğumuzdan olsa gerek, iki tarafı park edilmiş arabalarla dolu daracık sokaktan kimseler geçmiyor. Sahibim Melahat Hanım, içeride yatak odasında. Ölü gibi uyuyor, diye şaka yapmak isterdim; ama gerçekten ölü. Geçen gece uykusunda son nefesini vermiş. Sabah her gün yaptığım gibi yatağına çıktım, miyavladım, kuyruğumla yüzünü gıdıkladım. Bir türlü uyanmadı. Normalde yatağına çıkar çıkmaz, “Pis kedi, in yatağımdan,” diye bağırıp uyanırdı. Ancak bu sabah kolunu tırmalamama rağmen kılını kıpırdatmadı. Üzüldüm dersem yalan söylemiş olurum. Zaten doksan yaşlarında, yapayalnız bir kadındı. Kendisi Cumhuriyetin ilk kadın öğretmenlerindendi. Bazen beni karşısına alır, bana saatlerce ders anlatırdı. Öğretmenlik yaptığı günlerin özlemi içindeydi. Bir de sık sık çocuklarından bahsederdi. Vefasız oğullarından, vefasız öğrencilerinden, vefalı ama diğer dünyaya erken göç edip kendisini bu dünyada tek başına bırakan kocasından... Onu düşününce, öldü de kurtuldu, diyorum. Hem bedenen hem de ruhen bitmişti. İçine saplandığı yalnızlık onu içten içe kemiriyordu. Onu bu dertten kurtaracak kimsesi de yoktu. Bir ben vardım ona arkadaşlık eden, bir de haftada bir gelen temizlikçi kadın. Temizlikçi kadın otuzlu yaşlarında teni kara mı kara, hareketleri ve konuşması kaba mı kaba biriydi; adı Fatma’ydı. Melahat Hanım, o geldiğinde çocuklar gibi sevinir; ona iyi davranır, halini hatırını sorar, onun için çay bile yapardı; devamında hemen ona geçmişte yaşadıklarını, gördüklerini, çektiklerini hiç durmadan, nefes bile almadan anlatırdı. Konuşmayı özlemişti, bir insanla konuşmaktı tek isteği. Fatma ise işini bitirip gitmekten başka bir şey düşünmez, arada bir kafasını sallar, boş gözlerle onu izler, hiç konuşmazdı. Fatma gittiğinde Melahat Hanım arkasından sövmeye başlardı: “Kara Fatma, pis Fatma; sen kimsin ki seninle konuşuyorum, seni muhatap alıyorum. Kendini bir şey zannediyor sonra, kendini bir…” Saatlerce arkasından konuşup dururdu. Onun bu acıklı halini gördükçe keşke konuşabilseydim, diye düşünürdüm. Keşke sadece onunla konuşabilmek için konuşma yetisine sahip olabilseydim… Şu kuşlar da olmasa can sıkıntısından ölürüm. Sokakta kuşumuz eksik olmaz. Martısı, kumrusu, kargası, serçesi… Martılar sakin sakin etliye sütlüye karışmadan gökyüzünde salınır; kumrular “guguk guk” deyip birbirleriyle oynaşır; kargalar hinlik peşindedir, sürekli planlar yapar; serçeler hep telaş içindedir, bir oraya bir buraya uçup durur. Kuşlar sayesinde vakit öldürüyorum; ama işin kötü tarafı, kuşları gördükçe acıktığımı fark ediyorum. Şöyle şişko bir martı olsa bana bir hafta yeter de artar. Tahminimce karga üç-dört gün, kumru bir-iki gün, serçe bir gün yeter. Tüm evi dolaştım; ama açıkta yiyecek bulamadım. Bütün yiyecekler buzdolabında ve ben buzdolabını açamıyorum. Fatma daha iki gün önce gelmişti, bu da demek oluyor ki beş gün sonra

39


Öykü

tekrar uğrayacak. O gelene kadar eve ne gelen ne giden olacak. Komşular desen dünyadan bihaber. Beş gün daha açlığa nasıl dayanacağım, diye kara kara düşünüyorum. Açlığım öyle dayanılmaz hale geldi ki pencereyi kırmak için koşarak pencereye atladım. Şanssızlığa bakın, geçen sene evin pencereleri yenilenmişti. Hani şu çift tabakalı olan camlardan, kendimi patlatsam bile o camı kıramam. Oysa eski camları kırmak o kadar kolay olurdu ki... Kediler dokuz canlıdır derler ya, o yeni camı kırayım derken sekizini kaybetmişimdir kesin. Sizin aklınızdan geçen benim de aklımdan geçiyor. Melahat Hanımı yemek! Kediler vefasız hayvanlar değildir, kötü veya bencil de değil. Sadece mantıklı düşünmeye eğilimliler. Köpekler gibi sahiplerine duydukları sevgi ve sadakat gözlerini kör etmemiştir onların. Hiçbir kedi, sahibini durduk yere yemek istemez; ama söz konusu kendi hayatıysa ve yaşaması için başka şansı kalmadıysa bunu yapabilir. Salak bir köpek ise açlıktan ölür de sahibini yemez. Sonuçta ölü birinin bedeni et parçasından ibaret değil midir? Onu o yapan ruhu diğer dünyaya doğru yol almıştır. Geride bıraktığı ise toprağın altında kurtların yiyeceği etten başka bir şey değildir. O eti bir kedinin yemesi ile topraktaki kurtların yemesi arasında ne fark var ki? Karnım gurulduyor. Havalar bu kadar sıcak olmasaydı açlığa daha fazla dayanabilirdim; ama sıcakta açlık çekilecek şey değil. Melahat Hanım’ı yemek istemiyorum; ama açlıktan başım dönmeye, gözlerim kararmaya başladı. Melahat Hanım da kokmaya mı başladı ne! Evin kokusu değişti. Açlıktan ölmekten korkuyorum. Sizin gibi ben de yaşamak istiyorum. Allah kahretsin, dayanamıyorum. Yatak odasına gidiyorum! * Yarım saat sonra Minnoş sakin adımlarla pencerenin önüne kadar geldi, pencerenin üstüne atladı. Gerindi, esnedi ve pencerenin önüne uzandı. Bir yandan bıyıklarını yalarken bir yandan da kuşları izliyordu. Yazan: R. Doğan NAR

40

41

İllüstrasyon: İbrahim Hakkı USLU


Çizgiroman Sinema Sinema

Çizgiroman Sinema

Cash Sinema İncelemesi Sevgili dostlar, sizlerle paylaşacağım bu film incelememe geçmeden önce söylemek istediğim birkaç şey var. Merak etmeyin kısa keseceğim! Uzun süredir asıl mesleğimi yaparken beni dinlendiren ve gerçekte zenginleştiren tek şey kitap okuma ve film seyretme zevkim oldu. Zaman içinde sadık birer sevgili olarak ailemden sonra evimin içinde yaşamımı benimle paylaşan hoş bir arşiv haline geldiler. Bu arşiv oluşurken haliyle bende de güzel bir bilgi birikimi oluştu. Bu bilgi birikimini, diğer sanatseverlerle paylaşacağım bir ortam bulmak ise tamamen beklenmedik bir ikramiye oldu. Burada Gölge e-Dergi’de siz kitap ve film dostlarıyla düşüncelerimi paylaşma imkânı sunduğu için Mehmet Kaan Sevinç’e çok teşekkür ederim. Bu kısa açıklamadan sonra bu dergide paylaşacağım ilk yazı olan WALK THE LİNE-SINIRLARI AŞMAK isimli film hakkındaki yazıma başlıyorum. Sanatın çeşitli kolları zaman zaman bir araya gelebilir ama hem müzik hem sinema hem de sinema ve resmin küçük kardeşi olan çizgi romanın aynı zamanda kesişmesi çok sık olmaz. Hele aynı kişi için yan yana gelmeleri oldukça ender bir durumdur. Amerikan Country müzik sanatçısı Johnny Cash bunu başarmış bir kişi olarak bizim bu ayki konuklarımızdan biri olacak. 26 Şubat 1932’de Amerika Arkansas’ta Ray ve Carrie Cash’in bir erkek çocuğu oldu. Bu kişi, daha sonra Amerikan Country müziğinde önemli bir kariyer yapacak olan J.R Cash’tir. İnişli çıkışlı bir yaşamı olan sanatçının hayatı hem bir çizgi roman olarak hem de sinema filmi olarak iki ayrı şekilde hayranlarına sunuldu. Türkiye’de Flaneurcomics tarafından Ekim 2012’de yayımlanan ve “CASH, I see a darkness” adıyla satışa sunulan kitabın editörü olan Servet İnandı ile dergimizin yapacağı söyleşi ile benim bu seçimimin tesadüf eseri denk gelmesi ayrı bir hoşluk oldu.

42

Çizgi romanın hem yazarı hem de çizeri olan Reinhard Kleist, filmin gösterime girmesinden az bir zaman sonra kendi eserini okurlarla paylaşmıştır. Çizgi romanın kurgusu ile filmin kurgusu birbirinden oldukça farklıdır. Aynı sanatçının hayatının temelde değişmeyen gerçeklerine sadık kalınarak bu kadar ayrı iki yapımın ortaya çıkması ilginç bir durumdur. Bu yüzden öncelikle sanatçının biyografisine kısaca göz atalım. Yoksul bir çiftçi ailesinin çocuğu olan Cash, küçüklüğünden itibaren aklı fikri müzikte olan, kilise ilahileriyle ve radyoyla iç içe yaşayan bir çocuktu. Sanatçının çok sevdiği ağabeyi olan Jack Cash’in, 1944’te marangozhanede çalışırken geçirdiği kaza sonucu hayatını kaybetmesi, kendisini derinden yaralamıştır ve bu üzüntü ömrü boyunca onu bırakmamıştır. On yedi yaşında orduya katılan Cash, üç sene Almanya’da askerlik yaptıktan sonra ülkesine dönerek İtalyan asıllı Vivian Liberto ile evlenmiştir. İlk kızının doğumundan sonra eşi ikinci kızlarına hamileyken Cash ve gitarist Luther Perkins ile bas gitarist Marshlall Grant Sun Records firmasına plak yaptılar. Plağın içinde söz ve müziği Cash’e ait olan Cry, Cry, Cry isimli parça ile büyük bir çıkış yaptılar. Bu arada başka bir country müzik sanatçısı olan June Carter ile tanıştı. Zamanla âşık olarak ileride evleneceği bu kadınla yolları çeşitli zamanlarda kesişti. Müzik kariyerinde hızla yükselirken evliliği giderek daha kötüye gidiyordu ve uyuşturucu kullanmaya da başladı. Ama bütün bu iniş çıkışlar sanat yaşamında on yedi kez Gramy ödülü kazanmasına engel olmadı. Sanatçının yaşam öyküsünün devamını çizgi roman ve film üzerinden anlatmak istediğim için daha fazla ayrıntıya girmiyorum. Reinhard Kleist’ın oluşturduğu çizgi romanda kurgu, Falsom Hapishanesi’nde mahkûm olan Glen Sherley’nin anlatımıyla oluşur. Sıkı bir Johnny Cash hayranı olan Glen Sherley, hapishanede yaptığı kendi şarkılarından oluşan bir kasetin Cash’in eline ulaşmasını sağlar. Başka bir mahkûm ile Cash hakkında konuşurken, “Cash, cehennemin orta yerinden geçmenin nasıl bir şey olduğunu biliyor,” der. Gerçekten de bilir; babası önceleri göçmen işçi olarak çalışırken Roosevelt’in muhtaç ailelere toprak dağıtılması politikasından faydalanarak Arkansas’a pamuk yetiştirmeye giderler. Oradaki ev ve toprak iyi olsa da çok çalışmaları gerekmektedir. “Acı ruhu besler”; hayatı boyunca peşini bırakmayacak olan acı ilk olarak ağabeyinin ölümüyle kendini gösterir. Daha çok para kazanmak için Detroit’e gider ve bir araba fabrikasında çalışmaya başlar. Sonra orduya yazılır

43


Çizgiroman Sinema Sinema

Çizgiroman Sinema ve aynı zaman ileride evleneceği kadın olan Vivian Liberto ile tanışır. Üç yıl sonra evlenerek eşiyle Memphis’e yerleşerek pazarlamacılık yaparak hayatını kazanmaya çalışır. Fakat bütün hayali müzik olan Cash, sonunda aradığı fırsatı bularak ilk plağını çıkartır. Artık Johnny Cash ve Tenessee İkilisi olarak turnelere çıkmaya başlar. Kitabın ikinci bölümü 1957- 1967 arası dönemi anlatır. Country müzik sanatçısı olmasına rağmen Rock müziğe de yakın bir duruşu vardır ve sürekli olarak sokaktaki sıradan, ezilen, acı çeken insanların sesi olmak ister. Bu tarzıyla aslında edebiyatta “Beat” kuşağı olarak tanımlanan akımın müzik kolu gibidir. Kaybetmiş insanların, özgürlüğün peşinde koşanların, sesini duyuramayan sessiz çoğunluğun adına söyler şarkılarını. Glen Sherley’e göre Cash’i iyi anlamak için ya da “bazen gerçek hikâyeyi bilmek için satır aralarını okumak” gerekir. Aslında Cash’in de yapmaya çalıştığı budur ama hayatın satır aralarını okumak ve özgür olamaya çalışırken kendinden çok şey kaybetmiştir ve bu ödenmesi gereken bir bedeldir. Cash’in hayranı olan mahkûm, “tutsak olmak için hapishanede olmak gerekmiyor,” der. Bu gerçeği Cash de bilir. Acıya bu derece aşina ve özgürlüğüne düşkün, hayallerinin peşinden giden bir adamın bu derece vatansever ve ABD’nin savaşlarını destekleyen biri olması da ayrıca ilginçtir. Cash’e göre, savaşlarda ölen askerlerin hepsi fakir ve kaybedecek bir şeyi olmayan insanlardır; o yüzden desteklediği ABD’nin savaşları değil, ölen askerlerdir. 1960’ların başında amfetamin ve barbiturat kullanmaya başlar. Giderek bir uyuşturucu bağımlısına dönüşür. İş arkadaşı ve sevdiği kadın olan June Carter’ın bütün ilaçlarını yok etmesi üzerine Meksika’ya gider. Oradan aldığı ilaçları ABD’ye sokarken yakalanır ve hapse atılır. Para cezası ve şartlı tahliye ile serbest bırakılır. Karısı ile olan ilişkileri ise iyice kötüye gitmektedir. Geçirdiği bir trafik kazasından sonra June da onunla çalışmayı bırakır. Her şeyi mahvettiğini düşünen Cash, tehlikeli bir mağaraya girerek orada ölmeye karar verir ama orada ölmüş olan ağabeyi Jack’i görür. Kendisine daha zamanının gelmediğini söyleyen ağabeyi ona çıkışı gösterir. Bu olaydan sonra Cash, uyuşturucuyu bırakmaya karar verir ve de başarır. Üçüncü bölümde ise Falsom Hapishanesi’nde verdiği konserin son bölümünde kendisine kasetini gönderen mahkûm Glen Sherley’in bir şarkısını söyler. Konser aynı zamanda canlı olarak da kaydedilmiştir. Bu kayıtla müzik piyasasına tekrar zirvede olarak geri döner. Yaşlılığında artık turnelere

44

çıkamadığı için daha çok stüdyo çalışmalarına ağırlık verir. Bu çalışmalar sırasında kendisiyle söyleşi yapan kişiye Glen Sherley’in hapisten erken çıkmasını sağladığını ve bir albüm çıkartmasına yardımcı olduğunu anlatır. Ama Sherley bu şöhreti taşıyamadığı için zamanla dağıtır ve bir tüfekle kendisini öldürür. Hayat böyle bir şeydir; acılarla dolu, kendi sonunu yazan ve bizlerin sadece figüran olduğu dev bir yapımdır! Biraz dinlenmek için ara veren bahçeye çıkan Cash, sandalyede son nefesini verir. Çizgi romanda olayların akışı ve son bu şekildedir. Şimdi sonda söylemem gereken şeyi baştan belirterek çizgi romanın filmden çok daha iyi olduğunu ifade etmeliyim. Bu yazıyı yazmaya karar verince hem çizgi romanı bir daha okudum hem de filmi tekrar izledim. Aradan zaman geçmiş olmasına rağmen bu fikrimin yine değişmemiş olduğu gördüm. Şimdi hep beraber filme bir göz atalım. Filmin Künyesi Filmin Adı: Walk the Line Filmin Türkiye’de Bilinen Adı: Sınırları Aşmak Yönetmen: James Mangold Görüntü Yönetmeni: Phedon Papamichael Senarist: Johnny Cash’in “Siyah Giyinen Adam” ve yine kendisinin yazdığı “Johnny Cash Otobiyografisi” temel alınarak yazılmıştır. Yapımcı: Alan C. Blomquist, Johnny Cash, Cathy Konrad Yapım Yılı: 2005 Tür: Biyografi, Dram Müzik: T- Bone Burnett Ülke: ABD, Almanya Dil: İngilizce, Rusça Süre: 136 dakika Renk: Renkli İmdb Puanı: 7,9 Oyuncular: Joaquin Phoenix- Johnny R. Cash, Reese Witherspoon- June Carter, Ginnifer Goodwin- Vivian Liberto, Dallas Roberts- Sam Phillips, Dan John Miller- Luther Perkins, Larry BagbyMarshall Grant, Shelby Lynne- Carrie Cash, Tyler Hilton- Elvis Presley, Waylon Payne- Jerry Lee Lewis, Robert Patrick- Ray Cash Film, 1968 senesinde California’da Falsom Hapishanesi’nde verilecek konser öncesi görüntü ile başlar ve Johnny Cash’in

