İÇİNDEKİLER
Wuthering Heights (1992)
92.
Sayı ile tekrar birlikteyiz. Gölge e-Dergi'ye ulaşmak için http://golgedergi.blogspot.com Genel Yayın Yönetmeni: Mehmet Kaan SEVİNÇ Editör: Mehmet Berk YALTIRIK golgedergimail@gmail.com Yayın Kurulu: Sadık YEMNİ, Ahmet YÜKSEL, Hasan Nadir DERİN, Gülhan D SEVİNÇ, Melahat YILMAZ, Ceren ÇALICI. Grafik Tasarım: Gülhan D SEVİNÇ Redaksiyon: Ceren ÇALICI Kapak: Ramazan TÜRKMEN Renklendiren: Adem DÖNMEZ Pinup: Mehmet Kaan SEVİNÇ Gölge e-Dergi internetten yayın yapan özgür ve özgün içerikli tam bağımsız bir dergidir. http://twitter.com/GolgeDergi http://issuu.com/GolgeDergi http://golgedergi.deviantart.com/
04-07 Korku Köşesi - Deli Halime 08 Korku Köşesi-Dehşetler Albümü Çarşamba Karısı 09 Korku Köşesi-Yazar 10-27 Röportaj- Bin Yılın Çizgi ve Sanat Etkinliği 28-36 Kitap İnceleme-Milliyetçi Kahramanlar 37-39 Kitap İnceleme-Tarkan 40-44 Öykü- Kiralık Ev 45 Fantastik Şiir- Galadriel ve Elf Okçusu 46-47 Çizgi Roman - Metin Demirhan 48 Haberler- "Malazgirt 1071" Çizgi Roman Kitabı Çıktı. Haberler- Gaddar Davut ve Tıknefes Dört Nala Geliyor. 49-52 Haberler - Game Of Thrones Karakterleri Disney Tarafından Çizilseydi Nasıl Olurlardı? 53 Haberler- "Warcraft" Filmi için tarih belirlendi. 54-57 Öykü- Yurtsuz ve Gizemli Cinayetler 58-69 Çizgi Roman Ön Okuma- Batman 70-71 Sinema İnceleme- Belki de Gelecek Böyledir. 72-74 Öykü- Günahların Bekçisi 75-77 Çizgi Roman- Sen Bir Saçmasın 78-81 Öykü- Otel 82-84 Sinema - Gençlik Dizilerinden Bağımsız Filmlere 85 Çizgi Roman - Biyogroman Nelson Mandela 86-87 Sinema - Uçan Süpürge’den 17 Bölüm, 133 Film 88-93 Çizgi Roman - Harry Kane 94 Pinup
Mayıs'ın ilk günü kimine göre bahar bayramı, kimine göre işçi bayramı kimine göre de aşkın ilk günü. Bu sayının kapak içi yazısını Bandista'ya ve Aşk'a ayırıyoruz. aşk inadına, aşk devrimdir mağlup, galip ve nikbindir her sabah, her gece mücadeledir aşk bir molotof kokteyli bazen elde kalem misali daim doğrudan eylemdir pasif direniştir aşk istanbul'da bir sokak berlin'de bir squad b1r, i2i, 3ç bazen binlerdir aşk örgütlenmektir ... Şarkıyı dinlemek için https://www.youtube.com/watch?v=SnIBKtI97KI
Mayısta aşkınız devriminiz bol olsun... mücadeleye devam.... Gölge e-Dergi Editörü
3
KORKU KÖŞESİ
Korku Köşesi
Deli Halime Ben, Kalaycı Mustafa bir de Kesik Memet… Üç kaçak, üç firari… Düze iniyoruz, “Mültezim Paşa” çağırtmış. Yani bizim Değirmenci Vehbi. Elinde iltizam kağıdıyla, göğsünde manası meçhul bir madalyayla çıkıp geldi geleli de “Mültezim Paşa”. Paşa’lığı göğsündeki madalyadan. Kapısında bir sürü adam besler. Buraların en zenginidir ki ona borçlu olmayan yoktur. Aha bizim gibi firariler bile ondan yakasını kurtaramamıştır ki eline bakmaktayız. Mültezim Paşa’mız olmasa acımızdan ölür gideriz, hesapta eşkıyayız ama işte arada bir olmazlanan, borcunu vermezlenen köylü olursa kapısına dayanıp korkutmak için kiralanmış garibanlarız. Benim kabahatim tütün kaçırma. Kalaycı Mustafa ile iş tutardık. Kesik Memet azılı eşkıya. Aslında bizim gibi Reji kolcusuna düşecek adam değil. Eli fermanlı, beli kamalı eşkıya avcısı zabitlere düşmedi de bizim gibi tütün kaçakçılarıyla aynı mahpusa düşüverdi. Onun inayetiyle kaçtık, kırda yabanda gezer eşkıya olduk. Değirmenci Vehbi ağanın evine sığındık bir gece yarısı. “Sizi ben evde de saklarım ama Osmanlı’nın sağı solu belli olmaz gayrı yeriniz dağlardır!” dedi, biraz erzakla üç tüfek verip dağa yolladı. Bu viran olası yerlerde fukara olmayan yok gibi bir şey, yol keserek adam soymak nâmümkün, olan da zaten Değirmenci Vehbi’ye borcunu götürüyordur diye ilişemediğimizden mecbur Vehbi’nin eline bakıyoruz. Vehbi, akarsuyun başına çökmüş ejderha, destur vermeden suyun gözesinden içmek ne mümkün? Haydi Şeytana uydun gidip bastın Vehbi’yi, çektin vurdun. Kapısındaki adamların silahla külahla işi yoktur hattı zatında, olsa bizi beslemez. Gitsek kapısına her birini vursak, yedi sülalemiz abat olur adamın servetiyle. Ama kim iş görecek, kim mal getirecek, kim çerçilerle tüccarla konuşacak? Fukaralıktan acımızdan ölür gideriz bu kıraçta… Sabahın köründe yanaşmalarından birini bizim dağa salmış, “Mültezim paşa hazretleri çağırdılar, aman ağalar acele!” diyerekten. Kızgın ve keskin kayaların üzerinden atlaya sıçraya düze iniyoruz şimdi. Değirmenci Vehbi’nin değirmeninin hemen yan tarafındaki iki katlı evi uzaktan görünüyor. Kendisine “Mültezim Paşa” dedirttiği günden beri orası da gayrı “Mültezim Paşa Konağı”. Köyün içinden geçerken çoluk çocuk, kadınlar falan pencerelere sökün ediyor. Eşkıya dediğin bunların gözünde canavar gibi ejderha gibi bir şey, merak ediyorlar herhalde. Başka bir taraf olsa anında jandarma, kolcu biner tepemize. Ama burada bir şey olmaz, kanun da jandarma da Değirmenci Vehbi… Vehbi’nin evine geldiğimizde yanaşmalar evin üst katına buyur ettiler. Vehbi Ağa yahut Mültezim Paşa’mız rakı içiyor sofra başında. Bizi de buyur etti, üstüne önümüze rakı koydu! Eyvah! Normal bir iş için çağırmadığı önümüze rakı koymasından belli. En son böyle rakı içirdiği zamanı hatırlarım. Mahpustan yeni firar ettiğimizde kapısına düşmüştük. Belimize kamaları kendi eliyle takıp elimize martinleri tutuşturup dağa yollamıştı da eşkıya olmuştuk. Hem de katmerli bela olmalı ki arada bir: “Aslanlarım!” “Koçlarım” diye sırtımıza vuruyor gerdek kapısındaymışız gibi… Neden sonra açtı meseleyi Mültezim Paşa. Deli Halime’den epey alacağı varmış, ne kendisi getirmiş bugüne değin ne de yanaşmaları gidip tahsil etmiş. Benle Kalaycı Mustafa’yı aldı bir titreme.
4
5
ÇC
Korku Köşesi Ulan zaten kırk yılın Deli Halime’sinden alacak tahsil etmeyi akıl etmeyi ancak bizim Vehbi akıl edebilir. O da zaten bu yüzden “Mültezim Paşa” oldu ya! Kesik Memet buralı olmadığından zerre tınmıyor, “bir deli karıdan ne korkarsınız, bir kurşunluk canı yok mu” diye soruyor. Korkusuzluğu kanlı katil olmasından cehaletinden değil, buralı olmamasından. Deli karıdan neden korkuyormuşuz, bir kurşunluk canı yok muymuş… Deli Halime’den korkan kim? Buralarda kimse Deli Halime’den korkmaz. En azından zatından korkmaz. Daha ziyade çevresindekilerden korkar. Ancak kendisinin görüp konuşabildiği o şeylerden korkarlar. Kesik Memet’in bu sefer de cahilliği tuttu? “O ne şeymiş öyle?” İşte kimi yerde cin dediklerinden peri dediklerinden… Mültezim Paşa önce göğsündeki madalyayı gösteriyor ardından tüfeklerinizi: “Arkanızda devlet var. Elinizde martin! Ne malı mülkü varsa toplayın gelin…” Bunca senenin Deli Halime’sinde para pul, mal mülk ne arasın? Dahası Halime hangi ara bizim Vehbi’ye gelip de borçlansın? Garip karının ta dağ başındaki kulübesinden çıkıp para aldığı un aldığı mı var? Peri karındaşlarıyla dağ diplerinde çakallardan kartallardan arta kalan leşlerin kemikleriyle karnını doyurduğunu bizim Hacı İmam Efendi kendi ağzıyla dememiş miydi? Bunları Mültezim Paşa’ya soramadık tabi. Alır elimizden tüfekleri de koyar kapıya, o vakit kimse tanımaz bizi. Barındırmaz bile de kendi eliyle tutar reji kolcusuna teslim eder. Çıktık Vehbi’nin evinden. Köyü de geride bıraktık. Deli Halime’nin göze görünmeyen yoldaşlarıyla söyleştiği uğursuz yaylanın yolunu tuttuk. Kesik Memet yine cahilliğine doymasın hala Halime’yi soruyor. “İyi saatte olsunlarla söyleşiyor diyoruz bre dinlemez misin?” Bu sefer de eşkıya damarı kabarıyor. Şöyle ayaklarından asarım, böyle boğazını keserim, göğsünden yağlı kurşunla mıh gibi çivilerim… Ulan deli eşkıya, deli karıyı kurşunlamak mesele değil ki, göze görünmeze nasıl kurşun atacaksın? Deli Halime’nin kulübesine yaklaştıkça hava değişiyor gibi. Ağaçlar çıkıyor bazen tek tük, eciş bücüş… Fesupanallah gadrına uğrattığı insanların sureti misali. Bir tanesinin yakınından geçerken bakıyorum da insana pek benziyor. Tepeye yaklaştıkça adımlarımız yavaşlıyor sanki. Kesik Memet dağlara bizden daha alışkın ama şimdiden kesilmiş gibi nefesten. Kafamı bir an Kalaycı Mustafa’ya çeviriyorum, yanımda bir ağaç bitmiş. Sureti korkunç şekilde tanıdık. Kesik Mehmet’e dönüyorum, korkudan ilk defa göğe açtığı elleri yapraklanmış. Deli Halime’nin kahkahası gökte, toprakta çınlarken koşmaya yelteniyorum bir de bakıyorum ki ayaklarım, pabuçlarımdan fırlamış toprağa kök salar olmuş… SON
Öykü: Mehmet Berk YALTIRIK
6
İllüstrasyon: Mehmet Kaan SEVİNÇ
7
Korku Köşesi
Korku Köşesi Dehşetler Albümü
Çarşamba Karısı
Yazar
“Çarşamba cadısı” adı da verilir. Çarşamba günleri ortaya çıkan, dişi, korkunç görünüşlü bir varlıktır. Dolaşma hakkı bir günle sınırlı olduğundan her yeri çabucak gezer. Bu yüzden amaçsız, hiçbir iş yapmadan ortalıkta dolaşan insanlara “Çarşamba karısı gibi gezip durma” denir (Tire, Ödemiş, Bayındır bölgelerinde).
Bir şeyler olacak. Gökler yeniliğe gebe. Şiir okuyan bir romantik kadar usul nehir durgunluğunu terk edeceÖykülerinde hep bir eksik olurdu. Güzel başlar, alımlı cümleler kurar, kahramanlarını dikkatlice yaratır, betimlemelerini güçlü yapar ama öykünün sonunda olması gereken o “bir tık”lık olay ya da durum ya da sonuç hiç olmazdı. Çok uğraşmıştı anlattığı öykülere çarpıcı, beklenmedik bir son koymak için. Elindeki kalemle defalarca yazıp karalamıştı birbirine benzeyen pek çok cümleyi. En sonunda bunun kendi hayatındaki bir eksiklikten kaynaklandığını düşündü. Çünkü hayatı da böyleydi: Güzel, rahat, ama düz, rutin. Bu “eksiklik” hissinden kurtulursa öykülerinin de daha güzel olacağını düşünüyordu. Odasının tavanından sallanan bedeni bulunduğu gün, en güzel öyküsünü yazmıştı.
Kaynak: Ayşe Duvarcı, “Türklerde Tabiatüstü Varlıklar ve Bunlarla İlgili Kabuller, İnanmalar, Uygulamalar”, Bilig, S. 32, Kış 2005, s. 126-127. İllüstrasyon: Mehmet Kaan SEVİNÇ
Öykü: Ceren ÇALICI
8
9
İllüstrasyon: Mehmet Kaan SEVİNÇ
Röportaj
Ersin BURAK
Ünlü Çizgi Romancımız ile altın çağın güzel günleri ve yeni projeleri 18 Mart Çanakkale Deniz Zaferi’nin 100. yıldönümüydü. Ünlü çizgi romancımız Ersin Burak Caddebostan Kültür Merkezi’nde Çanakkale konulu bir yağlıboya resim sergisi açtı. Ben de fotoğraf sanatçısı arkadaşım Mustafa Cambaz’ı yanıma alıp hem sergiyi gezmeye hem de Ersin Burak ile röportaj yapmaya gittim. Ersin Burak ile hem altın çağın güzel günlerini hem de yeni projelerini konuştuk.
Gölge: Sizin çizgi romana ilginiz, çizgi roman merakınız, çizmeye başlamanızın hikâyesini anlatır mısınız? Ersin Burak: Çizgi roman nedir? Çizgi roman alışkanlık. Bir olayı öyküyü çizgi ile izlemek. Çizgi ile anlatım tarzı. Hepimiz çocukluğumuzda bir sürü Tommiks, Teksas okuduk. Benim çocukluğumda da vardı. Ben bunları ilkokulda, ortaokulda para verip alıp okurken ağabeyim İstanbul’da çiziyordu. Yaşar Kemal’in Anadolu Efsaneleri’ni çiziyordu. Karacaoğlan’ı çiziyordu, Ağrı Dağı Efsanesini çiziyordu. Ben de onun çizdiklerini Cumhuriyet gazetesinde takip ediyordum. O da kare kare anlatıyordu. Bildiğimiz çizgi roman tarzı değil de resim altında yazı şeklinde sütun. Cumhuriyet’te sayfanın kenarında sütun şeklinde iniyordu. Cumhuriyet’te Yaşar Kemal ile ikisi bir arada. Yaşar Kemal’in ilk öykülerini öyle okudum, ağabeyimin çizgileri ile. Onun pek çok dergide de çizdiği illüstrasyonlar vardı. Bunlar beni heveslendirdi. Teksas’ın Tommiks’in kapağı nasılsa öyle çizerdim. Rahmetli Samim Utkun’un çizgileri nasıl başladı ise öyle biterdi. Son dönemlerinde bile Samim Utkun aynı şekilde çiziyordu, aynı kalitede çiziyordu. Aynı kalitede
10
11
Röportaj
Röportaj
çizen bir insandı. Ben ise Tommiks çizdiğim zaman Tommiks’e bir şeyler katıyordum. Benim özelliğim odur zaten. Ben değiştiririm, kendimden bir şeyler katarım. Sergimde gördüğünüz sahnelerde de öyle. Benden hep bir şeyler vardır. Ruh katarım, kimliğimi katarım, kurguları değiştiririm. Çocukluğumda da Tommiks, Teksas’ı çizerken eklemeler yapardım. Herkes çizgilerime bayılırdı, sanki Tommiks’i canlandırmışım gibi. Ortaokul dönemlerim böyle geçti. Sonra Adapazarı’nda 2. sınıfta liseyi bıraktım. İstanbul’a çizer olarak gelmeden önce de çok çizdim. Adapazarı’nda hiçbir öğreticim yoktu. Herkes zanneder ki ağabeyim geldi bana deseni öğretti, karelemeyi öğretti veya uç kullanmayı öğretti. Ben evde bulduğum malzemelerle yapıyordum. Annemin büyük bir sandığı ve içinde ağabeyimin çalıştığı yağlıboya takımları vardı. Ağabeyim de ortaokulda başlamış yağlıboya yapmaya. Hâlen bile var o boyalardan. Ben onlarla yağlıboya yaptım. Onun evde bıraktığı uçları kullandım. Nereden başladıysa, orada ucu nereden bulduysa ya da tatillerde, izinde geldiğinde yanında mı getiriyordu… Ben uçla, sapla bir şekilde tanıştım. Fırçalar zaten vardı; inceli kalınlı fırçalar. Adapazarı’nda rahmetli ağabeyimin de rahmetli Faruk (Geç) ağabeyimin de yaptıklarını taklit ettim. Onlar ne çizdiyse çizdim. Tabii görebildiklerimi, basında çıkanları. Gazetelerde o zaman çok çizgi roman vardı. Dedektif Nik’ten tut Johnny Hazard’a kadar. Ben Bolt vardı boksör. Ben Bolt’un bütün sahnelerini çizdim. Doku çizdim. Yani ne gördüysem çizdim. Sayısız sahne çizdim. Boş kâğıdım olmazdı, defterlerim kitaplarım hep çizgiydi. Çizgi ile doldum aslında, çizmeyi çok sevdim. Bu sergi çalışmamda da çizgi farklılıkları vardır aslında. Resimlere baktığınızda; altyapısında fırça darbeleri benim attığım çizgilerdir aslında. İstanbul’a geldiğimde ağabeyim ile birlikte bir reklam ajansında ben de başladım. Beni rahmetli Çetin Emeç ile ağabeyim tanıştırdı. 1965 yılıydı. 1964 yazında İstanbul’a geldim, 1965’te profesyonel çizerliğe
başladım. İlk önce İstanbul’da Bakırköy Lisesi›ne oradan da Vefa Akşam Lisesi›ne gittim. Erdoğan Sevinç Ses Dergisi yazı işleri müdürüydü o da oradan mezunmuş, onun vasıtası ile akşam lisesine kaydoldum. O sırada Hayat dergisinde de illüstrasyon yapıyordum. Hayat dergisinin bir özelliği vardı, her sayısında bir öykü yayınlardı. Çetin Emeç sırada hangi öykü varsa bana verirdi, ben de illüstrasyon çizerdim. Hayatımda gördüğüm en şık giyinen insandı Çetin Emeç. Kruvaze ceket, yelek, kravat, yaka düğmeli gömlek. Ağabeyim de şık giyinirdi ama o spor giyinmeyi severdi. Çetin Emeç çok da disiplinli bir adamdı. Pazar eki vardı o sırada Web grubunun gazetelerinin Fotomagazin diye bir dergi vardı. Ben oraya da illüstrasyon yapıyordum. Çetin Emeç bir gün beni gördü “Ama olmaz ki böyle Ersin” dedi. “Sen banda imza atıyorsan sadece Hayat dergisinde çizeceksin”. Hayat Dergisi 1960’lı yılların en iyi dergisi. “Ne yapayım Çetin Bey, aldığım para belli”. Ben o sırada haftada bir illüstrasyon çiziyordum ayda dört illüstrasyon, elli lira alsam resim başına iki yüz lira ediyor. O sırada ağabeyim de İtalya’ya gitmişti. Sonrasında benim akademi dönemim başladı. İlk sınavları kazanamadım. İkincisinde ne istediklerini öğrendim. Adamların yaşa başa karaktere baktıkları yok. Belli başlı bir çizgi istiyorlar. Ve amatör çizgi istiyorlar. Ben profesyonel çizim yaptığım için beni ilk sınavda akademiye almadılar. Ben resim yaparken parmak atıyorum, ışık atıyorum resimlere herkes yaptıklarıma ilgiyle bakıyordu. Ağabeyim akademideki hocaların arkadaşıydı. Bir hoca geldi ve “Olmadı” dedi. Ben ertesi sene okulun hazırlık kursu vardı, o kursa bir hafta gidip ne istediklerini öğrendim. Sonra sınava girdim ardından kazananların listesine baktım. Akademide tüm branşlarda bir numara bendim. Hangi branştan sınava girdiysem bir numaraydım. Onların ne istediğini öğrendikten sonra tabii. Okul bitince çizgi roman için İtalya’ya gidecektim, kendimi hazırlamıştım ama ağabeyim İtalya’dan bir sene erken döndü. Tarkan’a
12
13
Röportaj
Röportaj
başladı ağabeyim. Hüdaverdi’yi de o İtalya’ya gittiğinden itibaren ben götürüyordum. O Tarkan’a başlarken ben de Noçinella’nın Aşkı diye İsmet Bozdağ’ın bir hikâyesini çizgi roman yapmaya başladım. O sırada Rahmi Turan da bir öykü yazmış onu da Abdullah Turhan çizmeye başlamıştı. Bana Korsan öyküsünü vermelerinin sebebi; ağabeyim Haldun Simavi’ye gemi resimlerimi, deniz, denizci resimlerimi göstermiş. Osmanlı donanması, Venedikli desenleri çizmiştim Şövalyeler filan. O da çok beğenmiş “Ersin’e gemili öyküyü verelim,” demiş. Bana da o yüzden Türk Korsanları-Noçinella’nın Aşkı öyküsünü verdiler. İlk çizgi romanım oydu. Bir sene kadar çizdim. Ben bana birisi bir yazı verdi mi yazılanları da değiştiriyorum. Onu da değiştirmeye başladım. Çok ayıp oluyor ama öyle de bir huyum var. Murat Bardakçı ile de öyle kapıştık. Ben hareketli sahneler olsun istiyorum, durağan şeylerden nefret ediyorum çizgi romanda. Hep hareket olmalı. Aksiyonlu sahneler. Hareketsiz duramam ben. Gölge: Tarkan nasıl başladı? Ersin Burak: Ağabeyim orijinal Tarkan hikâyesi üzerine çalışmaya İtalya’da başladı. Geldiğinde bana gösterdi. Sepya renkli füzen kalemleri vardır ressamların. Çizim defterlerine onlarla çalışırlar. Ağabeyim de Tarkan çizimlerini, Tarkan desenlerini füzen kalemlerle çizmişti. Onları İtalya’da tasarlamış. Kılıcı gösterdi,
kılıcın kafası kurt kafası, bir madalyon yapmış, omzuna kürk yapmış, çizmeleri yapmış. Çok teferruatlı çizdi ama ben sadece izledim. Adam işi biliyor tabii. Tipi filan çok güzel, çok modernleştirmiş. Sanki üzerinden kostümü çıkart, şapka, tabanca koy bir Western kahramanı gibi bir şey çizdi yani. Çok yakışıklı çizdi. Öyle Türk nerde? Türkler Orta Asya’da daha ufak boylu güçlü, atlar bile Orta Asya’da ufaktır. Amerikan atları gibi değildir. Çizgi romanda biraz abartılıyor tabii. Öyle bir tip çizdi, Haldun Simavi de onu çok beğendi. Biz bir büro kurduk ağabeyimle. Tarkan daha yayınlanmaya başlamadan önce. Stüdyonun adı ‘Stüdyo Burak’tı. İkimizin ağabey kardeş olarak soyadımızı verdi. Cağaloğlu hamamının hemen yanında bir kahve vardı, kahvenin yanındaki bir akrabamızın eviydi. Ahşap gıcır gıcır merdivenli eski, ağaç bir bina. Ağabeyim bütün büro tasarımını kendisi yaptırdı. Masaları filan da kendisi çizdi. Ağabeyim akademide dekoratif sanatlardan mezundu iç mimar olarak mezundu. Tasarımları filan çok güzeldi, ölçülüydü. Marangozların başında durup yaptırmış. Oturaklar özel, dönerli önündeki masaya göre yükselip alçalıyor. Hâlâ ben o dönerli oturaklardan birini muhafaza ediyorum ama o masalar bugün kayboldu gitti. Keşke ben de birini alsaydım. Bizden öncekiler bir piyano bırakmışlar binada. Ben piyanodan anlamam, herkes bir elini sürer çıkan sese bakıp geçerdi. Bir gün bir baktık o piyanodan çok güzel bir şarkı çalınıyor. Hepimiz koştuk ne oluyor diye. Bir de baktık Orhan Büyükdoğan. Meşhur karikatürist. İşte öyle bir yerde başladık biz çalışmaya. Ağabeyim birgün elinde Tarkan dosyaları ile geldi “Haldun Bey kabul etti” dedi “Şu kadar fiyat verdi sayfa başına”dedi. Çok sevinçli, çok heyecanlıydı. Tarkan böylece doğmuş oldu. Sonra rahmetli Ayhan Erer geldi grafiker. O meşhur Tarkan yazısını yazdı. Orijinal Tarkan yazısını. Ayhan Erer’in rahmetli Sait Maden’le grafik atölyeleri vardı. Bana Ayhan ağabeyin çok büyük faydası olmuştur. Ben Hüdaverdi’yi çizerken balonlarını Ayhan ağabey yazdı bana yardım etmek için, beni teşvik etmek için. Gölge: Tarkan’ın anlamı ne? Ersin Burak: Tarkan ismini ağabeyim buldu. Nereden bulduğunu sormadım ama o bir Macar yazarın Atilla diye bir kitabında bana Tarkan adını gösterdi. Tarkan ‘kumandan’ anlamında gibi geliyor bana. Bir de TAR-KAN vurucu bir isim. Akılda kalıcı, çocukları, gençleri etkileyici bir isim.
