Ocak 2013
Say覺 64
İÇİNDEKİLER
Wuthering Heights (1992)
64.
Sayı ile tekrar birlikteyiz. Gölge e-Dergi'ye ulaşmak için http://golgedergi.blogspot.com Editör: Mehmet Kaan SEVİNÇ golgeedit@gmail.com Yayın Kurulu: Oğuz ÖZTEKER, Hasan Nadir DERİN, Sadık YEMNİ, Ahmet YÜKSEL, Melahat YILMAZ, Gülhan D SEVİNÇ. Grafik Tasarım: Gülhan D SEVİNÇ Kapak: Mehmet Kaan SEVİNÇ Pinup: Cihan Oğuz DEMİRCİ Gölge e-Dergi internetten yayın yapan özgür ve özgün içerikli tam bağımsız bir dergidir. http://twitter.com/GolgeDergi http://issuu.com/GolgeDergi http://golgedergi/deviantart.com
04-06 Haberler-Kahraman-Çizgi Roman Okurları 2012 Ödülleri 07-12 Öykü- İzmirli 13 Çizgi Roman - Düşünce 14-20 Edebiyattan Sinemaya Uyarlamalar 9 -Blow Up "Cinayeti Gördüm" 21-24 Öykü-2 bölüm İlka-Aşk ve Güller Aynı Suda Yetişir 25-26 Çizgi Roman İnceleme - Bir Rüya "Uçma Sanatı" 27-29 Öykü- Rüya Avcısı (Ressam Bedenler) 30-31 Film Kritik - Hobit ve Yolculuk 32-35 Yazarın Kaleminden-Çizgilerin Gücü Adına 36-39 Çizgi Roman -Baltlar 40 Kitaplık- 2012'de Sadık YEMNİ'den 7 Kitap 41-45 Öykü- Perili Hamam 46-48 En iyi Korku Dizileri 49-52 Öykü-Kongre 53-54 Tanınmayan Çizerler- Joao Ruas 55-59 Öykü- Kefensizler Mezarlığı 60-71 Sinema - Gezici Festival Günlüğü 72-76 Öykü- D1789 77-82 Tarihte Bu Ay- Tarihte Ocak Ay'ı 83-86 Öykü-Kabuslar ve Şeytanlar 87-92 Çizgi Roman -Alacadoğan-9 93 Öykü-Deri Bağcık 94-102 Röportaj-Mehmet Berk YALTIRIK 103-106 Öykü- Konserve Tamircisi 108 Pinup
Merhaba Yeni bir yıl,yeni bir ay, yeni bir sayı. Yeni öyküler,yeni yazarlar, çizgi romanlar, yeni konular Her şey yeni. Yeni hayaller, yeni umutlar, yeni hedefler, bütün beklentilerinizin yeni yılda yerine gelmesi dileğiyle hepinize iyi seneler. Biz 2013 yılında da sinemeya gideceğiz, filmler izleyeceğiz, kitaplar, çizgi romanlar okuyacağız, uripilerle, gulyabanilerle savaşacağız, kanatlı ejderhalara binip hayal dünyasının sonsuzluğundaki yolculuklarımıza devam edeceğiz. Ömrümüz sürdüğünce, gücümüz yettiğince,e limiz erdiğince biz bunları yaşamaya ve paylaşmaya devam edeceğiz. Sizi de bekleriz.
İyi okumalar
Mehmet Kaan SEVİN Ç
3
Haberler
Haberler
Kahraman
“Senin Kahramanın Kim”
Ahyaakkkkkk - Hay Bin Kunduz-Puksa Vida - Kukuriiikuuuu - Canını Albızlar Alası, Hay Bin Köfte,Albızın Tohumu-Atıl Kurt - Dıgıl Dıgıl - Ebüveeee - Gölgelerin Gücü Adına - Pire Torbası Puik - Ulu Büyücü Dedemin Kemikleri Adına-Ulu Manitu-Ama Bu Haksızlııık - Fantom Ormanda 10 Kaplan Gücündedir - vs,vs…
Duyuru
4. Çizgi Roman Okurları Ödülleri 2012 okurlarıyla paylaşan tüm blog ve sitelerin duyurusu bu sayfadan yapılacaktır. h- Aşağıdaki kategorileri okuyun, adaylarınızı belirleyin ve oylanmak üzere bloga yazmamız için cizgiromanodulleri@gmail.com adresine gönderin. i– Bu Yarışma FRPNet.net, Gölge e-Dergi ve Çizgi Roman Okurları Platformu (ÇROP) tarafından düzenlenmektedir.
Çizgi roman okurları çizgi romanın “En”lerini belirliyor. Sizin 2012 yılı en favori kahramanınız kim? Sizce en iyi yazar, çizer, yayınevi kimlerdi? Çevirmen, çocuk çizgi romanı, mizah çizgi romanı…? Siz adaylarınızı önerin, daha sonra oylayın, törene gelin ödül töreninde yerinizi alın.
Sizin kahraman’ınız hangisiydi? Hangi kahraman’ın peşinde hayal dünyasına sürüklenirdiniz? Editörlüğünü Ahmet Yüksel ile Kayra Keri Küpçü’nün üstlendiği ve Nisan ayında yayınlanacak ‘Kahraman’ dosyası için sizde kendi kahraman’ınızı ister yazın, ister çizin ‘Kahraman’ dosyasında yer alarak kendi Kahraman’ınıza bir selam gönderin. Yazı ve çizgilerinizi Mart ayına kadar hayalsaati@gmail.com mail adresine gönderebilirsiniz… Dosya Editörleri: Ahmet Yüksel ve Kayra Keri Küpçü
4
Bu oylama her sene olduğu gibi iki aşamalı gerçekleşecektir: 1 - Adayların okurlar tarafından önerilmesi 2 – Gelen adayların en çok önerilenlerinin oylamaya sunulması. Adayların okurlar tarafından önerilmesi 10 Mart 2013 tarihine kadar sürecektir. Adayların tarafımızca toplanma ve oylamaya sunulma tarihi 15 Mart 2013’tir. Oylama 15 Nisan 2013 arasında sona erecektir. Türk Çizgi Roman Okurlarının sunduğu adaylar, yine onların verdiği oylarla belirlenecek, ödüle layık görülenler plaketlerini Uluslararası İstanbulles Çizgi Roman Festivali’nde gerçekleşecek törende alacaktır. a - Bu Oylama Sadece 2012 yılı içerisinde basılan çizgi romanları ve emekçilerini kapsamaktadır! b - Kategorilerimiz sadece ülkemizde basılan çizgi romanları ve sanatçılarını kapsamaktadır. c - Önereceğiniz adaylar her kategori için üç kişiyle sınırlanmıştır. d - Her kategoriye aday göstermeniz gerekmemektedir. e - Gönderdiğiniz adaylar listelenecektir ve farklı okurlardan da önerilmişse aday olarak sunulacaklardır. f - Onur Ödülü kişiye olduğu kadar kurumlara da verilebilecektir! g - 2012 Çizgi Roman Okurları Ödülleri'ni
4. Türk Çizgi Roman Okurları Ödülleri Kategorileri 1 - En İyi Editör 2012 2 - En İyi Yabancı Yazar 2012 3 - En İyi Türk Yazar 2012 4 - En İyi Türk Çizer 2012 5 - En İyi Yabancı Çizer 2012 6 - En İyi Çevirmen 2012 7 - En Favori Karakter 2012 8 - En İyi Comics Dizisi 2012 9 - En İyi Fumetti Dizisi 2012 10 - En İyi Frankofon Dizisi 2012 11 - En İyi Manga 2012 12 - En İyi Grafik Roman (Tek Sayılık Albüm) 2012 13 - En İyi Çr Basan Yayınevimiz 2012 14 - En İyi Okur İlişkisi Kuran Yayınevi 2012 15 - En İyi Kapak 2012 16 - En İyi Mizah Çizgi Romanı 2012 17 - En İyi Çizgi Roman Yayınlayan Mizah Dergisi 2012 18 - En İyi Mizah Çizgi Roman Çizeri 2012 19 - En İyi Çocuk Çizgi Romanı 2012 20 - En İyi Çocuk Çizgi Romanı Yayınlayan Çocuk Dergisi 2012 21 - En İyi Çizgi Roman Yayınlayan E-Dergi / Fanzin 2012 22 - En İyi Çizgi Roman Araştırmacısı 2012
5
Haberler
Öykü
yapmayan site ve bloglar kabul edilecektir) 26 – En İyi Çizgi Roman Sitesi 2012 (Aday olarak, online çizgi roman paylaşımı yapmayan site ve bloglar kabul edilecektir) 27 - En İyi Çizgi Roman Facebook Sayfası 2012 28 - Çizgi Roman Onur Ödülü 2012
23 - En İyi Çizgi Roman Araştırma Yazısı (Gazete, Dergi, İnternet) 2012 24 - En İyi Çizgi Roman Satış Noktası (Sahafiye, Kitabevi) 2012 25 - En İyi Çizgi Roman Haber-İnceleme Site/Blog 2012 (Aday olarak, online çizgi roman paylaşımı
Değerli yayın kurulu üyemiz ve tarihte bu ay sayfalarında bizlere her ay sinema, çizgi roman, edebiyat dünyasının geçmişine götürüp anımsamamızı sağlayan Melahat Yılmaz Ömer Faruk Özberk ile dünya evine girdi. Arkadaşlarımızı kutlar bir ömür boyu mutluluklar dileriz. Gölge e-Dergi ailesi
6
İzmirli Pazartesi sendromunu dibine kadar yaşadım ve dersten çıktım. Liseden nefret ediyorum. Derslerden, sınıftakilerden,hocalardan, popüler gruplardan, popülerlere hayranlık duyan kızlardan, kibirlilerden, sorumluluklardan ve daha birçok şeyden nefret ediyorum. Her neyse, bunu zaten defalarca düşünmüştüm. Saat 17.30.. Normalde akşamüstünün uyuşuk ve bezgin kızılı olması gerekir ama hava gri bulutlarla dolu. Gökler kasvetli ve yağacak gibi... Bende doluyum, ama ben yağamadım hiçbir zaman ruhumdan boşanırcasına. Karnım da aç, bari eve gideyim de bir güzel yemek yiyeyim. Sanırım şu aralar yemekten başka birşeyden pek zevk almıyorum. Bu halim bana babamı ve geri kalan tüm orta yaşlıları anımsatıyor ki gayet rahatsız edici. Ah İzmir, lisem... Şimdi normalde bu cümleden sonra ne güzel günlerim geçti gelmesi gerekir değil mi? Hayır, eğer söz konusu bensem gelmez, çünkü öyle günlerim olmadı benim. Ben bu okulda sıkıntıdan,sorumluluklardan, utançtan ve aşağılanmadan başka birşey görmedim. Derslerdeki uyumamak için çabalarım kariyerimin neredeyse tamamını oluşturur, ne kariyer ama! İşte, yine sıradan bir iş gününün sıkıcı sonunu yaşıyorum. Şu gökteki sıkıntılı bulutlar da olmasa sadece benim böyle hissettiğimi düşüneceğim. Neyse ki yalnız değilim, en azından göğün muhafızları da benimle aynı derdi taşıyor. Herkes dersten çıkmış okulun kapısına doğru yürürken onlardan biraz uzağa, gözden uzak bir yere çekildim, gökyüzüne rahatça bakabilmek için. Ben gökyüzüne bile rahatça bakamam biri görür de birşey der diye. Hayat bana edeceği en sağlam küfürleri etmiş ama ben hala insanlar bana ne der diye düşünüyorum işe bak! İnsanlar okulun kapısından çıktı gitti. Yavaşça.. Güzel vücutlu ve diz altı çoraplı kızlar gülüşerek geçti. İçimi çektim, hayıflandım kendimce. Yanlarındaki ya.şakları gördükçe nefret ettim bir kez daha herşeyden. Kendimden. Neden onlar kadar p.ç olamıyorum? Neden onlar kadar ya.