45


Çizgiroman Sinema

Çizgiroman Sinema Sinema

geçmişe dönmesi ile devam eder. Sonradan hayatının kadını olacak June Carter’dan ilk haberdar olması Johnny çocukken olur. Carter ailesi müzisyendir ve kızları June on yaşında radyoda şarkı söyler. Bu sırada Arkansas’tadırlar. Ağabeyi Jack onun kahramanıdır, büyüyünce vaiz olmak isteyen olgun bir çocuktur. İnsanlara ne anlatması gerektiğini ondan öğrenir. İncil’deki bütün hikâyeleri çok iyi bilmesi gerektiğini çünkü “doğru hikâyeyi anlatamazsa kimseye yardım edemeyeceğini” söyler. Babası ağabeyinin ölümünden dolayı Cash’i suçlar ve onu asla bağışlamaz; oysa abisi kaza sonucu öldüğünde sadece on iki yaşında bir çocuktur. Bu suçluluk duygusu ve babasının “Tanrı, yanlış çocuğumu benden aldı.” sözü hayatı boyunca peşini bırakmaz. Almanya’da askerlik yaparken, Falsom Hapishanesi ile ilgili izlediği bir belgesel onu çok etkiler ve bununla ilgili bir şarkı yapar. Aslında sokakta yani yaşamda gördüğü her şey onun için bir şarkı konusudur. Ayakkabı boyayan küçük bir siyah çocuğun çalışma temposundan bile şarkı yapabilir. Almanya’dan döndükten sonra evlenir ama karısı Vivian Liberto ile ayrı dünyalarda ve farklı beklentilerde olmalarına rağmen birbirini seven kişilerin evliliğidir bu. Karısının karşı çıkmasına rağmen hayallerinin peşinden gitmeye devam eder ve sonunda Sam Phillips ile bir albüm antlaşması yapar. Grubuyla yaptıkları kilise müziği ile değil kendisini Almanya’da yapmış olduğu bir beste sayesinde antlaşma yapılır. Albüm büyük ses getirir, turnelere çıkmaya başlar ve bu turnelerden birinde June Carter ile tanışır ve çok etkilenir. Artık iyi para kazanmaya başlamıştır, daha iyi bir eve taşınırlar, eşi yine hamiledir ama ilişkileri kopuktur. Johnny’nin kazandığı parayı sever ama yaşam tarzından hoşlanmaz. Cash’e heyecan veren şeyler karsı için evde anlatılmaması gereken konulardır. 1956’da çıktığı Caravan turnesinde yolları yine June Carter ile kesişir. Aralarında bariz bir etkilenme olmasına rağmen yeni boşanmış olan June, iyi bir evliliği olan Cash ile bir ilişki yaşamak istemez. Elvis ile aynı dönemler müzik yapmaktadırlar ve doludizgin bir şekilde şov dünyasının içindedir. Bu hızı devam ettirebilmek için enerji verici maddeler kullanmaya başlar ve hayranlarıyla yatarak karısını aldatır. Bir yanı turnelerde bir yanı da evinde ailesi ile geçen ikili bir hayat yaşamaktadır. 1958’den sonra birçok turnede June Carter ile çalışmaya başlar; seks içermeyen inişli çıkışlı ilişkileri ve giderek artan ilaç bağımlılığı iyice yoldan çıkmasına neden olur. En son sahneye kafası iyi çıkarak konseri rezil ettiği için turneleri iptal edilir. Meksika’dan Amerika’ya kaçak ilaç sokarken yakalanır ve para cezası ile kurtulur ama Vivian ile olan evliliği sona erer. Aradan bir yıl geçmiştir ve tamamen dağıtmış bir durumdadır; umursadığı tek şey June’dur ama iki kızı olan June, hayatını idame ettirebilmek için uyuşturucudan arınmış bir Cash ister. Bırakmayı dener ama başaramaz, kendi anne ve babası bile ona sırt çevirir. June Carter ve ailesi sayesinde uyuşturucuyu bırakır, kiliseye gitmeye başlar. Ve filmin başladığı Falsom Hapishanesi’ndeki konser öncesi an’a gideriz. Johnny Cash geri dönmüştür. Tekrar turnelere başlarlar ve June Carter, Cash’in sahnede yaptığı evlilik teklifini

kabul eder. Bu filmin mutlu sonla bittiği andır. Tipik bir Hollywood finalidir. Çizgi romanla kıyaslandığı zaman film, aşk ve uyuşturucu sosuna bulanmış bir country müzik yıldızının iyi biten öyküsüdür. Oysa Johnny Cash’in hayata karşı olan duruşu, ezilene ve sesini duyuramayan çoğunluğun yanında oluşu, yaptığı müzikteki “beatnik” tavır, hayallerinin peşinden gidişindeki azim, özgürlük tutkusu… Bunlar filmde yoktur. Filmde olan Cash’e uygun tek tavır, Cash’in hayatında onunla gerçek tutkusunu paylaşan kadınla evlenmeyi başarmış olmasıdır ki karısı kendisini terk etmese bu da olmayacaktır. Bir müzisyenin hayatını anlatan biyografik bir film olaraksa bence “The Doors” ile kıyaslandığında başarısız bir yapımdır. Dönem filmi olarak atmosferin çok iyi olmasına karşın Johnny Cash’i canlandıran Joaquin Phoenix’in oyunculuğu Jim Morrison’ı canlandıran Val Kilmer’la kıyaslandığında çok zorlamadır. June Carter’ı canlandıran Reese Witherspoon ise çok iyi bir performans göstererek filmi kurtaran kişidir. Filmin gidişinin şarkılarla desteklenerek anlatımı ise oldukça iyi oturmuş ve filme artı kazandıran noktalardan biri olmuştur. Filmde kendilerini canlandıracak olan oyuncuları Johnny Cash ve June Carter kendileri seçmiştir. 2003 senesinde vefat eden June Carter’dan dört ay sonra da 12 Eylül 2003’te Johnny Cash vefat etti. Son söz olarak da iyi bir film arşivcisi olarak koleksiyonumda tutarım ama bir kez daha izlemem. Kitabı ise arşivime koyar ve zaman zaman okurum. İyi seyirler ve iyi okumalar.

46

47

B. Özcan YÜKSEL


Öykü

Öykü

Işıksızlık “Baba,” dedi çocuk, “gözlerimiz ne işe yarıyor?” Balkonda ayaklarını uzatmış, sigarasını tüttüren adam efkârlı efkârlı mırıldandığı türküyü kesti. Oğluna dönmedi. Gerek yoktu. “Nereden çıktı oğlum durup dururken?” “Hiiiç, öylesine işte.” Beş yaşına yeni girmişti; sesi de yaşına uygundu. Adam, sigarasından bir nefes daha çekti. Külünü balkondan aşağı salladı. “Eskiden,” dedi, “ışık diye bir şey vardı. Gözler de onu algılamak içindi. Işık sayesinde her şeyi, nasıl desem sadece dokunup işiterek değil, görerek de algılıyorduk.” “Ne oldu da gitti ışık?” “Bilmiyorum ki. Kimse bilmiyor. Bir gün tüm evrende aniden yok oldu işte. Evrenin ne demek olduğunu biliyorsun, değil mi?” “Biliyorum,” dedi gururla, “annem anlatmıştı.” “Ölmeden önce,” diye eklemesini bekledi adam ama çocuk başka bir soruya geçti: “Sen hiç ışık gördün mü baba?” Adam içini çekti. Sigara bitmişti. Pakete uzandı, boş olduğunu anlayınca açık bir küfür savurdu. Sonra pişman oldu. “Gördüm oğlum, gördüm,” diye çevirdi lafı. Işığın değil, ışık sayesinde diğer şeylerin görüldüğünü elbette biliyordu; ama uzun uzun anlatmaya üşendi. “Senin doğduğun gün gitmişti ışıklar. Beş sene olmuş. Annen anlatmadı mı bunu?” “Yoo, ışıkları hiç anlatmadı.” “En güzel şeydi belki de görmek. Onu yaşamadan değerini bilemezsin. Yıldızlar vardı mesela gökyüzünde. Küçük küçük noktacıklar. Şimdi senle oturmuş onları seyrediyor olurduk.” “Şimdi yıldızlar olsa, sen böyle olmazdın, değil mi?” Sesi çekingendi. Adam, oğlunun kastettiği şeyi biliyordu. İçkisi, sigarası, tuhaf davranışları, hepsi ışığın gidişiyle başlamıştı. Daha doğrusu annesi için dayanılmaz hâle gelmişti. Sonrası sert bir terk ediş olmuştu. Şimdi de ölüp gitmiş, çocuğu ona kalmıştı. “Olmazdım,” dedi. Çocuk gökyüzüne çevirdi başını. Hiçbir şey görmediği hâlde baktı, baktı, baktı. “Şöyle bir şey miydi baba, yıldızlar?” dedi. Adam, oğlu cümlesini bitirmeden etrafta parıldayan noktacıkların farkına varmıştı bile. Hatta gümüş gümüş parlayan ay bile vardı. Onun ışığında etraftaki karman çorman bina yığınlarını görebiliyordu. Hayretle

48

ayağa fırladı. Önündeki sehpa devrilir gibi oldu. Oğluna döndü. Tam göremese de şeklini seçebiliyordu. Tekrar gökyüzüne baktı. Bir mucizeye tanıklık ediyormuşçasına bir coşkunluk kapladı yüreğini. Diğer binaların balkonlarında da insanlar belirmişti. Hepsinin de bakışları yukarıyaydı. Bazı adamlar keyif kahkahaları atıyor, bazı kadınlar sevinç çığlıkları salıyordu. Oğlunun doğumu geldi aklına. Gülümseyen yüzü donuklaştı. Oğlu, annesinin karnından çıktığı an tüm ışıkların yok olduğunu hatırladı. Annesinin karnındaki huzur dolu karanlıktan, ışığın tehdidine çıktığında bir bebeğin yaşadığı korku dolu şaşkınlığı düşündü. Bir kez daha baktı oğluna. Gülümsediğini görebiliyordu artık, gözleri ışığa alışıyordu. Ama kendisi gülümseyemiyordu. SON Öykü: Gökcan ŞAHİN gokcansahin.blogspot.com

49


Tarihte

Tarihte

Bu Ay

Bu Ay

Tarihte Mart Ay'ı Kışı bitirdik lakin baharı bahar etmeyen bir aya, soğuğu koynunda barındıran Mart’a geldik. Bu ay sayfamızda emektar karikatür sanatçısı namı değer “Mıstık” Mustafa Eremektar var. O ve hayat verdiği, büyüttüğü çocuklardan dem vuracağız bir parça. Sonrasında yolculuğumuza bir çocuk adam daha dahil olacak Joseph Roland “Joe” Barbera… Yolun sonunda ise bizi aykırı bir yönetmen bekliyor Akira Kurosawa… Vakit ilk sözü söyleyip yola çıkma vaktidir diyoruz öyleyse… “İnsanın özgürlüğü, istediği her şeyi yapabilmesinde değil, istemediği hiçbir şeyi yapmak zorunda olmamasındadır.” Jean-Jacques ROUSSEAU

Mustafa EREMEKTAR (28 Mart 1930-28 Mart 2000)

“Sülfür rengiyle kırılmış koyu gri bir dönem geliyor. Bak, bence çevre kirlenmesi yeryüzünün kanseri. Ona da çare bulunamayacak belki… Ama biliyor musun; o kadar karamsar bir kişi de değilim. Hele kendi yaşamımla ilgili olarak… Bazen düşünüyorum da… Geçenlerde eşime dedim ki; “Yahu ben çok zenginim! Düşünsene Sait Faik’in, Sabahattin Eyüboğlu’nun ve daha nice güzel insanın dostluğunu yaşadım. Çok zenginim ben…” Mart’ın 28’inde dünyaya geldi Mıstık. Çocuk adam olacaktı büyüyünce. Çocuklara masallar çizecek ve kendi içindeki çocuğa böyle teşekkür edecekti onu hiç terk etmediği için. Çizdiği Cemal Nadir Güler portresinin yine bir Mart günü 1947’de Doğan Kardeş’te yayımlanmasıyla merhaba dedi sevenlerine. O bunu kendi sözleriyle şöyle anımsıyordu: “1947 yılı Doğan Kardeş’e çizdiklerimi götürmeye başladığım yıldır. Büyük bir bir hevesle çizdiklerimin dergide çıkmasını beklerken gizliden gizliye bir emelim de vardı; ustam Cemal Nadir’i tanımak… Dergide olduğunu biliyordum. Er geç karşılaşırız diyordum. Olmadı. Acı haberi gazetelerden okudum. Ustamızı kaybetmiştik.” Namıdiğer Mıstık bunları söylerken üzüntüsünü gizleyememişti, lakin ustaya duyduğu büyük hayranlıktı ona ilk işini alma ilhamı veren, onu çizerler dünyasının yıldızları arasına taşıyan… Eremektar o tarihten sonra

50

dergide sanatını yayımlayamaya başladı. Dergi ile beraberliği 1950 yılına kadar sürdü. Yine kendi sözleriyle şöyle anlatıyordu o dönemi: “O tarihten sonra dergide çizdiklerim yayımlanmaya başladı. 1950 yılına kadar sürdü bu. O yıl Mengü Ertel ile San Grafik Stüdyosunu kurduk. Fikir onundu. Uzun bir süre birlikte çalışıp bol para kazandık. Daha sonra ben Mıstık Stüdyosunu kurdum. Harika bir dönemdi. Çizgi film yapıyorduk. Sinemalar için film başlamadan önce gösterilen reklam filmlerinden yapıyorduk. Hiç unutmam. “Mıstık Stüdyosu Sunar…” yazısı belirince seyirciden mutlu bir çığlık yükselirdi. Ve sonra televizyon dönemi geldi…” Gelen televizyon dönemi sinemanın heyecanını öldürmüş, insanlar bir cama tutsak değerleri unutmaya başlamıştı. Eremektar kendi tırnaklarıyla kurduğu stüdyoyu televizyona kurban vermişti, sonunda. Ama pes etmedi. İçinde yaşayan küçük çocuğu ağlatmamak için çizmeye devam etti usta. 1963’ten 1980’e kadar çizgi film yapan usta önem verdiği çocuklarına “Bizim Aile” ve “Uzay Çocukları”nı hediye etti. Taş Devri karikatürleriyle ününe ün kattı. Çocuk kitapları resimledi. Hikâyesini de yazdığı “Tembel Karakaçan” Türkiye’de resimli kitap türünün başlangıcı sayıldı. Dergilere çizim yaptı. Aslında çizim dünyası için yaptıklarının önemini o da net olarak kestirememişti o dönemlerde: “Benim için o zaman tek önemli şey bir kitabı resimleyip parasını almaktı. Ben çocuk kitapları konusunun önemini çok geç anladım.” Usta daha sonra önemini anladığı çocuk kitaplarını ince bir araştırmayla kaleme alacaktı. Çocuklar onun için çok önemliydi. Sonraki yıllarda çocuklar için çizdiği karikatürleri bir kitapta toparlayacaktı. Adı “Kırk Yılda Bir” olacaktı kitabın. Tıpkı bir kahve gibi kırk yıllık hatırı ile anımsanacaktı eseri. Türkiye’de çizgi film çalışmalarında bulunan ilk karikatürcülerden oldu usta. Yapıtları yurt dışında da yayımlanmaya başladı. Ödüller aldı. İstanbul Gazeteciler Cemiyeti’nin düzenlediği yarışmada “Altın Kalem Armağanı(1958), Bulgaristan Gabrovo’da “Gabrovo Uluslararası Karikatür Yarışması”nda özel ödül (1976)… Usta yine doğduğu gün olan 28 Mart'ta hayata gözlerini yumdu. Yıl 2000’di. Bize de bu adam çocuğu bir kez daha bu satırlarla anmak kaldı. Saygılar bizden ustaya olsun… (Yazımda kullandığım Mustafa Eremektar sözleri çocuk yazarı-yayımcı Fatih Erdoğan’ın usta ile yaptığı röportajdan alınmıştır. Kendisine teşekkürlerimizle…)

51


Tarihte

Tarihte

Bu Ay

Bu Ay

Joseph ROLAND “JOE” Barbera (24 Mart 1911- 18 Aralık 2006)

“Yaba daba duuuu…” Joseph Barbera sanırım her daim bu nida ile hatırlanacak. Bizim bildiğimiz adıyla “Taş Devri”nin Çakmaktaş ailesi onun ellerinden çıktı ne de olsa… Yıllarca onların aile maceralarını büyük küçük bir heves oturup televizyon ekranlarımızdan seyrettik. Bu yetenekli el onları ilk çizdiğinde kendini de onlarla ölümsüz kıldığının bilincinde miydi bilinmez ama bugün onu sayfalarımıza taşıyan ailesidir desek yanlış olmaz. Joseph Roland “Joe” Barbera 24 Mart 1911’de New York’ta dünyaya geldi. Aklında çizgiler ne zaman belirdi bilmiyoruz, lakin o halen ABD’nin ve Dünya’nın en önemli çizerleri arasında birçok kuşağı çocukluğundan yetişkinliğe taşıdı. Çizgi film yapımcısı, animatör, senarist… Biz onu yaratıcısı olduğu Taş Devri, Jetgiller, Scobby-Doo, Tom ve Jery gibi çizgilerinden tanıyoruz. Joseph’in asıl serüveni 1937 yılında William Hanna ile tanıştığında başladı. İkilinin ilk çizgi filmi “Pussy Cats the Boot” oldu. Aynı yıllarda bu çizme giyen kedi onlara başka bir kedi-fare macerasının ilhamını verecekti. Tom and Jery… Hanna ve Barbera 17 yıl boyunca bu barıştırılamaz ikilinin hikâyesini çizeceklerdi. 7 akademi ödülü alarak ve adlarını dünyaya duyurmanın keyfini yaşayarak… 1960’ların sonunda kendi adlarını taşıyan şirketi kurdular. Şirket 1991 yılında el değiştirene kadar da birlikte çalıştılar. The Flintstones (Taş Devri) Yapımcısı Hanna-Barbera Productions olan yapım, 1950 yıllarında serbest olarak sitkomu “The Honeymooners” sunuculuğunda yayına başladılar. Taş Devri 1960-1966 yılları arasında ABD kanalı ABC kanalında gösterildi. O yıllardan bu yana tüm dünyada en çok bilinen aile olma unvanını halen korumaktalar.

Karakterler Fred Flintstones: Evin taş taşıyıp ekmek getiren erkeği… Kapıya gelir gelmez karısına haykırması, yemeye

52

doymayan halleri ve iş bitiş düdüğü çaldığında “Yaba Daba Duuu…” diye bağırması ile ünlüdür. Vilma Flintstones: Fred’in güzeller güzeli eşi… Yemek yapar, temizlik yapar, alışverişe bayılır ve Fred’e herkesten çok kızar. Lakin ne yapsın, Fred onun evinin erkeği, katlanır yaptıklarına topuklarını yere vurarak. Klasik aile düzeninin bir sembolüdür Fred ve Vilma… ABD’nin çalışan erkek ve evini toparlayan kadın sembolüdür, mutlu aile tablosunda. Çakıl Flintstones: Evin biricik kızı… Dino: Flintstones’ların zamane köpeği olan dinozoru. Fred’e olduğu gibi katlanabilen tek yaratık… Bebek Puss: Ailenin genellikle Fred’i geceleri kapının önüne koyan kedisi… Barni Moloztaş: Bozacı Fred’in şahidi ve yegâne yakın arkadaşı şıracı Barni. Fred’in aksine eşine yardım eder ve naif bir karakteri vardır. Beti Moloztaş: Barni’nin karısı ve Vilma’nın alışveriş ortağı… Bambam Moloztaş: Moloztaş ailesinin güçlü mü güçlü bebeği, Çakıl’ın oyun arkadaşı… Kahramanlarımız Taşyatağı’nda (Bedrock) yaşarlar. Fred ve Barni taş ocağında çalışırlar. Boş zamanlarında bowling oynamaktan hoşlanırlar. Vilma ve Beti ise ev işlerinin haricinde alışverişle meşgul olmayı seven sadık eşlerdir. Vilma ve Beti’nin en büyük şikâyetleri kocalarının onları yeteri kadar anlamamaları ve ihmal etmeleridir. Bu konu genellikle çiftler arasında sorunlara sebep olur ve her seferinde kadının fendi erkeği yener. Jetgiller 1962-1963 yılları arasında 24 bölüm halinde yayımlanan çizgi dizi Taş Devri ile hemen hemen aynı hikâyeyi paylaşır. Bu iki aile maceraları farklı zamanlarda geçse de aynı konuyu paylaşırlar. Çağdaş Amerikan kültürünün ve yaşam stilinin komedi halinde gösterilen izdüşümleridir. Karakterler George Jetgil: Evin babası. Olaylar genellikle onun etrafında döner. Spacely Dişlileri şirketinde çalışmaktadır. Jane Jetgil: Evin annesi. Çalışmaz. Ev işlerini de evin robotu Rosie’ye yükler. Para harcamayı sever. Çiftin Elroy ve Judy adında iki çocukları vardır. Tom and Jerry Not: Bakınız Tarihte Kasım Ayı!