14
15
Röportaj Gölge:Tekrar dönelim sizin çizgi romancılığınıza Ersin Burak: İsmet Bozdağ’ın yazdığı Türk Korsanları-Noçinella’nın Aşkı öyküsünü çizdim. Durgundu ve ben onu hareketlendirmeye çalıştım. Daha sonra “Ben artık kendi öykülerimi çizeyim” dedim gazetenin yayın müdürüne. “Tamam” dedi. Arslan Bey çıktı böylece. Arslan Bey benim çizgi romanım. Çizgi romana Arslan Bey ile alıştım. Çizgi romana Arslan Bey ile girdim. Tipi biraz Tarkan’ı andırıyordu ilk önce. Ağabeyin yanında çizince etkisinde kalıyorsun tabii ki. Ağabeyim de benim çizimlerime bakıyor, ben de yukarıdan planjö sahnelere filan başladım. “Nasıl çizdin bu sahneyi, müthiş” filan diye takılmaya başladı. Benim bir özelliğim vardır, çok çabuk aşama kaydederim. İlk yaptığımda baktı “Nerden yaptın bu sahneyi” dedi, “Kafadan çizdim” dedim. Gölge: Faruk Geç’de sizin halanızın oğlu. O da sizinle birlikte mi çalışırdı? Ersin Burak: Faruk Ağabeyim kendi evindeki stüdyosunda çalışırdı. Biz Basınköy’de altlı üstlü otururduk. Faruk Ağabey ile bir anımı anlatayım. Faruk Ağabeyin Hürriyet’te yayınlanan bir Kleopatra çizgi romanı vardı. Liz Taylor ile Richard Burton’un filmi vardı Kleopatra diye. O filmde âşık olup evlenmişlerdi Liz Taylor ile Burton. Faruk ağabeyim onların o kadar güzel desenlerini çizmiş ki inanılmaz. O sırada daha film vizyona girmemiş ancak ajanslardan gelen “şu sahne çekildi, bu sahne çekildi” diye haberler ve fotoğraflar vardı. O da o fotoğraflara bakarak çizgi roman yaptı. O film Türkiye’de sinemalarda gösterilmeden önce Hürriyet gazetesi Kleopatra filminin çizgi romanını Faruk Geç’in çizgileri ile verdi. Büyük bir olaydı bu. Ben hep Faruk Ağabey çizerken görüyordum ama ilk defa orijinallerini elimle tuttum. Faruk Ağabeyim de Sezgin Ağabeyim gibi yurtdışına çıktı ondan önce veya sonra. O sırada ağabeyim de yoktu, yurtdışındaydı. Beni İtalya’dan aradı “Ersin ben Kleopatra çizimlerimi unuttum” dedi. “Git şurada duruyorlar, en beğendiğin sahneleri al, bir paket yap bana yolla,” dedi. Hepsini tek tek inceledim baktım, en perspektifli sahneleri verdim. Sezgin Ağabeyim, ben, Suavi filan hikâye. Faruk Ağabeyimin desenleri kadar kuvvetli bir desen Türkiye’ye gelmemiştir, gelmez de. Faruk Ağabeyimin çizimlerinde oturan adam gerçekten orada oturur. Sezgin Ağabeyim çizdiğinde oturan adam biraz sonra oradan fırlayacak gibi oturur. Bende de o aksiyon vardır. Halazademle bizim aramızdaki fark budur. Ben ve ağabeyim aksiyonu sever, aksiyonlu çizerdik. Faruk Ağabeyim ama müthiş perspektifli çizerdi. Eşyayı, arabayı müthiş desenli çizerdi., bir mühendis gibi, bir mimar gibi. İnsan çizimleri de öyle, hiç form hatası yok. Bir adamı oturarak çiziyorsa o adam oturuyordur. Hırçın mı, az sonra kalkıp yumruk mu atacak? Onun yumrukları da zayıftır biraz. Abimin çizimlerinde görürsünüz, Tarkan vurdu mu oturtuyor, niye Tarkan’ı sevdi gençler, çocuklar. Ben de aynı kanı taşıyorum, ben de aynı şekilde çizerdim ama Faruk Ağabeyim daha naif çizerdi. Türkiye’de böyle dövüş sahneleri çizen çizgi romancı çok azdır. Suat Yalaz da böyle çizer kavga sahnelerini. Müthiş çizer. Suat Yalaz fırça ile çizer, ağabeyim tire ile çizerdi. Ben de rapido ile de fırça ile de uç ile de aynı şekilde sahneyi atarım. Çizgi roman özelliklerimiz böyle ağabey, kardeş ve halazade olarak. Gölge: Siz hazır Suat Yalaz demişken sorayım. Karaoğlan ile Tarkan arasında bir rekabet, bir tatlı rekabet var mıydı? Ersin Burak: Suat Yalaz Ağabeyimden çok uzun zaman önce başladı Karaoğlan’a. Biz ağabeyimle bir gün Cağaloğlu yokuşundan aşağı inerken yokuşta “Suat’a bir şey söyleyeceğim,” dedi, Volkswagen’in el frenini çekti. Tam vilayetin karşısındaki Suat Yalaz’ın Karaoğlan dergisinin kocaman bir tabelası vardı bürosunda. Aşağıdan Suat diye seslendi, Suat Yalaz baktı, aşağıya indi bir süre konuştular. Ben daha o
16
17
Röportaj
Röportaj
zamanlar 18 yaşında filanım. Ben akademi yıllarında Akşam gazetesinde takip ettim bir süre Karaoğlan’ı. İki ayrı dev aslında Sezgin Ağabeyimle Suat Yalaz. Onların arasında rekabet değil de çok kibar yaklaşımları vardı aslında. Suat Yalaz Milliyet’te, Akşam’da filan çizdi. Ağabeyim ise sadece Hürriyet’te çizdi. Elbette tirajlar etkileniyordu çizdiklerinden ağabeyimin Tarkan’ı çizdiği yıllarda Hürriyet’in tirajının 800-900 bini aşıp bir milyona yaklaştığı zamanlar oldu. Tarkan’ın da bunda etkisi oldu tabii ki. Gazete satış, tiraj rakamları aradaki okuyucu farkını gösterir elbette. Kimi okur Karaoğlan’ın fırçasını seviyor, kimisi de Tarkan’ın tiresini sever. Gölge: Sizin “ilk çizgi romanım” dediğiniz Arslan Bey sonra da Civanmert Kerim. Nasıl kurguladınızi karakterlere karar verdiniz bu çizgi romanlarda? Ersin Burak: Benim ilk çizdiğim Arslan Bey ama en önem verdiğim Civanmert Kerim. Civanmert Kerim en son ama Türkiye’nin en iyi çizgisidir. Kimsenin çizgi romana para vermediği bir dönemde yaptım. Biraz kaynak bulabilseydim böyle yağlıboya ile ne işim var, onu devam ettirirdim. Burası İtalya değil, sanatçı o şekilde değerlendirilmiyor. Civanmer’te en iyi çizgime gelmiştim artık. Gereksiz çizgiler ayıklanmış, İtalyanlar gibi lekelere de girmeye başlamıştım. Gölge: Biz o çizgilerin bir kısmını gördük herhalde Voltonoscosto-Gizli Yüz’de Ersin Burak: Evet, Voltonoscosto’nun son sayılarında Civanmert Kerem’deki çizgilerime yakındım. O çizimleri yaparken gözüm hastalandı. Bir sayıyı tek gözüm görmeden çizmişim. Daha sonra fark edildi de tedavi oldum. Voltonoscosto da tüm çizerlerden daha iyiydi benim çizgim özellikle de tedavi edildikten sonra çizdiğim son sayısı müthiştir. Gölge: Gazete stripleri, çizgi bantlar niye bitti? Ersin Burak: O günkü dünya ile bu günkü toplumun ilgilendiği konular farklı. Tabii bunu medya açısından söylüyorum. Ogün ağırlık yazılı medyadaydı bugün ağırlık görüntülü medyada. Bugün ekrana bir adam çıkıp yemek tarifi yapıyor popüler oluyor. O zamanlar bugünkü gibi kolay meşhur olmak yoktu. Ben medyanın istediği gibi konuşmayı beceremediğim için medyada olmak istemiyorum. O zamanlar Ajda Pekkan plakları var, konserleri var popüler oluyor. Ama gazetelerde yazarlardan çok çizerler ünlüydü. Burhan Felek Cumhuriyette yazardı, Nezih Demirkent yazardı ama artistler, sanatçılar, çizerler… Onlar çok ön plana çıkıyordu. Faruk Geç, Suat Yalaz, Sezgin Burak, Ratip Tahir, Sururi, Münif Fehim… Bir sürü insan yani. Hürriyet’in kurucusu Sedat Simavi de karikatüristti. Ressamlara sanatçılara değer veriyordu. Şimdi sanatçıya hangi patron değer veriyor? Yüzüne bile bakmıyorlar. Bunlar o zaman çok etkindi. Halk gazete sayfalarından takip ediyordu popüler olan işleri.
Gölge: Arslan Bey’den sonra ne çizdiniz? Ersin Burak: Bitireyim artık Arslan Bey’i dedim. Ağabeyim çiziyor, Suat Yalaz çiziyor. Ben topluma daha uygun tiplemeler, olaylar yapayım istedim. Çanakkale’yi seçtim. Yapımda var, hayatın gerçekleri öne çıksın istiyorum. Belgesel ağırlıklı bir çizgi roman yapmak istiyordum, hayal ürünü yapmak istemiyordum. Ayakları yere basmayan tipler çizmek istemiyordum. Mesela Tarkan’ın yaşadığı zaman belli mi? Suat Yalaz’ın Karaoğlan’ının yaşadığı zaman belli mi? Orta çağın öncesi, ilkçağlar filan. Öyle bir zaman platformu var ama hangi kabile, hangi devlet, hangi sultan zamanı? Bunlar Tarkan’da da Karaoğlan’da da yok. Ayakları yere basmıyor. Popüler mi, popüler. Halk seviyor mu, seviyor. Bunlar çizerin ustalığından kaynaklanıyor, hikâyenin tatlılığından kaynaklanıyor. Ben öyle bir adam değilim. Ben gerçekçi bir adamım. Gerçeklerden yola çıkarım. 1972’de başladım Çanakkale’ye, 1978’de bitirdim. Arslan Bey’i çizerken bile Çanakkale vardı kafamda. 78’de Nezih Demirkent’e teslim ettim. O büyük duyurularla girdi ama istediğim boyutta basmadı. Benim orijinallerim 50x70 di. Rapidoyla yaptım. Gerçekten çok büyük çalıştım. Ben askerden döndüğümde ne orijinalleri kalmış ne de tek bir kopya. 1980’lerde fotokopi olayları başlayınca gazeteleri bulup kartlara fotokopide büyüttüm. Kendim çizdiğim için biliyorum neresinde tarama var neresinde ne yok. Ayıklaya ayıklaya Rodeo’nun bastığı kitabı oluşturdum. Hakan Şaşmaz ve Murat Mıhçıoğlu bastı. Benim onu bir ara yenilemem de lazım, bazı hikâyelerini çıkartıp asker mektupları eklemem lazım. Benim onu yaptığım
18
19
20
21
Röportaj
Röportaj
senelerde doküman yoktu, kaynak yoktu. Bilinen Şevket Süreyya ile Hamilton’un kitaplarından böyle birkaç kitaptan yaptım. Ama asıl kaynağım benim reklam ajansındaki patronumun ağabeyi Amerika’dan gelmişti ve APA Ofset›te genel müdürdü. O da eski gazeteciydi ve Çanakkale savaşlarına tutkusu varmış. Geliboludan bir ev almış. Amerika’dan, İngiltere’den belge toplamış ilk ciddi Çanakkale araştırmasını yapanlardan. Çanakkale 1915 Sayhan Bilbaşar adı ile yayınlandı. Ben okuyunca hayran oldum zaten kitaba. Arslan Bey’i çizerken bile kafamda hep o kitap vardı. Ben de yavaş yavaş çizmeye başladım. Hayat Dergisi’nin arşivi geçti bir şekilde elime. Hayat o zaman grevlerle sarsılmış, arşivi darmadağın olmuştu. İlk büyük Çanakkale çizgi romanını ben yaptım. Şimdi nerede ise her ay bir Çanakkale filmi yayınlanıyor. Kimi Atatürkçü olarak ele alıyor, kimi Atatürk karşıtı olarak ele alıyor ama Çanakkale’de tek bir kahraman vardır o da Mustafa Kemal’dir. Elbette askerlerimiz de kahraman ama önder kişi Mustafa Kemal’dir. Mustafa Kemal’in doğuşu Çanakkale’dedir ve bu Cumhuriyetin ilk müjdesidir. Benim Çanakkale çizgi romanımla 1978’de Hürriyet gazetesinin tirajında büyük bir çıkış oldu. Ben öyle Ersin Burak oldum. İlk defa Faruk Ağabeyim ile Sezgin Ağabeyimin karşısında farklı bir açıdan bir üçüncü kişi oldum. Sonra reklamcılık yaptım, gazetelerde illüstrasyon çizdim.
başladı. Bir kitaba dayanarak çiziyorum, oradaki sahneleri almıyorum da olayları değiştirip çeviriyorum kahramanıma mal ediyorum. Avusturalya’dan gelen bir adam Ayasofya’nın içindeki freskleri ortaya çıkartmaya çalışıyor. Sanırım 3. Selim Dönemi. Ayasofya’da Fatih döneminde camileştirildiği için freskler çok özel bir harç ile kapatılmış. Benim kitabımda bir Avusturyalı asilzade geliyor Mösyö bilmemne. Adı da var kitapta. Gerçekten gelmiş Ayasofya’da çalışıyor. Ben hemen kahramanımı yanına koydum. İkisi birlikte çalışıyor “Mösyö Civanmert çok güzel oldu elinize sağlık,” diyor adam. “Altın sözlü adam bu, çok güzel çıktı ortaya” diyor. Gerçekten de Altın Sözlü Adam var. “Kim bu Altın Sözlü Adam” diyor Civanmert. Orada adam başlıyor hikâyesini anlatmaya, flashback’i filan var. Olaylar yeniçeri isyanına kadar gidiyor. Patrona Halil’e kadar gidiyor. Ayasofya’nın içinde, Ayasofya’nın mahzenlerinde geçiyor. Bu benim hayal gücüm, aşağıda dehlizlerde geçiyor. Bir olay varsa ben onu tarihteki belgeselliğine göre değerlendiriyorum. Padişahı çizdim, Cuma selamlığını çizdim nasıl geliyorlar, nasıl at biniyorlar, törenle karşılanıyor padişah. Bir belgesel tadı vererek çok güzel bir çizgi roman çıktı ortaya. O Vatan gazetesinde yayınlandı. Orada bıraktım. Orada İtalya başlamıştı zaten.
