İÇİNDEKİLER 04-09 Korku Köşesi - Tepedeki Bar 3.Kısım
10-19 Korku Köşesi - Meyyit Karası 20-23 Korku Köşesi - Yükselişin Şafağı 24-25 Haberler- Sinema Dünyası'ndan Kısa Kısa 26-39 Haberler - 2016'da Red Kit 70 Yaşına Giriyor. 40-43 Öykü- Robot ve Çocuk 44-47 Çizgi Roman- Seri Hikayeler 48-53 Öykü- Kırmızı Ayakkabı'nın Trajik Öyküsü 54-55 Kitap Tanıtım- Funda Özlem Şeran Ecel İncelemesi 56-59 Öykü- Back to The Fütur 60-63 Çizgi Roman İnceleme -Webcomıcs: İnternet Çizgi Romanları 64-65 Öykü - Tütsü 66-67 MangAnime Etkinlik -mangAnime Türkiye Anime Film Gösterim ve Atölyeleri 68-73 Anime İnceleme- Eve no Jikan (Havva’nın Zamanı) 74-76 Öykü- Dünya'nın Son Hikayesi 77-80 Anime İnceleme- Ghost İn The Shell Anime İncelemesi 81-83 Öykü- VR-NAM 84-86 Çizgi Roman İnceleme- Maus, Hayatta Kalanın Öyküsü 87-91 Öykü- Kapının Diğer Yanı 92-103 Sinema - Çevre Kirliliği 104-105 Öykü- Suya Karışmak 106-112 Sinema - Ankara’da Sinema Dolu Günler Yaklaşıyor 113 Öykü- +18 umarsızlıklara ve duyarsızlıklara 114 Pinup
Wuthering Heights (1992)
103.
Sayı ile tekrar birlikteyiz. Gölge e-Dergi'ye ulaşmak için http://golgedergi.blogspot.com Genel Yayın Yönetmeni: Mehmet Kaan SEVİNÇ Editör: Mustafa Emre ÖZGEN golgedergimail@gmail.com Yayın Kurulu: Ahmet YÜKSEL, Sadık YEMNİ, Hasan Nadir DERİN, Gülhan D SEVİNÇ, Mehmet Berk YALTIRIK, Melahat YILMAZ. Grafik Tasarım: Gülhan D SEVİNÇ Redaksiyon: Ecehan BİÇEN Kapak: GÜLHAN D SEVİNÇ Pinup: Mehmet Kaan SEVİNÇ Gölge e-Dergi internetten yayın yapan özgür ve özgün içerikli tam bağımsız bir dergidir. http://twitter.com/GolgeDergi http://issuu.com/GolgeDergi http://golgedergi.deviantart.com/ www.golgedergi@com
Merhaba! Dünyaya daha farklı noktalardan bakmaya çalışan insanlarız. Günlük koşuşturmaca içinde gelecek kaygısı, geçim sıkıntısı, ev kirası derken belki biraz zihnimizi dinlendirmek belki de hayaller dünyasına dalıp biraz mutlu olmak için bütün bu çabamız. Görmek istediğimiz dünyayı yazıyor, çiziyor, okuyoruz. Maalesef ki gerçek Dünya, görmek istediğimizden çok farklı. Çizgi romanlarda bir hayatını kaybeden karakterler bir şekilde geri gelebiliyor. Ama Kızılay’da ya da Taksim’de böyle olamıyor maalesef. İsterdim ki yine mutlu sözcüklerle neşeli bir editör yazımız olsun. İsterdim ki, hayatını kaybetmiş insanlar da hayatta olsun ve bizim dergimize göz gezdirsin. Ama acıların son bulmasını istemekten başka bir seçeneğimiz yok maalesef. Umalım, ölüm kimseye böyle gelmesin artık. Mustafa Emre ÖZGEN
KORKU KÖŞESİ
Öykü: Mehmet Berk YALTIRIK İllüstrasyon: Mehmet Kaan SEVİNÇ
Öykü
Tepedeki Bar 3. KISIM (1890’lar…) Köşkten yükselen çığlık sesi Bekir’in kulaklarından silinmemişken akabinde paşanın gürüldemesini işitti: “Kaçman nafiledir!” Kısa bir sessizlik. Ardından yeniden insanın yüreğini titreten o canhıraş çığlık. Korkunun tesiriyle ayaklarının dermanı kesilen Bekir, çığlık ve bağırtıların tesiriyle bir an duraksadı. Ardı sıra bekleyen Peymanzer’le göz göze geldi. Peymanzer’in gözlerindeki korku kendisininkinden daha kesifti ve fark ediliyordu. Şaşkınlık yerini haklılığa bıraktı. Korkardı elbet. O köşkün içinde yaşamak insanda her türlü korku duygusunu uyandırırdı. Geceleri kaçıp kaçıp yanına gelmesi de biraz bu korkudan kaynaklanmıyor muydu? Dışarıdan bakılsa zenginliğin ve huzurun kaynağı olarak görülecek bu köşkün içini anlamaya imkân var mıydı? Oysa en başta öyle miydi? Bekir’in şehrin sokaklarında diğer işsiz güçsüz akrabaları gibi sağda solda iş bakındığı günlerdi. Dağda hayvancılıktan ve silah atmaktan gayrı bir zanaatı olmadığından hemşerilerinin ziyadece tercih edildiği bahçıvanlık, bekçilik gibi işlere bakmaktaydı. Beyoğlu’ndan ziyade Galata taraflarına çıktığı o vakitlerde, ahbaplarıyla akranı akrabalarıyla birlikte hemşerilerinden birinin işlettiği Arnavut Kıraathanesi’nde zaman geçirirdi. Orası aynı zamanda Silahşoran-ı hassa Arnavut Tahir Paşa’nın baş kabadayısı Matlı Mustafa’nın adamlarının da sıkça uğradığı bir yer olduğundan, kapılanacak birileri olduğunda muhakkak haberdar olacaklarını ümit ediyorlardı. Tüm akranları bir kapı bulup ayrıldıkları ve en son kendisinin tek kaldığı bir vakitte, Tahir Paşa ile pek yakın olduğu söylenen Muhiddin Paşa adında birinin bahçıvan aradığını
4
duymuştu. “Kısmet budur” diyerek ücreti de pek hoş olunca hiç düşünmeden kabul etmiş ve dağ başında denilebilecek bir yerde bulunan bu köşke getirilmişti. Önce Paşa’nın köşkün bahçesinde beklemekte olan kâhyasına çıkarılmış, ardından Paşa’ya takdim edilmişti. Kâhya köşkün hayli aşağısında bulunan müştemilatta kalacağını söyleyince içinden böylesine bir köşk yerine o türden bir mezbelelikte yaşamayı kendine yedirememişti ancak haline şükretmişti. Para pul sahibi olduktan sonra döşeği nereye serdiğinin ne önemi vardı? Geldiği yerde dağlarda ormanlarda yatmıyor muydu? Yere sermeye pösteki bulsa kaz tüyünden döşek bulmuşçasına sevinmiyor muydu? Köşke girdiğinde gözleri debdebe ve şaşaadan çok hizmetli kızlardan birine takılmıştı ki bu Peymanzer’di. Peymanzer de ona ürkek bakışlarla karşılık vermiş, tanımadığı bu yabancıdan çekinmişti. Köşkün bahçeye bakan geniş salonunda Muhiddin Paşa’nın huzuruna çıkıp el etek öperek temenna etmişti. Nereden geldiğini, ne iş yaptığını sorunca bir eksiksiz anlatmıştı yaşadıklarını. Yalan söylemek pek tabiatında yok değildi ancak bulduğu bu yağlı kapının yüzüne örtülmesinden endişe ediyordu. Bekir’i Muhiddin Paşa’nın gözü tutmuştu zira silahşorluğu olduğunu öğrenince köşkün bahçesinde bir nevi kır bekçiliği görevini daha iyi ifa edeceğini düşünmüştü. Üstelik Tahir Paşa ile ahbap olduğundan onun emin adam göndereceğine kani olduğundan, gelen kişinin de Tahir Paşa’nın kapusundaki kimseler gibi müsellah ve sadık olduğunu öğrendiğinden gözü kapalı itimat etmişti. Bekir’in içinde bir aralık böylesine yağlı kapıya denk düşmenin feleğin bir cilvesi olduğu düşüncesi uyanmıştı. Koca paşa kendisinden daha iyi birini
5
elbette bulabilirdi. Lakin bahçıvanlık kabiliyetini dahi sormadan tek bir adamı ne diye bekçi olarak almıştı. Kaldı ki koca konakta hizmetli sayısı neden bu kadar azdı, bu garip tenhalığın nedeni neydi? Ömrü pusularda baskınlarda geçtiğinden ölüm kadar sessiz mekânlarda ölümün insani beklediğine emindi. Bu köşkte de aynı bu türden ürkütücü bir kimsesizlik vardı. Tam Paşa kendisini kabul edip göndereceği ve sorunsuz görevine başlayacağını düşündüğü esnada birden Paşa ardı sıra tembihlere başlamıştı: “Gördüğünü görme, işittiğini duyma. Burada yaşayacağın her şeyi unutacaksın. Buradan tek bir söz bile dışarıya zinhar çıkmayacak.” Bekir konuşkan biri olmadığını söyleyip zaten bir konak hizmetlisinde olması gereken hassaların bunlar olduğunu ifade edeceği esnada Paşa zihnini okumuş gibi: “Bilirim zaten susmam icap etmeyecek mi diye şaşkınsın. Elbette konağın bir ferdi olarak bu tür hususiyetlere haiz olman iktiza eder. Lakin benim sırtımda taşıdığım bir yük vardır ki onun her insana ayan olmasını istemem. Bu yükü burada gördüğün herkes taşır. Sen de bileceksin ve bu yüke ortak olacaksın!” demiş, akabinde Bekir’e kendisini takip etmesini söylemişti. Bekir şaşkındı. Bir paşanın aile sırlarından çekince duyması gayet tabiydi zira dönem Abdülhamid devri olduğundan paşalar arası rekabet, makam ve ikbal için birbirlerine ters düşme olağan şeylerdendi. Namlı Karadağ eşkıyaları ve onlara arka çıkan prensler haricinde siyasetten zerre çakmayan Bekir, şehirde yaşamaya başlayalı beridir siyaseti, jurnalleri, hürriyet sohbetlerini, istidatı az çok biliyordu. Peki, paşayı böylesine bir sır koruyuculuğuna iten ve çok az insanla hayatını sürdürmesine yol açan şey neydi? Muhiddin Paşa onu köşkün alt katlarında bir odanın önüne götürdükten sonra ona dönerek: “Göreceğin şeyler için senden helallik isterim. Kimsenin buna tanık olmasını istemem lakin burada çalışacağın için bilmen lazımdır. Bu kapıyı açana dek hürsün. Eğer çıkıp gitmek istersen gidebilirsin. Lakin açtığım takdirde bu sırrın bir parçası olacak ve ebediyen buraya bağlanacaksın.” Bekir insandan kurşundan korkmazdı ama
6
korkulu sözler ve itikatlar ona ateş ve çelikten daha ziyade zarar verirdi. Paşa’nın sözlerindeki korku ve gözlerindeki keder onun için yeterince tehdit ihtiva etmekteydi. Lakin parasızlık korkudan daha beterdi. Kafasını hızlı hızlı sallayınca Muhiddin Paşa odanın kapısını bir hamlede açmıştı. Kapı kulak tırmalayan bir gıcırtı ile açılınca, Bekir bu köşkte değil de bahçenin bir ucundaki müştemilatta kalacak olmasına şükretti. O mezbelelik gözüne bir anlığına dünyanın en güvenli ve emin yeri gibi göründü… Gördüğü şey karyolanın demirlerine bağlı olduğu sürece tabii… (2010’lar…) Vedat bir anda ayağa fırlayıp kapıya doğru yöneldi: “Siz bekleyedurun. Arabayı çağırtayım, birazdan çıkarız.” Ceketinin cebinden muasır teknoloji telefonu çıkarmasında, zeminde takırdayan parlak ayakkabıların nizami hareketinde ve ağzından çıkan emirdeki patron tınısı Kenan’ı biraz önceki puşt ihtimal olasılığından bağımsız olarak rahatsız etmişti. Araba çağırtmak ve beklemelerini emretmesi… On iki ayda ne kadar da değişmişti dünyası… Pelin, Vedat’ın çıkışının ardından bara yaklaşarak sandalyelerden birine tünedi. Eskiden olsa mekânın loş ışığında bar taburesinin üzerine adeta konar ve gerek bakışıyla gerek duruşuyla şiirsel bir manzara arz ederdi. Oysa şimdi kambur duruşuyla sanki tabure üzerinde düşmemeye çalışan bir baykuş gibiydi ve şiirsellikten hayli uzaktı. Sahi on iki ayda ne olmuştu bu masal perisine? Aklında yine üstü kapalı, örtünün altı türlü rezilliğe gebe ihtimaller peyda oldu. Bir anlığına Pelin’le yeniden göz göze geldiğinde kendisine alelade biri gibi baktığını gördü. Kendisini yabancı gibi görmesi yüzlerce efsunlu gülümsemeli bakışların ardından hayli yıkıcıydı. “Hiç mi özlemedin beni?” “Sen özledin mi?” Pelin’in salvoladığı cevap, sorduğu sorudan daha yıkıcı ve tesirliydi. Zira evlilik ve istikbal korkusunda Pelin’i özlemek hiç aklına gelmemişti. Zaten burada karşısına çıkmasa aklına gelmezdi
7
de. O kavgadan sonra Pelin’in evlenip başkasının hayatına karışıp uzaklarda bir semte şehre falan gelin gideceğini hesaplamış bilinçaltı hariç bünyesinin her bir yerinden silivermişti. Ancak apansızın böyle karşısına çıkınca zihninde halı altına süpürdüğü bütün şeyler dökülüp saçılmış, en başta da gizliden gizliye ne kadar özlediğini anımsamıştı. Büründüğü romantik isyankâr halet-i ruhiyesi çok uzun sürmedi. Bir anda içindeki semt çocuğu uyanıvermişti. Kendisi yokken tek başına buraya gidip gelmiş, onsuz şarkı söylemeye devam etmişti demek. Bir anda yokluğunda başına gelebilecek onlarca taciz ve sarkıntılık hadisesi, yüzlerce barzonun rahatsız edici varlığı sanki o anda bir gölge gibi ruhunun üzerine aksetti. “Sen tek başına ben yokken gelip şarkı söylemeye devam mı ettin?” “Başka iş mi vardı sanki? Semtte bardan çıkma birine kim iş verir kolay kolay?” “Elin sarhoşuna barzosuna meze oldun yani…” “Vedat arka çıktı sağ olsun…” Bu cümledeki puşt tını bir anlığına Kenan’ı öfkeden deliye döndürebilirdi ama yapmadı. Vedat’ın varlığı ilk defa bu denli kendisini rahatsız etmekteydi. Semt çocuğu tarafı aklına kötü şeyler getirmemesini ve delikanlılık teamüllerini hatırlatırken, sokaklarda büyümüş tarafı zihnini anbean paranoyaya sevk ediyordu. Haksız da sayılmazdı. Vedat’a minnetini bildirirken ondan bile tiksintiyle söz ediyordu mimikleri. On iki ayda ne olmuştu? Bir anda Vedat kafasını bardan içeriye uzatıp arabanın geldiğini söyleyince süklüm püklüm çıktılar. Arabaların gelip geçtiği caddelerden birine ara sokaklardan varıp Vedat’ı beklemekte olan şoförlü ve kallavi cipe bindiler. Pelin önden girip Kenan’ın tam karşısındaki koltuğa oturdu. Kenan da arka koltuğun köşesine resmen yayılmış olan Vedat’ın yanına çöreklendi. Araç hareket ettiği sırada içindeki mini bardan viski çıkarıp mukallit kristal bardaklarda ikram etti Vedat. Askerde bulunduğu yerde denetim çok sıkı olduğundan birkaç ispirto denemesi ve çarşı izinlerinde güç bela edinebildiği bira haricinde
8
alkolden epey uzak kalmış Kenan viskiden bir yudum alınca sakinleşti. Aklına puşt ihtimaller getirmemek için ve biraz da merak ettiğinden konuşmaya çalıştı: “Madem viski çıktı meydana iş konuşalım biraz.” “Konuşalım kardeşim. Aklınıza bi’şey takılmasın. Aynı devam edeceğiz, kendi mekânımızda ve biraz farklı bir konseptte. Biraz daha cebinde para olana yahut son parasını internette falan gösteriş yapmaya harcayacak tiplere hitap edecez. Senin müzik işlerin zaten kral. Pelin de söyleyecek işte, başka çocuklar da olacak ses ekibi falan amir gibi olacaksınız.” “Mekân nerede?” “Paşalı Korusu’nun o taraflarda.” “Ne tarafa kalıyor orası? Yeni köprü geyikleri dönüyordu oralar mı?” “Yok, daha aşağısında ama şehre biraz uzak.” “Ben askere gitmeden reklamları dönüyodu Paşalı Evleri yapılacaktı hani orası mı? Sonradan o iş iptal oldu diye duydum sit alanı falan diye. Tek çivi çaktırmazlar bize orda.” “O proje iptal ama çivilik çekiçlik işimiz yok bizim. Talih kuşu kondu başıma. Bir fırsat çıktı ben de değerlendirdim.” “Orman ortasında bar açmak kimin aklına gelir aga? Açıkhava mekânı mı olacak? Hem arazi mafyası hâlâ oranın etrafında fink atıyordur rahat bırakmazlar bizi.” “Ya merak etme sen patron en büyük destekçim bizzat. O yol vermese ben bu işe girer miyim?” “Kardeş yanlış anlama da sen anladığım kadarıyla bu işte patrona ortaksın. Anlamadığım kısmı hangi sermayeyle? Yani senin badigartlıktan aldığın para belli. Hadi illegalin gayrimeşrun oldu desek onda da adını namını duyacak bir icraatın kulağıma çalınmadı. Gökten mi indi bu sermaye?” “Gökten değil kardeşim mahkeme kararıyla! Diyorum ya talih işte. Sen askere gitmeye yakın bana mahkemeden bir kâğıt geldi. İlk gitmeyi unuttuğum bir kavga, yaralama davası falan sandım ama baktım arazi marazi diyor.” “Eee?” “Ee’si bi’ bok anlamadım tabi afilli kelimelerden.
Mübaşirlikten emekli Asım dayıyı buldum semtin kahvesinde ona okuttum. Bir miras kağıdıymış bana kalması gereken bir miras.” “Canlı mı?” “Yok be oğlum nakit makit değil arazi dedim ya. Arazi kalmış. Gittim sordurdum, dedem zamanı belgesi mi ne kaybolmuş bizdeki ama bize ait bir yer varmış Paşalı Korusu’nda. Bu kopyası işte o inşaat olayları olduğunda Paşalı Evleri’nin ortaya çıkmış başka bir dava araştırması sırasında. Dava açılmadan gerekli evraklarla başvurdum aldım araziyi üstüme. Patron da yardımcı oldu.” “Patron niye yardımcı oldu oğlum?” “Meselenin civcivlendiği yer orası. Patron yeni mekân açmak istiyordu ama İstanbul’da her yer ateş pahası. Buralara hem uzak hem yakın bir yer istiyor,
değişik konsept olsun falan onları düşünüyor. Benim üzerime kalan araziyi duyunca talip oldu. Dedi mekan senden para benden yapalım bu işi. Öyle atladım işte.” “Ee sit alanı?” “Şahıs arazisi olsa da o konuda bir sıkıntı oldu zaten. Çünkü arazinin ortasında bir köşk var bizim.” “Sizin aile gariban değil mi aga nereden kalmış öyle?” “Ben de öyle sanıyordum. Allah’ın hikmeti işte. Osmanlı mosmanlı zamanından kalma bir yer. Benim dedelerden birine kalmış herhalde artık define mi buldu devlette mi görevliydi bilmem. Biz restorasyon ve işletme olmasındaki pürüzleri hallettik. Birkaç aydır hazırlıkları sürüyordu mekânın sezonu bomba gibi açacaz.” Devam Edecek
9
Öykü: Gökçe Mehmet AY İllüstrasyon: Gülhan SEVİNÇ
Öykü
Meyyit Karası
10
Korkudan camiye saklanmıştım. Kurşunlu caminin geniş külliyesi, güven veriyordu. Altı gece olmuştu Nazlı kaybolup rüyalarıma gireli. Karanlık bastığında geliyordu, uykunun kolları beni sardığında karşımda bitiyordu. Uzun saçları gözlerimi bağlıyor, dudakları tenimi yakıyordu. İlk gece düş sanmıştım, ikinci gece olmadığını anladım. Üçüncü gece sırtımda çiziklerle uyandım. Dördüncü gece uyumamak için uğraşsam da gözlerim kapandı ve Nazlı yırtılmış kanlı elbisesiyle yatağıma geldi. Kaybolduğu gece giydiği kıyafetler vardı üstünde. Kotun üstüne kollarını açıkta bırakan askılı bir tişört giymişti. Gece ışıklarındaki görüntüsü, beni bırakıp barda karşılaştığımız o siyah saçlı adamla giderken aklıma kazınmıştı. Arkadaşlar beni teselli etmişlerdi. “Okulda sana kız mı yok.” demişlerdi. Onun uzun sarı saçlarının geceleri beni sardığını söyleseydim deli olduğumu düşünürlerdi. Kaybolduğunu polisler kampüse gelip, bize sorular sorduklarında öğrenmiştim. O gün düş sandığımın gerçek olmadığını düşündüm.
kurdum. Dua ediyor gibi numara yapıyordum, imam şöyle bir baktı ama benle ilgilenmedi. Uyku bastırmıştı, yatsıya kadar uyudum. Yatsıdan sonra yaşlıca bir adam yanıma geldi. “Oğlum” dedi “kapıları kapatıyoruz. Çıkman lazım.” Cübbesini çıkartmıştı, bir an anlayamadım imam olduğunu. “Hocam, bu gece burada kalsam olmaz mı?” Şaşırarak bana baktı. “Gidecek yerin yok mu? Aşağıdaki aş evine gidebilirsin istersen, hem yemek de verirler orada sana.” “Yok hocam ondan değil. Evim var ama burada daha rahat ederim.” İnanmamıştı, sorularıyla sonunda bana hikayemi anlattırdı. Ona kimseye söylemediklerimi de anlatmıştım. Ben anlattıkça suratı asıldı, cebinden tespihini çıkartıp çekmeye başladı. Sonunda karar vermiş olmalı ayağa kalktı. “Oğul” dedi “senin derdin büyük. Allah çözümsüz dert vermez, gel bakalım benle. Dermanı bulmaya gidelim.”
Beşinci gece kendimi sokaklara attım. Eskişehir'in sokaklarını sanki ilk kez görüyormuş gibi dolaştım. Turistler gibi her yere gittim. Okulun ilk yılında derste söyledikleri yerleri gezdim, sonra da barları dolaşıp, oradan da boş caddelerde yürüdüm. Ayaklarım beni Kurşunlu Camii’ne getirdiğinde uyumak üzereydim. Hava güzeldi, camiye girip şadırvanın yanındaki sıralara oturdum. Müezzin sabah beni uyandırıncaya kadar deliksiz bir uyku uyumuştum. Nazlı gelmemişti.
Beraber dışarı çıktık. Odunpazarı eski zamanlardan kalma gibiydi. Sokağın bir yanında cami öteki tarafta da iki katlı eski evler vardı. Yokuşun sonunda bir kahveye götürdü beni. Küçük bir yerdi, dışarıda iki masanın etrafında taburelerde birkaç kişi vardı, içerisi de pek dolu değildi. Kapıdan girdiğimizde hoca her masayla selamlaştı. Okey oynayanlar, çay içenler, maç izleyenler; hepsi işlerini bırakıp hocaya selam verdiler. Hoca gelen garsona “Ustanı çağır” dedi, “bir işimiz var.”
Eve gittim, kıyafetlerimi değiştirip okula fırladım. Dersten sonra çocuklarla takılmadan eve döndüm. Duşta hızlı bir abdest alıp caminin yoluna koyuldum. Akşam ezanı yeni okunmuştu, cemaat dağılıyordu. İçeri girip kuytu bir köşeye bağdaş
Kahve sahibi yaşlı bir adamdı, saçları dökülmüş sadece kulaklarının üstünde ve ensesinde kalmıştı. Onlar da bembeyazdı, soluk kahverengi yeleğinin cebinde sipariş defteri vardı. Sandalyeyi çekip oturdu.
11
“Eee Turgut Efendi hangi rüzgar attı seni buraya, çoktandır gelmezdin kahveme.” Ben çayımı içiyor, ikisine de bakmamaya çalışıyordum. “Hikmet usta, bu Murat. Kendisinin bir maruzatı var, onu anlatmaya geldik. Bir dinle.” Hoca bana işaret edince her şeyi kahveciye de anlattım. Arada garson orta şekerli kahvelerimizi getirdiğinde durdum, ben bitirinceye kadar ikisinden de çıt çıkmadı. “Ah be oğlum, efsunlulara bulaşmışsın sen. Eskiden olaydı, ben senin işini çözerdim ama şimdi nerde.” Göbeğine vurdu. “Yengen fazla iyi bakıyor bana.” Hocayla beraber güldüler. “Dur bakalım, gene de senin işini çözeriz.” Hikmet usta küçük bir çocuğa el etti. Oğlan geldiğinde “Korhan abine bi koşu gidiver bakayım. Benim çağırdığımı söyle, onluk bir işimiz var.” dedi. Çırak koşarak kapıdan çıktı, hoca Hikmet ustadan izin isteyip kalktı. Hikmet usta da çay ocağına gitmem gerek deyip ayrıldı. Masada yalnız kalmıştım, uyku bastırıyordu. Garsonlardan biri ustadan diyerek bir fincan kahve bıraktı masama. Kahvenin kokusu bile uykumu açmıştı, bir yudumda haftanın yorgunluğunu attım. Kahvenin tadında uzak diyarların fısıltısı vardı. Bitirdiğimde cin gibiydim, kahve beni kendime getirmişti. Gelenin kahvecinin çağırdığı Korhan olduğunu Hikmet usta bizi tanıştırmadan önce, daha kapıdan girerken anlamıştım. Üzerinde ötekiler gibi kumaş pantolon yoktu, kot giymişti. Deri bir ceketi vardı, dirseklerine sonradan yama yapılmış, kolları eskimişti. Siyah saçları dağınıktı, yüzünde sabırsız bir ifade vardı. Elinde ufak bir spor çanta taşıyordu. Hikmet usta ile göz göze geldiler, ustanın işaretiyle masamda buluştular. Hikmet ustanın isteğiyle o gece üçüncü kez hikayemi anlattım. Olanları anlatırken Korhan gözlerini benden ayırmadan dinledi. Donmuş gibiydi, gözleri aklımı içine çekiyordu. Kelimeler ağzımdan ben düşünmeden dökülüverdiler. Arada sorular sorarak bana unuttuklarımı hatırlattı. Barı ve ondan sonraki geceleri yaşıyor gibiydim. Ara vermeden konuştum, Korhan'ın sorularının hepsini cevapladım. Bittiğinde Korhan Hikmet ustadan benim için bir ıhlamur rica etti. O gittiğinde gülümseyerek bana döndü.
12
“Murat, başına ne geldiğini tahmin ediyorum. Fakat emin olmak için Nazlı'yı görmem gerekli. Bunun için de sen uyumalısın.” “O berbat kabusu görüyorum her uyuduğumda. Gecelerdir uyuyamıyorum. Hem Nazlı'yı görmek için benim uyumamın ne faydası var ki?” Hikmet usta ıhlamurla geldi. İki şeker atıp karıştırırken kendime gelmeye çalıştım. “Hem sen kimsin? Nasıl yardım edeceksin bana?” “Önemi var mı? İstediğin kabuslarından kurtulmak değil mi?” “Evet kabustan kurtulmak istiyorum ama seni tanımıyorum.” Elimde ıhlamur bardağı, suratına baktım. “Hikmet ustayı da, beni buraya getiren imamı da tanımıyorum. Nasıl olduysa her şeyi size anlattım. Şimdi bana neler olduğunu anlatmalısınız.” Korhan, Hikmet ustaya baktı, o başını sallayınca rahatladı. “Bak Murat. Ben bir büyücüyüm; cinlerle, perilerle ve diğer efsunlularla uğraşmak benim işim. Senin gibi âmâlara efsunlu musallat olduğunda yardıma gelen kişi benim.” “Benimle dalga geçmeyin. Büyü diye bir şey yok, cinlerle periler de hayal ürünü.” Korhan'ın kaşları çatıldı. “Hâlâ öyle olduğunu mu düşünüyorsun? Gördüklerine rağmen, hâlâ efsunlu bir şeylerin olmadığına emin misin?” Eliyle dışarıyı gösterdi. “Güneş batalı çok oldu. Nazlı'nın gelme saati yaklaşmadı mı?” Saatine baktı. “Sahi, hep gece yarısı geliyor değil mi?” Eğer gece yarısı ise yanmıştım, doğru söylüyordu. Saatime bakmak için başımı çevirdiğimde kolumu tuttu. Saatimi kapatmıştı. “Senin başına gelenin ne olduğunu bilmesem kaçta geleceğini nereden bilebilirim?” Sesinde ilk zamankinden farklı bir sertlik vardı. “Seni kâbuslarından ve belki de Nazlı’yı olacaklardan kurtarıp kurtaramayacağımızı anlamanın bir yolu var. Uyumalısın ve kabusunu görmeliyim. Seçim senin. Ya benimle gelirsin ve sorununu çözeriz ya da hayatının sonuna kadar geceleri saklanarak geçirirsin.” Korkuyordum. Ama daha önemlisi merak ediyordum. Uykusuzluktan ya da belki aşktan dediğini kabul ettim. Nazlı'ya ne olduğunu merak ediyordum. Onu çok sevdiğimi, o gidince fark etmiştim. Ne kadar saçmaydı, bu zamanda klişe bir aşka saplanmıştım. Ihlamurdan bir yudum içtim. Bardak elimi ısıtmıştı, sıcak ıhlamur içimi ısıttı.
“Peki, halledelim.” “İşte böyle” Hikmet elim sıktı. “Merak etme, uyandığında her şey çözülmüş olacak” “Şurada sandalyelerden birinde kıvrılıp uyuyayım mı, kanepe falan var mı?” Hikmet ustanın kaşları çatıldı. “Yok oğul eğer burada uyursan başıma olmadık işler açarsın, başka yere gitmelisin. Korhan en iyisi sen Murat'ı evine götür.” Korhan başını salladı. “Murat evin uygun mu? Ev arkadaşın falan var mı?” “Ev arkadaşım bir haftadır memlekette, iyi de neden burada bir yerlerde kestiremiyorum.” “Odunpazarı Eskişehir'in en eski mahallelerinden biridir. Burada yaşanmışların etkisiyle gerçeklik daha güçlüdür. O yüzden birçokları bu mahallede yaşamayı tercih eder.” “Anlamıyorum, gerçekliğin güçlü olmasının ne gibi bir etkisi var?” Korhan bir kitaptan okur gibi ezbere cevap verdi: “Gerçeklik büyü ile insanlar arasındaki kalkandır. Efsunlu varlıklar etraflarındakileri değiştirirler. Gerçekliğin güçlü olduğu yerlerde ise bunu yapmaları çok zordur. O yüzden birçok efsunlu böyle yerlerde yaşamayı seçer.” “Neden, sıradan olmak mı isterler?” Korhan güldü. “Efsunluların sıradan olma şansları yoktur ama her efsunlu insanlar alemine isteyerek gelmez. Böylelerinin saklanma yeridir gerçekliğin güçlü olduğu yerler. Bazıları da senin dediğin gibi sıradan olmak isterler, o hayal ancak böyle yerlerde karşılanır.” Çantasını eline aldı. “Artık gidelim mi?” “Evde rahat bir uyku iyi gelecek” Ne dediğini anlamamıştım. Gene de eve gitmek iyi fikirdi. Korhan'la beraber ayağa kalktım. Hikmet usta elini omzuma attı. Beni kucakladı. “Korhan, bu oğlana iyi bak tamam mı?” dedi. Masayı toplamaya girişti. “Merak etme usta, bakacağım.” Hikmet usta bardağı ve altlığını aldı. “Üvey anneni görürsen selam söyle. Özledim buralara gelirse görüşelim.” Korhan'ın yüzü bir an için asıldı. Sonra toparlayıp, gülümsedi. “Tamam abi söylerim.” “Bekle bi dakka” Ocağın yanına gitti. Altta dolaplardan birinden çay lekeli beyaz bir beze sarılı bir şey getirip Korhan'a verdi.
“Al bunu, umarım ihtiyacın olmaz.” Korhan bezi dikkatlice açınca üzerinde filizler olan bir tahta parçası ortaya çıktı. Tahta kılıç gibi işlenmişti. Korhan dikkatlice tahta kılıca baktı, havaya kaldırıp elinde salladı. “Hikmet abi, sağol.” Kucaklaştılar. “Ne demek oğul, artık ben yaşlandım. Buralardan çok uzağa gidemiyorum. İşini bitirince sende kalsın, bizim mahalledensin ne de olsa. Lazım olur.” Korhan gülümsedi. “Tamam Hikmet abi. Hoşça kal.” dedi ve kahveden ayrıldık. Dışarı çıktığımızda tramvaya kadar hiç konuşmadık. İlk gelen trene binip eve koyulduk. Eskişehir'in sokaklarında arabaların arasından, kaldırımdaki yayaların boş bakışları altında yol aldık. Tramvayın duraklarını anons eden kadın üniversite durağını söylediğinde indik. Evim kampüsün ana kapısından aşağı doğru inen caddedeydi. Korhan'a yolu gösterdim. Korhan asansör kullanmadığını, o içindeyken çoğunlukla arıza yaptıklarını söyleyince merdivenle çıktık. Laf olsun diye neden asansörlerin arıza yapacağından çekindiğini sordum. “Büyü ile uğraşanlar gerçekten uzaklaşırlar, o yüzden makinelerle anlaşamayız.” “Nasıl yani?” Her kata çıktığımızda ışıklar yanıyordu. İki kat arasındaki karanlıkta Korhan cevap verdi. “Büyü, insanın kendi iradesini gerçekliği değiştirmek için kullanmasıdır. Olmayanı var eder ama onu bir yerden almalıdır. Gerçekliğe kendinden bir parça verir büyücü.” “Peki, bunun makinelerle ne alakası var?” Uyku bastırmıştı. “İnsanın yaptığı her şeyin içinde bir kıvılcım vardır. Bu kıvılcım büyücünün gerçekliğiyle karşılaştığında söner.” Ne kıvılcımı olduğunu anlamamıştım. “Öyle mi?” dedim. Sesimden inanmadığımı anlamış olmalı ki, beni kendine çekip, yüzüme baktı. “Bunların hepsi aklını karıştırıyor değil mi?” “Evet, neler olduğunu anlamıyorum.” Omzumu sıktı. “Merak etme” dedi “senin işini çözeceğiz.” Yumuşak yüzü bir an sertleşti. “Benim şehrimde bunlara izin vermem.”
13
Benim kata varmıştık. Kapıyı açtım, içeri girdik. Korhan'a tuvaleti gösterip yatak odasına geçtim. Karışık konular düşünecek halim yoktu, hemen uyumak istiyordum. Korhan peşimden gelmişti, bir sandalye çekip yatağın yanına oturdu. “Burada mı oturacaksın.” “Evet” “Sen bilirsin.” Saçma gelmişti ama nedense karşı çıkacak gücüm yoktu. Üstümü bile değişmeden yatağa kendimi zor attım. Korhan çantasını karıştırırken uyuyakaldım. Nazlı'nın öpüşüyle uyandım. Kanlı elbisesi ve kızıl dudakları beni sardı. Karanlıkta gözleri parlıyordu. Aşk sözcükleri söylüyor. Şehvetle sarılıyordu. Onun sunacağı mutluluğa kendimi bırakmak üzereydim ki Korhan'ın sesini duydum. “Ey meyyit senin yerin burası değil.” Sol elinde kalın, üzerinde boğumlar olan kısa bir sopa vardı. Sopayı Nazlı'ya yaklaştırınca parlamaya başladı. Sağ eli cebinde, karşısında duruyordu. Nazlı'nın canı yanmıştı, ayağa kalkıp onu kurtarmak istedim. Hareket edemiyordum. Nazlı ışıktan kaçarken, odanın içindeki gölgeler toplanmaya başladı. Karanlık Nazlı'nın ardında cisimlendi. O gün barda gördüğüm adam ortaya çıktı. Üzerinde Nazlı'yı kaçırdığı gece giydiği siyah gömlek ve dar kot pantolon vardı. Gözleri kıpkırmızı yanıyordu, Korhan'a doğru kedi gibi tısladı. İki uzun köpek dişi ışıkta parlıyordu. “Sen ne hakla karışırsın benim işime.” Korhan'a doğru bir hamle yaptı, asanın ışığı artınca geri çekildi. “Anlaşmayı unutmuşsun.” Korhan'ın sesi odada çınlıyordu. “Atan sana bu toprakların kuralını anlatmadı mı? Kim ki seni geceye cahil gönderdiyse ona çat. Bu âmâ benim korumamda.” “Gecenin altındaki her şey bizimdir. Senin gibilerin iznine kalmadık.” Ellerini ışığa siper edip Korhan'a doğru atıldı. Korhan kendini korumak için sopayı ona çevirdi. Adamın ağzı kocaman açılmış, tırnakları uzamıştı. Korhan sağ elini cebinden çıkarttı. Eli yanıyordu, alevlerin sıcak ışığı sopadan yayılan beyaz ışığa karıştı. Yaratığın pençelerini alevli eliyle uzaklaştırdı. Yaratık ve Nazlı aynı anda çığlık atmaya başladılar. Adamın sağ eli yanmıştı. Berbat bir koku odayı sardı.