53


Tarihte

Tarihte

Bu Ay

Bu Ay

Japon Sinemasının İmparatoru

Akira KUROSAWA

“Sinemayı seviyorum, iyi filmler yapıyorum, bu da bana yetiyor. Şüphesiz yaratıcının törel sorumluluğu sorununu da göz önünde bulunduruyorum, ama pek aydınlık, pek bilinçli bir tarzda belirtmeksizin. Bu sorumluluk duygusu ben de bir Japon olarak ve bir insan olarak doğuyor. Bu duygu farkında olmaksızın, ben bilincine ermeden filmime giriveriyor…” Japon ve dünya sinemasının en önemli yönetmenlerinden biri Akira Kurosawa… Hakkında yazmakla bitmez metinler ve methiyeler var. O, kendi iki savaş görmüş iç dünyasını ömrünün koridorlarına otuz tablo halinde, filmleriyle çizdi. Kendini ve dünyasal acıları anlattı yedinci sanatın muhteşem büyüsüyle. Biz de usta için birkaç söz söyleyelim diye çıktık yola. Kelimelerimizin yettiği kadarıyla… Japon film yönetmen, film yapımcısı, senarist ve kurgucu… 23 Mart 1910 tarihinde gözlerini dünyaya savaşın rüzgârı hafif hafif eserken açtı. Tokyo’nun Ömuri bölgesinde doğdu. Babası Isamu, Akita Prefecture’den gelen bir samuray ailesinin üyesiydi. Onur ve kılıçla kurulan bir düzenden geliyordu. Hayatını ve çocuklarını da buna göre yetiştirmeye çalıştı her daim. Ordunun Beden Eğitimi Enstitüsü’nün Ortaokulu kısmında yöneticilik yapıyordu. Annesi ise tüccar bir aileden geliyordu. Kurosawa bu ailenin çocuklarının sekizincisi ve en genç olanıydı. Kurosawa doğduğunda iki kardeşi büyümüştü ve biri de ölmüştü. Kurosawa ise geriye kalan üç kız kardeş ve iki erkek kardeş ile büyüdü. Kurosawa’nın sinema aşkı babasından geliyordu. Babası ona kendi kültürünü aktarırken bir taraftan da Batı’nın tiyatro, resim ve sinemasını öğrenmeye teşvik ediyordu. Ona beyazperdenin kapısını araladı. İzletti ve ilham vermeye çalıştı. Kurosawa okuduğu ilk dönemlerde silik bir öğrenciydi. Fakat içinde gizli kalan yeteneğini görecek bir öğretmene sahip olacak kadar da şanslıydı.

54

Öğretmeni Taçikava onun resme olan meylini keşfetti ve onu resim yapmaya yöneltti. Artık Akira’nın duygularını anlatabileceği bir dili vardı, resim… Kurosawa’nın çocukluğunda kendisini etkileyen başka bir isim de ağabeyi Heigo’ydu. Büyük Kanto Depremi’nde yer bir olan Tokyo’yu görmeye çocuk gözleri dayanamayan Kurosawa’ya acılara bakmayı öğretti ağabeyi. Ona cesaretle, gerçek arasındaki ince çizgiyi büyük bir yıkımın kitabında gösterdi. Ağabeyi ile ayrı gayrısı kalmamış olan Kurosawa’yı ise bundan daha büyük bir yıkım bekliyordu ileride bu bilince sahip ağabeyinin kendi hayatına son vermesi… Kurosawa yazdığı biyografik kitabında ağabeyinin ölümünden “Anlatmak İstemediğim Bir Öykü” başlığıyla bahseder. Fakat kayıplar bununla da bitmez Akira sadece dört ay sonra diğer ağabeyini de kaybeder. Kurosawa ve Sinema “İyi bir yönetmen, iyi bir senaryo ile başyapıtlar üretebilir, aynı senaryo ile vasat bir yönetmen, ancak sıradan bir film yapabilir. Fakat kötü bir senaryo ile çok iyi bir yönetmen bile iyi bir film yapamaz. Bir sinema özdeyişine göre; yangını ve suyu birlikte geçmelidirler. Gerçek bir film ancak bu şekilde yapılabilir ve güç büyük ölçüde senaryodadır.” Kurosawa sinema dünyasına daha adını bile bilmeden girdiği bir sınav sonucunda yönetmen yardımcısı olarak adım attı, yıl 1935’ti. Sınavına ve yardımcılığına dahil olduğu adam ise ünlü yönetmen Kajiro Yamamoto’ydu. Onunla birlikte dönemin şöhret isimlerinin de yer aldığı çoğu komedi türünde olan filmler çekti. Yamamoto Akira’nın cevherinin farkındaydı ve yanında olduğu süre zarfında ona sinemanın tüm yönlerini öğretmeye çabaladı. Setten, ışığına, senaryodan, mekân seçimine Akira, sinemanın tüm alanlarında çalıştı. Yıl 1941’i vurduğunda Kurosawa, Yamamoto’nun başka bir film çekimi dolayısıyla ilk kez tek başına bir filmini yönetti. “Uma” adlı yapım Kurosawa’nın kendi yönetmenliğini tecrübe etmesi bakımından milat sayılır. “Filmlerde senaryodan kurguya kadar her şeyi kendim yaparım. Ama bana en önemli görünen senaryonun hazırlanmasıdır. Senaryo, filmin yapısı, iskeletidir. Yapı çok sağlamsa rahatça görüntü eklenebilir. Hiçbir vakit dağınıklığa gevşekliğe yol açmaz bu. Ya da daha doğrusu, iyi bir senaryo olduğu vakit şişirme olanaksızdır. Yönetmenin bir sürü işe yaramaz görüntü kattığı olur, ama bunun nedeni yapının daha başlangıçta sağlam olmamasıdır. Kurguya gelince en önemlisi kesmektir.” Kurosawa sinemada artık kendi ayaklarının üstünde durmaya kararlıydı. İlk filmi Sanjiro’yu (Büyük Judo Efsanesi) 1943 yılında çekti. Bu yapımdan sonra birer yıl arayla tam altı filme imza atan yönetmen Japon sinemasının en önemli yönetmeni haline geldi. Ustanın dünyaca tanıması

55


Tarihte

Tarihte

Bu Ay

Bu Ay

ise 1950’de çektiği “Rashamon” adlı yapımla gerçekleşti. Venedik Film Festival’inde “En İyi Film” ödülünü alan yapım dünya sinemasının kapılarını ustaya açmıştı. Kurosawa bundan sonraki filmler için farklı bir yol izledi ve edebiyat uyarlamaları üzerine yoğunlaştı. Dostoyevski’den, Shakespeare’den ve Gorki’den uyarlamalara imza atan Kurosawa bunu da kendi yöntemleriyle yaptı. İçine Japon kültüründen ögeler katan usta, yapılarını kendi dili ve kültürüyle özgün hale getirmeyi başardı ve birçok yönetmene de ilham kaynağı oldu. Zaman zaman filmleri yasaklansa da usta söylediğinden vazgeçmedi. Kendi kültürünü savundu ve yozlaşma karşıtı duruşunu korudu. Savaş sırasında onun soğuk yüzünü engellemelere rağmen kendi estetiğinden geçirerek anlatmaya deva etti. Şöyle demişti usta; “Savaş sırasında söz özgürlüğü yoktu. Savaştan sonra Japonya üzerine söyleyecek o kadar çok şeyim vardı, o kadar doluydum ki o vakit benim için tek anlatım aracı gerçekçilikti.” Usta savaşı böyle yansıtabildiğini belirtiyordu yapımlarında. Aslında o daha ziyade güzelliğe ve estetiğe muhtaçtı. Sonrasında bunu da şu sözleriyle ifade edecekti: “Ben de bilinçli ve isteyerek meydana gelmiş bir bağımlılık yok. Bağımlılık bende hiçbir vakit bir karar sonucu değil. Siyaset benim için çok önemli, ama bir insan olarak, bir yurttaş olarak; yoksa sinemacı olarak değil… Bana kalırsa yapıtlarımda iki eğilim var. Bir gerçekçi eğilim, bir de sanatçı eğilim… Yapıtlarımda bu iki eğilim var. Ama ikisi de ben farkında olmaksızın kendiliğinden doğuyor. Ben kendimi gerçekçi saymıyorum. Gerçekçi olmaya çalışıyorum ya, değilim. Bir türlü gerçekçi olamıyorum, duygucuyum çünkü. Plastik sanatlara, güzelliğe çok derinden bağlı olduğumu hissediyorum. Gerçeğe soğuk bir bakışla bakamam. Öyle sanıyorum ki filmlerimde bazen kıyıcı sahneler bulunuyorsa, bu gerçekçilikten değil de zayıflığımdan ileri geliyor. Gerçekten yufka yürekliyim ben.”

dalga geçtikleri bu adamın zamanla hayatına ve öğretilerine hayran kalacaklardır. Ustanın Oscar Ödüllü yapımlarındandır. Gölge Savaşçı (Kagemusha)-1980: Halk arasında efsaneleşmiş bir savaşçı olan Shıngen, aldığı savaş yaraları sonucu ölümü beklemektedir. Fakat ölümünü düşmanlarının bilmesini istemez ve samuraylarına kendisine benzeyen birini bulmalarını emreder. Bu görev için seçilen adam Kagemusha’dır. Kagemusha daha öncesinde önemsiz bir suçluyken birden bire kendisini samurayların komutanı olarak bulur. Yapım iki dalda Oscar adayı ve Cannes Film Festivali büyük ödül sahibi olması sebebiyle ustanın önemli yapımlarındandır. Ran-1985: Ustanın Shakespeare uyarlamalarındandır. Kurosawa, bu yapımda “Kral Lear”ı inanılmaz bir şekilde kendi kültürüyle çeşniler ve sevenlerinin beğenisine sunar. Kısaca hikâyesine gelirsek; yaşlı savaş lordu krallığını üç ayrı kalede yaşayan üç oğluna paylaştırmaya karar verir. Bu kararına karşı çıkan en küçük kardeş bu durumun ağabeyleri arasında savaşa neden olacağını düşünür ve düşüncesinde haksız olmadığı çok kısa bir süre sonra otaya çıkar. Akira Kurosawa yıllarını sinemaya ve inandıklarını anlatmaya adadı. Yaptı da! Bugün Japon sinemasının imparatoru olarak anılıyorsa bu kesinlikle boşuna değil. Kurosawa kendi kültürünü korumaktan vazgeçmede anlattı sözlerini. Amacı sadece kendi adını değil kendi kültürünü de duyurmaktı, başardı da günün sonunda. Ustaya saygılarımızla… “Ben işe başlarken çok sağlam bir Japon kültürü temeline sahiptim. Yabancı sinemadan bu Japon kültürü temeli üzerine etkilenmiştim. Bu da bana yabancı etkisini, Japon geleneklerini hiç unutmaksızın değerlendirmemi, bana en iyi gelenini, en uygun düşenini soğurmamı sağladı. Bugünün genç yönetmenleri, doğrudan doğruya Japon olan bu kültür temelinden tamamıyla yoksundurlar. Oysa bana göre, kişisel bir yapıt meydana getirmekte en önemli şey budur. Kendinde bu kültür temelini taşımak, kök salmış olmak…”

Akira Kurosawa Filmleri Yedi Samuray (Shichinin no Samuraı)-1954: 16. Yüzyıl… Yer Japonya… Adaletten eser bulunmayan güçlünün zayıfı yok ettiği ve korumasız insanların mallarını, canlarını çaresizce savunmaya çalıştıkları bir köydeyiz. Azılı eşkıyalar köylülere göz açtırmazlarken köyü halkı ne yapacaklarını bilmeksizin korku içinde çırpınmaktadırlar. Derken bu işe bir çözüm bulmak amacıyla köyün bilgesine danışmak için giderler ve Yedi Samuray’ı bulmaları gerektiğini öğrenirler. Yaşamak (Ikiru)-1952: 30 yılını bir masanın başında mühür basarak geçirir Watanabe. Klasik bir hayatı vardır ve yaşayamadıklarını hiç düşünmez. Fakat durum bir yıldan az bir ömrü kaldığını öğrendiğinde değişecektir. Yojinbo-1961: Ronin ismiyle bilinen efendisiz bir samurayın öyküsünü anlatan Yojinbo, Kurosawa’nın dönem filmlerindendir. Dersu Uzala (Deruzu Uzara)-1975: 20. yüzyılın başında bir Rus askeri harita ekibi Mançerya ormanlarında araştırma yaparken atalarının yaşam şeklini sürdüren Dersu Uzala adında bir avcıyla karşılaşırlar. Başlangıçta hayatıyla

56

57


Film Kritik

Öykü

Rashomon

(Raşomon) 1950

“İnsanlar kötü şeyleri unutmak ve yalan da olsa iyi şeylere inanmak isterler. Böylesi daha zahmetsizdir.” Rashomon, kelime anlamı olarak Japoncada “kale kapısı, hisar kapısı ve ya şehir kapısı anlamına gelmektedir. Hikâyemiz yıkık dökük bir şehrin kapısında başlar. Gök delinmişçesine yağan yağmurdan kaçan iki yabancı terk edilmiş bu yerin kapısına sığınırlar. Yabancılardan biri sürekli şunu sayıklamaktadır. “Anlamıyorum. Sadece anlamıyorum! Hiçbir şey anlamıyorum.” Yağmurdan sığınmak için gelen üçüncü yabancı sorununun ne olduğunu sorduğunda dört başı mamur bir hikâye dökülür dudaklarından. Korkunç bir cinayet hikâyesi… Zaman geri döndüğünde öldürülen bir adam, saldırıya uğrayan bir kadın, gerilerden olayı gözleyen bir şahit ve bir haydudun yaşadıkları onların gözünden anlatılır. Yalanın ve inanmak istemenin sınırları zorlanır. İçlerinden sadece birisi doğruyu söylemektedir ve bulmak seyirciye düşer. Rashomon, Akira Kurosawa’nın 1950 mahsulü draması. İnsan psikolojisinin ve yalan söyleme kapasitesinin uç noktasında bir kült. Kurosawa filmiyle inanmanın ve görmenin nasıl da dilden dile ve gözden göze değiştiğini harika bir dille anlatıyor. Yapım 20. yy. başlarında yaşamış, Japon kısa hikâyesinin babası olarak bilinen yazar Ruyunosuke Akutakawa’nın 1915’te yazdığı “Korulukta” isimli kısa hikâyesinden uyarlama. Fakat bu hikâye ile filmin süresi toplam 60 dakikayı geçmeyince yönetmen yazarın diğer eseri olan Rashomon’u da anlatısına dahil etmiş ve film ismini de bu hikâyeden almıştır. Kurosawa aynı zamanda Shinobu Hashimoto ile birlikte yapımın senaryosunu yazmış ve kurgusunu da kendisi yapmıştır. Akira ustanın başyapıtlarından biri olan dram aynı zamanda onu Batı sinemasına tanıtan filmidir. Film, batıda beğeni görmüş birkaç uyarlaması yapılmıştır. Bunların en bilineni, 1964 yılında Martin Ritt’in yönettiği “The Outrage” adlı western filmidir. Oyuncu kadrosunda Paul Newman ve Laurence Harvey bulunmaktadır. Yapım her ne kadar hak ettiği övgüyü alamamışsa da ustaya Venedik Film Festival’inden “Altın Aslan” ve “İtalyan Film Eleştirmenleri Ödülü” getirmesi ayrıca Oscar’a aday gösterilmesi açısından önemlidir. Oyuncu kadrosunda; Toşiro Mifune, Masayuki Mori ve Takashi Shimura’yı barındıran filmin siyah-beyaz görüntülerini Kazuo Miyagawa çekmiştir. Yalanlar insanın bakış ve kaçış açısıdır bir bakıma. Yaptığınız yanlışı düzeltmenin ya da olmasını dilediğiniz şeklinin söz halidir. En büyük koruma mekanizmasıdır, dilden çıkıp dünyaya yayılan… Kurosawa, usta yapımında bunu en sade dille anlatmayı başarmıştı. İnsanın inanmak istediği ile gerçek arasındaki farkın neleri değiştirebileceğini bize bir ormanda kurban ile suçluyu birbirinin kalbine sokarak göstermişti. Yapımın özeti gibiydi sözü: “İnsanoğlu zayıftır, o yüzden yalan söyler. Hatta kendine bile…” Ve sonunda açan güneş ile şunu da belirtmişti: Umut ve yaşam asla tükenmez. Her yağmur mutlaka arkasından bir güneş daveti ile yağar. İyi seyirler… Efendim geldik bir ayın daha sonuna. “Her güzel şeyin bir sonu vardır!” diye fısıldamış ya sevgili sevdiğinin kulağına, işte bizimki de öyle bir son. İki çift lafımız var bitirirken; “Benim mabedim, kendi aklımdır…” Thomas PAINE Melahat Yılmaz ÖZBERK www.otekisinema.com

58

Vitark Avcısı “Vitark! Kaçın Vitark!” Hanın geniş ahşap kapısı, bağırışın ardından büyük bir gürültüyle açıldı ve içeriye bir avuç nefes nefese adam doluştu. Hepsi de sağlam su geçirmez deri botlar giymişler ve ellerindeki silahları içeriye girer girmez bir kenara bırakıp kapıya destek olması için boş masalardan birini çekmeye koyulmuşlardı. Onların girmesi ve bağırdıkları uğursuz isimle birlikte irkilen han sakinleri telaşa kapılmış bir o yana bir bu yana koşuşturmaya başlamışlardı. Vitarklar dünya üzerinde ender görülürlerdi ve görenler nadiren hayatta kalırlardı. Dört ayaklı ve pantere benzeyen yaratıkların sivri iki dişi neredeyse boyunlarının alt kısmına kadar uzanırdı. Ama esas tehlikeli olan istedikleri zaman elli santime kadar uzatabildikleri demirden ve çelikten bile sağlam tırnaklarıydı. Vücutlarının üst kısmı bir panterin aksine siyah sert bir madde ile kaplıydı ve neredeyse hiçbir silah, bu zırha zarar vermek şöyle dursun, yaklaşamazdı bile. Birçokları Vitarkların bu ölümcül özelliklerinin yanında büyü de kullanabildiğine inanırdı. Koşuşturmaca hızlandı. Kapıları ve pencereleri tam anlamıyla güvenlik altına almaya çalışırken birbirine bağıran ve küfreden insan topluluğu bir o yana bir bu yana koşuşturuyordu. Biri hariç... Masanın üzerine ayak ayak üstüne atmış, uzun siperlikli şapkasını yüzünün ortasına kadar çekmiş, derin derin nefes alıp veren Tar huzursuzca uyandı. Ağzının kenarına tutturduğu ve uyurken bile düşürmeden çiğnemeye devam ettiği uzun buğday sapı aniden gelen seslerle yere düşmüştü. Kapıdaki bağrışan adamlarla ilgilenmeden önce son bir kez hanın pislikten toz kaplamış zift gibi zeminine hüzünle baktı. Şapkasını ağır hareketlerle çıkartıp yüzüne doğru sallamaya başlamıştı. Akşamüzeri olmasına rağmen kentin bu yakası hep sıcak olurdu. Kapıdan büyük bir gürültü duyuldu ve bunu derinden gelen bir hırlama izledi. Belli ki Vitark kapıyı zorlayarak açabileceğini düşünmüştü. “Kapı fazla dayanmayacak!” dedi içeriye ilk giren gruptan olan esmer bir adam ve birkaç kişinin yardımı ile kapının önüne daha fazla masa çekmeye koyuldular. Tam tatmin olmuş yorgun bedenlerini yere atmak üzereydiler ki bu sefer sağ taraflarındaki pencerenin hemen altından büyük bir çarpma sesi duyuldu. “Pencereye!” diye bağırdı aynı adam ve korkmuş kalabalık, bu sefer de pencerenin önüne barikat kurmaya başladı. Tüm olanları ayaklarını masadan indirmeden ve şapkasını sallamayı kesmeden izleyen Tar gülümsemeden edemedi. Sol duvarda bir ses duyuldu ve tüm kalabalık oraya doğru artık birinin bağırmasına gerek duymadan hareket etmeye başlamıştı ki dayanamadı. “Hadi ama!” Hayatta kalmaya konsantre olmuş can havliyle hareket eden grup bir an duraksadı. Esmer adam sinirle Tar'a döndü. “Ne var. Orada oturup duracağına bize yardım etsene be adam!” “Ne için? Vitark'ın bir daha asla saldırmayacağı her noktaya barikat kurmak için mi? Almayayım teşekkürler.” elleriyle kendisine uzatılan bir kahveyi geri çevirir gibi bir hareket yaptı ve kadife ceketinin iç ceplerinden bir buğday sapı aldı. Ağzının kenarına yerleştirip çiğnerken doğru noktaya oturunca yüzünde büyük bir gülümseme oluştu. “Bana bak!” esmer adam sinirlenmişti ve etrafındakilerden üç dört kişinin tutması ile ancak yerinde duruyordu. Birkaç kişi “Adam haklı aynı yere hiç saldırmadı.” deyince hafiften sakinleşti ama ters ters bakmayı sürdürdü.