şak olamıyorum? Neden onlar kadar hayatın ve lise ergenliğinin tadını çıkaramıyorum? Cevap yine bende saklı. Ben olduğum için, onlar gibi olamadığım için. Peki neden onlar gibi olamıyorum? Bilmiyorum,genler? Tanrı? Kader? Her neyse o sebepten de nefret ediyorum. Hepsi birdense hepsinden birden nefret ediyorum. Okulun arkasındaki güzel ve yalnız bahçedeyim. Karşımda soğuk sarı taştan bina bana bakıyor. Ağlıyor gibi sanki o da, kimse anlayamıyor. Sarılığı duvar boyasından değil de solgunlaşan yüzünden dolayı sanki. Tanrım, anlamıyorum herkes cidden bu kadar mutlu mu? Yoksa ben gereğinden fazla mı mutsuzum? Hayal ettiğim hiçbir şey istediğim gibi olmadı. Arkadaş dediklerim hep ama hep dalga geçtiler benim saflığımla.. Strese çok yatkın olduğum için her bir sınav cehennem gibi geldi bana. Sorumluluk bilinci ailemden bana canice ve sürekli aşılandığı için kendimi mutsuzluğa iten görevler içinde boğdum. Ben çok iyi olmalıyım dedim hep, ama bırakın çok iyisini orta bile olamadım. Kabul ediyorum zeki biri değilim, hiçbir zaman da olmadım. Daha doğrusu şimdi kabul ediyorum, şimdiye kadar bu acı gerçeği ısrarla görmezden gelmiştim. Sonucu ise işte böyle kötü oldu. Sonucu kara bulutlara bakan yalnız bir liselinin varlığı oldu. Ne kadar mükemmeller.. Gri bulutlar.. Sahte gülüşleri yok onların.. Kimsenin içini durduk yere ısıtmıyor. Onlar neyse o. Yalanı yok, sadece yağmak için bekliyorlar. Onlar içini kusacak üstümüze, diğer yapmacık varoluşlar gibi herşeyini saklamak üzere evrende değiller. Onlar tüm nefretini insanlığa kusmak
7
Öykü
için buradalar. Onlar gerçek erdem sahibi olan tek varlık türü. İşte bu yüzden kara bulutları seviyorum çünkü onlar insana olan nefretini saklamıyor. Onlar tek bir kıvılcımla gelecek işareti bekliyorlar. Sonra da içlerindekini boşaltıyorlar üzerimize. Hem de yağmur, yani su olarak. Yaşamın temelini nefret olarak bize kusuyorlar. Varoluş denen ironiyi kendi ironileriyle anlatıyorlar, Tanrım bundan güzel bir sanat olabilir mi? Bekledim bakarak göğün içine... Herkes, herşey, öğrenciler, öğretmenler, hoşlandığım kızlar çıktı okul kapısından. Artık sonsuz uzaklıktaydı onlar. Hiçbirinin yaptığımı görme ihtimali yoktu çünkü. Dolayısıyla hissettiklerimi anlama imkanları da yoktu. Beni hissedemeyen birinin gözümde ölüden farkı yoktu. Ölüm ise sonsuz uzaklığın ta kendisiydi. Ah hoşlanma... Bundan daha yaşatan bir duygu hissetmedim şimdiye kadar! Ne o yürek burkan ilahiler, ne toplumun iyiliği üzerine atılan nutuklar, ne katı idealizm düşünceleri, ne aile saadeti, ne dostluk.. Hiçbir şey ama hiçbir şey bir kızın gözlerine bakıp yanağını okşamaktan daha heyecan verici olamazdı. Hele kırmızı dudaklarına dudaklarımı değdirmek.. Bu his... Bir de bunları hiç yaşayamamış olmanın verdiği hayal kırıklığı eklenirse, acının doğasına bir giriş yapmış oluyorsunuz, tıpkı benim gibi. Ben sadece başında olduğumu biliyorum. Daha çekmem gereken çok şey var hissediyorum. Fakat çok da umursamıyorum, alıştım artık. Kapıdan, zayıf ve genç güvenlik görevlisine bir bakış atarak çıktım. Kim bilir neler düşünüyordu, ne dertleri vardı.. Durağa yürürken her zaman olduğu gibi dalgındım. Aklım yine melankolimin şiirleriyle doluydu. Kaldırımdayken şiddetli bir omuz darbesiyle sarsıldım. Baktım, bizim okulun arkasındaki meslek lisesinden çıkan bir serseriydi. Onlarla bizimkiler arasında ünlü bir düşmanlık vardı. Bizlere sürekli laf atıp kavga çıkarmaya çalışırlardı onlar. İzmir'in göbeğinde de olsa bir tane geri kafa tüm medeniyeti mahvedebilir böyle. "Önüne baksana lan dingil!" Hiç uğraşacak halim yok. Bir özür dileyip yürüdüm ama genç maganda bu sefer sert bir küfür bastı. Yüzünü dikkatle inceledim, kirli sakallı, kara kaşlı ve kara gözlüydü. Yuvarlak yüzü ve asker traşıyla en sevmediğim tipten bir hırboydu. Çok öfkelendim. Niye bu kadar uzatmıştı ki? İstemsizce dişlerimi sıktım. Gözlerimden ateşler çıktığını tahmin ediyorum, ama o ateşler yine beni yaktı her zamanki gibi.Asla karşıdakine birşey olmaz, cezayı hakeden ve infazımı gerçekleştiren cellat her zaman benim. "Ne bakıyorsunn lan öyle, gel g..tün yiyorsa, gel!" Öfke krizimle titriyorum ama hiçbirşey yapamayacağımı biliyorum. Sonra çocuk suratında kendinden emin bir sırıtışla bana doğru yürümeye başladı. Kravatsız ve göbeğine kadar açtığı gömleğinden siyah göğüs kılları fışkırmıştı. Bir yandan bir kız gibi ağlamamak için çaba sarfediyordum ve nasıl en acındırıcı şekilde özür dilerim diye düşünüyordum. İşte o anda birşeyler oldu.
Önce ani bir gök gürlemesi, sanki Loki'nin haykırışı gibi.. Ardından Zeus'un elinden çıkma dehşetten dövülmüş parlak şimşeği... O parlak, dallanmış çizgi göğü bir anlığına aydınlatmıştı. Aynı zamanda benim sonsuzluğa uzanacak olan bir akşamımı da aydınlattığımı o an bilemezdim, ama birşeyler uyanmıştı içimde işte. O şimşek, herşeyi tehlikeye atan bir içgüdüyü doğurmuştu içimde. Riskin korkunç ve davetkar kapısını açmıştı bana. Olayları izleyen birkaç meraklı yayanın gözleri önünde.
8
9
Öykü
Öykü
O andan sonra zihnime feci bir bulanıklık çöktü. Çok ani gelen ve felç eden bir sarhoşluk gibiydi. Yıkıma ve isyana susamış birinin sarhoşluğu... Nasıl saldırıya geçtiğimi ve kavga sırasında neler yaptığımıdaha doğrusu yapamadığımı- hatırlamıyorum. Hayal meyal yumruklar,boğuşmalar ve bağırtılar vardı. Art arda şiddetli darbeler yedim. Sersemlemiştim. Bir kaç dakika sonra kendime geldiğimde kafamda ve burnumda şiddetli bir sızı vardı. Ağzıma doğru inen sıcaklıktan burnumun kanadığını anladım. İnleyerek ayağa kalktım ve kırmızı hayat sıvısını mendilimle sildim. Birkaç vatandaş serseriyi benden ayırmıştı ve uzak bir yere götürüyorlardı. Beni de hastaneye götürmeye yeltendiler ama hepsini iteledim. Resmi prosedürler bugün bana çok uzaktı. Sıradan insanlar, sıradan korkularla bana bakıp kendi ahmakça tavsiyelerini veriyorlardı. Bense artık sıradan değildim. İsyanım uyanmıştı, günlerin,ayların, yılların biriktirdiği nefret bilinmeyen birinin gökten verdiği işaretle dışarı çıkmıştı. Nefeslerim hızlı olsa da korku dolu değildi. Suratımı sildim yeniden kolumla. Beyaz gömleğimin kolu kırmızı kana bulanmıştı. Saflığın beyazı öfkenin kızıllığıyla lekelenmişti. Tıpkı ruhum gibi... Trafik de durmuştu ve meraklı şoförler olayı izlemişti. Fakat kimsenin derdi kavga değildi, herkes gösteri izlemek istiyordu. Onların da canı çok sıkılıyordu demek ki benim gibi, yoksa böylesine çirkin ve kanlı bir gösterinin izlenmeye değecek ne gibi bir özelliği olabilirdi ki? Onlarca çift gözün bakışları altında hızlı adımlarla uzaklaştım oradan. Lozan Pastahanesi'nin önünden geçtim. Kafamı çevirip baktım İzmir Fuarı'na.. İstemsizce güldüm, fuarmış! Şu yaşadığımız sefil hayattan başka daha nasıl bir fuar olabilirdi ki, daha nasıl gülünç soytarılıklar olabilirdi? Şu insanlar fuarlara ne koyar hep merak ederim doğrusu, ama şimdi sorun o değil. Ne yapacağımı bilmiyorum, tüm hayat bana çok uzak. Sadece birkaç fısıltı duyuyorum kulaklarımda, beni çağıran.. En dibe, en sona... Durdum. Tekel durağına giden yolun ortasındayım. Havaya baktım birkez daha, gittikçe daha çok kapanıyor, ikindinin ortasında ruhlara çöken bir gece.. Yüzüm kan içinde... Madem öyle, bir kez girdiysen yıkımın felaketine, devam edeceksin. Başka çaren yok, yıkımın ortası yoktur. Ya herşeyi mahvedersin ya da mahvolursun. Sonuna kadar gideceğim. Artık bugün beni bekleyen bir ailem yok. Beni seven arkadaşlarım zaten yok. Bir sevgilim hiç olmadı. Mutluluk yaratılırken ben es geçildim. Öyleyse tüm kaybedenlerin uğrayabileceği tek adrese gidiyorum. Yıkıma.. Uçarcasına Kıbrıs Şehitleri'ne koştum ve orada hızlıca iki yetmişlik bir elliliği diktim. Şaşkınlık dolu bakışlara aldırmadan... İşte aradığım his. Artık Dionysos'un kanı damarlarıma karıştı, sarhoşluğun buğulu ufuklarına yol alıyoruz birlikte.. Kıbrıs Şehitleri'nden yalpalayarak da olsa hızlı bir şekilde duraklara geri döndüm. Onun evini biliyorum. Köpekler gibi aşıktım ve kaç kez takip etmiştim. Onun bindiği otobüse binmiştim defalarca ve farkettirmeden evine kadar takip etmiştim. Hala da farklı değilim ona karşı. Alev... Alev'di onun adı. Cehennem aleviydi o, ruhumu yakan ve daima yakacak olan.Sapsarı saçları, sivri burnu ve küçük gözleri benim liseye gelme sebebimdi. Şimdi bende hayatta bir kuruma gelmeme sebep oluşatacak kadar önemli kişinin yanına gidiyorum. Artık dibe battım. Artık öfkem dile geldi ve isyan ettim. Gelişmemiş beyinlerin sıradanlığa taptıkları toplumda isyan etmenizle sonunuzun gelmesi eş anlamlıdır. Toplumun iğrenç ve aşağılayıcı bağlarından aforoz edilmem an meselesi. Ayrıca bağnazların hükümdarlığında aforoz ölüm demektir.