14
“Sana kimse ders vermemiş anlaşılan. Meyyit git buradan ve bir daha bu âmâya yaklaşma.” Nazlı adama koştu. Açık pencereden odaya soğuk bir rüzgar doldu. İkisi de rüzgara döndüler. Donakalmışlardı. Adam çömeldiği yerden kalktı. Gözünde mavi bir ışık vardı. “Savaştan beri bir sanatkar görmemiştim.” Sesi değişmişti. Yüzünde belli belirsiz bir gülümseme vardı. “Eğer senin dölün haddini aşmasaydı görmezdin de.” Korhan adamla arama geçti. “Bu çocuk daha genç. İki binli yıllar şerefine katmıştım aramıza, kuralları bilmez.” “Cehalet onu korumaz, sen gelmeseydin bu çürümüş bedeni ait olduğu karanlığa gönderirdim.” Korhan sözlerini bitirdiğinde adam güldü. Sesinde garip bir tını vardı, anlamlandıramadığım bir soğuk yüreğimi kapladı. “Ben ki atamın babasının atası Dumrul'un lanetini taşırım, isimsizin Aksakallı ile yaptığı anlaşmayı unutmadım. Aksakallı İstanbul'a yola çıkmadan önce size âmâları koruma hakkı verdi, doğrudur. Mehmet'in yanında amalar için savaşmış olsak da isimsiz atamız bize kurbanlık koyun olun demedi.” Dişleri gülümserken parlıyordu. “Sen bu zavallıyı da al ve çadırıma gel. Orada güçlü olanın istediği olsun.” Korhan, parıldayan sopasını kaldırdı. “Senin çadırına gelecek kadar saf değilim ey meyyit, eğer dövüşse istediğin yarın güneş battığında Kentpark’a gel. Porsuk üzerindeki köprüde paylaşalım kozlarımızı.” Vampirin kaşları çatıldı. “Olur evlat, yarın güneş battıktan bir saat sonra oradayız. Aksakallı'nın isimsiz atamla anlaştığı şekilde çözelim.” Vampirin gözündeki ışık kayboldu. Gölgeler arasına karıştılar ve gittiler. Geride nemli toprak ile çürük karışımı garip bir koku kalmıştı. Korhan yatağın kenarına oturdu. Asanın ışığında yorgun gözüküyordu. “İyi misin?” “Yoruldum.” Korhan'ın kaşları çatılmıştı. “Meyyit çok güçlüydü. Tokmağın gücünü aşmak için çok çalıştı.” “Onun ışığı korudu değil mi bizi?” “Evet şifa tokmağının ışığı olmasaydı, genç meyyitin zihnini ele geçirdiği gibi bizi de yutabilirdi.” Sopayı indirip ayağa kalktı. “Bu kadar güçlü bir
meyyitin Eskişehir'de olduğunu bilmiyordum. Şimdi dinlenme zamanı, yarın öğleden sonra Hikmet ustanın kahvede buluşuruz.” “Vampirdi değil mi o?” gitmek istiyordu ama gene de cevap verdi. “Nefesi öte aleme göçmüş ama hâlâ burada yürüyenlere meyyit deriz. Vampirler de meyyittir ama bunlar vampir değildirler fakat çok benzerler. Bu işi çözdüğümüzde sana Asya'nın bozkırlarından bu topraklara kadar yayılmış olan Dumrul'un soyunu ve onların peşindeki laneti anlatırım.” Eşyalara bir göz attı, çantasını eline aldı. “Güvenli olur mu tek başına olmam? Külliyeye gidebilirim.” Bana baktı, yüzündeki çizgiler daha netleşti. “Bu gece sana kimse dokunmaz. Meyyit yarın dövüşe çağırdı bizi, Dumrul'un soyu lanetlidir fakat sözlerini tutarlar.” Eliyle saçlarını düzeltti “Hem gelseler bile odanı mühürledim. Rahat uyu.” Kapıdan dışarı çıktı ve gitti. Olanların ağırlığı üzerime çöktü. Vampirler ya da Korhan'ın dediği gibi meyyitlerin varlığı, büyünün gerçekliği iyice aklımı karıştırmıştı. Kabusumun gerçek olması korkutucuydu. Tek tesellim Nazlı'nın bana gelmiş olmasıydı. Eğer Nazlı'yı o adamdan kurtarabilirsem her şey düzelirdi. Onu düşününce yüzü aklıma girdi, tüm korkuları uzaklaştırdı. Gece sabaha kadar deliksiz bir uyku uyudum. Kalktığımda saat biri geçiyordu. Aceleyle giyinip tramvaya atladım. Güneşin altında Eskişehir çok güzel gözüküyordu. Tramvay salına salına caddeleri geçti, vilayetin yanından Odunpazarı'na yöneldi. Sokaklar cıvıl cıvıldı, kimse gecenin sakladıklarından haberdar değildi. Alaaddin Camii’nin önünde tramvaydan indim. Caminin yanından parkın içinden geçtim. Otobüs duraklarında bekleyenler, koşturanlar ve kırmızı ışıkta bekleyen arabaların arasından Odunpazarı'na çıktım. Etrafımı eski binalar sardığında sanki hava ferahlayıverdi. İnsanlar daha sakin, sokakta dolaşan kediler daha havalıydı sanki. Hikmet ustanın kahvesine doğru yokuş yukarı çıktım. Girip bir masaya oturdum. Çocuklardan biri çay getirdi, aç olup olmadığımı sordu. Kahvaltı yapmadığımı söylediğimde haşhaşlı getirdi. Tabağı koyarken
ustanın gelmemi beklediğini, bunu ustanın eşinin yaptığını söyledi. Haşhaşlı çörek enfesti, karnımı doyurup mahalleyi izledim. Korhan birkaç saat sonra geldi. Elinde aynı çanta vardı. Çantayı masanın kenarına koyup yanıma oturdu. Gözlerinin altı şişmiş, yüzünde yorgunluk izleri belirmişti. Çırak ona da çörek ve çay getirdi. Konuşmadan yemeğini bitirmesini bekledim. “Ne düşünüyorsun, hâlâ inanmıyor musun efsunluya?” Çırak kahvelerimizi getirmişti. Şekerli kahvesinden bir yudum alırken Korhan soruvermişti. “Emin değilim. Bir şeyler gördüm ama bunca zamandır nasıl gözümden saklanmışlar anlamadım.” Gülümsedi. “Sizlere boşuna âmâ demiyoruz. Efsunun dokunmadığı insanların gözleri kördür. Sizler kendi inandığınız gerçekliğe sıkı sıkı tutunursunuz. O gerçekliğin ulaşamadığı yerde de efsun tüm ihtişamıyla durur.” “Neden böyle?” “Yaradılışın yasası böyle diyenler var ya da büyük bir komplo ile efsunun kaybolmasını isteyenler olduğu söylenir. Ustalar meclisinde bazıları büyük bir büyü ile gözlerin kör edildiğini söyler. Doğrusu kimse sebebini bilmiyor.” Kahve fincanını tabağa yerleştirdi. Hikmet ustanın içine bir yaprak nane koyduğu suyu yudumladı. “Önemli olan nedeni değil zaten Murat. Artık senin gözün açıldı. Ne yapmak istediğine karar vermelisin.” “Nasıl yani? Nazlı'yı kurtarmak istiyorum.” “Eğer istersen senin gözünü yeniden efsunlulara ve bu yeni âleme kör edebilirim. Yaşadıklarını ve Nazlı'yı da unutursun. Nazlı'yı meyyittin elinden kurtarırım sen de eski hayatına dönersin.” Durdu, o delici bakışlarıyla bana baktı. “İster misin?” “Korhan abi, Nazlı'yı tanıyalı çok olmadı. Bu kısa sürede onunla beraber geleceğimizin işaretini gördüm. Onun yüzünün aydınlığına kapıldım.” Çayhaneye baktığımda Hikmet ustanın bakışlarıyla karşılaştım. “Onu unutmak istemiyorum. Kötü de olsa, iyi de olsa onu unutmak istemiyorum.” Korhan'ın bakışları sertleşti. “Bu yola benimle gelirsen senin yaşamını garanti edemem. Eğer yanımda durursan artık âmâ olmazsın. Kabul ediyor musun?”
15
“Evet ediyorum. Nazlı için kabul ediyorum.” Sanki tüm kahve kaybolmuştu, sadece ikimiz kalmıştık. “Eğer bu yola benimle gelirsen, Nazlı'yı kurtaracağını garanti edemem. Meyyit'in gücü onu ele geçirmiş olabilir. Kabul ediyor musun?” Duraksadım. “Ne demek onu kurtaracağımı garanti edemem? Her şeyi onun için yapmıyor muyuz?” “Meyyit onu ne zaman ele geçirdi bilemem. Eğer Nazlı'nın nefesi kaybolmadıysa, yedi geceyi geçmediyse bir şansımız var.” Yüzü asık bana baktı. “O zaman onu kurtarmak mümkün olmaz.” “O kaybolalı yedi geceyi geçmedi. Bu gece sekizinci gece olacak, sayılır mı?” “Eğer Nazlı nefesine sahip çıkarsa onu kurtarabilirim. Aksi halde yitmiştir.” Kaşları çatıldı. “Yaşama sevinciyle dolu muydu Nazlı, yoksa hayata küskün müydü?” “Nazlı cıvıl cıvıldır, ışıl ışıldır. Onda beni etkileyen de bu olmuştu. Yaşama sevinciyle doludur.” Pek inanmış gözükmüyordu. “Bunu bu akşam anlayacağız. Sen Meyyit'in gücünün onu ele geçirmiş olabileceğini kabul ediyor musun?” “Evet kabul ediyorum. Ama inanmıyorum, Nazlı beni bırakıp gitmez.” “Umarım senin dediğin gibidir Murat. Bir başkasını tanımak zordur.” Başını çevirip Hikmet ustaya baktı. “Murat yanımda gelmen için bir şartım daha var. Eğer onu da kabul edersen, gece meyyit ve onun büyüsü ile karşılaşmaya gelebilirsin.” “Söyle, Nazlı için her şeyi yapmaya hazırım.” Korhan gözlerini kapattı, alnını eliyle ovuşturdu. “Eğer bu yola benimle gelirsen, Nazlı'nın bedenini yok etmeye hazır olmalısın. Kabul ediyor musun?” “Hayır, böyle bir şey olmayacak. Nazlı'ya zarar vermene izin vermem.” Ayağa kalkmaya çalıştığımda bir çift el omuzlarımdan bastırdı. Kafamı çevirdiğimde Hikmet ustanın arkamda olduğunu gördüm. Korhan'ın sesi sakindi. “Bak Murat, eğer Nazlı'nın nefesi yittiyse, onun bedenini yok etmek bizim görevimiz. Başkalarına zarar vermesini engellemeliyiz.” Hikmet ustanın elinden kurtulmaya çalıştım. Kolları demir gibiydi, hareket edemiyordum.
16
“Hayır, onu yok etmene izin vermem.” “Murat, kötülüğün tohumunun Eskişehir'de kök salmasına izin veremeyiz.” Hikmet ustaya baktı. “Dumrul'un soyu göçebedir. Nefeslerini kaybettiklerinden yaşamak için kan içerler. Kurbanlarının aklını büyü ile çeler ve onların nefesini alırlar. Hep başka yerlerin özlemini duyarlar ancak her yeniayda nefesini yitirdikleri yere gelirler.” Bakışları uzaklara gitti. “Derler ki ışıksız gecelerde, kendilerinden kaçan nefese tuzak kurup onu yakalamaya çalışırlarmış. Böyle gecelerde Dumrul'un soyunu bir çılgınlık sarar. Şafağa kadar kuduz bir hayvan gibi herkese saldırırlar.” Sesinden ne kadar üzüldüğünü anlayabiliyordum. “Buna izin veremem, eğer Nazlı'nın nefesi yittiyse onun her ay gelip Eskişehirlileri öldürmesini kabul edemem.” “Nazlı'nın yaşama sevinciyle dolu olduğunu söyledim sana. İnan bana Korhan, onun nefesi yerindedir.” “Ya değilse Murat, ya Nazlı yittiyse.” Sesindeki şefkat yüzündeki sertliği daha da korkunç yapıyordu. “Sanmıyorum.” “Eğer nefesi yittiyse o artık senin tanıdığın Nazlı olmayacak. Buna göre düşün ve kararını ver. Tek başıma da gidebilirim.” Sırtını sandalyeye yasladı. “Eğer yittiyse, Nazlı'mın bedenini yok etmeni kabul ediyorum.” Sözler ağzımdan çıktığında Hikmet usta elini omzumdan çekti. Ağlamaya başladım. Kahvedekiler dönüp bakmadılar. Korhan sırtını döndü. Hıçkırıklarla ağlamadım. Gözlerimde tutamadığım yaşlar sessizce yanaklarımdan süzülüyorlardı. Hikmet usta sıcak elma getirinceye kadar ağladım. Sonrasında Korhan'la konuşmadık. O Hikmet usta ile konuştu, arada tahta kılıcı örtüsünden çıkarıp incelediler. Hava kararırken kahveden ayrıldık. Tramvayla Kentpark'a doğru yola koyulduk. Kentpark Eskişehir'deki güzel parklardan biridir. Otogarın karşısında dört bir yanı yüksek duvarlarla çevrilidir. Şehre gelenleri yüksek duvarlarının ardındaki gizemle karşılar. Kurulduğunda, içinden geçen nehrin kıyısındaki plajıyla, gazeteler haberini vermişti. Şimdilerde şehir ahalisinin yürüyüş ve keyif yapmak için tercih ettiği yerlerden biri olmuştu. Güneş batarken yanan lambaları ile göz alıcı bir güzelliğe sarınmıştı. Korhan elinde çantası emin adımlarla yürüyordu.
Dönüp onu takip edip etmediğime bile bakmamıştı. Köprüye vardığımızda güneş kaybolalı yarım saatten fazla olmuştu. Suyun içinde oynayan, lambanın ışığında parıldayan kırmızı balıkları izledim. Aklıma olacakları getirmemeye çalışıyordum. Zamanın geldiğini balıklar kaçışıp, etrafı tekinsiz bir soğuk sarınca fark ettim. Korhan yaslandığı korkuluklardan uzaklaşıp köprünün kapı tarafına baktı. Köprünün etrafı görünmez bir duvarla çevrilmiş gibi boşalmıştı. Koşucular yollarını çeviriyorlar, ele ele yürüyen sevgililer köprünün uzağından gidiyorlardı. Heykellerin arasından, üç gölge bize doğru geliyordu. Köprüye yaklaştıklarında gölgelerden sıyrıldılar. Önce Nazlı'yı gördüm. Düşlerime giren kanlı elbise üzerindeydi. Adımları yere basmıyor, sanki süzülüyordu. Park lambalarının ışığında peri gibiydi. Bakışlarını yerden kaldırmadan siyah gömlekli adamı takip ediyordu. Siyah gömleklinin yanında ilk defa gördüğüm bir kadın vardı. Uzun eteğinin üzerinde ipler sarkıyordu. Siyah saçları parıldıyor, ışıkla oyunlar oynuyordu. Gözleri mavi, teni bembeyazdı. İncecik çiçekli bir bluz vardı üstünde, göğsüne çaprazlama fişeklik asılıydı. İki üç metre kadar yakınımıza gelip Korhan'ın şifa tokmağının ışığının kenarında durdular. Kadının mavi alevle yanan gözleri önce beni sonra Korhan'ı süzdü. “Selam olsun sana Korhan Bey. Söz verdiğim gibi karşındayız.” Kadın hafifçe eğildi. “Selam olsun sana Dumrul'un kızı.” Korhan da ona aynı şekilde selam verdi. “Kabalığımı affedin, ben sizin isminizi bilmiyorum.” Kadının kırmızı dudakları çapkın bir gülümseme ile aralandı. “Benim ismim Banıgül’dür. Düne kadar ben de bilmezdim ismini, bu soysuz Cemil'le karşılaşınca öğrenmem gerekti kim olduğunu.” “Banıgül hatun, sizinle burada sohbet için buluşmadık. Bu kibarlığı bırakıp, sebebi ziyaretimize gelsek.” Korhan tokmağı ışığı yayılsın diye yukarıda tutuyordu. “Geçelim sabırsız bey, geçelim.” Banıgül'ün etrafındaki gölgeler bir anda karardı. Köprünün üstünde Korhan'ın tokmağı dışında ışık kalmamıştı. “Sen benim dölümü tehdit ettin. Onun Dumrul'un laneti ile korunan bedenini yakmaya cüret ettin. Aksakallı ile yaptığımız anlaşma gereği bunu sadece kan çözer.”
“Evet meyyit, karşındayım. Sen mi yoksa bu cahil Cemil mi çıkacak karşıma” Korhan bacaklarını iki yana açmış, köprünün ortasında duruyordu. “İkimiz de dövüşmeyeceğiz bu gece ey kam. Bu gece kana susayan şu yitik kız.” Nazlı başını kaldırdı. Güzel gözleri kıpkırmızıydı, yüzü kanlı gözyaşı çizgileriyle sarılmıştı. Kırmızı dudakları aralandığında keskin beyaz dişleri parladı. Kalbim duracak gibiydi, nefesim kesilmişti. Banıgül'ün sözlerini zor duydum. “Onun derdi senle değil ey kam. Yanında gelen bu adamla. O yüzden ikisi dövüşecek ve haklı olan bu köprüden yürüyüp gidecek.” Korhan'ın benzi sarardı. “O sadece şahit, böyle bir mahkeme için gelmedi buraya.” “Bu kızın sorunu onunla, sen engellemeseydin onunla bitecekti. Şimdi engel olamazsın.”Gülümsedi. “Hem biliyorsun, Aksakallı'nın kuralları saldırıya uğrayanın koşulları geçerlidir der.” Korhan onlara bakakaldı. Dönüp yanıma geldiğinde adımlarını zorlukla atıyordu. “Murat duydun, senin Nazlı ile dövüşmen gerekiyor. Yoksa bu köprüden çıkmamız mümkün değil.” “Onunla dövüşmek istemiyorum, tokmakla bize bir yol açamaz mısın?” “Mümkün değil, şifa tokmağının gücü bu meyyitin karanlığıyla başa çıkmak için yeterli değil. Baksana bizi lanetinin içine hapsetti bile.” “İyi de ben Nazlı ile nasıl dövüşürüm. Onu seviyorum.” “Murat, bak ona ve bana Nazlı'nın kurtarılabileceğine inandığını söyle. Gözlerin açıldı ama gerçekten bakmıyorsun.” Nazlı'ya baktım. Beyaz elbisesinin önü kıpkırmızıydı. Ağzı yüzü kanla kaplıydı. Tokmağın ışığında gözlerinin karanlığına takıldım. Islak elbisesinin altında göğsü oynamıyordu. Ona baktığımı fark edince hayvani bir sesle bağırdı, köpek dişleri uzayıp tüm ağzını doldurdu. “O artık Nazlı değil, haklısın.” Sesim ne kadar uğraşsam da titriyordu. “Onunla dövüşüp yenmelisin. Başka şansımız yok.” Korhan çantasından örtüye sarılı tahta kılıcı çıkardı. “Bununla dövüşeceksin.” Kılıcı elime tutuşturdu. Kabzasında eski dilde bir şeyler yazılmıştı. Tahta kılıç elimde tüy kadar hafifti.
17
“Dumrul soyu çok çevik ve güçlüdür. Eğer seni yakalarsa kolaylıkla boynunu kırabilir. Nazlı daha yeni nefesini kaybettiği için onun karanlığının seni ele geçirmesi mümkün değil ama senin ona olan duygularını kullanmak isteyebilir. Sakın kendini kaybetme ve tahta kılıçla onun işini bitir.” “Nasıl, bu kılıcı göğsüne mi saplayacağım?” “Bu kılıç canavarları yok etmek için yapılmıştır. Ejderha avcılarının kılıcıydı bu. Kötülükle karşılaştığında gerçek kılıç gibi keskin olur, masumun teninde kızarıklık bile bırakmaz. Onun içindeki ışığın sana yol göstermesine izin ver. Nazlı'yı yenersin.” Kılıcı kaldırdım. Nazlı karşımda bekliyordu. “Korhan korkuyorum.” “Korkman normal, ama bu Nazlı'yı kurtarmanın tek yolu. Yapabilirsin Murat.” “Sana bu motivasyon işini beceremediğini söylemişler miydi?” Bir an şaşırdı, ne dediğimi anladığında gülmeye başladı. Kahkahasında çocuksu, masum bir hava vardı. Her şeye rağmen ben de güldüm. “Doğru diyorsun, çalışmalıyım.” Elimde kılıç Nazlı'nın karşısına geçtiğimde gölgeler biraz daha azalmış gibiydi. Bakışlarımız karşılaştı. Nazlı'nın nefreti volkan olmuş onu yakıyordu. Ben daha ne olduğunu anlayamadan kedi gibi sıçrayıp aramızdaki mesafeyi kapatıverdi. Tahta kılıçla pençesini savuşturdum. Hırlayarak boğazımı ısırmak için bir hamle yaptı. Korkuluklara doğru kaçıp ondan sıyrıldım. Soldan göz ucuyla uzun tırnaklarını fark ettim. Diz çökerek başımı kaçırıp, kılıcı kaldırdım. Kılıç bileğinin üzerine denk geldi, bir anda parladı. Nazlı çığlık atıp geri sıçradı. Bileğinden kapkara kan akıyordu. Kan damlaları yere düşünce yanıp buharlaştı. Sol elimle korkuluktan destek alıp ayağa kalktım. Nazlı bileğini yalıyordu, dili yılanınki gibi upuzundu. Gözlerimin içine baktı ve gülümsedi. Gözleri kapkara olmuştu. Bana doğru atıldığında hazırlıklıydım. Kılıcın ucuyla ona doğru hamle yaptım. Nazlı yere dört ayak üstünde düştü. Korkuluklara doğru atıldı. Sola dönüp kılıcı ona doğru savurdum. Benim kılıçla hamle yaptığım yerden Nazlı sıçrayıp kaçtı. Dönmeye çalıştım ama ayaklarım birbirine dolanmıştı. Nazlı'nın dişlerinden kaçtım, yerde yuvarlanırken pençesi sol kolumu parçaladı. Kılıcı iki elimle tutup önümde savurdum. Nazlı geri sıçrayıp dört ayak üzerinde dikildi. Kanayan kolumu tutarak
18
ayağa kalktım. Nazlı'nın suratında kocaman bir sırıtış vardı. Kara gözlerinde kana susamış bir canavarın izleri gözüküyordu. Onun bana doğru gelmesini beklemeden hamle yaptım. Kılıcı iki elime alıp Nazlı'ya doğru sıçradım. Benden kaçmak için sola hamle yaptı. Sol elimi bırakıp sağ elimle kılıcı savurdum. Köprünün tahtalarına ayağım değdiğinde sağa çekildim. Nazlı korkuluklardan destek alıp üzerime atladı. İki eliyle boynuma doğru uzanmıştı. Geriye atladım, ayaklarımı kaldırıp Nazlı'nın göğsüne bir tekme attım. Yüzündeki şaşkınlığa aldırmadan kılıcı ona doğru savurdum. Kılıç sol koluna temas ettiğinde parıldadı ve sanki orada bir şey yokmuş gibi devam etti. Nazlı'nın sol kolunu kesip, göğsünün altında takılı kaldı. Nazlı tüm ağırlığıyla üstüme yığıldı. Sağ eliyle boynuma atıldı. Nefesi çürük kokuyordu. Dişleri boynuma yaklaştı. Yaralı elimle onu uzaklaştırıp, sağ elimle kılıcı ittim. Parıldayan kılıç boynunun altından çıktı. Nazlı'nın pis kokulu kanı üstüme boşandı. Elimi yüzümü yakıyordu. Nazlı'yı üstümden attım. Ayağa kalkacakken Cemil'in gölgelerden üzerime doğru koştuğunu gördüm. Nazlı'nın yanında ölecek olmaya hazırdım. Cemil'in dişleri ve pençelerine hazırdım. Birden Cemil alevle kaplandı. Korhan'ın elinden yeşil bir alev çıkıp Cemil'i sarmaladı. Ölümlü bir varlığın ağzından çıkamayacak bir çığlıkla Cemil yere düştü. Korhan'ın tokmağının ışığında alevler önce sarıya sonra kızıla dönüştü. Korhan yanıma geldi, onun yardımıyla ayağa kalktım. Banıgül köprünün ucunda bize bakıyordu. Korhan onunla benim aramda duruyordu. Sol elimin parmaklarımı hissetmiyordum. Aksayarak Korhan'ın sağına geçtim. Korhan bana baktı, gülümsedi. Başını çevirirken kaşları çatılmıştı. “Banıgül hatun, dövüş bitti. Sorun çözüldü.” “Doğru genç kam, dövüş bitti ama seninle işimiz bitmedi.” “Kurallara göre dövüşü kazanan haklıdır.” “Doğru dövüşü kazanan haklıdır ama sen Cemil'i öldürdün.” Korhan sözünü bitirmesini beklemedi. “Ama o kuralları çiğnemişti. Ölümü hak etmişti.” “Belki haklısın, belki de değilsin.” Banıgül mavi bakışlarını Korhan'a dikti. “Bunu anlamak için senin elinde başka engerek kalbi olup olmadığını
da öğrenmem gerekli.” Gülümsedi, “Alevleri engerek kalbinden çağırdın değil mi? O ceketin cebinde başka neler saklıyorsun.” “Öğrenmenin bir yolu var Dumrul'un soyu.” “Haklısın genç kam ama bu gece değil. Bu gece bunu öğrenmek için erken. Beni sorun yaratan birinden kurtardın fakat bu aramızda kan olduğunu değiştirmez.” Banıgül bana baktı. “Sense benim soyumdan birini katlettin. Elinde gücünü bilmediğin kılıçla Dumrul'un kanına bulandın. Seninle de aramızda kan var.” Ellerini önünde kavuşturdu. “İkinizin de zamanı gelecek, o güne kadar” gülümsedi. Dişleri karanlıkta neon sokak lambaları gibi parlıyordu. “Hoşçakalın” Banıgül gölgelere karışıp kayboldu. Köprünün ortasında Korhan'la kalakaldık. Dönüş yolunda ikimiz de konuşmadık. Eve vardığımızda üstümdeki kanları temizlemek için duşa girdim. Çıktığımda Korhan evdeydi. Çantasından yeşil bir macun ve bezler çıkartıp kolumdaki yaraları sardı. Titriyordum, ağlamak üzereydim. Korhan ne kadar korktuğumu fark etti mi bilmiyorum, kılıcı benden alıp geceleri ne yapıyorsa onu yapmaya gitti. Sabah kalktığımda kolumdaki acı azalmıştı. Odunpazarı'na Hikmet ustanın kahveye gittim. Usta gelinceye kadar gazete okuyup, çayımı içtim. Hikmet usta beni gördüğünde yüzü aydınlandı. Masaya gelip yanıma oturdu. “Anlaşılan gazanız hayırlı bitmiş.” “Nazlı'yı dönüştüğü halden kurtardım. Ne kadar hayırlı bitti bilmiyorum.” Hikmet usta bana baktı. Sonra kahvedekileri gösterdi. “Bak oğlum, buradakilerin çoğu senin gördüklerinin onda birini bile duymamıştır. Sen gördün ve sevdiğini kurtardın. Bu bile kendi başına hayırlıdır.” O konuşurken çayımdan bir yudum almıştım. Dikkatlice bardağı yerine koydum. Hikmet ustayı kırmak istemiyordum. “Hikmet usta sizi kırmak istemiyorum fakat gece boyunca bir şey düşündüm.” “Nedir oğul?” “Ben bu bildiklerimle nasıl okula dönerim? Nasıl gece dışarı çıkarım, nasıl yaşarım?” Gözlerim yaşardı. Boğazıma koca bir düğüm yerleşti. Üzgün değildim, kızgındım. Hayata ve bana bunları veren dünyaya kızgındım.
“O Banıgül'e kızgınım. Nazlı'yı alan adama kızgınım, onu koruyamadığım ve korumam gerektiğini bilmediğim için kendime kızgınım.” Tırnaklarım avucuma batmıştı, ellerimi açıp sakinleşmeye çalıştım. “Ne yapayım, nasıl bununla başa çıkayım?” Hikmet usta güldü. Koca bir kahkaha attı. “Murat oğlum, sen bir amaç arıyorsun anlaşılan. İstediğinin, tüm bu saydıklarını yapmanı sağlayacak bir sebep olduğuna emin misin?” “Evet.” “O zaman kulak ver bana da sana gölgedeki alemi anlatayım. Dün gece ilk defa gölgelerin ardına baktın. Daha fazlasını istediğine emin misin?” “Korhan da dün benzer bir soru sormuştu. Evet korkmuyorum ve daha fazlasını bilmek istiyorum.” “Her zaman bilgi mutluluk getirmez. Bazı şeyleri bilmek bile tehlikelidir. Bunları bilerek hâlâ perdenin ardına bakmak istiyor musun?” “Evet istiyorum. Korhan gibi sen de üç kere soracaksan şimdiden cevap veriyorum. İstiyorum.” Hikmet usta sandalyesine yaslandı. “O zaman bana yardım ederek başlayabilirsin.” “Dün geceki gibi bir yaratık için mi yardım istiyorsun?” Güldü “Hayır, senden benim bacanağa bir paket götürmeni istiyorum.” “Hikmet usta, ben de seni ciddiye alıp konuştum. Ver götüreyim paketi ama dalga geçmeseydin keşke.” Hikmet usta sırtıma vurup ayağa kalktı. “Siz gençler çok acelecisiniz. Seninle dalga geçmiyorum. Eğitiminin ilk aşaması bu olacak.” Ayağa kalktım. Kolumdan çekip beni çay ocağına doğru yönlendirdi. “Sorsana bana bacanağımın nerede oturduğunu.” “Nerede oturuyor, usta senin bacanak. Paketi ver de gideyim.” “Bizim hanımın taraf hâlâ periler âleminde, hemen gidemezsin önce yol için hazırlık yapmak lazım.” Baktım, gözünde hınzır bir gülümseme vardı. Sanki yirmi yaş gençleşmişti. “Ne bekliyorsun, hadi çok işimiz var.”
19
Öykü: Volkan Levent SOYLU İllüstrasyon: Mehmet Kaan SEVİNÇ
Öykü
Yükselişin Şafağı “Acele et! Vaktin çok az! Kimse fark etmemeli! Haydi, koş!” * * * Kazım’ın anlatmaya başlamasıyla birlikte, boğuk sesi mangal ateşinin çatırtısını hepten bastırdı. “Besmeleyle yatağa girdim. Her zaman yaptığım gibi evvelinde yatsı namazımı kılıp duamı okudum. O yorgunlukla Allah’a şükür bir güzel uykuya daldım.” Birlikte mangal için bir şeyler hazırladığı Nizam da bir yandan pürdikkat kesilmişti. “Rüyamda uğursuz bir gürültüyle uyandım.” O anı tekrar yaşamaktaymış gibi Kazım’ın sesi kısıldı. “Biri sanki yerinden sökecek, kapıya o denli vuruyor. Kalktım kalkmasına da, o korkuyla adım dahi atamıyorum. Bildiğim bütün duaları sırayla okumaya başladım. Gecenin o vakti, başıma bir şey gelse bana yardım edecek bir Allah’ın kulu yok. Kapıya kadar öyle böyle yürüdüm. Amma velakin korkum kapıyı ucundan aralamamla uçtu gidiyor. Biricik annem kapıda bana bakıyordu.” * * * Birkaç kilometre uzakta, köyün bulunduğu düzlüğü bir hilal gibi saran dağın patikalarında birisi koşuyordu. Ay ışığının da yardımıyla taşlar üzerinde sekerek son sürat aşağı iniyordu. Dağı geride bıraktığında hızını kesmeden ilerlemeyi sürdürdü. Geldiği mağaradaysa dalgalanmakta olan bir gölge, meşale ışığında soğukkanlı bir uğraş içerisindeydi. * * * “Aa! Nur yenge!” Nizam şaşkınlığını gizleyememişti zira Nur yenge eceliyle vefat edeli yirmi günden fazla olmamıştı. Demek bir şekilde, bir şey için oğluna gözükmüştü. Bu düşünce üzerine şaşkınlığı yerini derin bir şüpheye bıraktı. “Bir dakika.” Doğru kelimeyi bulmak için beklerken
20
Kazım’a iyice sokuldu. “Sana bir şeyler dadanmış, yollanmış olmasın? Biliyorsun, üç harflisi, kanatlısı, yılan başlısı?” Hemen düzeltti. “Sen de biliyorsun, böyle belalar en olmadık adamı bulur. Ne de olsa Allah’ın işi.” Kazım’ın omuzları demekle yetindi.
çöktü. “Bilmiyorum,”
Süregelen sessizlik üzerine Nizam sordu: “Sonrasında ne oldu?” * * * Oduncu Kazım’ın evi! Çeşmenin aşağısındaki yokuşta. Yanlış yere gitmemeliyim! Kaybedecek zaman yok!” İrfan ilerideki köy evlerinin karartısını görmüştü görmesine ama geç kaldığına emindi. Mağaradan koşarak buraya ulaşana kadar bir ömür geçmiş gibiydi. Yine de elinden geleni yapıyordu. Bitap bir halde yavaşladı ve yutkundu. Eli gayriihtiyari kesesine gitti. Nefeslendikten sonra koşmaya devam etti. Evlerin arasına girerek köy meydanına giden yolu boylu boyunca aştı. Issız gecede elbet onu duyan birileri olacaktı ama artık bunu düşünmek için çok geçti. Meydana yaklaşmasıyla tekrar duraksadı. Gözleri yol kenarındaki çeşmeyi aradı. Ay ışığı geçici olarak gitmiş, siluetler geri dönmüştü. İrfan su sesini duyunca o tarafa yöneldi. Evet, çeşmeye yaklaşmış olmalıydı. Yolu seçebildiği kadar koşmayı sürdürdü. Bir yandan da neyle karşılaşacağını merak etmekteydi. * * * “Dediğim gibi, anneciğim karşımda duruyor. O bana, ben ona; karşılıklı bakışıyoruz. Uyandığımda gün çoktan aymıştı.” * * *
21
Mağara, Rohsan el Haraş’ın öğütülmüş çeşitli ot ve haşhaş karışımlarından elde ettiği pembe tozu serpiştirmesi sonucu canlanan ateşle iyice aydınlandı. İlk başta tuhaf gelen ama alışınca güzel his veren bir koku genizlerine doldu. Âlim iki fıçının üstüne koyduğu geniş tahtadan ibaret masasının üzerine işini görecek keseleri dizmişti. İçinde ateşte ısınmış su bulunan tası masaya koyduktan sonra keselerden birine uzandı. Bir toplu iğneyi içindeki toza bandırarak suya batırdı. Aynısını tüm keselerdeki tozlarla da tekrarladı. Akabinde İrfan’ın köydeki mezarlıktan getirdiği topraktan bir avuç aldı. Gür sesiyle okuduğu dualar eşliğinde toprağı da suya döktü ve hepsi bulamaç haline gelene kadar karıştırdı. İstediği kıvamı almasıyla kabı tekrar ateşin üzerine koydu. O sırada dualar, ayetler, tekerlemeler okumaya devam etti. Toprağın pişmesini beklerken dua çağırma tılsımı çıkardı; bir kere hatım ettikten sonra ateşin yanına, yere bıraktı. Ardından ateşin karşısında bağdaş kurarak beklemeye koyuldu. Dakikalar içinde derin bir tefekkür ve vecd haline doğru süzülmüştü. İrfan’sa tüm bu olan biteni bir kenarda izlemekle yetinmişti. * * * “Sonra? Bir daha gördün mü?” Kazım başını sallayarak içini çekti. Ateşin üzerinde dans ettiği yüzüne hüzün çökmüştü. “Bir haftadan fazla oldu.” Kazım o geceden beri olan biteni bir an olsun düşünmeden edememiş, ilk defa Nizam’a anlatmayı uygun görmüştü. “Birkaç kez mezarını ziyaret ettim. Dualar okudum. Belki bir gün tekrar gelir de görürüm diye.”
Ruh sadece uyanmakla kalmaz, bir zamanlar mesken edindiği bedeni de diriltirdi. İşsiz ve meraklı bir genç olan İrfan’ın, El Haraş’ın köyde yakın zamanda ölmüş birinin olup olmaması konusunda eşsiz yardımı dokunmuştu. Üzerinde deneme yapacağı beden ne kadar yeni ölmüşse o kadar sağlam olacaktı. Şükür ki İrfan üzerine düşeni yeterince iyi bir şekilde yapmıştı. Gencin aklına girmek ve onu inandırmak zor olamazdı. Birçok ilmi konuda olduğu gibi, Afrika inançlarında anlatılanların gerçek olup olmadığını anlamanın tek yolu, orada yazanları denemekti. Yıllar boyunca İranlı eski bir âlimin belgeleri üzerinde araştırmalar yapan Rohsan el Haraş, tüm bu bilgeliğin kökeninin, Afrikalı mistiklerden biri olduğuna inandığı bir Bokor’a ait yazmalara dayandığını öğrenmişti. Tüm bunların doğruluğu fevkalade önemliydi zira köye otuz gün uzaklıkta, Mezaopotamya derinliklerindeki eski Babil yıkıntılarına erişmek için işgücüne, daha da önemlisi kimsenin karşısında duramayacağı bir silaha ihtiyacı olacaktı. Okuduklarına göre Afrika’daki bu Voodoo inancına en sık başvurulma nedenlerinden biriydi bu: Güç ve silah. Kış için önünde bir ayı vardı. Kapanan yollardan ötürü kimsenin köyde olup bitenlere tanık olmaması mühimdi. Burası öğrendiklerini denemek için ideal bir yerdi.
* * *
* * *
“Oduncu Kazım’ın annesi Nusrat Hanım’ın toprağı.” İrfan deri keseyi masaya koydu.
Tefekkür haline giren âlim o anki konumundan bilinmeyen âlemleri seyre dalmıştı. Mistik arayışı, asırlarca süren soyut bir dönüşüm gibi herhangi bir ölçüden bağımsızdı. Ruha bilgeliği aşıladıktan sonra ruhun bedeni çağırmasını beklemekteydi. Bu iş birkaç saat de sürebilirdi, günlerce de. Beklemeyi sürdürdü.