59


Öykü

Tamamen farklı bir noktadan gelen bir gümbürtü nedeniyle söyledikleri iyice pekişen Tar zevkle gülümsedi ve ayaklarını yavaşça masadan indirdi. Şapkasını telaş ve koşuşturmacanın etkisi ile derin derin nefes alan kalabalığın aksine sakince kafasına yerleştirdi ve ağır ağır onlara doğru ilerledi. Ceketinin diğer iç cebinden beyaz renkte, dikdörtgen bir kâğıt çıkarttı ve iki parmağının arasında tutarak yeni sakinleşen siyah saçlı adama doğru uzattı. Tar Rek Ailenizin Haşere Temizleyicisi Haşerelere dakikalar içinde kesin çözüm! “Bu da ne! Komik olduğunu mu zannediyorsun! Ben şimdi seni…” diye hiddetlendi esmer adam ve kartı Tar'a geri fırlattı. Kartı eline alıp okuyan Tar kafasını kaşıyarak homurdandı. Kâğıdı okuduğu hızla cebine atıp başka bir tane çıkardı ve tekrar sanki az önce yanlış kartı vermemiş gibi iki parmağıyla esmer adama uzattı. Tar Rek Acımasız Vitark Avcısı Dakikalar içerisinde korkulu anlarınıza son! “Evet baylar Tar Rek karşınızda duruyor. Şanslısınız ki akşam sökünce dinlenmek için bu hanı seçmişim. Her neyse ihtiyacınız olursa masamda oturmuş kestiriyor olacağım,” dedi ve gerisin geriye dönüp masasına hareketlendi. Esmer adam belli ki grup üzerindeki tüm otoritesini yitirmişti. Arkalarda duran genç ve şişko bir adam Tar’a panik ve ölüm korkusu ile seslendi: “Karşılığında ne istiyorsun?” “İşte bu sözler ilgimi çekti bilge dostum. Pek bir şey değil. Sadece standart tarifeyi uygulayacağım sizlere. Hepinizden adam başı birer altın alsam yeter de artar bile.” İstediği gerçekten fazla miktarda para demekti, fakat insanlar ölüm korkusu ile burun buruna gelince hiçbir zaman cimri olmazlardı. Birkaç dakika içinde kesesi tıka basa altınla dolu kapıdaki barikata doğru yöneldi. “Vitarklar vahşi hayvanlardır. Neyse ki ben onunla nasıl başa çıkacağımı biliyorum. Ama sakın ola pencereden ya da kapı aralığından dışarıyı izlemeye kalkmayın. Bir boşluğunu yakalarsa acımadan hepinizi öldürür. Ben onu peşimden gelmeye zorlayacağım ve buradan uzaklaştıracağım. Emin olmadan dışarı adımınızı atmayın. Bir saat kadar bekleyin anladınız mı?” hepsi başlarını sallayınca tatmin oldu ve barikatı yavaş yavaş kaldırmaya başladı. Handakilerin şaşkın bakışları arasında kapıyı korkusuzca araladı ve seri adımlarla dışarı çıktı. Arkasından “Ne cesur adam!” diye atılan nidaları gülümseyerek karşıladı. Ağzındaki buğday sapını sağdan sola geçirdi ve şapkasını güzelce kafasına geçirdi. Ellerini iki yana açarak iyice gerindi ve az önceki uykunun sersemliğini üzerinden attı. Hızlı adımlarla sağına soluna bakarak handan uzaklaşmaya başlamıştı ki hanın duvarlarından yine bir gümbürdeme duyuldu. Ellerinin küçük parmaklarını ağzına soktu ve güçlü bir ıslık çaldı. Anında duyulan dört nala koşma sesiyle birlikte hüzünle karanlıkta yerlere bakındı. Zira ıslık çaldığında geriye son kalan buğday sapı da düşmüştü. Vitark’ın adımları adama yaklaşınca yavaşladı ve bir hırıltı koyuverdi. “Güzel hırlama ama bunun üzerinde biraz daha çalışmalısın. Bazen korkutucu olmak bir yana komik oluyorsun!” diye patladı Tar. Hayvan alınmışcasına başını yana yatırdı.

60

61


Öykü

Film Kritik

“Hah işte tam bundan bahsediyorum! Sen dünya üzerinde nesli tükenmeye yüz tutmuş en vahşi hayvansın. Beni anlıyor musun?” Vitark neşe ile zıpladı ve adamı boylu boyunca yere serdi ve bir güzel boynunu yaladı. “Kalk üstümden aptal yaratık hemen buradan uzaklaşmamız lazım.” Yerde debelenirken bir yandan Vitark’ın karnına vurmaya çalışıyordu. “Bir dahaki köyde haşereleri kullansam daha iyi olacak. Seninle uğraşmak bazen beni yıpratıyor.” dedi ve bir anda gözleri parladı. Vitark’ın ani sevgi gösterisi ile birlikte düştüğü yerde, az önce ağzından düşürdüğü buğday sapını bulmuştu.

Django UNCHAINED

* Yaklaşık bir saat sonra handaki onlarca kişi dikkat kesilmiş önlerinde duran sekiz yaşlarında, üstü başı kir pas içinde kalmış çocuğu dinliyorlardı. Çocuk dediğine göre Vitark’ı ve onun avcısını şans eseri görmüştü. “Ben hayatımda böyle cesur bir adam görmedim. Vitark hana saldırdığı sırada onun dikkatini çekmek için güçlü bir ıslık çaldı. Sonra hayvan ona yaklaşınca bir adım bile gerilemedi. Ona ne söyledi bilmiyorum ama resmen Vitark’a kızmış gibiydi. Sonra o yaratık adamın üzerine atıldı ve onu bir hamlede yutmaya çalıştı. Sivri dişleri ay ışığında parlıyordu!” Kalabalıktan şaşkınlık nidaları yükseldi. “Sonra birden yerdeki adam Vitark’ın karnına sert bir yumruk indirdi, yaratık acıyla inledi ve uzaklaşmaya başladı. Ondan sonra ne oldu pek göremedim buraya doğru koşarken sadece adamın kahkaha atarak yerden bir şeyler aldığını ve Vitark’ın gittiği yöne doğru koştuğunu gördüm. Ne cesur adam! O iğrenç yaratığı avlamadan rahat etmeyecek sanırım!” dedi hayranlıkla ve bu hayranlık tüm handakiler tarafından paylaşılırken bedavadan kaptığı süt ve kurabiyeleri midesine indirdi. Öykü: Buğra ŞENYÜZ

62

Illüstrasyon: Yunus KOCATEPE

“Kır zincirlerini gel ödül avcılığı yapalım seninle Yum gözlerini soluksuz sıkalım göklere” Vahşi batı yöresi bir halk türküsü Tarantino, Inglourious Basterds’la yeni bir stile kaymış gibiydi. Reservoir Dogs (1992), Pulp Fiction(1994) gibi ilk dönem filmlerinden aşina olduğumuz, komediyi yükselterek filmlerin kanlı yüzünü yumuşatan diyaloglar artık gerilimi artırmak için kullanılıyordu. Kendisi müthiş oyuncu yönetimi ile yazdığı diyalogların gücü de birleşince filmi ne yöne çekmek istiyorsa bunu rahatlıkla başarabilen bir yönetmen. Django Unchained ile Inglourious Basterds’ta denediği gerilim yüklü diyalogları bu sefer Spagetti Western içine oturtuyor, ancak silahların konuştuğu sahnelerde artık adı ile özdeşleşen kan banyosunu ve fizik kurallarını hiçe sayan ölümleri birleştirerek bir nebze olsun kendince eğlendirmeyi de unutmuyor. Django, 1960’ların kült western serisi Franco Nero (Filmde de Cameo olarak görünüyor.) adı ile özdeşleşmiş Django’yu örnek alsa da hikâyenin yükselen kısmı 1975 yapımı bir roman uyarlaması olan Mandingo filminden izler taşıyor. İç savaş öncesi dönemde geçen hikâyemiz soğuk bir kış gecesinde köle ticareti yapan bir konvoyun bir dişçi olan alman Dr King Schultz (Christoph Waltz bu sefer bir önceki filmde yarattığı kötü Alman karaktere biraz insanlık yükleyerek belki de Almanların kalbini kazanmaya çalışmış.) tarafından durdurulması ile başlıyor. Bu gizemli yabancının Django (Jamie Foxx) adındaki köle ile ilgilenmesi sahiplerinin tepkisi ile karşılaşsa da sorun birkaç silah sesi ile halloluyor. Django’nun önceki sahiplerinin yanında çalışan bir grubu arayan Schultz kendisini bir ödül avcısı olarak tanıtıyor. Böylece Django ile bir anlaşmaya varıyorlar. Schultz ödülün peşinde koşarken, Django da elinden alınan karısı Broomhilda’yı (Kerry Washington) bulmaya çalışmak istiyor.

63


Film Kritik

Deneme

Schultz işinin gereklerini Django’ya öğretirken hayatı kölelikle geçmiş bu adamın doğuştan yetenekli bir silahşör olduğunu da anlıyor. İkili Django'nun karısının izine Calvin Candie’nin (Leonardo DiCaprio) sahip olduğu büyük bir çiftlik evinde rastlıyor ve ona ulaşmak için bir dizi yalana başvuruyor. Ancak Django gibi bir köle olan evin yaşlı hizmetkârı Stephen’ın (Samuel L. Jackson) ikiliden şüphelenmeye başlaması işleri karıştırıyor… Tarantino’nun alışılmışın dışında mizah anlayışı ile süslü ancak içinde ırkçılık ve köle ticareti gibi büyük sorunları barındıran bir kovboy filmi ile karşı karşıyayız. Filmin asıl yükü oyuncular üzerinde ve herkes elinden gelenin de üstünde bir oyunculuk sergiliyor. Öyle ki filmin kopma noktalarından birinde DiCaprio öyle bir sinirle masaya yumruğunu vuruyor ki eli gerçekten yarılıyor ve o halde monoloğuna devam ederken Kerry Washington’ın dehşet içinde bakan suratına kanını silmeyi de ihmal etmiyor (Oyunculuk dersi niteliğinde olan bu sahnenin kamera arkası umarım çıkar.). Yine de oyuncuların bütün o destansı monologlarına rağmen, filmde görece daha kısa bir rolü olsa da öne çıkan asıl karakter bana göre Stephen oluyor. İç savaş öncesi kölelerin aralarında bile bir birlik olamamasının nedenlerini özetleyen bir karakter yaratan Samuel L. Jackson 15 yıl önce çekilmiş olsa filmde kesinlikle Django’yu oynardı. Filmde Tarantino’nun da kısa bir rolü var. Şimdiye kadar hem kendi filmlerinde hem de arkadaşlarının birçok filminde irili ufaklı rollerde gördüğümüz Tarantino gitgide şişen gövdesi ile bana Marlon Brandon’un son yıllarını hatırlatıyor. Yine ilginç bir uzak doğu Spagetti Western’i olan Takashi Miike’nin Sukiyaki Western Django (2007)’sunda da ufak bir rolle karşımıza çıkmıştı. Senaryonun özellikle yüklendiği oyunculuk performanslarının dışında müzikler de filmde önemli bir role sahip. Spagetti Western'lerden aşina olduğumuz melodiler modern yorumlarla filmde yer almış ve kesinlikle filmi birkaç gömlek yukarı taşıyor. Filmi seyrettiğim günden beri şarkıların güzelliğinden kendimi alamadım ve dinlemeye devam ediyorum. Pulp Fiction ve Kill Bill’den de aşina olduğumuz Tarantino’nun müzik zevki yine müthiş bir sountrack ile filme renk katıyor. Başındaki yazılardan müziğine, hatta çekim açılarına kadar bir westernde olması gereken her şeyi veren Django Unchained çocukluğumuzun pazar sineması kovboy filmleri kuşağına bizleri (seksenler çocukları diyeyim) geri götürüyor. Tarantino bu sefer eski tarzlara özenerek sanki öyleymiş gibi değil de gerçekten sağlam bir western filmi ile karşımıza çıkmış. Unforgiven ile western filmlere artık nokta kondu derken Django Unchained belki de yeni bir sayfa açıyor ve kovboyların anlatacak daha çok hikâyesi olduğunu bize gösteriyor. Masis ÜŞENMEZ www.otekisinema.com

64

Fırtına ve Yanılsamalar Geleceğini ansızın belli etmiş fırtına tüm bölgeye çökmüştü. Kıvrak rüzgâr hırçınlaşmıştı. Gökyüzünün açık tonu, uzaklardan yaklaşan bulutlarla artık griye kaçıyordu. İçinde taşıdığı kızgın gürültüler üzerlerine boşalmaktaydı. Bölgede yaşayanlar işlerini yarıda bırakarak evlerine ya da en yakındaki güvenli yerlere çekilmeye başladılar. Gri perdenin göğün üstüne serilmesinden ve ilk şimşek parıltıları kendilerine ulaşmasından kısa süre sonra rüzgâr hepten buz kesildi. Artık masum kar tanelerini oradan oraya savurmayı kendine görev edinmişti. Dağlık bir yerdi burası ve fırtına bir kere geldi mi, dağların arasından kolay kolay çıkmazdı. Yöre halkı, doğanın bir tür alışkanlığıymış gibi bunu bilirdi. O yüzden fırtına, sığınmak için geç kalınmadığı müddetçe dert olmazdı. Ama bu sefer farklıydı. Tuhaf bir şey vardı; fırtına onu getirmese de fırtınayı fırsat bilen. Sayıları onu bulmayan bir grup, Necmettin’in evine sığınmıştı. Birbirini hiç tanımayan bu insanlar, bir tür doğal gidişatlar sonucu aynı yerde buluşmuştu. Dereye düşen bütün yaprakların aynı noktada birikmesi gibi. Yamacın dibine, kar yağışı iyice şiddetlendiğinde varabilmişlerdi. Yokuşu çıkıp eve varana kadar fırtına onları iyice hırpalamıştı. Kapıyı arkalarından kapatmadan evvel gördükleri son şey de karla iyice örtülmüş yoldu. Necmettin hepsine sıcak çorba verdi. Kendi de birazcık içti. Şömineyi besledi. Ve işi bitince, ateşin karşısına hilal şeklinde oturmuş grubun yanına çöktü. Herkeste derin, mistik bir sessizlik vardı. Fırtına gürlüyor, rüzgâr sorumsuzca ıslıklar çalıyordu. Dışarıda kalmış canlılar çoktan telef olmuşlardı. Necmettin gruba bakarak, iyi ki karşılaşmışız, yoksa vadi boyunca ev mev bilmeden dolanacaktı bu garipler, diye düşündü ve içini çekti. Neden, bilmiyordu. İçindeki bir tını ruhunu dalgalandırıyordu. Suda oluşan dalgalar gibi. Sanki Necmettin, farkında olmadan beklediği bir şeyin arifesindeydi; fırtına biter bitmez ilk iş kendini dışarı atacaktı. Odadakiler arasında uyuklayan da vardı, geriye yaslanmış tavana bakan, cebinden çıkardığı bir kâğıt tomarını okuyan, düşünceli şekilde ateşi seyreden, karamsarca başını öne eğen de. Kimsenin ağzından bir kelime dahi çıkmamıştı. Grup eve girdikten sonra birkaç saat bile geçmemişti ki kapı bir kez daha vuruldu. Başta Necmettin, herkes irkilerek birbirine bakmıştı. Yakınlarda başka bir ev yoktu; olsaydı bile kimse bu havada dışarı adımını atmazdı ve fırtınanın içinde bu kadar saat kalmış birisi, mümkünü yok kurtulamazdı. Gelen kişi giydiği postla iyice iri gözüken bir yabancıydı. Hiçbir şey demeden içeri girdi ve postunu çıkarıp kenara bırakarak şöminenin yanına oturdu. Diğerleri kapı açıkken gördüler ki dışarıdaki yol hepten karla kapanmıştı. Necmettin bir an ne yapacağını bilemeden öylece kaldı. Sonra soğumuş çorbayı ateşin üstüne koydu, ısındıktan sonra da misafirine ikram etti. Yabancı çorbayı içti. Çorbası bitince geriye yaslandı ve öylece oturdu. Ortama ayak uydurarak sessizlikle bütünleşti. Tavana bakarak düşünen ve oturduğu yerde uyuklayan hariç, herkes yabancıyı şaşkın ama giderek huzursuzlaşan bir ifadeyle seyretti. O ise hiçbir şey yapmadan karşısındaki duvarı seyrediyordu. Uzun bir süre bu böyle devam etti. Diğerlerinin huzursuz sessizliği saatler boyunca sürmüştü. Homurtulu kıpırdanmalar, bitmeyen fırtınadan ve geçmeyen zamandan yakınmalar başladı. Sonunda yabancı kendi kendine konuştu. Sessizliğin her köşeyi kıskacına aldığı odada şunlar duyuldu:

65


Deneme

Deneme

“Buraya daha önce geldim mi? Her şey bana çok tanıdık geldi. Kış her yerde aynıdır; içine kaybolanlar farklı da olsa. Nice şehirler var olagelmiştir ki yüce ihtişamları tozlara, topraklara, yağmurlara yetmemiş. Kışa mı yetsin? Belki de bu yüzden bana her yer aynı gelir. “İnsan öyle bir mahlûktur ki dertten dert beğenir. Nice felaketlerden sıyrılır, ama en ufak bir sıyrığın bile yeri sabittir. Derdin de derdine bakmaz insan. Günü, zamanı tükenmemek, bozulmamak için vardır. Yenilmezlik hırsı bu korkudan gelir. Ya da biz her şeyi buna yorduk. Çevremizdeki herkesin, her şeyin yok oluşunu seyrede gelmiş biz, ona karşı çıkarak yoktan amaç edindik. Bunu yaparken de tükenmeyecek, parmaklarımız arasında duramayacak şeylere değer biçtik. Nitekim değer, bizim için her daim karşılığı bulunan, bulunması gerektiğini düşündüğümüz bir şeydir. “İnsanın ta kendisi gibi nice mevsimler gördüm; aynılıkları farklarından. Nice seferdir, niceden beridir birbirlerine arka çıkan. Yine nice kimseler gördüm ki biri de bana onların değiştiğinden bahsetmedi. Görülen, görülür. Görünen herkes için görünürdür. Görünenin ardı bize hiçbir zaman hitap etmedi. Görünenle yetinirken, görünmeyene bir mana biçmedik. Görmediğimiz halimize.” Yabancı hiç beklenmedik bir anda kalktı ve postuna uzandı. Şöyle bir silkeledikten sonra onu üstüne geçirip kapıya yöneldi. Yönelirken de: “Sıcaklığını çorbanla verdin bana ya,” dedi. “Allah da senden razı olsun, Necmettin. Kazayı daha önce etmeyen, kazazedeyi anlamaz. Yüreğinde sahip olduğun her şeyin hayrı üzerine olsun. Onu dinle ki var olduğunu düşünmediğin şeyler dahi hep yanında bulunsun. Neticede, yüreğin ihtiyaç duyduğun anda sesini sana duyuracak tek şey.” Bunları dedi ve yabancı kapıyı açarak gözden kayboldu.

gibi evden eve dolaştığı olurmuş. Nasıl olduğunu kimse anlamamış. Oradakiler de zamanla ondan korkmamaya başlamışlar. Yaşlı adama hiçbir şey olmazmış çünkü.” “Kesin o adamda da bir şeyler var. Yoksa o yokuşu imkânı yok çıkamazdı.” “Dediğine benzer şeyler ben de duymuştum. Beklenmedik günlerde ortaya çıkan, çok az kişilere görünen garip insanlar. Evleri barkları olmadan, dağ bayır dolaşan. Fırtına zamanında bile hiçbir şey yokmuş gibi dolaşırlarmış. Türlü felaketlerde, salgınlarda dahi hayatta olurlarmış.” “Üç harfliler insanların arasına karışır, kendini belli etmezler ya zaten? Sadece çok az kişi onlardan huylanır.” “Buraya gelen de onlardan biriydi demek!” “İçime doğmadı değil.” “Hiçbir şey yapmadı ki! Kalkıp gitti.” “Yoksa aramızdaki biri için mi geldi?” Bu soruya yanıt veren olmadı. Odadakilerin konuşası birden bitmişti. Herkes, iç dünyalarının ince hesaplamalarına dalıp kayboldu. Dakikalar boyunca süren sessizlik, gürültüsü sayesinde fırtınanın kendini yeniden hatırlatmasına vesile oldu. Her şeyin değiştiği bu âlemde değişmeyen tek şey, gerçeklerin ‘var olduğu’ gerçeğiydi. Olan şey, oluyordu. Olurdu. Onların yaşadığı şey de buydu.