Eh öyleyse, battı balık yan gider demiş eskiler.. Şu atalar da herşeyi önceden bilmiş canım alem adamlar doğrusu! 90 numaralı otobüsten indim. Gaziemir'deyim. Sokakları adımlıyorum hızlı hızlı. Gelen geçen bana bakıyor, kim lan bu katil midir nedir dercesine. Bilemezler, aslında onlardır benim ruhumun katili. Ben hiçbirşeyi öldürmedim, ama onlar beni her gün yeniden öldürdü, umursamayarak... Varlığımı hiçe sayarak, ve en kötüsü de alay ederek... Öyleyse ben de hayatımdaki ilk ve tek şakamı onlara yapmadan gitmeyeceğim. Evet, aynen öyle! İşte geldim. Bu apartman, Tanrım... Yüreğim pırpır oldu yine. Bu durumda bile hala sevgiye ve aşka inancım var demek ha.. Ben gerçekten bir aptalım öyleyse. Olsun, aptallık uğruna ölmek tam da benim gibi bir deliye yakışırdı. Rolümü oynuyorum, rolümün gerektirdiği gibi öleceğim. Umarım yönetmen de memnundur benden. Defalarca zile bastım cevap beklemeden, tekrar tekrar bağırdım ses tellerim yırtılırcasına. "Alev! Alev! Seni çok seviyorum! Sen benim herşeyimsin... Sen... Seni çok seviyorum!" Önce babası çıktı pencereye. Kel kafalı ve beton suratlı herif. Uğursuzluktan başka birşey hatırlatmaz aptal yüzü. Bağırdı çağırdı bana, kızdı ve sövdü. Hiçbirşey umrumda değildi. Kafam dönüyor, dünya dönüyordu. Ben dönüyordum kendi umutsuz girdabımda. Dinlemedim bile onu, ısrarla Alev'i çağırdım. Herhalde babasını ikna etmiş olacak ki benimle konuşmak için indi İzin vermeseydi de sonuna kadar bağıracaktım zaten hiç sorun değil, hiç kimse umurumda değil. Ben,acılarım ve onun aşkı bugünü ölümsüzleştirmek için yeterli. Bahçe kapısını açıp bana doğru birkaç adım attı. Ah.. İçimdeki ateşlerin yakıcılığını anlatamam. O mükemmel, bense hatalıyım. Kusurun mükemmele olan ilgisi gibiydi aşkım, imkansızın ta kendisiydi.. Ama o, onun güzelliği tüm imkansızlıkları silip atacağına dair yalancı vaatlerini fısıldıyordu yüreğime. Rüzgarda dalgalanan saçları hiç duymadığım melodileri söylüyordu bana, uzaklardaki kaybolmuş cennetleri anlatan. Koştum ona tüm gücümle. Diz çöktüm , ayaklarına kapandım. "N'oluyor ya-" diye söze girmek istedi. Susturdum onu. Anlattım her şeyi, aşkımı, nefes alma sebebimi. Kontrolüm dışında ağlamaya başladım. Gözlerim bir anda doldu ve tuzlu acılarla dolu ruhum akmaya başladı. Aynı anda gök korkunç bir şekilde gürledi. Yağmur tüm gücüyle bastırdı. Sonsuz gökler bile trajedime ağlıyordu. Hıçkırıklarımın kederi doğa anayı bile hüzünlendirmişti demek ki.. bastırıyordu. Ben tam bir saflıkla ona sunmuştum kendimi. Tanrı'dan hiçbir iyilik görmeyen zavallı bir ölümlünün yeryüzünde Tanrı'ya en yakın varlığa, dişiye tapmasından daha doğal ne olabilirdi ki? Grileri delip gelen yağmurdan dolayı beni tersleyip içeri girmek istedi. Şu anda zaten bir ilişkisi vardı, onu rahat bırakmam gerekiyordu falandı filandı. Biliyordum bunları duyacağımı, umrumda değildi. Son gününü yaşayan biri için anlamsız mazeretlerin bir önemi olamazdı. Sarıldım bacağına, Çorabı kısaydı, etekle çıkmıştı ve mükemmel beyaz bacağının büyük kısmı açıktaydı. Tanrım, böylesine coşkun bir his... Kesinlikle cinsellik değildi beni heyecanlandıran. O mükemmel vücut, Afrodit'in ışığında parıldayan sarı saçlar, estetiğin doruk noktası, varoluş sebebi... Tüm aşırılıkların rengarenk kaynağı...
10
11
Ben hayatı seksten ibaret gören beyinsizlerden değilim. Hiçbir zaman da olmadım. Benim sanat ve mutluluk anlayışım tamamen dişilere dayanır, işte bu beni hüznümün alevlerinde yakar, kül eder. Yaşayamadığım aşkların feryatlarında... Arık gitmem için ısrar ediyor, neredeyse bağıracak.
Öykü
Tam o sırada kaba homurtular yükseldi dört bir yandan. Ardından hışımla sokağa çıkan ve elinde bir sopa olan Alev'in babası. Hemen arkamdan da benim babamın tok ve rahatsız edici sesi. Ne ara geldiğine dair hiçbir fikrim yoktu. Bu da yetmemişti, namus bekçisi mahalle sakinleri gelmişti. Ellerinde envai çeşit sopa,kalas benzeri alet vardı. Belli ki bu nereden çıktığı belli olmayan ne idüğü belirsiz ırz düşmanını bir de onların pataklaması gerekiyordu. Doğru ya, onlar güvenli evlerinin kölelik duvarlarında mutluydu. Onlar özgürlükten,isyandan ve aşktan ne anlardı ki! Onlar dünyaya bu üç kavramı yok etmek için gelmişlerdi ve ben de o kavramların canlı örneğiydim. Bundan iyi fırsat mı olurdu! Uyarılarına aldırmadığım için elini sertçe omzuma koyup beni geri çekmeye çalışan Alev'in babasına tüm gücümle bir tekme savurdum. Beklemiyordu. Karnı iki büklüm oldu. Haykırdım ve ittirdim, yere düştü kanunun ve düzenin koruyucusu, ve sevginin celladı. Alev çığlık attı. Sonra tüm namus bekçileri üzerime saldırdı. Boyunlarındaki görünmez tasmaları farketmenin rahatlığıyla bağırdım hepsine.. "Hepiniz kölesiniz, hiçbirinizi yaşamadınız aslında. Hiçbiriniz nefes almadınız. Siz aslında yoksunuz, çünkü siz sizi yok eden düzene isyan etmediniz. Sizin ruhunuz olmadı hiçbir zaman, çünkü siz aşkı anlayamadınız! Ben ateşi sönmüş coşkuların ve buruk hazların tek temsilcisiyim.. Siz aşağılıkların getirdiği sondan korkmuyorum.. Aşk asla yenilmeyecek, zevkin kırbaçları her zaman tepenizde olacak. Atamayacaksınız hiçbir zaman, her hüznünüzde benim nefesimi hissedeceksiniz. Beni arayacaksınız, ama ben çok uzaklarda olacağım. Ben platoniğin tanrısıyım, ve aşksız hayatı mümkün sanan ahmak ölümlülerin ellerinde ölmeye hazırım!" Elbette hiçbiri hiçbir şey anlamamıştı dediklerimden. Şaşılacak birşey yoktu Ve sonrası sopalar, tekmeler yumruklar ve ağzıma gelen kanımın tadıydı. İzmir ruhunu her şeye rağmen kaybetmemiş bir tanrının kanı... Yazan: Can ÇELİKEL Illüstrasyon: Bayram ARMUTCI
12
13
Edebiyattan
Edebiyattan
Uyarlamalar
Uyarlamalar
Bu ay, bir roman veya çizgi roman uyarlaması değil, bir öyküden uyarlamayı daha doğru bir ifadeyle bir öyküyü ve bu öyküden esinlenerek yapılmış filmini inceleyeceğiz. Öykümüz ve filmimiz: “Blow Up”, Türkçe’ye uyarlanmış ismiyle “Cinayeti Gördüm”.
Edebiyat'tan Sinema'ya Uyarlamalar-9
Blow Up - Cinayeti Gördüm Bu ay, bir roman veya çizgi roman uyarlaması değil, bir öyküden uyarlamayı daha doğru bir ifadeyle bir öyküyü ve bu öyküden esinlenerek yapılmış filmini inceleyeceğiz. Öykümüz ve filmimiz: “Blow Up”, Türkçe’ye uyarlanmış ismiyle “Cinayeti Gördüm”. Bir Fotoğrafçının objektifi ve yaşadıkları ile ilgili “Cinayeti Gördüm” öyküsü ve kitabı: Julio Cortazar’ın “Oyunun Sonu” (End Of The Game) isimli öykü kitabında, orijinal ismiyle “Las Babas del Diablo”; İngilizce’ye “Devil’s Drool” olarak çevrilen bir öyküsü de bulunuyordu. Türkçe’ye “Şeytan’ın Saçmalaması” ya da “Şeytan’ın Salyası” olarak çevrilebilecek, çeşitli imgelerle yüklü bu öykünün ismi, bir filme esin kaynağı olduktan sonra; öykünün sonraki basımlarında ismi değişecek ve “Blow Up” (“Büyütme” veya “Şişirme”) ismini alacaktı. (Büyük Larousse Sözlük ve Ansiklopedisine göre Cortazar’ın öyküsünün Türkçe isim karşılığı olarak “Blow Up”= ”Büyüdükçe” olarak anlamı gösterilmektedir.) Daha sonradan öyküye ve filme verilen “Cinayeti Gördüm” ismi, pazarlaması daha kolay olduğu ve daha cazip bir isim olduğu için tercih edilmiştir. Bu öykünün konusu basitti ve öykü de kısa bir öyküydü. Paris’te yaşayan Şili asıllı bir çevirmen olan Roberto Michel, boş zamanlarında amatör fotoğrafçılık da yapmaktadır. Bir gün yaptığı yürüyüş sırasında bir parkta bir çift görür. Aralarında bir anne-oğul kadar yaş farkı olan bu çiftin birbirlerini daha yeni tanıyan veya yeni tanışmış kişiler olduğunu fark eder ve onları gözetlemeye başlar; en uygun anlarında da fotoğraflarını çeker…Öykü, bu olayın görüntüsünde anlatıcı Michel’in karmaşık duygu, düşünce ve tepkilerine ağırlık veriyor.