Rohsan el Haraş keseyi eline alıp baktı. “Güzel.” Rivayet edildiği gibi kökeni İran dense de aslen batı Afrika çöllerine kadar giden bir inanca göre, ölü kişinin yattığı mezar o kişinin ruhundan parçalar taşır, ruh toprakla iç içe geçerdi. Böylece mezardan alınan toprak aynı zamanda ölü kişinin ruhunu da içinde barındırırdı. Yine aynı yerden diğer bir inancın dediği üzere kutsal bilgeliğe erişmiş olduğuna inanılan kişilerin kemiklerinden –özellikle kafataslarından- yapılan tozlar; yani bir nevi onların
22
bilgeliği, herhangi bir mezar toprağı vesilesiyle ruha karıştırılarak bilgeliği ona da yaymış olur, bunu kullanmasını bilenler tarafından yönlendirilir bir hale bürünürdü.
Saatler geçti. Vücuduna önce titreme gelen, ardından sayıklayan âlimin gözleri açıldı, göz bebekleri iyice büyüdü ve o loş ortamda daha da korkutucu bir hal aldı. Yutkundu ve önündeki duvara bakmakla yetindi. İrfan’ın bekleyişi yarı meraklı yarı
endişeliydi. Ne yapacağını bilemez bir halde olan biteni izlerken el Haraş’ın göz bebekleri normale döndü. Dudaklarından hırıltıya benzer bir ses çıktı: “İşe yaradı. Sonunda ruh ve beden birleştiler.” Çok geçmeden bakışlarındaki hayranlık şaşkınlığa dönüştü. Yüzü aşağı inen âlimin kaşları birden çatıldı. “Tılsım işe yaramadı.” İrfan’a dönerek “Acele et!” diye haykırdı. “Buraya değil, evine gidecek! Daha önce sana söylediklerim! Kimse görmemeli! Vaktin çok az!” * * * Yol boyunca koşan İrfan kan ter içinde durdu. Durmasıyla ileriden gelen fısıltıyı işitmesi de bir oldu. Hemen o tarafa yöneldi, bir yandan da eli kemerindeki keseye gitti. Bedeni farkında olmadan iyice gerilmişti. Yaklaştıkça Kazım’ın evinin verandasını ve kapısını seçmeye başladı. Bir yandan da adamın “Anne! Anneciğim, söyle ne oldu?” feryatlarını net olarak işitebilmekteydi. Ay ışığından faydalanarak girişin eşiğine kadar sokuldu. Kazım ne yapacağını bilmez bir halde sayıklamayı sürdürmekten kendisini fark etmemişti. Şükür ki çevre evlerde bir ışık ya da ses yoktu. Fazla vakit kaybetmeden ileri atılan İrfan, loş ortamda bir silüet olarak seçebildiği Kazım’a yaklaşarak kesesindeki tozu yüzüne doğru savurdu. Kesilen nefesinden ve yanan gözlerinden ötürü hareket edemez hale gelen Kazım saniyeler içinde yere kapaklandı. İrfan baygın adamı evin içine, odasına sürükledi. * * * “Söylediklerinizi birebir yaptım üstadım. Kazım’ı bitki tozuyla bayılttım. Bizi gören olmadı. Eve vardığımda beden çoktan yerdeydi. Mezara sokmadan evvel kontrol ettim. Her yeri sağlam görünüyordu.” Dışarıda güneş ışığı ufka ince bir çizgi halinde yayılırken, mağaradaki tek ışık kaynağı olan ateş giderek zayıflıyordu; el Haraş’ın yorgun bedeni gibi. Âlim, İrfan geri döndükten ve olan biteni anlattıktan sonra olduğu yere sinip ateşin hantal kıvrımlarını izlemekten başka bir şey yapmadı. En azından görünürde öyleydi; aklı tüm gece boyunca olanlardaydı: Tılsım işe yaramamıştı. Zayıf, eksik, yanlış anlaşılmıştı. Ama düzelmeyecek türde bir kusur olmamalıydı bu; çünkü ilmin asıl gücü ve geçerliliği
kanıtlanmıştı: Bokor yazmalarının vadettiği gibi büyücü tozları sayesinde ruh canlanmış, mezardan bir beden kalkmıştı. Üstelik, her ne kadar nedenini anlamasa da ruhta kalan bir tutam bilinç artığı vesilesiyle evine kadar yol alabilmişti de. Oturduğu yerden âlimin içini bir titreme kapladı; tılsımı gücüne eriştirebilmeyi başardığında olabilecekleri düşünemiyordu: Uykusundan kalkan ve bilinçli bir şekilde kendisine söyleneni yapan onlarca, yüzlerce hizmetkâr; yeri gelince işçi, yeri gelince asker. Gittiği her yerde kurduğu bu orduyla hiçbir güçten çekinmesine gerek kalmazdı. Salacağı korkuyla ona direnmeye cüret eden de olmazdı. Notlarını gözden geçirecek ve tılsım üzerinde çalışmayı sürdürecekti. İlmin gücü ve doğruluğu kanıtlanmıştı. Tılsım için de elbet keşfedilmeyi bekleyen bir yol vardı. Oturuşu dikleşen âlim İrfan’a baktı. “Bu gece olanlar ne demek, biliyor musun?” Genç tereddütle bakındı. Bir şey söylemekten çekindiği belliydi. El Haraş gülümsedi. “Elimizde müthiş bir güç var. Onu kullanmayı öğrendik mi, hazineye ulaşmamız için hiçbir engel kalmayacak. Kim bilir, belki de nice şey için.” * * * O geceden sonra Kazım, gördüğü rüyayı an be an kafasında yaşayıp durdu. Kur’an okudu, dualar etti, annesinin mezarını sık sık ziyaret etti. Her seferinde “Neden,” diye sordu, “Bana bir şey söylemek istediğin belliydi. Neden bir daha yanıma gelmedin? Ağzını açmadın? Daha ne kadar bekleyeceğim?” Lakin kafasının içinde esip gürleyen bu düşünceler onu bir yanıta götürmekten muaftı. Zavallı adam uzun geceler boyunca bir yandan yeniden rüyasında annesini görmek için uykuya dalmaya cebelleşirken, bir yandan da aklını delip geçen soruların yanıtsızlığıyla kıvranıp durmaktaydı. Sonunda ansızın kararını verdi: Köyde ya da çevrede fark etmez; bu işe aklı erenlere, bilenlere, görmüş geçirmişlere, bu meziyeti meslek edinmişlere danışacaktı. Gerekirse kapı kapı, köy köy dolaşacaktı. Bitim tükenmeyen sorulara cevap arayacak, annesinin rüyasında kendisine görünme sebebini öğrenecekti.
23
Hasan Nadir DERİN
Sinema Haberleri
Sinema Dünyasından Kısa Kısa Önümüzdeki ayların merakla beklediğimiz çizgi roman uyarlamalarından ikisinin yeni fragmanları yayınlandı. X-Men: Apocalypse ve Captain America: Civil War’un fragmanları bize yepyeni sahneler gösterdi ve merakımızı arttırdı. X-Men: Apocalypse’de Psylocke’nin bir arabayı ortadan ikiye ayırarak yaptığı giriş fragmanın en etkiyici anlarından biriydi. Civil War fragmanının doruk noktası ise hiç kuşkusuz yeni Örümcek Adam’ı ilk kez gördüğümüz andı. Tom Holland’ın canlandırdığı sevgili duvar sürüngenimiz hakkında hem olumlu, hem olumsuz görüşler var. Şu an için bekleyelim, görelim diyorum. Batman v Superman filmi ile tekrar gündemde olan Batman karakterini yakın zamanda tekrar beyazperdede göreceğiz. Hayır, Justice League’den bahsetmiyorum. 10 Şubat 2017’de Batman, The LEGO Batman Movie ile karşımızda olacak. Batman’i The Lego Movie’de olduğu gibi Will Arnett seslendirecek. Büyük ihtimalle biz sinemalarda sadece dublajlı versiyonunu izleyeceğiz ama seslendirme kadrosunda Michael Cera, Rosario Dawson, Ralph Fiennes, Mariah Carey ve Zach Galifianakis gibi isimlerin olduğunu da ekleyelim. Hollywood, 80’lerin ve 90’ların filmlerinin yeniden yapımlarından vazgeçemiyor. Bu kez sıra 1990 yılından gelen Jacob’s Ladder filminde. Jacob’s Ladder, çok başarılı bir filmdir, bunu kabul etmek lazım ama hiçbir zaman çok büyük hasılat yapan bir film de olmadığı için yeniden yapım için akla gelen filmlerden biri değildi. Ama anlaşılan küçük çaplı ama sadık bir hayran kitlesi olması da yeterliymiş. Yönetmenliğini James Foley’nin gerçekleştireceği film muhtemelen eski filmin adından faydalanan ama bambaşka bir şey anlatan bir yapım olacak.
24
vakit bulur mu bilinmez ama iyi bir seçim olabilir. Yeni bir Indiana Jones filmi ile ilgili dedikodular hiç bitmez. Dördüncü film hakkındaki olumsuz görüşlere rağmen beşinci film için işler iyice ciddileşti. Vizyon tarihi olarak, 19 Temmuz 2019 açıklandı bile. Bir kez daha Steven Spielberg’ün yönetmen koltuğuna oturacağı filmde başrolde elbette Harrison Ford olacak. Aktörün yaşıyla ilgili olumsuz yorumlar var elbette ama Star Wars’da gayet formda olduğunu da gördük. Yine de bu muhteşem seri, üç filmle hafızalarımızdaki müstesna yerinde kalsa daha iyi olurdu demekten kendimi alamıyorum. popülerliğini yakalayan Michael Keaton’ın başrolde yer aldığı The Founder filminin posteri yayınlandı. Yönetmen koltuğunda John Lee Hancock’ın oturduğu film, iyi eleştiriler alırsa önümüzdeki ödül sezonunda adını anacağımız filmlerden olabilir.
Tomb Raider’ın oyunları devam ettikçe yeni filmlerinin çekilme ihtimali de her zaman gündemde oluyor. Yeni film projesi için oyuncu aranmaya başladı bile. Yeni Star Wars filmi ile tanınan Daisy Ridley’nin en büyük adaylardan biri olduğu söyleniyor. Ridley, Star Wars filmleri arasında buna
Son yıllarda bir türlü kendisinden beklediğimiz filmi yapamayan Tim Burton yine tam kendisine göre gibi gözüken bir filmle karşımızda. Çok satan bir roman uyarlaması olan Miss Peregrine’s Home for Peculiar Children filminde her biri farklı olağanüstü yeteneklere sahip olan çocukların maceralarını izleyeceğiz. Geçen ay çıkan fragmanda Eva Green şahane bir Miss Peregrine olmuş gibi gözüküyor. Tim Burton formunda olursa çocuklar arasında geçen gotik bir X-Men tadında bir film izleyebiliriz. Star Wars serisinden ana hikâye dışında diğer karakterlerin hikayelerini anlatan filmler de geleceğini, bunlardan birinin de genç Han Solo filmi olacağını biliyorduk. Beklenmedik bir haber değil ama genç Han Solo filminde Chewbacca’nın da yer alacağı açıklandı. Belki de ikilinin ilk karşılaşmasını göreceğiz. Gerçek yaşam hikâyeleri her zaman ilgi çekerken ve son yıllarda dünya çapındaki büyük şirketlerin kurucularının hayatları da filmlerin konusu olurken belki de tüm dünyanın tanıdığı ilk fast food zinciri olan McDonald’s firmasının kuruluş hikâyesinin beyazperdeye aktarılması için vakit gelmiş de geçiyordu bile. Birdman ile tekrar eski
Festivaller, Toplu Gösterimler: 10. Uluslararası 2.El Film Festivali: 7-10 Nisan 2016 35. İstanbul Film Festivali: 7-17 Nisan 2016 9. İnönü Üniversitesi Uluslararası Kısa Film Festivali: 26-29 Nisan 2016 Eskişehir Uluslararası Kısa Film Festivali: 28-30 Nisan 2016 27. Ankara Uluslararası Film Festivali: 28 Nisan – 8 Mayıs 2016
Saygıyla Anıyoruz Jan Němec (12 Temmuz 1936 – 18 Mart 2016) Ken Howard (28 Mart 1944 – 23 Mart 2016) Garry Shandling (29 Kasım 1949 - 24 Mart 2016) http://sinemamanyaklari.com/
25
Tercüme: Meryem YAVUZ
Çizgi Roman Haberleri
Red Kit 2016'da 70 Yaşında...
Dosya Editörü:Mehmet Kaan SEVİNÇ
Red Kit 70 yıldır “kendi gölgesinden daha hızlı ateş etmeye” devam ediyor! Orijinal adı “Lucky Luke” olan, bizim ise “Kırmızı Çocuk” şeklinde hafızalarımıza kazıdığımız Red Kit karakteri, Morris tarafından yaratılmış ve bütün dünyada 7’den 70’e herkes tarafından çok sevilmiş, yıllar içinde bir çizgi roman efsanesi haline gelmiş bir kahramandır.
İşte Red Kit’in 70. doğum günü için yapılacak olan kutlama programı: İlk olarak usta çizgi romancı Morris’in çalışmalarına adanmış bir referans kitabı olan “The Art of Morris” yayımlanacak. Ayrıca Phil Defer (Örümcek Ayak) adındaki, Morris tarafından 1956’da çizilmiş efsanevi Red Kit albümünün lüks bir baskısı ilk kez dijital formatta gün yüzüne çıkacak.
Kutlamalar, çeşitli etkinliklerle birlikte Red Kit’in 2 özel basım albümü, sergiler ve Morris’in çalışmalarına adanmış güzel bir referans kitabının sunumu ile yıl içinde devam edecek.
26
27
28
29
Ocak 2016’da Angouleme Çizgi Roman Festivali sırasında açılmış olan Red Kit ve Morris’e adanmış büyük fuar da Ekim 2016’ya kadar açık kalacak.
30
Fuar, Cite de la Banda Dessinee’de (Angouleme’in çizgi roman müzesinde) yer alacak ve Morris tarafından yapılmış 120 orijinal çalışma da burada ilk kez hayranlarına sunulacak.
31
2 Red Kit özel albümünün yayımlanması da Red Kit’i anma çalışmaları arasında. İlki, çocukluğu Red Kit okuyarak geçen Matthieu Bonhomme tarafından yapılmış. Matthieu, okumayı Red Kit sayesinde öğrenmiş ve o günden beri Red Kit için bir hikaye yazmanın hayalini kurmuş. Matthieu Bonhomme ''The Man Who Shot Lucky Luke'' (RedKit'i Vuran Adam) başlığı ile Nisan ayında yayınlanacak maceraya imzasını atmıştır
32
33
34
35
36
37
Son olarak, yılın sonunda, klasik çizgi roman serisine şu anki illüstratörü Achde ve yeni yazarı Jul tarafından yeni bir eklenti yapılacak. Bunun gibi başka çeşitli etkinlikler de 2016 yılı boyunca devam edecek. Yeni haberleri Red Kit’in resmi sitesi, Twitter ve Facebook sayfalarından takip edebilirsiniz.
İkinci albüm ise Guillaume Bouzard tarafından yapılacak.
38
http://www.lucky-luke.com/ https://twitter.com/LuckyLukeComics https://www.facebook.com/LuckyLuke.bd/ Kaynak: http://www.europecomics.com/
39
Öykü: Emrecan DOĞAN İllüstrasyon : Tolga TANYEL
Öykü
Robot ve Çocuk Yer: İstanbul-Çağlayan Mehmet Selim Kiraz için oluşturulan robotlara, aşağı mertebelerde
Adliyesi
Sürev: 2145 Mahkeme toplanmıştı. Asker robot ''200395'' mübaşir tarafından içeriye alınarak, "9221" kodlu hakim robot beklenilmeye başlandı. Hakim robotun aslen asker robottan pek bir farkı yoktu. Görünüş ya da mekanik açısından ikisi de birbirinden farksızdı. Tek farkları oluşum aşamasında onlara yüklenilen görevler ile kodlarıydı. Aynı mekanik sistemler, aynı programlar ve aynı türden pozitronik beyine sahiptiler. Görünüşleri bile aynıydı. Tümüyle cilalı, güneş gibi parlak gümüşümsü beyaz bir renkteydiler. Bu tek renk bütün vücutlarına hakimdi. Salondaki birbirinin tamamen aynı bütün gümüş robotlar "9221" kodlu hakim robotu bekliyorlardı. Hakimin kürsüsünün arkasından birkaç takırtı geliyordu. Kürsünün tam arkasında bulunan zemin kapağının açılıp hakim robotun bu kapaktan yukarıya, herkesin görebileceği şekilde kürsünün arkasına çıkacağının habercisiydi bu takırtılar. Oturan tüm robotlar hakime saygıdanmübaşir onlara işaret etmişti. Aslında yapmasına gerek yoktu, bu davranış programlarında zaten vardı- ayağa kalktılar. Hakim robot eliyle onları karşılayınca oturdular. Hakim kürsüye gömülmüş olan dokunmatik ekrana bakarak bu davanın dosyasını açtı. Birkaç saniye içinde salona dönerek asker robot "200395" ve salondaki diğer robotların kızıl yapay retinalı gözlerine baktı. ''Askeri Robot 200395?'' Askeri robot, kodunu duyunca bakışlarını hakim robota yöneltti. ''Evet, benim efendim" Robotlar arasında normalde efendilik ya da üstünlük gibi bir kavram yoktu ancak yüksek mertebelerde çalışmak
40
çalıştırılmak için oluşturulmuş olan robotlar hitap ederken. "Efendim'' derlerdi. ''Program bozukluğu ve hatalı üretim ile suçlanıyorsun. Doğru mu?'' ''Doğru, efendim'' Mahkeme kurallarınca suçlamalar ilk başta okunur ve sanıktan savunma istenirdi. Yoksa her iki tarafta kimin ne ile suçlandığını biliyordu. ''Dosyada bir çocuk için ağladığın yazıyor. Askeri robotların ya da herhangi bir robotun programında ağlama kodu yoktur. Bunu biliyorsun. Bu sence de senin hatalı üretim ya da sonradan programının bozulduğuna kanıt değil mi?" ''Hayır, efendim. Açıklamam ise şu: Çocuk ben yanına gidip onu kucağıma aldığımda ölmüştü" Hakim robot 9221, ifadesiz bir şekilde devam etmesini bekledi. Ancak askeri robotun karşılık beklediğini anladığında yine ifadesiz bir şekilde yanıtladı. ''Eee? Ne var bunda?'' ''Eee mi efendim? Bir çocuğun öldüğünü söyledim ve siz sadece bu tepkiyi mi verebiliyorsunuz? Bence siz de orada olsanız benimle aynı durumu yaşardınız. İzniniz olursa size ve şu an da bu salonda bulunan bütün robot kardeşlerime durumu anlatmak ve gözünüzde canlandırmak istiyorum.'' ''Peki, anlat. Bunlar, kararnameye geçirilecek''
savunman
olarak
''Ben, bildiğiniz üzere bir askeri robotum. İsterseniz Dünya Robotik Ordusundan kodumla beraber söyleyeceğim tarihte nerede, ne rütbede ve görevde olduğumu onaylatabilirsiniz. 2144
41
yılının sonlarına doğru Dünya gezegeninde yaşayan asıl insanlık, Venüs'te yaşayan koloni insanlık ile bir savaşa girişti. Ay bölümünde yerleştirilen M-5 uzay istasyonuna sevk edilmiştik. Komuta askeri robot 130896 kodlu yüzbaşı robotundaydı. O gün hepimiz M-5 istasyonunda konuşlanarak Venüs'ün koloni insanlık ordusundan gelebilecek saldırıya karşı tetikte bekliyorduk. Dünyalı asıl insanlığın ileri istasyonlarından biri olan ve bilindiği üzere Jüpiter'in uydusu olan Amalthea yakınlarında kurulmuş olan A-1 istasyonundan koloni insanlığa saldırılar yapılmıştı. Buna karşılık Venüs kolonisi insanları da ana gezegene saldırabilirlerdi. İşte biz de bu olası ana gezegen saldırısına karşı Dünya'yı korumalıydık. İstasyonda bekliyorduk ve saatler geçmek bilmiyordu. Tabii bu deyim gereğiydi yoksa bir robot için süre kavramı çok da fark etmiyor. Orada konuşlanıp saldırıyı beklerken etrafta da serbest bir şekilde dolaşabiliyorduk. Savaşı kimin kazanacağı konusu herkesin konuştuğu konuydu. Asıl insanlığın gezegeni ve ana gezegen olan Dünya’nın zaferine kesin gözüyle bakılıyordu. Venüs ise son yıllarda askeri alan da sıradan bir koloni olmaktan çıkıp ana gezegene kafa tutabilecek kadar gelişmiş ve güçlenmişti. İstasyonda bulunan insanlar da Dünya’nın zaferi konusunda hemfikirdi. Bu sanırım biraz da bulundukları tarafla ilgili oluşan bir düşünceydi. Sonuçta insan kaybeden tarafta olmayı asla hazmedemeyen ve her zaman kazanan tarafta olmayı arzulayan bir canlıdır. Biz bu Dünya mı yoksa Venüs mü bu savaşın galibi olacak konusunu tartışırken istasyonda alarmlar çalmaya başladı. İnsanlar bir telaşla ve aynı zamanda derin bir soğukkanlılıkla yönetim odasına koştular. Birkaç saniye sonra tüm istasyona bilgi verilmek amacıyla anons çekildi. ‘’Venüs gezegeninden istasyonumuzun tarafına bir gemi yaklaşmaktadır. Herkes görev yerlerine geçerek ikinci bir emre kadar savunma pozisyonu alsın’’ İstasyonda biz robotların bulunduğu yerde hareketlenmişti. İnsanlara oranla doğal olarak daha soğukkanlı ve telaşsız bir şekilde görev yerlerimize giderek hazırda beklemeye başladık. Benim görev yerim yönetim odasında insanları koruyan
42
takımdaydı. İnsan askerler gelen gemiyle bir irtibat kurmaya çalışıyorlardı. En başta onlara şu mesajı yolladılar: ‘’Niyetinizi belirtin?’’ Dakikalarca beklendikten sonra hâlâ yanıt alınmayınca soru tekrarlandı. Yine gemiden yanıt gelmedi. Ancak insan askerlerden birisi bunun bir savaş gemisi değil de taşıma gemisi olduğunu söylediğini duymuştum. Üst rütbede bulunan insan komutanlar Venüs koloni insanlığıyla halihazırda bir savaşta olduklarını, bu yüzden önlerine çıkan ve her tehdit olarak gördükleri Venüs gemisini vurabileceklerini sert bir şekilde belirterek askeri susturdu. Komutanları vurma emrini verdiği anda, tam 12 füze bu taşıma gemisine yollanarak şiddetli bir şekilde vuruldu. Venüs koloni insanlığının taşıma gemisinin mesajı bizim gemimize zor ulaşmıştı. Mesajın kendisi de kesik bir şekilde yayınlanıyordu ve ara ara kesiliyordu. Belli ki Venüs gemisi zor durumdaydı ve sistemleri de bozuktu. ‘’Biz sivil halkız. Lütfen, orduyla ya da Venüs ile bir bağlantımız yok. Sadece savaş bölgesinden ve savaştan kaçıyoruz. Ana gezegene iniş izni istiyoruz’’ Onların bu mesajı bize gelene kadar gemileri çoktan bizim tarafımızdan füzelerle vurulmuştu. Geminin taşıma gemisi olduğunu, savaş gemisi olmadığını söyleyen asker komutanına döndü. Komutan ise sertliğinden ve kararından taviz vermez bir bakışla vurulmuş ve düşen gemiye baktı. Sonra odada bulunan biz askeri robotlara döndü. ‘’Filika gemilerden birini alın ve Venüs gemisinden canlı kalan kimsenin olmadığından emin oluncaya kadar da geri dönmeyin’’ İnsan asker, komutanına büyük bir şaşkınlık ve korkuyla baktı. Biz askeri robotlar emri almıştık, bu yüzden hemen bir araya gelerek filika gemilere yöneldik. Koridorda kalabalık bir robot topluluğunun çıkardığı gürültüler eşliğinde-15 askeri robot görevlendirilmişti- geçiş bölümünün kapısına kadar geldik. Orada bizi teknik nöbetçi robotu karşılamıştı. Kodu: 120797 idi. Teknik nöbetçi robotuna emir ulaşmıştı. Bu yüzden sormadan doğrudan geçiş bölümünü bize açtı. Geçiş bölümü kısa bir bölümdü ve koridordan filika gemiye geçmek üzere bir köprü
görevi görmekteydi. Geçiş bölümünü geçtiğimizde teknik nöbetçi geçiş bölümünün kapısındaki panelden kumanda ederek filika gemiye açılan kapıyı da açtı. Artık filika gemideydik. Hızlı bir şekilde aramızda lider olarak atanan bir askeri robot-kodu 992451- gemiyi komuta ederek ana gemiden ayrıldık. Venüs taşıma gemisinin peşinden ana gezegene doğru yol alıyorduk. Gemi atmosfere girdiğinde ufak bir yanma durumu yaşadı ancak sonradan kalkanları devreye girmiş olacaktı ki bu ufak çaplı yangın kesildi. Hızlı bir şekilde gezegene düşüyordu. Biz sadece verilen emir doğrultusunda gezegene düşen Venüs ‘’kalıntılarını’’ temizleyecek ve sağ kalan kimsenin olmadığından emin olacaktık. Bu yüzden şimdilik sadece gemiyi takipteydik, bir müdahalede bulunamıyorduk. Gemi Mısır yakınlarında ıssız bir alana düştü. Bu bölge boşaltılmış bir bölgeydi ve çevrede yaşayan birileri yoktu. Gemi Mısır’ın kavurucu çölünde alev alev yanıyordu ve dumanlar güneşi kapatarak büyük bir bölgeyi gölgede ve ışıksız bırakıyordu. Bu dumanlardan sıyrılıp gemiden uzakta bir bölgedeyakına inseydik ani patlamalar ya da tuzak saldırı olabilirdi. Risk almamalıydık- iniş yaptık. Gemimiz çölün yumuşak zeminine kolayca inmişti. Gemiden ufak jetlerimizle havalanarak inerek geminin olduğu yöne doğru tabur şeklinde ilerlemeye başladık. Çok da uzak bir noktaya inmemiştik. Gemi ile aramızda 100 adımlık bir alan ya vardı ya yoktu. İlk bakışta gemi çok kötü bir biçimde parçalandığı için sağ kalan olmamış izlenimi veriyordu. Ama diğerleri geminin bölümlerini incelerken ben bir ses duymuştum. Çocuk sesi. ‘’Su’’ diyordu. Kurumuş bir ses olduğu anlaşılıyordu. Geminin arka bölümündeydik. Yanımda kimse yoktu. Arka bölüme tek ben bakıyordum. Çocuk sürünerek dışarı çıkmıştı. 9-10 yaşlarında bir erkek çocuğuydu bu. Önüne kadar gelerek görevimi yapmak üzere kolumdaki silahı ona doğrulttum. Çocuk ne yapacağımı anlamamış bir şekilde kuru sesiyle konuşmaya devam ediyordu. ‘’Lütfen, su’’ O zaman programlanmam verilen emirlere uymak dışında güçlü bir dürtü daha hissettim. Bir
insana zarar vermemek dürtüsü. Silahı geri çekerek çöl zeminini hızlı bir şekilde kazmaya başladım. Hızlı ve güçlü kollarımla birkaç saniye sonra altta kalmış olan su yavaşça yukarıya çıkarmayı başardım. Çocuğu ona yaklaştırarak içmesini sağladım. Bu sırada yaralı olduğunu fark ediyordum. Kan pantolonuna doğru akıyor ve onu kırmızıya boyuyordu. Bu konuda yapabileceğim bir şey yoktu. Programımda tıbbi yardım ile ilgili komutlar yer almıyordu. Suyu içtikten sonra geri çekilerek bana baktı. ‘’Teşekkürler ama Venüs insanlığı haklıymış’’ Bu sözü anlamamıştım. Yapay sesimle sordum. ‘’Hangi konuda haklılarmış?’’ ‘’Orada büyüklerim bana hayatı boyunca kötülük yapmış insanların ölünce Dünya’ya, ana gezegene gideceğini ve sayısız işkence göreceklerini söylerdi. Buraya ’Cehennem’ de diyorlardı.’’ Zorlukla solumaya başlamıştı. Birkaç dakika daha dayandıktan sonra artık cansız bir şekilde olduğu yerde yatıyordu. Artık bir robot kadar soğuktu. Onu sarmalamış ve ısıtmak istemiş biraz olsun canlı kalmasını istemiştim. Onu diğerlerine gösteremezdim, o zaman kesinlikle öldürürlerdi ama bu şekilde de bir şansı olmamıştı. Göz tünellerimin ıslandığını ve kırmızı retinalarımdan yaş süzüldüğünü fark ettim. Bu sırada komutan beni ve arka bölümü merak ederek 2 askeri robotu kontrol için yollamıştı. Beni o şekilde gördüklerinde ölüden ayırıp beni tutukladılar. Ben sadece ölen bir çocuğu kurtarmak istemiştim, efendim. ‘’Bu anlattıklarına programına aykırı. İfadelerin doğrultusunda senin programının bozulduğu kanısına varılıyor, bu yüzden temizlenmene karar verildi’’ Askeri robot itiraz etmedi. Aldılar onu. Parçalama Merkezine götürülerek pozitronik beyini çıkarıldı. Bedenine yeni programlanmış bir pozitronik beyin nakledildi. Artık ne ölü çocuğu hatırlıyordu ne de o sırada hissettiklerini. Ama mutluydu ve kalan hayatına da o şekilde devam etti.
43
44
45
46
47
Öykü: Atilla BİLGEN İllüstrasyon: Cihan Oğuz DEMİRCİ
Öykü
Kırmızı Ayakkabının Trajik Öyküsü Görevli, karton bir kutuyla içeriye girince, konuşmalar bıçak gibi kesildi. Tüm bakışlar üzerine çevrilmişti. Umursamadı. Ağır hareketlerle pencere önündeki koltuğa gitti ve elindeki kutuyu üstüne bıraktı. Ardından ağır bir yük taşımışçasına omuzlarını geriye doğru iterek gerindi. Odadakilerin
“Taciz mi tecavüz mü?” diye sordu. Yüksek topuklu kırmızı rugan ayakkabı, şişko damacananın patavatsız sorusuna kızmıştı. Bu yüzden sorusunu soruyla yanıtladı. “Burası neresi?”
“Aç artık şu kutuyu be adam.” dercesine baktıklarını
Sesindeki öfkeyi umursamadı. Yıllardır bu
fark edince, eğilip kapağını açtı, odadan çıt
çatı içindeydi ve onun gibi nicelerini görmüştü.
çıkmıyordu. İçinden çıkarttığı yüksek topuklu kırmızı
Duydukları utanç içini dökmeklerine hep engel
rugan bir ayakkabıyı koltuğun üstüne bıraktı. Rahat
olurdu. Sakin bir ses tonuyla, “Morcivert çatı sığınma
etmesi için arkasına bir yastık dayadıktan sonra,
evi tatlım.” dedi.
“Yeni arkadaşınıza iyi bakın. Zavallı ağır bir travma geçirdi.” diyerek odadan çıktı. Kırmızı
ayakkabı,
“Morcivert mi! Böyle renk mi olur?” “Biz neyiz? İnsan mı hayvan mı?”
odadakilere
unutmak
istedikleri geçmişlerini hatırlatmıştı. Bu yüzden kimsenin canı konuşmak istemedi. Başlarını öne doğru eğip o günleri içlerinde yeniden yaşadılar.
“Hiçbiri.” “Bir kategoriye girmediğimize göre bu saçma renk tam bize göre tatlım.”
Zihinlerindeki isyankâr düşünceler, odanın havasını
“Ne işe yarıyormuş bu ev?”
olabildiğince ağırlaştırmıştı. Nefes bile alınmayan
“Erkekler
o dakikalarda sessizliği damacana bozdu. On dokuz
litrelik
koca
cüssesini
umursamadan
oturduğu sandalyeden kendini aşağıya bıraktı. Kopan gürültüyle kasvetli düşüncelerden sıyrılıp damacanaya baktılar. Ayağa kalkamayacak kadar
tarafından
uğrayan
Duyduğu utancı saklamanın telaşıyla, “O zaman ne işim var burada?” diye sordu. “Bak hayatım saklamana gerek yok buradaki herkesin ırzına geçtiler.”
ayakkabının yanına varınca o ağır bedeninden
“Zorla mı?”
olsun tatlım.” dedi. Koltuğun minderine gömdüğü
tecavüze
nesneleri koruyup rehabilite ediyor.”
hantal olduğundan yerde yuvarlanıyordu. Kırmızı beklenilmeyecek bir çeviklikle doğrulup “Geçmiş
48
burnunu hafifçe kaldırıp “Teşekkür ederim” dedi.
“Yok, damacana olduğumu umursamadan insanları tahrik edip kendime tecavüz ettirdim! 49
Bırak şimdi bu masum ayakları da anlat bakalım ne
iyi anlıyorum kardeşim.” dercesine süpürgesinin
“Haydi bizim hepimizin bir yerinde delik
“Sonunda dayanamayıp telefonla arkadaşını
oldu?”
ucunu kırmızı ayakkabının burnuna dokundurdu.
var. Bu yüzden tecavüzü hak ediyoruz diyelim.
aramış. Hemen Karaman devlet hastanesine
Ardından, “Ama yok İngilizce konuşmak. Var ben
Söylesene vacuum cleaner, bu adam bisikletin
kaldırmışlar. İki saatlik cerrahi operasyon sonunda
kala kala burada öğrenmek sizin dili.” dedi.
neresinde delik görmüş de tecavüze yeltenmiş?” çıkartabilmişler rulmanı. Ancak geçen sürede
“Rica ederim bu konuyu kapatalım. Zaten eşim bile…”dedi ve sözünün devamını getiremedi. “Eşin mi? Sahi o nerede? Bildiğim kadarıyla siz ayakkabılar hep çift takılırsınız.” “O bedbaht olaydan sonra onu bir daha görmedim. Hoş görsem ne olacak? Bitmişim ben…” “İyice melodrama döktün işi be tatlım. Olan olmuş bir kere. Zaten suç sende değil ki.” “Kimde peki? İnsanlarda değil mi? Şuraya bak önce kirletiyorlar sonra da sözüm ona tedavi ediyorlar…” “Hiç değilse aç değiliz açıkta değiliz tatlım. Unutma şu an çaresizlikten kendimizi pazarlıyor da olabilirdik. Burun kıvırdığın bu evin dünyada eşi benzeri yok. Yurtdışından bile tedavi için buraya geliyorlar. Şu elektrik süpürgesi görüyorsun değil mi? İşte o ta İngiltere’den geldi. Böyle süklüm
zaman
devamını
sen
anlat.” dedi
“Biliyon ben en çok neye üzülmek?” “Bilmiyorum.” dedi ayakkabı. “O anda fişimin takili olmamasina. Çünkü görecekti adam vakumumun gücini o zaman” “Aman bunu bizim erkekler sakın duymasın.” dedi damacana gülerek. “Anlamadi ben neden duymasin?” diye sordu süpürge. “Atın ölümü arpadan olsun deyip kesinlikle vakumunu test ederler. Biliyorsun onlar, “Bizde AİDS var.” diyen kadınlara “olsun anam. Bize bir şey olmaz.” diyenlerin torunları.” Kırmızı ayakkabı odaya girdiğinden beri
bir çocuk hastanesinde çalışıyordu. Polonya asıllı
ilk defa gülümsedi ve “O zaman yakında buraya
bir hizmetlinin tecavüzüne uğrayınca tüm hayatı
çamaşır makinesi de düşer.” dedi.
“Elektrik süpürgesi! Nasıl olmuş?” “Anlatılanlara göre Polonyalı hizmetli elektrik süpürgesini odada tek başına görünce çırılçıplak soyunup dizlerinin üzerine çökmüş ve zavallıya
diye sordu damacana.
damacana.
püklüm durduğuna bakma, bir zamanlar İngiltere’de
karardı.”
“Çamaşır makinesi mi? O ne alaka?” diye sordu damacana. “Titreşimleri insanı azdırmaz mı?” “Sen de az değilmişsin be tatlım.”
cinsel organının dolaşım yolları kapandığından
“Dedim sana, adam sarhoş. Göriyor her yeri
işlev yeteneğini kaybetmiş. Anlayacağın adam artık
“Asıl ben bankın durumuna çok üzüldüm.”
“Helal sana bu yollar rulman kardeş.” diye
delik.” dedi damacana.
“Geçen gün buradaki görevliler konuşurken duydum. Hong Kong’da Le Xing adlı bir adam parktaki banka tecavüz etmiş.”
“Icredible micredible ama gerçek. Neyse dönelim.
Adamın
penisi
tecavüz
esnasında bankın deliğine sıkışınca mecburen yardım istemiş. İtfaiye ekibi dört saatlik bir uğraşın ardından demir makaslarla bankı kesmiş ve adamı kurtarmışlar.” Zavallı bank. Şimdi nasıl o? Gelecek buraya?” “Hayır. O şimdi hurdacıda... Ama bu âlem de masanın üstündeki rulmanı tek geçerim. geldi.
Otomobil
ve
Buraya
motosiklet
tekerlerinde kullanılmak üzere üretilmiş ortası delik basit bir rulman; ama o bizim için bir efsane.
güvenlik görevlisi tesadüfen odaya girmeseydi,
burada? Sakın o da mağdur demeyin hayatta
Etrafta kimsenin olmadığını gören bir çırak atölyede
emeline de ulaşacaktı. Yakalanınca, iç çamaşırlarını
inanmam.” diye sordu ayakkabı.
ona tecavüz etmeye kalkmış. Rulman bu hiç kolay
“Siz nasil dersiniz? Buldim. Hemşeğri. Ziğa
çocuk hastanesi. Senin gibi adı çıkmış bir elektrik
bisiklet İskoçya’lı. Adamın biri çok içmiş barda.
soluğu burada aldı.” dedi ve ardından süpürgeye dönüp “İsn’t that right, vacuum cleaner?” diye sordu. “Yeah carboy.” dedi elektrik süpürgesi ve torbasını sallaya sallaya yanlarına geldi. “Seni çok
Dönerken bakmiş bir bisiklet var evin önünde. O
pes eder mi? Anında kasmış kendini. Çırağın aleti de orada sıkışmış. Tam sekiz saat rulmanın içinde mahsur kalmış. Düşünebiliyor musun sekiz saat.”
kafayla soyinip gitmiş yanina ve etmiş tecavüz. Bu
“O kadar saat ne beklemiş geri zekâlı?”
sırada görmüş sahibi bisikletin, başlamış bağirmaya.