Gölge: Sonra bir belgesel çizgi romanınız oldu mu? Ersin Burak: En son Merdan Yanardağ’ın çıkarttığı Yurt gazetesine Kubilay’ı çizdim. 15 sayfa kadar çizdim Menemen olayını. Bir gün ben Posta gazetesine eski çizimlerimi vermiştim. Hepsi bitince “Hadi bir şey daha çiz” dediler. “Ne çizeyim” dedim. “Bir sultan çiz, Genç Osman çiz, Cem Sultan çiz,” dediler. Ben başka şeyden gireyim dedim. Birinci bölüm biraz kadın düşkünü bir Civanmert oldu. Altı ay kadar sürdü. İkinci bölüm Ayasofya’da
Gölge: İtalya macerası nasıl başladı? Ersin Burak: İtalya’ya gitmeden İtalya’ya çizgi roman çizen tek çizer benim herhâlde. Hakan Şaşmaz sayesinde oldu bunlar. Hakan’ın Bonelli ile temasları vardı, benim resimlerimi gösteriyor. Adamlar beğeniyor, özellikle de Sergio Bonelli seviyor çizgilerimi. Bir iyi iş gelsin diye bekliyorlar o sırada yazar Manfredi’nin Voltonoscosto’su geliyor, onunla başlıyoruz.
22
23
Röportaj
Gölge: Manfredi ile bir görüşmeniz oldu mu? Ersin Burak: Buraya kitap fuarına geldiğinde görüştük ama ikimizin yaptığı işi anlatacak değerlendirecek bir panel olmadı. Onun da benim de İngilizcemiz zayıf. Çat pat bir şeyler konuşmaya çalıştık, o benim çizimlerimi beğendiğini söyledi, ben onun öyküsünü beğendiğimi söyledim, o kadar yani. Gölge: Sizin bir destanı çizgi romana uyarlama projeniz vardı. Ersin Burak: Gılgamış. Bundan sonraki sergim Gılgamış zaten. Çizgi roman olarak iki defa yaptım Gılgamış’ı 10-15 sayfası var ama hiçbir gazete kabul etmedi Gılgamış’ı. İlkinde biraz hafif çalışmıştım ikincisinde pastelle, kalemle. Nasıl eskizleri yapıyorum, öyle pastel çalıştım. Beyaz büyük sayfalarda çok güzel sahneler kurdum. Gılgamış’ı da iyi biliyorum. Nuh Peygamber’e kadar gidiyor biliyor musunuz? Çok enteresan. Şimdi onu resimleyeceğim yağlı boya ile. Bu Çanakkale sergimde belgesel olduğu için uçamadım ama Gılgamış bir mitoloji, uçacağım orada. Kadınlar var Gılgamış’ta, tanrıçalar var, biraz nü de olacak. Ondan sonraki konum da Homeros’un İlyada’sı olacak. Orada da Troya’yı yapacağım. Hektor’u Aşil’i, Agamemnon, Paris, Helen… Troya işleyeceğim. O da çok güzel bir konu, yağlı boya çalışmalarımı böylece sürdüreceğim.
24
25
Röportaj
Gölge: Bize zaman ayırdığınız için teşekkür ederiz. Röportaj: Ahmet Yüksel
26
27
Fotoğraflar: Mustafa Cambaz
ÇizgiRoman İnceleme
ÇizgiRoman İnceleme
Milliyetçi Kahramanlar Türk çizgi roman sanatında milliyetçi çizgi kahramanların ortaya çıkışında en büyük etken, Türkiye Cumhuriyeti’nin doğuş ve kuruluş aşamalarında yetişen gençlerin Atatürk’ten aldıkları feyzdir. İstiklal Savaşı’nın kazanılması sonrasında, Osmanlı’nın son padişahı Vahdeddin’in İngiliz zırhlısına binip kaçışıyla Osmanlı Devleti’nin varlığı ortadan kalkmış, yerine yeni Türk Devleti kurulmuştur. 23 Nisan 1920 tarihinde kuruluşunu ve istiklalini tüm dünyaya ilan eden Türkiye Devleti, kurucusu Mustafa Kemal Atatürk’ün aldığı kararla, Türk milletine en uygun yönetim şekli cumhuriyeti 29 Ekim 1923 tarihinde Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin oy birliği ile seçmesiyle devletimizin adı “TÜRKİYE CUMHURİYETİ” olmuş ve halkına da Türk Milleti adı verilmiştir. İşte bu ahval ve şartlar içinde, milli hislerle yetişen genç Türk sanatçıları, duygularını sanatlarına yansıtmışlardır. Çizgi roman sanatımız konusunda bana göre fitili ateşleyen yazarımız Aptullah Ziya Kozanoğlu olmuştur. Basın yaşamına karikatür çizerek giren Kozanoğlu, 1920’li yılların sonlarına doğru çıkan (1926 yılıydı galiba?) Resimli Mecmua adlı çocuk dergisine Türklerin Orta Asya döneminde geçen bir milli roman tefrikası yazmaya başlar. Dergide tefrikasını resimlemeye kimse yanaşmayınca, resimleme işini de üstlenir. Sonradan tekrar yazarak geliştirdiği bu roman tefrikası “KIZIL TUĞ” adlı romanının ilk yazılımıdır ve okurlar tarafından büyük bir ilgi ile karşılanır. 1928 yılında, yeni Türk Alfabesi’ne geçilmesi ile RESİMLİ MECMUA ilk sayısını basarak yeni yayın dönemine adım atar. Genç yazar Aptullah Ziya Kozanoğlu, derginin ilk sayısında Kızıl Tuğ kahramanı Otsukarcı’nın oğlu KAAN’ın macerasını yazmaya başlar. Ancak derginin yaşamı kısa sürdüğünden tefrikasını tamamlayamaz. Harf Devrimi ile birlikte 2 Aralık 1928 tarihinde yayın hayatına başlayan bir başka çocuk dergisi de öğretmen, yazar, şair, gazeteci Mehmet Faruk Gürtunca’nın Ülkü Kitap Yurdu adına çıkarttığı ÇOCUK SESİ dergisidir. Öte yandan yayını Harf Devrimiöncesinde başlayıp sonrasında da devam eden, başlangıçta adı GÜRBÜZ TÜRK ÇOCUĞU olan, sonradan ÇOCUK adını alan, Himaye-i Etfal Cemiyeti (Çocuk Esirgeme Kurumu) mecmuası vardır. Bu iki önemli dergi dışında çıkan dergiler de elbette vardır. Ancak bunlar dönemlerinin başını çeken dergilerdir. Çocuk Sesi, başlangıç yıllarında, yetişmekte olan çocuklara resimli
28
29
ÇizgiRoman İnceleme
ÇizgiRoman İnceleme adlı eserini çizgi roman tefrikası yapar. Konusu Kurtuluş Savaşı’mızda geçen eser büyük bir ilgi ile karşılanır.
romanları sevdiren yayın olarak dikkat çeker. Yayınladığı yabancı kaynaklı çizgi romanları Türkleştirmesi ile yetişme çağında olanları büyük oranda etkilemiştir. Örneğin, Alex Raymond’un ünlü bilim kurgu çizgi romanı FLASH GORDON, Çocuk Sesi dergisinde BAYTEKİN, sevgilisi DALE, YILDIZ; ZARKOF, BİLGİÇ ÇETİNEL olmuştur. Baytekin maceraları İstanbul’da başlatılmıştır. Çocuk Esirgeme Kurumu Dergisi ise o yıllarda okul öğrencileri abone yapılarak satılan, bu yolla muhtaç çocuklara yardım yapan bir dergidir. Bu nedenle devrinin en çok basılan ve okunan çocuk yayınıdır. Dergiye o yılların en başta gelen yazarları, şairleri ve çizerleri yazıp çizerler. Çocuk mecmuasında milli temalı çizgi romanların başında EKREM DÜLEK’in çizdiği “ALPAGO” adlı Türkler’in Orta Asya döneminde geçen eseri gelir. Ekrem Dülek, 1943 yılında Çocuk Haftası dergisine, Dede Korkut’un “BOĞAÇ HAN” adlı eserini çizgi romana adapte etmiştir. Dülek’in başka konularda çizgi romanları da vardır. (İlk yerli TARZAN çizgi romanını yazıp çizmiştir.).
1950 yılında Hürriyet Gazetesi, haftalık Pazar günü ekinde Ratip Tahir Burak’ın, Barbaros’un Son Seferi, Cihan ehlivanımız Koca Yusuf’un yaşam öyküsü; 1951’de Cem Sultan, 1952’de Saray Kadınları yayınlanıp gazeteye tiraj kazandırınca, diğer gazeteler de Hürriyet Gazetesi gibi Pazar ekleri vermeye başladılar. Ratip Tahir Burak, 1953 yılında Yeni Sabah Gazetesi’ne ; Lale Devri, Bir Yemin Uğruna, Plevne çizgi romanlarını hazırladı. Turhan Şimga 1950 yılında Armağan dergisine Preveze Deniz Seferi’ni resimledi. 1951 yılında Sururi Gümen, Hürriyet Gazetesi’ne Kore Savaşlarında Türk Askerlerini konu alan “KUNURİ SAVAŞI”nı resimledi. 6 Ocak 1952 tarihinde Yeni Sabah Gazetesi, haftalık Pazar eki vermeye başladı. Şahap Ayhan, Yeni Sabah ekine Baltacı ve Katerina, Çiçi, Resimle İstiklal Savaşı (Yazan: Kadircan Kaflı), Safiye Sultan çizgi romanlarını hazırladı. 1952 yılında Mehmet Tekdal, Karınca dergisine Altaylar’ın Kartalı; Hikmet Andaç, Dünya Gazetesi’ne “ATAMIZIN RESİMLE HAYATI”nı resimledi.
Cumhuriyet döneminin ilk çizerlerinden Orhan Halil Tolon, Çocuk Sesi dergisinde başlattığı çizerliğini, Erzurum’da askerliğini yaparken (1943) Çocuk Haftası dergisine, Reşat Ekrem Koçu’nun yazdığı “DENİZ KURTLARI”nı resimleyerek sürdürür. 1945 yılında Mehmet Faruk Gürtunca’nın çıkarttığı AFACAN ÇOCUK GÖZÜ dergisine, renkli basılan “TOPUZ HAKAN” resimli romanını Rıza Çavdar yazar, Münif Fehim çizer. Aynı çizer 1947 yılında yayınlanan Çocuk Sesi dergisine Aptullah Ziya Kozanoğlu’nun yazdığı, “ALTINBAĞ KAHRAMANI” adlı eserini resimler. 1940’lı yıllarda milli kahramanlar temasında çizgi romanlar hazırlayanların başında Ayhan Erer Şahap (Şahabettin) Ayhan ikilisi gelir. Çizerler, ayrı ayrı da birlikte de çizgi romanlar meydana getirirler ve eserlerinde yazar çizer olarak ortak isim “ŞAHAP-AYHAN” adını kullanırlar. Bu isim daha sonraki yıllarda gerçek adı Şahabettin olan sanatçı tarafından Şahap Ayhan olarak kullanılır ve öyle tanınır. Ancak sanatçı kadrolu gazete çalışanı olduğu için gazete dışı dergilerde çalışırken Kasım Koç gibi takma isimler kullanır. Şahap - Ayhan ikilisi Türkiye Yayınevi’nin çıkarttığı ilk seri Çocuk Haftası dergisine yazıp çizdikleri Gültekin (yazan Aptullah Ziya Kozanoğlu) - Attila Geliyor/Tarkans ve devamı Attila’nın Ölümü/Tarkans çizgi romanları ile dikkat çekerler. Aynı yıllarda Dede Korkut eserlerini Çocuk Haftası dergisine çizen Mehmet Tekdal; Tepegöz, Bozaygırlı, Deli Dumrul, Kara Çoban eserlerinde büyük bir başarı yakalar. 1947 yılında genç çizer Remzi Türemen / Töremen, Çocuk Sesi mecmuasına Halide Edip Adıvar’ın “ATEŞTEN GÖMLEK”
30
1953 yılında Kıral Neşriyat Yayınları sahibi Alaettin Kıral, çıkarttığı haftalık dergilerden PEKOS BİL’in, Amerikan politikasını takip eden Demokrat Parti tarafından yayınına son verilmek istenmesi üzerine, yakın ilişkiler içinde olduğu Demokrat Partililerle anlaşmaya varıp dergisinin adını KOCA TEKS yaparak ilk sayıyla başlangıç yaptı. Dergi bir süre Koca Teks olarak çıktıktan sonra yayınına gerçek adı Pekos Bil olarak devam etti. O yıllarda Amerika ve Avrupa ülkelerinde yetişme çağındakileri kötü yola itebilecek suç, suçlu, cani, katil temalı çizgi romanlar moda olmuştu. Bu modanın önüne, Amerikalı psikiyatrist Fredric Wertham geçmiş, bir cadı avı başlatmıştı. Bu yasaklamalar 1954 yılında dünyada en yüksek seviyeye ulaştı. O yıllarda ülkemizde, bu yasaklar kapsamı içine girebilecek türde çizgi romanlar yayınlanmıyordu. Bir kovboy dergisi olan Teksas’ın Efsanevi Kahramanı Pekos Bil, kurtla, kuşla konuşabilen, her işini ustaca kullandığı kemendi ile gören, ateşli silah kullanmayan, herkesin yardımına koşan bir çizgi kahramandı.Böyle bir kahramana, iş birliği yaptığı iktidarın yasak getirmesini hazmedemeyen Alaettin Kıral,”Kenan Orkan” takma adıyla milli kahramanlarımızdan Köroğlu’nun yaşamını kaleme aldı. Bu eserini Amerika ve Avrupa’da olduğu gibi bir kadro kurarak hazırlattı. Eserin çizimlerini Şahap Ayhan ve Galip Bülkat yaptılar. Yarısı siyah beyaz, yarısı renkli basılan derginin ofset renklendirmesini Pietro Karlotti yaptı (1953). Ratip Tahir Burak, ilk sayısı Temmuz 1955 tarihinde çıkan İş Bankası Kumbara dergisinin ön ve arka kapaklarına şanlı tarihimizden kısa konulu çizgi romanlar hazırladı. Ayrıca orta sayfalara renkli poster türü tarihi resimler çizdi.
31
ÇizgiRoman İnceleme
ÇizgiRoman İnceleme
Sururi Gümen’in Amerika birleşik Devletleri’ne gidişinin ardından Hürriyet Gazetesi çizeri Şevki Çankaya ve onu takiben Firuz Aşkın Amerika’nın yolunu tuttular. Gümen ile Çankaya Amerika’da kalırken, Firuz Aşkın yurda döndü. Ancak bir süre sonra Almanya’ya giderek sanatını orada sürdürdü. Zaman zaman ülkesine dönerek işler yaptı. Bu durumda Hürriyet Gazetesi, o yıllların en yetenekli çizeri Remzi Türemen’e (Töremen) haftalık eki için “PLEVNE MÜDAFAASI” vs. çizgi romanlar hazırlattı.
Milliyetçi kahramanların ivme kazanması 1959 yılında cezaevinden çıkan Ratip Tahir Burak’ın, çizerlik yaptığı Akşam gazetesinden bir süre dinlenme tatili istemesi üzerine, yazar Aptullah Ziya Kozanoğlu’nun, çizer Suat Yalaz’la anlaşmasıyla başlar.
1955 yılında Şahap Ayhan, Tercüman Gazetesi’ne “HUN AKINI” ve onun gibi tarihi çizgi romanlar hazırlamayı sürdürdü. Suat Yalaz, Aptullah Ziya Kozanoğlu ile ilk ortak resimli romanı olan “ATTİLA’NIN OĞLU TENGİZ” adlı eserini Tan Gazetesi’ne çizdi. 1950’li yıllarda Nejat Erhan Demirer, Akşam Gazetesi Pazar ekine, Milli Güreşçimiz KARA AHMET’in yaşam öyküsünü yazıp çizdi. Ratip Tahir Burak, Akşam Gazetesi’ne Aptullah Ziya Kozanoğlu’nun “KIRK ŞEHİTLER KALESİ” (Yazarın MALKOÇOĞLU adlı eserinden adapte) adlı eserini resimledi. Ardından çizdiği bir karikatür nedeniyle Demokrat Parti iktidarı tarafından gazetecilerin alıkonulduğu Üsküdar Paşa Kapısı Cezaevine konulup elinden kalemi kâğıdı alınınca, yazar çizerliğine ara vermek zorunda kaldı. 27 Mayıs 1960 İhtilali ile Demokrat Parti devrilince, diğer gazetecilerle birlikte hürriyetine kavuşan büyük sanatçı ve gazeteci Ratip Tahir, bir süre dinlendikten sonra yazar çizerliğe döndü ve ardından; Bize Barbaroslu Derler (Barbaroslar) 1960, Kara İbo (1963), İstanbul’un Fethi (1964), Hürrem Sultan (1965), Hilal ve Salip (1967), Kara Ahmet (1968), Timur (1969), Timur ve Yıldırım (1969) adlı tarihi eserleri meydana getirdi. 1965 yılında ünlü eseri Malkoçoğlu serisini Cumhuriyet Gazetesi’ne yazıp çizen Ayhan Başoğlu, 1957’de Ankara’da askerliğini yaparken, Ankara Zafer Gazetesi’ne “Şehzade Orhan” çizgi romanını hazırladı. (Ayhan Başoğlu, askerliğinin bir bölümünü de Kore’de tercüman olarak yaptı.). 1957 yılında Turhan Selçuk, Milliyet Gazetesi yöneticisi Abdi İpekçi’nin isteği üzerine, günlük karikatürleri yanında, başlangıç senaryosunu Aziz Nesin’in yazdığı “ABDÜLCANBAZ” adlı, karikatürize desenli günlük çizgi roman strip bantını çizmeye başladı. Aziz Nesin, o yıllarda Demokrat Parti’nin yasaklılar listesinde olduğu için eserine adını veremiyordu. Yarattığı Abdülcanbaz tipi, üçkâğıtçı bir turist rehberiydi. Bir süre sonra Aziz Nesin, Abdülcanbaz’ı yazmayı bırakınca, yazarlığa diğer mizah yazarımız Rıfat Ilgaz getirildi. Ancak o da birkaç macera sonrası işi bıraktı. Bu durumda Turhan Selçuk, istemeye istemeye olsa da Abdülcanbaz’ın yazarlığını da üstlendi. Turhan Selçuk, çizdiği kahramanın üçkâğıtçı bir tip olmasından hoşnut değildi. Onu istediği gibi çizgi kahraman yapmak için, bir köpek kulübesinde uykuya yatırdı ve Osmanlı Devleti döneminde bir kahramana dönüştürdü. Daha sonra yanına Tarzan gibi yan kahramanlar ekledi. Abdülcanbaz maceraları; Milliyet, Cumhuriyet, Akşam, Yeni İstanbul gazetelerinde, Gırgır dergisinde ve Abdülcanbaz albümlerinde yayınlandı.