14
Can Yayınları’nın “Cinayeti Gördüm” ismiyle yayınladığı öyküler, yazar Cortazar’ın iki farklı öykü kitabından derlenen toplam 13 öyküden oluşmaktadır. Bu kitaptaki öykülerin çoğu “Final del Juago (1956)_ End Of The Game” isimli öykü kitabından ve daha azı da Bestiario (1951) ile Las Armas Secretas (1964) isimli öykü kitaplarından derlenmiştir. Türkçeye nitelikli bir çeviri olarak hem bir yazar hem de bir çevirmen olan Nihal Yeğinobalı tarafından kazandırılmıştır. İlk baskısını 1996 yılında yapmış olan öykü kitabı halen son baskısı olan 3’ ncü baskısını 2009 yılında yapmıştır. “Cinayeti Gördüm” öyküsünden bazı satırlar: “ …Tükenmişlikle baş etmenin birçok yollarının en iyilerinden biri fotoğraf çekmektir; insan bu beceriyi çok erken yaşta edinmeli, çocuklara öğretmelidir; çünkü disiplin, estetik eğitim, keskin göz, sağlam sinirli eller gerektirir. Sıradan bir foto muhabir gibi pusuda yatıp yalanlar yakalamak, Downing Sokak No. 10’dan çıkan VIP’lerin şapşal silüetini şipşaklamak değil benim söylediğim. İnsan elinde fotoğraf makinesiyle dolaşırken hangi konuda olursa olsun gözünden hiç bir şey kaçırmamakla sanki yükümlüdür. Güneş ışınlarının birden kıvançla eski bir duvardan yansımasını, bir somun ekmek, bir şişe sütle evine giden bir kız çocuğunun saç örgülerinin kopardığı koşuyu kaçırmamak zorundadır. Fotoğrafçı her zaman makinesinin sinsice yaptığı baskılara karşın kendi kişisel dünya görüşünde direnmeye çalışır… … Her şeyi makinenin penceresine sığdırarak fotoğrafını çektim. İkisinin de beni görmüş olduklarını o zaman anladım. Durmuş bana bakıyorlardı. Çocuk şaşırmış, soru sorar gibiydi. Ama kadın sinirlenmişti; yüzü de gövdesi de sımsıkı bir düşmanlık belirtiyordu: oyuna gelmiş ufak kimyasal bir hayale yansıyarak küçük düşmüştü…
15
Edebiyattan
Edebiyattan
Uyarlamalar
Uyarlamalar
…Kadın kimsenin izinsiz fotoğraf çekmeye hakkı olmadığını söyleyerek filmi ona vermemi istedi. Düzgün bir Paris aksanı taşıyan, tınısıyla canlılığı giderek artan buruk, duru bir sesle. Bana gelince, filmi elimden alıp almayışı umurumda değildi. Gelgelelim beni tanıyan kime sorarsanız söyler size: Benden bir şey isteyecekseniz tatlılıkla isteyin. Bu yüzden ben de kamuya açık yerlerde fotoğraf çekmenin yasak olmadığı, tersine özel ve tüzel kişilerce onaylandığı görüşünü dile getirmekle yetindim…” Yazar Julio Cortazar Kimdir? Gerçek ve tam ismiyle Jules Florencio Cortazar, sonradan tanınan ve bilinen ismiyle Julio Cortazar, 26 Ağustos 1914’de Brüksel’de (Belçika) doğdu. Aslında Arjantin’li olan yazar, kısa hikaye, roman ve deneme yazıları ile ünlendi. Ailesinin yaşadıkları yerleri değiştirmeleri ile Zürih, Barselona gibi yerlerde kısa süreli kaldı ve anne babasının boşanmaları ile tekrar Buenos Aires’e döndü. Arjantin’de öğrenim gördükten sonra, öğretmenlik ve çevirmenlik yaptığı sıralarda Peron hükümetinin uygulamalarından duyduğu düş kırıklığıyla ülkesini terk ederek Paris’e yerleşti. 1981’de Fransız uyruğuna geçti ama Arjantin vatandaşlığından da ayrılmadı. 1950’li yıllarda 40’lı yaşlarında yayımlanan Hayvan Öyküleri, Oyunun Sonu, Gizli Silahlar isimli öykü kitaplarını, 1963’de başyapıtı kabul edilen Seksek isimli romanı izledi. Bu romanında geleneksel romanın olay örgüsünü altüst eden bir yapı kurdu. Üstelik belli bir sona ulaşmayan açık uçlu bir romandı. Ayrıca, Manuel’in Kitabı ve Mırıldandığım Öyküler kitapları da önemli eserleri arasındadır. Edgar Allan Poe’nun yapıtlarını İspanyolca’ya çeviren Cortazar, son yıllarında kendini insan haklarına adadı ve UNESCO’da çalıştı. 12 Şubat 1984’de 70 yaşında Paris’te öldü. Meslektaşı ve vatandaşı Borges ile birlikte çağdaş Arjantinli yazarların en büyüklerinden biri kabul edilir. Latin Amerika öykücülüğü denilince akla önce Jorge Luis Borges, sonra Cortazar gelir. Her ikisi de “büyülü gerçeklik” denilebilecek alanda yazmışlardır. Cortazar’ın, öykülerde biçime daha önemli katkılar yaptığı, daha yaratıcı olduğu ve düşünce kalıplarını kırdığı savıyla Borges’dan üstün tutanlar da_ az sayıda olsa da_ olmuştur. Eserlerinin çoğu Batı dillerine çevrilmiştir ve Latin Amerika düz yazısının yenilenmesine önemli katkılarda bulunmuştur. Cortazar, öykülerinde fantastik öğelere yer vermiş, gerçek dünya ile olağandışı yaşantıları iç içe geçiren tarzda yazmayı benimsemiştir. Neredeyse tüm yazılarında, gündelik olaylardan düşsel bir dünyaya doğru bir kayma söz konusudur. Birçok öyküsüyle, okurlara adeta öykülerinin rüyada geçiyormuş hissini vermiştir. Ayrıca neyin doğru olduğu ve neyin doğru olmadığı sorularına yol açan üslubuyla da, okurlarda bir parça tedirginlik de yaratmıştır. Yazılarında genellikle “Varoluşçu tarz”ı benimsemiştir. Cortázar’ın edebiyat dışında ilgilendiği konular
16
arasında mitoloji, antropoloji, psikoloji, boks, sinema ve fotoğrafçılık da yer almıştır. Yönetmen Antonioni’den sıradışı bir esinlenme: Blow Up Blow Up filmi (IMDB Notu: 7.6), yönetmen Michelangelo Antonioni’nin çektiği ilk İngilizce ve ikinci renkli filmidir. İngiliz-İtalyan ortak yapımı bu sanat filminde bir moda ve model fotoğrafçısının yaşadıkları konu edilir. Film, İngiltere’de Londra’da çekilmiştir. Filmin senaryosunu yönetmen Antonioni’nin yanı sıra, Tonini Guerra ve Edward Bond birlikte yazmışlardır.
Bu filme, aynı isimli öykünün uyarlaması değil, ancak esinlenmesi diyebiliriz. Öykü ile film arasında görünürdeki neredeyse tek ve esas ortak nokta, bir fotoğrafçının bir parkta bir çifti fotoğraflamasıdır. Bunun sonrasında hem öyküdeki, hem de filmdeki her iki kadının da çekilen filmi istemeleri her iki eserde ortak yanlardır. Öyküdeki orta yaşlı kadın ve yeni yetme gencin yerini filmde daha genç bir kadın ve orta yaşlı bir adam alır. Antonioni ve senaryo yazarı arkadaşları dönemin müziklerini, modasını, kendini belli etmeye başlayan özgürleşme akımını göz ardı etmemişler ve bunları filmde çok başarılı olarak kullanmışlardır. 1966 yılı yapımı olan filmde 68 özgürlük hareketinin belirtilerini de görürüz. Filmde yönetmenin kendi isteği ve ısrarı ile ilk bir İngiliz filminde kez insan vücudu tamamıyla çıplak olarak ve gizlenmeden gösterilir. O dönemde tabu olan ve sansür kurallarına aykırı olan bu çekimlerin ve yönetmenin tercihinin arkasında duran MGM Film şirketi, onay kodu almadan filmi gösterime sunmuş; bu durum Hays Kodu denen sansürleme mekanizmasının yok olmasına vesile olmuştur.
17
Edebiyattan
Edebiyattan
Uyarlamalar
Uyarlamalar
diyen Antonioni sinemayı hiç bırakmadı. Çok ilginç bir eşzamanlılıkla, çağdaşı İsveçli büyük yönetmen İngmar Bergman’la birlikte aynı gün, 30 Temmuz 2007 yılında 94 yaşında Roma’da öldü.
Filmde gerilim dozu oldukça düşüktür. Bir sanat ve dönem filmi olması dışında, daha çok düşünüp sorgulamak ön planda gibidir. Gerek öykü yazarının, gerekse yönetmenin eserlerinde kullanmayı sevdiği “Gerçek nedir? Kime göre ve nasıl bir gerçeklik?” soruları öyküde de ve daha yoğun olarak filmde de belirgindir. Filmde bir cinayeti fotoğrafladığını düşünen ve bundan emin olan Thomas, ilerleyen zamanla birlikte bundan emin olmayacaktır, tıpkı filmi izleyenler gibi. Film, En İyi Yönetmen ve En İyi Senaryo dallarında Oscar adaylığı almış fakat kazanamamıştır. Yönetmen Antonioni, Cannes Film Festivali’nde Palme d’Or Ödülü başta olmak üzere birkaç ödülü çeşitli festivallerde almıştır. Sinema eleştirmeni Atilla Dorsay, yazmış olduğu “100 Yılın 100 Filmi” kitabında Blow Up filmini de 20’nci yüzyıldaki en önemli 100 film listesine almıştır. Yönetmen Michalengelo Antonioni Kimdir? Filmin Oyuncu Kadrosu
Çağdaş sinemanın ünlü İtalyan yönetmeni Antonioni 29 Eylül 1912’de İtalya’nın kuzey doğusundaki Ferrara şehrinde doğdu. Ekonomi eğitimi aldıktan sonra gazetelerde film eleştirileri yazmaya başladı. Daha sonra da bazı yönetmenlerin yanında senaryolar yazmaya başladıktan sonra kısa belgeseller çekmeye başladı. İtalyan film endüstrisi içerisinde ilk uzun filmini 1950 yılında “Cronica di Un Amore” ismiyle yönetti. Uluslar arası üne L’avventura (1959) filmi ile ulaştı. Yönettiği filmlerle, 1960’ların sinemasını önemli ölçüde etkiledi. Bu yıllardaki filmlerinde çağdaş insanın bunalımını inceledi. Kadınla erkeğin iletişim zorluklarını, makineleşmiş ve insanlıktan çıkmış bir toplum karşısında bireyin davranışlarını, geleceğin belirsizliğinden doğan varoluşsal bunalım konularını filmlerinde kullanarak seyirciye başarıyla yansıttı. Özellikle L’Avventura-1959 (Macera) filmi ile başlayıp La Notte-1960 (Gece) ve L’Eclisse-1962 (Batan Güneş) ile tamamlanan; hatta kimi eleştirmenlere göre İl Deserto Rosso-1964 (Kızıl Çöl) filminin de dahil olduğu filmleri, seyredilmesi gereken ve olumlu eleştiriler alan yönetmenin filmografisindeki en önemli filmlerdir. Bahsettiğimiz bu dört filmde de başrol oyuncusu olan Monica Vitti, yönetmenin sevgilisidir. Bireyin dünyasına eğilen, modern bireyin ikili ilişkilerini anlatan, bunu da olay örgüsüyle değil doğal bir akışla yapan Antonioni, 1985’te bir kaza geçirdi ve kısmi felç oldu. Usta yönetmen konuşmakta da güçlük çekiyordu. Sağlığı yüzünden eskisi kadar üretken olamasa da “film çevirmek benim için yaşamak demek”
18
Son söz ve başka bazı seçenekler: Sonuç olarak eğer gerçeklik ile gerçeküstünün karışımından hoşlanıyorsanız, yazarın incelediğimiz Cinayeti Gördüm isimli öykü kitabını da beğeneceksiniz demektir. Blow Up filmi ise, günümüzün dünyası ve önemli sayıda bir kesim için belki çok şey ifade etmeyebilirse de, yine de 1960’larda başlayan özgürleşmenin yansımalarını ve çok iyi çekilmiş bir sanat filmi görmek; ayrıca o dönem için bir filmde ilk olan bazı yenilikleri görmek adına izlenebilecek önemli bir filmdir. Filmin sadece ismine bakarak, bir gerilim veya macera filmi beklentisi taşımak, filmi izlemek isteyecekler için hayal kırıklığı yaratabilir. Kitabın yazarı Cortazar ve filmin yönetmeni Antonioni ile ilgili seçenekler şunlar olabilir. Cortazar’ın Mırıldandığım Öyküler (Can Yayınları) kitabını alıp okuyabilirsiniz. Ya da başyapıtı kabul edilen Seksek (Yapı Kredi Yayınları) romanını okuyabilirsiniz. Ya da Cortazar’ın etkilendiği, yine gerçek ve gerçeküstüyü çok başarılı bir şekilde harmanlayarak eserler veren büyük yazar 968 sayfalık Edgar Allan Poe’nun “Bütün Hikayeleri” (İthaki Yayınları) eserlerini alıp okuyabilirsiniz. Yönetmen Antonioni’nin ödül ve beğeni kazanmış ve iletişimsizlik, yalnızlık üzerine kurulu üçleme filmleri olarak kabul edilen L’Eclisse -1962 (Batan Güneş), L’Avventura -1960 (Macera) ve La Notte-1961 (Gece) ya da Jack Nicholson’un oynadığı The Passenger (Yolcu) uygun seçenekler olabilir.