“Bilmiyorum.
Polis yakalamış adamı. ama neye yarar? Çünkü yemiş kafayı bisiklet.”
“Anlatacağım anlatmasına da topuğum şu kanepede yatan kadına takıldı. Kimin nesi? Bizim “Ha o mu? Kadın değil ki o tatlım. Cansız bir vitrin mankeni. Antalya’da bir giyim mağazasında çalışıyordu fukara. Akşamüstü mağazaya bir adam girmiş ve tuvalete saklanmış. Olaylardan habersiz olan personel mesai bitiminde kapatıp gitmişler. El etek çekilince adam ortaya çıkmış ve cansız
olmalı.” “Eee sonra?”
Yardım
istemeye
Sabaha karşı yorgunluktan uyuyakalınca da, paçayı ele vermiş. Buraya geldiğinde tüm vücudu yara
“Kapının arkasında duran bisiklet neden
kurutmaya çalıştığını iddia etmiş. Yönetim de “Burası
sen anlat hikâyeni.”
mankene gün ağarıncaya kadar tecavüz etmiş.
“Oh my god!. İnanamiyor ben. Vahşet bu.
Karaman’dan
bağırdı ayakkabı.
aramızda ne arıyor?”
“Incredible.” konumuza
zararsız.”
“Hepimizi az çok tanıdın artık tatlım. Şimdi
“Bank! Anlamadi ben.”
tecavüze yeltenmiş. Etrafı kontrol etmekte olan
süpürgesiyle çalışamayız.” diyerek işten çıkartınca
50
“O
utanmış
içindeydi. Tecavüz ettiği yetmezmiş gibi her tarafını ısırmış sapık. Bütün gün yerinden hiç kalkmaz. Akşama kadar gözlerini tavana dikip öylece yatar.” “Yeah. Bizim oralarda da oldu benzer bir olay. Ama sonu farklıydı çok.” “Bundan hiç bahsetmemiştin. Ne farkı vardı?” diye sordu damacana. “South Yorks bölgesinde bir adam aldi cansız manken götürdü eve. Cinsel ilişkiye girmek onunla, ama sıkışmak organı. Zorlukla gitti mutfağa aldi bıçak. Fakat kurtaramadı penisini. Çağirdi mecburen itfaiye.” “İtfaiye adamı kurtardı. Eee farkı neymiş bunun?” 51
“Sonra kopardı adam storm.”
olmazdık. Eee sıra sana geldi kırmızı ayakkabı. Anlat
“Anlamadım. Arada adam birinin bir şeyini kopardı, ama kiminkini?” “Yanlış anladı sen beni. Adam kopardı storm yani fırtına. Verdi üretici firmayı mahkemeye.” “Şuraya bak adam hem suçlu hem güçlü. Ne “Çünkü değilmiş manken kullanici dostu. Mahkeme verdi emir firma yazdı mankenin üstüne "Sadece vitrin içindir" diye.” olayın ne damacana?” diye sordu.
camdan içeri giren taş, torbasında bir delik açtı. Etrafa
konulduğum vitrinin gözbebeğiydim.”
saçılan tozlarla birlikte dengesini kaybedip yere
konudan konuya atlıyor uyanık. Madem zaman kazanmak istiyorsun anlatayım tatlım. Bir zamanlar Nilüfer
ilçesinde
yaşıyordum.
Bir
damacana ne iş yaparsa bende onu yapıyordum. Hiç unutmuyorum yıllardan ikinbindokuz aylardan Temmuz. Su dağıtıcısı bir eve dolu damacana getirip beni aldı. İçim boş olduğundan omzuna atacağına kolunun arasına sıkıştırdı.
Merdivenleri inerken
diğer eliyle beni okşamaya başlamasın mı?
unuttu. Bir şey olmaz deyip eşime sarılıp uyudum. Gecenin bir yarısında bir elin beni kavradığını açtığımda…”
devrildi. Diğerleri daha ne olduğunu anlayamadan
sığınma evine saldırı düzenlendi. Çıkan arbede de daha önce tecavüze uğramış olan tüm nesneler imha edildi. Saldırıyı üstlenen kız kurusu derneği yaptığı
odanın içine arka arkaya taşlar yağmaya başladı. Önce cansız mankenin yüzü darmadağın oldu ardından bisikletin selesi. Damacana ve kırmızı ayakkabı şaşkınlıkla birbirlerine bakarken kapı kırıldı ve onlarca kadın ellerinde sopalarla içeriye daldı.
açıklamada; “Bunlar yüzünden hepimiz evde kaldık. Cinselliklerini kullanarak erkekleri baştan çıkartan ve dolayısıyla onları bizden soğutan nesnelere
O gece haberlerde bu olay bültenin sonunda ancak yer bulabildi. Donuk bakışlı spiker tekdüze bir
yönelik saldırılarımız devam edecek.” dedi.
Hızlı hızlı soluyordu.” “Aynen. Duyduğum korkuyla gücümün yettiği kadar bağırdıysam da, hiç umursamadı. Pantolonunu aşağı indirdiğinde eşim de uyanmıştı. Çaresizce bize bakarken namussuz adam içime boşaldı ve ardından beni yere fırlatıp koşarak gözden kayboldu.” “Neler yaşadığını çok iyi anlıyorum.” “Anlayamazsın. Zira tecavüze uğradığında yanında bir yakının yoktu. O utancı tek başına
“Okşadı mı?” “Hem de nasıl. Tam o sırada elektrikler kesilince beni yere yatırıp pantolonunu indirdi ve…” etmene
varken... Neyse bir gece sahibim bizi kapının önünde
“Karşında hiç tanımadığın bir adam gördün.
“Bak bak kendinden bahsetmemek için
gerek
yok.
Anladım.
Yakalandı mı bari adam.” “Yakalandı yakalanmasına da, ertesi günü serbest bırakıldı. Kanunda damacanaya tecavüz suçu yokmuş! ” “Sen var çok boş damacana. Olsaydın dolu gelmezdi bu başına.” “Ne yapalım vacuum cleaner tüm suç babamızda. Zamanında okutsaydı bu kadar boş
52
topuklarım ve göz kamaştıran kırmızı rengimle
hissettim. Sahibim sandım. O sevinçle gözümü
“Yok canım!” dedi ayakkabı ardından “senin
“Devam
Elektrik süpürgesi sözünü tamamlayamadan
“Halen öylesin tatlım.”
ses tonuyla, “Bugün öğle saatlerinde morcivert çatı
var mocivet sığınma evi yoksa ne yapardik bi…”
“Bu halime bakmayın. Bir zamanlar metal
“Güzellik beş para etmez bende bu talih
istiyormuş ki?”
Bursa’nın
bakalım hikâyeni.”
“Yeah. Var sen güzel konuşmak carboy. İyi ki
yaşadın. Oysa ben…” “Utanma ve ağla tatlım. Ağla ki gözyaşlarınla beraber dertlerin de akıp gitsin.” “Bir daha içime hiçbir şey alabileceğimi sanmıyorum, ayak bile.” “Benim de senden bir farkım yok tatlım. O günden beri içime suyun damlası girmedi. Sabahları yüzümü yıkarken bile içim bulanıyor. Bir damacana su taşımazsa ne iş yapar?” “Ne yapacağız peki?” “Yaşadıklarımızı unutmaya çalışıp birbirimize destek olacağız.”
53
Emrecan DOĞAN
Kitap Tanıtım
sohbetler beni benden alan ve gülmekten kırdıran
8-En son morg çekmecesinden dolayı
sohbetlerdi. Oğuz Bey’e Anadolu takımını yönetirken
kafam karıştı. Ece cin evreninden dönüp yaşamaya
ki sakin halleri ve asla yükselmeyen tansiyonuyla
Funda Özlem Şeran Ecel İncelemesi
devam mı edecek? Yani tekrar ekibe, cin avlamaya,
sıkıntı yönetirdi ülkeyi aslında. Herhalde 600 sayfalık
anneannesine falan geri mi dönecek ama bu sefer
başka bir kitap okusaydım bu kadar kısa sürede ve
yarı cin yarı insan olduğunu bilerek?
eğlenerek okuyamazdım. Kitabın yarısında bir araştırma yaptım ve kitabın aslında bir seri olduğunu ve devam kitabının
9-Hasan sürekli bir ‘’özelsin’’ lafı tutturmuştu. O tam olarak durumu kavradı da ondan mı sakladı?
da olacağını öğrendiğimden kitabın sonuna
Hatta belki Ece’nin ölümünü görüp Ukbanur’u o
Öncelikle kitabın Ekim 2014’te yazılması ve
geldiğimde bana kalan bir yığın yanıtlanmamış soru
yüzden bizim ekibe vermek istememiş olabilir.
benim Mart 2016’da almama rağmen hâlâ 1. baskıda
kaldığında çok da şaşırmadım. Burada o soruları
olması-ve arada 1,5 yıllık uzun bir süre var- üzülerek
yazara sormak istiyorum:
Türk fantastik edebiyatının durumunu fark etmemi
1-Arda-Melis
sağladı. Kitap boyunca bana, kargoyla gelen J.R.R Tolkien temalı ayracım eşlik etti. Onun için de yayınevine ayrıdan teşekkür ediyorum. Kitabın dili
Emre
Coşkun’un-yazar,
isimler, tanıdık espriler var. Hiçbirine yabancı değilsiniz. Nuh’un Gemisinden sonra ikinci bir Türk yazarın fantastik kurgusunu okudum-utanç sebebi bu biliyorum-Kitap boyunca sık sık karşıma Türkİslam motifleri çıktı. Kitabı okumayanlar için spoiler olacak ama Ece’nin ‘’Tanrım nedir bu?’’ deyişiyle
bu deyim kullanımı yanlışlığı görülmeden geçilebilir. Kitabın içinde çok fazla küfür vardı. Bunu kötü bir şey olarak söylemiyorum, ben genelde küfür içeren kitapları okumam ama bu durumu yadırgamadım. Kitabın mizahi tarafına katkı sağlamak için çok abartmadan ve yerinde kullanılmış küfürler bunlar. -Kitabı okumamış olanlar için spoiler uyarısı-
Özellikle Samim’in yerinde Mirsad ve Ece bakımından doğru ve iyi olmuş ama kitap boyu arasında geçen sohbet ve Mirsad’ın Ece’ye söylediği devam eden İslam çizgisini de bozmuş. Konuşma dili ‘’Bu fiili o kadar çok kullanıyorsun ki yapmamı kitapta çok iyi bir şekilde kullanılmış ve bu da kitabın istediğini düşünmeye başladım’’ esprisine çok akıcılığına destek vermiş. ‘’Di mi?’’ ‘’Nerem tuhaf’’ güldüm. akıcılık katıyor. Konuşma dilinde görülen bir deyim yanlışlığı olan ‘’Önünde sonunda’’nın, ‘’Eninde sonunda’’ olarak kullanılması kitapta da var. Ancak kitapta konuşma dili yoğunlukta olarak yazıldığı için
kendime istiyorum. Hazır bizim boyutumuza geri
ediyorum, bilmem haklı mıyım?
dönmüşken yapalım gitsin. -Spoiler BittiKitabın ön okumasına bu bağlantıdan ulaşabilirsiniz: https://goo.gl/AnMu4V
aksine çabuk öğrendim-Rukyehan değil, o zaman
birlikte bu durum bozuldu. Türkçe sözcük kullanımı
gibi sözcük kullanımları da kitaba bir samimiyet ve
başından beri aklımı kurcaladı, çıktıklarını tahmin
nedir?
3-Zinparhünkar-bu adı Ece ve Jesse’nin
‘’Teşekkür’’ kısmında ona da teşekkür ediyoryanlarından biri de bu: Sayfalarda hep tanıdık
Allah’ın emri, peygamberin kavliyle kızınız Ece’yi
olan
Ukbanur muydu?
kitabın
Sanırım bir Türk yazarın kitabını okumanın en zevkli
En
arasında
aradığında telefonda tehdit eden o muydu yoksa
bittiğini anlamadım. Hüseyin
10-Bu kısım biraz laubali ama yazar hanım,
2-Arda Gülşen Hanımların evinde Ece’yi
oldukça sade ve espriliydi, bir çırpıda bitiverdi. Nasıl
54
bence bizim ülkede Cumhurbaşkanlık verilmeli, sıfır
Ece’nin çizdiği cesur, feminist kadın portesi, Jesse’nin yarı Türk genlerinden aldığı kabadayı, korumacı halleri ve Ziya’nın geri kafalı, sürekli kafa tutan inatçı halleriyle kitap oldukça eğlenceli geçti. Hele bir de 3’lü cin avcısı ekibimiz arasında geçen
Bu kitabın bana en büyük artısı ise şu:
Mirsad mı? Ya da Ece de artık cin olduğuna göre o Zinparhünkar olabilir mi? 4-Ece’yi öldüren Ukbanur muydu? Onun olduğunu düşündüm ama aklımda yine de bir şüphe kaldı. 5-Ece’nin anne ve babasının yaşadıkları hâlâ bir sır, onlar ne yaşadılar da babası Ece’yi herkesten ve her şeyden gizledi?
Fantastik ve bilim kurgu türünde Türk yazarlara odaklanacağım. Gerçekten çok güzel ve eğlenceli işler
çıkartılıyormuş
ortaya,
Funda
Hanım’ın
sayesinde bu durumu fark ettim. Yani sonuç olarak ben bu inceleme üzerine spoilersız bir özet vereceksem: Kitabı çok beğendim.
6-Daha da önemlisi Hamiyet Hanım Ece’nin
Mizahi diliyle, filmde görsek korkacağımız bütün
durumunu biliyor mu? Bu bana pek mümkün
o korkunç olayları ve kanlı sahneleri eğlendire
görünmedi çünkü o kadar yaralanmaya o zaman anti-cin ekibine katıldığını da çözerdi. 7-Ece’nin en son konuştuğu üç farklı bedene sahip olan ama aslında tek bir bilinç olan kadın kimdi?
eğlendire, güldüre güldüre anlatıyor. Kitap 600 sayfa olmasına rağmen sanki 300 sayfa okumuş gibiyim. Bir çırpıda bitti, merakla serinin ikinci kitabını ve
Her şeyi nasıl biliyordu? Mirsad ile olan bağlantısı
Ece’yi isteme konusunda yazar hanımın vereceği
neydi de onu ‘’uğursuz’’ olarak tanımlıyordu?
yanıtı bekliyorum. 55
Öykü: Tuğba TURAN İllüstrasyon: Cihan Oğuz DEMİRCİ
Öykü
Back To The Fütur Bu seferki maceramız 2016'nın bir Nisan'ında bitip, 1431'in otuz Mayıs'ında başlayacak idi. Nasıl mı? Kahramanımız Gölge’nin aklında her zaman bir plan vardır. Bu sefer de büyük bir heyecanla yanıma geldi: Bir kadını yakacaklar ve biz bunu önlemek zorundayız. Benim ismimse Lisbeth Salander, İsveçliyim ve çok soğukkanlıyım. Gereksiz yere asla heyecanlanmam. Benim gibi bir hacker’ın hata yapmaması için temel şartlardan biri budur. Hikayemi şimdi anlatamam, uzun uzun anlatmış olan Steig Larsson’dan dinleyebilirsiniz. Bu arada? Ne kadını? Ne yakması? Jeanne D’Arc diye cevap veriyor Gölge. 1412’de Fransa’da doğmuş, erkek kıyafeti giyip İngilizlere karşı ülkesi için savaşıyor diye İngiliz yanlısı bir psikopos tarafından 30 Mayıs 1431’de, daha on dokuz yaşında yakılarak öldürülme cezasına çarptırılan Jeanne D'Arc. Anladım da, sen kelebek etkisi, kader, geleceği değiştirmek diye bir şeyler duymadın mı hiç diyorum, kulak asmıyor. Peki, Stephen King'in 11/22/63'ünü de mi okumadın? Geçmişte birinin ölmesine engel olmaya çalışarak, daha iyi bir gelecek oluşturamayacağını? Dinlemiyor. Benim asıl meselem, Jeanne D'Arc'ın yakılıp, 400 sene sonra yakılma kararını veren aynı kilise tarafından bir azize ilan edilmesi, diyor. Biz kadınları ne yaksınlar, ne azize ilan etsinler. Nefes alsak yeter! Gölge, her zamanki yeteneği ile Philip de Villiers’in romanından 1431 yılına sızacak. Ben de Dr. Watson ve H.G. Wells tarafından icat edilmiş zaman makinesini kullanacağım. 22 mayıs 1431 Fransa'sında buluşuyoruz. Jeanne D'Arc'ın kafir damgası ile tutuklanmasından 56
bir gün evvelde, Paris'in 84 kilometre kuzeyinde Compiègne şehrindeyiz. Yanımda bir laptop ve bunu çalıştırmak için güneş enerjisi paneli de getirdiğimi gören Gölge deliriyor. İnanmıyorum sana, pikniğe giderken lazanya pişirebilmek için yanında mikrodalga taşıyan Garfield gibisin, diyor. Ne yapsaydım bütün bilgilerim bilgisayarımda idi. üstelik 4,5G'nin çekiş gücünü denemek için mükemmel fırsat, diyorum. Fesüphanallah çekerek yoluna devam ediyor. Arkamızdan bir ses bize yetişiyor: Biri Garfield mı dedi? Bir bakıyorum -Le Chat Botté- yani çizmeli bir kedi. Garfield benim torunumun adıdır, diyor. Buyurun matmazeller, emrinize amadeyim. Acelemiz var, o yüzden kediyle oynayacak vaktimiz yok. Yine de peşimizden seğirtiyor. Gölge'ye çaktırmadan yanıma aldığım hamburgerlerin kokusunu almış olmalı. Ne yani, on beşinci yüzyıl Fransa'sında aç mı kalsaydık? Savaş alanındayız. Ormanlık bir alanın yanından geçerken hala peşimizden gelmekte olan kediye bakıp, “İşte bu o, tamam bu o!” diye bağıran adamlar adeta üzerimize atlıyorlar. Durun bir nefes alalım ama derken, Gölge düştüğü yerden gürlüyor: Siz de kimsiniz? Athos! Porthos! Aramis! D'Artagnan! Üç silahşörler, diye bağırıyor Çizmeli Kedi, paçalarımın arasına saklanırken. 57
Madem üç silahşörsünüz neden dört kişisiniz diye sormayacağım ama ne demeye bu zavallı kediyi kovalarsınız, diye hırlıyor Gölge. Meğer bu masum görünümlü haylaz kedi, bu silahşörlerin son akşam yemeğini çalmış. Bu mu yani, biraz ekmek ve şarap için mi buncağızın peşine düştünüz, diyecek oluyoruz; tabii ki hayır diye atılıyor Aramis. "Son Akşam Yemeği" tablomuzu çaldı bu, diyor. Çaldı ve sattı. Gölge'nin sabrının taştığını hissediyorum. Adamların arasından hızlıca geçerek kılıçlarını kınlarından bir gölge hızıyla aldıktan sonra saç kuyruklarından ikişer ikişer bağlayıp meselemizi açıklıyor: Bakın beyler! Altı yüzyıl öteden buraya sizinle şakalaşmak için gelmedik. Madem bu kadar dindarsınız, din adına işlenecek büyük bir günaha engel olmamıza yardım etmeniz lazım. Fransa'yı kanınızın son damlasına kadar koruyacak silahşörlerden, Fransa adına erkek gibi savaşan bir kadının hayatını kurtarmalarını istemek çok mu fazla acaba? Gözleri çakmak çakmak parlayan üç, pardon dört silahşörler, aralarına Çizmeli Kedi'yi de alarak, başlarının üzerinde birleştirdikleri kılıçları üzerine yemin ediyorlar: Unus pro omnibus, omnes pro uno - Birimiz hepimiz, hepimiz birimiz için! Fransız ordusu, karargah, birlik, mevzi, savaşan bir kadın? 1431 yılında bunları bulmak kolay mı sanıyorsunuz? Ayaklarımıza kara sular indikten sonra bir köye varıyoruz. Köydeki ışığı yanan tek göz odalı eve sığınacağız. İçeriden tok bir erkek sesi geliyor: “Ne yapmak gerek peki? Sağlam bir arka mı bulmalıyım? Onu mu bellemeliyim? Bir ağaç gövdesine dolanan sarmaşık gibi Önünde eğilerek efendimiz sanmak mı? Bilek gücü yerine dolanla tırmanmak mı? İstemem!
Bir bakanın yüzünü güldürmek için biraz şaklabanlık edip, Taklalar mı atmalıyım? İstemem eksik olsun değil, neden olmasın?" Kapıyı çalıyoruz. Tek göz odanın tahta masasında yüzü şaraptan kızarmış, saçları kazınmış, küpeli, burnu ve yüzünün bir kısmı sargılar içinde bir adam oturuyor: Çabuk ol Roxanne sevgilim! Bak bu akşam misafirlerimiz var! Cyrano de Bergerac... Ama nasıl?
Sonradan görmelere övgüler mi yazmalıyım? 58
Fakat ben yüzümdeki sargılarla mes'ut Burnum bir cerrahın ellerinde yeniden şekillendi değil artık tapılacak bir put Dedikten sonra kükredim, eğer olmasaydım estetik ameliyat
Gölge bana bakıyor: Zaman makinesini meydanda mı bıraktın sen?
Bana bu şakaları yapamazdınız elbet.
Cyrano gülümsüyor:
Bunlardan birinin en ufak başlangıcı,
yüzündeki
sargıların
ardından
Sayın matmazeller buna neden bu kadar şaşırdık? "Burnunuz ne kocaman!" diyemeyeceksiniz artık. Çünkü estetik ameliyat oldum ben sene 2016'da Bugüne kadar burnumu her şeye soktum da Bunun bana ne faydası oldu ki dedim Üstelik aynı binada kendime bir de dövme seçtim 21. yüzyıl İstanbul'unda Koca burunlu bir adam dövmesi yaptırmak anlaşılan değil moda Meselâ dövmeci resme bakıp dedi ki, hoyratça: "Burnum böyle olsaydı, mösyö, mutlak dibinden kestirirdim!" Eksik kalır mıyım, zaten ben de aynını yaptırdım diye cevap verdim!
Herkesin yaptığı şeyleri mi yapmalıyım Le Bret?
Dövmecinin asistanı bile işe karıştı: "Böyle bir burun görmemiştir İstanbul'daki tarihi yarımada!
İlk defa burnumdan rahat nefes aldım ve duydum Sultanahmet'te bir hoş seda
Ağzınızdan çıkmaya daha olmadan kısmet Karşınıza çıkardı Bergerac’ın kılıcı! Evime hoş geldiniz üç silahşörlerin dördüncüsü, kedilerin çizmelisi, Gölgelerin gölgesi ve korsanların en akıllısı!” Ben pişman, Gölge şaşkın, kedi ve silahşörler aç. Daha yapmaya geldiğimiz görevi başarmadan, tarihte dalgalanmalara sebep olmuşuz. Rezalet! Cyrano'nun evinde balık istifi çektiğimiz uykudan sonra sabah Roxanne yengenin hazırladığı yumurtalarla kahvaltı ediyoruz. Zavallı kadıncağız aşık Cyrano'dan vurdumduymaz Cyrano'ya geçiş yapmış dünyaya alışamamış henüz. Kim alışabilir ki? Bu hatamı düzeltmeliyim ama o, sonraki iş. Sonunda Janne D'Arc'ı buluyoruz. Olanı biteni, daha doğrusu olacakla biteceği anlatıyoruz. Kılı kıpırdamıyor: Boşuna 585 yıl zahmet etmişsiniz, kaderimde bu topraklar için yanmak varsa seve seve yanarım, diyor da başka bir şey demiyor. Gölge'ye ben demiştim demem için çok geç, ya da çok erken. Yirmi birinci yüzyıl kadınının on beşinci yüzyıl kadını için yapabileceği hiç bir şey yok. Yanacaksa yanacak, asılacaksa asılacak, taşlanacaksa taşlanacak. Karanlıklar aydınlığa çıksın diye yanacak tüm bedenlerin yanına tek tek gömemeyiz kendimizi. Bazıları gibi kafamızı kuma da gömemeyiz. Din uğruna öldürülmüşler için hiç bir şey yapamasak bile, geleceğe dönüp, bu uğurda
öldürülecekler için bir şeyler yapmalıyız. En azından susmamalıyız. Başörtülü ya da başörtüsüz kadınların yerde sürüklenmesi hadisesinde oh olsun'cular gibi taraf tutmamalıyız. Ama ondan önce yapacak bir işimiz daha var. Athos, Porthos,Aramis ve D'Artagnan'ın yardımı ile Cyrano'nun şarapla sarhoş ettiğimiz o heybetli vücudunu zaman makinesinin yanına taşıyoruz. Dünya henüz çirkin burunlu halini koluna dövme yaptırmış küpeli ve dazlak bir Cyrano için hazır değil. Dövmesini sildirip burun ameliyatının tersini yaptırmalıyız. Çizmeli kedi, küçük küçük küçük torunu Garfield ile tanışmak için bize ne kadar yalvarsa da onu yanımıza alamıyoruz. Kelebek etkisi. Gölge sonunda bunu kavradı hele şükür. 2016 İstanbul'undayız. Peşimizden zayıf bir at nalı ve onu takiben İspanyolca bir kaç sözcük mırıldanan yaşlı bir ses duyuyoruz: "En un lugar de la Mancha, de cuyo nombre no quiero acordarme, no hace mucho tiempo que vivía un hidalgo de los de lanza en astillero, adarga antigua, rocín flaco y galgo corredor. - Eski zamanlarda, La Mancha adında bir köyde, mızrağı, antika bir zırhı, çok zayıf yaşlı bir atı ve hızlı bir tazısı olan ismini telaffuz etmek istemediğim bir centilmen yaşardı..." Sancho Panza? Neredesin dostum? Tüm o yolculuklara beraber çıktık ve bu çılgın kadınlarla 2016 yılında beni yalnız mı bırakıyorsun? Gölge afalladı, ben tökezledim düştüm. Cyrano hala sarhoş ve umursamaz. Gölge ve ben aynı anda çığlığı basıyoruz: “Don Quijote?” 585 yıl geriden gelen kadınlar bana mı çığlık atıyorsunuz, diyor gülerek. “Oysa ben 401.doğum günümü kutlamaya geldim. Belki üç beş tepeye kurulmuş yel değirmenine de saldırırım hazır o kadar yolu gellmişken.” “..............” “Var mısınız?”
59
Meryem YAVUZ
Çizgi Roman İnceleme
Webcomıcs: İnternet Çizgi Romanları Bu sayıda sizler için gelişmekte olan ve 5-10 yıl içinde adını çok daha sık duymamız kuvvetle muhtemel bir sektör olan “Webcomics” hakkında küçük bir araştırma yazısı yazdım. Umarım benim gibi genç çizer arkadaşlara ve konu hakkında bilgi sahibi olmak isteyen herkese yardımcı olur. Hatta bazılarını bir webcomic başlatmaya bile teşvik edebilirim belki! Hepinize keyifli okumalar. Webcomicler, adlarından da anlaşılabileceği gibi online olarak yayımlanan çizgi romanlardır. İnternet çizgi romanları olarak da bilinirler. Özellikleri, sadece internet üzerinde, websitelerde veya bloglarda paylaşılmalarıdır. Webcomicler çizerlerin kendi emekleriyle, bağımsız olarak bastırdıkları çizgi romanlara benzer, tek farkı internette olmalarıdır. İnternet bağlantısı olan herkes kendi webcomic’ini yayınlayabilir. Bunlardan bazıları sadece çizerin yakın çevresi tarafından okunurken, bazıları milyonlarca okura ulaşabilir. Bu webcomic’in başarısına bağlıdır. Webcomicler çeşitli çizim stili, tür ve konulardan oluşabilir. Webcomicler’in geleneksel basılı çizgi romanlardan farkı daha kolay, zahmetsiz ve ekonomik olmaları ve sizi tek bir tıkla çok daha fazla okuyucuya ulaşabilme olanağı sağlamalarıdır. Geleneksele oranla çok daha az sorunla karşılaşarak internetin sınırsız avantajından faydalanabilmenize imkan verirler. Webcomiclerde sahip olunan bu özgürlük çizerlerin pek çok farklı stilde ürün verebilmesine olanak sağlar. Clipart, pixel art veya foto çizgi romanlar gibi. (Örn: Diesel Sweeties, A Softer World) Buna ek olarak bir Webcomic çizeri çizgi romanını istediği sıklıkta güncellemekte özgürdür.
60
Network, Webcomics Nation gibi hosting siteleri oluşmaya başladı. Marvel gibi yayımcılar 2006 yılından itibaren webcomic alanına dahil olmaya başladılar. DC Comics ise ilk web çizgi romanını 2007’de yayınladı. Bazı webcomicler tamamen ücretsizken, ciddi anlamda para kazanılan webcomicler de vardır. (Örn: xkcd) Patreon gibi çizgi roman bazlı web sitelerinde de, çizgi romanınızı belli aralıklarla güncellemeniz şartıyla kullanıcılar size ayda belli bir miktar para bağışlarlar. Webcomic sektörü 2016 itibariyle gittikçe genişlemektedir. Birçok çizer freelance olarak internet çizgi romancılığı yapmakta, bu şekilde portfolyö oluşturmakta ya da gelir sağlamaktadır. Bazı webcomicler de çok ilgi görüp kitap olarak basılmışlardır. Peki Webcomıc Nasıl Yapılır? Hemen anlatalım.
Webcomıc’ın Kısa Tarihi İlk online webcomic Eric Millikin’s Witches and Stitches’di. Bir Oz Büyücüsü parodisi olan bu çizgi roman 1985’te CompuServe’de yayımlanmıştı. 90’larda bunun gibi çeşitli webcomicler yayınlanmaya başladı. “webcomic” kelimesi ilk olarak 1995 yılında kullanıldı. 2002 yılında okuyucuların abone olup erişebildiği webcomicler yapılmaya başlandı. 2005’te çizgi romanların yayımlanması için The Rampage
1- İlgi uyandıran bir senaryo yazın: Tamamen yazılıp bitirilmiş bir senaryonuz olması şart değil ama en azından başlangıç için ana temalarınız olsun, bu size motivasyon sağlar ve yeni fikirler verir. Okurların hikayenizle bağ kurmasını sağlayın. Bildiğiniz şeyleri yazın, bu sadece gerçek hayattan örnek alıp yazın demek değildir. Sadece insan iyi deneyimlediği olayları ve bildiği duyguları yazmak konusunda daha başarılıdır. Başka bir deyişle, hayatla ilgili kendi deneyimlerinizi fantezihayal dünyanızla karıştırın. “Fancomics” de deneyebilirsiniz, yani hayran olduğunuz film, kitap vs. karakterleri üzerinden çizim yapabilirsiniz. Bu, aynı kitabı okumuş/filmi izlemiş kişilerin çizdiklerinize ilgi duymasını ve belli bir okuyucu kitlesi edinmenizi sağlayacaktır. Kişisel olarak sevdiğiniz şeyleri seçip kombine edebilir, hikayenizi o şekilde oluşturabilirsiniz. Örneğin: Yemek, çizgi film, zombiler, müzik, bilim, anime, gizem. Senaryonuzun hepsini planlamak zorunda değilsiniz. Doğaçlama olabilir. Hikaye kendi kendini yazabilir. Bir sonraki sahnenin ne olacağına karakterler karar verebilir. 61
2- Karakterler yaratın: Başrol ve yan karakterlerinizi oluşturun. Karakter levhası oluşturmak bu noktada işinize yarayacaktır. (Karakter levhası: Karakterinizi çizip altına genel özelliklerini yazın ve çizgi romanınız boyunca bunu kullanın, karakteri aynı çizmenize ve tutarlı gitmenize yardımcı olur.) Ayrıca karakterlerinizin görünüş olarak orijinal olması yetmez, bir hikayeleri olmalı. Bu şekilde okuyucunun daha çok ilgisini çekerler. Buna ek olarak karakterlerinize çok fazla görsel detay eklerseniz, ilerde onları çizmekte çok zorlanabilirsiniz. Aşırı detaydan kaçının.
- Başka çizerlerle kendinizi sürekli karşılaştırmayın. - Çizmeyi asla bırakmayın. Hep çizin.Şimdi sizlere webcomic ile çizim macerasına başlayan birkaç internet çizerinden alıntılar yaparak yazımı bitirmek istiyorum: “ - Çizgi romanıma bugün başlasam mı? Hazır mıyım acaba?” İçimdeki şeytan: - HAYIR! KARAKTER DİZAYNI YAPMAN LAZIM. ARKA PLAN ÇALIŞMAN LAZIM. DIŞ MEKAN. İÇ MEKAN. REFERANS. POZ.
3- Test çizgi romanlar çizin: 3-4 sayfa çizgi roman çizin. Çok baştan savma da yapmayın, çok detaya da girmeyin, sadece ne kadar zaman aldığını, nasıl geliştiğini, teknikte, boyamada ne gibi şeyler istediğinizi görmek için birkaç sayfa çizin.
- Yok yok. Bence başlayayım artık. - HAYIR! KENDİNİ GELİŞTİRMEN VE HAZIRLANMAN LAZIM, PROFESYONEL OLMAN LAZIM, ŞU AN YETERİNCE SORUMLULUK SAHİBİ DEĞİLSİN! YETERİNCE İYİ DEĞİLSİN! BAŞLAMADAN ÖNCE KUSURSUZ OLMALISIN! HAZIR DEĞİLSİN!
Çizim Programı Tavsiyeleri: MS Paint, Photoshop CC, Illustrator CC, GIMP, Manga Studio 5
- Hazırım.
Senaryo Oluşturma Programı Tavsiyeleri: Scriptwriting Software, Trelby, Celtx, Final Draft 9 4- Okurlarınızla paylaşın: Webcomic nasıl yayımlanır? Çizgi romanınızı internete koymanın onlarca yolu vardır. İsterseniz tumblr, blogspot, wordpress gibi blog siteleri kullanabilir, isterseniz kendi web sitenizi açabilir veya çizgi roman hosting siteleri kullanabilirsiniz. Örnek çizgi roman hosting web siteleri: Comic Fury, Webcomics.fr
The
Duck,
Comic
sağlayacaktır. Ayrıca webcomic çizmek dolaylı yoldan çizim tekniğinizi geliştirmenizi, poz ve arka plan çalışmanızı sağlar. Bu açıdan da çok yararlıdır. 6- Eğlenin: En önemli kısmı bu. Hiçbir şey harika olmak zorunda değil. Şunları aklınızda tutun: - Bu bir öğrenme sürecidir. Kendinizi sıkmayın.
Genesis,
5- Her hafta güncelleyin: Çizip yayınlamayı belli bir düzene oturtursanız okurlarınız ne zaman siteyi ziyaret edeceklerini bileceklerdir. Düzensiz güncelleme sıklığı okuyucu kaybetmenize sebep olabilir. Bu yüzden kendinize belirli bir program oluşturun. Bu program aynı zamanda çizgi romanınız üzerinde çalışmak için sizi motive edecektir. Çizmeyi alışkanlık haline getirmek tembelliği ve ertelemeyi ortadan kaldırmanızı 62
- YOOOOO!
- İyi çizene kadar çizmeyerek çizim yeteneğinizi geliştiremezsiniz. - Her gün bir şaheser yaratmanıza gerek yok. Bir böcek skeci çizmek bile gelişim sürecinize katkı sağlar. Artık böcek çizmekte +1 böcek skeci daha iyisiniz - Sonuçta ortaya çıkan çizim çok iyi değilse sorun etmeyin. Çizdiğiniz her şey sizi iyi çizmeye bir adım daha yaklaştırır. O kötü çizdiğiniz şey, iyi çizmeye giden yolda büyük bir adımdır.