32
Ratip Tahir’in çizerliğe ara vermesi üzerine, Aptullah Ziya, önce Samim Utkun’u, sonra Mehmet Tekdal’ı çizeri olarak düşünür. Sonra daha önce birlikte tarihi çizgi roman hazırladığı ve o sırada Akşam gazetesi karikatüristi olan Suat Yalaz aklına gelir ve onda karar kılar. Birlikte Osmanlı İmparatorluğu’nun yükseliş devrinde geçen bir çizgi roman serisi yapmayı düşünür. Ancak bu fikre, o yılların genç çizeri Suat Yalaz karşı çıkar. Ben Türklerin ilk devirlerinde geçen maceralar çizmek istiyorum, der ve bu fikri kabul görerek, KAAN serisini ilk macerası Cengiz Han’ın Hazineleri’ni çizer. Aptullah Ziya Kozanoğlu, bu çizgi romanın senaryosunu roman tefrikası olarak, 1958 yılında 2. yayın dönemine başlayan Çocuk Haftası dergisine roman tefrikası olarak yazmıştır. Bu nedenle çizgi romana başarı ile adapte edilir. Ancak bu macera gazetede tefrika edilirken Suat Yalaz, Ankara’ya askerlik görevine gidince yerine çizer olarak bir süreliğine Galip Bülkat getirilir. Suat Yalaz, sinemayı seven ve hedefi, sinema senaristliği ve yönetmenliği olan bir sanatçıdır. Yazarlık yönü de kuvvetlidir ve iyi hikâyecidir. Bu özellikleri nedeniyle, Aptullah Ziya’nın verdiği çizgi roman senaryolarına müdahalelerde ve değişikliklerde bulunur. Bu durum eserin yazarının hoşuna gitmez. Sonuçta ayrılırlar. Suat Yalaz, Akşam Gazetesi’nde Kaan’ı, kendisinin yazıp çizdiği Karaoğlan’a dönüştürür. Aptullah Ziya Kozanoğlu, Milliyet Gazetesi’ne tarihi roman tefrikaları yazar. Aptullah Ziya Kozanoğlu - Suat Yalaz ikilisinin hazırladıkları KAAN maceraları, Semih Balcıoğlu’nun, Atlas Kitabevi sahibi Rakım Çalapala’ya tavsiyesi üzerine 15 günde bir çıkan KAAN fasiküllerine dönüşür ve bu seri okurların büyük ilgisi ile karşılanır. Seri bitince, Semih Balcıoğlu, Rakım Çalapala’ya bu kez, yine Akşam Gazetesi’nde yayınlanmış olan, Ratip Tahir Burak’ın “BİZE BARBAROSLU DERLER” adlı eserini tavsiye eder. Yayıncı da bu seriyi yine 15 günde bir çıkan fasiküller olarak “BARBAROSLAR” adıyla yayınlar. Akşam Gazetesi’ne KARAOĞLAN çizgi roman tefrikasını yazıp çizen Suat Yalaz, çizerliğini yaptığı Kaan’dan sonra bu serisini de gazete okuruna sevdirir ve Karaoğlan’ın yayını gazeteye tiraj kazandırır. Maceralar birikince, Suat Yalaz, Karaoğlan’ın dergisini çıkartmayı düşünür ve o yılların en önde gelen çizgi roman dergisi yayıncısı, Ceylan Yayınları sahibi Erdoğan Egeli’nin kapısını çalar. Ancak Egeli, Yalaz’a
33
ÇizgiRoman İnceleme
ÇizgiRoman İnceleme
olumlu yanıt vermez. Karaoğlan dergisinin pek fazla satış yapamayacağını söyler. Bunun üzerine çalıştığı gazetenin patronu Malik Yolaç’tan yardım ve destek isteyen Yalaz, istediği yardımı alınca, Karaoğlan’ın ilk dergi serisini çıkartır ve görülmemiş bir ilgi ile elindeki stok maceraların tümünü basar. Stoklar tükenince Karaoğlan dergisi yayınına ara veren Suat Yalaz, ilk yayıncılık denemesinden aldığı cesaretle, Karaoğlan Yayınları’nı kurar. İstanbul Vali Konağı karşısındaki Güncer Han’ın üst katını kiralayıp bir yazar - çizer kadrosu oluşturur. Karaoğlan dergisinin 2. yayın dönemine 1965 yılında başlar. O sıralarda Yalaz’ın aklında yayıncılıkla birlikte Karaoğlan serisi filmler yapmak vardır. Karaoğlan çizgi romanının gazete ve dergi olarak ilgi görmesi diğer yayıncıları bu türde eserler yayınlamaya yöneltir. Burhan Yayınevi sahibi Burhanettin Şener, Yazar Altan Deliorman ile çizer Yücel Köksal’a “BAHADIR” adlı dergiyi 1965’te; Ceylan Yayınları, Nejat Erhan’a hazırlattığı AKBULUT KAAN dergisini 1967’de çıkarttı. Akbulut, Kaan’ı daha sonra Yücel Köksal ve Metin Enginaslan çizdi. Dergi İsmet Kırdar’ın yazıp çizdiği OĞUZ HAN çizgi roman serisi ile sona erdi. Ayhan Başoğlu, ünlü eseri MALKOÇOĞLU’nu 1965 yılında Cumhuriyet gazetesinde yayına başladı. Sezgin Burak’ın yazıp çizdiği ilk Tarkan macerası “MARS’IN KILICI” Hürriyet Gazetesi’nin Taşra baskısında denemelik olarak 14 Nisan 1967 tarihinde yayınlamaya başladı. İlk Tarkan macerasının yayını gördüğü büyük ilgi üzerine gazete sahibi Simavi kardeşler (Haldun ve Erol) Tarkan’ı Temmuz 1967’de “MARGUS KALESİ” macerası ile İstanbul baskısına aldılar. Tarkan’ın sürükleyici maceraları kısa sürede okurların büyük ilgisi ile karşılanınca gazete tiraj aldırdiği görüldü. 25 Kasım 1970 tarihinde, Web Ofset Yayınları, TARKAN dergisinin yayınına başladı.
KARA SİNAN, 1 Mart 1963 tarihinden itibaren Hikmet Alp, Yudagün Göker, Abdullah Turhan, Yücel Köksal, İsmet Kırdar tarafından çizildi. Yurdagün Göker, 1965 yılında Son Havadis Gazetesi’ne BATU’yu yazıp çizdi. Şahap Ayhan, 1 Mayıs 1969 tarihinden itibaren Tercüman Gazetesi’ne “KARA ORKUN”u yazıp çizmeye başladı. Bülent Şeren 1968 yılında Barbaros kardeşleri konu alan CEZAYİR SANCAĞI çizgi romanını Bugün Gazetesi’ne yazıp çizdi. 1960’lı yılların sonlarında Milliyetçi Kahramanlar temalı çizgiromanlarımız, Suat Yalaz’ın başlattığı Karaoğlan serisi filmlerle popülaritesini artırdı. Karaoğlan filmlerinin ilgi görmesi beraberinde Yeşilçam’da bu tür filmlerin moda olmasının yolunu açtı. Çizgi romanolarak yerli kahraman eserleri bir bir beyaz perdeye adapte edilir oldu. Karaoğlan’ı, Ayhan Başoğlu’nun Malkoçoğlu’su, onu Sezgin Burak’ın Tarkan filmleri, Rahmi Muratoğlu (Turan) - Abdullah Turhan’ın Kara Murat’ı, AbdullahTurhan’ın Tolga’sı, Şahap Ayhan’ın Kara Orkun’u, Altan Deliorman - Yücel Köksal’ın Bahadır’ı vs. takip etti. Sinema desteği, milliyetçi kahramanlı çizgi romanlara talebi yükseltince, çizgi roman sanatçıları bu türde eserler yapmaya yöneldiler. Web Ofset çıkartmakta olduğu 1001 Roman dergisi kadrosuna Abdullah Turhan’ı alarak, onun yazıp çizdiği TOLGA’nın yayınına başladı ve dergisinin adını 1001 ROMAN TOLGA yaptı. Simavi kardeşler basın sektöründeki işlerini ayırınca, Erol Simavi, yoluna Hürriyet Gazetesi ve Yan Yayınları ile ağabeyi Haldun Simavi, Web Ofset’i alıp yeni gazetesi GÜNAYDIN’ı çıkartarak devam ettiler. Gazetecilik yanında dergi yayınlarına da önem veren Haldun Simavi, Ayhan Başoğlu’nun Malkoçoğlu çizgi romanının dergisini, Haldun Sevel’in Ustura Kemal dergisini yabancı kaynaklı çizgi roman dergileri yanında çıkarttı. Ayrıca ilerleyen yıllarda Erol Simavi’nin çıkartmakta olduğu TARKAN dergisini de kendi yayınları bünyesine kattı.
Suat Yalaz, ilk gazete transferini Akşam’dan Yeni İstanbul Gazetesi’ne geçerek yaptı. Turhan Selçuk da Abdülcanbaz’ı ile Yeni İstanbul’a geçti. Onları Ratip Tahir Burak takip etti. Akşam’da Abdullah Turhan, bir süre KAAN maceraları yazıp çizdi. Daha sonra aynı seriyi aynı gazetede Metin Enginaslan yazıp çizdi.
Haldun Simavi, çizgi roman temalı yayınlarına 1974 yılında yayını bir hafta süren BİNBİR ROMAN adlı günlük çizgi roman gazetesi çıkartarak denemede bulundu. Ancak bu girişimi beklenen ilgiyi görmeyince, gazetede yer alan Tevfik Yener - Erol Denli’nin birlikte hazırladıkları ve tip olarak aktör Yılmaz Güney’i kullandıkları DADAŞ HASAN’ı, gazetesi Günaydın’a taşıdı. Gün Gazetesi’nde yayınlanan Haldun Sevel’in USTURA KEMAL’i de Günaydın’a transfer etti. Gün Gazetesi, zengin yerli çizgi romanlar içeriği ile ve mizah köşesi GIRGIR ile döneminin en ilginç gazetelerinden biri oldu. Bu gazetede Ersin Burak, çizdiği çizgi romanlarla dikkat çekip adını duyurdu. Talat Güreli, Haldun Sevel ayrı temalarda eserleri ile dikkat çektiler. Oğuz Aral yönetimindeki Gırgır köşesi, daha sonra haftalık mizah dergisine dönüştü ve ülkemizde ilk kez 1 milyon tirajını geçme başarısını gösteren mizah yayını olarak tarihe geçti.
1960’lı yıllarda Halim Büyükbulut, 1964 yılında Dünya Gazetesi’ne “AYBARS” ; Metin Enginaslan Bugün Gazetesi’ne 1968’de “BOĞAÇ”, 1969’da “KOZANOĞLU”; Süleyman Yurdakul 1965’te Ankara Zafer Gazetesi’ne “ADSIZ KAHRAMAN - KARA ALİ”; Mehmet Gülergün 1961 yılında Son Havadis Gazetesi’ne Nihal Atsız’ın ünlü eseri “BOZKURTLARIN ÖLÜMÜ”nü resimli romana adapte etti. Ragıp Şevki Yeşim’in yazdığı
Aynı yıllarda milliyetçi kahramanlar temasında çizgi romanlar hazırlayanlar şöyle: Şahap Ayhan (Tengiz - Tercüman Çocuk), Samim Utkun, Gürbüz Azak (DELİ BALTA - Türkiye Gazetesi), Refet Kartal (KÖROĞLU - Türkiye Gazetesi), Cem Ertürk (Kurtoğlu - Türkiye Gazetesi), Beyit Ertürk, Özcan Eralp, İsmet Kırdar, Ragıp Derin (Doğan Bey - 1981 Tan Gazetesi), Fikret Kol (Metin Soysal’ın senaryoları ile 1983 -
34
35
ÇizgiRoman İnceleme
ÇizgiRoman İnceleme
1987 yılları arasında ALPAGO - Hürriyet Gazetesi), Cemal Dündar (ŞEYH ŞAMİL - 1977 Günaydın Gazetesi), Uğurcan Yüce (Aybike - 1976 Hürriyet), Ömer Muz, Ergin Asyalı (KARA MURAT - Meydan ve Gözcü Gazetesi), Ali Recan (YÜZBAŞI VOLKAN - 1976 Tay Yayınları dergisi), Orhan - Erhan Dündar kardeşler (Yıldırım Kemal), Abdullah Turhan (TOLGA dergisi 1973), Süleyman Gök (Metin Soysal’ın senaryosu ile ATTİLA Tan Gazetesi). 1972 yılında Ayhan Başoğlu’nun yazıp çizdiği ATATÜRK’ün yaşam öyküsünü konu alan ALTIN SAÇLI KAHRAMAN çizgi romanı, Hürriyet Gazetesi okurlarının büyük ilgisi ile karşılandı. Dönemin Kültür Bakanı bu kalıcı eseri Türkçe başta olmak üzere İngilizce, Fransızca, Almanca ve Arapça dillerinde basarak dünya dağıtımını yaptı. 1978 yılında Ersin Burak’ın yazıp çizdiği 92 sayfalık ÇANAKKALE GEÇİLMEZ adlı belgesel çizgi roman, Hürriyet Gazetesi’nin belgesel temalı tarihi çizgi romanlar konusunda bir ilk oldu ve büyük bir okur ilgisi ile karşılandı. Ersin Burak, sonraki yıllarda Hürriyet Gazetesi’nde yayınlanan OSMANLININ A TAKIMI CİMDALLILAR çizgi romanını Murat Bardakçı’nın senaryosu ile çizdi. Daha sonraki yıllarda Vatan Gazetesi’ne KERİM BEY çizgi roman serisini hazırladı. Milliyetçi kahraman temalı çizgi roman serilerimiz içinde Ali Recan’ın yazıp çizdiği, daha sonra kurucusu olduğu Alfa Yayınları çatısı altında (İlk ekip çalışmasına Tay Yayınları’nda başladı) hazırlattığı YÜZBAŞI VOLKAN önemli bir yere sahiptir. Tekrarlanarak yaptığı dergi ve albüm baskıları ile uzunca bir süre popülaritesini sürdürmüştür ve hâlen de Demirbaş Yayınları tarafından tekrar olarak albümleri basılmaktadır. Büyük usta Suat Yalaz, Sabah Gazetesi’ne hazırladığı belgesel çizgi romanlarını, 1993 yılında yayıncılığını da üstlenerek sırasıyla çıkarttı. 1993 yılında ATATÜRK’E SUİKASTLER ve ENVER PAŞA EFSANESİ albümlerini okurlarına sundu. TOPAL OSMAN albümünü Giresun Vakfı satın alıp bastı. Macera serisi olarak yayınlanan YANDIM ALİ - SON OSMANLI’nın bir macerasını yine kendi adına albüm olarak bastı. Bu eseri ayrıca sinema filmi yapıldı. Ramazan Türkmen adlı çizgi roman sanatçısı kardeşimiz, uzun uğraşlar sonucu, belgesel özellikteki 1071 MALAZGİRT SAVAŞI albümünü ortaya çıkarttı. Türk çizgi romanında “Milliyetçi Kahramanlar” temalı çizgiromanlar ve onları hazırlayanlar benim yazdıklarım kadarıyla sınırlı değil elbette. Unuttuklarımdan huzurlarınızda özür diliyorum. Gelecek günler neler gösterecek hep beraber göreceğiz. Yener ÇAKMAK
36
TARKAN 60’ların ilk yarısında yayınlanan KARAOĞLAN mecmuası ismini o yıllarda doğan çocuklara veremedi (yıllar sonra 1974 seçimlerini kazanan ECEVİT için kullanıldı) ama önce HÜRRİYET Gazetesinde günlük olarak çizilen daha sonra da aynı gazeteye bağlı olarak 25.11.1970 tarihinde renkli dergi şeklinde piyasaya çıkartılan TARKAN bunu başardı. O neslin anne babaları erkek çocuklarının büyük bir kısmını nüfus kütüğüne TARKAN adıyla kaydettirdi. Çizgiroman tarihimizde daha sonraları “kılınçlı kahramanlar” adıyla tanımlanabilecek bizden tarihi kahramanların başlangıcını bulmak istersek çeşitli karma dergilerin içine bir yolculuk yapmamız gerek. Yazılı edebiyat ise gazete ve dergilerde tefrika halinde bu tarz, atalarımıza ait kahramanlık destanları ve tarihe geçmiş savaşların tafsirini sunuyordu bizlere. Amaç okuru kendi tarihi açısından bilgilendirmek, kendi tarihinden ayırmamaktı. Cumhuriyet kurulduktan sonra da yeni nesili tarihsel bağlarını görmesi açısından bilgilendirmek ve öz değerlerimizi hissettirmek suretiyle etkiliyordu bu tür tefrikalar. Kaçınılmazdı. Nihayet 1953 senesinde PEKOS BİLL’i yayınlayarak büyük sükse yapan ALAADDİN KIRAL, mutlaka kendi kahramanlarımızdan birinin eksikliğinin okurlar tarafından hissettirilmesiyle halk şairi KÖROĞLU’nun maceralarını anlatan aynı adlı dergiyi çıkardı. 40 küsur sayılık dergi beklentileri karşıladı mı pek bilinmez ama daha fazla devam ettirilemedi. Bence KÖROĞLU’nda şiirsel hava fazlasıyla vardı ve bu özellik okurun asıl istediği hareket, şiddet, halk diliyle biraz vurdulu kırdılı ortamı sunmuyordu. Yaklaşık dokuz yıl sonra muazzam denizcilik bilgisini olağanüstü klasik bir çizgiyle tamamlayıp unutulmaz BARBAROSLAR’ı hazırlayan RATİP TAHİR BURAK okuru sarstı. Tam bu sırada aynı yayınevi genç çizer SUAT YALAZ’ın okurun istediği hareketi de sunan KAAN’ı da verdi piyasaya. Sonra anlaşıldı ki KAAN aslında bir prototiptir. SUAT YALAZ KAAN’ı daha şekillendirip, alaycılığını biraz törpüleyerek, ona farklı bir sosyal çevre ekleyerek asıl kahramanı KARAOĞLAN’ı yarattı ve onu
37
ÇizgiRoman İnceleme
ÇizgiRoman İnceleme
maceradan maceraya koşturdu. Öncüler okur için vazgeçilmezdir ve aynı yoldan gelenler – ki bunlara türevler de diyebiliriz - öncü karşısında fazla etkili olamazlar. Ancak genç okur tarihi kahramanlık denildiği zaman herşeyi tüketmeye hazırdı. Tıpkı Amerika’da süperkahramanların daima tutulması ve iyi kötü mutlaka benimsenmesi gibi, bizde de tarihi verilere tam anlamıyla bağlı kalmasa bile tüm kılınçlı kahramanlar yaşama şansı buldu. AKBULUT KAAN, BAHADIR, TOLGA, MALKOÇOĞLU, KARA MURAT, vs. Aslında hepsinin okuru çeken farklı özellikleri vardı, bazıları gerçekten de unutulmaz kareler sundular okura. Her gazetede günlük seriler okuru bir sonraki güne hazırlıyor , en heyecanlı yerinde kesilen bölümler merak duygusunu en üst sınırda tutuyordu. Hürriyet Gazetesinde 1967 yılında MARGUS KALESİ macerasıyla ilk kez okurun izlediği TARKAN’ın başlangıç reklamında sanatçının İtalya’da Hun tarihini her açıdan çok iyi incelediğini öğreniyoruz. Böylece okur, yepyeni ve bir anlamda KARAOĞLAN’ın açtığı yoldan ilerleyecek bir “benzeri” olmayan farklı bir çizgiromanla karşılaşacağını düşünecektir. Nitekim İlk kareler geldikçe bu düşüncesinin gerçek olduğunu farkeder. Sanatçının tereddütsüz, sağlam çizgisi muhteşemdir, ayrıca bu tarz çizgi romanlarımızda Avrupalı örneklerine göre arka fonun yetersiz, teferruatsız çizimi TARKAN’da söz konusu değildir. TARKAN’ ı siyaset bilimi açısından bir değerlendirmeye tabi tutacak isek ve dolayısıyla bu türün öncüsü KARAOĞLAN ile mukayese edecek olursak onun Hun İmparatoru Atilla’ya bağlı bir savaşçı olmasının ötesinde bağlılığının sorgusuz sualsiz olduğu görülecektir. KARAOĞLAN’ın şahsında görülen ve zaman zaman babası BAYBORA tarafından dengelenmek istenen ve KARAOĞLAN’ın gençliğine verilen delişmenliği, sorgulaması TARKAN’da görülmeyecektir. İlla bir eleştiri yapılacak ise TARKAN’ı iktidarın, onu hiçbir şekilde sorgulamayacak bir elemanı olarak görebiliriz. Katıksız bir iktidar uygulayıcısıdır TARKAN. Bilindiği üzere İtalyan Kaynaklı uzakbatı çizgiromanları, yani TEKSAS, TOMMİKS, TEKS, KAPTAN SWING ve diğerlerinde uygulanan ve okuru heyecanlandırırken eğlendiren bir formül , KARAOĞLAN’la birlikte aynı şekilde uygulandı. Bu, söz konusu ana kahramanlar kadar sevilen yardımcı (yan) karakterlerin maceralarda