19
Edebiyattan
Öykü
Uyarlamalar
Başkalarını uzaktan gözetlemekle ve son zamanlarda dünyada ve daha çok ülkemizde popüler bir konu haline gelen gizlice dinlemekle ilgili filmlerden bir seçkiyi sunalım: Yönetmen Brian de Palma’nın Blow Up filminden esinlenerek çektiği bir ses teknisyeninin yaptığı ses kayıtları ile işlenmiş suçlara ilişkin olayları çözümlemesini konu edinen “Blow Out”-1981(Patlama) isimli başarılı gerilim filmini seyredebilirsiniz. Yine Brian De Palma’nın Hitchcockvari bir gerilim filmi olan ve uzaktan birilerini takip etmekle ilgili Body Double-1984 (Sahte Vücutlar) filmini seyredebilirsiniz. Gerçek bir başyapıt olan ve yönetmen Alfred Hitchcock’un tek mekanda geçen filmi Rear Window-1954(Arka Pencere) filmi de çok uygun bir seçenek olacaktır. Filmde, ayağı alçıdaki bir haber fotoğrafçısı ile ona eşlik eden sevgilisi, karşı dairede tanık olunan cinayet kuşkulu bir olayı çözümlemeye çalışıyorlar. Dinlemelerle ilgili olarak, Francis Ford Coppala’nın “The Conversation”-1974(Konuşma) filmi de uygun bir seçenek olabilir. Yönetmen Coppala da Blow Up filminden esinlenerek bu filmi yaptığını belirtmiştir. Filmde bazen devlet, bazen de özel sektör adına dinlemeler yapan ve mesleği bir telekulaklık olan paranoyak bir adamın (Gene Hackman) başından geçenler konu ediniliyor. Yine dinlemelerle ilgili olarak seyretmenizi özellikle tavsiye edeceğim diğer film ise bir Alman filmi olan Das Leben Der Anderen- 2006(Başkalarının Hayatı) filmi. Bu film toplamda 27 farklı ödül almış. Eski Doğu Almanya’da Stasi adlı gizli polis, binlerce kişiyi fişlemiştir. Amaç, başkalarının hayatları hakkında her şeyi bilmektir. Son film olarak, kimi eleştirmenler tarafından yüzyılın dedektiflik öyküsü olarak nitelendirilen All The President’s Men- 1976 (Başkanın Bütün Adamları) filmi de Amerika’da Watergate Skandalı olarak bilinen ve dinlemelerle ortaya çıkan skandalın Beyaz Saray ile bağlantısını, iki gazetecinin araştırmaları aracılığıyla sunuyor. Bu skandalın sonrasında ABD Başkanı Nixon, halkın desteğini kaybederek istifa etmek zorunda kalmıştı. Caner KELER
www.canerinevreni.blogspot.com
20
İLKA 2.Bölüm
Aşk Ve Güller Aynı Suda Yetişir…
SEMİNA Onu ilk görüşüm iki ay öncesine dayanıyordu. Kasabamız küçüktü. Her yeni yüz fark edilecek kadar küçük. Ama kocaman bir şehirde bile yaşasam o dikkatimi çekerdi zaten. O kadar hoştu ki! Bir erkek için kurulabilecek en absürt cümle olacak belki ama, o çok güzeldi. Çikolata rengi teni, o aşk romanlarında okuduğum adamlarınki kadar düzgün bir vücudu ve kıvırcık uzun saçları… Saçlarını arkadan toplardı genelde. Gülümsediğinde yanaklarındaki çukurlar belirginleşir onu sevimli bir çocuk gibi gösterirdi. Elleri incecik, narin ve her daim temizdi. Biliyordum çünkü dükkânın karşısında her belirişinde onu seyretmekten alamıyordum kendimi. Tüm o anların içinde sadece bir kez bana bakarken yakalamıştım onu. Elinde bir meyve sandığı vardı. Kahverengi gözleri kalbimi yerinden söküp alırken mahcup bir edayla gülümsemiştim. Yüzümü al basmıştı. O gün dükkânda görünce elim ayağım birbirine dolanmıştı. Kalbimin atışını kontrol edebilmek için derin derin nefesler almış, o konuşurken dualar etmiştim. Utangaç bir adama benziyordu. Tam artık tanıştık derken kurduğu cümleyle dünya başıma yıkılmıştı. Beğendiği bir kız vardı ve onun için toka almak istiyordu, öyle mi? Yüzümün aldığı rengi saklamak adına depoya gitmiştim. Yanaklarımdan süzülen yaşı silip, ‘’Ne yapalım, kader işte…’’ dedikten sonra kırmızı gül şeklinde bir toka getirmiştim ona. Kasaya gelip parayı ödemek üzereyken bir tane daha istemişti aynı tokadan. Tekrar depoya gidip döndüğümde gitmişti. Tokayla beraber tezgâhın önünde duran zarfa bakakaldım bir süre. Sonra cesaretimi toplayıp zarfı açtım. Sanırım hiç bu kadar mutlu olmamıştım. Zarfın içinde bir not vardı. Şöyle yazıyordu. ‘’Semina, lütfen çekingenliğimi ve seçtiğim yolu bağışla. Senin güzel yüzüne bakarken yapamayacağım yemek teklifini, beyaz bir sayfa ve siyah bir mürekkeple yapma yolunu seçtim. Lütfen tokayı hediyem olarak kabul et. Sende çok hoş duruyor. Benimle bu akşam saat sekizde ‘’Göl Restoran da yemek yemek ister misin? Seni bekliyor olacağım. EZA’’ VOLKAN Derin bir nefes alıp ayna da kendime baktım. İyi görünüyordum. Dalıp gittim birden. Annem geldi odama. ‘’Volkan, benim Arap prensim kızlar senin için birbirlerini öldürecekler.’’ Görüntü yerini yalnızlığıma terk ettiğinde fısıldadım annemin hayaline. ‘’Gerek kalmıyor anne, ben onları öldürüyorum zaten…’’ derin bir nefes alıp restoranda doğru yola koyuldum. Gece güzeldi. Ay gökyüzünde tüm gövdesiyle raks ediyordu. Çocukken dinlediğim masallarda annemin anlattığı gecelere benziyordu bu gece. Ve ben artık iyi kalpli prensesimi bulmuştum. Keşke onu daha önce tanısaydım. Belki bu kadar kire bulanmazdı ellerim! Restoran gölün baktığı bir tepenin hemen üzerindeydi. Yürüyerek göle gitmek buradan biraz zahmetli olabilirdi belki ama burada oturup seyretmek keyifliydi. Hele de romantik bir akşam yemeği için. Kapıdan içeri girdiğimde görevli beni önceden ayırttığım masama götürdü. İçecek bir şey isteyip istemediğimi
21
Öykü
sordu. Limonlu su istedim. Yere kadar uzanan camdan dışarıdaki harika manzarayı seyre daldım. Ay gölün üzerinden yansıyor ve sanki birazdan onun serin sularına kendini bırakacakmış gibi görünüyordu. Ağaçlar da onlara yumuşacık bir yatak olmak için kendilerini hazırlıyorlardı sakin esen rüzgâr eşliğinde. Başımı çevirip saatime baktım. Yarım saat önce gelmiştim. Restoran boş sayılırdı. İçeride yemeklerini bekleyen birkaç çift vardı. Konuşmalar ve yükselmesin diye dikkat edilen kahkahalar duyuyordum. Hayatın akıp gittiğini unutmak üzereydim bu yerde. Her şey öyle sakin, öyle lirikti ki… Garsonun getirdiği suyumu yudumlayarak manzaraya çevirdim kafamı. Beklemek güzeldi. Saat sekizi vurduğunda Semina kapıda belirdi. Uzun kızıl saçlarını topuz yapmış, tokasıyla tutturmuştu. Siyah, kolları tüllü minik bir elbise vardı üzerinde. Omzuna kırmızı bir hırka asmıştı. Yüzünü boyamamıştı. Ayağında yine şirin babetleri vardı. Çok güzeldi. Gülümseyerek karşıladım onu. Yüzünde utangaç bir ifade vardı. Elimi uzatıp minicik elini avucumun içine aldım. ‘’Hoş geldin Semina. Umarım yemek davetimin şekli sana itici gelmemiştir.’’ Yüzü kızardı bir anda. Elini elimden kurtarıp ensesine koydu. ‘’Hoş bulduk. Hayır, itici değildi. Aksine çok hoşuma gitti.’’ Tüm restoran aydınlandı bir anda. ‘’Lütfen, otur.’’ Arkasına geçip onun için sandalyesini masaya ittim. Garson aramızdaki utangaç sessizliği fırsat bilip yanımıza koşturdu. ‘’Hoş geldiniz, efendim. Sizin için bu gece ne yapabiliriz?’’ sıkın bir ifadeyle garsona döndüm. ‘’Özel bir menünüz var mı?’’ diye sordum. Aslında içinden geçen ‘’Koşarak gidip kendini göle at münasebetsiz’’ demekti lakin yapmadım. Kabalık olurdu. Yemek keyifle, kahkahalarla geçti. Hayatınızın büyük bir kısmını yalanla tüketmişseniz gerçeği gördüğünüz anda anlıyordunuz. Sizin yüzdüğünüz yalan denizinin balçığına benzemiyordu suları. O kadar ferahtı ki alışkın olmayan yanınız önce inkâr ediyor sonra sıcaklığına alışıp kendini o denizin billur sularına bırakıyordu. Bende öyle yaptım. Semina bana kendi küçük dünyasını anlattıkça ben kendimi onun sularına bıraktım. Gülümsedim. Kahkahalar attım. Onu da güldürdüm bu halimle. Yemek bitip de restorandan ayrıldığımızda onu evine bıraktım. Yanağıma kondurduğu minicik öpücüğün onun yüzündeki ala dönüşmesini seyrettim. İçimde çok derinlere gömülü masumiyet uyanmaya başlamıştı galiba. Bunu hem korkuyla hem de heyecanla karşıladım. Semina ile hayatımı temize çekecektim. Eve varıp da uykunun kollarına sığındığımda gülümsüyordum lakin yaptıklarınız sizi en zayıf olduğunuz anda yakalayıp hesap sorardı. Kâbusum ne garip ki yaptıklarımın yeniden gösterimiydi. Beyaz, zamanın ve mekânın olmadığı bir yerde duruyordum. Hiçbir şey yoktu etrafta. Yalnızca bir ayna vardı. Tedirgin adımlarımla aynaya yaklaşıp, görünmeyen bir koltuğa oturdum. Siyahlar içindeki yüzüm karşıladı beni. Sonra yüzüm sakince dalgalar halinde kaybolup ilk cinayetimin resmi döküldü aynaya. Kızıl saçlı, bol makyajlı bir yağında hala çizi topuk ucuz ayakkabısı olan bir kadın vardı. Onu hatırlamıştım. Saçlarına yapışan elim ıssız dağ yolunda onu sürüklüyordu. Eldivenler vardı elimde. Kırmızı renkli bir çift deri eldiven… Denizi gören uçuruma vardığımda saçlarını elimden kum gibi aktı. Kafasının yere çarparken çıkardığı ses çınladı kulaklarımda. Başımı yere eğip yüzüne baktım. Ben kana bulanmış yüzü süzerken gözleri bir anda açıldı. Dudaklarından akan kanla konuştu ceset; ‘’Onun masum olduğunu mu sanıyorsun? Her kadın biraz karanlıktır Volkan hala öğrenemedin mi? Göreceksin! Yaptıkların seni temizlemeyecek!’’ ardından attığı şuh kahkaha tüm vücudumun tiksintiyle sarsılmasına sebep oldu. Saçlarını ellerime doladığım gibi onu uçurumdan aşağı bıraktım. Kırılan kemiklerinin sesini dinlerken başımı göğe kaldırıp haykırdım.‘’Yanılıyorsun kadın. Ben temizleneceğim.’’ Ayna tekrar yansımamı gösterdiğinde koyu tenim bembeyazdı. Tıpkı olduğum yer misali… Tekrar aynadaki yansımamı gördüğümde gözlerim kızıldı. Yanıyordu gözbebeklerim. Yaptığımın yanlış olmadığını söylüyordu çapılan dudaklarım. Histerik bir kahkaha peyda oluyordu yüzümde. Ellerimi