Başladım. Ve ortaya muhteşem işler çıkardım.” Meg Syverud “Bir gün oturup çizgi romanıma başladığım için çok mutluyum, bana çizeceğim çizgi roman için aylarca hazırlanmaktan çok daha fazla şey öğretti.” Petra Erika Nordlund “Sadece başla kuralı, hiçbir hazırlık yapmadan başla demek değil, sen hangi aşamada rahat edeceksen o aşamada başlayabilirsin demek. Eğer çizimden fazla hazırlık yapıyorsan rahat değilsin demektir. Rahatladığın noktayı bul ve başla.” Secondlina “Jason Latour şöyle der: Bir ev yapmak için bir sürü plan çizersin ama evi paldır küldür yaparsın. İşte çizgi roman çizmek böyle bir şeydir.” Gammagirl “Ben çizgi romanıma başlarken asla şu anki haliyle aynı değildi. Karakterleri tanıdıkça ve geliştirdikçe hikaye farklı yönlerde ilerliyor. Bir sürü spontane şey çizdim. Başlamaya korkanlar bunu kaçırıyor işte, hikayenin içine bir kere dalınca o sizi zaten yönlendiriyor.” Myisha Ashanta “Webcomiclerde fark ettiğim bir şey var, çizerler
her hafta düzenli olarak çizdikçe stilleri gittikçe daha kendilerine özgü ve rahat olmaya başlıyor. 2-3 yıl içinde de inanılmaz bir değişim gösteriyorlar.” Meghan Rose Gedris Kusursuz bir şey ortaya çıkarana kadar beklerseniz çok beklersiniz. Başlayın, şimdi. İlk 2 fotoğraf: Help Us Great Warrior – Madeleine Flores http://helpusgreatwarrior.tumblr.com/ Sonraki 3 fotoğraf: Yu + Me: The Dream – Meghan Rose Gedris http://rosalarian.com/yume/ (Yazıma koyduğum 3. fotoğraf çizgi romanın ilk sayfalarından biri. Çizer, webcomic’ine liseye giderken başlamış ve sürekli devam ettirmiş. sonraki 2 fotoğraf da ilerledikçe ne kadar geliştiğini gösteriyor. 6 yıl devam eden çizgi romanı toplam 847 sayfa sürmüş. Linkten ulaşabilirsiniz.) 63
Öykü: Mert ODABAŞI
Öykü
Tütsü Vedat kollarını açıp da caddeleri dolduran sisin tıpkı bulunduğumuz odanın dumanı gibi yavaş yavaş yükselerek dağılmaya başladığını ve insanların sanki görünmez bir trenden iner gibi kaldırımlara boşaldıklarından bahsederken mavi renkli dumanı salon tavanına üflüyordu. Tek kişilik bozuk çekyatın üstünde biriken siyah poşetler, ezilmiş bira tenekeleri, yırtılmış gazeteler ve içi izmaritlerle dolmuş cips poşetleri Hazım’ın ailesi gelene kadar orada durmaya devam edecekti. Birkaç gün önce Bursa’ya gittiklerinde yıllardır yaptıkları gibi eve kimseyi getirmemesini tembihlemişler ve yola çıktıkları anda herkesin bildiği bir senaryoyu tekrar etmenin mantıksızlığını ilk durdukları benzin istasyonunda Hazım’a telefon ederken salondan duydukları seslerden anlamışlardı. Bizim gibi aileler için erken saatlerde yollara çıkmak gezgin olmaktan çok planlanmış bir programın başlangıç noktasının başı ve sonu arasındaki kurmacayı hızlıca tüketmekten ibaretti. Sanki zamanı ekinlere, tarlalara, dağlara ve yumurtadan çıkan larvalara göre yaşamıyorduk da kamyonlara, memurlara ve dünyanın hiçbir zaman umursamadığı bir dizi değişkene göre tekrarlıyorduk. Oturduğum koltuğun çöken minderlerine düşüncelerimle gömülürken esrar poşetinin kırmızı ağzını sanki geçilmemesi gerekilen bir sınıra; kırılan dallardan ayıkladığımız tohumları ise vejetaryenler için düzenlenmiş eğlenceli bir kurban bayramı ritüeline benzetmiştim. Sabah trafiğinin sesiyle beraber uyandığımda etrafımda biriken çöplüğe takıldı gözlerim. Şişeleri ayırarak bir kenara topladım,
64
sigara poşetinin içinden bir miktar ayıklanmış esrar alarak kovanın ucuna koydum ve küçük bir atmosfer olayı gibi gri-mavi çoğalan dumanı tek seferde ciğerlerine doldurarak hızlıca ayağa kalktım. Sanki duman bir makas formu alarak aklımda açığa çıkmamış bir dizi korkunun, heyecanın kırmızı kurdelesini kesmişti ve bende hiç tanımadığım hislere doğru yol alıyordum. Kumaşların dokusunu, duvar saatinin tik taklarını, masanın tozlu ayaklarını ve televizyonun camından yansıyan hafif bombeli görüntümü seyrettim. Ekran yıldızı olabilirdim ya da kafamı gökyüzüne uzattığımda birilerine gösterecek bir yıldızım olabilirdi. İnsanların geneli böyle şeyler anlatanları dinlemeyi seviyordu. Bir hobi edinsem kesinlikle kimsenin ilgilenmediği şeylerle ilgili olurdu. Hem esrarengiz gözükürdüm hem de insanlara kendilerini cahil hissettirirdim. Geceden kalma kola şişesinin ağzını açarak bir yudum aldım. Bütün oda kokuyordu. Esrar kokusu, margarinli tost ekmeklerinin makine koktuğu gibi kaloriferin demirinin kokusuna karışıyordu. Soğuk evlerdeki sigara kokusu bile farklı olurdu. Muhasebe büroları farklı sigara kokar, perdeler sapsarı kokar, evlerde mutfaklar kokar, bekarların tuvaletleri, kadınların banyoları kokar. Bazı binalar girişlerine kadar soğan kokar. Halden dönen balık, maçtan dönen çim kokar. O arada Hazım bir kalkar gibi oldu, yattığı yerden birkaç kez dönerek bir şeyler söylemeye çalıştı. Anlamadım. Mutfağa giderek suyun altını açtım ve bol şekerli bir kahve yaparak kalktığım koltuğa oturdum. Birkaç gündür perdeyi aralamadığımız için dışarıdaki havanın
nasıl olduğu bilmiyorduk, televizyonu açtım. Bayat ekmek tadındaki geçmiş maçları seyrettim. Film çeken artistlerin, dizi yıldızlarının magazinsel hayatlarını izledim. Yavaş yavaş kafam açılmaya başlıyordu. Sigara poşetini tekrar elime aldım. Azalmaya başlamıştı, camı araladım, odada birikmiş dumanın pencereden kaçışını izledim. Esrar bir hal olarak izleyiciyle izleneni sürekli birbirlerine karşı tetikte durmaya zorluyordu ve esas ilginç olan vücuduma giren dumanın, beden formunu alması değildi de benim duman formuna girerek soyut bir biçime yontulmamdı. Karşı pencereden bir kızın beni izlediğini fark ettim. Her zaman başıma gelen şeyler değildi. Bir an için gözlerini kaçırdı, aşağıya bir sepet sallandırdı. Birkaç saniye sonra sepeti tepeleme kar dolu bir halde çekmeye başladı. Belki de saçmalıklarla uğraşmak ilahi bir yetenek gibi Allah’ın seyretmeyi sevdiği kullarına bahşedilmişti ve çoğalan insanlığın içinde git gide daha çok fark edilmemiz var olan işleyişi bozmamızdan ileri geliyordu. Bir an umutlanır gibi oldum. Üstümü giyindim, ince bir duman daha alarak sokağa çıktım ve Cebeci’den aşağı inerek Kızılay’ın sokaklarına girdim. Hava kararmaya başladıkça dükkanlar kapanıyor, işportacılar kaldırımlara çıkıyordu. Bütün Kızılay, tavuk döner, mazot, dershane tebeşiri ve florasan lamba kokuyordu. Konur Sokak’a sıralanmış kestaneciler, kokoreççiler ve mısır satıcıları… Onların sıcağında ısınmaya çalışan posterciler, uzak doğulu çekik gözlü kadınlar… Hepsi kendilerine ayrılan süreyi değerlendirmenin peşindeydiler. Bir meskeni oluşturan bütün kokular; baharatlı bir yemek gibi birleşirken huzurlu bir salonun aydınlatmasına benzer bir koku Asyalı bir kadının tezgahından burnuma kadar yükseliyordu. Rengarenk tütsü dallarının önüne gittim, eğilerek birkaç tanesini kokladım. İsimlerini sordum. Yanında duran çirkin maskeleri, amatörce yontulmuş rustik adamları izledim. Büyücü gibi gözüken eciş
bücüş heykellerin bütün Kızılay’ı, bütün insanlığı zehirlediğini hissettim. Portakal kabuğu gibi kokan bir şeylerin olup olmadığını sordum. Asyalı kadın kafasını kaldırmadan arkasında duran adama bir şeyler söyledi. Adam elinde çay bardağı ile yanıma yaklaşarak “nasıl bir şey lazımdı?” diye sordu. “Odunsu, koku bastıracak bir koku arıyorum.” dedim. “Birkaç dakika sonra şuradaki pasajın içine gel” dedi. Anlamadım. Tütsü arıyorum, bunlardan da olur dedim. Değişik bir şeyler olduğunu söyledi. Tamam dedim. Buz gibi bir bankın köşesine oturarak bir sigara yaktım, beklemeye başladım. Hava gittikçe sertleşiyordu. Birkaç dakikalık sokak yürüyüşü iki saate kadar ilerlemişti ve telefonumu evde bırakmıştım. Hazım’ı merak etmiyordum aslında, merak edilmesi gereken bendim. Kalktım pasaja doğru yürümeye başladım. Bakla bakla demir kapının bel hizasına kadar aralanmış olduğunu gördüm. Yankılanan bir ses “Aşağıya gel delikanlı” diye bağırdı. Boydan boya pasajın içinden geçtim, sağımda solumda iç çamaşırı, sahte ayakkabı, çıt çıt ve renkli bereler satan dükkanlar... Merdivenin başına geldim, kafamı aşağıya uzattım, birkaç beyaz ışıkla aydınlanan bodrum katı gördüm. Aynı ses bir kez daha “Buradayım delikanlı” dedi. İnmeye başladım. Abi, ben aslında değişik bir koku arıyordum dedim. Satıcı üst üste yığılı sütyenleri açarak ikiye ayırdı ve birkaç poşet kına renkli kubar çıkararak bana uzattı. Önce şaşırdım. Ben gerçekten tütsü arıyordum dedim. Hatta aklımda bile yoktu, sabah uyanınca, ev kokusu diyebildim. “Sıkıntı yok. Hepimiz içiciyiz” dedi. İki poşete otuz lira vererek bir çift mühürle eve yürümeye başladım.
65
MangAnime Etkinlik
mangAnime Türkiye
Anime Film Gösterim ve Atölyeleri
Eve no Jikan Etkinlik Raporu mangAnime Türkiye sitesinin anime film gösterim ve atölye çalışmalarının ikinci etkinliği TAK Kadıköy'de ilkinden daha kalabalık bir izleyici katılımı ile gerçekleşti. 12 Mart Cumartesi günü saat 13'de başlayan atölye çalışması, 120 kişinin beraberce film gösterimi ve ardından film üzerine görüşlerini paylaştığı etkileşimli bir etkinlik olarak tamamlandı. 12 Mart Cumartesi düzenlenen atölye çalışmasında, Japon animasyon dünyasının önemli isimlerinden biri olan Yasuhiro Yoshiura'nın senaryosunu yazıp yönettiği 2012 yapımı "Eve No
66
Jikan" (Time of Eve) ele alındı. Tüm sinema ve anime meraklılarına açık ve ücretsiz etkinlik saat 13'de başladı. Etkinlik, bir ONA (Original Net Animation) dizisi olarak hazırlanan animeden uyarlanan filmin kısa tanıtımına yer veren bir sunum ile açıldı. Sunum ardından film Japonca seslendirme ve Türkçe altyazı ile 120 kişiyi aşan kalabalık bir izleyici grubu tarafından izlendi. Eve no Jikan'ın hikayesi, androidlerin uzun zamandır günlük işlerde kullanıldığı yakın bir gelecekte geçiyor. Hikayede bazı modellerin insandan ayırt etmenin mümkün olmaması, toplum için yeni bir dizi soruna yol açmaktadır. Çoğu insan
androidleri birer beyaz eşya gibi görürken; bazı insanlar ise onlarla arkadaş olmaya, hatta onları anlamaya çalışır. Bu ikinci gruba girenler, toplum tarafından dışlanma tehlikesine rağmen, yine de bazı mekanlarda özgürce hareket edebilmektedirler. İşte filme ismini veren Eve No Jikan (Time of Eve), androidlerin ve insanların eşit olduğu özel bir kafedir. İlginç göndermeler ve insan olmak üzerine çarpıcı yaklaşımlar sergileyen film, androidlerin ve insanların özgürce kaynaşabildiği kafenin, sahiplerinin ve ilginç müşterilerinin hikayesi… Gösterim sonrasında anime, mangAnime Türkiye sitesinin kurucusu Burak N. Aydın ve site editörlerinden Merve Çay'ın sunumu ile derinlemesine bir şekilde analiz edildi. Aydın ve Çay'ın film gösterimi sonrası, izleyiciler ile diyalog halinde animenin içerdiği temalardan, değindiği sembollerden, göndermelerden, hikayenin farklı katmanlarına, robot, cyborg, android gibi kavramların felsefi ve hatta dini anlamlarına,
insanlar ile robotların ilişkilerine, etkileşimlerine ve bunlardan kaynaklanan olası korkulara kadar pek çok konudan bahsedildi. Atölye çalışmasının sonrasında katılımcılar arasında yapılan çekiliş ile bir kişiye Kuzgun Çizgiromanevi'nin katkılarıyla "Manga Başlangıç Paketi" hediye edildi. mangAnime Türkiye sitesinin anime film gösterim ve atölye çalışmaları devam ediyor. Katılımın ücretsiz olduğu atölyeler her ayın ikinci cumartesi günü, TAK Kadıköy'de saat 13'de gerçekleştirilecek. Gösterilecek filmler Japonca seslendirmeli ve Türkçe altyazılı olacak. Gelecek etkinliklerin tarihleri ve filmler ise şöyle: – 9 Nisan 2016, Cts. / Summer Wars (Burak N. Aydın, Merve Çay) – 14 Mayıs 2016, Cts. / Ninja Scroll (Merve Çay, Bülent Tellan) – 11 Haziran 2916, Cts. / Escaflowne: The Movie (Burak N. Aydın, Merve Çay, Bülent Tellan)
67
Anime İnceleme
Eve no Jikan
(Havva’nın Zamanı) Eve no Jikan (Havva’nın Zamanı) daha ismini gördüğümüz anda aklımızda soru işaretlerine neden olan animelerden biri. Türümüz için genelde insanoğlu diyoruz, başlangıcımızı da Âdem’e dayandırıyoruz.
Havva’yı
Âdem’den
yaratılmış
kabul edip ilk günahı onun işlediğini söylüyoruz. Bu mitik öykü erkeğin seksist diliyle kadınların ne
itaatkâr olmak yerine sözde günahı işleyecek kadar
çocuk yapmak için kullanılan bir nesne değil, birey
kadar aşağı görüldüğünü çok iyi özetliyor. Eve no
devrimci oldukları yer bile denebilir.
olması gibi.
Jikan ise bu mitik öyküyü bir metafor gibi kullanıyor hikâyesinde. Nasıl ki kadın erkekten sonra geliyorsa, androidler de insandan sonra geliyor. Japonya’nın belirsiz geleceğinde, androidler bilumum getir-götür ve ev işlerinde kullanılıyorlar.
Kadının tarih boyunca süregiden direnişini
Etik komitesinin giderek kuralları sıkılaştırdığı,
artık androidlerin sürdürdüğü bir dünyadayız.
insan ve android etkileşiminin yaşandığı tüm
Dertleri insan olmak da değil, birey olmak. Eşit
yerleri kontrol altında tutmaya çalışması hikâyenin
görülmek. Aynı, kadının sadece itaat etmek ve
gerilimini daha da artırıyor. Androidler ve robotların
Ama son modeller insana o kadar benziyor ki sadece başlarının üstlerindeki haleler sayesinde onların android olduğunu anlıyoruz. İnsanın her istediğine boyun eğmek zorundalar. Bu boyun
bir millet ama öncelikle şunu unutmamalı: Kadınlara
eğmenin kurallarını ise en başta Asimov’un üç
aşağı bir varlık gibi davranmalarının –Türkiye’de
yasası belirliyor.
olduğu gibi– adab-ı muaşeret kurallarıyla onu kendi
İnsanlar androidlerin belli yerlere girmelerini yasaklamış, kanunlarla en ufak davranışlarını kontrol
68
erkek dünyasında küçük bir yere hapsetmelerinin de oldukça uzun bir tarihi var.
altına almaya çalışmış, büyük bir ırkçılık gürle gidiyor.
Androidler de insanın koyduğu adab-ı
Sanki Amerika’nın Japonya’da Japonlara, Amerika’da
muaşeret kuralları içine hapsedilmiş. Başlarındaki
zencilere yaptığı gibi. Ütopya sandığımız dünyanın
haleden, onlara yapılan ırkçılıktan kurtulabildikleri
aslında bir distopya olduğunu görüyoruz.
tek yer Eve no Jikan denilen bir kafe. İnsan ve
Zamanında siyah sevici dendiği gibi, burada
android ayrımının ortadan kalktığı, istedikleri gibi
da robot sevici diyorlar iki gıdım iyi/normal davranan
davranabildikleri, en önemlisi birey haline geldikleri
insanlara. Ayrıca hatırlarsak Japonya da oldukça ırkçı
tek yer bu kafe. Tanrı’nın ya da erkeğin istediği gibi
69
adlandırılıyordu. Asimov’un en bilinen eserleri, Vakıf serisi, İmparatorluk serisi ve robot serisi olarak üç büyük hikaye grubuna dahildir. Robot yasaları da, 5 roman ve 38 hikayeden oluşan robot serisi için tasarlanmıştır. Robot
yasaları,
Asimov’un
tüm
robot
karakterlerinin programlamasının kökünü oluşturur. Robotlar, insanlarla olan ilişkilerini düzenleyen bu üç yasanın dışına çıkamazlar. Aynı Eve no Jikan’da olduğu gibi Asimov’un hikayelerinde de en gergin ve ilginç olaylar, hep bu yasaların dışına çıkılması veya
etrafından
dolaşılmasını
içeren
olaylar
sayesinde gelişir.
Üç Robot Yasası
Üç Robot Yasası: 1) Bir robot insanlara zarar veremez, ayrıca popüler kültürde yer etmiş film örneklerine de
Müzik: Tohru Okada / Yuki Kajiura
gönderme yapan, müzikleriyle ve tam yerinde
Karakter Tasarım: Ryuusuke Chayama
kullanılmış müziğiyle, insanı hem ağlatan hem de güldüren senaryosuyla meramını çok iyi anlatıyor. Özgürlüğün uçlarda savunulması gibi, filmin
Seslendirme Ekibi Akiko: Yukana
giderek yükselen gerilimi ve dramı, insana benzeyen
Masaki Masakazu: Nojima Kenji
bir androidin başına gelenler üzerinden doruğa
Nagi: Satou Rina
ulaşıp kolaycılığa kaçmıyor. Resmen elektrikli
Sakisaka Rikuo: Fukuyama Jun
süpürgeye benzeyen bir androidle insan arasındaki
Sammy: Tanaka Rie
ilişkiyle vuruluyoruz kalbimizden. Bir anlamda en
Chie: Sawashiro Miyuki
antipatik noktadan savunmaya başlıyor argümanını.
Koji: Nakao Michio
Buna ikna olunca hepsine ikna oluyoruz zaten.
Naoko: Mizutani Yuuko
Künye
uymak zorundadır, ama bu emirler birinci yasayla çelişmediği sürece. 3) Bir robot kendi varlığını korumalıdır, ama bu durum birinci ve ikinci yasayla çelişmediği sürece.
Uncanny Valley rağmen, parça parça üretilip fabrikalarda üretim
“Robot” kelimesi 1890-1938 arası yaşamış
bantlarında monte edilmektedirler. Oyunun ikinci
olan Çek yazar Karel Čapek’den gelmedir. Yazar,
perdesinde robotlar bilinç kazanıp, onları köle gibi
aslında kardeşinin ürettiği bu kelimeyi ilk olarak
kullanan insanlara karşı isyan çıkartırlar.
1920’de yazdığı R.U.R. (Rossum's Universal Robots) “Uncanny Valley”,
isimli tiyatrro oyununda kullanmıştır. Kelime
insanların
kendilerine
bundan sonra dile yerleşmiş ve Batı edebiyatında
benzeyen nesneler/robotlara olan tepkilerini ölçen
Setoro: Sugita Tomokazu
kullanılır olmuştur. “Robot“ teriminin kökeni, Çek/
bir psilokoji teorisidir. Masahiro Mori’nin 1970
Slovak dilinde “işçi” veya “hamal” anlamına gelen
yılında ürettiği teori, robotlara karşı insanlarda
“robota” kelimesidir.
oluşan duygusal değişimleri bir yoğunluk ölçeğine
Eve no Jikan’daki androidlerin hepsi Üç
Tür: Bilimkurgu, drama
Robot Yasası’na uymak zorunda. Bu yasalar en
Čapek’in tiyatro oyununda insanlar ilk
Yapım: Studio Rikka
büyük bilimkurgu yazarlarından olan Isaac Asimov
robotları yaratmaktadır. Bu robotlar geleneksel
Bu teoriye göre bir robotu insandan kolayca
Yönetmen: Yasuhiro Yoshiura (Harmonie,
tarafından yaratılmıştır. 1992’de kaybettiğimiz
anlamdaki metalik veya mekanik makine benzeri
ayırtedebiliyorsak sorun yoktur. Robot tasarımı
Asimov, Robert A. Heinlein ve Arthur C. Clarke
nesnelerden çok, aynı Eve no Jikan’daki gibi insansı
insan görüntüsüne yaklaştıkça duygusal tepki
ile birlikte “Bilimkurgunun üç büyükleri” olarak
androidlere daha yakındır. Yarı organik olmalarına
olumsuz yönde artmaktadır. Çünkü ne kadar
Pale Cocoon, Aquatic Language) Hikaye/Senaryo: Yasuhiro Yoshiura
70
2) Bir robot insanların tüm emirlerine
Rina: Itou Miki Yıl: 2010 Süre: 106 dk.
hareketsiz kalarak zarar görmesine sebep olamaz.
koyar.
71
insana benzerse benzesin, hala onun insan dışı bir varlık olduğunu düşünüyor oluyoruz. Bu da bizi doğadışı olduğunu hissettiğimiz bir şeyle karşı karşıya bıraktığı için rahatsızlık duyuyoruz. Ama bir androidin görüntüsü ve davranışları, vadi olarak nitelendirilen en alt eşiğin ötesine geçip de insana fazlasıyla yaklaşmaya başlayınca durum değişir. Bu sefer karşımızdakini bir makine olarak değil, bir insan olarak görmeye eğilimli oluyoruz ve duygusal tepki olumluya dönüşüyor. İşte Eve no Jikan’daki karakterlerin insandan ayır tedilemeyen androidlere karşı yaşadıkları, Uncanny Valley teorisinin farklı noktalarına denk düşmektedir.
Robot
72
73
Öykü: Oğuz Özgür UĞUR İllüstrasyon: Işın TOKOL
Öykü
Dünyanın Son Hikayesi “Haftalardır dışarı çıkmıyoruz.” “Sana Atlantis’in hikayesini anlatmamı ister misin?” Haftalardır dışarı çıkmamıştık. Birbirimizden başka kimsemiz yoktu. Hayatımda içmediğim kadar şarabı eski bir kanepede hayatımı değiştiren kadının omzuna yaslanırken içmiştim. İkimiz tozlanmış yastıklar gibi dünyanın yok oluşunu dinleyip hiçbir şey yapamıyorduk. Felaketten sağ kurtulan kaç insan kaldıysa bizden daha umutlu değillerdir eminim. Peki ya dünyanın günden güne ölümüne şahitlik eden sadece ikimiz kaldıysak? Altı hafta önceydi. Önce haberi geldi, sonra salgının kendisi. Hiçbir şeyin bu denli hızlı yayılabileceğini düşünmezdim. Yaşamın sarsılmaz değerlerine öylesine kaptırmıştık ki kendimizi burnumuzdan içeri girene kadar salgının ciddiyetini fark edememiştik. Sükûnet çağrısı yapan yayınlardan mum ışığında dua ayinlerine geçmemiz üç gün sürmedi. Artık elektrik gücünün değil ilkel duyguların esareti altındaydık. Hep yarın olacakmış gibi soyguna kalkışan insanların arkasında bıraktığı paramparça insanların ve salgın zanlısı köpeklerin kanları sokakları boyuyor, posaları çürümeye terkediliyordu. Erken ölenlerin bir bakıma şanslı sayıldığı bir keşmekeşin içerisinde herkes mümkün olduğunca kaçınılmaz sonu ertelemeye çalışıyordu. Salgın avcıları dört bir yanda kitlesel temizliğe başlamıştı. Kuşkularımızın bizi insanlıktan çıkardığının canlı kanlı göstergesi muhbirlerin ağzından çıkan tek bir sözle hastalık taşıdığı sanılan insanların diri diri yakıldığına şahit oldum. Hapishanelerden suçlular çıkarılıp yerlerine yaşlı ve zayıflar dolduruldu. Tecrit adı altında insanlar bilinmeze sürüklendiler. Öldürülmeye dahi değer görülmeyenler açlığa terk edildi. Kedilerin en değerli gıda haline geldiği sokaklarda korkunç bir can pazarı yaşanıyordu. Bütün bu olanları
74
gördükten sonra salgının başımıza gelen en layık kader olduğunu düşünüyorum. Yardım getirdiği sanılan uçaklar şehri bombalamaya başladığında en asil düşmanımızın salgın olduğunu anladık. İnsanların tüm insanlıktan fedakârlık yapmasını umduğu günlerde salgınla müttefik kuran devletler olduğunu öğrendik. Dünyadan yükselen çığlıklar insanın insandan başka düşmanının olmadığını haykırıyordu. İkinci hafta kimsenin hastalığa lanet kusmaya dili varmıyordu. Yıkık binaların arasında bir lokma yiyecek bulma umuduyla yürürken ölümü unutulmuş insanların yakarışlarından başka bir şey duymaz oldum. Kimin güvenliğini sağladıklarını anlayamadığım silahlı güçler öksürük nöbetleriyle kıvranan insanları ölümle rahatlatıyordu. Yürüyebilen erkekler ve doğurgan olup olmadıkları türlü kişilerce test edilmiş genç kızlar haricindeki herkes öldürülüp ateş mezarlıklarına nakledilmişlerdi. Tecrit bölgesine üşüşen martılar terk edilmiş insanların kaderleriyle besleniyordu. Tüm bu kargaşanın ortasında elimde kalan son şeyi, özgürlüğümü kaybetme korkusu diğer her şeyin önüne geçti. Açlıktan veya hastalıktan ölme pahasına kaçabildiğim kadar kaçmaya çalıştım. Çürük et kokusundan, patlama seslerinden, göğe yükselen dumanlardan ve yaşayan insanlardan mümkün olduğunca uzak durarak hayatta kalma mücadelesi veriyordum. Yiyecek bulmak zor, temiz su bulmak imkânsızdı. Kanalizasyonlardan ve yer altı dehlizlerinden başka kaçacak yerim kalmamıştı. Yemeğe benzer ne bulduysam yemekten mide sancıları çekiyordum. Hastalık bana da bulaşmıştı. Tüm bedenimde hissediyordum bunu. Ne kadar zamanımın kaldığını merak ediyordum. Salgından ölen bir kişi bile görmemiştim. Herkes bir başkasının kurbanı olmuştu. Kendimi her zamankinden güçsüz ve zayıf hissediyordum. Karanlık dehlizin içinde
75
Olca KARASOY ıslak zemine çöktüm. Kafamın içinde can çekişen insanların inlemeleri yankılanıyordu. Daha ne kadar dayanabilecektim? Boğazım alev alev yanıyordu sanki. Çaba sarf etmenin bir anlamı yoktu. Gözlerimi kapattım. Bir deniz kenarında dalga seslerini dinliyordum. Sıcak taşların üzerinden sakince denize bıraktım kendimi. Bildiğim bütün anlardan daha güzeldi. Denizin dibine uzanıp gökyüzünü seyrettim. Güneş gök ve denizin ortasında bir yerde durmuş, sadece beni izliyordu. O kadar huzurluydum ki çıkmayı hiç düşünmedim. Aradığım son da buydu, sonsuzluk da. Birinin beni sarsmasıyla irkildim. Gözümü açtığım kasvetli karanlığın içerisinde bir siluet bana bakıyordu. Ya kurşunlanacaktım ya da tutuklanacak. “Ölüyorum zaten” diyebildim. Karanlıkta bir kadın sesi “Ölmeyeceksin” dedi. “Haftalardır dışarı çıkmıyoruz.” “Sana Atlantis’in hikayesini anlatmamı ister misin?” “Sonu kötü biten bir hikaye daha.” “Atlantis. Hani şu meşhur ada. Atlantisliler belki de dünyada yaşamış en akıllı insanlardı. Yüksek bir medeniyet kurmuşlardı. Aklına gelebilecek her alanda ileriydiler. Herkes mutlu ve rahattı. Hoşluk, güzellik içerisinde yaşayıp gidiyorlardı. O kadar gelişmiş bir uygarlık kurmuşlardı ki artık hayal kurmak için bir sebepleri kalmamıştı. Düşler ve umutlar onlar için bir anlam ifade etmiyordu. Gözleri görmek istedikleri haricinde bir şey göremiyordu. Büyük tufan gelip bütün Atlantis’i denizin dibine batırırken hiç kimse farkına bile varmamıştı. Ada
bir gün ve bir gecede yok oldu. Geriye sadece boş sözler kaldı.” “Belki kurtulan olmuştur bizim gibi. Bir adam suyun dibinden güneşi izlerken bir kadın onu çekip çıkarmıştır. Sonra onu her şeyden uzak bir yere götürmüştür. Önüne istemediği kadar şarap ve boş vakit koyup ona masallar anlatmıştır. Altmış asır boyunca çıkmamışlardır dışarı.” “Atlantis’te kimse boğularak ölmedi. Onlar zaten yaşamıyorlardı. Bizi öldürenin salgın olduğunu mu sanıyorsun? Bizi öldüren şey korkuydu. Söylentiler bile korkunun vahşete dönüşmesi için yeterli oldu. Basit bir virüs ya da ona benzer bir şeyle insanlıktan çıktık. Bilemiyorum, belki de özümüze döndük. O gün seni neden kurtardım, biliyor musun? Yanına kadar geldim. Beni görmedin bile. Can çekişiyordun. Orada bir gün daha yaşayamazdın. Üstünü aradım. Hiçbir şey çıkmadı. Bıçak dahi taşımıyordun. Eğer taşısaydın seni kendi bıçağınla öldürecektim. Daha fazla acı çekmemen için. Sen hiç kimseyi öldürmedin değil mi? Buna lüzum görmedin. O an tanıdığım herkesten daha fazla yaşamayı hak ettiğini düşündüm. Kendimden bile daha fazla. Anlık bir kararla kurtardım seni. Kendi canımdan oluyordum az kalsın. Artık her şey bitti. Dışarıda görülecek güzel bir şey kalmadı. Sadece umut edebilirsin. Sonsuza dek.”
Anime İnceleme
Ghost İn The Shell Anime İncelemesi
Hiçbir şeyin eskisi gibi olamayacağını anlamıştım. Yeniden ayağa kalkmaya çalışmanın bir yararı olmayacaktı. Düşmüş bir dünyadan geriye çaresiz iki tanık olarak kalmıştık. Hayal kırıklığımı şereflendirmek için bir şişe şarap daha açtım.
Tür: Bilim Kurgu Yayım Tarihi: 18/11/1995 Firma/Stüdyo: Production I.G, Bandai Visual Yönetmen: Mamoru OSHII Senaryo: Kazunori ITO Animasyon: Mizuho NISHIKUBO, Hiromasa OGURA, Seichi TANAKA, Yasushi MURAKI Müzik: Kenji KAWAI Orjinal Eser: Masamune SHIROW
76
Ghost in the Shell, dünyanın anime ile tanışması ve geniş kitlelere ulaşmasını sağlayan üç animeden biridir. Ghost in the Shell, diğer iki anime; Akira ve Ninja Scroll’dan anlatı ve görsellik bakımından kesin şekilde ayrılırken, kendisinden önceki kimi eserlerden ilham aldığı gibi, kendisinden sonra geleceklere de yol gösterici olmuştur. Ghost in the Shell’i izlemeye başladığımızda ilk aklımıza gelen “The Matrix” olacaktır. “Ghost
77
in the Shell”in “The Matrix”ten önce yapıldığı
9 adlı gizli operasyonlar yürütmekle görevli bir
kelimesini “ruh” şeklinde anlamamız daha doğru
diğer tercihin sonuçlarına değinildiğini görebiliriz.
göz önüne alınırsa, bunun sebebinin her iki
devlet biriminde suikastçi olarak görev yapan
olacaktır. “Kabuk” da elbette Motoko Kusanagi’nin
Kendi bilincine kavuşan Ajan Smith, kendisini
esere de kaynaklık eden William Gibson'ın 1980
bir syborgdur. Beynindeki bazı hücreler dışında
mekanik bedeninden başka bir şey değildir.
kopyalamayı tercih etmiş, bir virüs gibi yayılmış ve
tarihli siber punk romanı Neneuromancer’dan
tamamen robottur.
yine bir virüs gibi yok edilmiştir. Nitekim kendini
alınan ilham olduğu söylenebilir. Bununla birlikte
İnsanların büyük oranda makineleştiği 2029
Motoko Kusanagi kendine “İnsan nedir? Ben bir
kopyalamanın virüs olmaktan bir farkı olmadığını
animenin girişinde yukardan aşağı akan yeşil
yılında, insan beynine girip bilgi çalmak çok kolay
Kuklacı da söyler.
rakamlar ve başkarakterimiz Motoko Kusanagi’nin
hale gelmiştir. Kuklacı, üst düzey gizli bilgilere
insan mıyım? Ruh nedir?” sorularını sormaktadır.
doğum sahnesi gibi kimi ayrıntılar, “The Matrix”in
ulaşınca, Bölüm 9’un iki elemanı: Motoko Kusanagi
yaratıcılarının Ghost in The Shell izleyicisi olduğu
ve Batou (o da bir syborgdur) kuklacıyı bulmakla
kanısını oluşturabilir.
görevlendirilir.
“Ghost in the Shell”i etkileyen bir diğer eser
Aslında film, polisiye bir hikayedir. Ancak
ise Ridley Scott’ın 1982 yapımı Blade Runner isimli
aranan zanlı ve arayan görevlinin durumları ile
filmdir. “Ghost in the Shell”in her karesinde bilim
düşünceleri filmi bir “arayış” öyküsüne çevirir.
kurgu izleyicisi için kutsal bir başyapıt olan bu eserin
Kısaca söylemek gerekirse, bu film aynen 1999
izlerini hissetmek mümkündür.
yapımı “Bicentennial Man” adlı filmdeki gibi “İnsan
Animeden genel hatları ile bahsederek içerdiği anlamı keşfetmeye çalışalım.
78
Her ne kadar partneri Batou anlayamasa da,
nedir?” sorusunu sormakta ve ötesine geçip soruyu net şekilde cevaplayarak yeni bir tür yaratabilme
Karakterimiz son derece yalnızdır. Filmde, Kuklacı ile karşılaştığımız sahnede Kuklacının hem yaşamak hem de ölmek istediğini öğreniriz. (Ölüm arzusu yine Bicentennial Man’de işlenmişti) Bu çelişkiler ise ancak insanlara ait olabilir. Oysa Kuklacı, devletin geliştirdiği, fiziksel bir bedeni olmayan ancak sonradan kendi bilincini kazanarak kontrolden çıkan (The Terminator’e ilham vermiş olabilir) bir yapay zekâdır. İstediği iki şey ise, çoğalarak neslini devam ettirmek ve zamanı gelince ölebilmektir. Mevcut hali ile bunları yapamaz.
Kuklacı, Motoko Kusanagi’nin aksine daima canlı olduğunu ve bir ruha sahip olduğunu savunur. Onun düşüncesine göre düşünüyorsa vardır. “Canlı neye denir, ruh nedir?”sorularını Bicentennial Man’de Robin Williams’da dile getirir. Bir robot olmasına rağmen bilince sahiptir, duyguları vardır ama bir anne ve babadan doğmamıştır. Bedeni mekaniktir. O çağda gelişen teknoloji sayesinde vücudunun bazı kısımları mekanik olan birçok insan vardır. Yapay kalp, yapay böbrek takılmış insanlar gibi. Şimdi bu insanlara “yarım insan” mı denilmelidir? Benlikleri olmasına rağmen tüm vücutları yapay
“Ghost in the Shell”, Motoko Kusanagi adlı
iddiasındadır. Ayrıca filmin benzer polisiye filmlere
bir syborg ve Kuklacı (Puppet Master) isimli, kimliği
göre daha yavaş olduğunu ve Japon kültürüne ait
Çoğalmak için kendisini kopyalaması önerildiğinde,
meçhul bir hackerın hikâyesidir. Motoko Kusanagi,
ögeler barındırdığını da ifade edelim. Filmde Doğu
Kuklacı bunun sadece klonlar oluşturmak olacağını,
Kuklacı: “Bedenim yok ama bir ruhum var”
robotların her yerde kullanıldığı, insan zihninin
Asya kültüründeki dişi “yin” prensibi ile ilgili olan “su”
gerçek anlamda bir nesil devamı olmayacağını
derken, Motoko Kusanagi: “Bedenim var ama acaba
bile siber dünyaya (ya da internet ortamı diyelim)
bol miktarda kullanılır.
söyler. Bu nokta gerçek bir yol ayrımıdır. Kuklacı bir
bir ruhum var mı?” diye sorar.
olsa artık insan sayılmayacaklar mıdır?
bağlandığı, Blade Runner’daki gibi kasvetli ve ağır
“Ghost in the Shell” ifadesi her ne kadar
tercih yapmış ve canlılar gibi çoğalmanın yolunu
Film sonunda Motoko Kusanagi’nin mekanik
bir havaya sahip bir şehirde yaşayan ve Bölüm
“kabuktaki hayalet” diye çevrilse de hayalet
aramaya koyulmuştur. The Matrix Revolutions’ta
bedeninin yok edildiğini ve zihinsel olarak Kuklacı
79
Öykü: Yurtsever Orkun TATAR İllüstrasyon: Hüseyin ESEN ile birleştiğini görürüz. Batou, Motoko Kusanagi’nin,
bir Japon diliyle sözlerini değiştirmiş ve o şekilde
Kuklacı’nın da bilincini taşıyan harap durumdaki
söylenmiştir.
bedenini kaçırır, Motoko’nun bilincini bulduğu bir genç kız bedenine aktarır. Onlar artık bir anlamda
“Ghost in the Shell”konusu, kurgusu, müzikleri
bütünleşerek yeni bir türün çoğalması için ilk adımı
ve karakterleri ile gerçekten en iyi bilim kurgu
atmışlardır.
animelerinden biridir. Hatta “Ghost in the Shell:
Kısacası sakin bir kafa ve yüksek bir konsantrasyon ile izlenmesi gereken anime hakkında söylenecek çok şey var. Filmin felsefi derinliği ile
Innocence” (ikinci film) Cannes Film Festivalinde Altın Palmiye adayı olan ilk animedir. Bunun da
birlikte çizimlere olduğu kadar müziklere de emek
animelerin Avrupa’ya açılmasında ne kadar büyük
harcanmış.
bir etkisi olduğunu sanırım söylememe gerek yok.