sürekli bulunmasıydı. Yani bir anlamda okur karşısında bir takım bulunuyordu ve okur bu gruba alıştırılıyordu. Genelde iki kişiden oluşan bu destek grubu okura çeşitli nedenlerden okuru mizahi bir ortama sokar ve maceranın soluksuz izlenme aralıklarında bir rahatlama safhası meydana getirirdi. Asıl karakterin benimsemediği ve göstermediği zaaflara ve davranış şekillerine sahip bu karakterler tarihi kahramanlık serilerimizde de sayısı değişken olmakla birlikte oluşturuldular. KARAOĞLAN’da ÇALIK ve BALABAN, MALKOÇOĞLU’nda EJDER gibi. Hatta tıpkı 1977 yılının renkli KARAOĞLAN’ın da olduğu gibi iyice karikatürize edildiler (BALABAN adlı savaşçı). TARKAN’da ise görünürde KULKE adlı cüce hun savaşçısı bu role soyunur gibi gözükürse de, aslında TARKAN tek bir adamdır. Onun KARAOĞLAN’da olduğu gibi PARDAYANLAR serisinden etkilenildiği açık olan baba oğul ilişkisi yoktur. Kurtuyla birlikte maceralara atılan tek bir adamdır. Lüzumsuz konuşmaz. Böylece okuru neşelendiren ara bölümler, mizahi unsurlar karelere (bir iki istisna dışında ) hemen hiç sızmaz. Mizahi bölümler aslında bizim gibi gülmeceye meyilli bir toplum için vazgeçilmezdi ve kolaylıkla benimseniyordu. 7.Sanat sinemada tarihi kahramanlık türünün içine “kitch” denilebilecek şekilde yerleştirilmesi sonucunda MALKOÇOĞLU rolünü üstlenen CÜNEYT ARKIN surların dibindeki bir topun etrafında aptal bizans askerleriyle top gibi dönüyor ve sinema seyircisi bu ve benzeri sahnelere rahatlıkla gülebiliyordu. Çizgi romanda durum biraz daha ciddi ele alınıyor, yine de mizahtan, şakalaşmadan vazgeçilmiyordu. TARKAN’ın bu türe çok daha sert, dramatik ve okur tarafından gerçek bir heyecanla takip edilen ayrı bir hava katmıştır. Ayrıca dikkat edilirse TARKAN hiç gülmez. KARAOĞLAN, TOLGA , MALKOÇOĞLU zaman zaman alaycıdırlar, TARKAN’ın kullanılan konuşma balonları bile sertlik ve şiddeti öncül ve sonrakilere göre daha fazla yansıtır. Bu arada TARKAN’ın gülmemesini intihar eden değerli sanatçısının ruh haline bağlıyorum kişisel olarak. Bu tabii ki bir sezgi. Westernlerde görülmeyen cinsellik , “tarihi kahramanlık” türü ile okurlara sunuldu. Tabii ki belli bir dozajda. Ve sansürün elverdiği ölçüde. Kadın, “kılınçlı kahramanlar”da önemli bir rol oynuyor, dişiliğini bariz bir şekilde silah gibi kullanabiliyor ve iktidarı en azından maceranın son düğümü çözülünceye kadar elinde tutabiliyordu. Kadının dişiliğiyle erkeği çekip onun zayıf noktasını ortaya çıkarması pek söz konusu değildi ama TARKAN’da BÜYÜCÜ GOŞHA adlı karakter erkeğini yiyen bir kara dul gibi, hem onları ipnotize ederek kendisiyle sevişmelerini sağlıyor ve sonra onları öldürterek neredeyse cinsel büyülenmenin bir görüntüsünü veriyordu. TARKAN’da okura cazip gelebilecek şekilde aslı bir cadı olan BÜYÜCÜ GOŞHA’nın ve TARKAN’ın kardeşini bulmasını anlatan VİKİNG KANI macerasında “fantastik” müthiş bir şekilde kullanılmış ve okuru sarsmıştır. Aslında “tarihi” kelimesinin içeriği TARKAN’da çok daha fazla dolduruluyor gibi gözükse de ve bu bir gerçek olsa da “fantastik”, tarihi ortama mükemmel bir uyum sağlayacaktır. Kaleme aldığım aslında kısa bir yazı, inanılmaz eksikleri de olduğu muhakkak . Asıl gerçek ise tıpkı TEKS’in diğer örnekler arasında parlaması ve yaş sınırını yukarıya çekmesi gibi TARKAN’ın da hem yerli çizgiroman tarihimiz içinde daha yetişkinlere yönelik çok önemli bir eser olduğunu hem de aynı türdeki diğer başarılı ve çocukluğumuzun vazgeçilmezleri arasında tepe noktasında olduğunu düşünüyorum. Senaryo ve çizgi ustası SEZGİN BURAK, bizlere unutulmaz bir karakter hediye etti. Bana öyle geliyor ki kahramanıyla ruhsal bir bağ kurmuştu. Toplam onbeş adet (15) macerayı özenerek, her karenin hakkını vererek çizdi ve bizlerin anılarına gönderdi. Huzur içinde yatsın. Hüsnü ÇORUK
38
39
Öykü
Kiralık Ev Bildiğim kadarıyla devletle aramızda herhangi bir husumet yok, buna rağmen hayatımı zehir etmek için elinden geleni yapıyor. Devletle ilk tanışmam; babamın, “Eti de kemiği de senin.” diyerek okula yazdırdığı güne dayanır. Özgür bir ruha sahip olduğumdan bünyem ders çalışmayı reddetti. Öğretmeni sessizce dinlemektense sokaklarda deli gibi koşuşturmak çok daha cazipti. Bir ay içinde kararımı verdim: Okulu bırakacaktım. Bu fikrimi babamla paylaştığımda; önce okkalı bir tokat yedim, ardından Milli Eğitim Bakanlığının varlığını keşfettim. Meğerse okula gitmek mecburiymiş. Devletime ve babama boyun eğdim. Biraz büyüyünce, “Madem okumak zorunlu, o zaman doktor olayım.” diye düşündüm. Ama bu sefer de karşıma ÖSYM çıktı. Okuma ateşiyle yanıp tutuştuğum o günlerde, “Önce sınav.” dedi. Girdim ve böylece içimde yatan aslanın, tıp değil, Hitit dili ve edebiyatı olduğunu öğrendim. Madem devletim bunu uygun gördü, okuyayım dedim. Okul bitince Milli Savunma Bakanlığıyla tanıştım. “Her Türk asker doğarmış.” “Almayayım. Ben zaten ters doğmuşum. Önce ayaklarım çıkmış.” dediysem de, dinletemedim. Mıntıka temizliği yapmak üzere askere alındım. Döndüğümde kararımı vermiştim: Devletle tüm ilişkilerimi en alt düzeye indirtecektim. Bir Hititolog olarak serbest çalışmaya başladım! Ama bu sefer de vergi dairesi, sigorta, bağ kur peşime düştü. Kazancımı onlarla paylaşmam gerekiyormuş. Allah devletimize zeval vermesin diyerek bunu da kabullendim. Sonra… Sonra bir kız sevdim ve ona “Beraber yaşayalım mı?” diye sordum. “Olur” dedi. Sevinçten havaya uçmuştum ki, ev sahipleri beni aşağıya indirdi Evlerini bize kiralamaları için nikâh şartmış. “Devletle geçinemiyorum. Onu aradan çıkartsak?” dediysem de, ikna olmadılar. Mecburen belediyeyle tanıştım ve onlardan “Beraber yaşamalarında bir mahsur yoktur.” anlamına gelen bir belge aldım. Kadın ve aileden sorumlu devlet bakanlığı da varmış. Bunu evlenince öğrendim. Onlarla muhatap olmamak için karımın her istediğine evet dedim. Yine de peşimi bırakmadılar. Meğerse üç çocuk zorunluymuş. “Etmeyin eylemeyin. Bir Hititolog olarak ancak geçiniyorum.” dediysem de laf dinletemedim. Ne yapacağımı kara kara düşünürken, aybaşından aybaşına yüzünü gördüğüm ev sahibim, çat kapı kapımı çaldı. “Hayırdır?” dedim “devlet yeni bir kararname mi çıkarttı?” Böyle bir soru beklemediğinden kararlı yüzündeki istikrar bozuldu ve “Hangi konuda?” diye sordu. “Ev sahiplerinin ayda iki kez kira almaları konusunda.” dedim Derin bir iç geçirip, “Ahhhh… Nerede o duyarlı devlet?” dedi. Yalakalık olsun diye “Sizin de işiniz çok zor. Ama bu yasayı bir gün meclise mutlaka taşıyacağım. O güne kadar size iyi günleeer.” dedim ve üstüne kapıyı ittim. Araya ayağını koydu ve sırıtarak yüzüme bakıp “Nerdeyse unutuyordum.” dedi. “Neyi?” diye sordum. Son derece sıradan bir ses tonuyla, “Önemli bir şey değil canım. Evden çıkmanız gerek.” dedi. Bu sözleri o kadar doğal söylemişti ki boş bulunup “Anlaşıldı. Hallederiz.” dedim. Kapıyı kapatacağım sırada jeton düştü ve “Ne diyorsun sen be adam?” diye sordum. Sakinliğini bozmadan “Bir aya kadar evi boşaltmanız gerek.” dedi. “Neden? Yoksa oğlun Almanya’dan mı geliyor?” diye sordum. “Yok canım. Bunu da nereden çıkarttınız? Kentsel dönüşüm.” “Kentsel dönüşüm mü? Ne alaka?” “Bakın ben sizden çok memnunum. Bana kalsa oturun oturabildiğiniz kadar; ama Toki kafayı buraya takmış.”
40
41
Öykü
Öykü
“Toki mi? Onun oğlu mu oturacak bu evde?” “Ha ha ha... Çok sakacısınız doğrusu. Hiç öyle şey olur mu? Malum burası eski bina. Deprem yönetmenliğine uygun değil. Kentsel dönüşüm için Toki burayı yıkıp yeniden yapacakmış. Bu yüzden acilen boşaltmanız lazım.” Devlet yine karşıma çıkmıştı. Çaresizlikten yutkundum ve “Madem arada devlet var çıkarız.” dedim. “Bir aya kadar.” dedi “Yeni bir ev bulduğumda.” dedim. “Senin bulmanı devlet beklemez.” dedi. “O zaman çıkarız.” dedim en sert ses tonumla. Devlet yine işi gücü bırakmış ve kafayı bana takmıştı. O akşam durumu eşime anlattım. Kadın işte. Hemen panikledi. Ona göre bu mevsimde ev bulmak imkânsızdı. “Sakin ol hayatım.” dedim “devir değişti. Artık ev sahipleri kiracı arıyor. Emlakçılar desen, onların durumu daha da beter. Ellerinde o kadar çok kiralık daire var ki, içeriye bir müşteri girdiğinde bayram ediyorlar.” Yaşadığı şok yüzünden sözlerimi algılayamadı. O zaman gazeteyi açıp çarşaf çarşaf yayınlanan reklâmları gösterdim ve “Şuraya baksana. Dağ tepe inşaat. Bu kadar evde kim oturacak?” diye sordum. Kadın kısmını kessen, ağzından “Haklısın kocacığım.” lafını alamazsın. Bizimki de aynı soydan olduğundan, söylediklerimi kuşkuyla karşılayıp dudak büktü. Sinirlenmiş olmama rağmen kendimi tuttum. Nasılsa yarın birkaç saatte bu işi halledecektim. Üstelik her teklifi kabullenmeyecek, oldukça seçici davranacaktım. Evi tutar tutmaz da soluğu eşimin yanında alacak ve elimdeki anahtarları sallayarak “Nabeeeeer? Şiştiiin mi?” diyecektim. O anı biran önce yaşamak için sabah erkenden kalkıp soluğu emlakçıda aldım. Biraz da kasılarak “Kiralık ev istiyorum.” dedim. Beklediğimin aksine beni ayakta karşılamadı. Olgunluğuna verip aradığım özellikleri anlattım. “Demek istediğiniz ev; hem deniz görecek, hem de özel havuzu olacak. Doğru anlamış mıyım?” diye sordu. “Aynen. Malumunuz taşınmak kolay değil. Madem bu işe kalkıştık bari zahmetine değsin. Öyle değil mi efendim?” dedim. “Elbette.” dedi ve istediğim türden dairelerin fiyatlarını semtlerine göre tek tek sıraladı. Gülümsedim. “Beni yanlış anladınız galiba. Almayacağım sadece kiralayacağım.” dedim. “Söylediklerim zaten kiralık fiyatları. Bunların üstüne depozit ve altı aylık peşinatı da ekleyeceksiniz.” dedi. İster istemez aradığım özelliklerin bazılarından ödün verdim; fiyat çok az fark etti. On dakika içinde tamamından vazgeçtim. Ama istenen para hala çok yüksekti. Oturduğum evin standardına geldiğimde, şu an verdiğim kiranın iki katından bahsediyordu. Sinirlenmiştim. “Bu ne saçmalık.” dedim “dağ tepe inşaat.” “Her tarafta da yıkım var.” dedi. “Yani?” “Kentsel dönüşümden dolayı evlerinden çıkan çıkana.” “Yapılanlar yetmiyor mu?” “Devletin Suriye politikası değişmediği müddetçe yetmez.” Devlet bu sefer de karşıma Dışişleri Bakanlığını çıkmıştı. Ama bu sefer kararlıydım. Hemen pes etmeyecek ve sonuna kadar direnecektim. O kararlılıkla “Suriye mi? Benim kiralık ev aramamla onların ne alakası var?” diye sordum. “Öyle demeyim. Her taraf Suriyeli dolu. Bunların nerede oturduklarını hiç düşündünüz mü?”
42
“Hayır.” “Nereyi bulurlarsa. Bu kadar büyük talep karşısında haliyle kiralar aldı başını gitti.” “Ayağınıza kadar gelmiş müşteriyi mi kaçıracaksınız. Bütçeme uygun bir eviniz illaki vardır.” Yokmuş. Mecburen izin isteyip kalktım. O gün akşama kadar çevrede ne kadar emlakçı varsa dolaştım, ancak sonuç değişmedi. Akşam eve döndüğümde eşim beni kapıda karşılayıp “Ev buldun mu?” diye sordu. Dün gece söylediğim onca sözden sonra bulamadığımı itiraf edemezdim. Bu yüzden “Aramadım ki.” dedim. Kadın ve evli olduğunu o an birden anımsadı ve ellerini beline koyup “Bu saate kadar neredeydin?” diye sordu. Evi büro olarak kullandığımdan, “İşteydim.” deme lüksüm yoktu. “Arkadaşlara takıldım” dedim. Hangi arkadaşlarla nereye gittiğimi sordu. Ardından söylediğim her sözü biraz daha kurcaladı. Ben verdiğim ayrıntıların içinde boğulurken, o söylediğim hiçbir lafımı unutmadı ve yarım saat sonra yalan söylediğimi yakaladı. Bu sefer doğruyu söyledim; inanmadı. “Bırak palavrayı. Kim bilir hangi kadınla birlikteydin.” dedi ve kendimi savunmama fırsat vermeden yatak odasına gidip kapıyı içeriden kilitledi. Sonraki günlerde ev aramaya ara verip tüm vaktimi eşime ayırdım. Bir haftalık bir uğraşmanın ardından, ikna olup yumuşadı. Bu arada sevgili ev sahibim, sürekli olarak beni taciz ediyordu. Yüzünü görmekten artık sıkılmıştım. Ondan kurtulmak için ev bulduğumu ve ay sonunda taşınacağımı söyledim. Artık tüm mesaimi bu işe harcıyordum. Mahalledeki tüm emlakçıları tek tek ziyaret ettim. Sonuç değişmedi. Sokak sokak dolaştım. Sadece tabanlarım aşındı. Muhit değiştirmemde bir işe yaramadı. Bu arada günler su gibi akıyor ve ay sonu hızla yaklaşıyordu. Akşam eşimle yüzleşmek tam bir kabustu. Yorgun argın içeri girdiğimde bir hoş geldin bile demeden, “Ne oldu?” diye soruyordu. Kollarımı iki yana açıp “Bulamadım.”diyordum. İşte o zaman ağzını açıp gözünü yumuyordu. Beceriksiz ve tembel olduğum için bana, zamanında rahmetli annesini dinlemediği için kendisine kızıyordu. Ay sonuna birkaç gün kala ev sahibim yeniden ortaya çıktı. En babacan haliyle “Gençler” dedi “sizler ev taşımayı bilmezsiniz. Sıkışmayasınız diye size yardım etmeye geldim.” İtiraz etmemize fırsat vermeden de, içeri dalıp büfedeki eşyaları paketlemeye başladı. Eşimin öfke dolu bakışlarını görünce, sessizce kabanımı giyip kendimi sokağa attım. O gün girmediğim delik kalmadı ve sonunda bodrum katında, bol rutubetli bir daireyi, şimdi verdiğim kiranın bir kat fazlasına tuttum. Emlakçıyla el sıkıştıktan sonra muzaffer bir komutan edasıyla eve gittim. Ev sahibim hala bizdeydi. Üstelik benim koltuğuma kurulmuş, bir yandan çay içiyor bir yandan da eşimin yaptığı börekleri götürüyordu. Pazar günü taşınacağıma göre artık ona daha fazla katlanmama gerek kalmamıştı. Elindeki tabakları alıp “Sana iyi günleeer.” dedim. Tuttuğum evi görünce eşimle yeniden bozuşacağımızdan emindim. Bu yüzden o gecenin keyfini doyasıya sürmeye karar verdim. Koltuğuma kuruldum ve “Biraz da benimle ilgilen.” dedim. Çayımı getirir getirmez karşıma geçip beni soru yağmuruna tuttu. “Güzel.” dedim. “Çarşı pazara iki adım.” dedim. “Yazın canın denize gitmek hiç istemeyecek.” dedim. Sevindi. Ve o mutlulukla bana sarılıp dudağıma kocaman bir öpücük kondurdu. Bundan sonrasını anlatamayacağım. Zira devletin çocukları koruma kanunu var… Sabah evi görünce eşim adeta delirdi. “Bunu… Bunu nasıl tutabildin?” diye bana bas bas bağırdı. “Başka ev vardı da ben mi kiralamadım?” dedim. “Şuraya bak her taraf kapkaranlık.” “Ne güzel. İstediğimiz gibi ışıklandırırız. Romantizmin dibine vururuz.” “Ya rutubete ne demeli? Her taraf nem içinde.” “Bu daha da güzel. Evin içinde sahil kenarında yaşıyor gibi olacağız. Canın denize gitmek istemeyecek derken işte bunu kastetmiştim.