Yabancı gitti ve tuhaf bir boşluk odaya yayıldı. Suretler somurtkanlıktan durgunluğa doğru ani bir değişim geçirdi. Kurtulma bekleyişi, yerini çelişik hissiyatlarla dolu bir anlar silsilesine bıraktı. İnsanların yaşadığı ama yabancılığından kurtulmadığı sezgiler bütünlüğüydü bu. Sessizliği ilk bozan Necmettin oldu. “Allah Allah! Adam beni tanıyor muydu?” Onu duyar duymaz diğerleri de birbirinin peşi sıra konuşmaya başladı. “Kimdi o?” “Nasıl kurtuldu ki?” “Tuhaf biriydi.” “Yol nasıl da kapanmıştı, gördünüz mü?” “Burada ne işi vardı acaba?” “Hiçbir şey yokmuş gibi dışarı çıkıp gitti.” “O adamda bir gariplik vardı. Siz de fark etmediniz mi?” “Duvara bakıp durdu…” “Güçlü birine de benziyordu.” “Şu an ne yapıyor, nereye gidiyor acaba?” “Söylediklerinden hiçbir şey anlamadım.” “Üç harflilerden miydi yoksa?” “Rahmetli ninem anlatırdı. Onun zamanında fırtınalı havalarda ortaya çıkan yabancılar olurmuş. Dolaşırmış. Dışarıda gördüğü insanların canını alırmış. Takip etseler bile izini muhakkak kaybettirirmiş.” “Babam da köylerindeki bir ermişten bahsederdi. Onun da fırtına kar kış kıyamet bilmeden, istediği

Kimse farkında değildi, ama herkes yabancıyı düşünüyordu. Onun aralarındaki geçici varlığı, bir şekilde fırtınadaki bu esaretleri, çaresizlikleri ile eşdeğer bir hale gelivermişti: “Eğer yanlış hatırlamıyorsam, ayakları tersti.” “Doğru.” “O adamda bir gariplik vardı ve bunu sezmiştim.” “Ayakları benim de dikkatimi çekmişti.” “Tersti. Evet. Gördüm. Kendisi için gelen kişi, o gelenin üç harfli olacağını anlayamaz ki!” “Bana normal gelmişti ama zaten benim için gelmesine sebep olacağım hiçbir şey yapmadım.” “Başkası için gelmiş olmalı.” Hüseyin, yabancı gittiğinden beridir ilk kez konuştu. “Sizi gördüğünü nereden çıkardınız ki, sizin için gelmiş olsun?” Odadakiler anlamadan ona baktı. “Neden sizin için gelmiş olsun? Aranıza oturmadı. Sizinle konuşmadı. Size bakmadı bile. Burada olduğu tüm süre boyunca tam karşımdaydı. Bir kere olsun sizinle göz göze gelmedi. Oysa bana adımla bile hitap etti.” “Senin için mi… Geldi yani?” “Bilmem. Ama benimle konuştu. Teşekkür etti.” Kimi hisler öyle şeylerdi ki suya damlayan bir gıdım mürekkep gibi, içine girdikleri yere yayılıp onu lekeler ve bunu yaparak aslında kendini belli ederlerdi. Ama bu, sadece o ikisi arasındaki farkı gerçekten gören ve kabul eden kişi için geçerliydi. Ne de olsa su, içine o şeyi aldığı andan itibaren aynı su olarak kalmazdı. O artık saf, tertemiz bir su değildi. Hisler ve kontrol dışı bir şekilde onun peşinden gelen her şey, kendisinden önceki ya da sonraki var olagelmiş tüm hareketlere sığınır, saklanır, kendini o şekilde yaşatırdı. Gerçeklerin ve doğruların arasına sızan bu tuhaf hissel oluşumlar, gerçeklerle yan yana durmaktan ötürü gerçekleri çarpıtmakla kalmaz, zamanla o gerçeklerin yanındaki yerlerini de alırdı. İnsan bilinci bu tür, kendi

66

67


Deneme

hammaddesine yatkın şeyleri kolayca hazmetmeyi bilirdi: İnsanların hazlarını çarpıtan bu tabiatlarına zıt hisler, sonunda gerçekleşebilme ihtimalleri olan, her an ortaya çıkabilecek varlıklara dönüşürlerdi. Korku leke yapmakta üstattı. Çünkü insanoğlu için var olan her bütünlük, kolay kırılabilir cinstendi. Çünkü âdemoğlu kendini bugüne değin hep bir mutlaklığa sahip olmaya ya da onu yaşatmaya meyletmişti. Var olan mutlak her şey sarsılmaya, yıkılmaya mahkûmdu. Ve insan denen bu zavallı varlığın en büyük açlığı, bir şeye olan aidiyet ihtiyacıydı. Geçmişin ya da geleceğin belirsiz olduğu her güzergâhta ise, tek olasılıktan başka bir yönü olmayan şeyler eskirdi. Geçersizleşirdi. İhtimaller büyür, onu saran ihtimalsizliğin duvarları arasında sıkışıp kalırdı. İnsanoğlu da tek doğrularla, tek gerçeklerle yaşamaya alışkın olduğu ve bunu kolay gördüğü için, en ufak korku bu tekliği temelinden sarsardı. Akla karanın ayrı olduğu her yerde grinin isyankârlığı, özünde de fark edilirliği kaçınılmaz olurdu. Korkuyu yaratan cevher şüpheydi ve şüphe kabulsüzlükten, bilinmezlikten, aykırı hissiyatlardan doğardı. Bilinmezlik başlı başına bir cevher olacak iken, ihtimallerle örülü duvarlar her şeyi kısıtlar, sınırlandırır, sıkıştırırdı. Mutlaklığa olan ihtiyaç beslendikçe, onun aksi olan eksiklik hissi o kadar yıkıcı olurdu. Bu hissin yarattığı korku insan denen bu cılız varlığın bir sığınma yeri olacak iken, onun kaçış noktası haline dönüşürdü. İnsanın yaşadığı yegâne afet buydu: Kendi hakikatinin yanılsama olduğu gerçekliğiyle yüzleştiği an. Hüseyin, yabancının kendisine sadece teşekkür ettiğini söyledikten sonra odadaki konuşma yerini bir kez daha sükûnete bıraktı. Buraya ilk geldiğinde dingin bir şekilde olan bekleyiş, artık öfkeli bir sabırsızlıktaydı. Ateşe kenetlenmiş gözler sıkıntılı, kızgın, karamsardı. Tüm bu olanlardan bir haber olarak uyuklayan ile tavanı seyreden ikisi oturdukları yerde doğruldu ve etraflarına şöyle bir baktı ve: “Fırtına dinse de yolumuza devam etsek.” Yazan: Volkan Levent SOYLU

68

69


70

71


Deneme

Kendimle Randevu Kendimle Randevi Bugün için hiç kimseye söz veremem. Çünkü çok önemli bir randevum var. Hayır, bu randevum gösterişli ancak sahte ve beyhude bir sevgiyle beni yıllarca avutacak olan güzel bir sevgiliyle olmayacak... Onca yıllık sadık bir dostla da olmayacak bugünkü görüşmem... Sakın, kedimle veya köpeğimle böyle bir randevuyu tertip ettiğimi de düşünmeyin lütfen! Bugünkü randevum, belki de yaşamımdaki en değerli varlık statüsünü hak eden kişiyle, yani kendimle... Ah, lütfen benim sadece kendisini düşünen ve ukâla bir kişiliğe sahip olduğumu da düşünmeyin! Evet, belki bu özelliklere sahip bir karakterim olabilir, bunu yalanlayamam elbette... Ama uzun zamandır sahip olmadığım bir özgüven, bugün tüm benliğimi esir aldı sanki. Hiç olmadığım kadar mutlu ve huzurlu hissediyorum kendimi... Çünkü birçok insanın yapmaya cesaret edemeyeceği bir şey için kendimi hazır hissediyorum galiba. Benliğimle yüzleşebilmeyi... Yoksa uzun bir süredir kaçtığım kendime, bugün için nasıl randevu verebilirdim ki? Hem de baş başa... Bugün çok şık olmalıyım. Hoşuma giden en güzel elbiselerimi giyinmeli, en etkileyici kokumu sürünmeliyim. Aksi halde kendime mahcup olmak istemem. Keza, oldukça lüks bir lokantada görüşmemiz olacak. Bana ve kendime yakışır bir yerde yani... Her şeyin eksiksiz olmasını istiyorum anlayacağınız. Belki ayna haricinde bakıldığında görünmeyecek, ancak tıpkı nefes kadar bana yakın bir kişiyle görüşmek önce benim de tuhafıma gidecektir. Yalnız, kısa sürede birbirimize uyum sağlayacağımızdan hiç şüphem yok nedense! Bugün kendimle yüzleşebilme imkânını elde edebileceğim bir gün... Aynı zamanda; önyargılarımla, bencilliklerimle, yalanlarımla, içimdeki kibir ve intikam duygularımla, egolarımla, gereksiz kıskançlıklarımla, kısacası bütün kötü özelliklerimle tanışma toplantısı tertiplediğim bir gün de olacak. Tabiri caizce, onları yok etmeye çalışacağım birazdan, tıpkı cesaretli bir savaşçı gibi savaşacağım onlarla... Yenileceğimi bilsem de bilmesem de... Her şeyin gözüme güzel gözüktüğü bir gün bugün... Şu anda benim için dünyada bütün insanların iyi ve güzel oldukları dakikaları yaşıyorum. Evet, bütün erkekler karizmatik, bütün kızlar ise çok güzeller... Mevsimlerden kış olmasına rağmen, benim ruhani mevsimim yaz... Hava oldukça yağışlı olmasına rağmen, güneşin saf ve temiz ışıkları aydınlatıyor, içinde buzları çözülmeye başlayan yüreğimi... Isıtıyor kalbimi, tıpkı bir anne şefkatiyle... Sanki benim tekrardan dünyaya gelmemi istiyor. Ben de bugün kendimi yeniden dünyaya gelmiş gibi hissediyorum tüm benliğimle... Sanki içimde her şeyi yapmak isteyen yaramaz bir çocuk peyda oldu. Beni savurmak istiyor, dünyanın bir ucundan öbür ucuna... Taşmak istiyorum, taşmak ve tıpkı bir çağlayan gibi akmak yüreklere... Yenileneceğim bir günde böyle şeyler hissetmem, hiç de ilginç olmasa gerek! Bugün yenileneceğim ben, kendimi tadilata alacağım. Anlayacağınız, herkese kapalıyım şu an! Geçmişin ve geleceğin kifayetsiz kalması gerektiği bir anı yaşıyorum. Bir insanın en mutlu olabileceği zamanı, yani anımı yaşıyorum! Geleceğime de ışık tutacak ümit vaat eden bir zamanın içinde nefes alıyorum.

72

73


Deneme

Röportaj

Bugün aslında bir nevi mahkemem de var diyebilirim. Ne mahkemesi mi? Elbette her insanın içinde sahip olması gereken “Vicdan Mahkemesi”... Şimdiye kadar yaptıklarım ve yaşadıklarım, belki de böyle bir mahkemenin kurulması için bana emir veriyorlar sanki. Her şeyden önemlisi, kendimin düzenleyeceği bu vicdan mahkemesinde yine kendimi suçsuz çıkarmalıyım. Yoksa yapmış ve yaşamış olduğum şeyler yüzünden vicdanım beni rahat bırakmayacak ve idamımı isteyecek! İşte bana göre idamın hâlâ devam ettiği mahkemelerden biri de bu “Vicdan mahkemeleri”... İnsanoğlunun herkesi aldatabileceği ancak kendisini kesinlikle aldatamayacağı belki de tek mahkeme... Artık kendimi kendimle yüzleştirebilmeye hazır hissediyorum galiba. Gitmek ve bir an önce kendimle hesaplaşabilmek için... Umarım, bu mahkeme sonucunda temize çıkarım ve sonrasında da yaşam adı verilen bu döngü içerisinde kendime mutlu ve huzurlu bir gelecek vaat edebilirim. İnanın, belki de şu andaki tek dileğim bu...

Flaneur Röportaj

Servet İNANDI -Servet merhaba, öncelikle okurlarımıza kendini tanıtır mısın? Ne yaparsın, ne edersin, ne okursun, ne yazar, ne çizersin? Servet İnandı Flaneur Comics‘te işçidir. Okur, yazar, çizer fakat en çok projeler üretir, yaptıklarıyla değil yapamadıklarıyla övünür. Şimdilerde Flaneur için projeleri derinleştirmeye çalışıyor.

Kayahan DEMİR kayahandemir@hotmail.com

-Neden bilmem ne çizgi, bilmem ne yayıncılık vs. değil de neden Flaneur, Türkçe meali nedir? „FLANEUR”, basit bir anlatımla aktarmayı denersek şunu diyebiliriz: „VARACAĞI YERİ OLMADAN DOLAŞAN KİMSE“ Bilge şehir gezgini, belki derviş denilebilir. Alman düşünür Walter Benjamin‘in „pasajlar“ kitabındaki Baudelaire incelemelerinden kurgulayarak kenti ve şehirli gezgini yeniden yorumlar. Flaneur bu bağlamda ortaya çıkar. FLANEUR‘u kişileştirirsek CHAPLIN, KEROUAC bizde ise SADRİ ALIŞIK (Turist Ömer‘dir.) -Hazır basılmış bunca çizgi roman varken, dükkânda bunları satıp para kazanmak varken, neden para harcamayı tercih ettiniz, neden çizgi roman basmaya karar verdiniz? FLANEUR başlangıçta çizgi roman dükkanı olarak ortaya çıktı. Kendi anlayışına uygun çizgi romanlar (yerli ve orijinal), koleksiyon figürleri ve alternatif müzik seçkisinden (CD-plak) oluşan ürünler satıyorduk. Piyasa taleplerinden çok sevdiğimiz ürünleri sipariş ederek özel bir kitle oluşturmayıda başardık aslında.

74

75


Röportaj

Röportaj

Fakat, bütün bunlar çizgi roman yayıncılığı için temel oluşturuyordu. Öncelikle bir kitaplık oluşturduk ve „CASH ve ERTELEYİŞ“ grafik romanlarıyla piyasada boy gösterdik. Bugün nihayetinde yayıncıyız. -Zamanında sadece bir çizgi roman okuruyken sonrasında fanzin dergilere çizgi roman çizmeye başladın, bu da yetmedi çizgi roman ve çizgi roman figürleri satan bir dükkân açtın, sonrasında da yayıncılığa başladın; çizgi roman okuruyken neden diğer alanlarda da var olma gereksinimi hissettin? Türkiye‘de çizgi roman tarihi yazılırken yayıncılığıyla ilgili yazılacak çok az şey var. Belki bir şeyler yazdırmayı hedefliyoruz. Yapacak çok şeyimiz var. Yapmak istediğimiz çoook şey... Farklı çizgi romanları basarken neye göre değerlendiriyorsunuz? “Dünyada çok satıyor, bizde de satar!... Ya tutarsa?”, “Yok aga ben ve benim gibi farklı tarzda çizgi roman okumak isteyen bi dolu kişi var, biz bize yeteriz.” midir? Kısaca yayınlayacağınız çizgi romanlara nasıl karar veriyorsunuz? FLANEUR‘un öncelikle bir dünya görüşü ve felsefesi var. Kendi kimliği ve anlayışı paralelinde seçkisini yapıyor. Yayın için kitaplığını oluştururken bazı koşullar arıyor elbette. Tarihsel ve kültürel bir değer oluşturuyor mu? Sanatsal içeriğe sahip mi? İçeriğin ve sanatçıları(nın) artistik tavrı gibi nesnel değerlendirmelerle seçkisini yapıyor. Buna göre FLANEUR, underground, bağımsız ve özel edisyonlarla klasik çizgi romanlardan oluşan kitaplığını hazırlamayı ve yayınlamayı sürdürecek...

keyif duyarız. FLANEUR‘un yayıncılıkla ilgili hazırladığı bazı projeleri var aslında. DERGİ de bunlardan biri; fakat beni daha çok heyecanlandıran proje Flaneur‘un organize etmek için çalıştığı kitap bitirme projesi var. Yarı profesyonel ve profesyoneller için kitaplarını hazırlayacağımız bir atölye kuruyoruz, biten projeleri yayın olarak sunacağız... Şimdilik bu kadar bilgi verebilirim yakında bütün detayları açıklayacağım. -2013‘te yayın planınızda belirlediğiniz daha kaç çizgi romanınız var? CASH „HER YER KARANLIK“ ve J.P.GIBRAT „ERTELEYİŞ“ çizgi romanlarının ardından Mart 2013 ile birlikte 6 eser yayınlanacağını belirtmeliyim. Bunlar; R.CRUMB - FRİTZ THE CAT 777 KOPYA LMT EDT. (İLK 50 KOPYA ORİJİNAL CRUMB İMZALI) TÜRKİYE‘DE İLK KEZ R.CRUMB - MR.NATURAL 777 KOPYA LMT EDT.(İLK 50 KOPYA ORİJİNAL CRUMB İMZALI) TÜRKİYE‘DE İLK KEZ THOMAS OTT- NUMARALAR 666 KOPYA LMT EDT. THOMAS OTT- CINEMA PANOPTICUM 666 KOPYA LMT EDT. 5 -BUKOWSKİ - BÜTÜN ATLAR KAYBETMEYE KOŞAR 6 -ZİFİRNAME - deli gücük III – Kolektif çizerlerden oluşan bir kitap. -Bize zaman ayırıp sorularımızı yanıtladığın için teşekkür ederiz. Yayıncılık alanında başarılar dileriz. Röportaj: Mehmet Kaan SEVİNÇ

-Zaman içerisinde Flaneur, akacak mecra bulamayan, underground çizen yerli çizerlerin eserlerini de basacak mı acaba? Servet seni uzun zamandır tanıyorum, zamanında birlikte fanzin dergilere çizgi roman çizerek destek veriyorduk, o günlerin anısına fanzin tadında bir çr dergisi yayınlamayı düşünüyor musun? Keşke fanzin yazar ve çizerleri daha da artsa ve yaygınlaşsa, çünkü bir çizgi roman kültürü oluşturup yaygınlaştırmayı istiyorsak bunu kesinlikle desteklemeliyiz. FLANEUR olarak bu konuda tüm amatörlerin yanında yer almaktan, destek olmaktan