Animenin müzikleri
Kenji Kawai’ya aittir.
Özellikle açılış müziği olan “Making of Cyborg”,
Anime olarak dört filme ve 26’şar bölümlük iki seriye
anime müzikleri arasında efsaneleşmiştir. Bu melodi
uyarlanmıştır. Ayrıca 2017’de Scarlett Johansson’nın
aslında bir Bulgar halk şarkısıdır. Kenji Kawai antik
oynayacağı bir live-action çıkacaktır.
Öykü
VR-NAM Tüm o sıkı eğitimler, taktik çalışmalar bugün içindi. Ama böyle bir şeye hiçbir zaman hazır olamaz insan. Arap saçı kadar sıkı, balta girmemiş ormana helikopterle bırakılmıştık. Beş kişiydik. Eğitiminin tamamını beraber almış bir beşli. Tüfeklerimiz, pusulalar, bir harita, birkaç el bombası, bir de bıçaklarımızdan başka hiçbir şeyimiz yoktu. Böyle görevler için yetiştirilmiştik ama insan böyle bir şeye ne kadar hazır olabilirdi ki? İki kilometredir yürüyorduk bu vahşi ormanın içerisinde. Verilen koordinatlara doğru yürüyorduk ama sanki orman bizi çoktan yutmuş da kendini tekrar eden bir kabusun içine hapsetmiş gibiydi. Sanki her yer aynıydı: koskaca ağaç gövdeleri, yeşilin her tonunda yapraklar, koyu kahverengi toprak. Kafamı kaldırıp da bir şansla gökyüzünü görebildiğimde değişiyordu bu kontrast sadece. Sıcaklık insanı boğuyordu. Nerden geldiği belli olmayan kuş sesleri. Böceklerin kesilmeyen vızıltıları. Üstüme yapışan sinekleri tokatlamaktan tenim kıpkırmızı kesilmişti. Sanki her köşeden bir yılan, bir ölüm getiren çıkacak gibiydi. Eğer ölmeye çoktan hazır değilsen, böyle bir şeye de hazır olamazdın. Kaçmaya çalıştığım şeyler getirmişti beni buraya. Ama tahmin edemediğim, onları da kendimle buraya sürüklediğimdi. Ve onlara yenilerini ekleyeceğim. Ne kadar bastırmaya, unutmaya çalışsam da sürekli zonklayan bir apse gibiler. Sağıma döndüğümde görev arkadaşımla göz göze geldik ve kendi düşüncelerimi onun bakışlarında gördüm. Göreve odaklan. Sessizlik içinde yürümeye devam ettik. Sıkı eğitimin, katı disiplinin yararı oluyordu belki. Kim bilir? Samanlıkta iğne arıyorduk. Zemini iğnelerle kaplı bir samanlık. Bubi tuzaklarıyla dolu. Ama
80
bunun için eğitilmiştik. Hayatta kalmak. Çünkü ölüm görev için nihaiydi. Planlara uymuyordu. Her adımımız dikkatli, her hareketimiz amaca göreydi. Korku bile amaca hizmet etmekteydi. Bir elin havada yumruk olmasıyla durduk. Geçmişten başka bir yumruğu canlandırmıştı bu görüntü gözümde: Yatağın altından görebildiğim kadarıyla iki parmağı eksik yumruk, yalvarmalara çığlıklara aldırmadan inip inip kalkıyordu. Haritayı istedi yumruğun sahibi. Eğitimli gözleriyle bir pusulasına bir haritaya bakıyordu. Nerede olduğumuza dair bir fikri olduğunda tekrar harekete geçtik. Bir rampanın yamacındaydık ve bir vızıltının kulağımın yanından uçup gittiğini duydum. Bir arının vızıltısı gibi. İşte başlamıştı. Uçuşan mermiler etimizi, kemiğimizi deşemeden yere çöktük. Dört bir yan vızıldıyor, yapraklar kıymıklar havada uçuşuyordu. Korkumuz renk değiştirdi. İnsan gözü neden yeşilin tonları diğer renklerinkinden daha iyi seçer? Çünkü diğer türlüsü ölümcüldür. Belimdeki el bombasının pimini çekip yamacın tepesindeki yapraklarla bezeli hendeğe savurdum. Her şey anlıktı ve zihnim bir düşünceler havuzunun içinde yüzüyordu. Patlamayla havaya uçan bir kol gördüm. Tüfeğimi doğrulturken, önce babamın iki parmağı eksik yumruğu sonra da çocuk kollarından oluşmuş bir yığın gözümün önünde belirip kayboldu. Ne geçmiş geçmişte kalıyordu, ne gelecek seni özgürleştiriyordu. Babam bir hapishane deliğinde uyurken annemin bedeni çürüyor, aşı yapılmış çocuk kolları kesilip bir çukura atılıyordu. Zihnim bunlarla boğuşurken ekibimle beraber mermi yağıdırıyorduk çünkü talimlerde şartlandığımız buydu. Ve bunun sayesinde geçmişi
81
unutamasak da, gelecekten kaygı duysak da çatışabiliyorduk. Siper alarak yayılmış, doğru açıyı, doğru hedefi ararken birbirimizi koruyabileceğimizi sanıyorduk. Son geldiğinde, ayrıntılı planlarımızın ne kadar iyi eğitildiğimizin önemi kalmayacaktı. Çünkü kimse Son’u yenebilecek kadar iyi hazırlanamazdı. Bir daha göz göze gelemeyeceğim dostumun beyni suratıma yapıştığında tek bildiğim buydu. Biz bir kayıp vermiştik, onlar iki. Kazanıyor muyduk, yoksa kaybediyor mu? Belki ikisi de değildi. Bir çalının arkasından takla atarak bir sonraki ağaca geçiyor, biten şarjörlerimizi değiştiriyorduk. Artık yüzlerini seçebilecek kadar yakındık düşmana. Bu adamlardı çocuklarının kollarını kesenler. Bunu yapmışlardı çünkü bizden gelen hiçbir şeyi istemiyorlardı. Ve ben bunu gördüğümde, o çukura yığılmış minik kolları gördüğümde ağlamıştım. Yaşlı bir kadın gibi ağlamıştım. Annemin suratının tanınmaz haldeki halini gördüğümdeki gibi. Bir Aztek savaş maskesini andıran boyalı surat üzerime atladığında anneminkini antik galerime kaldırmak zorunda kaldım. Avucundaki obsidiyen bıçak neredeyse boğazımı deşecekti ama eğilip bundan kurtulmayı başardım. Ama eğilmek beni daha kötü bir pozisyona sokmuştu. Ne silahımı doğrultabilecek zaman vardı, ne direk kalbime doğru süzülen kemik saplı bıçağı durduracak. Son’u kabullenmekten başka yapılacak ne vardı? Ama savaş boyasını kırmızıya boğan mermi sağ şakağından girdiğinde sımsıkı tuttuğu bıçak göğüs kafesimi çizip geçti. Ölü vücudun ağırlığı altından operasyon arkadaşımın bana uzanan eli yardımıyla çıktım. Son henüz benim için gelmemişti ama yerde yatan üç arkadaşım onun karanlık kollarına kavuşmuştu. Ve tabii düşmanımız da. Şimdi önemli olan gizli kulübeye sağ sağlim gimeyi başarıp, sinyal kodlarını ele geçirmekti. Büyük bir boşluk hissi içinde eğimi çıkıp aşağı gizlenmiş kulübeyle yüz yüze geldik. Her santimetreyi kareyi ölçüp biçerek ilerliyor, görünmeyen bir telin, toprağın altına gizlenmiş bir mayının üzerine
82
basmamak için insanlık dışı bir dikkati altınca hisse dönüştürüyorduk. Şansın da yardımıyla külübenin içine girdiğimizde koca telsizlerin konuşlandığı masada aradığımız kodların olduğu dosya açık bir şekilde duruyordu. Tüfeğimi omzuma takıp dosyayı aldığımda zaman ve mekan sürekliliği durdu. Gözlerimin önünde beliren “ZAFER!” yazısıyla kendime gelip kafamdaki sanal gerçeklik maskesini çıkarttım. Seyirciler müthiş bir coşkuyla kendilerinden geçerken takım arkadaşlarım üzerinde durduğum platformadan beni sırtlarına aldı. Turnuvayı kazanmıştık. Spikerler 2048 yılı VR-NAM simülasyonu dünya şampiyonasını kazandığımızı müthiş bir heyecanla anlatıyorlardı: “Gerçekten müthiş bir karşılaşmaydı, finale yakışır şekilde. Bahar sezonunda kurulmuş bir takımın bu şekilde hızlı bir şekilde yükselip kupayı alması gerçekten şaşılacak bir başarı serüveni. İnanılmaz bir performans. Sadece savaş taktikleri, refleks ve askeri eğitim konusundaki yeteneklerini göstermek değil, böyle korkunç geçmişlere sahip karakterlerin kişiliklerine bürünüp psikolojik bir baskının altına girerek bunu yapabilmek herkesin harcı değil. Ama işte onlar bunu başardı ve tam yirmi beş milyon dolarlık ödülü ve kupayı kazandılar. İşte bu senenin şampiyonları, işte bu senenin birincileri!” Üzerimize yağan konfetilerin ve ışık şöleninin arasında uzanıp kupayı aldık. Kaldırabildiğimiz kadar yukarı kaldırıp içimizdeki zafer sevincini atabilmek için zıp zıp zıplıyorduk. Koç-komutanımıza sarılıp öpüyor, başardığımız şeyin inanılmazlığını kavramaya çalışıyorduk. Tüm bunların, bu duyguların arasında tuhaf bir kopukluk hissettim. Bir zamanlar böyle bir insanın yaşamış olabileceği gerçeği... Aldığım dikkat arttırıcı ilaçlar ve simülasyonun sanal gerçekliği, zihnimin karanlık kısımlarından beni dürterken uzun bir tatile ihtiyacım olduğunu biliyordum.
83
Mustafa Emre ÖZGEN
Çizgi Roman İnceleme
Maus, Hayatta Kalanın Öyküsü Daha önce ismini duymuş olmama rağmen fırsat bulup da okuyamadığım bir çizgi romandı Maus. Gölge okurlarını Dokuzuncu Sanat’ın farklı çalışmaları ile tanıştırmak istediğimden, “Hayatta Kalanın Öyküsü”nü incelemeye karar verdim. Geçen ay sayfalarımızda yer verdiğimiz Berlin çizgi romanı, 2. Dünya Savaşı’na giden bir zaman aralığında son bulmuştu. Tesadüf o ki, Maus da benzer bir dönemde başlayıp, oldukça zor yılları bir çırpıda anlatıveriyor, bizzat yaşamış birinin anılarından hareketle. Hayvan Suretinde İnsanlar Maus’un fare olduğunu belirtmemize gerek yok sanırım. Fakat burada ince bir tepki var. Kitabın ikinci yarısının başında, 1930’ların ortasında Almanya’da yayınlanmış bir makale alıntılanmış. Makalede Mickey Mouse için idealize edilen karakterin pis bir fare olduğu ve bunun Yahudilerin insanlığa karşı kaba bir saldırısı olduğu söyleniyor. Mickey Mouse’un yaratıcısı Walt Disney’in de bir Yahudi olduğunu hatırlatalım. Öte yandan kitapta Yahudiler fare, Naziler ve diğer Almanlar kedi, Polonyalılar domuz, Amerikalılar köpek, İsveçliler geyik, Çingeneler ise güve olarak tasvir edilmiş. Savaş Ve Bir Ailenin Dağılması Kitabın yazar ve çizeri Art Spiegelman,
84
Maus’da babasının öyküsünü anlatıyor. Çizer Art, yaşlanmış, hasta ve huysuz babasının savaş anılarını kitaplaştırmak istiyor. Baba Vladek, Art’ın annesi Anja’nın intiharından sonra ikinci evliliğini Mala isimli biriyle yapmış. Vladek ve Mala çok iyi anlaşamıyor. Mala, Vladek için bir eşten çok yardımcı gibi. Vladek, hikâyesini anlatmaya genç bir tüccar olduğu savaş öncesi dönemden başlıyor. Kendisini
çok seven ve bırakmak istemeyen bir sevgilisi olduğunu fakat onun kadar güzel olmayan Anja ile evlenmeyi tercih ettiğini öğreniyoruz. Savaş ile birlikte tüm ailesi sıkıntı içine giriyor. Hepsi bir yerlere savruluyor. Vladek’in annesi ve babası, Anja’nın ailesi, doğan ilk çocukları Richieu, hepsi savaşta farklı yerlerde hayatını kaybediyor. Çalışkanlığı ile toplama kampı Auschwitz’de Naziler ve Polonyalı tutuklularla iyi geçinen Vladek, bir şekilde hayatta kalmayı başarıyor. Kıyafetsiz, aç, pislik içinde geçirdiği günlerin sonunda ise özgürlüğüne ve Anja’ya kavuşuyor. Hikâye boyunca yer yer tebessüm ediyor, başlarına gelen anlatılmaz olumsuzlukları okudukça korku ve şaşkınlık gibi karışık duygular yaşıyorsunuz. Vladek’in anlatmaya ara verdiği noktalarda ise Art ve çevresindekilerin yaşadıklarını okuyor ve biraz nefes alıyoruz. Huysuz İhtiyar Mı, Kuşak Çatışması Mı? Kitabın ana karakteri Vladek Spiegelman denilebilir. Hikâye onun anıları üzerinden şekilleniyor. Gençliğinde sıradan bir insan olan Vladek, savaş döneminde yaşadığı acıların etkisiyle yaşlandıkça huysuz birine dönüşüyor. Açlık ve yokluk çeken Vladek, normal hayata döndüğünde aşırı tutumlu, faydalı olabileceğini düşündüğü her şeyi biriktiren biri haline geliyor. Çevresindekileri rahatsız etse de aslında ilgi isteyen, yaşadığı travmanın etkilerini sürdüren bir ihtiyar Vladek. Ama Anja’dan daha şanslı. Çünkü zaten depresif olduğunu söylediği eşi Anja, savaş bittikten yıllar sonra intihar ederek hayatına son vermiş. Ara hikâyelerde yer alan yardımcı karakterlerden biri, Vladek’in ikinci eşi Mala ise, kitap boyunca Vladek’ten şikâyet eder halde. Hayat Mala için çok zor görünüyor. Art, babasının anlattıklarını not alan, kitabın yazar ve çizeri olmasına rağmen hikâyede yardımcı rolde olan başka bir karakter.
Babasıyla çok iyi anlaşamadığını görüyoruz. Rahat bir hayat sürdüğü anlaşılan Art, babasıyla yaşadığı kuşak çatışmasının yanında bazı problemleri aşmakta zorlanıyor. İlerleyen bölümlerde kendini resmeden çizer, kitabı hazırlarken yaşadığı zorlukları sembolik bir şekilde anlatıyor. İnsanlar karşısında birden küçülen Art Spiegelman, çalışmalarını ve babasıyla olan ilişkisini sorguluyor. Bunların yanında pek çok karakter hikâye boyunca konuya dâhil oluyor ve ayrılıyor. Olaylar zinciri içinde hepsi birbirine benzeyen fare ve domuzları ayırt etmekte zorlanabiliyorsunuz. Anlatım, Görsellikten Yoğun Kitapta görsellikten çok anlatım ön planda. Açıkçası gerek Berlin’de, gerekse Maus’ta pek çok yeni nesil çizgi romanda hissetmediğim duyguları hissettim. Basit çizgilerle anlatılan hikâyeler karakterlerin kişilikleri ve olaylara odaklanmanıza faydalı olabiliyor. Ağızları genel olarak kapalı, insan vücutlu ve fare, domuz, kedi, köpek başlı çizimlerin başta göze korkutucu geldiğini söylemeliyim. Panellerin yerleşimi oldukça basit. Bir Çelik Blek ya da Tommiks sayfası gibi sıralı paneller
85
Öykü: Özlem ERTAN İllüstrasyon : Neslihan AYAN
Öykü
Kapının Diğer Yanı Kapının
ardında
olup
bitenleri
tüm
durumumun nasıl olduğunu sormak istiyor ama
detaylarıyla hatırlıyorum. Onun diğer tarafına
vücuduma söz geçiremiyordum. Sesim boğazıma
geçmeden önce neler yaşadığımı ve nasıl öldüğümü
hapsedilmiş, ağzıma da kilit vurulmuştu sanki.
de... Eeee insan her zaman ölmüyor tabii. Su içmek,
Doktor
uyumak gibi sıradan bir eylem değil ölmek. Hayatta
durmasından başım dönmüştü. Sonra birdenbire
insanın başına bir, bilemedin en fazla iki kez gelir.
başıma dayanılması güç bir ağrı saplandı. Sanki
paneller var. Küçük
panellerde
kullanılan
koyu
çizgilerin hikâye boyunca sizi çepeçevre sardığını hissediyorsunuz. 1980 yılında yayınlanmaya başlayan Maus, 1991 yılında tamamlanmış. 1992 yılında Pulitzer ödülünü kazanan ilk çizgi roman olan eser, oldukça önemli bir yere sahip.
Çizgi roman okumayı gerçekten seviyorsanız, Maus mutlaka arşivinizde olmalı. Maus, Hayatta Kalanın Öyküsü Çıkış Tarihi: Aralık 1980 Türkiye’de Yayıncı ve Çıkış Tarihi: 1. Baskı: Gözlem Gazetecilik Basın ve Yayın AŞ, 2004, 2. ve 3. Baskı İletişim Yayıncılık, 2012 ve 2015 Yazan ve Çizen: Art Spiegelman Çeviren: Ali Cevat Akkoyunlu
etrafımda
koşturup
kafamın içine birtakım küçük adamlar doluşmuştu
gitmek üzere evden çıkmış ve yürüyerek ofisimin
ve balyoz darbeleriyle beni içeriden çökertmeye
bulunduğu caddeye gelmiştim. İş yerinin girişine
çalışıyorlardı. Eğer o an bağırabilseydim sesim
varmama az kalmıştı ki bir kadın çığlığıyla sarsıldım.
hastaneyi temelinden sarsardı. Kaç dakika çektim o
"Kaçın. Tabela düşüyor” diyordu kadın. Ben, "Ne
ağrıyı bilmiyorum. Acının vücudumu terk etmesiyle
demek istiyor bu? Ne oluyor?" sorularını peş peşe
birlikte etrafa karanlık çöktü. Ne insanlar kaldı
zihnimden geçirirken tepeme inen ağırlıkla dümdüz
çevrede ne de sesleri. Kapının diğer tarafına geçmeden önce
Önünden geçtiğim apartmanın kim bilir
duyduğum son cümle şuydu: "Hasta ex oldu." O an
kaçıncı katındaki dükkânın tabelası bula bula
yüzüme şaşkın, kırılgan bir bakış yerleşmiş olmalı.
benim talihsiz başımı bulmuştu düşecek. Kaskatı
İnanamıyordum, bu kadar mıydı yani? Hayatta
kesilmiş hâlde yerde yatıyordum ama kulaklarım
ne yaşamış, ne görmüştüm ki? Daha yapmak
hâlâ duyuyordu. Başıma toplananların, "Bir şeyler
istediğim pek çok şey vardı. Bunları düşünüyordum.
yapın, gidiyor kız” gibi cümlelerini ve akabinde
İyi de, mademki düşünüyordum öyleyse vardım.
yaklaşan siren seslerini işittim. Sağlık ekibinin beni
Doktorların ölü olduğunu söyledikleri kafam
sedyeye yatırıp ambulansa bindirdiğini ve kısa bir
karman çorman olmuştu.
yolculuğun ardından vardığımız hastanenin ilaç
Kapı karşımda tüm görkemiyle belirdiğinde
kokulu koridorlarında yankılanan ayak seslerini de
ölü gözlerimin hâlâ görmekte olduğu gerçeğiyle
anımsıyorum.
sarsıldım. Gerçekten çok tuhaf bir andı. Tam olduğunu
karşımda, dört yanından ışıkların süzüldüğü
makineleriyle
büyük, ahşap bir kapı vardı. Bu nereden geldiğini
dolu bir odaya aldılar. Ağzımı açıp konuşmak,
anlayamadığım, "Acaba hep karşımdaydı da ben mi
Derken tahmin
86
hemşirelerin
O gün de diğerleri gibi başlamıştı. İşe
yere serildim. kullanılmış. Vurgulanmak istenen yerlerde büyük
ve
beni
ettiğim,
yoğun
yaşam
bakım
destek
87
88
görememiştim" diye düşündüğüm kapıdan yayılan
için yanıp tutuşuyordum. Eğer yürüyebileceğim
ışık, karanlığı elinin tersiyle itmiş ve beyaz önlüklü
bir yol olsaydı hiç tereddüt etmeden inerdim o
insanlar yine görünür olmuştu. Onların ne yaptığını
yola. Ama yoktu. Sadece üzerinde durduğum kaya
anlamak ve içinde bulunduğum durumu kavramak
ve onun etrafını çepeçevre kuşatan su... Öte tarafa
arzusuyla yerimden şöyle bir doğrulduğumda
geçtikten sonra kapıyı görmemiştim. Beni farklı bir
ayaklarım sedyeden kesildi ve ben yükseldim,
dünyaya götüren kapı, işini yapmış ve toz olmuştu.
yükseldim...
Bir süre denizi izleyip "Şimdi ne yapacağım" diye
İşte o an kelimenin tam anlamıyla ölüydüm.
sordum kendime. Önce yerimde şöyle bir zıpladım.
Kuş tüyü kadar hafif, bedensiz, tüm acılarından
Hani artık ölüydüm ya, kuş gibi denizin üzerinde
kurtulmuş... Kapıya doğru gidiyordum. Ama bu
uçabilirdim belki de. Ama havalanamadım. Bir an
benim tercihim değildi. O tuhaf, ışıklı kapı mıknatıslı
denize dalmayı düşündüysem de hemen vazgeçtim.
mıydı neydi? Kendine doğru çekiyordu beni.
Ne bileyim o suyun içinde neler barındırdığını.
Geriye dönmeye çalıştığımda altımda hareketsiz
Kısa süre sonra yerimde durmakla doğru bir
yatan bedenimi gördüm ve moralim çok bozuldu.
karar verdiğimi anladım. Durgun deniz bir anda
Ruhumda çok inatçı, ölümü bir türlü kabullenemeyen
hareketlendi. Önce dalga çıktığını zannettim ama
bir yan vardı. Bu arada, her ne kadar hakkımda "ex
yanıldığımı suyun içinden çıkan bir çift elin kayayı
oldu" diye konuşsalar da doktorlar da beni hasarlı
kavramasından sonra anladım. "Bu nedir" diye
bedenime geri göndermek için uğraşıyorlardı. Bir
düşünmeme fırsat bile kalmadan ellerin sahibini
tanesi, şu duran kalpleri yeniden çalıştırmak için
karşımda buldum. Boylu poslu, kaslı, sakallı bir
kullanılan aleti göğsüme bastırıyor, diğeri ise sağa
adam karşımda dikilmiş bana bakıyordu. Uzun
sola koşturup hemşirelerden bir şeyler istiyordu.
saçları ile sakallarından sular süzülüyordu. Çirkin
Bana kalsa bu aksiyonlu sahneyi dakikalarca
bir adam değildi ama öyle tuhaf bakıyordu ki,
izlerdim ama bana kalmadığını tahmin etmişsinizdir
korkmaya başlamıştım. Bir kere gözlerinin rengi
herhalde. Birtakım güçler, artık bilemeyeceğim kim
beyaza yakın maviydi. Hani şu korku filmlerindeki
ya da ne olduklarını, beni tuttukları gibi kapıya
zombilerin gözleri gibi... Bana yaklaştı, yaklaştı ve
fırlatıverdiler. Bu arada kapı da boş durmadı. Avını
ben uzaklaşabildiğim kadar uzaklaştım ondan. Çok
yutmaya hazırlanan bir timsah gibi açtı ağzını.
fazla geriye gidemiyordum. Çünkü önüm, arkam,
Direnmek faydasızdı. Ben de kapının çekim gücüne
sağım, solum suydu. İşte o an öyle çaresiz hissettim
itaat ettim ve bıraktım kendimi.
ki kendimi... Adamın cehennem zebanisi olduğu
Üzerime çullanan ışığın geçici olarak kör
ve beni denizin dibinde bulunması muhtemel ateş
ettiği gözlerim yeniden görmeye başladığında
çukurlarına götüreceği düşüncesi geldi aklıma ve
hastane odasında değildim. Bir kayanın üstünde
zavallı ruhum denizden daha çok dalga üretmeye
duruyordum. Önümde durgun bir deniz uzanıyordu.
başladı. O da hissetti tabii korktuğumu. Yüzüne
Ucu bucağı görünmeyen denizi izlerken içimde hiç
sinsi bir gülümseme yayılmasından anladım bunu.
korku yoktu. Kapının ötesindeki dünyayı keşfetmek
Sonra, konuştu benimle.
89
İlk cümlesi, "Korkma güzel kız. Korku,
bedenim kesin yere yığılırdı. İki ayak üstünde
"Ama bu insan görmemesi gereken şeyler
bir ayna vardı. Etrafı ahşap süslemelerle çevrili
olacakların önüne geçemez" oldu. Bana çok uzun
durmakla birlikte, görünüm olarak sürüngenleri
gördü. Eğer geri dönerse kapının ardında neler
aynadan yayılan ışık çok güçlüydü. Ben aynaya
gelen sessizlikten sonra "Siz kimsiniz acaba? Ben
andıran,
olduğunu herkese anlatır. Sizce bu yanlış olmaz mı?"
şaşkınlıkla
neredeyim?" sorusunu yöneltebildim.
peşlerinde sürükleyen yeşil yaratıklar; bir masanın
"Dur bakalım. Çok aceleciymişsin sen de. Bunların öğrenmek için zamanın bol." Bu arada adam benim göremediğim bir yolun üstündeymiş gibi boşlukta rahat rahat yürümeye ve beni incelemeye girişti. Bu durum beni çok rahatsız etti. Zira kendimi eski zamanlarda kurulan esir pazarlarındaki kölelerden biri gibi hissettim. "Kapının öte yanına uzun zamandır senin kadar güzel bir kız geçmemişti. Sevindim seni gördüğüme. Hadi, gidiyoruz."
yürürken
uzun
kuyruklarını
kucakladı ve bir anda kendimi onunla birlikte suyun derinliklerinde buldum. Denizin altında onlarca farklı balık ve dipten yüzeye doğru uzanan devasa
insanı burada tutamam. Düzeni bozmak olur bu.
geriye bakıp düşündüğümde ayna gibi görünen o
dolu kuvöze yerleştiriyorlardı. Sürüngenler, bu işle
Ayrıca anlatsa da kimse ona inanmayacaktır. Belki
ışık kaynağının, yaşam ile ölümü birbirine bağlayan
uğraşırken bir yandan da konuşuyorlardı.
kendisi bile yaşadıklarının gerçekliğinden emin
geçit olduğunu anlıyorum.
"Bu insan yavrularının zamanı geldi. Onları dünyaya gönderelim artık. Bu aralar ne kadar çok doğum oluyor. Ölümler de arttı. Doğan ve ölen insanlarla uğraşmaktan başka bir iş yapamaz hâle geldim. Şimdi bu ceninleri annelerinin karnına yerleştirmek lazım" dedi biri. Diğeri ise ona şöyle cevap verdi: "Evet, hadi
Bu esnada sakallı adam hafifçe öksürerek sürüngenlerin bizi fark etmesini sağladı. İşlerinden başlarını kaldırıp bizi gören
Bakışları, hayatın envai çeşit sillesini yemiş çileli
yapısından ve yanındaki türdeşlerinden biraz daha
insanları anımsatan tarifi zor bir acıyla perdelenmişti.
ufak tefek görünmesinden dolayı dişi olduğunu
Derken içimi üşüten karanlık gölgeler gördüm.
hemen anladığım biri, çok sinirli görünüyordu.
gözleri
kocaman
açıldı.
"Ne yaptın sen?" dedi sakallı adama.
sanısına kapıldığım gölgeler her an çoğalıyordu.
"Nasıl bu insanı buraya getirirsin. Onun
peşi sıra denizin dibindeki bir deliğe daldım. Delikteki yolculuğumuz dünya zamanıyla en fazla birkaç saniyemizi aldı.
Ben bu emre itaat ederken Kertenkele Kraliçe, sakallı adama ters ters baktı.
Gözlerimi açıp kendimi yeniden hastane odasında bulduğumda yaşadığıma şükrettim. Zira kapının diğer yanını hiç sevmemiştim. Doktorların dediğine göre, kalbim durmuş ve ben birkaç dakika
"Seninle sonra ilgileneceğim. Ölüm zamanı
ölü kalmışım. Kapıyı ve onun ardında gördüklerimi
gelmeyen bir insanı buraya getirmenin cezasını
bugüne kadar hiç kimseye anlatmadım. Ancak
çekeceksin."
şimdi içimi döküp rahatlamak için yazıyorum
Adamın yüzüne bir daha bakma imkânı
tüm bunları. Aradan bir hayli zaman geçti ve tıpkı
bulamadım ama o sırada korkudan titrediğine
Kertenkele Kraliçe'nin dediği gibi yaşadıklarımın
eminim. Kertenkele Kraliçe beni elimden tuttuğu
gerçekliğinden emin olamıyorum. Tek bildiğim
gibi odanın diğer ucuna götürdü. Orada büyük
ölümden çok korktuğum.
Sakallı adam, şaşkındı. "Ama Kertenkele Kraliçe, ölmüştü o. Kayanın üstünde duruyordu.” "Sana emir verilmeden nasıl getirirsin onu buraya. Bilmez misin kapıdan geçip bir müddet
koridorda buldum. İleride bir kapı vardı ama öldükten
sonra dünyaya geri dönen insanlar olduğunu. O da
sonunda
yere geri göndereceğim."
zamanı daha gelmedi. Burası değil onun yeri."
bir
Seyahatin
olamayacak. Yaklaş insan, şimdi seni ait olduğun
Yüz
İnsan boyutunda ama farklı yaratıklara ait olduğu
Ölü aklımı kaçıracağımdan korkarak sakallı adamın
Kraliçe'nin
üstünde duran ceninleri duvarın önündeki su
sürüngenlerin
kapaklarım yoktu ya da onları kullanamıyordum.
Kertenkele
darbesiyle kendimi onun içinde buldum. Şimdi
yosun kümeleri gördüm. Ancak balıklar bir tuhaftı.
Gözlerimi kapatmak istedim ama artık göz
bakarken
"Yapacak bir şey yok. Zamanı gelmemiş bir
bir an önce halledelim şu işi."
Ağzımı açmama bile fırsat kalmadan beni
kendimi
uzun
sonra geçtiğime hiç benzemeyen metal bir kapıydı bu. Kapının ardında gördüklerim o kadar sarsıcıydı ki, eğer hastane yatağında bırakmamış olsaydım, 90
kanatlı,
yeniden gidecek dünyaya.” Diğer
sürüngenlerden
biri
Kertenkele
Kraliçe'ye itiraz edecek oldu. 91
Hasan Nadir DERİN
Sinema
!f Ankara ile 4 Gün
Zaman ne çabuk geçiyor. !f İstanbul’un yepyeni bir festival olduğu günler hafızamızda çok taze ama bu yıl 15. yılını kutlayan bir festival olmuş bile. İlk yıllarında Ankara dolaylarından İstanbul’a özenerek baktığımız festivallerden biriydi. Uzunca bir zamandır Ankara’ya da 4 günlük bir programla geliyor. Bundan gayet memnunuz elbette ama biraz daha uzun bir festival bekliyoruz yine de. Bu yıl Ankara için seçilen filmler de biraz zayıftı sanki. İzlediğimiz filmler kötü değildi ama İstanbul programındaki dikkat çekici bazı filmleri Ankara’da göremedik. Belki de bu yüzden, bileti önceden tükenen film sayısı geçen yıllara göre daha azdı. Yeri gelince bahsederiz, bazı filmler de beklenmedik şekilde doldu taştı. Daha önceki yıllarda da yazmıştık ama bir kez daha belirtelim. Program yapılırken bir salondaki filmden çıkıp diğer salondaki filmle
92
girmek isteyecek seyirciler de dikkate alınırsa ve 120 dakikalık boşluğa 130 dakikalık filmler konulmazsa memnun oluruz. Lafı fazla uzatmadan bu yılki programda
13:00 – !f İstanbul’un yarışma bölümlerindeki filmler her zaman ilgi çekici oluyor. Çok bilmediğimiz yönetmenlerden enteresan ama her seyircinin keyif almayabileceği filmleri seçip buluyorlar. İşte, Aşk ve Başka Bi’ Dünya yarışmasında büyük ödülü alan Kayıp ve Güzel (Bella e Perduta), tam da böyle bir filmdi. Yönetmen Pietro Marcello’nun, Tommaso Cestrone adlı bir çoban hakkında daha klasik bir belgesel yapmak niyetiyle yola çıktığı film, Cestrone’nin ölümü sonrasında farklı bir yöne doğru ilerlemiş. Fakir bir çoban olmasına karşın İtalya’da bulunan Carditello sarayını korumak için günlerini, gecelerini veren Cestrone, gerçekten ilgi çekici bir kişilik. Yönetmen onunla bazı söyleşiler yapmayı ve saraya olan tutkusunu, doğa sevgisini yakalamayı başarmış. Ancak onun zamansız ölümü ile birlikte film, İtalyan tiyatrosundan gelen klasik bir karakter olan Pulcinella’nın, çobanın ölümü sonrası sahipsiz kalan bir boğayı yeni sahibine götürmek üzere yaptığı yolculuğun hikâyesi haline dönüşüyor. İşin daha ilginci tüm filmi bize bu boğa anlatıyor. Kayıp ve Güzel, bildiğimiz anlamda başı sonu olan bir hikâye anlatmıyor. Klasik bir belgeselden bekleyebileceğimiz gibi bir konuyu alıp onu takip ettiğini de söyleyemeyiz. İşte bu nedenle her seyircinin keyif alabileceği bir yapım değil. Filme kendinizi kaptırdığınız anlarda özellikle İtalya’nın o görkemli kırsal kesimlerini doya doya izlemek gayet keyifli. Ama itiraf etmeliyim ki benim de filmden koptuğum, kendimi kayıp hissettiğim anlar oldu. En azından, gerçekten farklı bir deneyim.
yer alan 41 film içinden itina ile seçip izlediğim 22 tanesine geçelim: 3 Mart 2016 Perşembe:
15:00 – Günün ikinci filmi, bağımsız sinemada çok sık konu edilen bir konu üzerinden yola çıkıyordu. Lise ya da üniversitede arkadaşları tarafından
dışlanan, alay konusu olan, “loser” dediğimiz karakterler ve onların değişim öyküleri bağımsız sinemanın çok sevdiği konular. Çoğunlukla oyuncu olarak tanıdığımız 25 yaşındaki Craig Roberts da yönetmen olarak ilk filmi olan Sadece Jim (Just Jim) ile böyle bir konuyu ele almış. Senaryoyu da yazan Roberts’ın bizzat canlandırdığı Jim karakteri, lisede hiç kimsenin umursamadığı bir karakter. Kendi ailesi bile doğum gününde kaç yaşına girdiğini bilmeyecek kadar ilgisiz. Okulda hoşlandığı bir kız var ama o da popüler gruptan olduğu için, onunla da şansı yok denecek kadar az. Filmin buraya kadar olan kısmı, pek çok filmle ortaklık taşıyor. Jim’in hayatında bir kırılma olacağını ve bir değişim yaşayacağını biliyoruz. Bu değişimin tetikleyicisi, komşuları olarak hayatına giren Amerikalı karizmatik ve gizemli genç adam, Dean oluyor (akla James Dean’i getirecek bir performansla Emile Hirsch canlandırıyor). Geçmişini hiç bilmediğimiz Dean, her nedense Jim’i kendine yakın buluyor ve hem arkadaşlarıyla, hem de ailesiyle ilişkilerinde ona yardım etmeye başlıyor. Jim ve Dean’in ilişkileri, dikkatli izlendiğinde akla hemen başka bir filmi getiriyor. Bu yazıyı okuyup filmi izlemeye karar verecek olanlar için filmin adı bile spoiler olacağı için hiç bahsetmiyorum ama Dean’i perdede ilk gördüğümüz anın bir çakmağın parıldaması sırasında olması bile yeterli ipucu olacaktır sanırım. Aslında Roberts film boyunca sinema dünyasının pek çok alanına referans veriyor. Jim’in çok sevdiği film-noir dünyası da bunlardan biri. Bu göndermeleri yerli yerinde kullanan Roberts’ın esas başarısı Jim’in dünyasını bize tanıttığı filmin ilk yarısı. Roberts, kurduğu atmosfer ile Jim’in yalnızlığını bize çok başarılı bir şekilde yansıtıyor. Filmin özellikle finali ise işi o ana kadarki sade yapıyı biraz bozuyor. Yine de izlemeye değer bir bağımsız film. 17:30 – Bazı filmleri izledikten sonra, şu festivalde izlesek daha iyi olurmuş demekten kendimizi alamıyoruz. Bana Marianna De (Mów mi Marianna) böyle bir film oldu. !f’in en başından beri Gökkuşağı bölümünde LGBT temalı filmler olduğunu biliyoruz. Bu bölümde çok başarılı filmler de izledik ama Polonya’da 40’lı yaşlarda cinsiyet değişikliği operasyonu yaptırmaya girişen
93
Marianna’nın öyküsü KuirFest’e daha çok yakışırdı sanki. Bu başarılı belgeselde gençliğinde erkek kimliğindeyken evlenmiş, hatta çocukları olmuş Marianna’nın (o zaman adı farklı elbette ama biz onun isteğine uyarak kendisinden Marianna olarak bahsedelim yine) cinsiyet değişimi sürecinde hem eski eşi ve onunla konuşmak istemeyen kızları ve onu hala erkek olarak gören ailesi ile ilişkilerini izliyoruz. İşin içinde bir de hukuk mücadelesi var. İlginçtir, Polonya’da cinsiyet değişikliği ameliyatı için kaç yaşında olursanız olun ailenizin izni gerekiyor. Bu yüzden o da kendisini yeni kimliği ile kabul etmeyen ailesi ile mahkemede karşı karşıya gelmek zorunda kalıyor. Yönetmen Karolina Bielawska, trans bir bireyin kendini kabul ettirme çabasını anlatırken farklı nedenlerle kendini yalnız ve dışlanmış hisseden herkesin bağ kurabileceği bir hikâye anlatmış aslında. Neyse ki Marianna’nın filmin başındaki yalnızlığı, kendisine benzer bir şekilde kadınlıktan erkekliğe geçmek için çabalayan arkadaşı ve yeni tanıştığı ve romantik bir ilişki yaşadıkları erkek arkadaşı ile hafifliyor. Marianna’nın hikâyesinin ameliyat öncesi ve sonrası dışında, bir tiyatro sahnesinde geçmişe dönüşler ile anlatılması da filme ayrı bir boyut katıyor ve klasik bir belgesel havasından uzaklaştırıyor. Bu anlamda da üzerine düşünülmüş ve izlemeye değer bir film. 19:00 – Günün bir sonraki filmi için salon değiştirirken yeni filmimiz 15-20 dakika geç başlıyordu. Çünkü yazının girişinde bahsettiğimiz hata yapılmış, bir öncesi seansta 120 dakikalık araya 130 dakikalık bir film konmuştu. Beklemek çok sorun değil ama bu tip hatalar devam eden seansları da etkileyebilecek sorunlara yol açabiliyor. Bu konuya biraz daha dikkat edilse memnun oluruz.