43
Öykü “Ben burada asla oturmam.” Yeni bir ev bulur bulmaz buradan taşınacağımıza dair söz verince, isyanı azaldı. Boya badana yaptırmak hiçbir işe yaramayacaktı. Bu yüzden hiç vakit kaybetmeden taşınmaya karar verdik. Bir nakliye şirketiyle anlaştım ve hemen o gün tüm eşyalarımızı topladık. İşimiz bittiğinde ikimizde yorgunluktan ölüyorduk. Tam yatacağımız sırada telefonum çaldı; emlakçı arıyordu. “Alo Eşref Bey hürmetler… Teşekkürler bende iyiyim... Ne olsun. Toparlandık. Bir nakliye şirketiyle de anlaştım. Kısmetse sabaha taşınacağız... Ne diyorsunuz? ... Olmaz öyle şey… Ne yapacağım şimdi? ... Sana da üzgün olmana da… S…tir git yaaa… Bozarım ne olacak? Yalnız ağzımı değil seni de bozarım. Sıkıysa gelsene buraya…” Telefonu kapattığımda sinirden elim ayağım titriyordu. “Ne oldu?” diye sordu eşim. “Ne olacak pezevenk herif evi bize vermekten vazgeçmiş.” dedim. “Nasıl yani?” “Ev sahibi daha yüksek kira veren biriyle anlaşmış.” “Buna hakkı yok ki... Elinde kapı gibi sözleşme var. Var değil mi?” “Elbette. El sıkıştık.” “Nasıl yani. Kaparo verip mukavele yapmadınız mı?” “El sıkıştık dedim ya sana.” Söylendi… Söylendi… Sonra da katılırcasına ağlamaya başladı. Saçlarını okşayıp “Üzülme. Bir çaresini bulacağız.” dedim. “Nasıl?” diye haykırdı. “Etrafına bir baksana. Her taraf darmadağın. Üstelik yarın sabah nakliyeciler de gelecek.” “Bizde taşınırız.” “Nereye?” “Nereye mi? Anneme.” “Annene mi?” O an laf olsun diye söylediğim söz birden cankurtaranım oldu. Büyük bir umutla buna sarıldım. “Evet. Biliyorsun tek başına yaşıyor. Bir yer bulana kadar orada takılırız. Zaten o ev zaten içimize sinmemişti. Orada yaşasaydık balıklar gibi yüzgeçlerimiz çıkardı.” Gözyaşlarını silerek bana baktı ve “Eşyalarımız ne olacak? Annenin evine sığmaz ki.” diye sordu. “Düşündüğün şeye bak. Bir depo kiralarız. Nasılsa sabah nakliyeciler gelecek. İllaki bildikleri depo vardır. Direkt oraya götürürüz.” “Olur mu?” “Bal gibi.” Ve kırk yaşından sonra annemin evine taşındık. İlk günler biraz zorlandıysak da zamanla alıştık. Hatta biraz fazla alıştık, zira artık kiralık ev aramıyoruz… Öykü: Atilla BİLGEN
44
Işığın ve Lorien’ın esrarengiz hanımı Asalettir onun kalplerde ki diğer adı Yüzyıllardır bilge ve üstün biz elfler için O bilir Orta-Dünya’nın uyumayan sırlarını Galadriel, karanlığın düşmanı aydınlığın çiçeği Orman diyarlarının biricik solmayan güzelliği Onu gören mutlaka hayran olur Bilge sözlerinde güven ve huzur bulur Efendi Celebron ile geldi bu topraklara Nicedir hasret ayrı durduğu ak kıyılara Yakındır hanımım gideceğiz elbet Hayalini kurduğumuz o muhteşem diyara Üzülme artık ne olur mahzun olma Bakmak istiyorum yazgıma sudan aynanda Gördüm, ne mutluluk, kavuşacağız atalarımıza Yüksek elflerin huzurla yaşadığı zamanlara Fakat çağımızı bir savaş beklemektedir Pek zaman kalmadı yüzük taşıyıcısı Gelince ışıklı diyar LothLorien ormanlarına Belki bende bir elf okçusu olarak katılırım savaşa Şerefimle ölürüm, belki sağ kalırım Lorien’ın saygı değer adına yakışırım
İllüstrasyon: Gülhan D SEVİNÇ
Yusuf GÜRKAN
45
46
47
Haberler
Haberler
"Malazgirt 1071" çizgi roman kitabı çıktı. Ressam Ramazan Türkmen’in uzun bir çalışma ve hazırlık döneminden sonra yazıp çizdiği “Malazgirt 1071” çizgi roman albümü nihayet basıldı. İsteme adresi bilgileri aşağıdadır. Ankara Büyükşehir Belediyesi, Basın Yayın ve Halkla İlişkiler Dairesi’nden 01.05.2015 TARİHİNDEN İTİBAREN TEMİN EDEBİLİRSİNİZ.
Gaddar Davut ve Tıknefes Dörtnala Geliyor
Game Of Thrones Karakterleri Disney Tarafından Çizilseydi Nasıl Olurlardı? Brezilyalı artistler Fernando Mendonca ve Anderson Mahanski'nin İllustrasyonlarıyla Disney tarzı Game Of Thrones karakterleri. Tyrion Lannister
Nuri Kurtcebe'den Müjde var NI-NI-NIIIIIIINNN DUYDUK DUYMADIK DEMEYİN ! GADDAR DAVUT HAYRANLARI MÜJDEYİ İYİ DİNLEYİN ! EFSANE GIRGIR DERGİSİNİN EFSANE ÇİZGİ ROMAN KAHRAMANI İYİLERİN KORUYUCUSU KÖTÜLERİN AMANSIZ KORKUSU HAYATTA HİÇ BİR ŞEY OLAMADIĞI İÇİN KAHRAMAN OLMAK ZORUNDA KALAN ÇİFT TABANLI VEDE RADYAL GÖVDELİ TARİHİN YETİŞTİRDİĞİ EN GIRGIR KAHRAMAN GADDAR DAVUT UN ÇİZGİ ROMAN ALBÜMLERİ GELİYOOOR ! Daenerys Targaryen ve Ejderhası Drogon
BEKLEYİN PEK YAKINDA BÜTÜN KİTAPÇILARDA
48
49
Haberler
Haberler
Cersei Lannister
Arya Stark ve Tazı (The Hound)
Ak yürüyen- The White Walker Brandon Stark ve Hodor
50
51
Haberler
Haberler
Jon Snow ve Kurdu Hayalet (Ghost)
'Warcraft' filmi için tarih belirlendi Süper kahraman silahları, alet-edevatları ( veya daha geniş anlamda oyuncakları) incelendiğinde oldukça farklılık gösterir. Karakterler gerekirse tanrısal güçlere sahip olsunlar ( Superman) gerekse hiç süper güçlere sahip olmasınlar ( Green Arrow) hepsi zaman zaman kötü durumlara düşmüşlerdir, bu yüzden oyuncaklara gerek duymuşlardır. Bu oyuncaklar şu şekilde kategorize edilebilir. • Süper güçleri olmayan kahramanların kullandığı oyuncaklar: Bir süper kahraman olmanın en büyük zorluklarından biri ilk başta güçlerinin neler olduğunu çözmek ve onları nasıl insanlık yararına kullanacağını öğrenmektir. Peki ya en büyük hayali süper kahraman olmak isteyen birinin süper gücü yoksa ? İşte o zaman süper güçlülerle dövüştüğü zaman avantajı sağlamak için kendini silahlandırma kısmı devreye girer. Bazı kahramanlar düşmanlarını farklı oyuncaklarla şaşırtmayı sever. Buna en iyi örnek Batman olarak verilebilir. Sürekli kullandığı
52
53
Öykü
Öykü
Yurtsuz ve Gizemli Cinayetler 4. Bölüm: Beyazlar İçindeki Siyah Prens Beyazlar İçindeki Siyah Prens Yıllar önce kuzeyin lekesiz , beyaz ve parıldayan karına, gökten karanlığı yararak bir adam düşer. Adam günlerce düştüğü yerde açtığı çukurda uyuklar. Uyandığında nerede olduğunu bilmez ve sorgulamaz. Yardığı çukurdan çıkar, üzerindeki siyah kumaştan yapılma asil kıyafetin üzerindeki karları silkeler. Biraz ilerisinde duran siyah, uzun yekpare topuzunu yanına alır. Günler ve gecelerce sürecek olan yolculuğuna başlar. Durmaksızın güneye yürür. Beyaz karların içinde siyah bir leke gibi gezinir. Yürür, yürür ve yürür. Kar hiç bitmez. Yorulmuş mudur, acıkmış mıdır, susamış mıdır? Kim bilir? Belki kırkıncı gece belki de ellinci sabah, birden yığılır yere. Orada uyur, belki altmış belki de yetmiş sene. Bir gün hala uyurken o, yanına bir karga konar. Karga çok durmaz uçar gider. Kargadan yirmi gün sonra Hei adında bir adam gelir. Hei uyuyan adamı sırtlar, evine kadar götürür. Adam uyandığında kendini yabancı hisseder. Yanındakiler ondan farklıdır. Dilleri değişiktir. Kendini anlatamaz, anlatılanları anlayamaz. Yıllarca aralarında besleme gibi yaşar. Dillerini öğrenir. Kültürlerini öğrenir. Dostlarını öğrenir. Düşmanlarını öğrenir. En zoru düşmanlarını öğrenmektir. Hiç bitmeyecek kadar çok düşmanları vardır bu insanların. Öğrenmekle kalmaz. Kendini de anlatır ve öğretir. Başka bir dünyada, büyük bir krallıkta bir prens olduğunu ve sürgün yediğini anlatır. Çok
54
iyi savaştığını da anlatır. Anlatmakla kalmaz, bunu gösterir. Kulaktan kulağa yayılır savaşmadaki ustalığı. İmparator tarafından hizmete çağrılır. Askerleri eğitir ve savaşlarda onlara önderlik eder. Onlarca farklı ırktan insanla mücadele eder. Hiç kaybetmez. Onun sayesinde İmparatorluk büyüdükçe büyür. Bir gün başka milletten bir adam ile tanışır. Onu sever. Tanıştığı adam imparatora düşmandır ama yine de sever hatta onu haklı bulur. Taraf değiştirir. İmparator tarafından hain ilan edilir. Yıllarca yeni devleti için de savaşır. Bilinir ki bir gün bundan da sıkılır. Kendisini insan ırkından ayrı tutup onların meselelerine karışmamaya söz verir. Sözün de durur mu bilinmez. Şimdi bu adam Altay dağlarının zirvesinde bir çadırın içinde boynuzuna konmuş sinekleriyle birlikte uyumakta. Belki rüya görüyordur. Kim bilir ne görüyor? Ben bilirim. Çoğunuz bilmezsiniz ama ben rüyaları da görürüm ama anlatmam. Bu sefer hariç. Rüyalar Şehrindeki Gerçek Prens Siyah gökyüzünün altındaki siyah dağların arasında bulanan siyah uçurum kenarında üç adam vardı. Birisi uçurum kenarında diz çökmüş, birisi ise kafasında taç bu adamın karşısında dik bir şekilde duruyordu. Sonuncu adam ise elinde kalın bir kitapla yanlarında durmuş bekliyordu. Taçlı olan şöyle dedi : “Söyle oğul, babaya isyanın cezası nedir?” Kitaplı olan sayfaları çevirip cevap verdi : “Hapis.” “Devlete isyanın cezası nedir?” “İdam.” “İkisi bir olursa ceza ne olur?” “Yine idam olur efendim.” Diz çöken adama doğru dönüp “Kendini savunacak mısın?” “Elbette.” “Dinliyorum.” “Ben yaptıklarımı halkım için yaptım.” “Halkın için halkını mı öldürdün?” Cevap gelmedi. Taçlı olan adam devam etti. “Cezan idamdır fakat bir baba oğlunun ölümünü isteyecek kadar canileştiği zaman verdiği karar geçerli olmaz. İşte bu yüzden cezan değiştirilip sürgün yapılmıştır.” Sırtını dönüp yürümeye başladı. Pelerini yerdeki toprakları sürüyordu. Son cümlesini söyledi : “Cezayı sen uygula oğlum.” Bunu kitaplı adama söylemişti. Adam kitabı kapatıp yere koydu. “Ayağı kalk kardeşim.” dedi. Suçlu ayağı kalktı. “Nereye sürgün yedim.” “Göklerin mavi, canlılarının ise cani olduğu yere.” “Ağabey, siz kazandınız ama ben haklıydım biliyorsun değil mi?” Ağabey duymamış gibi devam etti. “Arkanı dön.”
55
Öykü
Öykü Suçlu yüzünü uçuruma doğru döndü. Ağabeyi arkasından bazı sözler mırıldandı. Sırtına dokunup hafifçe itti. Suçlu karanlığın içinden aşağı doğru düşmeye başladı. Karanlığı da yarıp mavi göğün olduğu diyara doğru düşmeye başladı. Ağabey, kardeşinin ardından göğsünden çıkardığı siyah, uzun yekpare topuzu attı. Sonrasında yerdeki kitabını alıp gitti. Korkuyordu, kardeşinin bir gün sürgünden çıkıp gelmesinden, çok korkuyordu. Altay Dağlarındaki Uyuyan Prens Yaşlı adam çadırı aralayıp içeri süzüldü. Yurtsuz yerde bir bebek gibi uyuyordu. Adam, üstünden geçip çadırın öteki uçundaki yerine geçti. Bağdaş kurup oturdu. “Durumlar kötü.” dedi, “Hem de çok kötü.” Yurtsuz birden dikildi. “Ne olmuş?” dedi. “Gök mü yarılmış? Ne görmüş kargaların?” “Bütün insanlar elleri kılıçlarında bekliyorlar, savaşa hazırlar. Altay boyları kendilerini yemede, Çin onları püskürtmede.” “Biliyorum. Çin orduları hazırlamış, Türklerin üzerine yürüyecekmiş. Türklerin kendi içlerinde savaşması da yeni bir iş değildir. Hep böyleler.” dedi haberleri sakin karşılayan Yurtsuz. “Bu dediklerin, burada hep olan şeyler. Yeni bir şey yok mu?” Yaşlı adam “Var.” derken içeri bir kuzgun girip adamın eline kondu. “Kuzgunlarım kuzeyde bir hareketlenme görmüşler.” “Nasıl bir hareketlenme?” “Adamın biri, ezilen halklardan, pa-
56
raya düşkün adamlardan, açlıktan çaresiz kalmışlardan bir ordu kurmuş. Yavaş ve sinsice silahlanıyorlar.” “Bir kaç haydut... Belki devlet olduğunu ilan eder. Beni ilgilendirmez.” “Farklı kokular alıyorum, Yurtsuz.” “Birileri adam toplar, devlet kurar. Birileri kılıç çeker, devlet yıkar. Siz insanlar bunu sever, bunu yaparsınız. Kan dökmek hoşunuza gider. Siz savaşırsınız, sizin insanlarınız ölür. Hem kötü mü? Senin kargalarına yemek çıkar.” Yurtsuz bunları söylerken Yaşlı adam, elindeki kuzgunu okşuyordu. Karşısındaki susup kendine bakınca hayvanı kafasından öptü. “Bunlar akıllı hayvanlar.” dedi. “Tuhaflığı sezerler. Kuzeyde parlak zırhlı bir adam görmüşler. Tamamı gümüşten yapılma bir zırh... Zırhlı adam bir güneş gibi parlıyormuş. Yanına topladığı adamları eğitiyormuş.” “Tamam. Anladım. Tuhaf bir şey var kuzeyde. Şu Hintli ve Çinli işini bir çözeyim ona da bakarım.” dedi ve biraz sustuktan sonra devam etti. “Ben gideyim artık. Kargaların benim üstümde olsunlar.” Yurtsuz ve yaşlı adam ayağa kalktı. Sarıldılar. Ayrıldılar. Çadırdan dışarı çıktı. Çadır, yüksek bir dağ zirvesindeydi. Yurtsuz buraya Orman olmadan çıkmıştı. Orman buraya rahatlıkla tırmanabilirdi fakat aynı rahatlık ile inemezdi. Bu yüzden Yurtsuz yalnız gelmişti. Yavaş yavaş indi dağdan. Birkaç saat sonra Orman’ı bıraktığı yere vardı. Orman onu beklemekten sıkılmıştı. Yurtsuz yanına yaklaştı. Hayvan küsmüş gibi davranıyordu. Belki de bu kadar bekletilmeyi hak etmediğini düşünüyordu. Yurtsuz, üzerine binmeye çalıştı. Orman izin vermedi. Bunun üzerine Yurtsuz, yürüyerek yoluna devam etmeye başladı. Orman’ı bırakmış umursamazca gidiyordu. Sahibinin bu gidişini gören Orman, oyunu daha fazla sürdürmedi ve ardından koştu. Karanlık diyarda, kralına isyan ettiği için dili kesilmemiş olsa “Haydi bin bana.” diye bağıracaktı. “Sadece bir oyun yaptım.” Efendisi Yurtsuz, sanki o bunları demişçesine şöyle karşılık verdi: “Sen oyun yaparsan ben de oyun yaparım.” Ardından Orman’a sarıldı ve “Ben seni hiç bırakır mıyım?” dedi. Öykü: Cevher Veli KARAKOÇ
57
İllüstrasyon:Bora ORCAL
58
59
60
61
62
63
64
65
66
67
Ön Okuma
Bilin Bakalım Kim Geri Döndü? Batman 3 : Ailenin Ölümü Özgün Adı : Batman Volume 3 – Death of the Family Scott Snyder Yazar
Cenk Könül Çevirmen Bora Öngürer Editör Berk Șentürk Grafik ve Uygulama
Greg Capullo - Jock Çizer
Ertan Ergil Yayın Yönetmeni
BİR YIL BOYUNCA, ...bir delinin, solgun beyaz derisini yüzüp suratından ayırmasının ardından Joker, sakat bırakılmış ve yaralanmış bir biçimde Gotham sokaklarından sendeleyerek kaçtığı günden beri… GOTHAM ŞEHRİ ÖZGÜRDÜ. Batman ve dostları, bir yıl boyunca Joker’in ne zaman geri döneceğini düşünerek tedirgin ve tetikte bekledi. Joker döndü, hem de hiç olmadığı kadar sinsi ve ölümcül bir şeye dönüşerek. Bu kez hedefi Kara Şövalye değilmiş gibi görünüyor. Onun yerine, hain emellerini Komiser Gordon, Alfred, Robin, Nightwing ve Red Robin’e yöneltmiş durumda... Batman’in kalan tek ailesine... Suç dünyasının Palyaço Prensi en beklenmedik, en acımasız ve en psikopat saldırısına başlarken, Batman’in en yakınındakilere gözünü dikmiş durumda. Batman, baş düşmanının gelmiş geçmiş en manyakça saldırısını durdurabilecek mi? Yoksa Batman’in inşa ettiği her şeye mâl olacak ölümcül bir sırrın açığa çıkışına mı tanıklık edeceğiz? 1. Baskı Nisan 2015 - İstanbul ISBN : 978-605-64967-5-2 Sayfa Sayısı : 176 İç : 135 gr. 1. sınıf parlak kușe kağıt - iplik dikiș Kapak : 300 gr. 1. sınıf parlak kușe kağıt Fiyat : 32.50 TL
JbcYayincilik.com - info@JbcYayincilik.com - twitter.com/JbcYayincilik - facebook.com/JbcYayincilik - instagram.com/JbcYayincilik
68
69
Sinema İnceleme
Belki de Gelecek Böyledir:
Brazil
Her işlem için doldurulması gereken evraklar, iş bilmeyen bürokratlar,“Benim gibi düşünmeyen teröristtir.” diyen bir devlet, kaybolan, işkence gören bir dünya insan... Terry Gilliam’ın Brazil’ine hoş geldiniz. 1985 yapımı film, bürokrasi yüzünden işlerin yürümediği, baskının kanıksandığı ve terörün günlük yaşamın bir parçası hâline geldiği bir uzak gelecekte geçiyor. George Orwell’in 1984’te, Aldous Huxley’nin Cesur Yeni Dünya’da, Ray Bradburry’nin Fahrenheit 451’de kurduğu distopik dünyaya görsel olarak şahit oluruz Brazil’de. Bürokrasideki bir hatadan dolayı evinden alınıp götürülen ve bir daha bulunamayan masum insanlar, bu insanları bulmak için çaba gösteren insanların karşılaştığı engeller, işkencede sorguya çekilen ve işlemediği suçları itiraf edenler bir tarafta, tüm bunları görmezden gelip her şeyin yolunda olduğunu düşünen hükümet ve yanlıları diğer taraftadır. Sistemden çıkıp yaşadığı dünyanın saçmalığının farkında olanlar ise sürekli aranır ya da izlenirler. Okuduğumuz ya da izlediğimiz distopyayı konu alan her eser, okur ya da izleyici üzerinde apayrı bir etki bırakır. Durup düşünmek, nasıl bir dünyaya doğru gittiğimizi sorgulamak ihtiyacı duyarız. Belki de yaşadığımız dünyanın her geçen gün daha da o distopyalara benzediğini görüp şaşırırız. Brazil de bu etkiyi uyandırıyor işte izleyicisinde. Bunları yaşamaya başladık bile, diyebiliyoruz. Hem bilimkurgu özelliği taşıyan hem de modern dünyaya sert eleştiriler yönelten film, bir karakomedi olarak da adlandırılabilir. Totaliter bir devlette, sert bakışlı ciddi adamların beceriksizliğini, işbilmezliğini anlatma biçimi filmin hem hiciv hem de mizahi ögelerini bir araya getirdiği anlardır. Duyarsız, hissiz, kendi modern dertlerini yaşayan, estetik için kılıktan kılığa giren insanlar da bu eleştirden nasibini alır. Teknolojinin epey ileride olduğu bir çağda geçmesine rağmen işleyişteki hantallık ve çevresel faktörlerin o süper bilgisayarlarda hataya neden olması, bir başka eleştiri noktasıdır ki filmin hemen başında teknisyenin tavanda öldürdüğü böceğin yazıcıya düşmesi sonucu “Tuttle” yazılması gereken isim “Buttle” yazılmış ve bu olay da masum Bay Buttle’ın ortadan kaybolmasıyla sonuçlanmıştır. Film, yapay bir ortamda geçer. Binalar, yollar, tabelalar... Doğa yoktur Brazil’de. Filmde doğaya ait gördüğümüz tek unsur, ana karakter Sam’in hayal olarak gördüğü bir “doğa içinde kır evi” görüntüsüdür. Modern insanın, kendi sözde gelişmesi uğruna etrafına zarar vermekten kaçınmayacağının resmidir bu görüntüler. Jonathan Pryce’a Kim Greist ve Robert De Niro’nun eşlik ettiği film için Terry Gilliam’a 1939 yılına ait Aquarela do Brasil isimli şarkı ilham vermiş. Çekildiği yıllarda olay yaratan ve daha çekimleri esnasında “1984 buçuk” olarak adlandırılan film, insanoğlunun alternatif geleceğini, gözler önüne serer ki bu da onu eskimeyecek bir yapıt hâline getirir. Ceren ÇALICI
70
71
Öykü
Öykü
Bekçi cep telefonunun ekranından koridorun görüntülerine baktı. Bolvadin’in odasına giden kameraların görüntülerini kaydedip montajladıktan sonra yaklaşık 1 saatlik bir görüntü hazırlamıştı. Bolvadin şu an o 1 saatlik görüntüyü izliyordu, kendi ise cep telefonundan güncel kamera kaydı görüntülerini.