76

77


Öykü

Lanetli Harabeler Bu yaz tatilimi uzun süre sonra dedemlerin kır evinde geçirmeye karar vermiştim. Küçüklüğümde neredeyse her yaz tatilinde oraya sık sık giderdim, ancak dedemin vefatının ardından gidiş gelişlerim uzun süreliğine aksamıştı, neredeyse anılarımdan silinmişti. Tarlaların ve koruların arasındaki o evi, sık ağaçlıklardan oluşma koruları, koruların arasında belli belirsiz görülen eski harabeleri, ev yıkıntılarını hayal meyal hatırlıyordum. Hem sakinliği için hem de anılarımı yad etmek adına, o tatilimi bir müddet geçirmek adına hazırlıklarımı yaptıktan sonra yola çıkmıştım. Ana yolun epey uzağında, köylerin ve tarlaların gerisinde, tek katlı mütevazı bir kır eviydi. Evde yıllardan beri dedemin kardeşi olan, hepimizin “Hala” diye hitap ettiği büyük halam kalmaktaydı. Kocasının köyünde kaldığından tatillerde ara sıra yanımıza kalmaya gelirdi. İşi nedeniyle eniştemle pek görüşememiştik. Halamın çocukları olmadığından zaman zaman dedeme bakmaya gelirmiş, en son dedemin vefatının ardından eve yerleşmişti. Aile üyelerimiz çok farklı şehirlere taşındığından uzunca bir süre birbirimizden ayrı düşmüştük. Yıllar sonra ilk defa büyük halamı da görecektim. Kır evine giderken çocukluk hatıralarım yeniden canlanmıştı. Çocukluk zamanlarımda, bu tarlalarda, ağaçların altında az dolaşmamıştım, az hayal kurmamıştım. Ancak çocukluktan beridir hatırlamadığım ve hatırlamaya ihtiyaç duymadığım başka hatıralar da zihnime üşüşmüştü. Civardaki koruluğa ve harabelere ilişkin ürkütücü şeyler anlatılırdı. Güneşin altında defalarca anlatıp gece olduğunda yorgan altında korkudan titreyerek karanlıklarda gezinen şeyleri hayal ederdik… Ağaçların altında gezinen cinlerin, perilerin hikâyeleri anlatılırdı. İnsanların eski köylerden kalma ev yıkıntılarında ve daha eski harabelerde geceleri tuhaf sesler duyup kaynağı meçhul ışıklar gördükleri söylenirdi. Çocukluğumda sırf neye benzediklerini merak ettiğimden, korkmama rağmen geç saatlere kadar harabelerin civarında ve o koruda dolaştığımı hatırlıyorum. Cinler neye benziyorlardı, gerçekten ayakları ters miydi? Periler anlatıldıkları kadar güzel miydi? Peki ya her gece cin düğünlerinde ışıklar saçan, duyanı delirten şarkılar çığırıp hora tepen kalabalıklar neye benziyordu? Tüm bu çocukluktan kalma saçma hatıralarım canlanmıştı. Yeniden görmek için can atıyordum. Öğleden sonra kır evine vardığımda, büyük halamla hasret giderip birkaç lokma bir şeyler atıştırdıktan sonra, biraz civarda dolaşacağımı söylediğimde tıpkı çocukluğumda olduğu gibi akşam vaktine kalmamamı tembihlemişti. Çocukluğumun düşlerle geçmesinde onun da hatırı sayılır bir yeri vardı. Çocukluğu burada geçmiş olan ve benden yıllar önce buralarda gezip dolaşan büyük halamın anlattıklarını civar köylerdeki ve evlerdeki çocuklara az anlatmamıştım. Koruların arasında dolaşan tuhaf varlıklar, harabelerdeki mezarından gece kalktığı söylenen Rum padişahının kızı gibi olur olmadık şeyleri arkadaşlarıma anlatır, gece olunca ben de onlar gibi korkulu düşlerle geçirirdim geceyi. Yine aynı hikâyeleri duymak tekrar çocukluğuma döndürmüştü beni. Halamın tembihine uyacağımı söyledikten sonra kır gezime başlamıştım. Asırlık ağaçların altında dolaşmak hakikaten insana başka bir diyarda dolaşıyormuş hissi yaşatıyordu. Gün ışığını kapatan, zemini kapatan sarmaşıklar ve ağaç yapraklarıyla burası usta bir ressamın elinden çıkma gibiydi. Çocukluğumdan aşina olduğum ufak bir gölün yanından geçtiğimde, o yeşil yosunlarla kaplı bataklığı görünce fotoğraf makinemi yanıma almadığıma pişman olmuştum. Korunun hemen bitiminde çok eskiden kalma bir köyün

78

79


Öykü

Öykü

kalıntıları başlıyordu. Taş duvarların tekinsiz yapısından çocukluğumda da pek hazzetmediğimden evlerin civarında çok dolaşmayarak doğrudan harabelerin olduğu yere gitmiştim. Harabeler korudaki ağaçların ve çalıların istilasına uğramış eski bir yerleşim yeriydi. Bizans dönemine ait sarmaşıklarla kaplı sütunların, bazı bina parçalarının ve yeraltı mezarlarının bulunduğu eksantrik bir yerdi. Pek bilinmediğinden fotoğrafçıların dikkatinden kaçmış saklı bir cennetti. Ancak gece vakti pek bulunmak istemeyeceğiniz türden bir cennetti. Gündüz gözüyle her biri hüzün fışkıran o yapıları bir kere akşam vakti görmüştüm. Hayaller kurmaya heves etmeyen birisi için bile tehlikeli derecede sanrılarla ve tekinsizlik hissiyle doluydu. Halamın bahsettiği Rum padişahının kızı olduğunu söylediği mezar da buradaydı. Gün ışığı alan bir dehlize, taş merdivenlerden indiğimde kapağı kapatılmış o lahdi de görmüştüm. Lahdin üzerine çizilmiş bir genç kadın figürü nedeniyle halamlar burasının bir prenses mezarı olduğunu düşünmüş ve bununla ilgili bir hikâye uydurmuş olduğunu düşünüyordum. Mezardan çıktıktan sonra, tam karşısında yer alan hafif bir yükseltinin üzerindeki taş bankların olduğu saklı bahçeye yürümüştüm. Çocukluğumda bu saklı bahçeye pek sık gelir, gün boyu hayaller kurardım. Etrafı duvarlarla çevrili, içinde türlü çeşit ağaç ve çiçekler bulunan, antik dönemden taş oturakların bulunduğu bir yerdi. Oraya varıp taş banklara oturup sessizliği dinlediğimde kuş cıvıltılarının duyulmaması garibime gitmişse de buna çok takılmamıştım. Ağaçların arasından sızan belli belirsiz gün ışığı altında burasının çok farklı bir güzelliği vardı. Bıraksalar ömrümün kalanını orada geçirebilirdim. Ancak kesinlikle geceye kalmadan… Nasıl olmuşsa uyuya kalmıştım. En başta tuhafıma giden o sessizlikten olmalıydı. Sessizliğin sanki insan kulağıyla fark edilemeyecek bir tınısı vardı. Sanki büyülü bir ninniydi. Hayvanları bile uyutabilecek kudrette, keçi ayaklı kadim dönem cinlerinden kalma efsunlu bir ninni… Gözlerimi açtığımda zifiri bir karanlıktı ilk gördüğüm. Havanın serinliğiyle neredeyse buz kestiğimi fark ederek soğuktan uyuşmuş ellerimi ovalayarak etrafıma bakındığımda saklı bahçede olduğumu gördüm. Güneş çoktan batmıştı ve ben halamın tembihini uyku yüzünden unutmuştum. Şimdiden içimde büyüyen tarifsiz bir dehşet duygusu vardı. Gözlerim karanlığa alıştığında, bahçenin ortasındaki kadim çınar ağacına tünemiş bir puhu kuşu ile göz göze gelmiştim. Ateş kızılı gözleriyle beni seyrediyordu. Ötüşünde uğursuz bir tını vardı. Bir an önce eve dönmek için bahçeden çıktığımda gördüğüm şey karşısında aklımı kaybedebilirdim. Ağaçların arasından sızan ay ışığı altında, harabelerin arasında gezinen gölgeler görür gibi olmuştum. Sanki gerçek ile hayal alemi arasında, karabasanı eksik olmayan bir kabusun içerisindeydim. İlk başta hayal gücümün bir oyunu sanmıştım ancak sonradan gördüğüm bir şeyin en az benim kadar gerçek olduğunu söyleyebilirdim. Ay ışığı, lahit bulunan mezarın girişini ayan beyan aydınlatıyordu ve oradan çıkmakta olan şeyi gördüğümde gözlerime inanamamıştım. Çukur gözlerinden kanlar akmakta olan, sıçrayan kanlardan yer yer rengi solmuş beyaz bir kefene sarılmış, mumyayı andıran iskeletimsi bir kadın cesedinin, sallana sallana mezardan çıktığını görmüştüm. Kuru kafayı andıran suratında, dişleri ay ışığında tekinsizce parıldıyordu. Nasıl ayaklarımda güç bulup koşarak oradan kaçtığımı hatırlayamıyorum. Korudan geçerken de beni bazı gölgelerin izlediğini söyleyebilirdim. Beni izleyen bir şeyler vardı, korkunç, tiksindirici şeyler. Ömrümün en unutmak istediğim gecesini yaşıyordum. Kır evine varıp kapıyı yumrukladığımda büyük halam dışarı çıkıp beni azarlayarak eve almıştı. Eniştemin geldiğini söylemişti. Evin büyük odalarından birini geçtiğimde dehşet anlarımın bitmediğini anlamıştım. Salonda yer sofrasının başında, iri yarı bir adam oturuyordu. Kıllı vücudu ve kuyu dibini

andıran gözlerinden ziyade, çarpık çurpuk ayaklarıyla oturmasından anladığım kadarıyla ayakları tersti. Yer sofrasında kirli teneke kapların içerisinde duran çiğ et parçalarını kemiriyordu. Biraz dikkatli bakınca bunların insan parçaları olduğunu görmüştüm, o kadar ufaklardı ki bunlar çocuklara ait olmalıydı, kanlı canlı, hayat dolu çocuklara. Büyük halam suratında daha önce görmediğim tüyler ürperte bir sırıtmayla eniştemin elini öpmemi istediğinde, o korkunç mahluk elini bana doğru uzattı. Aralarında deri parçaları ve pislik birikmiş siyah tırnakları olan o çarpık elinin avuç içi tarafından yukarıya doğru ters tarafa baktığını görünce korkudan olduğum yerde donup kalmıştım. Korkunç mahluk şeytani bir iştahla, tiksindirici bir şekilde eti kemikten sıyırırken çıkan o iğrenç seslerin eşliğinde beni süzmekteyken, en son gördüğüm şey halamın elinde duran baltayı hızla başıma indirmesiydi…

80

81

SON Öykü: Mehmet Berk YALTIRIK

Illüstrasyon: Mehmet Kaan SEVİNÇ


Deneme

Yalnız Değilsiniz Her gün olduğu gibi programının hazırlıklarını yaparken yardımcısı ona bir mektup verdi. Mektup almayalı uzun zaman olmuştu. Kendisi yerel bir radyoda program yapıyordu.Yayın günleri hafta sonuydu. Mektup sahibinin adı "Yalnız"dı. Programında dinleyenlerden gelen hikâyelerde yer veriyordu. Bu da onlardan biridir diye düşündü. Merak ettiği için açılışı mektubu okuyarak başladı: - Merhaba sevgili dostlar, bugün bir mektup aldım. Bu çağda böyle insanların olması ne güzel. “Ben Yalnız, uzun zamandır tekerlekli sandalyedeyim. Siz sağlıklıyken bu güzel havalarda evinizde otuyorsunuz. Neden?” Kendi yorumunu ekledi:"Bazen insanların çok işi olur vakit bulamazlar.” Okumaya devam etti. “Bana çarpan kişi çoktan kişi belkide çoktan çıktı ama ben hapisim. Kendi başıma dışarı çıkmama imkân yok. Evim üçüncü katta asansör benim kullanmam için uygun değil. Pencereden seyrediyorum insanları, mutlular aileleriyle, ben kaderime kahrediyorum. Bazen bakıcımla gezmek için komşulardan yardım isterdik. Sağ olsunlar merdivenlerden indirirlerdi beni. Ama kendimi bir yük gibi hissederdim. Parka gittiğimizde pek insan olmazdı. Yürümeli, koşmayalı bisiklet sürmeyeli kim bilir ne kadar uzun zaman oldu.” Okumakta zorluk çekiyordu, boğazı düğümlenmişti sanki. Ara verdi. Bugüne kadar çok mesaj okumuştu ama bu kadar zorlanmamıştı. "YALNIZ" bakıcısını beklerken programı dinliyordu. Sonra sandalyesini mutfağa sürdü, tezgâha güçlükle uzanıp bıçağı aldı. Artık yaşamaya tahammülü kalmamıştı. Tam sırada sırada bakıcısı içeri girdi zorla bıçağı elinden aldı. Tezgâhtan uzaklaştırdı. Programın süresi az kalmıştı ama herkes sonunu öğrenmek istiyordu. Okumaya devam etti: “Yanımızdan aileler geçerken bebek arabalarına bakardım, onlardan tek farkım büyüdüklerinde adımlarını kendi başlarına atabilecekler. Benim öyle bir şansım yok. Tüm kaldırımlar , otobüsler biz evde kapalı kalalım diye yapılmış sanki. Son sözüm özgürlüğünüzün kıymetini bilin.” Mektup bu satırlarla sona eriyordu. Ağlamamak için kendini zor tuttu. Daha sonraki günlerden “Yalnız benim,” diye birçok sayıda mektup geldi radyoya , kendi dertlerini anlatıyorlardı. Tam, programına hazırlanırken deniz kıyısında boş bir tekerlekli sandalye bulunduğunun haberi geldi. “Acaba o mu?” diye aklından geçirdi. Ama bunu bilemezdi. Aynı gün bir ziyaretçi "yalnız"ın bakıcısı olduğunu söyledi. Onu tanıştıracağını söyleyince çok heyecanlandı .Hiç tereddüt etmeden birlikte gittiler taksiye atlayıp. Dar sokaklardan , dik yokuşlardan geçtiler. Eski bir evin önünde durdular. Asansörle 3. kata çıktılar. Eve geldiklerinde pencerenin önünde duran sandalyeyi gördü. Pencere açıktı, korkarak yaklaştılar 20'li yaşlarda bir kız otuyordu. Birbirlerine sarıldılar. Uzun uzun sohbet ettiler. Onu hastaneye götürdüler. Tedavi boyunca destek oldu Yalnız'a radyocu. İyileştikten sonra ilk işi bir bisiklet almak oldu. Parkta gönlünce gezdi. Radyoda programa başladı. Adı ise “YALNIZ DEĞİLSİNİZ”di. Sena SABCIOĞLU

82

83


84

85


86

87


88

89


90

91


92

93


94

95


96

97


98

99


100

101


102

103


Öykü

Dum Duma Dom Puslu havalarda çalışmayı çok severim, hele bir de incecikten yağmur yağıyorsa, kimse tutamaz beni. Cama vuran damlalar, minarelerden yükselen ezan sesi gibidir. İşte o zaman huşu içinde koltuğuma oturur, kollarımı sıvar ve masamdaki dosyaları bir çırpıda bitiririm. Bu anlarda sıcacık çayımı yudumlamak aklıma bile gelmez. Kabul ediyorum, son zamanlarda iş konusunda biraz gayretsizim; ama inanın suç bende değil. Günlerdir yağmur yağmıyor, üstelik Aralık ayında olmamıza rağmen… Küresel ısınma yalnız doğanın dengesini değil, benim de iş performansımı bozdu. Hava bugün de günlük güneşlikti. Can sıkıntısıyla şirkette dolanırken, gözüm hep penceredeydi; ama çalışmamı sağlayacak tek bir bulut bile yoktu ortalıkta. Mesai bitimiyle birlikte yerimden kalktığımda, umudumu hâlâ yitirmemiştim. “Yarın” dedim kendi kendime, “Yarın hava bozacak ve her şey farklı olacak.” Yürekten edilen duaların etkili olduğuna her zaman inanmışımdır, ancak bu sefer dozu biraz fazla kaçırmıştım anlaşılan, zira dışarıya adımımı atmamla birlikte, bardaktan boşalırcasına yağmurun başlaması bir oldu. Kapı eşiğine sığınıp etrafıma bakındım. Her zaman olduğu gibi taksiler ortalıktan kaybolmuş, trafik kilitlenmiş, duraklar tıka basa insanlarla dolmuştu. Gökyüzünü çekirge sürüsü gibi istila eden karabulutlar; boşuna beklediğimi, yağışın uzun süre devam edeceğini söyler gibiydiler. İnsanın iki seçenek arasında kalmasından nefret ediyordum, ancak bu sefer gerçekten sıkışmıştım; ya burada geceleyecek ya da kahramanlık türküleri eşliğinde yoluma devam edecektim. Önümden geçen arabalara imrenerek bakarken, “Ne üzülüyorsun be oğlum en azından şemsiyen var!” diye mırıldandım. Evde unutulan şemsiyenin ne işime yarayacağını düşünürken durağa doğru koştum. Bu hamlemle birlikte yağmur şiddetini daha da artırdı. Kısa zamanda sırılsıklam olmuştum. Burnumdan dudaklarıma doğru akan damlaları dilimle yakalasam da ensemden içeriye sızanlara karşı çaresizdim. Yol kenarlarındaki suları üstüme sıçratarak orgazm olan şoförler tüm direncimi kırdı. Artık hiçbir şey umurumda değildi. Bütün isteklerden, tutkulardan, duygulardan arınmıştım. Dudaklarıma kendiliğinden yerleşen aptal bir gülümsemeyle koşmaktan vazgeçip yürümeye başladım. Durağa ulaştığımda kuru tek bir noktam bile kalmamıştı ve soğuktan çenem takırdıyordu. Evlerine bir an önce ulaşmaya çabalayan kalabalığın içinde kaybolmuştum. Ufukta otobüs gözükmüyordu, gelse de bulunduğum yerden binmem olanaksızdı. Öne ulaşmak için diğer bekleyenlerin arasından sıyrılma çabalarım, hiçbir işe yaramadı. Yağmur, bu akşam insanları gerçekten anlayışsız yapmıştı. Kime omuz attıysam aynı sertlikte yanıt aldım. İster istemez kuyruğun arkasına geçtim. Hareketsiz bir pozisyonda beklemek üşümemi artırmıştı. Soğuktan büzüşen bedenimi canlandırmak için yerimde zıplarken bir yandan da durumumu değerlendiriyordum. “Keşke şemsiyeyi evde unutmasaydım. Sabah hava çok güzeldi, yağmurun aniden bastıracağı hiç aklıma gelmemişti. Ulan kaç gündür yağsın diye dua eden sen değil misin!? Alacaktın önlemini! O kadar çok şey için yakarmıştım ki içlerinden bunun seçilmesi doğrusu çok manidar. Otobüs de nerede kaldı? Oğlum sen hiç akıllanmayacak mısın? Bu kadar ıslandıktan sonra bir de kalabalığın ter kokusunu mu çekeceksin? Atla bir taksiye. En geç yarım saat sonra evdesin. Duygu da kim bilir neler hazırlamıştır! Sıcak bir banyonun ardından kurulursun sofraya. Bir duble de rakı içtin mi, ne stresin kalır ne de üşümen! ” Bir taksinin slalom yaparak durağa yaklaştığını görünce, kararımı hemen verdim; bu akşam parayı düşünmeyecektim. Kalabalıktan sıyrılıp caddeye doğru yanaştım ve elimi havaya kaldırdım. İnsanların arkamdan gıptayla baktıklarını hissedebiliyordum. “Benim tarzım zaten bu, az önce aranızda olmam