94
yaratık için böyle bir seçim yapılmış olması da üzerine düşününce anlam kazanıyor. Akiz, yaratığın korkunç olmasını istememiş belli ki. Üzerine bol bol kalem oynatılabilecek bir film Der Nachtmahr. Bu yazıyı çok uzatmamak için burada keselim ve sinema perdesinde izleme şansınız olursa kaçırmayın diyelim. Evde izleyecekseniz de yönetmenin istediği atmosferi yaratmak için, bütün ışıkları karartıp, sesi sonuna kadar açmalısınız. Gelelim filme. İstanbul’dan epey iyi eleştirilerle gelen ve her nedense Türkçe ad verilmeyen Der Nachtmahr’dan beklentimiz büyüktü. Filmden çıktığımda film iyi ama o beklentiyi karşılamadı derken bu yazıyı yazmak için bilgisayar başına oturduğumda ilk an düşündüğümden daha iyi bir film olduğu kanısına vardım. Üzerine düşündükçe etkisi artan filmlerden. Filmdeki seslerin ve görüntülerin kimi seyircileri kötü etkileyebileceği uyarısı ile açılan filmde, ilk sahnelerden itibaren yoğun ve gürültülü bir tekno müzikle birlikte hızlı bir tempo ile yanıp sönen ışıklara maruz kalıyoruz. Yönetmen bu sahnelerde bizi filmimizin ana karakteri Tina’nın ruh haline ortak ediyor adeta. Ailesi ile yabancılaşmış, yaşadığı kimi sorunlardan dolayı düzenli olarak psikiyatriste giden genç bir kız Tina. Yoğun bir partiden döndüğü bir gece, evden çeşitli sesler duymaya başlıyor ve evlerinde bir yaratık görüyor. Kendisinden başka kimsenin görmediği yaratığa kimseyi inandırmayı da başaramıyor ve zaten psikolojik problemleri olduğu için tamamen çıldırmış muamelesi görüyor. Bir süre sonra yaratıktan korkmayı bırakıp onu kabullenen Tina, zamanla onunla ortak bir yaşam sürdürmeye başlıyor. Her ne kadar hikâye bir korku filmi havasında başlasa da Akiz takma ismini kullanan yönetmen, temelde bir büyüme ve kendini kabullenme hikâyesi anlatıyor. Yaratığın Tina’nın kendi kendisinde hoşlanmadığı unsurların bir toplamı olduğunu söylemek mümkün. Film ilerledikçe Tina onunla, bir anlamda kendisi ile barışıyor. İlk anda gerçek olmadığı çok belirgin olan ve korkutucu olmaktan ziyade neredeyse sevimli olması ile yadırgatan
22:00 – İyi ama izlemesi yorucu bir filmden sonra günün son seansında biri yarım saat olan iki film vardı. İki filmin ortak noktası yoğun bir 80’ler nostaljisi yaratması idi. O yılların B-sınıfı aksiyon filmlerini sevenler için karşı koyulmaz bir eğlence vardı bu seansta. İlk film olan Turbo Kid, bildik bir distopik gelecek getiriyordu önümüze. Bildiğimiz anlamdaki medeniyet çökmüş, yerine en büyük hazinenin su olduğu, kaba kuvvete sahip olanın kazandığı kan ve şiddet dolu bir dünya gelmiş. Gelecek dedik ama film 1997’de geçiyor. Aslında bu bile, filmin 80’lerde çekilmiş olma havasını destekliyor. Bu ortamda bisikleti ile ilgilenip çizgi roman okuyarak hayatını sürdüren kahramanımız, günün birinde bir kız arkadaş ediniyor ama o da o bölgeyi yöneten Zeus tarafından kaçırılıyor (Michael Ironside’ın Zeus’u oynarken kamera arkasında çok eğlendiğini tahmin ediyorum). Zeus ile çocukluğundan kalan bir hesabı olan kahramanımız artık onunla yüzleşmek zorundadır. Bundan sonrası havalarda uçuşan organ parçaları ve bol bol kan içinde kahkahalar attığımız bir macera. 80’lerin filmleri ile büyüdüklerini tahmin ettiğim yönetmen ve senaryo yazarı üçlüsü özellikle Mad Max’i hatırlatan filmde gayet iyi bir
iş çıkarmışlar ama film ilerledikçe mizahı kendini tekrarlamaya ve sıkıcı olmaya başlıyor. Bir sonraki filmde de görebileceğimiz gibi Turbo Kid, bir buçuk saat yerine yarım saat ya da bir saat civarında olsa çok daha çarpıcı olabilirmiş.
Bu seansın ikinci filmi olan Kung Fury’nin festivalin en iyi filmi olup olmadığı tartışılır ama en keyiflisi olduğu kesindi. Filmi yazan, yöneten ve başrolünde oynayan David Sandberg, 80’lerin film ve dizilerini çok iyi irdeleyerek müthiş bir iş çıkarmış. Yarım saatlik süresinde kaç filme ve diziye referans verdiğini sayamadım bile. Zamanda yolculuk yapan, insanüstü güçlere sahip bir polisin maceralarını anlatan bu filmde kahkaha bir an bile eksik olmadı. Film hakkında çok fazla detay vermeye gerek yok, sadece yarım saat süresince karşımıza çıkanların bazılarını sıralayalım: Canlanarak etrafa ateş etmeye başlayan oyun makineleri, Vikingler, dinozorlar, zamanı kıran hackerler, David Hasselhoff, Adolf Hitler ve daha niceleri. Tüm bunlar ilginizi çektiyse Kung Fury’yi mutlaka izleyin. Üstelik İnternet üzerinde legal ve ücretsiz olarak izlemek de mümkün. 4 Mart 2016 Cuma:
12:30 – İran’da kadın olmak meselesi üzerine şimdiye kadar pek çok film izledik. Günün ilk
95
filmi olan Cennet (Ma dar Behesht) de bunlardan biri. İran’da öğretmenlik yapan genç bir kadının hikâyesini anlatan film, zaman zaman bir belgesele yaklaşan üslubuyla bu olguyu başarıyla yansıtıyor. Çalıştığı okuldan başka bir okula geçmek isteyen Hanieh, hem okuldaki baskıcı yönetimle hem sokaklardaki pek çok kişiyle karşı karşıya geliyor. Her ne kadar aşırı bir karşı duruşu olmasa da ülkesindeki pek çok şeyden memnun olmadığı da açık. Başrol oyuncusu Dorna Dibaj, bu hissi seyirciye geçirmeyi çok iyi becermiş. Filmin en önemli özelliği ise İran’da film çekimlerinde zorunlu olan iznin alınmamış olması. Bu nedenle sokaklarda ve okullarda gizli gizli çekimler yapılmış. Filmin sonundaki yazılarda da adını vermek istemeyen ekip üyeleri ve kameraya takılan gerçek kişiler için takma isimler kullanılmış. Belki de kurmaca bir film olsa da belgesel tadı yakalamasının nedeni budur.
15:30 – Günün ikinci filmi de İran’da kadın olmak konusunda bir belgeseldi. Bu kez karşımızda yaşadıklarını, sevinçlerini ve üzüntülerini rap müzikle yansıtan genç bir kız var. Henüz 18 yaşındaki Sonita, Afganistan’dan İran’a kaçmış. Bütün belgeleri de Afganistan’da kaldığı için kim olduğunu kanıtlayacak herhangi bir belgesi de yok. Ama bir yandan hayatını devam ettirmeye çalışırken bir yandan da star olma hayalleri kuruyor. Yönetmen Rokhsareh Ghaemmaghami, bu genç sanatçının varolma savaşını kameraya alırken bir anda şartlar değişiyor. Sonita’nın ailesi onu başlık parası için bir adamla evlendirmeye karar veriyorlar. Sonita, elbette bu işten hiç hoşlanmıyor ve bir çıkış yolu arıyor. İşte o çıkış yolu da kameranın arkasında bulunan kadından geliyor. Sonita, yönetmen
96
Ghaemmaghami’den ailesinin ihtiyacı olan parayı ödemesini istiyor. Ne de olsa mesele para, ailesi aynı parayı aldıktan sonra onu serbest bırakacak. Belgesel yapımcıları ya da fotoğrafçıların tanık oldukları olaylara ne kadar müdahale ettikleri, etik olarak ne yapmaları gerektiği çok tartışılır. Sonita bu tartışmaların tam ortasında yer alabilecek bir film. Yönetmen, hikâyesini anlattığı genç kızın hiç istemediği halde zorla evlendirilmek üzere olduğunu görüyor. Bunu engellemek için çaba göstermeli mi, ben gerçekleri anlatıyorum diyerek kamera arkasında kalıp bu muhtemel evlilikten yeni bir hikâye mi çıkarmalı? Bu soruyu gündeme getirdiğimize göre yönetmenin tercihini tahmin etmek zor değil. Yine de bundan sonraki gelişmeleri filme bırakalım ama bu dönüm noktasının filmi de benzer belgesellerin bir adım ötesine taşıdığını ve olayların Sonita açısından da olumlu bir noktaya gittiğini söyleyebiliriz. Filmin final jeneriği sırasında dönen görüntüleri izleyemediğimi ama sonrasında izleyenlerden bilgi aldığımı da vurgulamalıyım. Diğer salondaki filme yetişebilmek için koşarak o salona gitmek gerekiyordu çünkü.
17:00 – Festivallerin en güzel taraflarından biri başka yerde görme şansımız olmayan filmleri izleme şansı. Steve Oram’ın yönettiği Aaaaaaaah!, tam da böyle bir film. Film günümüzde geçiyor belki ama çok önemli bir fark var. İnsanlar henüz konuşma yetisini kazanmamışlar. Maymunlar gibi hırlamalar ve homurtular ile iletişim sağlıyorlar. Hatta günlük hayatta benimsediğimiz ve doğal saydığımız kimi utanma duyguları da gelişmemiş. Televizyonda program yapan kadınlar dekolte yerine göğüslerini tamamen açıkta bırakan giysiler giyebiliyor, herkesin
ortasında seks yapmak ya da işemek ayıplanan bir davranış değil. İnsanların içgüdülerinin önüne bir ket vurulmamış. Bunun yanında yine de televizyon ya da oyun konsolu gibi cihazlar gelişmiş, evler gayet modern ve konforlu. Böyle bir dünyada bir ailenin içine giren yabancıların işleri karıştırması diye özetlenebilecek bir film izliyoruz ama konu çok da önemli değil, önemli olan içinde bulunduğumuz dünya. Steve Oram, insanların içgüdüleri ile yaşamaları durumunda neler yaşanacağını düşünerek bunun üzerine bir dünya kurarken kendisi de sınırları önemsememiş belli ki. Bu fikirden gerçekten ilginç bir film çıkmış. Ancak bir süre sonra kendini tekrar etmeye başlıyor ve o ilk çarpıcılığını yitiriyor. 79 dakikalık süresi çok uzun değil belki ama dün izlediğimiz Kung Fury gibi 30-40 dakikalık bir film olsa daha çarpıcı olabilirmiş. Aaaaaaaah! filminin başka bir ilginç noktası da seyircilerin davranışlarını gözlemlemek oldu. Festival seyircisinin sıra dışı ya da rahatsız edici deneyimlere daha fazla alışık olması beklenir. Ama bu film, festivalde seyircilerin önemli bir kısmının salonu terk ettiği bir film oldu. Üstelik filmdeki cinsellik ve şiddet dozu çok da aşırı değildi. Ama genel geçer anlayışın “iğrenç” olarak nitelediği sahneler vardı ki seyirciyi asıl rahatsız eden de bu oldu. Demek ki filmlerde bile genel kurallara uymayan davranışlar görmeye pek tahammül edemiyoruz.
ilgili yeni bir şeyler yazmak çok zor. Dünyaya Düşen Adam hakkında da üzerinden geçen zaman içinde o kadar şey yazılmış, çizilmiş ki. Nicolas Roeg’in bu 40 yıllık ama hala taze filminin en azından konusundan söz edebiliriz. Filmin adından da anlaşıldığı gibi ana karakterimiz uzaydan dünyaya düşen bir adam. Kendi gezegeninde su kaynaklarının azalması sonrasında dünyaya gelen bu adam, beraberinde dünyada olmayan teknolojiler de getirince onların patentini alıp dünyanın en zengin adamlarından biri haline geliyor. Zamanla dünyanın “hastalıklarından” etkilenmeye başlayarak evine dönmek yerine dünyada kalmak zorunda kalıyor. Bu süreç içinde onun kadınlarla ve yanında çalışan insanlarla ilişkilerine de tanıklık ediyoruz. Filmi izleyenler bileceklerdir, Dünyaya Düşen Adam, adının ya da özetinin ilk anda çağrıştırabileceği gibi dünyayı ele geçirmeye çalışan bir uzaylı hikâyesi değil. O uzaylının kişiliğinde melankolik bir yalnızlık hikâyesi anlatırken 40 yıl öncesinden günümüz dünyasına verdiği referanslarla da dikkat çekiyor. Ve elbette David Bowie. Bu benzersiz adam, sahnede yarattığı personaya çok denk düşen bu ilk başrolünde iyi bir müzisyen olduğu kadar iyi bir oyuncu da olduğunu kanıtlıyor. Bize de ölümünden kısa bir süre sonra, ona karanlık bir sinema salonundan bir kez daha veda etmek düşüyor.
19:00 – Bu yılki !f’in en önemli bölümlerinden biri, eşsiz David Bowie’nin anısına gösterilen iki filmdi. Bu filmlerden Açlık (The Hunger) sadece İstanbul’da gösterildi ama Dünyaya Düşen Adam (The Man Who Fell to Earth) filmini Ankaralı sinemaseverler olarak biz de beyazperdede izleme fırsatı bulduk. Aslına bakarsanız festivallerde gösterilen klasik filmlerle
22:00 – Bu yıl Oscarlarda en iyi kadın oyuncu ödülünü kazanan Gizli Dünya (Room) filmi, hayatında hiçbir zaman bir odadan dışarı çıkmayan, dünyayı bu odadan ibaret sanan 5 yaşında bir çocuğu ve annesini konu ediyordu. Başarılı bir filmdi ama acaba gerçekte buna benzer hikâyeler yaşanmış olabilir miydi? İşte !f’de bugünün son filmi The Wolfpack
97
belgeseli gerçek hayatta da buna benzer hikayeler yaşanabileceğini gösteriyor. 6 erkek, 1 kız kardeşten oluşan Angulo kardeşler dış dünyanın farkındalar, ender de olsa dışarı da çıkmışlar (bazen yılda 2-3 kez, bazı yıllar hiç) ama özellikle aşırı korumacı olan babaları yüzünden dünya ile temel ilişkileri sinema filmleri yoluyla. Sevdikleri filmleri defalarca ve defalarca izlemişler ve sonunda bu filmleri sahne sahne ezberlemişler. Sonrasında da bu filmleri biz de çekebiliriz noktasına gelmişler. Filmlerde gördükleri tüm kostümlerin ve aksesuarların benzerlerini evdeki malzemeleri ile yapmış ve Pulp Fiction ya da The Dark Knight gibi filmleri adeta yeniden çekmişler. Peki, evden dışarı neredeyse hiç çıkmayan bu aileden bizim nasıl haberimiz olmuş? Çünkü en büyük kardeş 15 yaşına geldiğinde artık dış dünyaya adım atma ihtiyacı dayanılmaz hale gelmiş ve babasına fark ettirmeden dışarı kaçmış. Zamanla hem o, hem de kardeşleri babalarına karşı isyan bayrağını açarak dışarıya çıkmaya başlamışlar ve bunlardan birinde bu filmin yönetmeni ile karşılaşmışlar. Yönetmen Crystal Moselle’in en büyük şansı, böyle bir hikâyeyi yakalamış olması. Sinema okumuş, film sektörüne adım atmaya çalışan bir kişinin böyle bir hikâye ile karşılaşıp buna ilgisiz kalması düşünülemez. Moselle de işin sinematografik yönüne çok eğilmeden bu ilginç hikâyeyi bizlere anlatmayı seçmiş. Ortaya da hem keyifle, hem de merakla izlenen bir film çıkmış. Filmi izlerken yönetmenin bu film için aileyi ikna etme çabasından da bambaşka bir film çıkabileceğini hissediyorsunuz. Kardeşleri ikna etmek çok zor olmamıştır, ne de olsa içlerinde bir sinema tutkusu var. Ama anneyi ve özellikle babayı ikna etmek için çok dil dökmüş olmalılar.
13:00 – Cuma gecesini ilginç bir belgeselle kapadıktan sonra Cumartesi’yi ilginç bir belgeselle açtık. Rus Ağaçkakanı (The Russian Woodpecker), Çernobil faciası sırasında henüz çocuk yaşta olan, o patlamanın etkisiyle kemiklerine kadar radyasyon taşıyan Ukraynalı sanatçı Fedor Alexandrovich ile tanıştırıyor bizleri. Alexandrovich, yaptığı sanat çalışmaları dışında hayatının önemli bir bölümünü de Çernobil faciasının arkasında yatan gizemi çözmeye adamış. Şüpheleri, özellikle o dönem Çernobil’e yakın bir bölgede yer alan dev anten üzerine yoğunlaşmış. Ürettiği teoriler her zaman çok gerçekçi değil belki ama o bunların peşine düşüyor ve bir dedektif titizliğinde çalışıyor. O dönemdeki ileri gelen yöneticilerle görüşmeler yapıyor, onların ağzından laf almaya çalışıyor, arşivdeki belgeleri inceliyor ve inanılması güç ama arkası sağlam bir komplo teorisi oluşturuyor. Tam bu araştırma sırasında Ukrayna ve Rusya arasındaki olaylar da patlayınca işler iyice karışıyor. Yönetmen Chad Gracia, ele aldığı karakter ve fikirlerinin çok inandırıcı olmadığının farkında belki ama o da ele aldığı kişiliği iyi bir şekilde yansıtarak seyircinin ilgisini ayakta tutmayı başarmış. Hatta zaman zaman bir belgeselden ziyade, iyi bir kurmaca gizem filmi tadı da veriyor. 1970 ve 80’lerde Sovyetler Birliği’ne duyulan korkunun gayet ciddi haber kanallarında bile “bu Sovyetler, uzaktan gönderdikleri sinyallerle bizim zihnimizi kontrol edecekler” paranoyasına dönüştüğünü görmek de belgeselin ilginç noktalarından biriydi.
için bu yıl elimizde bir Miyazaki animasyonu yoktu. Bunun yerine bir Mamoru Hosoda animasyonu ile yetinmek zorunda kaldık (ki o da !f’in favori yönetmenlerinden biri aslında). Çocuk ve Canavar (Bakemono no ko) filminde annesini kaybeden, babasından ise haber alamayan 9 yaşındaki Ren ile tanışıyoruz. Yeni ailesi ile birlikte yaşamayı reddeden Ren evden kaçar ve bir tesadüf sonucu dünyamıza paralel fantastik bir dünyaya gider. Bu dünyada hayvan benzeri bir takım canlılar yaşar ve insanlara kalplerindeki kötülükten dolayı iyi gözle bakılmaz. Tam da bu dünyanın liderinin değişeceği dönemde buraya düşen Ren, lider adaylarından Kumatetsu’nun öğrencisi olur. Kumatetsu, yetenekli ama kaba saba ve sinirli bir eğitmendir. Zamanla hem çocuk, hem canavar birbirlerine yeni şeyler öğretirler. Çocuk ve Canavar teknik olarak gayet iyi bir animasyon. Japon animasyonlarının bildik kalitesini yansıtıyor. Ancak konusunun ve işlenişinin çok özgün olduğunu söylemek zor. Film, temelde bir büyüme öyküsü anlatırken bir yandan da herkesin birbirinden öğrenecek bir şeyleri olduğu gibi mesajlar da veriyor. Ancak bunu yaparken Miyazaki filmleri kadar katmanlı olmadığını kabul etmemiz lazım. İzlediğime memnun olduğum ama çok da iz bırakmayacak bir film olduğunu söyleyebilirim.
öldüğünü öğreniyoruz. Doğal olarak Catherine için çok kötü bir dönem bu. Bunun üzerine çocukluk arkadaşı Virginia (Katherine Waterston), onu yazları birlikte geçirdikleri göl evine götürmeye karar verir. Burada Catherine’in biraz olsun kendine geleceğini ummaktadır. Filmde bu iki arkadaşın bir hafta boyuncu bu evde geçirdikleri günlere tanıklık ederken bir yandan da bir yıl önce yine aynı evde geçirdikleri günlere de flashback’lerle döneriz. Yeryüzünün Kraliçesi, depresyonun kucağındaki bir kadının yaşadıklarını ince ince irdelerken, iki arkadaş arasındaki o kırılgan ilişkiyi de çok başarılı bir şekilde incelemiş. Ross Perry’nin senaryosu bu anlamda çok başarılı. Bu senaryoyu perdeye aktarırken Moss ve Waterston’dan da çok iyi performanslar almış. Özellikle Moss çok çok başarılı ama her iki oyuncunun adı da yılın en iyi kadın oyuncu performansları içinde anılabilir. Hatta bu yılın Oscarlı oyuncuları Brie Larson ve Alicia Vikander’den daha başarılı olduklarını söyleyebilirim (film Amerika’da 2015 yılında gösterime girdiği için önümüzdeki yıl için şansları yok). Akademinin her iki oyuncuyu da görmezden gelmesi üzücü. Buraya not olarak düşeyim, bu yıl gösterime girecek olan Fantastic Beasts and Where to Find Them filminde de oynayan Katherine Waterston, bu filmle daha fazla tanınan bir oyuncu olursa önümüzdeki yıllarda Oscarlarda mutlaka adı anılacak bir isim olacak. Çok iyi bir oyuncu olan Elisabeth Moss’un ise genel geçer güzellik tanımlarının dışında olmak gibi bir dezavantajı var ama umarım ilerde o da hak ettiği ödülleri kazanır.
5 Mart 2016 Cumartesi:
15:30 – !f’in Ankara programında en az bir animasyon olması alıştığımız bir uygulama. Hatta bu animasyon, o yıl film çekmişse Hayao Miyazaki’ye ait oluyordu. Üstad emeklilik kararından geri dönmediği
98
17:30 – Festivallerde keşfettiğimiz kimi filmler yılın favori filmleri arasına girebiliyor. Yeryüzünün Kraliçesi (Queen of Earth) de büyük ihtimalle böyle bir film olacak. Alex Ross Perry’nin yazıp yönettiği filmin ilk sahnesinde Elisabeth Moss’un canlandırdığı Catherine karakterinin erkek arkadaşından ayrılmasına tanık oluyoruz. Bu tartışma sırasında babasının da yakın zamanda
19:30 – Festival filmlerini seçmeye çalıştığımda, arka arkaya seanslarda yer alan iki filmin benzer özelliklere sahip olduğunu fark etmiştim. Bu seansta yer alan Ormana Doğru (Into
99
the Forest), tıpkı Yeryüzünün Kraliçesi’nde olduğu gibi ormanın ortasında bir evde tek başlarına kalan iki kadını konu ediyordu. Ama benzerlikler bu kadarmış aslında. İki filmin bu ana tema dışında çok fazla ortak noktası olduğunu söylemek mümkün değil. Ormana Doğru, küçük çaplı bir distopya filmi. Bilinmeyen bir nedenle tüm dünyada elektrikler kesiliyor ve insanlar elektriksiz bir yaşama uyum sağlamaya çalışıyorlar. Ormanın ortasında ama gayet konforlu bir evde yaşayan iki kız kardeş ve babaları bu kesinti sonrası başka bir yerde şanslarını denemektense evlerinde yaşamaya devam etmeye karar veriyorlar. Bir süre sonra babanın talihsiz bir kaza sonucu ölmesiyle iki kız kardeş tek başlarına kalıyorlar. Bir roman uyarlaması olan film, ilk anda akla yakın zamanda televizyonda izlediğimiz Revolution dizisini getiriyor. Orada da elektriksiz kalmış bir dünya konu ediliyordu. Bu filmde Revolution dizisinin aksine aksiyon sahnelerine yaslanılmamış ya da elektik kesintisinin kaynağının ne olduğu gibi bir derdimiz yok. Bu kesintiden etkilenen iki karakterin hayatlarını izliyoruz sadece. Çıkış noktası gayet iyi ama kendi kendinize böyle bir durumda iki genç kadın neler yaşarlar diye sorduğunuzda ilk akla gelen cevapları filmde bulabiliyorsunuz. Dışardan gelebilecek olan tehditler, kardeşler arasında yaşanabilecek gerginlikler hep önceden tahmin edilebiliyor. Bu anlamda beklendiği kadar özgün ya da çarpıcı bir yapım değil. İşin ilginci kitabın belki de en sıra dışı olayı filmde yer almıyor. Yine de başrol oyuncuları Ellen Page ve Evan Rachel Wood’un başarılı performansları ve yaratılan atmosfer nedeniyle izlenebilecek bir film. Sadece, insan daha iyisi olabilirdi demekten kendini alamıyor. 21:30 – Festivallerin başka yerlerde görme
şansımızın olmadığı filmleri yakalamak için ideal olduğunu ve !f’in Keşif yarışması bölümünde bu tanıma uygun çok iyi filmler yakaladığını söylemiştim. İlginç denemeler izlemek keyifli olsa da her zaman size hitap etmiyor. Celia RowlsonHall’un yazıp yönetmekle kalmayıp, aynı zamanda da başrolde oynadığı MA, benim için böyle bir film oldu. Amerika’nın çöllerinde tek başına dolaşmakta olan genç bir kadının hamile kalmasını ve doğum sürecini izlediğimiz filmde bu kadının Meryem Ana’yı temsil ettiğini hemen anlıyoruz. Filmin Meryem Ana’yı günümüze taşıması dışında pek çok ilginç özelliği de var aslında. Bu da tümüyle diyalogsuz olan filmlerden bir tanesi. Bir anlamda bir dans filmi demek de mümkün. Rowlson-Hall’un bir modern dans sanatçısı olduğunu düşündüğümüzde bu şaşırtıcı değil ama alışık olduğumuz anlamda bir dans filmi de sanılmasın. Aslında filmin hiçbir unsuru alışık olduğumuz kalıplar içine sığmıyor. Belki bu denemeleri biraz fazla buldum, belki de filmin Meryem Ana hikâyesi üzerinden kurduğu metaforları daha iyi anlasaydım filmden daha fazla keyif alacaktım. Bunun için de İncil’i daha iyi bilmek gerekebilir. Bunun yanında filmi çok sevenlerin ve hatta festivalin en iyisi olarak görenlerin olduğunu da söylemek lazım. Zaten bu tip filmlerde seyircilerin fikri çok farklı olabiliyor.
00:00 – Geldik bir geceyarısı sinemasına. Bu yılki menüde iki yıl önce yine geceyarısı sineması olarak izlediğimiz Blue Ruin filminin yönetmeni Jeremy Saulnier’in yeni filmi vardı. Dehşet Odası (Green Room) neo-nazilerin işlediği bir cinayete tanık olan bir punk-rock grubunun kendilerini kurtarabilmek için bir odaya saklanmalarını ve oradan sağ salim çıkma çabalarını anlatıyor.
100
Doğrusunu söylemek gerekirse Blue Ruin’de şiddet sahneleri dışında, intikam arayan bir adamın ruh halini de çok iyi yansıtan Saulnier, bu kez daha bildik bir tek mekan gerilimine imza atmış. Filmin atmosferi başarılı olsa da karakterleri çok fazla önemsemediğiniz için filmi, acaba şimdi ölme sırası kimde, filmin sonunda kimler sağ kalacak duygusuyla izliyorsunuz. Yine de neo-nazilerin başındaki adamı Patrick Stewart’ın canlandırmasının filme çok şey kattığını söylemeliyiz. O soğukkanlı oyunculuğu ile filmin seviyesini yükseltiyor. Bu arada filmin birçok sahnesini zaman zaman perdede ne olduğunu göremeyecek kadar karanlık bir projeksiyonla izlediğimizi belirtmek gerek. Hâlbuki aynı sahneler filmin fragmanında o kadar karalık gözükmüyordu. Armada’da karanlık filmlerde zaman zaman yaşadığımız bir sorun bu ama İnternet’e baktığımda İstanbul’daki gösterimlerde de benzer bir sorunun yaşanmış olduğuna dair paylaşımlar gördüm. Belki de karanlık bir kopyadan izledik filmi. 6 Mart 2016 Pazar:
12:30 – Pazar sabahı ilginç bir şekilde her iki salonda yer alan filmlerin de biletleri önceden tükenmişti. Körlük Üzerine Notlar (Notes on Blindness) ve Tilki Perisi Liza (Liza, a Rókatündér) filmleri hakkında yapılan öneriler karşılığını bulmuş demek ki. Benim seçimim gayet keyifli bir film olduğu yönünde yorumlar yapılan Tilki Perisi Liza olmuştu. Diğer filmi izleyenler de çok beğendiler ama ben de kendi seçimimden memnun kaldım. Tilki Perisi Liza, Macaristan’dan gelen bir fantastik komedi. Hatta zaman zaman müzikal unsurları bile var. Filmde Liza adında orta yaşa yaklaşan, tek başına yaşayan ve uzun yıllardır
yaşlı bir kadına bakıcılık yapmakta olan bir hemşirenin hikâyesini izliyoruz. Liza, okuduğu Japon romanlarında yaşanan romantik ilişkiler gibi bir ilişki yaşamak peşindedir. Bu amaçla bazı erkeklerle buluşmaya başlar. Ama hem bakıcılık yaptığı kadın, hem de ondan hoşlanan erkekler birer birer ölmektedir. Seyirciler olarak biz biliriz ki bu ölümlerin nedeni Liza’nın tek arkadaşı olan Tomy Tani’dir. Tomy Tani, kim midir? 1950’lerde yaşamış olan bir Japon şarkıcısının hayaleti. Bu hayalet de Liza’dan hoşlanmaktadır ve son derece de kıskançtır. Bu arada, bu ölümlerden şüphelenen polis de, bir elemanlarını Liza’nın evinde kiracı olarak kalarak olayı araştırması için görevlendirir. Polisin de Liza’ya âşık olması işi iyice karıştırır. Film içinde pek çok ölüm olsa da Tilki Perisi Liza son derece eğlenceli bir film. Filmle ilgili yorumlarda sık sık Amelie ile karşılaştırılıyordu. Haksız da değillermiş doğrusu. Liza karakterinin saflığı ve yardım severliği dışında filmi anlatan dış ses, kullanılan renkler, mekânlar ve kimi karakterler Amelie’yi anımsatıyor. Ama yönetmen o filmden kopya çekmiş demek de yanlış olur. Atmosferinden etkilenmiş ama ortaya özgün bir film çıkarmış denebilir. Tilki Perisi Liza, vizyona girse belli bir hayran kitlesi yakalayabilecek olan bir yapım. Şu an itibariyle filmin Türkiye haklarını alan bir dağıtımcı yok ama Başka Sinema’da gösterime girmesi durumunda iyi sayılabilecek bir izleyici kitlesine ulaşabileceğini düşünüyorum.
15:30 – !f’in bu yılki programında büyüme hikayeleri anlatan filmler epey fazlaydı. Serçeler (Þrestir) de İzlanda’nın kendine özgü temalarını barındıran bir büyüme öyküsü anlatıyordu. Bu kez karşımızda annesi ve babası bir süre önce ayrılmış, annesi de yeni kocasıyla yurtdışına gitmeye karar
101
verince mecburen babasının yanına giden Ari adında bir genç vardı. Çocukluğunda yaşadığı yerlere geri dönen Ari, yıllar içinde arkadaşlarının ne kadar değiştiğini görür ve tam da ergenliğinin en sancılı dönemlerinde çocukluğunda hoşlandığı kızla tekrar karşılaşır. Onun bir erkek arkadaşı vardır ama daha ilk anda birbirlerine uygun insanlar olmadıkları anlaşılır. Serçeler, ilk anda çok bildik bir büyüme hikâyesi gibi gözükse de giderek farkını gösteriyor. Her ne kadar Ari’nin babasının yaşadığı yer, iyi insanların yaşadığı bir kırsal kesim havası verse de zamanla onların da kendi sırları ve günahları olduğunu görüyoruz. Filmin bunlara bakışı hiç abartılı değil. Bir Kuzey Avrupa filminden bekleneceği üzere karakterlerine mesafeli ve soğukkanlı bakıyor ve onları yargılamıyor. Ama bunu yaparken iki masum genç insanın büyürken karşı karşıya geldikleri kötülükleri de göstermekten çekinmiyor ve büyümenin biraz da o masumiyete veda etmek olduğunu gösteriyor. Özellikle Ari’nin ilk cinsel deneyimi ve finale doğru kız arkadaşının yaşadıkları ve onun bu olay sonucundaki davranışı filmin öne çıkan anlarıydı.
17:30 – Takashi Miike, !f’in en sevdiği yönetmenlerden biri. Hemen her yıl, programa bir filmi alınıyor. Bu çılgın Japon yönetmen, her yıl en az 2-3 film çektiği bir tempoda çalıştığı için festivali filmsiz de bırakmıyor. Ancak bu yıl gördüm ki Miike, özellikle genç sinemaseverler arasında o eski popülerliğini yitirmiş. Yakuza Cehennemi (Gokudou Daisensou), festivalin en az seyirci çeken filmiydi. Üstelik Pazar gününün en çok seyirci çekebilecek seanslarından birinde gösterilmesine rağmen. Salon o kadar boştu ki, yanımda oturanların konuşmalarından rahatsız olduğumda rahatlıkla
102
yerimi değiştirebildim ki festivallerde çok kolaylıkla yapamadığımız bir şeydir bu. Peki film ne anlatıyordu? Adından Japon mafyası Yakuza’yı konu alan bir film olduğu anlaşılıyor ama Yakuza gruplarından birinin patronunun vampir olması filmi bambaşka bir noktaya taşıyor. Kahramanımız Kageyama, patronun rakip mafya tarafından öldürülmesi sonrasında onun yerine geçiyor. Hem patron olarak, hem de vampir olarak onun izinden giderken yeni bir vampir olmanın zorluklarıyla da uğraşmak zorunda. Miike, yine sınır tanımadan uçmuş kaçmış. Küçük bir Japon kasabasında başlayan hikâye, filmin büyük bir bölümünde beklenen, herkesin korktuğu gizemli ustanın gelişi sonrasında iyice çığırından çıkarak dünyayı etkileyebilecek bir hale geliyor (o gizemli ustanın nasıl bir şey olduğunu görmek için bile izlenebilir bu film). Bu noktada filmin fazlasıyla abartılı olduğu yorumları yapılabilir. Yanlış bir yorum da sayılmaz ama ben kendi adıma bu abartıdan ve absürtlükten çok eğlendim, film boyunca bol bol güldüm. Herkese tavsiye edilebilecek bir film mi? Elbette değil. Hatta Miike hayranları için demek bile yanlış olur. Yönetmenin filmlerini seven ama bu filmden hoşlanmayan çok kişiye de rastladım. Merak edenler filme bir şans versin derim. Zaten ilk 15-20 dakikasında sevip sevmeyeceğinizi anlarsınız. Bu arada filmi izlerken Miike’nin yönetmen koltuğunda oturduğu bir Marvel çizgi roman uyarlamasının ne kadar eğlenceli olabileceğini düşündüm. Ama film Deadpool tarzı bir film olmalı ve yapımcılar Miike’ye hiç müdahale etmemeli. Sonuç, delice hasılat yapan bir film olmasa da uzun yıllar kült olarak anılacak bir film olabilir.