Bolvadin’in adamlarını saymaya başladı. Alt kat Salonda 5, üst kattaki bir kapının önünde nöbet tutan 2, tuvalet de 1, yatak odalarının iki tanesi boştu, bir tanesinde de 1 kişi yatıyordu. Nöbet tutan adamların bulunduğu odadaki kamerayı açtı, içeride 3 çocuk ve 2 de kadın vardı. 1 tanesini Bolvadin’in eşi diğeri de bakıcı olmalıydı. Mutfak kamerasında 2 si kadın 1’i erkek 2 görevliyi gördü, küçük kız akşam yemeğinden arta kalan bulaşıkları yıkarken diğer ikiside sabah kahvaltısı için hazırlık yapıyordu. Cep telefonundan kronometreyi açarak kalan zamana baktı 32 dakika kalmıştı, kronometre sıfırı gösterdiğinde Bolvadin’in izlediği kayıt bitecekti. Telefonunu cebine koydu ve çantasından gaz maskesini çıkarıp taktı, sonrada bir şişe çıkarıp kapaktaki fitili yaktı. Fitilden çıkan duman salona doğru ilerlerken cep telefonunu çıkardı ve koridordaki tuvalet deki adamı kontrol etti. Adam işini bitirmiş ellerini yıkıyordu. Eline bıçağını alıp tuvalet kapısının önüne geçerek musluğun sesini dinlemeye başladı. Musluğun sesi kesilip kağıt havlu makinesinin sesi geldi. Bekçi dudaklarını iştahla yaladı işte avı geliyordu. Kapı açıldığı anda bir eli ile adamın ağzını kapatıp bıçağını da kalbine sapladı. Kurbanının gözleri şaşkınlık ve acı içerisinde sonuna kadar açıldı, böyle bir süprizi beklemiyordu, bu kadar hızlı bir şekilde ölmeyi hiç beklemiyordu. Bekçi kurbanlarını hızlı öldürmeyi sevmezdi ama bu gece çok hızlı olmalıydı. Bolvadin’i avladıktan sonra tadını çıkarmak için çok zamanı olacaktı. Adamın öldüğüne emin olunca elini ağzından çekip ölü bedeni yavaşça yere yatırdı ve tuvaletin kapısını kapattı. Aşağıdan öksürük sesi duydu, duman sonunda adamlara ulaşmıştı. Hemen cep telefonunu çıkardı ve koridordaki adamlara baktı, aşağıdakiler bayılmadan onlara saldırırsa bir ihtimal aşağıdakilerin sesleri duyabilir ve ona yardıma koşabilirdi. 28 dakika zamanı kalmıştı boşa harcayacak vakti yoktu. Tuvaletten çıkıp yatak odasında uyuyan adama yöneldi. Adam horlayarak uyuyordu, horultu okadar yüksekti ki kapıyı açık bıraksam yukarda ki tantanayı kimse duymaz diye kıkırdadı. Odaya girerken sırtında asılı duran baltalardan birini almak için elini omzuna götürmüştü ki, yüzüne hafif bir gülümseme geldi. Yatak ahşaptı salanınca ses çıkarmayacak türden aşağıdakiler bayılana kadar biraz eğlenebilirdi. Odaya göz gezdirerek kullanabileceği şeylere baktı, yatağın yanında duran 1 adet litrelik pet şişeyi görünce ağzından salyalar akmaya başladı. Çantasından koli bandı, poşet ve kelepçe çıkardı, epeydir yapmak istediği bir şeyi sonunda yapabilecekti, aynı bir çocuk gibi heyecanlandı. Gelen var mı diye cep telefonuna baktı, alt kattakiler bayılmaya başlamıştı, duman üst katta da ulaşmaya başlamıştı tabi onlar bayılmayacaktı ama sersemlemeleri yeterliydi. Koli bandını açtı ve hızlıca yatan adamın ağzına yapıştırdı. Adam bir anda yataktan fırladı ama bekçi sırtından çektiği baltasının küt tarafı ile adamın suratına yapıştırdı ve adam anında yatağa geri yattı. Hızlıca kelepçenin bir ucunu adamın saç eline geçirdi diğerinide adamın sol bacağına böylece birdaha ayağa kalkamazdı. Hevesle elleri titremeye başladı, hızlı soluk alıp verirken gaz maskesinden çıkardığı ses gerçek bir canavar sesine benzemişti. Poşeti adamın kafasına geçirdi ve altını koli bantı ile sıkıca bağladı. Poşetin içindeki hava kısa sürede bitti. Bir süre adamın nefessiz kalmasını bekledikten sonra poşeti üstünü bıçağı ile açtı. Adam derin bir nefes aldı, ağzı kapalı olduğu için sadece burun deliklerinden nefes alabiliyordu. Kurbanına hevesli bir sesle “Çiğerlerin yanıyor değil mi?” diye sorduktan sonra adamı dik duruma getirdi. Adamın gözleri kıpkırmızı olmuştu, bu deli adam az önce onu öldürmeye çalışmıştı. Bekçi yerdeki pet şişeyi aldı ve ağzını açtı. Adamın kırmızı gözleri fal taşı gibi açıldı, birsüre gözlerindeki çaresizliği zevk alarak izledikten sonra pet şişedeki suyu poşetten içeriye dökmeye başladı. Su burnunu biraz geçene kadar dökmeye devam etti.
72
73
Günahların Bekçisi BÖLÜM 11 – Bolvadin Katliamı -1 Cemil Bolvadin'in evine girdiğinde kan kokusu bütün evi sarmıştı. "Kaç tane var?" diye sordu. Tolga "Halen cesetleri topluyoruz, bazıları parçalara ayrılmış onları eşleştirmek bile çok zamanımızı alacak." diye cevap verdi. "Hiç kurtulan olmuş mu?" Tolga başını aşağıya eğerek "Şu ana kadar hayır." dedi. "Böyle bir yere girmeyi nasıl başarmış? Her yerde adamlar vardı, neredeyse her köşede." diye sordu. Erkan bahçeye çıkarak "Bolvadin'in hatasıda buydu, çok fazla güvenlik olması." diye cevap verdi. Genelde olay yerlerine gelmezdi, ama bu sefer tam manası ile bir katliam olmuştu. Gazeteciler bunu öğrendiğinde deprem etkisi yaratacaktı, bu yüzden olayı öğrenir öğrenmez ilk işi Bolvadin katliamı için yayın yasağı getirmek oldu. Cemil Erkan'a "nasıl yaptığını öğrenebildiniz mi?" diye sordu. "Evet, güvenlik kameralarına girmiş." *
*
*
Bolvadin önündeki ekrandan bahçedeki görüntüleri izliyordu, herşey çok sakindi. Abdullah ve Sadık ön bahçede devriye atıyorlardı, Mehmet ve Şükrüde arka bahçedeydiler. İçeride Umut, Volkan ve Rıdvan çocuklarının bulunduğu odanın kapısında nöbetteydiler. Diğer adamları ise evin içerisinde dolaşıyorlardı. Ev kale gibiydi, ondan habersiz bir sinek bile içeriye giremezdi. Saatlerdir gözlerini güvenlik kameralarından ayırmamıştı, beklide pencereden baksa uzun zamandır Abdullah ve Sadığın devriye gezmediklerini fark edebilirdi, yada arka bahçeye çıksa Rıdvan’ın arkasından gizlice yaklaşıp önce Volkan’a elektirik tabancası ile ateş edep ardından Rıdvan’ın gırtlağını kesen adamı fark edebilirdi. Tabi hemen peşinden adamın sırtında taşıdığı iki baltadan birini çıkarıp Volkan’ın başını gövdesinden ayırdığını da görecekti. * * * Cemil ve Tolga kan ve iç organlarla süslenmiş koridorda ilerliyorlardı. Bolvadin’in adamlarını öldükten sonra koridoru süslemek için uzun bir süre uğraşmış olmalıydı. Tolga “Eve girmek neyse ama koridorda nasıl ilerlemiş olabilir. Burada nereden bakarsan bak 10’a yakın adam vardı.” diye sorduktan sonra Cemil’in durduğunu fark etti. Arkasını dönerek Cemil’e baktığında yüzündeki o şüpheci ifadeyi gördü. “Sorun ne?” diye sordu. *
*
*
Öykü Kurbanı boğulurken gözlerine baktı, insanlar ölürken gözlerine bakmayı seviyordu, insanlar ölürken ona gözeri ile yalvarıyordu, “Lütfen yapma lütfen, benim suçum ne.” O an bir tanrı oluyordu, insanları yargılayıp günahlarını cezalandıran bir tanrı. Kurbanının gözleri kayıp son nefesini de verince pet şişedeki kalan suyu da içeriye boşaltıp poşetin ağzını bantladı. Çok güzeldi muazzamdı diye düşündü. Hayat bu kadar basitti, sadece ağzını ve burun deliklerini kapatman bir insanın ölmesi için yeterliydi. İnsanları yüzlerindeki 3 delik hayata bağlıyordu. Telefonundaki kronometre baktı 13 dakika kalmıştı çok fazla oylanmıştı ama buna değerdi. Kameralara hızlıca göz gezdirdi, salon ve mutfaktakiler uyumuştu. Üst kattakilerse iyice sersemlemişlerdi. Sırtından baltalarını alıp koridora çıktı. Koridordaki adamlar gözlerini ovuşturuyorlardı, bütün gücü ile koşmaya başladı adamlardan biri sesi duydu ama dünyayı bulanık görüyordu ne olduğunu anlayamıyordu. Bekçi havaya sıçradı ve sağ elindeki baltayı adamın kafasına gömdü, yere iner inmez diğer baltayı iki eli ile kavradı ve tüm gücü ile ikinci adamın gırtlağına geçirdi. Darbe okadar güçlüydü ki balta adamın kafasını koparıp duvara saplandı. İki adamda ses dahi çıkaramamıştı ama bekçi çok gürültü yapmıştı, içerden kadınların neler oluyor dediklerini duyabiliyordu. Hızlı davranmalıydı yoksa avları panik odasına kaçacaktı. Belinden bıçağını çıkarıp hızlıca kapıyı açtı ve karşısına ilk çıkan kadının kalbine sapladı. Çocuklar çığlık atarken diğer kadın çocuklara odaya gidin diye bağırıyordu. Şok tabancasını çıkardı ve kadına doğru ateş etti, kadın yere kapaklanıp çırpınmaya başladı. Çocuklar çığlık çığlığa panik odasına girdiler tam kapıyı kapatmak üzereydiler ki bekçinin “Bir adamı daha atarsanız anneniz ölür” sözleri odada yankılandı. Çocuklar kapının eşiğinde durdular, 2 küçük kız ağabeylerine sarılıp ağlamaya başladılar. abileri onları sakinleştirmek için başlarını okşarken “Annemizi zaten öldürdün.” dedi. Bekçi kapıya serilmiş cansız bedene baktı. “Ah, normalde kapıyı hizmetçilerin açması gerekmiyormuydu?” “O hizmetçi değil teyzem.” Bekçi kırkırdadı. “Ah koca oğlan kimseye güvenmiyormuş demek. Şimdi yavaşça yanıma gelin.” Bekçi’nin sesi okadar ürkütücüydü ki kızlar ağabeylerine daha sıkı sarıldılar. Agabeyleri kızları teselli etmek için “Korkmayın, babamızı kimse yenemez, o en güçlüdür tek başına koca bir ayıyı bile yenebilir. Birazdan bizi kurtarmak için kapıdan içeriye girecek” dedi. Bekçi’nin taktığı maske yüzünden yüzündeki koca sırıtış görünmüyordu ama gözlerindeki parlama maskenin dışına taşmıştı. “Hadi kapıyı açta bak bakalım baban oradamı.” “Hayır. Bakmak istemiyorum.” “Neden? Babanı görememekten mi korkuyorsun?” Oğlan cevap vermedi. “Yoksa onu görmektenmi korkuyorsun?” Kardeşleri başlarını oğlanın göğsüne bastırdılar. “Babanı başını nasıl gövdesinden ayırdığımı görmekten mi korkuyorsun?” Devam Edecek Öykü: Kıvılcım ARDUÇ
74
75
76
77
Öykü
Otel Oda 247 (Bölüm 5) ..ben bir hostesim. Yani hostestim. Sürekli uçuşlarım vardı. Mavi hostes üniformamı giyip, bazen yurt içi bazen yurt dışına yatılara kalırdım. Hostes olduktan sonra hayatımın büyük bir bölümü otellerde geçti. Evliyim. Hostes olmam dolayısıyla bir çocuğum yok. İyi ki de bir çocuğum yok. Eğer bir çocuğum olsaydı kocamın beni aldatmasına göz yumar ve tüm mutsuz ve aldatılmış hostesler gibi yolcuların yüzüne ağlamaklı gözlerle gülerdim. Yurt içinde bir uçuş sonrası yatıya kalmam gerekiyordu. Uçuş firmasının ayarladığı bir otele gittim. O gün yakın arkadaşlarımdan birisi bana telefon etti ve kocamın beni evimizde aldattığını söyledi. İlk başta inanmadım. “İnanmayacağını biliyordum zaten o yüzden fotoğraflarını çektim.”dedi arkadaşım. Telefonunun kamerasıyla çekmiş olduğu fotoğrafları e-mail yoluyla bana yolladı. Kristal kadar berrak bir gerçeklik. Fotoğrafları gördüğüm anda tüm vücudum alevlenip yanmaya başladı. Sinirden kudurmak üzereydim. Otel odasını yerle bir ettim. İlk başta kocamı arayıp “Boşanmak istiyorum.” demek istedim. Sonra vazgeçtim. Onun yanına bunu bırakamazdım. İlk önce emin olmalıydım. Bir süre beni aldatıp aldatmadığını öğrenmek için onu takip ettim. Aldattığını tescilledikten sonra her yatıya çıkışımda, başkalarıyla birlikte oldum. Yurt dışı yatıları en zevkli olanlarıydı. Her türlü sapkınlığı arayıp buldum. Kadın ya da erkek ayırt etmeden herkesle birlikte olup tüm sapkınlıkları yaptım. Her türlü kimyasala bulaştım. Yine sıradan bir yatı gününde, tüm uçuş ekibinin kaldığı otelde yer kalmadığını ve beni başka bir otele göndereceklerini söylediler. Hiç sorgulamadan kabul ettim. Otelin döner kapısından girdim. Resepsiyonist adam epeyce yaşlıydı. Odamın anahtarını aldıktan sonra beni 247 numaralı odaya girmemem hakkında uyardı. Odama yerleştikten sonra kendime bir kahve yaptım. Kahvemden bir yudum alıp masaya koydum. Masanın üstünde oda 247 hakkında bir uyarı broşürü gördüm. Merakıma hakim olamayıp Oda 247 ye bakmaya gittim. Kapıyı çaldım. Kapıyı resepsiyonist adam açtı ve beni Oda 247 ye davet etti. İçeri girdim ve ardımdan kapıyı kapattı. Bana bir içki ikram etti. Bir süre havadan sudan muhabbet ettikten sonra merak edip sordum. “Neden Oda247 ye girmemem hakkında beni uyardınız?” “Bu görevi aldığımda bunu her gelen müşteriye söylememi otel istedi.”dedi. “Ne görevi? Hem otel nasıl bir şey isteyebilir ki?”dedim söylediklerine hiçbir anlam veremeden. “Ben artık emekli oluyorum. Şimdiden itibaren bunları yapmak senin görevin. Otel seninle de konuşacak. O zaman otelin nasıl bir şey istediğini anlarsın.”dedi. Söyledikleri tüylerimi ürpertti. İkram ettiği içkiyi fondip yaparak masaya vurdum. “Neyse ben artık odama gideyim.”dedim ve oturduğum koltuktan kalkıp kapıya doğru yöneldim. Tam kapının kulpuna elimi dokundurdum ki “Odadan çıkarsan otel seni öldürür.”dedi büyük bir soğukkanlılıkla. Korkudan donup kalmıştım. “Nasıl yani?” diyebildim sadece. Titrek ve detone bir sesle. “Geç karşıma ve söyleyeceklerimi dinle.”dedi. Korkudan koşarak kaçmak istedim ama yapamadım. Resepsiyonist adamın karşısındaki koltuğun ucuna dimdik bir şekilde oturdum.
78
79
Öykü
Öykü “Evet dinliyorum.”dedim. “Bak kızım. Bugüne kadar bu otelin tüm işlerini ben yaptım. Bu odaya girdiğine göre artık sıra sende. Bu kuralı otel koydu. Ben koymadım. Oda 247 ye senden başka birisi girene kadar otelin tüm görevi sendedir. Eğer, başka birisi gelmeden Oda 247yi terk edersen, sokağa çıkmadan otel seni öldürür. Otelin tek güvenli odası Oda 247dir. Bu odaya sahip olduğun zaman yaşlanmazsın. Bu odaya sahip olduğun zaman, otelin herhangi bir yerine dilediğin gibi gidebilirsin. Oda 999 da iken bir saniye sonra Oda 094 de olabilirsin. Gitar çalmak istediğin zaman gitar hemen ayağına gelir. Çalarsın. Muhteşem bir yemek istediğin zaman yemek ayağına gelir. Yersin. Ama insanları istersen, otele karşı gelmiş olursun. İnsanlar otelindir. Bu otel günahkâr insanları kendisine çeker. Günahla beslenir. Günahkar bedenler ile hayatta kalır. Senin işin ise bu günahkâr bedenleri otelin kalbine götürmektir. Burada olduğun ve otele karşı gelmediğin sürece ölümsüzsün. İster odayı kimseyi sokamaz sonsuza kadar yaşarsın. İster insanların buraya gelmesini bir şekilde sağlarsın. Sana kalmış. Zaten otele karşı geleceğini de zannetmiyorum. Burada olduğuna göre sende bir günahkârsın. Oda 247 ye girmeyin broşürleri de benim fikrimdi. Elbet bu ters psikoloji bir günahkarın üstünde işe yarayacaktı ve yaradı da. Sen geldin. Artık bana müsaade. Geri kalanını da otel sana gösterir.”dedi ve odadan dışarı çıkıp kapıyı üstüme kapattı. Kanım donmuştu. Koltuğun ucunda oturmayı bırakıp arkama yaslandım. Söylediklerini kabullenmeye çalışıyordum. Koltuktan kalkıp pencereye doğru yöneldim. Otelin sokak çıkışına doğru baktım. Resepsiyonist adam, elini kolunu sallayarak sokağın sonunda kayboldu. “Beni korkutmak isteyen başka bir psikopat herhalde.” dedim kendi kendime ve Oda247nin kapısına doğru yönlendim. Derken inanılmaz bir acı ile yere çakıldım. Beynim patlıyor gibiydi. Bir sürü şey görmeye başladım. İlk önce Oda247 den kaçmaya çalışanların nasıl öldüğünü gördüm. Ardından otelin odalarında ölen herkesin tüm yaşadıklarını, geçmişlerini ve günahlarını gördüm. Nasıl öldüklerini, nasıl öldürüldüklerini gördüm. Adam haklıydı. Otel şuan beni kendisine inandırıyordu. Otel tüm yaşadıklarını hafızama kazıdıktan sonra inanılmaz acı duruldu. Oteldeki tüm insanların varlıklarını hissedebiliyordum. Hatta bir kaçı şu an ölmek üzereydi. Ayağa kalktım ve tekrardan koltuğa oturdum. Eğer bu otel günahkarları kendisine çekiyorsa kocam olacak o Altan iti de bir gün buraya gelecekti. Çok uzun süredir bu oteldeyim. Zaman kavramım olmadığı için kaç sene geçtiğini bilmiyorum. Beklediğim gün geldi çattı. Altan şu an Oda247’nin kapısının önünde, içerde ne olup olmadığını merak ediyor. Kapının kilidini açtım ve bir süre sonra Altan içeri girdi. O biraz yaşlanmış ve çökmüş, bense hala buraya geldiğim gibiydim. 1 saniye bile yaşlanmamıştım. Beni odanın içinde gördüğü zaman şaşırdı. Bakakaldı teki sahte olan gözleriyle. “İçeri girmeyecek misin?”dedim. Cevap vermeden içeri girdi ve Oda 247nin kapısını kapattı. “İçecek bir şeyler ister misin?”dedim. “Viski olsa fena olmaz.”dedi. Viskilerimizi bardaklara koydum ve bardağını ona uzattım. Karşısındaki koltuğa oturdum. Öylece sustum. Altan, şaşkınlığı geçtikten sonra konuşmaya başladı. “Nerelerdeydin Aysima? Her yerde seni aradım. Gitmiş olabileceğin tüm şehirleri ve şehirlerdeki tüm otelleri bir bir gezdim. Seni sordum. Tam umudum tükenmek üzereydi ki seni buldum. O kadar mutluyum ki seni bulabildiğime. Artık evimize dönelim Aysima.”dedi ve viskisinden bir yudum alıp kocaman ve mutlu gözleriyle bana baktı. “Ben gidiyorum ama sen burada kalıyorsun Altan.”dedim ve viskimden bir yudum aldım. “Nasıl yani?” dedi şaşırarak.