104

105


Öykü

Öykü

mecburiyettendi.” dercesine kabarmış, yüzüme de “Acele etmene gerek yok, bekliyorum koçum.” ifadesini yerleştirmiştim. Taksinin durmasıyla beraber dört beş kişi koşarak önüme geçti. Şoför, dudaklarının arasındaki sigarayı, erken boşalmasına rağmen tatmin olmuş bir erkeğin hazzıyla içiyordu. Alınganlık yapacak lüksüm yoktu. Diğerleri gibi kapının koluna yapıştım. Amele pazarında umutla bekleşen işçilerden, ya da muamelesinin iyi olduğunu iddia eden fahişelerden hiçbir farkım yoktu. Camı açıp sigarasını dışarıya doğru fırlattı. Sarı dişlerinin arasına sıkışmış bir et parçasını çıkartırcasına sağ gözünü kısıp yanağını yukarıya doğru büzdü ve ardından bekleşenleri tek tek süzdü. “Nereye gideceksiniz?” Hepimizin ifadesini aldıktan sonra arkamdaki ufak tefek adama, “Sen. Bin!” dedi. Perişan olmuştum. Daha arkamı dönmeden gaza bastı ve kaldırım kenarındaki tüm suyu üzerime sıçrattı. Gelmiş geçmiş ve dahi bundan sonra gelecek olan tüm sülalesinin hatrını sorduğum sırada otobüs geldi. Binmek için hücum eden insanlar bir anda bana doğru koşmaya başlamışlardı. Ezilmemek için şoförün sülalesiyle helalleşmeyi kestim ve can havliyle yana doğru çekildim. O telaşla tökezleyince, kendimi yerde sular içinde buldum. Ayağa kalktığımda çamur içindeydim. İzdihamdan kapısını kapatamadan hareket eden otobüse umutsuzca baktım. Hava iyice kararmış, yağmur ise şiddetini hiç azaltmamıştı. Üstelik araç bulamıyordum. O yılgınlıkla “Yürümekten başka çarem yok.” diye içimden geçirdim. “Yürümek mi? İşte şimdi tam saçmaladın. Oğlum hava iyiyken bile parmağını oynatmaya üşenirsin, bu yağmurda mı gideceksin? Başka seçeneğim var gibi ne söylenip duruyorsun? Fahişeler gibi cadde ortasında mı dikileyim?! Ulan hakikatten güzel fikir. Hem cebin para görür, hem de ıslanmadan eve gidersin. Ama sende bu surat varken, kimse durup almaz. Aklın fikrin sapıklıkta. Herhâlde erkek şoförlere otostop çekmeyeceğiz. O zaman hiç şansın yok iyisi mi ufaktan yürümeye başla. Bakarsın kolesterolüne de iyi gelir bu egzersiz.” Yağmura, altyapı yerine sürekli kaldırımları değiştiren belediyeye, toplu taşımaya gerekli önemi vermeyen yönetime, meteorolojiye, unuttuğum şemsiyeye, Ali Rıza Bey’e -tamamen alışkanlıktan-, doktorlara ve onların icat ettiği hastalılıklara -son tahlillerimden sonra sevdiğim her türlü yiyeceği yasaklamışlardıküfrederek yürümeye başladım. Kaldırıma park edilmiş arabalar da sürücüleri de söylenmelerimden bolca nasipleniyorlardı. Şiddetini bir türlü azaltmayan yağmurdan ve klaksonlarıyla ailemin hatırını soranlarla didişmekten yorulmuştum. Henüz beş yüz metre gitmiştim ki ayaklarımla başım arasında bir sürtüşme başladı. Beynimin; “Dayanmalısın koçum. Başka çaremiz yok.” telkinlerine bacaklarım, “Sıcacık yerde oturup konuşmak kolay, sıkıysa sen gel yürü.”diye yanıt veriyordu. Vücudumun diğer uzuvları, bu kavgaya karışıp aralarında bölününce, yürüme şeklim bir hayli değişti. İki adım attıktan sonra ansızın durup yağmuru tüm hücrelerimde hissedene kadar bekliyor, ardından tekrar yoluma devam ediyordum. Bu arada sürekli olarak söyleniyordum. Ama ne yazık ki laf attıklarımdan kimse bana karşılık vermiyordu. Oysa rahatlamam için birileriyle dalaşmam şarttı. Kavga etmeyecek kadar beni önemsememelerine kafamı taktığım sırada, arkamdan ısrarla çalan klakson sesini duydum. Aradığım fırsat ayağıma gelmişti ve bunu kaçırmaya hiç niyetim yoktu. “Ne var? Deliler gibi ne çalıp duruyorsun!?” diye haykırdım. Beyaz renkli bir arabaydı. Camları, içerisinin görünmemesini sağlayan siyah filmle kaplıydı. Bağırmamla fren yapması bir olmuştu ve bu hiç hoşuma gitmemişti. Benden korkmuş olsaydı duracağına gaza basardı. Arkamda inatla beklediği yetmezmiş gibi sürekli selektör yapıyordu.

“Oğlum efendi gibi neden yürümezsin? Ortalık manyak dolu, bilmiyor musun? Herife bak nasıl da gel gel çekiyor. Kendine bu kadar güvendiğine göre kesinlikle boş değil. En iyisi yan sokaklara dalıp kaçmak. Nasılsa arabayla takip edemez. Ya arkamdan koşarsa? Offff… Durup dururken aldık belayı. Ulan belki de benim için durmamıştır. Bu trafikte küfrettiğimi nereden duyacak ki?” Gözlerimle klaksonun muhatabı olabilecek bir kadın aradım, bulamadım. Bölgem benim gibi saplarla doluydu. Yürümeye devam ettim, arabayı sürdü. Durdum, durdu. Artık emin olmuştum, kesinlikle peşimdeydi. “Beni dönme mi sandı bu gerzek? Ulan iki adımda bir durup etrafına bakınırsan olacağı buydu. Dur bir dakika, adam olduğu ne malum? Belki güzel bir kadındır ve cazibemden etkilenmiştir. Olur mu olur.” Son düşüncemle birlikte cesaretim yerine gelmişti. Kararlı adımlarla arabanın yanına gidip camdan içeriye baktım, bir şey gözükmüyordu. Kapıyı açtım. Dışarıya doğru sıcak bir hava esti. Bu hararet hoşuma gitmişti. Artık hiçbir şey umurumda değildi, kim olursa olsun girecektim. Soğuktan kaçan bir kedi gibi davet beklemeden usulcacık içeriye süzülüp sıcak ve kuru koltuğa oturdum. “Bayağı ıslanmışsınız.” Beklentimin aksine çıkan ses kalındı. İnmek için hamle yaptığım sırada araba hareket etti. Fare gibi köşeye sıkışmıştım. Alnımdan akan yağmur damlalarına ter de karışmıştı. Korktuğumu belli etmemeye çalışarak “Ben çalışmıyorum.” dedim. “Efendim?” Gerizekâlı. Bu ne şimdi? Adam bu işi zevk için yaptığımı zannedecek. Topla cesaretini ve yüzüne bak. Belki de baş edebileceğin biridir. Kaşlarımı çatıp yüzüme sert bir ifade verdim. Sesimi olabildiğince kalınlaştırmaya çalışarak “Bir yanlış anlaşılma oldu galiba.” dedim. “Nasıl yani Alper Bey?” Alper mi? Bu adam beni tanıyor… Demek ki uzun zamandır peşimde. Bu kadar emek harcadığına göre artık beni kimse kurtaramaz. Ama sesi de hiç yabancı gelmedi. Tüm gücümü toplayıp başımı yerden kaldırıp adama baktım. “Ali Rıza Bey!” “Efendim.” Allah canını almasın! Bekâretimde gözü olan sen miydin? Ulan yaşattığın bu korkunun acısını senden kat kat çıkarmaz mıyım! “Çok teşekkürler.” “Ne demek. Keşke sizi iş çıkısında yakalayabilseydim, baksanıza sucuk gibi ıslanmışsınız.” Sürücünün Ali Rıza Bey çıkması beni kendime getirmişti. O rahatlıkla koltuğa iyice yayıldım. Bedenimden faydalanmayı düşünmediği her hâlinden belliydi. Hoş bu saatten sonra yağmurla Ali Rıza Bey arasında tercih yapmam istense, oyum her zaman şefimden yana olurdu. Şirkette sürekli olarak onunla uğraşmama rağmen arabasına almakta tereddüt etmemişti. Hayatımda ilk defa ondan hoşlanmıştım. “İstese, gözüm kapalı -açıkken midem pek kaldırmaz- kucağına atlayabilirim.” diye düşündüğüm sırada, birden irkildim. “Bir dakika oğlum, neler saçmalıyorsun böyle? Arabasına aldı diye neredeyse koynuna gireceksin. Hem zararsız olduğunu nereden çıkarttın? Daha önce yattın mı yoksa? Unutma oğlum, ummadığın taş

106

107


Öykü

Öykü

baş yarar. Bakma sen böyle pısırık durduğuna, kim bilir aklından ne şeytanlıklar geçiyordur! Senin en büyük hatan, herkesi kendin gibi saf ve temiz sanman. Adamın masum olduğu bile belli değil. Belki de işyerinden çıktığından beri peşinde. İyice kötü duruma düşmeni gözledi. Üzerine çamurlu su sıçratmayı da ilk o başlatmış olabilir. Aslında hiç de mantıksız değil bu savlar, anlayamadığım tek konu arabasına neden aldığı. Ne kadar safsın Alper. Yağmurda ıslanınca beynin mi küçüldü? Arabasına aldı, zira seni düşürebileceği kadar kötü duruma düşürmüştü, artık Hızır rolüne soyunabilirdi. Nasıl yani? Oğlum arabaya ilk bindiğin anı hatırla. O kadar minnettar olmuştun ki neredeyse kucağına atlayacaktın. Vay vay vay… Oyuna bak. Gönül borcum olduğu için bir dediğini ikiletmeyeceğim, böylece beni parmağında oynatacaktı. Eee günaydın Alper! Şuraya bak nasıl da sinsi sinsi sırıtıyor. Aklı sıra beni tuzağa düşürdüğünü sanıyor. Daha çok avucunu yalarsın Ali Rıza Bey. Maymunun gözü açıldı; ama şu anda korkmana hiç gerek yok, bu yağmurda üzerine gelecek kadar saf değilim. “ “Nereye böyle Alper Bey?” diye seslendiğinde kemiksiz kaç kilo geleceğini, bu eti kasaba nasıl yutturabileceğimi ve buradan kazanacağım parayla kendime ufak da olsa bir araba alıp alamayacağımı düşünüyordum. Hayallerimin yarıda kesilmesini hiç sevmezdim, üstelik böyle saçma bir soruyla. Hafta içi, iş çıkısında, üstelik bu yağmurda evden başka nereye gidebilirim tarzında yüzüne baktım. O minik gözleriyle, “Anlamadım.” dercesine karşılık verince dayanamadım. “Araba almaya.” Öfkeme inat, sesim o kadar sakin ve inandırıcı çıkmıştı ki, birkaç saniyeliğine de olsa, ben bile inanmıştım söylediğime. Hiç beklemediği bir yanıtla karşılaşmak Ali Rıza Bey’i dağıtmıştı. O şaşkınlıkla yolda olduğunu da unuttu, araba kullandığını da. Bakışları üzerimdeydi. Önümüzdeki aracın durduğunu ve ona çarpmak üzere olduğumuzun farkında bile değildi. “Ali Rıza Bey dikkat et, çarpıyoruz.” diye haykırmamla kendine geldi ve olanca gücüyle frene bastı. Tam zamanında durmuştuk. Alnına biriken terleri, titreyen sağ elinin tersiyle silerken derin derin nefes alıp veriyordu. “Neredeyse vuruyordunuz Ali Rıza Bey. Biraz dikkatli olun lütfen.” “Haklısınız. Bir an daldım.” “Trafikte dalınmaz.” Yeniden yola koyulduğumuzda pürdikkat kesilmişti. Direksiyona iki eliyle sıkıca yapışmış, başını da neredeyse cama değecek kadar öne uzatmıştı. Sessizlik ve sıcağın etkisiyle gevşemiştim. Ağırlaşan gözkapaklarımı kapatmıştım ki “Demek arabaya almaya gidiyorsunuz.” dedi. “Araba mı?” “Öyle demiştiniz ya.” Ulan lafın gelişi demiştim. Hemen ne diye ciddiye alıyorsun? Şimdi ikide bir başıma kakar durur bu sözümü. Neyse oyuna devam… “Kısmetse.” “Nerede bırakayım sizi?” Bırakmak mı? Bu da soru mu şimdi? Tabii ki evime. Şuraya bak utanmazsa yol üstünde indirecek. İnsanlık ölmüş canım… Madem götürmeyeceksin alma o zaman kardeşim. Sanki arabana binmeye can atıyordum. Zaten araba da arabaya benzemiyor ki mübarek dört tekerlekli yürüyen zombi. Valla hiç heveslenme bu yağmurda evime gelmeden arka koltuğa bile geçmem.

“Ne desem şimdi? Gönül eve kadar gitmek ister ama…” Az yalaka değilim ben de! Sağa çek ineceğim diyeceğime nasıl da kıvırdım. İyi dansöz olurmuşum. Kim bilir belki de bu yeteneği gördüğü için aldı arabasına. Kaza tehlikesi geçirdiğimiz andan beri ilk defa gözlerini yoldan alıp üzerime çevirdi. Kısa süren bu bakışın ardından alacağı malı beğenmeye tüccarlar gibi yüzünü ekşiterek, “Bu yağmurda tabii ki eve bırakacağım; ama araba alacağım demiştiniz. Bayi hangi semtteyse oraya götüreyim sizi.” dedi. Kaba etime çuvaldız batmış gibi yerimden sıçradım. Sinirden her tarafım titriyordu. “Alper Bey külüstür arabamı şereflendirdi, diye övüneceğine, o kıt aklıyla dalga geç. Bu ne cesaret? Bayiye bırakacakmış… Lafa bak! Araba alırım veya almam, sana ne be adam! Bu konuda bana soru soracak en son insan sensin. Yağmur yağmazsa gösteririmdim sana ne alacağımı, lakin dua et hava kötü. Ulan aklımda fikrimde yoktu ama sana inat alacağım o arabayı. Tabii ki şu an değil.” “Geç oldu artık, hem hava da kötü.”dedim. Bakışlarımı Ali Rıza Bey’den kurtarıp yağmur altında koşuşturan insanlara yönlendirdiğimde aklım arabaya takılmıştı. “Aslında hiç fena fikir değil. Sonuç olarak karı koca çalışıyoruz, biraz dişimizi sıkarsak çok rahat alırız. Kötü günler için sakladığımız altınları peşinat için bozdurduk mu, gerisini aydan aya nasılsa öderiz. Tamam ulan, oldu bu iş! Üstelik bu külüstürden çok daha iyisini alırım. Altımda gıcır gıcır arabayı görünce Ali Rıza kesin morarır. Altınları bozdurmamıza Duygu ne der acaba? Ne diyecek, sevinir kızcağız! Sonuç olarak parayı çarçur etmiyoruz ki, yatırım yapıyoruz. Kullanmasını da öğretirim, bunaldı mı basar gaza, alır Boğaz havası. Son günlerde kızcağız çok bunalmıştı. İyi olacak, iyi. Bugüne kadar neden aklı etmedim ki? Ahhh bir an önce eve varsam da müjdeyi versem!” “Yağmurun yağması kötü oldu Ali Rıza Bey.” “Neden?” “Duygu şimdi pencereden ayrılmıyordur.” “Meraktan mı? Çok mu geç kaldınız?” “Beni değil, canım arabayı. Kaç gündür heyecandan uyuyamıyor kızcağız. Şimdi arabasız geldiğimi görünce hayal kırıklılığına uğrayacak. Ama bu havada da alınmaz ki!” “Demek ciddiydiniz.” Şuraya bak, adam hâlâ beni dikkate almıyor. Ulan hayırlısıyla bir alayım penceresinin altına park etmezsem adiyim. Camdan her baktığında parıltısından gözleri kamaşacak. Bakalım o zaman kendi külüstürüne araba diyebilecek mi? “Neden inanmadınız ki?” “Bilmem. Fırından ekmek alır gibi araba almaktan bahsetmeniz garibime gitti de.” “Gitmesin Ali Rıza Bey, gitmesin. Bazı şeyleri gözünüzde o kadar büyütmeyin, alt tarafı bir araba.” “Ne diyeyim hayırlı olsun o zaman.” Evimin önüne kadar bırakmasına rağmen, araba alabileceğime inanmaması kalbimi kırmıştı. Kolay kolay Ali Rıza Bey'i affetmeyecektim. Gücendiğimi anlaması için, soğuk bir edayla teşekkür ettim ve gitmesini beklemeden sırtımı dönüp apartmana yürüdüm. Asansörle çıkarken Ali Rıza’yı çoktan unutmuştum. Aklım fikrim vereceğim haberdeydi. Duygu'nun duyacağı sevinci şimdiden yüreğimde hissediyor, bunun coşkusuyla yerimde duramıyordum.

108

109


Öykü

Öykü Öyle pat diye söylememek lazım. Allah korusun sevinçten yüreğine filan iner! İçeri girdiğimde sıradan bir merhaba der, ardından duş alıp üstümü değiştiririm. Bu arada inşallah gülmem, yoksa sürprizin tadı kaçar. En iyisi sıkıntılı ve gergin bir yüz ifadesi takınayım. Sorarsa, “Saatlerdir yağmur altındayım, gülüp oynama mı beklemiyorsun herhâlde?”gibilerinde ters bir yanıt veririm. O zaman üzerime gelmeye cesaret edemez. Banyodan çıktığımda sofrayı hazırlamış olur. Birer duble rakı hazırlarım. Canım istemiyor derse, stresli olduğumu hatırlatıp içmesi için ısrar ederim. Yemekte de gergin tavrımı sürdürür, çok az konuşurum. Benden hiç beklentisi kalmadığında, bir sigara yakar keyifle dumanını üzerine savururum. Hâliyle şaşırır. Tam o anda gözlerimi gözlerine kilitleyip hafifçe gülümserim. “Delirdi herhâlde. Az önce sinirden köpüren bu değil miydi?” diye düşündüğü sırada bardağımı kaldırır ve “Birlikteliğimize” derim. Artık kafası iyice karışmıştır. Elinde bardak yüzme öylece bakakalır. İşte o sırada bombayı patlatırım. Çok sulu gözlüdür, kesin ağlar. El mecbur bir şekilde teskin edeceğiz artık.” Kapı zilini çaldığımda, yatak odasında sonlanacak finali daha öne nasıl alabileceğimi düşünüyordum. Bu yüzden planladığımın aksine dudaklarımda aptalca bir sırıtma belirmişti. “Hoş geldin canım. Islanmak keyfini kaçırmamış, ne güzel!” “Ne münasebet! Sinirden gülüyorum.” “Canım kıyamam sana,” dedi ve ıslak olmama aldırış bile etmeden boynuma sarıldı. Kulağıma, sevgisini fısıldadığında gözlerinin içi gülüyordu. Şaşırmıştım. Bir başkaydı bu akşam. Saç telinden ayak parmaklarına kadar her tarafından mutluluk fışkırıyordu. “Tek kelime bile söylemeden nasıl hissetti niyetimi? Kadın milletinden korkmalısın Alper.” İki eli boynumda kenetlenmişken başını geriye doğru attı ve çocuksu bir şımarıklıkla, “Yoksa artık beni sevmiyor musun?” diye sordu. “Bunu da nereden çıkarttın bir tanem. Tabii ki seviyorum.” “Ama… Ama hiç söylemiyorsun.” “Bazı duyguların ifade edilmesi gerekmez. Gözlerime bakman yeter.” “Sen onu git liseli kızlara söyle. Sevmiyorsun işte, sevmiyorsun. Bırak beni.” Kollarımın arasında öylesine tatlı bir şımarıklıkla çırpınıyordu ki mutluluktan öleceğimi hissettim. “Bu kızı seviyorum.” diye içimden geçirdim. Onun için yapmayacağım çılgınlık yoktu. Ellerimin içiyle yanaklarına dokundum. Alev gibi yanıyorlardı. Gözlerimi, gözlerine diktim. Bir çift mavi derinlik sonuna kadar açılmıştı. Baktıkça içine çekiyordu beni. Dayanamayıp atlayıverdim o maviliğe ve yüreğine varana kadar hiç durmaksızın yüzdüm. Soluklanmak için durduğumda tamtam seslerini duydum. Hiç durmaksızın hep aynı ritmi çalıyorlardı. “Dum duma dom. Dum duma dom.” Önce yüreğim titredi sonra tüm bedenim. Adeta sarhoş olmuştum. Yanağındaki ellerim yana düşerken tüm gücümle haykırdım. “Dum duma dom.” Kocaman açılmış gözleri duyduğu şaşkınlıktan kısılmıştı. Delirdiğimi düşündüğünden emindim, ama umurumda değildi. Kendimi tutamayarak etrafında dönüp dans etmeye başladım. Sürekli olarak hep aynı nakaratları tekrarlıyordum. Gösterimin sonunda ayaklarının ucuna yattım. Kendini tutamayarak kahkahalarla gülmeye başladı.