22
23
Çizgi Roman
Öykü
İnceleme
görünmeyen beyazlığın içine daldırıp sertçe kavradım havayı. Aynaya çevirdim dikkatimi. Bu kez yansıyan bir bahçeydi. Beyaz zambakların ekili olduğu bir bahçe… Kahverengi havalandırılmaya bırakılmış toprak belirgin aralıklarla ekilen zambakları besliyordu koynunda. Gri mor karışımı atmosfer beni içine çekiyordu. Korku yoktu. Olmam gereken yer burasıymış hissi yaygındı damarlarımda. Tırnaklarımın arasına dolan toprağa baktım bir süre. Sonra kafamı aşağı eğip yüzü kana bulanmış kızıl saçlı kadına verdim dikkatimi. Yeşil gözleri açıktı hala. Donuk bakışları sanki yalvarıyordu daha fazlası için. Kadının yanında duran zambak fidesi bembeyaz salınıyordu yapraklarıyla. Açık bir mezar vardı ileride. Kadını saçlarından tutup oraya kadar sürükledim. Sonra etrafa yığılmış toprağı alıp yavaşça çukura dökmeye başladım. Alt gövdeyi gömdüm önce. Sonra çukura girip yerdeki mermer parçasını kadının başı yatay şekilde yukarı gelecek pozisyonda yerleştirdim. Sanki yumuşacık bir yastığın üstünde uyumaya hazırlanıyordu. Baş tarafına geçip boyası hala yerinde olan dudaklarını kavrayıp ağzını araladım. Zambak fidesini toprağıyla beraber ağzın içinde ekip yüzünü örttüm.’’ İşte benim zambak tarlam, masum ve bereketli…’’ diye fısıldadım. Derin bir nefes beni aynama döndürdü. Yüzümü görmek için başımı kaldırdığımda kurumuş bir tarlayı andırıyordu yüzüm. Çatlayan parçalar ellerime döküldü. Kan ter içinde uyandım. Nefesimi dengeleyip ağlama nöbetimi bastırmam sabahı bulmuştu. Koşarak kendimi soğuk suyun altına attım. İlk kez pişmanlık duyuyordum iliklerimde. Onları temizlemiştim belki ama kendim onların kanlarıyla kirlenmiştim. Gözlerimi kapayıp soğuk duvara verdim sırtımı. Semina benim kurtuluşum olacaktı, olmalıydı. Daha fazla temizlik yoktu. Artık kendimi temizleyecektim. SEMİNA Eza, hayatım boyunca beklediğim aşktı. Çocukluğumdan beri hayalini kurduğum kurtuluş umudumdu. Küçük bir kasabada yaşıyorsanız sizin tek hayaliniz huzurlu bir evlilik ve iyi kötü para kazanabileceğiniz bir iştir. Ama ben hiçbir zaman bunu hayal etmemiştim. Ben beni bu kasabanın dar koridorlarından çekip çıkaracak, bana aşkı verecek ve bilmediğim o diyarları aşkla gösterecek bir adamdı. Benim kahramanım olacak bir prens… Ve şimdi anlıyordum ki Eza o prensti. Yemek, tüm o neşe dolu anlar ve beni evime bırakırken kapıda dudağımın kenarına kondurduğu o minicik öpücük. O öpücük ki beni iliklerime kadar titretmişti. Tıpkı okuduğum o aşk romanları gibiydi. Yatağıma yattığımda hayallere dalmıştım. Gece boyunca yatağımda dönüp durdum heyecanla. Acaba diyordum yarın neler olacak? Sonra derin bir nefes alıp pencereye baktım gecenin laciverti göğü bulamıştı. Lambanın altındaki karaltı dikkatimi çekti o anda. Gölge bir adama benziyordu. Eza dayanamayıp geri mi gelmişti? Pencereyi açıp lambayı daha iyi görebilmek için eğildim. Utanmıştı belki de kapımı çalmaya. Evet, o gölge bir adama aitti. Daha da eğilip bağırdım. ‘’Eza, sen misin?’’ Gölge kımıldandı sesimi duyunca. Gülümseyerek camı kapattım. Bir heves hırkamı sırtıma geçirip dışarı fırladım. Fakat gölge gitmişti. Onu utandırmış mıydım acaba? Yazan: Melahat Yılmaz ÖZBERK
24
Illüstrasyon: Gülhan D SEVİNÇ
Bir Rüya “Uçma Sanatı” Bir İspanya İç Savaşı Hikayesi “…XX. yüzyılın güçlü bir tarihsel anlatısı ve hepimizin karşı karşıya geldiği insanlıkdışı koşulları temsil eden bir tasviri.Eser beklenmedik ve şaşırtıcı düzeyde türünün ifade etme kapasitesini bir adım daha öteye taşıyor ve rüştünü kabul ettiren bir anlatı olarak çizgi romanın olgunlaşmasında bir dönüm noktası halini alıyor…” diye yazıyor kitabın arka kapağında Antonio Martin
Martinez, edebiyatın,tarihin,felsefenin,otobiyografinin, şiirin,aşkın ve hayallerin ve hayal kırıklıklarının aynı çizgi romanda yer alması karşısında. Bütün sıcaklığıyla bir insanın hayatını izliyoruz.değer yargılarının nasıl olgunlaştığını ve İspanyol İç Savaşı’nı yaşayan bir toplumdan bazı insanları tanıyoruz… Bir “İspanya İç Savaşı Hikayesi” değil öncelikle bu kitap.”Çağdaş insanın hikayesi” diyebiliriz ama edebi açıdan o da değil.Bir rüyanın hikayesi ya da bir “yalan”ın.Yalan değil tabii bildiğimiz anlamda; doksan yaşındaki teyzem, ev içinde gezebiliyordu ancak, arada bir uğrardım, ”oğlum unutma, hayat bir yalan” derdi üstüne basa basa.O anlamda yalan.Bir de en baştan uyarıyor bizi yazar,babasının hikayesini kendi bakış açısıyla anlatıyor,yaşamış gibi okuyoruz,izliyoruz ki o da yalan!..Yalan olmayan kitabın dört bölümden oluşuyor olması.her bölüm hayatının ya da hayallerinin birer aşaması. İspanya’nın bir köyünde başlıyor çocukluğu Antonio’nun, tekdüze, sıkıcı,eziyetli; ispanyol kültürünü de hemen tanımaya başlıyoruz,köylü kız ve erkek çocuklarının ilişkilerinde, ekonomik ilişkilerde. Özgürlüğünü kazanma çabaları,ilk gençlik dönemi, ilk aşk, ilk hayaller,ilk hayal kırıklıkları 2.kata gelmeden yaşanıyor.
25
Çizgi Roman
Öykü
İnceleme
Antonio’nun hayatının anlamı olan şehir kültürüyle tanışması,burada varolma çabaları ve savaş,iç savaş…Belki savaşla varolmuş savaşla bitmiş bir insan diyebiliriz antonio’ya ya da idealleri gerçekleşmemiş,farklı bir gerçeklikle karşılaşmış. Böylece 1.kata inmiş oluyoruz. Zemin kata az kaldı, son umutlar,çırpınışlar.İdealler,felsefeler,yaşam biçimleri çarpışıyor, adalet var mı,yaşam daha basitçe sürdürülemez mi,mümkün mü insanın özgürce,”kendi gibi” yaşayabilmesi gibi sorulara son defa cevaplar aranıyor… Son ana kadar umut ve umutsuzluk yan yana,en kötü anlarda umut hep var fakat bir an sonra da kayboluyor ne yazık ki. Sonuçta bu kitabı yazan Antonio’nun oğlu olduğuna göre umut her zaman vardır diyelim ve bitirelim… Ahmet Cemil HAZMAN
Rüya Avcısı (Ressam Bedenler) Merhaba. Benim adım Rüya Avcısı. Daha önce tanışmıştık. Kendimi bırakıp insanların rüyalarında dolaşıyorum. Şahıslar umurumda değil, ben onların hayalleriyle besleniyor, karanlık dünyalarında nefes alıyorum ve iştahıma uygun olanı yutup, aklımda sindiriyorum. Şimdi algılarımı temizleyip, kim bilir kimlerin rüyalarını yaşayacağım? Merhaba, içeri girebilir miyim? İnsanlar bilmedikleri bir hayatta daha yaşarlar. Bilmezler ama kırıntılarıyla mükâfatlandırılırlar. Eğer rüyalar âlemini benim yaşadığım gibi görebilseydiniz, gerçek zannettiğiniz hayatın aslında kocaman bir yalandan ibaret olduğunu anlardınız zzzzzz. Hak ettiğiniz hayatın aslında rüya diye adlandırdığınız âlemde yaşandığını, bu yaşantınızda anlayamayacaksınız. Siz sadece aklınızın yettiği kadarıyla yetinmek zorunda kalacaksınız. Eğer rüyaları benim gibi görebilseydiniz, muhakkak aklınızı kaybederdiniz. Şşşşş gerçek zannettiğiniz hayatta sadece bir ömür yaşarsınız ama rüyalarda binlerce ömrü istediğiniz an, istediğiniz uzunlukta ve istediğiniz şekilde yaşama lüksüne sahipsiniz. Ağır mı geldi? Tahmin ettim. Boş verin ve beni izlemeyi sürdürün. Ben sizin için zaten rüyalarınızı ziyaret ediyor ve size onlardan bir kırıntı sunuyorum. Şimdi kendimi bırakıp, tüm tecrübemle size enfes bir av sunacağım. Ben beslenirken siz beni seyredecek ve gerçekliğini aklınızın almayacağı bir dünyadan, bir damla hissedeceksiniz. Uuuuuu işte avımın kokusu burnuma ulaştı. Hasta bir kadın görüyorum, insanlar etrafına toplanmışlar ve ağlıyorlar. Kadın yüz yaşındaymış gibi çökmüş. Gözlerini açıyor ve elini gençten bir adama uzatıyor. Adam hızla annesi olacak kadının yanın geliyor ve kulağını ona eğiyor. Bir süre kadının yaşlı ve hastalıklı sesini dinliyor. Annesi sessizce oğlunun kulağına, “canım çıkmıyor, bana yardımcı ol,” diyor. Oğlu şaşkınlıkla başını kaldırıyor. Yüzüne acı bir şefkat çöküyor. Diğerleri ne olduğunu soruyor ama o cevap vermiyor. Ne yapması gerektiğini bildiği halde, bunu nasıl yapacağını düşünecek zaman arıyor. Oğul ayağa kalkıyor ve anasına dönüyor. Yaşlı kadın yalvaran gözlerle ona bakıyor. Odada nefes alan tüm mahlûklar ne olduğunu, kadının ne istediğini, aç bir merakla soruyorlar. Rrrrrr. Oğul aldırmıyor ve odadan kararlı bir şekilde çıkıyor.