19:30 – Lily Tomlin’in Altın Küreler’de komedi dalında en iyi kadın oyuncu adayı olduğu Anneane
(Grandma) filmini vizyona bekliyorduk ama !f’in Ankara ayağına geldiğinde DVD’si çıkmıştı bile. Belli ki sinemada izlemek için tek şansımız festivaldi ve bu şansı kaçırmak istemedim. Doğrusunu söylemek gerekirse beklentimin karşılığını tam olarak alabildiğimi söyleyemem. Esas olarak film çok düz bir hikâye anlatıyor. 18 yaşındaki Sage hamiledir ve kürtaj olmak için paraya ihtiyacı vardır. Durumu annesine anlatmaktan çekinen Sage çareyi anneannesine başvurmakta bulur. Anneannesi Elle de genç sevgilisinden yeni ayrılmış bir lezbiyen ve aksi bir akademisyen ve şairdir. Film boyunca bu ikilinin kürtaj parasını bulmak farklı kişilerle karşı karşıya gelmesini izleriz. Elbette işin içine kaçınılmaz bir şekilde Sage’in annesi, başka bir deyişle Elle’in kızı da dâhil olur. Elle rolünde Lily Tomlin’in son derece başarılı olduğun kabul etmemiz lazım. Tüm filmi başarılı performansıyla sürüklerken seyirciyi de filme bağlamayı başarıyor. Bunu yaparken de yeterince derin şekilde işlenmemiş karakterinin içini doldurmaya çalışıyor ve bunda da kısmen başarılı oluyor. Ama filmin temel sıkıntısı da karakterlerin çok yüzeysel kalması. Daha çok birer tipleme olarak kalıyorlar. Hatta 79 dakikalık süresi ile bir sitcom’un uzunca bir pilot bölümü izlenimi verdiğini söyleyebilirim. Adeta sitcom’da yer alacak karakterleri kısaca tanıyoruz ama ilerleyen bölümlerde onları daha iyi tanıyacağız. Durun bir saniye, böyle bir dizi var zaten. Mom dizisi tam da bu filmdeki gibi üç kuşaktan üç kadının hikâyelerini anlatıyor. Bunun yanında filmin bazı seçimlerinin fazla hesaplı olduğunu düşündüğümü söylemeliyim. Örneğin Elle’in lezbiyen olması. Tam da bu nedenden dolayı film, Gökkuşağı bölümünde gösterildi ama düşününce karakterin lezbiyen olmasının filme kattığı bir şey yok. Böyle olunca bunun LGBT topluluğunun ilgisini çekebilmek için olduğunu düşünmeden edemiyorum. Yine de dediğim gibi Lily Tomlin için izlenebilecek bir film. 21:30 – Geldik festivalin son filmine. Geçen yılın bağımsız filmleri arasında sıkça adı geçen Yolun
Sonu (The End of the Tour) ile bu yılki festivali kapadık. Jason Segel ve Jesse Eisenberg’in başrollerini paylaştığı filmde, Infinite Jest romanı ile büyük başarı kazanan David Foster Wallace ve onunla söyleşi yapmak isteyen Rolling Stone dergisi yazarı David Lipsky’nin beraber geçirdikleri beş günü izliyoruz. Lipsky’nin bu beş günlük geziyi anlattığı kitabından uyarlanan film, Wallace’ın intihar haberi ile açılıyor ve uzun bir flashback şeklinde devam ediyor. Film esas olarak bu iki kişinin beş gün boyunca konuştuklarından seçilmiş anlardan oluşuyor. Modern dünyanın geldiği durum hakkında da konuşuyorlar, gündelik hayat üzerine de. Alkolden televizyona kadar farklı farklı bağımlılık türleri de bu konuşmanın konusu olabiliyor, Alanis Morissette ile geçirilebilecek bir gün de. Esasında film bittikten sonra film ne anlatıyordu diye soracak olanlara karşı elimizde çok fazla bir şey yok ama izlerken de bu iki adamın muhabbetlerine adeta siz de dâhil oluyorsunuz ve keyif alıyorsunuz. Çoğunlukla iki kişi üzerine kurulu bir film olduğu için oyunculukların kötü olması filme darbe vururdu. Hem Segel, heme de Eisenberg çok başarılı performanslar çıkartıyorlar. Özellikle Jason Segel bir kez daha, ilerde sadece How I Met Your Mother ile anılacak bir oyuncu olmadığını gösteriyordu. Onun doğal ve abartısız performansı filme çok şey katıyor ve filmi festivalin izlemeye değer filmlerinden biri haline getiriyordu. Festivali bu filmle kapadıktan sonra diğer festivalleri beklemeye başladık. !f Ankara ekibine bu güzel festival için tekrar teşekkürler. Seneye yeni bir festivalde tekrar buluşmak üzere. http://sinemamanyaklari.com/
103
Öykü: Doğukan KANTAROĞLU
Öykü
Suya Karışmak
annesi ona. "Sevgi! Sana ve damlacık kardeşe sevgi
anda anlaması minik kar tanesini çok şaşırtmıştı.
duyuyorum!" diye sarıldı yabancıya minik kar tanesi.
Gökyüzünde içinde oluşan korkunun yerini bu
Kuşların sırtına binmek ve maceralara atılmak; bir
kar tanesinden duyduğu sözler almıştı. Artık suya
damlacık olarak doğayı uyandırmak, suya karışmak
karışmayı merak ediyordu minik kar tanesi ve
istiyordu şimdi minik kar tanesi . Yabancıya sımsıkı
sordu "Suya karışmak acıtıyor mu?" Gülümsedi ona
sarıldı ve diğer kardeşlerine ayak uydurdu.
suya karışmakla cezalandırıyor diye titremeye
anlayışlı davranan yabancı. "Bulut annem bana önce
Yeryüzüne yaklaştıklarında içi heyecandan
başladı kar tanesi . Tüm bunları düşünürken bir
doğayı rengimizle örteceğimizi, daha sonra güneş
dolup dolup taşıyordu ve minik kar tanesi
Uzunca süredir doğmak için bulut annesinin
arbede oldu: Rüzgar esmeye başlıyordu! Kar taneleri
geldiğinde bizi suya karıştırıp doğayı uyandıracağını
gökyüzünün
içinde bekliyordu. Bir zaman sonra bulut annesi
sağa sola ve birbirleri üstüne sallanıyor; çarpıyor,
söyledi." Minik kar tanesinin aklında daha çok
yenmiş, artık doğayı uyandırmaya hevesli bir
ona gökyüzüne atlamasını söyledi ve minik kar
birbirlerini itekliyorlardı. "Hey itmesenize"
diye
soru oluşmuştu, "Doğayı uyandırıp ne yapacak!"
kar tanesi olmuştu. El ele tutuştukları yabancıyla
tanesi gökyüzüne atladı.Gökyüzünde yavaş yavaş
sesini duyurmaya çalıştı kar tanesi kardeşlerine.
Meraklı bakışlarıyla ona bakan minik kar tanesini
beraber yeryüzüne inerken ilginç ve mükemmel
süzülürken havada aklına ilk düşen his yükseklerin
"Hey sen! Neden bir korkak gibi davranıyorsun?"
tuttu yabancı. "Doğayı uyandırdığımızda sen de
renkli yeryüzünü seyre daldılar. En nihayetinde
tatlı soğuğuydu ve ilk duyduğu sesler kardeşlerinin
diye sert bir ifadeyle seslendi ona kardeşlerinden
bir damlacık olup kuşların sırtına binebileceksin,
yeryüzüne güzelce uyuması için örtü oldular hep
neşe dolu sesleriydi "Suya karışacağız!" Suya
biri. İstemsizce üzüldü kar tanesi ve cevap veremedi,
bunu damlacık söyledi!" Minik kar tanesinin içinde
beraber . Minik kar tanesi yeryüzüne indiği ilk anda
karışmak.. Daha önce duymadığı bu olgu
ona seslenenin yanındaki konuşmaya başladı. "Bulut
o kadar büyük başka bir duygu oluşmaya başladı
gökyüzüne bir kez daha baktı ve kardeşlerinin
bedeninde sıcak bir hava dalgası gibi korku etkisi
anne sana hiçbir şey öğretmedi mi? Neden görevini
ki bulut annesinden ayrıldığından beri duymamıştı
arasından bulut annesinin ona baktığını ve iyi
yarattı. Yanındakine baktı "Suya karışmak nedir?
yapıp sessizce suya karışmıyorsun?" Kar tanesi artık
bunu. "Bu sana duyduğum sevgi" demişti bulut
olduğu için gülümsediğini gördü.
Suya karışınca ne olacak?" diye sordu kardeşlerinden
dayanamadı "Ben suya karışmak istemiyorum; ben
birine. Cevap verdi ilginç biçimli kardeş tane. "Kar
korkuyorum, bulut annem bana hiçbir şey anlatmadı
taneleri yeryüzüne düşünce sıcaklıktan erir ve
, bulut annemin yanına gitmek istiyorum ben!" diye
suya karışır. Annemiz anlattı, bilmiyor musun?"
bağırdı sesini duyurabildiği herkese ve belki de
diyerek güldü. Bunu duyan kar tanesi sanki
bulut annesine.. Kardeşleri tam konuşacakken başka
rüzgarda salınırmışcasına titremeye başladı. Nasıl
bir kar tanesi minik kar tanesine yanaştı ve elinden
yani? Suya mı karışacağım ? Ama ben bunu
tuttu. "Hey sen! Sana gerçekleri anlatmadığı için
istemiyorum, geri dönmeliyim.. Çırpınmaya
bulut annene kızgınsın ve bilmediğin bir şey olduğu
başladı kar tanesi, anne buluttan yeni atlamışlardı,
için suya karışmaktan korkuyorsun. Ben başka bir
çok fazla uzaklaşmadan dönmeye çalışmalıydı. Ne
bulut annenin kar tanesiyim ve bulut annemden
kadar çırpınsa da aşağı düşüyordu. Kar tanesi bir
çok uzakta olduğum halde korkmuyorum! Suya
an o kadar üzüldü ki "Anne bulut, lütfen beni geri
karışmaya gelince, suya karışmak için doğuyoruz.
al, suya karışmak istemiyorum” diye haykırdı. Bir
Suya karışarak dünyaya hayat veriyoruz; aşağıda
anda gözünün önüne anne bulut geldi. Ama bulut
gördüğün ilginç renkli yerlerin oluşmasını sağlıyoruz,
annem bana suya karışacağımı söylememişti.
Tabii bunları damlacıklarla beraber yapıyoruz. Hiç
Burkulmuştu içi. Herhalde annesi biliyordu; geri
damlacık gördün mü? Ben demin bir tanesiyle
dönmek isteyeceğini ve kardeşleri içinde en son
tanıştım, Kuş isimli bir canlının üzerindeyken tüm
oluşan o olduğu için en küçük olduğunu. Bulut
bunları bana anlattı. "Minik kar tanesi çok şaşırmıştı
annem beni çok severdi , bana küstü ve beni
bu sözlere. Sözlerinden daha fazla bu başka bulut
İçimizdeki yegane korku özünü kaybetme korkusudur, ölüm korkusunun bile kaynağı..
104
anneden olmuş kar tanesinin onun korkusunu ilk
üzerindeyken
hissettiği
korkuyu
105
Gölge e-Dergi 27. Ankara Uluslararası Film Festivali'ne destek vermekten gurur duyar.
Sinema
Ankara’da Sinema Dolu Günler Yaklaşıyor Ankara Uluslararası Film Festivali, bol sürprizli programı, ünlü konuklarıyla 28 Nisan – 8 Mayıs tarihleri arasında 27’inci kez sinemaseverlerle buluşacak. Kültür ve Turizm Bakanlığı’nın desteği, Halkbank’ın ana sponsorluğunda düzenlenen festival’de, Türkiye ve dünya sinemasının en yeni ve seçkin örneklerinin yanısıra sinema tarihine damga vuran filmler de gösterilecek. 27. Ankara Uluslararası Film Festivali’nin açılış töreni, 28 Nisan’da MEB Şura Salonu’nda yapılacak. Türkan Şoray, Beren Saat, Mehmet Aslantuğ, Erden Kıral, Hande Doğandemir’in aralarında bulunduğu birçok ünlü ve sinemaya emek vermiş ismin katılacağı törende, 2016 yılı Onur Ödülleri de sahiplerini bulacak. Festivalin bu yılki Onur Ödülleri yönetmen Tomris Giritlioğlu, Beşiktaş Kültür Merkezi’nin kurucuları Yılmaz Erdoğan ve Necati Akpınar ile ressam ve eğitmen Prof. Turan Erol’a takdim edilecek. Gece, Ayhan Sicimoğlu & Latin All Stars’ın sahne performansıyla renklenecek. Festivalde yarışma heyecanı Genç sinemacıları teşvik etmek, Türkiye sinemasına yeni eserler kazandırmak amacıyla her yıl düzenlenen Ulusal Uzun, Kısa ve Belgesel kategorilerindeki yarışmaya toplam 386 film başvurdu. Ön jüriler bu filmler arasından 57’sini festivalde yarışmak üzere seçti. Festival süresince izlenebilecek ve üç kategoride yarışacak filmlerden, jüriler tarafından seçilenlere ödülleri, 8 Mayıs’ta Akün Sahnesi’nde yapılacak törende verilecek. “En İyi Film”, “Mahmut Tali Öngören Özel
106
Ödülü”, “Onat Kutlar En İyi Senaryo Ödülü” gibi birçok ödül için yarışacak 10 uzun film şunlar: Ana Yurdu (Yön. Senem Tüzen), Çırak (Yön. Emre Konuk), Kalandar Soğuğu (Yön. Mustafa Kara), Melekleri Taşıyan Adam (Yön. Cansel Elçin), Memleket (Yön. Murat Saraçoğlu), Misafir (Yön. Mehmet Eryılmaz), Rüzgarın Hatıraları (Yön. Özcan Alper), Saklı (Yön. Selim Evci), Sarmaşık (Yön. Tolga Karaçelik), Toz Bezi (Yön. Ahu Öztürk). Bu filmler, Erden Kıral, Mehmet Aslantuğ ve Şükran Esen’den oluşan Ulusal Uzun Film Yarışma jürisi tarafından değerlendirilecek. Bu sene tür ayrımı olmaksızın tek bir kategori altında yarışacak 30 kısa film şöyle: 2 Kızgın Adam (Yön. Baran Gündüzalp), Altın Vuruş (Yön. Gökalp Gönen), Amansız Takip (Yön. Ahmet Kıran), Balık Havuzu (Yön. Ezgi Kaplan), Bir Hediye (Diyariyek, Yön. Muhammed Seyyid Yıldız), Büst (Yön. Hakan Hücum), Cahide Devekuşu’nun Açık Evliliği (Yön. Ali Kemal Güven), Çay Fincanı (The Teacup, Yön. Elif Boyacıoğlu), Çevirmen (Yön. Emre Kayış), Circle (Yön. Özgür Can Alkan), Çocuk (Yön. Aytaç Uzun), Denize (Yön. Ufuk Çavuş), Dilemma (Yön. Burak Günaydın), Eksilmek
107
(Yön. Seçkin Göksoy), Enkaz (Yön. Ezgi Büşra Çınar), Günah (Guneh, Yön. Gülistan Acet), Hüvelbaki (Yön. Süleyman Arslan), Huzurevi (Yön. Ahmet Toklu), Kırıntı (Yön. Mert İnan, Cemre Yılmaz), Kuyu (Yön. Selman Nacar), Mucize Aynalar (Yön. Metehan Şereflioğlu), Oğul (Yön. Andaç Haznedaroğlu), Orman (Yön. Onur Saylak, Doğu Yaşar Akal), Rodi (Yön. Emre Sert, Gözde Yetişkin), Salı (Yön. Ziya Demirel), Savaş Bölgesi (Yön. Oğuzhan Kaya), Seyirci (Yön. Ayberk Olgay), Yoğurt (Mast, Yön. Tahsin Özmen), Yumurta (Hek, Yön. Muaz Güneş, Emrah Doğru), Zemheri, (Yön. Melih Özhan Dinçel). Bu filmler de Nesimi Yetik, Sermet Yeşil, Hande Doğandemir, Nagehan Uskan, Mario Rizzi’den oluşan Ulusal Kısa Film Yarışma jürisi tarafından değerlendirilecek. “En İyi Kısa Film” 5 bin lira ödül alacak. Bu sene Ulusal Belgesel kategorisinde yarışacak 17 film de şunlar: Ali Değil Ari Komutanım (Yön. Deniz Özden), Daha Güzel Bir Hayat (Yön. Pınar Okan), Dokunuş (Yön. Ethem Özgüven), Geride Kalan… ‘Mermanat’ (Yön. Zeynep Gülru Keçeciler), Gözyaşı Yolu (Yön. Engin Türkyılmaz), Hatırlıyorum (Bîra Mı’ Têtin, Yön. Selim Yıldız), İdil Biret: Bir Harika Çocuğun Portresi (Yön. Eytan İpeker), Kameralı Çocuk (Yön. İbrahim Yeşilbaş), Kara Atlas (Yön. Umut Vedat), Kayıp Vatan (Yön. Aydın Kapancık), Kayıp Zamanlar (Yön. Faysal Soysal), Kinostajik (Yön. Resul Sakınmaz), O’nsuz (Yön. Ufuk Erden), Uzak (Dur, Yön. Vahap Sarıaltın), Patronsuzlar (Yön. Sidar İnan Erçelik), Son Vardiya (Yön. Mert Cemal Pekşan), Vefa (Yön. Baran Vardar). Ulusal Belgesel Film Yarışma jürisinde, Necati Sönmez, Mine Gencel Bek, Mihriban Sezen ve Veton Nurkolları yer alıyor. “En İyi Belgesel” seçilen filme, Ankara Sanayi Odası 10 bin lira ödül verecek. “UZAKLARDA ARAMA”YA ÖZEL GÖSTERİM Senaryosu Onur Ünlü’ye, yapımcılığı Yağmur Ünal’a ait olan, Türkan Şoray’ın yönetmen koltuğunda olduğu “Uzaklarda Arama” filmine iki
108
özel gösterim yapılacak. Büyülü Fener Sineması ile Nazım Hikmet Kültür ve Kongre Merkezi’nde gerçekleştirilecek gösterimler sonrasında Şoray, izleyenlerin sorularını da yanıtlayacak. Canlandırma filmler dikkat çekiyor...
Sinemamızda canlandırma türünün başarılı örnekleri her geçen gün artıyor ve AUFF bunun yansımalarını da taşıyor. Şimdiye dek kurmaca ve deneyselle birlikte üçüncü bir alt kategori olarak Ulusal Kısa yarışmasında yer alan canlandırma filmler, bu sene kategorilerin kalkmasıyla birlikte diğer iki türün örnekleriyle yarışmış olacak. Sadece yarışma kapsamında değil, Kısa Sınır Tanımaz seçkisinin dünya festivallerinde ses getiren filmlerinden, Türkiye prömiyeri Ankara’da yapılacak olan “25 April”e kadar birçok başarılı canlandırma film, festival takipçileri tarafından izlenebilecek. Kısa Sınır Tanımaz seçkisinde yer alan filmlerden Le Repas Dominical (Yön. Céline Devaux), 2015 Cannes FF’de En İyi Kısa Film adaylığıyla dikkat çekti. 2016 Clermont-Ferrand UKFF’den En İyi Fransızca Canlandırma, Ulusal Yarışma Jüri Özel Ödülü’yle dönmesinin yanı sıra Fransa’nın Oscar’ı olarak bilinen César Ödülleri’nde En İyi Kısa Film – Animasyon César’ını kazandı. Çanakkale Savaşı’na katılmış altı Yeni Zelandalı’nın gözünden o tarihsel kesiti görmemizi sağlayan animasyon film 25 April, daha önceki belgeselleri Haunting Douglas, The Topp Twins: Untouchable Girls ve Beyond the Edge ile birçok festivalden ödülle dönmüş olan Leanne Pooley’in imzasını taşıyor. Dünya prömiyerini 2015 Toronto UFF’de yapan film, arşivlerden çıkarılan savaş günlüklerini hikayesinin temeline alıyor ve çizgi
roman tarzda animasyon kullanımıyla belgesel türüne yenilikçi yaklaşımları teşvik ediyor. Çocukların Festivali kapsamında bir animasyon film gösteriminin yanı sıra sığınmacı çocuklara özel bir de Stop Motion Atölyesi düzenlenecek. Çin Uluslararası Çocuk Filmleri Festivali seçkisinden gösterilecek üç film arasında yer alan Happy Little Submarine 3, suların altındaki renkli maceraya minik sinemaseverleri davet ediyor. Canlandırma sinemasının teknikleri üzerine düzenlenecek Stop Motion Atölyesi kapsamında heykel sanatçısı Aykut Öz, sığınmacı çocukların basit tekniklerle kendi çizgi filmlerini yapabilmelerine yardımcı olacak. “Bakış ve ses”e dair yeni bir gerçekliğe davet... Festivalin aynı zamanda bir okul ortamına dönüşmesine yardımcı olan FESTİLAB etkinlikleri kapsamında bu sene heyecan verici bir yeniliğe dair de bir atölye gerçekleştirilecek.
Yeni Bir Hikaye Anlatma Biçimi Olarak Sanal Gerçeklik & The Cube (Küp): Değişen ve gelişen pratiklerin yakalandığı bu atölyede Simon Wilkinson, sanal gerçekliğin son beş yıldaki gelişiminin, kendi hikayeciliğinin gelişimine olan etkilerinden bahsedecek. Yeni teknolojiden beslenen, son derece heyecan verici yeni bir hikayecilik biçimi olan sanal gerçekliğin izini Wilkinson’la beraber sürecek olan katılımcılar, aynı zamanda dünyaca ünlü transmedya sanatçısının çok duyusal sanal gerçeklik performansına tanıklık edecek. 12 aylık bir geliştirme sürecinin sonunda,
CiRCA69 firması tarafından beğeniye sunulan The Cube (Küp), aynı zamanda tamamlanmış halinin ilk resmi gösterimini de Ankara’da yapmış olacak. Bu çok-ortamlı hikayecilik eserinin amacı, izleyiciyi hikayenin bir parçası haline getirirken, sanatçıyla arasında münazara ortamı yaratmak. FESTİLAB katılımcılarını bekleyen diğer etkinlikler ise şöyle; Ege Berensel’in rehberliğinde Filmlerle Ankara’yı Yürümek, Mehtap Çağlar ile Dinleme Atölyesi ve Ses Yürüyüşü, Mine Gencel Bek ile İnteraktif Belgesel Atölyesi, Andreas Treske ve Stephan Vorburgg ile Uzun Plan Çekim ve Kamera Hareketleri Atölyesi, Serkan Çakarer ile “Yapımcı Ne Yapar?” Atölyesi, Tomris Giritlioğlu ile Uyarlama Atölyesi. Dünya sinemasından örnekler bu seçkilerde... Sinema alanında daha çok ve nitelikli üretim olmasının önemli bir unsuru olarak dünya sinemasının güncelliğiyle kurulacak yakın ilişkinin yanı sıra, sinema tarihine damgasını vuran filmleri hatırlamayı ya da gözden kaçanları gün ışığına çıkarmayı önemseyen Ankara Uluslararası Film Festivali, yine dopdolu seçkileri sinemaseverlerin beğenisine sunacak.
“Bir Usta Bir Bakış” seçkisinde, Yugoslav Kara Dalgası’nın önemli yönetmenlerinden Želimir Žilnik’in filmlerinin toplu gösterimi, yönetmenin düzenleyeceği panelle taçlanacak. Sürgün hayatı yaşamasına sebep olan dönemden, o sürgünlüğü yaşadığı ve sonrasında ayrılmak zorunda kaldığı Almanya’da tanık olduklarına, geri döndüğü Yugoslavya’da karşılaştığı şiddet ikliminden,
109
ülkenin parçalanması sonrası etkisini arttıran neo-liberal politikalara, geniş bir tarihsel kesitin Žilnik’in bakışıyla beyazperdeye nasıl yansıdığını merak edenler, bu seçkiyi kaçırmamalı. Seçkide, yönetmenin en bilinen filmlerinden 1969 tarihli Rani Radovi (Erken Dönem Eserleri) ile beraber 2015 tarihli son filmi Destinacija_Serbistan (İstikamet_Sırbistan)’ın da yer alması, gösterilecek filmlerin nasıl geniş bir tarihsel kesiti kapsadığını anlamamızı sağlıyor. Dünya festivallerinden ödülle dönen ve öne çıkan filmleri bir araya getiren “Dünya Festivallerinden” seçkisi, Filipinler’den Romanya’ya, Yeni Zelanda’dan Bosna Hersek’e farklı coğrafyalardan sinemanın evrensel dilinde kesişen hikayelere izleyenleri tanık etmeye hazırlanıyor. TÜRKİYE’DE İLK KEZ GÖSTERİLECEK FİLMLER Savaş ve tufan arasında kalan bir kadının hikayesini anlatan IIsa, 1900’lü yılların başında İskoçya’da yaşayan bir çiftçi ile kızı arasındaki karmaşık ilişkiyi merkezine alan Sunset Song, ıssız bir yerde açtıkları pansiyonda şanslarını deneyen evli çiftin hikayesi Orizont, Çanakkale Savaşı’na katılmış altı Yeni Zelandalı’nın gözünden o tarihsel kesiti görmemizi sağlayan animasyon film 25 April, Heath Davis’in yeni filmi Broke ve Bahman Ghobadi’nin çabasıyla ellerine kamera alan ve mülteci kampındaki yaşamlarını beyazperdeye taşıyan sekiz çocuğun hikayesine ortak olduğumuz Life On The Border, Türkiye’de ilk kez gösterilecek. Gaspar Noe’nin son filmi Aşk 3D (Love 3D), Aslı Özge’nin 2016 Berlin Film Festivali’nden iki ödülle dönen filmi Ansızın (Auf Einmal!), yine Berlin’de Altın Ayı için yarışan ve İran sinemasının dikkat çeken yönetmenlerinden Mani Haghighi’nin beşinci uzun filmi olan A Dragon Arrives!, Kosova’dan Almanya’ya uzanan bir arayışın izini süren ve Karlovy Vary, Münih Film Festivallerinden ödülle dönen Babai, seçki kapsamında yer alan filmlerden bazıları.
110
Çocuk oyuncuların başrolde olduğu kısa filmlerden oluşan “Çocukluk Halleri” seçkisinde daha çok uluslararası yapımlar yer alacak.
2015’ten bugüne geçen süreçte kaybettiğimiz yönetmenlerin filmlerinden oluşan “In Memoriam” seçkisiyle, Andrzej Zulawski, Albert Maysles, Başar Sabuncu, Ettero Scola, Manoel de Oliveira, Memduh Ün ve Jacques Rivette anılacak. Luis Buñuel’in 1967 tarihli “Belle de Jour” filminin bir uyarlaması olan “Kupa Kızı” (Yön. Başar Sabuncu) ile orijinal hikayenin 38 yıl sonrasına gidip Husson ve Severine’in karşılaşmasını konu edinen “Belle tojours” (Yön. Manoel de Oliveira) bu seçkide buluşacak. Seçkinin diğer filmleri; Kosmos (Cosmos, Yön. Andrezj Zulawski), Grey Gardens (Yön. Ellen Hovde, Albert Maysles, David Maysles, Muffie Meyer), Brutti, Sporchi e Cattivi (Yön. Ettero Scola), Céline et Julie vont en bateau: Phantom Ladies Over Paris (Yön. Jacques Rivette), Zıkkımın Kökü (Yön. Memduh Ün) “Usta İşi” seçkisi, her sene olduğu gibi bu sene de dünya sinemasına katkı sağlamış usta yönetmenlerin en yeni filmlerini özel olarak bir araya getirecek. Sedef Düğme (El botón de nácar, Yön. Patricio Guzmán), 11 Dakika (11 Minut, Yön. Jerzy Skolimowski), Yüce Sezar! (Hail, Caesar!, Yön. Ethan and Joel Coen) ve Francophonia (Yön. Aleksandr Sokurov) seçki kapsamında sinemaseverlerin izleme şansı yakalayacağı filmler. British Council ve Shakespeare Lives’ın da destek verdiği “Dünyada Çürümüş Bir Şeyler Var!” başlıklı bölümde ise 6 farklı ülkeden 6 Hamlet uyarlaması izlenebilecek. Bu özel seçkide filmleri yer alan yönetmenler şöyle; Yeni Dalga akımının temsilcilerinden Claude Chabrol, tiyatro ve sinema dünyasında hem oyuncu hem yönetmen olarak
önemli izler bırakmış Laurence Olivier, Finlandiyalı usta yönetmen Aki Kaurismaki, Yugoslav Kara Dalga akımının önde gelen yönetmenlerinden Krsto Papić, geçtiğimiz yıl kaybettiğimiz Avusturyalı sıradışı yönetmen, tiyatro oyuncusu ve senarist Peter Kern ve uluslararası bir festivalde Türkiye’den ödül alan ilk isim olan, filmleriyle sinemamıza önemli bir iz bırakan Metin Erksan. “The Imitation Game” ile En İyi Erkek Oyuncu dalında Oscar adayı olan Benedickt Cumberbatch’in, Londra’da Barbican’da sahnelediği Hamlet oyunundan görüntülerin özenle kurgulandığı ve tiyatroseverlerin bu performansı sinemada izleme şansı yakalayacağı özel gösterim ise seçkinin bir diğer dikkat çeken parçası. Dünya sinemasına kısa bir bakış ... AUFF, ulusal ve uluslararası birçok kısa filmi izleme şansı sunacak seçkilere de ev sahipliği yapacak. Güney Kore’nin en büyük ikinci kenti Busan’da her yıl yapılan ve dünya festivalleri arasında da önemli bir yere sahip olan Uluslararası Busan Film Festivali’nin 27. AUFF için hazırladığı “Busan Seçkisi”, son yıllarda Güney Kore’de üretilen ödüllü ve başarılı kısa filmlerden oluşuyor. Festival klasiklerinden olan “Kısa Sınır Tanımaz”, canlandırma, deneysel ve kurmaca kategorilerinde üretilmiş ve önemli festivallerden ödül almış ulusal ve uluslararası yapımları yine bir araya getiriyor. Kısa film üretiminin son dönem başarılı örnekleri olan bu yapımlardan pek çoğu Türkiye’de prömiyer yapmış olacak.
Belgesel programı yine dopdolu... “Sinema Sinemaya Bakıyor” seçkisinde yer alan belgeseller, Chantal Akerman, Alfred Hitchcock, Francois Truffaut ve Ingrid Bergman’ın sinema kariyerine izleyenlerin farklı yönetmenlerin gözünden bakmasını sağlayacak.
“Dünyadan Belgeseller”, uluslararası festivallerde dikkat çekmiş ve bu festivallerden ödülle dönmüş belgeselleri izlemeye davet ediyor. 2016 Berlin Film Festivali’nden Altın Ayı’yla dönen ve mültecilerin yaşadığı zorlukları farklı bir gözle anlatan Denizdeki Ateş (Fuocoammare, Yön. Gianfranco Rosi) ve en son Elveda Lenin! ile karşımıza çıkan Wolfgang Becker’in yeni filmi Ben ve Kaminski (Ich und Kaminsky)’nin yer aldığı seçki kapsamında, ABD siyasi tarihinin önemli bir kesitini ele alan Devrimin Öncüleri Kara Panterler (The Black Panthers: Vanguard of the Revolution, Yön. Stanley Nelson), savaşın içinde harap olmuş bir mülteci kampında piyanosuyla hayata tutunan Ayham Aḥmad’a dair Mülteci Kampının Orkestra Şefi (Maystro alMokhayam, Yön. Amnah Omar), üç farklı sivil hak hareketine odaklanarak Gezi Parkı protestolarının iki yıl sonrasına ne kaldığını sorgulayan The Outsider (Yön. Mario Rizzi) belgesellerinin Türkiye’deki ilk gösterimleri gerçekleşecek. “Tanıklıklar” bölümünde, “Savaş ve Bakış” başlığı çerçevesinde özellikle Ortadoğu coğrafyasında yaşanan savaşları, gazeteci, yerel halk, göçmenler gibi farklı kitlelerin bakış açılarından ele alan belgeseller gösterilecek. 111
Öykü: Hay Arnavutluk’un Prizren şehrinde düzenlenen ve önemli belgesel festivallerinden olan DokuFest, özel bir seçki ile bu sene Ankara Uluslararası Film Festivali programına önemli bir katkı sunacak. Seçki kapsamında DokuFest koordinatörü Veton Nurkolları’nın sunumu ile seçkin belgeseller izleyici ile buluşturulacak. Festival’in vazgeçilmezi: Deneysel sinema ve video sanatı Mahmut Tali Öngören’in öncülüğünde 80’lerin sonundan bu yana deneysel sinemanın ödüllendirildiği ve desteklendiği Festival’de, bu sene üç farklı deneysel seçki ve bir video sergisi yer alıyor. Bunlardan ilki olan “Gizli Sinema: Türkiye Deneysel Sinemasının Son On Yılı” kapsamında Nazlı Dinçel, Cana Bilir-Meier, Deniz Johns, Dilek Aydın, Gürcan Keltek ve Ege Berensel’in kısa çalışmaları izlenebilecek. Bir başka ülke ve dönemin deneysel sinema örneklerine odaklanan “60lı 70li Yıllar Alman Deneysel Sineması” seçkisi Wim Wenders, Jean-Marie Straub ve Werner Nekes gibi önemli yönetmenlerin deneysel kısa filmlerini de
kapsıyor. “Kayıp ve Buluntu”, dünya sinemasının son dönem başarılı buluntu film örneklerini bir araya getiriyor. “Manzaranın Kaybı; Lukas Marxt” video sanat sergisi ise, Alman sanatçı Lukas Marxt’ın beş video işini bir araya getirecek. Askıda Bilet Var! Türk Eğitim Derneği (TED)’in tescilli sosyal sorumluluk projesi “Askıda Bilet Var”, geçtiğimiz yıl olduğu gibi bu yıl da daha çok izleyicinin festivalle buluşmasını sağlayacak. TED’in katkılarıyla askıya çıkarılan biletler, fırsat eşitliği yaratarak, festivalin farklı gelir gruplarına ulaşımını arttırmayı hedefliyor. 28 Nisan - 8 Mayıs tarihleri arasında Kızılay Büyülü Fener Sineması’nda gerçekleşecek olan gösterimlerin ilk 3 seansında askıya çıkarılacak biletler, farklı gelir gruplarından sinemaseverlerin TED’in misafiri olarak filmleri izlemesini sağlayacak İsteyen festival takipçisi de “askıya” bilet bırakabilecek.
Öykü
+18 umarsızlıklara ve duyarsızlıklara Karanlık, köhne, gürültülü, büyük bir handı Alcaza. Her daim kalabalıktı. Tüccarların, savaşçıların ve hırsızların vazgeçemediği, kumarbazların ayrılamadığı bir han. “On Pik’e” dedi şişko adama elindeki yağlı tavuğu kemiren kadın. “Bir bak bakalım” dedi şişko adam ve kadın adamın elbisesinin altına elini uzattı. “Bir de bunu uyandırmak lazım On Beş Pik”. Masadan gürültülü bir kahkaha yükseldi. Şişko adam kılıcını çekti, masadakiler kahkahalar atarak durdurdu. Kadın yağlı tavuğunu kemirerek, tombul memelerini sallayarak uzaklaşırken çok iri bir adam elini uzatıp kadını tuttu. Bacak arasına elini soktu “Benim için kaç Pik?” diye sordu. Kadın ezberlediğini söyledi “On Pik’e”. “Bakmayacak mısın?” dedi adam. Kadın her zamanki yoklamasını yapmak için adamın eteğinin altına elini uzattı. “Buna beş Pik” diye bağırdı. Şişko adamın masasından kahkahalar yükseldi. Şişko, iri adama bakıp malt şerbetini selam verir bir şekilde kaldırdı. İri adam “O kadar param yok.” dedi. Tombul memeli kadın “Beleşe olmaz” dedi. İri adam “Bekle” diyerek kadını elinden sertçe çekip kendi oturduğu sıraya çekti ve hızla kalktı. Elindeki koca ağızlı baltasını omuzunun üzerine koyarak şişkonun yanına gitti ve “Ver bakalım beş Pik’i” dedi. Şişko çirkin bir kahkaha attı. İri adam omzundaki baltayı seri bir hareketle masanın üzerine çarptı ve şişkonun işaret parmağından itibaren masada duran dört parmağı ilk boğumundan koptu. İri adam elini şişkonun boynundaki keseye attı. En irisinden beş mangır seçti ve sağlam eline geri verdi keseyi. İri adam yerine dönerken masadakilerin şaşkınlığı geçmiş, göbeklerini hoplata hoplata gülmeye başlamışlardı. Şişko yağ kandiline tek tek parmaklarını sokup kan akan damarları dağlamaya çalışıyordu. İri adam tombul memeli kadına koca bakır mangırlardan beş Pik’i saydı. Sonra kadını çevirip kalın ve uzun organını içine soktu. Kadın bir süre daha elindeki az pişmiş yağlı tavuğu kemirmeye devam etti ama sonrasında içini alt üst eden sarsıntılara karşı koyamayarak tavuğu masaya bıraktı. İri adamın elleri kadının memelerinde ve handaki tüm gözler bu tek vücut olmuş pis bedenlerin kasılmasındaydı. Kadının çığlıkları hanı inletiyordu. Kenarda köşede sevişen orospular bile işi bırakıp bu zevk seline bakıp haz alıyorlardı. Bu arada şişko adam sağlam eline kılıcını almış, iri adamın ardından dolanmış ve zevklerin en tepesindeyken iri adamın sırtının ortasına kılıcını geçirmiş ve kılıç kadını bile delip geçmişti. Şimdi parmaksız elin de yardımıyla delik vücuttaki kılıcı aşağıya doğru çekerek vücudu deşmeye çalışıyordu. Sonrasında da cansız bedeni kadının üzerinden itip istemsiz bir şekilde kasılan, canını çıkartmaya çalışan kadının bedeninin üzerine çıktı. Handakilerin keyfi kaçmış, seyredecek bir şey kalmamıştı. Şişko adam kadına abanmaya bir şeyler yapmaya çalıştı ama bir türlü zevk alamadı. Cansız bedenlerin üzerine işedi. Sonrasında kadının kesesinden beş koca mangırını seçti, kanamaya çalışan elini tuta tuta yerine döndü. Alcaza’da herkes sıradan hayatına devam etti. İki leş sabah ahırda domuzlara ziyafet oldu. Not1: umarsız: çaresiz Not2: duyarsız: duyarlı olmayan (duyarlı: kimi kötü durumda şiddetle tepki gösteren) Bu hikâye 13 Mart akşamı Ankara’da bombalı saldırıda ölen 37 kişiye rağmen televizyonunda diziler ve şov programlarını izleyen insanlarımıza ithaf edilmiştir… Onlar nasıl insanlarsa…
112
113
114