80
“Sen artık otelinsin. Bense özgürüm. Bu odada kısılıp kaldım çünkü bu odaya bir başkası girene kadar bu odada hapistim. Şimdi sen geldin ve beni özgür bıraktın.”dedim ve viskimi bitirdim. Benden önceki resepsiyonist adamın bana Otel ve Oda247 hakkında anlattıkları Altan’a da anlattım. Bir süre düşündü. “O zaman burada beraber ölümsüz olalım. Sadece ikimiz. Sen varsan ben her şeyi yaparım. Her şeyi kabullenirim. Sonsuza kadar birlikte olalım. Sence de harika olmaz mı Aysima?” dedi. Söyledikleri üstüne bunca şey görmeme rağmen şaşırdım. Şaşkınlığım kısa sürdü ve birden sinir tepeme sıçradı. “Sen beni o kızıl orospuyla aldatıyordun Altan! Şimdi de gelmiş bana sonsuzluktan bahsediyorsun. O orospu seni terk etti galiba! Senden intikam almak için her şeyi yaptım. Her uçuşumda farklı farklı insanlarla birlikte oldum. Her türlü sapkınlığı yaptım ama senin bana yaptıklarını unutmadım. Acısını dindiremedim. Sonra karşıma otel çıktı. Senin geleceğin günü bekledim sürekli. İşte buradasın. Geldin. Seni burada kocaman acı dolu bir sonsuzluk bekliyor. Bense özgürlüğe doğru yol alacağım Altan!” dedim ve Oda247’nin kapısına doğru yöneldim. Kapıyı açtıktan sonra Altan elindeki viski bardağını kafamda kırdı. Ne olduğunu anlayamadan yere yığıldım. “Ne demek her uçuşta başka birileri ile birlikte oldum? Bunu bana nasıl yaparsın Aysima? Nasıl? Ben senin için büyük kararlar aldım.”dedi. Odada voltalar atmaya başladı. Kendimi toparlayıp ayağı kalktım. Ağır adımlarla kapıya yönlendim “Ben gidiyorum.”dedim. “Hayır! Hiçbir yere gitmiyorsun.”dedi ve beni yere yatırıp, dövmeye başladı. Ağız ve burnumdan kanlar gelmeye başladı. Bilincimi kaybetmek üzereydim. Ne olursa olsun o kapıdan dışarı çıkmak zorundaydım. Altan üstümden kalktı. Sürünerek odadan çıkmaya çalıştım. Çok az süründükten sonra durdum. Sürünmeye mecalim kalmamıştı. Altan tekrardan elinde bıçakla üstüme çıktı. “Bunu bana yapmayacaktın orospu.”dedi ve bıçağı defalarca bana sapladı. O kadar şiddetli saplıyordu ki bıçağı, takma gözü gözünden çıkıp yuvarlanarak Oda 247nin dışına çıktı. Oracıkta can verdim. Oda 247nin kapısı kendiliğinden sertçe kapandı. Altan üstümden kalktı ve koltuğa oturdu bir süre soluklandıktan sonra acı ile kıvranmaya başladı. Otel, benim geçmişimi ve otelde ölenlerin tüm geçmişlerini Altan’ın hafızasına kazıyordu. Onu kimlerle aldattığımı ve nasıl sapkınlıklar yaptığımı biliyor ve görebiliyordu artık. Hayatta olmasam da intikamımı almıştım. Her şey şimdi başlıyordu.. ..Altan, Oda 337’de ölen kadını sürükleyerek asansöre bindirdi. Asansördün kat tuşlarının bulunduğu kısmın altındaki kilitli bölmeyi açtı. Bölmenin içerisindeki kırmızı düğmeye bastı ve asansörün kapıları kapandı. Gaz maskesini taktı. Asansör hızla aşağıya doğru inmeye başladı. Yaklaşık olarak bir dakika on iki saniye boyunca aşağıya indikten sonra asansörün kapıları açıldı. Cesedi sürükleyerek milyonlarca çürümüş, günahkâr bedenin üstüne bıraktı. Cesetler topluluğuna tek gözüyle acıyarak baktıktan sonra asansöre binip yukarı çıktı. SON Öykü: Uğur DEMİRKAYA
81
İllüstrasyon: Cihan Oğuz DEMİRCİ
Sinema
Sinema
Gençlik Dizilerinden Bağımsız Filmlere 90’ların sonu, 2000’lerin başında televizyon dizilerini de takip eden sinemasever gençler Dawson’s Creek isimli bir diziyle tanıştılar. Dizinin o yıllarda çok sevdiğimiz Scream (Çığlık) serisinin senaristi olan Kevin Williamson’ın kaleminden çıkmış olması ilk anda dikkat çekiyordu. Ana karakter Dawson’un yönetmen olmak isteyen bir film sevdalısı olması da ilgiyi arttırıyordu. İşte o dizide pek çok genç oyuncuyla tanıştık. Dönüp o gençlere baktığımızda aralarından en başarılı kariyere sahip olanın Michelle Williams olduğunun görmek zor olmayacak. Dizide zaman zaman biraz geri planda kalan o genç oyuncu bugün 34 yaşında, 3 Oscar adaylığı olan, bağımsız filmlerin aranan ismi olmuş durumda. Bu ay gösterime girecek olan Aşk Uğruna (Suite Française) filmi vesilesiyle Williams’ın kariyerine bakmak istedik. 9 Eylül 1980 tarihinde Montana’da dünyaya gelen Williams’ın ailesinde sanatla uğraşan biri olmasa da (babası kitaplar yazmış ama çoğunlukla ekonomi ile ilgili kitaplar) başına buyruk bir çocuk olan Williams, izlediği oyunlardan etkilenmiş ve oyuncu olmayı küçük yaşlarda kafasına koymuş bile. Kariyerine televizyon dizilerinde ufak rollerle başlayan Williams, sonrasında sinema filmlerinde de ufak roller almaya başlamış. O yıllara dair onu en fazla hatırlayabileceğimiz film, Natasha Henstridge’in gençliğini canlandığı Species filmi (gençlik derken filmi izleyenler hatırlar, birkaç gün süren bir gençlikten bahsediyoruz). Sonrasında birkaç televizyon filminden sonra onun için asıl sıçrama tahtası olan Dawson’s Creek dizisindeki Jen rolü gelir. 6 yıl süren dizide ilk sezon baş kadın karakter olarak gözükürken sonradan bu pozisyonu Katie Holmes’a kaptırır ama dizideki favori karakteri Jen olanlar da az değildir (tahmin edilebileceği gibi bu satırların yazarı da onlardan biri).
82
Dizi döneminde sinema kariyeri de ivme kazanır. Öncelikle her genç dizi oyuncusunun başına geldiği gibi bir korku filminde oynar. Halloween H20 her ne kadar sorunları olsa da serinin iyi filmleri arasında yer alır, fena da hasılat yapmaz ve Williams’ın yüzünün beyazperde izleyicileri tarafından da tanınmasını sağlar. Ancak bu yıllarda Williams’ın tercihlerine baktığımızda daha o yaşta, ana akım filmlerden çok bağımsız filmlere önem verdiğini görürüz. Aynı kuşaktan geldiği Kirsten Dunst ile birlikte rol aldığı Dick, Watergate’e iki genç kızın açısından bakan eğlenceli bir bağımsız komedidir. 2000’lere ise yine bir televizyon filmiyle giriş yapar. 3 hikâyeden oluşan HBO yapımı If These Walls Could Talk 2’da ikinci hikâyenin başrollerinden birindedir ve genç bir lezbiyeni oynamaktadır. 2000’li yılların ilk yarısını Dawson’s Creek dizisine devam ederken arka arkaya bağımsız filmlerde, çoğunlukla yan karakterleri canlandırarak geçirir. Bu dönem oynadığı filmlere baktığımızda Me Without You, Prozac Nation, The United States of Leland gibi sınıfı geçse de çok başarılı olamamış yapımlar görüyoruz. Bu dönemdeki en başarılı filmi The Station Agent’dır ama o filmde de Peter Dinklage ve Bobby Cannavale daha fazla öne çıkmaktadır. Dizi sonrası Williams’ın önemli yönetmenlerle çalışmaya başladığını görüyoruz. Wim Wenders’in 9/11 filmi Land of Plenty’de başrolü alması onun için önemli bir başarıdır ama film çok tutulmaz ve geç gösterime girer ama bu onun Bağımsız Ruh Ödülleri’nde en iyi kadın oyuncu adaylığı almasını engellemez. Williams’ın kariyerindeki ikinci sıçrama noktası 2005 yılında gelir. Ang Lee’nin insanın içine işleyen aşk filmi Brokeback Mountain’da elbette ana karakterler Ennis (Heath Ledger) ve Jack (Jake Gyllenhaal) çok öne çıkarlar ama eşcinselliklerini kendilerine bile itiraf etmekte zorlanan bu karakterlerin eşlerinin filmdeki rolleri de önemlidir. Ennis’in karısını oynayan Williams bu rolü ile pek çok övgü toplar ve yardımcı kadın oyuncu dalında Bağımsız Ruh Ödülü adaylığı dışında Altın Küre ve Oscar adaylıkları da kazanır. Elbette bu filmin Williams açısından önemi sadece aldığı övgüler ve adaylıklardan ibaret değildir. Sette tanıştıkları Heath Ledger ile bir ilişkiye başlarlar ve 2005 yılında çiftin Matilda Rose adında bir kızları olur. İkilinin ilişkileri 2007 yılında sona erer ama Ledger’ın 2008 yılı başındaki trajik ölümü ile onun adı Williams ile birlikte anılmaya devam eder. Bu dönem küçük Matilda’nın da ortasında kaldığı tatsız miras tartışmaları da olur ama onlara çok girmeye gerek yok bu yazıda. Bu talihsiz olay sonrasında Michelle Williams, dur durak bilmeden bağımsız filmlerde oynamaya devam eder. Bu dönem rol aldığı filmlerden Charlie Kaufman’ın yönettiği Synecdoche, New York farklı yapısı nedeniyle seyircilerin çok ilgisini çekmese de pek çok eleştirmen tarafından yılın en iyi filmleri arasında anılır. Yine 2008 yılında rol aldığı, Amerikan bağımsız sinemasının önemli isimlerinden Kelly Reichardt tarafından yönetilen Wendy and Lucy filminde bir filmi tek başına
83
Sinema sırtlayıp taşıyabilecek bir oyunculuk yeteneğine sahip olduğunu ispatlar ve pek çok övgü alır. Zaten bu filmden sonra onu çoğunlukla başrollerde görürüz. Bu filmle onu tanıdığımız sarışın halini de değiştiren Williams kariyerine bir Bağımsız Ruh Ödülü adaylığı daha katar. 2010’ların başında kariyerinin en verimli dönemine giren Williams, önce Martin Scorsese ile Shutter Island filminde çalışarak bağımsız sinemadan biraz uzaklaşır ve kendini geniş seyirci kitlesine bir kez daha hatırlatır. Bunu yaparken Scorsese gibi büyük bir usta ile çalışması da bir artıdır elbette. Aynı yıl Williams’ın oyunculuk gücünü bir kez daha göstereceği film ise Blue Valentine’dır. Bir aşk hikâyesinin başlangıcını ve bitişini anlatan filmde Ryan Gosling ile çok iyi bir ikili oluştururlar. Bu filmdeki Cindy rolü ona bir kez daha Bağımsız Ruh, Altın Küre ve Oscar üçlüsünden adaylıklar getirir. Bir kez daha Kelly Reichardt ile birlikte çalıştığı Meek’s Cutoff ise farklı yorumlar alır. Seveni kadar sevmeyeni de çoktur bu filmin. Bir sonraki yıl ise bir kadın oyuncu için oldukça zor bir rolün altına girer. Marilyn Monroe gibi sinema tarihini aşmış, popüler kültürün en önemli figürlerinden biri olmuş bir ismi canlandırmak. İlk bakışta Williams’ın, sarışın olmak dışında Monroe ile pek bir ortak noktası yokmuş gibidir ama filmi izleyince çok başarılı bir performans çıkarttığını görürüz. Williams bir kez daha yukarıda bahsettiğimiz üç ödüle de aday olur ama bu kez hem Bağımsız Ruh, hem de Altın Küre ödüllerini kazanmayı başarır. Oscar ise başka bir bahara kalmıştır. Aynı yıl rol aldığı Sarah Polley filmi Take This Waltz kadın-erkek ilişkileri üzerine çok ince noktalara dokunan, bir kadın yazar-yönetmenin elinden çıktığı belli olan bir filmdir. Williams, bir kez daha çok başarılıdır. Bu başarı sonrası Williams’ın temposunu biraz düşürdüğünü görürüz. Sam Raimi gibi bir başka önemli yönetmenle çalıştığı Oz the Great and Powerful dışında bu ay sinemalarımızda izleyeceğimiz Aşk Uğruna filmi dışında bir filmini göremeyiz. Ancak bu esnada daha önce de denediği tiyatro sahnelerine bu kez Cabaret gibi önemli bir oyunla geri döner. 2014’ün büyük bir kısmı bu oyunla geçer. Sırada iyi bir yönetmen-oyuncu ikilisi oluşturdukları Kelly Reichardt ile üçüncü filmleri ve yine bağımsız sinemanın önemli isimlerinden Kenneth Lonergan’ın yazıp yönettiği Manchester-by-the-Sea filmi var. Genç yaşlarından beri takip ettiğimiz bu yetenekli oyuncunun ilerde daha büyük başarılara imza atacağına dair inancım tam. Takipteyiz Michelle… Hasan Nadir Derin http://sinemamanyaklari.com/
84
85
Sinema
Uçan Süpürge’den 17 Bölüm, 133 Film
Gölge e-Dergi Uçan Süpürge Uluslararası Kadın Filmleri Festivali'ne Destek vermekten onur duyar
86
8-18 Mayıs tarihlerinde düzenlenecek olan 18. Uçan Süpürge Uluslararası Kadın Filmleri Festivali bu sene Büyülü Fener ve Çağdaş Sanatlar Merkezi’nde izleyicisiyle buluşuyor. Büyülü Fener sinemasında uzun metraj, Çağdaş Sanatlar Merkezi’nde ise belgesel, kısa film ve canlandırmalar gösterime girecek. Festivalde 31 uzun, 39 belgesel, 47 kısa ve 16’sı canlandırma olmak üzere toplam 133 film gösterime girecek. Festival bu sene, Belçika’dan Gürcistan’a, Almanya’dan Finlandiya’ya, Kanada’dan ABD’ye, Bulgaristan’dan İngiltere’ye kadar dünyanın dört bir yanından Ankara’ya gelecek, oyuncu, yönetmen ve panelist konuklarını ağırlayacak. 18. Uçan Süpürge Uluslararası Kadın Filmleri Festivali’nin en dikkat çeken bölümleri, Uluslararası Sinema Eleştirmenleri Federasyonu Jürisi tarafından değerlendirilecek Her Biri Ayrı Renk ve festivalin temasını olan 18’in Halleri oluşturuyor. Toplam 17 bölümden oluşan festivalde ayrıca; Pembesiz-Mavisiz: Pembe Hayat KuirFest Seçkisi, UNICEF’in katkılarıyla “Olay Yeri: Aile” Toronto Female Eye Film Festivali Seçkisi, Norveç Büyükelçiliği’nin katkılarıyla “Kuzey Işıkları”, Ingmar Bergman’ın “Sessizlik” adlı filminin izleyici ile buluşacağı Kameranın iki Yüzü:Ingrid Thulin Merhaba Komşu!, Savaşın Gölgesinde, Yüzleşme, Kadın! Yaşam! Özgürlük!, Fotoğraf Üzerine, Türkiye’den, American Film Showcase, En Gerçekler: Belgeseller, Kısa Olmazsa Olmaz TÜSİAD “Kadın-Erkek Eşitliği Hakkında Her Şey” Kısa Film Yarışması filmleri En Hayaller: Canlandırmalar Tricky Women Uluslararası Animasyon Film Festivali Seçkisi bölümleri yer alacak. Festival kapsamında Ankaralı sanatseverler, Hindistan yapımı Margarita ile beyin felçli bir kadının yaşam mücadelesini, Romanya yapımı Viktoria ile bir anne kız ilişkisini, geçen yıl Cannes film festivalinin açılış filmi olan Fransa yapımı Kızlar Çetesi’ni izleme imkânına kavuşacaklar.
87
6 yıl önce
Kendimi ne zaman kötü hissetsem senin fotoğrafına bakıyorum.
88
Ve ne zaman fotoğrafına baksam sanki uçarak başımın üstünde olan Epimelisle senin yanına seyahat ediyorum.
89
Daha sonra beni rüyamdan uyandıran şeklime bakıyorum.
Diktiğin gömlekler
Herşeyden önemli olan öpüşlerin
Ve ayaklarında uzanmak... Hepsini özlüyorum.
Ama sonra.....
Sokaklardaki vahşi çeteleri görüyorum.
Para, yemek ve arazi uğrunda bir birlerini öldüren çeteleriz. Galiba kadın uğrunda vuruşan tek kişi benim.
Rüyamdan uyanıyorum.
90
91
Kardeş, senin şakaların da çok berbat oluyor ya.
İşim çok zor. Haftanın on iki gününde kavga etmediğim gün olmuyor. İşimde de çok iyiyim. Buraya geldiğim günden beri sekiz kişinin hayatını kurtardım. İşin en güzel tarafı da o. İnsanların senin yüzünden hayatlarına devam edeceklerini bilmek. Bazen düşünüyorumda, acaba ben Epimelisten kovulmasaydım o zavallı insanların sonu ne olacaktı. Neyse...
Yanına kulağı kesik, gözü çıkmış bir tavşan gibi de gelmeyeceğim.
Ama hiç endişe etme, tatlım. Senin için sağ kalıcam.
Yalnız tek parça halinde
Kardeş sen çok romantik ve trajedikmişsin yahu Bana da öğretsene.
bizim sevgimiz gibi.
Çünkü kancıklarım benim romantik olmamı istiyorlar.
92
93
1. Bölümün Sonu
Pin-up
94