26
27
Öykü
Size söylemek istediğim tam bu işte. Rüyaların, gerçek zannedilen hayattan daha engin olduğunu söylüyorum. Ama ben ne kadar uğraşsam da, bunu anlamak istemeniz gerek. Ağlaşan kadınları anlamıyorum. Yaşlı kadın ölmemiş ki, ölmemiş bir kadının yanında böyle ağlayanlar, o ölürse nasıl ağlarlar düşünemiyorum. Yaşlı kadının bitkin oğlu bir süre sonra, büyük bir boy aynasıyla giriyor içeriye. Ooooo ilginç bir rampa tırmanıyor rüya. Ne olacağını bilmemek en az rüya sahibi kadar beni de cezp ediyor. Yaşlı kadının etrafında vızıldayan kalabalık, bir anda merakla uğuldanıyorlar. Bir boy aynası kimseye mantıklı gelmiyor. Sanki bu diyar mantığı kaldırabilirmiş gibi. Mantık safsatası sadece insanoğlunun yaşadığı yalan dünyanın bir zamkıdır. Mantık zavallı beyinlerin dizginidir. Rüyalar âleminde buna hiç ihtiyaç yoktur. Mmmmm burada sadece arzular ve hayal gücü vardır. Burada sadece yaşanabilirlik özgürce sunulur insana. Bu gece size çok fazla şey açıklıyorum. Umarım kimsenin akli dengesiyle oynamam. Boy aynasını yaşlı anasının yanına koyan adam, hızla odadan tekrar çıkıyor. Uzunca bir süre sonra genç adam, elinde tuval ve yağlı boya takımlarıyla içeri giriyor. Bütün malzemeyi yaşlı kadının yatağının yanına getiriyor. Ben bu rüyanın enfes olacağını söylemiş miydim? Kadın aynayı oğluna tutturuyor ve karşısına geçerek kendi resmini çiziyor. Oooooo. Gençlik resmi, ardından orta yaşlılık resmi ve sonunda yaşlılık resmi. Kadının yüzü gülüyor. Adam aynayı annesinin yanından alıyor ve odadaki başka bir kadına çeviriyor. Annesi önündeki tuvale o kadının resmini çiziyor. Rrrrrr resmi biten kadın yere yığılıp ölüyor. Adam aynayı bu sefer odadaki yaşlı bir adama çeviriyor. Annesi bu sefer önündeki tuvale o adamın resmini çiziyor ve adam da ölüyor. Devam. Odada çok fazla vızıldayan insan var. Yaşlı kadının oğlu boy aynasını odadaki tüm bedenlerin üzerine çeviriyor ve annesi bu bedenleri boyuyor. Sadece rüyalar âleminde olacak bir arzu yerine geliyor. Ölüm, karaktersiz bir sonla karşılaşmıyor. Yaşlı kadın oğlunu yanına çağırıyor “canımın çıkması için son bir beden resmetmem gerek bunu biliyorsun” diyor. Oğlu boynunu saygıyla eğiyor ve boy aynasını kendine çeviriyor. Bir anne, oğlunun sonu için, ömrünün en iyi renklerini kullanıyor. Sırf, canının çıkması için. Aaaaaa. Bu nasıl bir yaşanmışlık, bu nasıl bir rüya? Ben bile her gece bunlardan yaşadığım halde, hala bu enginliğe şaşırıyorsam, gerisini siz düşünün. Mantıktan arınmış bir yaşam için, bir başka gece görüşmek üzere. Daha fazla uzatmayacağım, çünkü sindirmem gereken bir lezzet var. Ben şimdi gidiyorum. Siz de gidin ve rüyalar görün. Ne görmeye çalıştığınıza karar vermeyin, ne görmeniz gerektiğinize bilinçaltınız karar versin. Ben böylesini daha çok severim. Ben sadece onları ziyaret ederim. Benim adım Rüya Avcısı, daha önce karşılaşmıştık. Yazan: Erol ÇELİK
28
29
Illüstrasyon: ilker YATI
Film Kritik
Film Kritik
Hobbit ve Yolculuk
Hobbit: Beklenmeyen Yolculuk, 14 Aralık tarihinde vizyona girdi ve bir anda tüm dünya fantastik bir havaya büründü. Ben genel olarak o havada yaşadığım için çok etkilenmedim doğrusu ancak sadece global olaylarda fantastik kurguya merak salanları oldukça etkiledi bu hava. Kalın giyinip üşütmemek lazım yoksa kendinizi farklı diyarlarda bulursunuz. Filmi ilk gün izledim. IMAX izleme fırsatım olmadı. RealD olarak izlediğim film için açıkça söyleyeceğim bir şey var, 3 boyut olayı rahatsız etmedi değil doğrusu. Ekranın neresine bakarsanız orası net, çevre biraz daha bulanık oluyor. Bunu sadece Hobbit için değil pek çok film için söyleyebilirim. Bu nedenle hareketli sahnelerde bazen karakterleri seçmek güç oldu. IMAX bir sistemde izlemiş olanlar da aynı sorunu yaşadı mı bilemedim ancak RealD sinemada bu sıkıntıyı birebir yaşadım. Fakat manzaralar harikuladeydi. Film, sadece Hobbit kitabının filmi değil. Aynı zamanda bir Yüzüklerin Efendisi ön filmi olmuş. Bilbo Baggins’in Yüzüklerin Efendisi filminin başlangıcındaki doğum günü kutlamasının hemen öncesinde başlıyor. Bu sayede Frodo’yu da görme fırsatı buluyoruz. Sonrasında da 60 yıl öncesine geri dönerek Hobbit kitabında bahsedilen hikayeye dönüyoruz. Gandalf’ın Bilbo’yu ziyareti; ve hemen sonrasında 13 cücenin eve doluşmasıyla macera yavaş yavaş başlıyor. Hikayelerini anlatan cüceler, Bilbo’yu da bir şekilde ikna ederek maceraya genç hobbiti de dahil ediyorlar. Kitabı okumuş olanlar filmde bazı farklılıklarla
30
karşılaşabilirler. Mesela kitapta adı doğru düzgün geçmeyen Boz Büyücü Radagast, filmde önemli bir rol oynuyor. Hatta eminim ki sonrasında Radagast’ın ismini daha sık duyacağız. Filmdeki bir diğer farklılık da, kitapta sadece üç kez adı geçen Ölümbüyücüsü (Necromancer) karakterini önemli bir şekilde lanse etmeleri. Ancak bu farklılıklar, yukarıda bahsettiğim gibi, Hobbit filmini Yüzüklerin Efendisi serisine iyice bağlamak için yapılmış değişiklikler tabii ki. (Spoiler vermemek adına yazmıyorum ancak Frpnet sitesinde “Hobbit ve Ölümbüyücüsü” başlığı altında bir inceleme mevcut) Filmde sıkça gördüğümüz ve adını duyduğumuz Azog da kitapta bahsi geçen ancak çok üzerinde durulmayan bir karakter. Filmde ise önemli karakterlerden biri olarak karşımıza çıkıyor. Normalde Hobbit kitabında, macera boyunca süregelen bir kötülük veya kötü adam yok. Macera, bir yol hikayesi olduğundan sürekli farklı olaylar ile karşılaşılıyor. Filmde ise tüm kurguyu ana bir kötülük üzerine oturtmaya çalışıyorlar gördüğüm kadarıyla. Yani Azog ve Ölümbüyücüsü, tüm filmler boyunca karşımıza çıkacak gibi duruyor. Bu durumlar ne kadar kitaptan farklı olsa da üç filmin sonunda böyle yaptıkları için mutlu olacağız, benden söylemesi. Filmin trailerı yayınlandığı ilk günden beri beni rahatsız eden tek şey cüceler oldu. FRP ve fantastik kurguya başladığım ilk yıllardan bu yana hep cücelere farklı bir sempatim oldu ve en sevdiğim ırk oldular. Bu nedenle cücelerin her şeyine (anatomi, davranış, yaşayış vs.) çok hakim biriyim. Filmde gördüğümüz ana karakterlerden Thorin Meşekalkan, resmen Aragorn’un yokluğunda genç kızları etkileyecek yakışıklı karakter görevini üstlenmiş. Cüce anatomisine aykırı bir biçimde ve bir insana göre bile yakışıklı sayılabilecek bir görselliğe sahip olmuş. Bu da Thorin’in bir cüce gibi değil insan gibi görünmesine yol açmış. Ne tombik yanakları, ne kısa ve güdük gövdesi var. Ayrıca Kili karakteri de sevimli bir insan gibi görünüyor. Sadece kirli sakallara sahip bir cüce hayal bile etmemiştim. Maalesef Kili karakteri ile sakalları olmayan cüce de görmüş olduk. Filmdeki pek çok sahnede, illüstrasyonları ile Tolkien’in pek çok kitabına görsel sağlamış usta çizer John Howe’un çizimlerine rastlamak mümkün. Tabii ki arkaplanda John Howe resimleri yok. Sadece John Howe’un çizdiği resim karelerini film karesi olarak görmek hayli güzel olmuş. Bilbo ve Gandalf’ın evin bahçesinde konuşmaları, Yalnız Dağ görüntüsü gibi pek çok karede John Howe’un çizimlerini birebir yansıtmışlar. Bu da keyifli bir enstantane olmuş. Film, Yüzüklerin Efendisi’ne göre daha eğlenceli bir film olmuş. Sonuçta Hobbit kitabının, 1937 yılında, Tolkien’in çocuklarına anlattığı bir çocuk hikayesinden yola çıkarak yazıldığı düşünüldüğünde böyle olması da normal görünüyor. Ayrıca Tolkien, bu kitabı yazarken aklında Yüzüklerin Efendisi gibi bir seri yazma düşüncesi de yoktu. Bu nedenle kitaplar birbirine tam anlamıyla geçişli bir şekilde bağlanmıyor. Filmde Peter Jackson, bu bağlamayı yapacak gibi duruyor. Dolu dolu bir 3 saat geçireceğiniz muhteşem bir film olmuş. Pişman olmayacağınızı düşünüyorum. Fantastik kurguya yön vermiş bu önemli eseri beyazperdede görmek her fantastik severi mutlu eder. Kaçırmayın, izleyin, izletin! Kayra Keri KÜPÇÜ www.Frpnet.net www.KayraKeriKupcu.com
31
Yazarın
Yazarın
Kaleminden
Kaleminden
“Çizgilerin Gücü Adına”
Güç elinizin altında, kütüphane’nizin baş köşesinde artık. Türkiye de ilk tv yayınları başladığında henüz küçük bir çocuktum. O yıllardaki tv yayınları hafta içi akşam saat altı da, hafta sonları ise sabah saat 10’da başlardı Açılışlarda mutlaka çizgi filmler olurdu,ders kitaplarını, ödev defterlerini bir kenara bırakıp hemen tv nin başına kurulur, büyük bir keyifle o dönemin çizgi filimlerini seyrederdik. Çizgi romanlarını siyah beyaz okuduğum Red Kit’in Belçika yapımı ilk uzun metrajlı filmini,bir Pazar sabahı siyah beyaz da olsa seyretmiştim. Hemen ardından haftalık Doğan Kardeş dergisinde Ret Kit’in o çizgi filminin nasıl yapıldığına dair bir röportaj okumuştum. Böylelikle çizgi roman sayfalarında büyük bir keyifle okuduğum çizgilerin, kafamda her daim büyük bir soru işareti oluşturan” lan nasıl oluyorda oluyor, atlayıp, zıplıyor bu çizgiler” sorusunun yanıtını almıştım nihayet. Gel zaman git zaman çizgi çizmeye başlar olduk, gün geldi yine çizgilerine müthiş hayran olduğum Ali Murat Erkorkmaz ile tanıştım ve bende çizgi film yapar oldum.Ve anladımki çizgi film yapması zor ama seyretmesi çok keyifli bir uğraşmış. Taa çocukluğumda başlayan çizgi film seyretme keyfi bu günde devam ediyor, “ulan koca herif oldun hala mı çizgi film seyrediyorsun” diyenlere inat, hemde ölünceye kadarda devam edecek… O kadar çok çizgi film seytremişimki bir çoğunu unutmuşum. Geçenlerde sevgili kardeşim Kayra “Keri” Küpçü “Çizgilerin Gücü Adına” kitabını imzalayıp göndermiş bana. Çizgi film adına çok önemli bir çalışma olmuş.Türkiye’de bu güne kadar tv ekranlarında yer alan bütün çizgi filmleri anımsatmış bizlere. Dile kolay tam 432 çizgi film, konusu, karakterleri, hangi yıllarda yayınlandığına kadar kısa özetleriyle müthiş bir çalışma olmuş. Heidi, He-Man, Nils ve Uçan Kaz, Jetgiller, Road Runner ve bir çok çizgi film kahramanı. Unuttuğum bir sürü karakter olmuş ama bu kitapta onlarıda tekrar anımsayıp çocukluk günlerime geri döndüm “Çizgilerin Gücü Adına” kitabı sayesinde. Öncelikle çizgi film konusunda kaynak kitap özelliği nin yanı sıra,güzel bir nostalji kitabı olmuş,sizde geçmişte seyretmekten keyif aldığınız çizgi film kahramanlarını anımsayıp çocukluk günlerinize geri dönebilirsiniz. Kayra “Keri” Küpçü kardeşimi böylesine kapsamlı ve hazırlanması için büyük sabır gerektiren bu değerli çalışması için kutlarım. “Çizgilerin Gücü Adına”, güç elinizin altında, kütüphane nizin baş köşesinde artık. Teşekkürler Kayra. Mehmet Kaan SEVİNÇ
32
Çizgilerin Gücü Adına Kitap Yazmak!