“Kalk artık yerden deli çocuk! Hiç büyümeyecek misin? Hem ne diye öyle bağırıp duruyorsun? Anlamı ne söylediklerinin?” “Bağırmıyorum ki sadece seni ne çok sevdiğimi haykırıyorum.” “Bak sen, peki hangi dilden?” “Yürek dilinden bir tanem, yürek dilinden.” “…” “ Farkında değil misin az önce gözlerinin içine dalıp yüreğine derinliklerine gittim. Orada öğrendim bu kelimeleri.” “Anlamı da…” “Seni çok seviyorum.” “Delisin. Delisin. Delisin. Ve ben bu deliyi çok ama çok dum duma dom.” Uzattığı ellerini kavrayıp ayağa kalktığımda akıttığı gözyaşları dudak kıvrımlarına ulaşmıştı. Yüzünün her noktasını öperken kulağıma “Dum duma dom” diye fısıldıyordu. Araba mı? Ertesi sabah işyerinde Ali Rıza Bey’i görene kadar hiç aklıma gelmedi.

110

111

Öykü: Atilla BİLGEN

Illüstrasyon: Mehmet DAL


Sinema

Sinema

Öncelikle karşımızda en iyi film ödülünü alan Argo var. Çeşitli yerlerde defalarca belirttiğim üzere Argo benim için kesinlikle adayların en iyisi değil. Hatta aday olmasa da itiraz etmezdim. Sadece eli yüzü düzgün bir film olduğunu düşünüyorum, hatta Affleck’in yönettiği üç film içinde en zayıfı olduğunu bile iddia edebilirim. Pek çok kişinin de belirttiği gibi Argo’nun en büyük şansı akademinin Ben Affleck’i en iyi yönetmen dalında aday göstermemesi oldu. Her nedense Affleck’in hakkının yenildiğini düşündüren bu hareket filme inanılmaz bir ivme kazandırdı. Üstelik sadece Amerika’da değil İngiltere ve Fransa gibi ülkelerde de büyük ödüller kazandı. Filmin yapımcılarından birisinin George Clooney olmasının da

etkisi büyük elbette. Geçen ay yaptığım tahminlerde Argo’nun sadece en iyi film Oscar’ını alacağını başka da bir şey alamayacağını söylemiştim. Ancak aradan geçen son bir ay bu tahminin pek de gerçekçi olmadığını gösterdi. Son tahminlerimde kurgu ve uyarlama senaryo ödüllerini de kazanacağını tahmin etmiştim. Nitekim bu tahminim doğru çıktı ve Argo toplamda üç Oscar ile geceyi kapadı. Bu iki kategori için de Argo’nun en iyi olmadığını düşünüyorum. Hadi kurguya bir şey demeyelim yine ama ortada Lincoln gibi bir senaryo varken Argo’nun senaryosunun daha iyi olduğunu iddia etmek mümkün değil. En iyi film olarak Argo seçilse de gecenin en çok ödül alan filmi o olmadı. Life of Pi dört Oscar ile bu yılın en çok Oscar alan filmi oldu. Filmin kazandığı ödüllerden görüntü yönetmeni, görsel efekt ve müzik ödülleri tahmin edilebilir ve haklı ödüllerdi. Her ne kadar Roger Deakins gibi muhteşem bir görüntü yönetmeninin onuncu adaylığına karşın hala bir Oscar’ının bile olmayışı şaka gibi bir durum olsa da kabul edelim Life of Pi’nin görüntü yönetmenliği çalışması Skyfall’dan iyiydi. Mychael Danna’nın bu film için yaptığı müziklerden sıkılanların olduğunu biliyorum ancak filme çok iyi uyum sağlayan bir müzik çalışması vardı. Görsel efekt konusunda ise itiraz edecek hiç kimse olduğunu sanmıyorum. Kaynaklara göre filmde kaplanın gözüktüğü sahnelerin %86’sında aslında ortada kaplan falan yok, tümüyle görsel efekt çalışması. Life of Pi’nin son ödülü ise en iyi yönetmen dalında geldi. Bu yıl Ben Affleck ve Kathryn Bigelow aday olmayınca tahmin yapmak oldukça zorlaşmıştı. Adayların hemen hepsinin şansı vardı ama ben Spielberg alır diye tahmin ediyordum. Ang Lee’nin kazanması büyük bir sürpriz değil, adayların en iyi olduğunu düşünmesem de kişisel olarak da çok itiraz edeceğim bir ödül olmadı. Les Misérables da Argo ile beraber gecenin üç Oscar’lı filmlerinden biri oldu. Anne Hathaway’in en iyi yardımcı kadın oyuncu ödülüne hemen herkes kesin gözüyle bakıyordu zaten. Neyse ki kendisi de ödülünü alırken çok şaşırmış rolü yapmadı, gözyaşlarına da boğulmadı. En iyi makyaj ödülü ile ilgili Hobbit’in kesinlikle daha güçlü olduğunu düşünüyorum ama muhtemelen aynısını daha önce gördük hissiyatıyla pek oy alamamış gözüküyor. En iyi ses miksajı ödülünü alması için de filmin müzikal olması yetti büyük ihtimalle. Lincoln, tüm filmler arasında en çok adaylığı olan filmdi, ancak sadece iki ödülle yetinmek zorunda kaldı. Her ne kadar otoriteler tersini iddia etseler de akademinin Spielberg’i çok sevdiğini düşünmüyorum kişisel olarak. Zamanında Color Purple’a onbir adaylık verip hiç Oscar vermemiş olmalarını unutmadık (ki o yıl Spielberg’in adaylığı yoktu). Sonraki iki ödülünde ise, özellikle Schindler’s List’de Spielberg, “alacağım ulan o Oscar’ı” diyerek film yaptı ve akademinin o filme Oscar vermekten başka şansı kalmadı. Lincoln yine iyi bir film olsa da o kadar güçlü bir film değildi. Daniel Day-Lewis’in ödülü zaten çok kesindi. Joaquin Phoenix’in

112

113

Oscarların Ardından 85. Oscar Ödülleri 24 Şubat’ı 25 Şubat’a bağlayan gece sahiplerini buldu. Geçen ayki Gölge e-Dergi’yi okuyanlar hatırlayacaktır, geleneksel Oscar tahminlerimde bulunmuştum. Ödül gecesinden birkaç gün önce de blogumdan tahminlerimi güncellemiştim. Bu sene bir de Oscar sonrasında ödülleri kazananlara bir göz atalım ve tahminlerimizin de ne kadar tuttuğuna bakalım dedik. Bu kez kategori kategori değil de film bazında ilerleyelim.


Sinema

Sinema

performansı da çok iyiydi ama ödülleri umursamayan havası zaten şansını bitiriyordu. Lincoln’ün en iyi sanat yönetmeni ödülü çok kişiyi şaşırttı ama ben geçen ay bu satırlarda bu kategorinin galibini Lincoln olarak tahmin ettiğimi söylemiştim (sonradan değiştirdim ama onu geçelim). Bu yüzden benim için sürpriz olmadı. Diğer adaylar daha gösterişliydi belki ama Lincoln bana daha incelikli bir çalışma olarak gözükmüştü. Yılın iki Oscar’lı bir diğer filmi ise Django Unchained oldu. Tarantino’nun filmi adayların da en iyilerindendi bana kalırsa. Christoph Waltz’un en iyi yardımcı erkek oyuncu Oscar’ına da Tarantino’nun en iyi senaryo Oscar’ına da sonuna kadar katılıyorum. Baştan beri hem tahminlerim hem de isteğim bu yöndeydi zaten. Christoph Waltz’un Inglourious Basterds’da canlandırdığı role çok yakın bir rolle Oscar kazandığı şeklinde itirazlar var, bunda haklılık payı da var ama yapacak bir şey yok, adam çok iyi. Zaten Waltz dışında hiçbir

oyuncu aday gösterilmemiş olsa da filmin tüm oyuncu kadrosu çok iyiydi. Waltz’un Django’nun tüm oyuncuları adına ödül aldığını da söyleyebiliriz. Tarantino’nun senaryosunun başarısını tartışmaya gerek yok zaten. Ancak akademi onu artık yönetmen olarak da ödüllendirse iyi olur. İki Oscar’lı filmlerden bahsederken her ne kadar iki ödülü de ana kategorilerden birinde olmasa da Skyfall’un da adını anmamız gerekiyor. Adele’in muhteşem sesiyle dinlediğimiz Skyfall tam bir Bond şarkısı idi ve ödülü sonuna kadar hak ediyordu. En iyi ses kurgusu ödülünü de tartışmaya gerek yok. Geldik tek Oscar’lı filmlere. Akademi Silver Linings Playbook’u tüm ana kategorilerde aday göstererek filmi ne kadar sevdiğini göstermişti. Argo’ya karşı bir sürpriz gelirse bu filmden gelebileceği de konuşuluyordu doğrusu. Ancak film sadece Jennifer Lawrence’a en iyi kadın oyuncu Oscar’ı kazandırdığı ile kaldı. Doğrusunu söylemek gerekirse romantik komedi türünün klişelerini zorlasa da sonlara doğru yine onlara teslim olan film için fazlası da fazla olurdu. Aslında Emmanuelle Riva dururken Jennifer Lawrence ne kadar hak ediyordu tartışılır ama her zaman en iyi kazanmıyor. Zaten Lawrence da gayet iyiydi, bu filmde Oscar alamasa bile ilerde mutlaka alacaktı. Adaylık sezonunun başında Zero Dark Thirty en kuvvetli filmlerden biri olarak gözüküyordu. Film, yönetmen ve kadın oyuncu kategorilerinde ödül alacağı beklenebilirdi. Ancak aradan geçen zamanda nasıl Argo yukarı doğru ivmelendiyse Zero Dark Thirty de giderek aşağı inmeye başladı. Bunda filmin çevresinde yaratılan işkence ile ilgili tartışmaların da rolü büyük. Kişisel olarak ben de filmin işkence meselesine bakışını son derece sorunlu ve tehlikeli buluyorum. Bu nedenle filmin sinemasal olarak erdemleri olsa da sadece en iyi ses kurgusu Oscar’ında kalmasını olumlu buluyorum. Benim tahminin hiçbir ödül alamayacağı yönünde idi zaten. Gelelim Amour’a. En iyi yabancı dilde film Oscar’ı kazanacağından dünyada bir tek kişinin bile şüphesi yoktu sanırım. 5 dalda aday olması acaba bir sürpriz yapar da Haneke’ye bir yönetmenlik, Riva’ya da bir oyuncu Oscar’ı getirir mi diye de düşündürüyordu ancak ben buna fazla ihtimal vermiyordum. Nitekim sadece en iyi yabancı film Oscar’ı ile yetindi. Zaten Haneke’nin adını Oscar ile beraber anmak kısa zaman öncesine kadar düşünülmesi bile mümkün olmayan bir şeydi. Riva’ya gelince kariyeri, yaşı ve tesadüfen Oscar töreninin yaşgününe denk gelmesi düşünülürse net bir şekilde şunu söyleyebilirim: Amerikalı olsa Oscar’ı almıştı. Brave iyi bir animasyondu, ama en iyi Pixar animasyonlarından biri olmadığı kesin. Bence adaylar arasında da en iyisi değildi. Wreck-It Walph ya da Frankenweenie kazansa daha mutlu olurdum. Brave tümüyle aynı film olsa ama yapan şirket Pixar olmasa Oscar alacağına ihtimal vermiyorum. Anna Karenina, akademinin çok fazla dikkatini çeken filmlerden biri olmamıştı ana bazı eleştirmenler filmi epey sevdiler. Ben çok fazla sevmeyenlerdenim. Bu nedenle hakedilmiş köstüm Oscar’ını gayet yeterli buluyorum. Hakkında çok fazla yorum şansım olmadığı için en iyi belgesel ödülünü Searching for Sugar Man’in, en iyi kısa belgesel ödülünü Inocente’nin, en iyi kısa film ödülünü ise Curfew’in aldığını belirtmekle yetineyim. En iyi kısa animasyon seçilen Paperman’i de İnternet’ten izlemelisiniz diyelim. Kısaca törenin kendisine de değinelim. Family Guy ve Ted gibi imza attığı işleri epey sevdiğim Seth MacFarlane çok iyi bir Oscar sunucusu değildi doğrusu. MacFarlane’in çoğunlukla ünlülere laf sokan, +18 espriler yapan bir kişiliği var ama bunu zekice yapıyor. Ancak Oscarlarda ya kendini törpülemiş ya da çok ileri gitmemesi söylenmiş. Böyle olunca da sıradan bir Oscar sunucusu olarak kaldı. Gecenin en

114

115


Haberler

Sinema fazla güldüğüm anının Daniel Day-Lewis’in ödül alırken yaptığı konuşma olduğunu söylersem durum anlaşılacaktır sanırım. Altın Kürelerdeki Tina Fey – Amy Poehler çiftini aradık doğrusu. Törenin genelinde de bir heyecansızlık hakimdi. Sadece ödüllerin tahmin edilir isimlere gitmesinden bahsetmiyorum. Zaten son yıllarda hep öyle oluyor ama özel bölümler de ödül konuşmaları da çoğunlukla sıkıcıydı. En azından ödül alanlardan çok şaşırmış gibi yapıp hıçkırıklara boğulan olmadı. Bu senenin teması olarak müzikaller seçilmişti. Aslında bu seçim de çok anlamlı değildi. Sefiller ciddi anlamda en iyi filmi kazanabilecek bir aday olsa belki ama bu şekilde niçin bu yıl müzikaller yılı anlaşılamadı. Chicago’nun onuncu yılının kutlanması ise tümüyle gereksiz bir hareketti. Neyse ki şarkı söyleyenler arasında Shirley Bassey ve Adele gibi isimler de vardı da durumu kurtardılar. Tüm törenin hatta belki de tüm Oscar tarihinin en gereksiz hareketi ise en iyi film ödülü için Beyaz Saray’a bağlanılması ve ödülü Michelle Obama’nın açıklaması oldu. Oscarlarda bile böyle olduysa bizim festivallerde bakanların, belediye başkanlarının uzun uzun konuşmalarına laf etmemiz lazım. Sonuç olarak her filme ikişer üçer ödül verilerek orta yolun bulunduğu (hatta çok ilginç bir şekilde en iyi ses kurgusu kategorisinde beraberlik çıktı), çoğunlukla sıkıcı ama yine de bizi sabahlara kadar uykusuz bırakan bir törendi. Seneye daha iyi olur umarım. Not: Kırmızı halı da Oscarların önemli bir parçası. Üç buçuk saat boyunca da izledik, kendime göre şu güzeldi, bu rüküştü yorumlarım da var ama moda yorumları beni aşar diyerek o işe hiç girmiyorum. Hasan Nadir DERİN http://sinemamanyaklari.com/

116

Duyuru

4. Çizgi Roman Okurları Ödülleri 2012 Çizgi roman okurları çizgi romanın “En”lerini belirliyor. Sizin 2012 yılı en favori kahramanınız kim? Sizce en iyi yazar, çizer, yayınevi kimlerdi? Çevirmen, çocuk çizgi romanı, mizah çizgi romanı…? Siz adaylarınızı önerin, daha sonra oylayın, törene gelin ödül töreninde yerinizi alın. Bu oylama her sene olduğu gibi iki aşamalı gerçekleşecektir: 1 - Adayların okurlar tarafından önerilmesi 2 – Gelen adayların en çok önerilenlerinin oylamaya sunulması. Adayların okurlar tarafından önerilmesi 10 Mart 2013 tarihine kadar sürecektir. Adayların tarafımızca toplanma ve oylamaya sunulma tarihi 15 Mart 2013’tir. Oylama 15 Nisan 2013 arasında sona erecektir. Türk Çizgi Roman Okurlarının sunduğu adaylar, yine onların verdiği oylarla belirlenecek, ödüle layık görülenler plaketlerini Uluslararası İstanbulles Çizgi Roman Festivali’nde gerçekleşecek törende alacaktır. a - Bu Oylama Sadece 2012 yılı içerisinde basılan çizgi romanları ve emekçilerini kapsamaktadır! b - Kategorilerimiz sadece ülkemizde basılan çizgi romanları ve sanatçılarını kapsamaktadır. c - Önereceğiniz adaylar her kategori için üç kişiyle sınırlanmıştır. d - Her kategoriye aday göstermeniz gerekmemektedir. e - Gönderdiğiniz adaylar listelenecektir ve farklı okurlardan da önerilmişse aday olarak sunulacaklardır. f - Onur Ödülü kişiye olduğu kadar kurumlara da verilebilecektir! g - 2012 Çizgi Roman Okurları Ödülleri'ni okurlarıyla paylaşan tüm blog ve sitelerin duyurusu bu sayfadan yapılacaktır. h- Aşağıdaki kategorileri okuyun, adaylarınızı belirleyin ve oylanmak üzere bloga yazmamız için cizgiromanodulleri@gmail.com adresine gönderin. i– Bu Yarışma FRPNet.net, Gölge e-Dergi ve Çizgi

117

Roman Okurları Platformu (ÇROP) tarafından düzenlenmektedir. 4. Türk Çizgi Roman Okurları Ödülleri Kategorileri 1 - En İyi Editör 2012 2 - En İyi Yabancı Yazar 2012 3 - En İyi Türk Yazar 2012 4 - En İyi Türk Çizer 2012 5 - En İyi Yabancı Çizer 2012 6 - En İyi Çevirmen 2012 7 - En Favori Karakter 2012 8 - En İyi Comics Dizisi 2012 9 - En İyi Fumetti Dizisi 2012 10 - En İyi Frankofon Dizisi 2012 11 - En İyi Manga 2012 12 - En İyi Grafik Roman (Tek Sayılık Albüm) 2012 13 - En İyi Çr Basan Yayınevimiz 2012 14 - En İyi Okur İlişkisi Kuran Yayınevi 2012 15 - En İyi Kapak 2012 16 - En İyi Mizah Çizgi Romanı 2012 17 - En İyi Çizgi Roman Yayınlayan Mizah Dergisi 2012 18 - En İyi Mizah Çizgi Roman Çizeri 2012 19 - En İyi Çocuk Çizgi Romanı 2012 20 - En İyi Çocuk Çizgi Romanı Yayınlayan Çocuk Dergisi 2012 21 - En İyi Çizgi Roman Yayınlayan E-Dergi / Fanzin 2012 22 - En İyi Çizgi Roman Araştırmacısı 2012 23 - En İyi Çizgi Roman Araştırma Yazısı (Gazete, Dergi, İnternet) 2012 24 - En İyi Çizgi Roman Satış Noktası (Sahafiye, Kitabevi) 2012 25 - En İyi Çizgi Roman Haber-İnceleme Site/Blog 2012 (Aday olarak, online çizgi roman paylaşımı yapmayan site ve bloglar kabul edilecektir) 26 – En İyi Çizgi Roman Sitesi 2012 (Aday olarak, online çizgi roman paylaşımı yapmayan site ve bloglar kabul edilecektir) 27 - En İyi Çizgi Roman Facebook Sayfası 2012 28 - Çizgi Roman Onur Ödülü 2012


Pin-up

118


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.