Merhaba arkadaşlar, Geçtiğimiz ay, yeni çıkan kitabımın koşturmacası nedeniyle yazmaya fırsat bulamadım ancak bu yeni yılda, bu yepyeni sayıda sizlerden daha fazla ayrı kalamazdım. Şu anda bu satırları okuyorsanız muhtemelen 21 Aralık’ta kıyamet kopmamıştır. Veya zihinsel bir aydınlanma içinde de okuyor olabilirsiniz. Fotonlar da hareket halindedir ve her şey yolundadır. Bu da Mayalar’a kapak olsun! Tüm milletin aklını başından aldılar yahu. Yazmış olduğum “Çizgilerin Gücü Adına” isimli çizgi film kitabı piyasaya çıkalı bir ay oldu. Bu süre zarfında istisnasız herkesten çok olumlu tepkiler aldım. Genel düşünce, “Çocukluğuma döndüm”, “Unuttuğum bir sürü çizgi filmi hatırladım”, “Nasıl da unutmuşuz, ne güzel günlermiş” şeklindeydi. Ancak en çok aldığım sorulardan biri de, “Bu kadar çizgi filmi nasıl hatırlıyorsun? Nasıl yazdın bu kitabı?” oldu. Ben de bu soruya yanıt vermek istedim. Öncelikle biraz çocukluğuma inelim. Hemen hemen doğduğumdan beri çizgi filmlere aşık biri olarak büyüdüm. Daha ekmeğe pepe derken (Pepee değil) başladım çizgi film izlemeye. O zamanlar tek kanallı dönemlerdi ve TRT’de (TV1) verilen tüm çizgi filmleri izlerdim. Çocukken de erken kalkmayı seven biriydim ve ilk öğrendiğim şeylerden biri televizyonu açmak ve o dönemde meşhur olan video oynatıcımızı açmaktı. Henüz Raksotek marka video kasetler çıkmamıştı, o nedenle televizyondan video kasede kaydetmiştik çizgi filmleri. Hatta annem ve babam çalışan insanlar olduğu için, sabah onları uyandırmayayım diye annem
33
Yazarın
Yazarın
Kaleminden
Kaleminden
özellikle yapmıştı bu hamleyi. Çünkü o dönemlerde haftasonu televizyon yayını sabah 8 civarında başlıyordu. Ben de 6’da kalkıp 8’e kadar kafayı yemeyeyim diye video kasetten izlemeye başlıyordum çizgi filmleri. O zamanki birkaç video kasedimde Disney Klasikleri ve Voltron çok net hatırladıklarım. Okul yıllarına geldiğimde özel kanallar da açılmaya başladı. Hiç unutmuyorum, Star TV’de (O zamanlar Magic Box ve Interstar gibi isimleri vardı) sabahın köründe başlardı çizgi filmler. Sabahın körü dediysem saat 5 gibi başlıyordu çizgi film yayını. Fantastik Dörtlü, Hulk, Örümcek Adam gibi çizgi filmler vardı ve ben hiçbirini kaçırmamak için zaman zaman 3’te kalkıp babamdan azar işittiğimi bile hatırlarım ama yine de yatağa dönüp yatmazdım. Bir kere uyandıktan sonra tekrar uyuyamama alışkanlığım bundan dolayı olabilir. Okuldan çıkışta anneannem beni okuldan alırdı ve anneanneme giderdim. Akşam üzeri saat 4 gibi anneannemin dizileri ile çakıştığı için çokça çizgi film kavgası yapmışızdır ancak sonunda çareyi ikinci bir televizyonda bulmuştuk. Anneannem de sağolsun pek çok kez dizilerini, ben çizgi filmleri düzgün izleyebileyim diye kısık sesle izlerdi. O zamanlarda da Bugs Bunny, Woody Woodpecker ve Taş Devri aklımda iyice kalanlar. Yaz döneminde ise değmeyin keyfime. Sabahtan akşama kadar çizgi film izlerdim. Hatta o dönemlerde Raksotek kasetler de piyasaya çıkmıştı. Elimde ise Afacan Ayılar ve Bravestarr video kasetleri vardı. Bravestarr’ı çok severdim. Belki de onun yüzünden hâlâ steampunk ve post-apocalyptic konseptine aşığımdır. Gel zaman git zaman, ben bu çizgi filmleri herkese anlatır oldum ancak pek çok kişi pek azını hatırlıyordu ama ne hikmetse ben hiçbirini unutmamıştım. Hemen hemen her çizgi filmi izlemiştim ve hepsini de en ince detaylarına kadar hatırlıyordum. Yaşımız iyice geçince, 80 çocukları biraraya geldiğimizde konu dönüp dolaşıp, “Yahu şu çizgi film de vardı. Bir de şöyle bir şey vardı, hatırlıyor musunuz?” sohbetlerine gelir oldu. Ama bu konuşmalarda da herkesin hatırladığı belli başlı çizgi filmler oldu hep. Durum böyle olunca ben de bu kitabı yazmaya karar verdim. Madem bu kadar çok çizgi film izledim ve hepsini hatırlıyorum; madem halen çizgi filmleri sevip insanlarla konuşuyorum; o zaman bunu yapmalıyım diye düşündüm.
Fikir, ilk olarak Ekim 2010’da aklıma geldi ve araştırma sürecine giriştim. İlk etapta 250 civarında çizgi film ismi buldum. Aralık 2010’da askere gitmem sonrasında önce 5 ay, akabinde de iş-güç derken araya toplamda bir buçuk senelik bir ara girdi. Haziran 2012’de işten ayrılmamın ardından eşimin ve dostlarımın “Hadi yazsana artık!” baskılarından sonra tekrardan başladım araştırmaya ve yazmaya. Kütüphanelerde, eski gazetelerdeki televizyon programlarını ve eski zamanlarda çıkan haftalık televizyon programı dergilerini araştırmaya başladım. Bu süre zarfında, önceden hatırlayamadığım ama görünce “Aaaa bu da vardı,” dediğim pek çok çizgi film de çıktı karşıma. Bu sayede 400’den fazla çizgi film oluşmuş oldu indekste. Yavaş yavaş indeks genişlerken bir yandan da içerik dolmaya başladı. A’dan Z’ye tüm çizgi filmler kitapta detaylıca yer aldılar. Her çizgi filmin konusundan önemli karakterlerine kadar değinmeye çalıştım. Ayrıca çizgi filmlerin orijinal yayın tarihleri ve bölümlerinden, ülkemizdeki yayın tarihlerine kadar da kitapta yer verdim. Son dakikada bile listeye giren çizgi filmler çıktı arkadaşlarımla konuştukça veya hatırladıkça. Bu sürede de ülkemizin önemli çizer ve illüstratörleri kitap için birbirinden etkileyici ve kendilerine has çizgiler ile sevdikleri çizgi filmleri çizdiler. Toplamda 250 saate yakın bir çalışmanın eseri olarak da “ÇİZGİLERİN GÜCÜ ADINA” isimli kitap çıktı. 80’li yılların çocukları, 90’lı yılların çocukları ve gençleri bu kitap sayesinde eski güzel günlere geri dönebilecekler. Unuttukları çizgileri ve hatıraları bu kitap sayesinde yeniden yaşayabilecekler. Benim fantastik maceralara girmemde en önemli etken olan, fantastik yolculuğumda bana yol gösteren bir başlangıç olan çizgi filmleri bu kitapta sizlere anımsatmaya çalıştım. Umarım sizin de yolculuğunuzda size eşlik ederler. İyi okumalar dilerim. Çocukluğunuza dönmeye hazır olun! Kitapla ilgili detaylı bilgilere http://www.cizgileringucuadina.com adresinden ulaşabilirsiniz.
34
35
Kayra Keri KÜPÇÜ www.frpnet.net www.KayraKeriKupcu.com
36
37
38
39
Kitaplık
Öykü
2012’de
Sadık YEMNİ’den 7 Kitap Geçen yılın(2012) ilk kitabı ocak ayında çıkan Kuşadası’ndan Sevgilerle adlı bir polisiyeydi. Bunu Mayıs ayında dördüncü Sarp Sapmaz romanım olan Ağrıyan takip etti. Yazın Bilim Kurgu – Fantastik filmleri merkezli denemelerim Korkulobin adıyla kitaplaştı. Bunu kadın merkezli öykü kitabım Arafor takip etti. Sonbaharda Zaman Tozları dizisinin ikinci kitabı olan Gizemli Evren arzı endam etti. Kasım başında 2009’dan bu yana Gölge e-Dergisi için yazdığım Tuhaf Ötesi öykülerin de yer aldığı Sınav Hortlağı ve 7. olarak da Zihin İşgalcileri romanım çıktı. Maya tavkimi kehanetinin fos çıktığı 2012 yılında 7 kitapla kendime has bir rekor kırmış oldum. Yeni bir rekor için bir sonraki kehanet yılına kadar bekleyeceğiz çaresiz. 2012 - Kitap listesi Çizmeli Kedi Yayınları Kuşadası'ndan Sevgilerle (dedektif ) Gizemli Evren (BK) Sınav Hortlağı (BK-paranormal) öyküler. Zihin İşgalcileri (BK-Fantastik) İthaki yayınları Ağrıyan (BK-Fantastik)
öykü)
Kafe Kitap Yayınları Arafor - (Dünyada ilk- kadın merkezli BK-Fantastik 15 Korkulobin - Film temalı denemeler. (BK-Fantastik)
Kitapların bazıları için eleştiri yazıları: http://www.yesilgazete.org/blog/2012/12/15/agriyanagri%E2%80%99yan-agriyan-yan-ozlem-can-gungor/ http://www.haberler.com/kusadasi-ndan-sevgilerleromani-tanitildi-3547160-haberi/
40
Perili Hamam Babamın amcasının vefatının ardından tüm aile bizim evde toplanmıştı. Dedemle aralarında çok önceden vuku bulan bir anlaşmazlık sonucunda akrabalarımız ve biz Trakya kırsalının dört bir yanına dağılmış, kimimiz köylere, kimimiz gelin aldığı kasabalara yerleşmiş, bir kaçımız şehirlere göç etmişti. Ailenin büyük bir kısmı mal kavgasından ötürü birbirine küskün, her biri kocalarının kumarda, karıda yediği paraların akıbetini paragöz akrabalarına bağlayan, her toplanmada kavganın gürültünün eksik olmadığı bir aileydik. Babasından kalan malları kardeşinin iç ettiğini söyleyen dedem sağken, büyük amcamla haliyle kimsenin görüşmesine izin vermezdi ama en fazla mal mülk de onda olduğu için mirasçısı olabilmek adına gizliden gizliye büyük amcama ziyaretlerimizi sürdürürdük. Dedem vefat edince büyük amcama yapılan ziyaretlerin, toplu yemeklerin sayısı da haliyle artmıştı. Her birimiz üzerime düşecek mal payından, gelecek paralardan bahsediyor, babamlar onlara kalan arazilerin üzerine dikilecek sitelerden gelecek paraların hayalini kuruyordu. Akrabalarımız evimiz şehirde diye, noterlikte miras mektubunun açılması için bizim evimize gelmişti, mal taksimatından sonra dağılacaktık. Babamlar eve geldiğinde babam hariç hiç kimsenin yüzü gülmüyordu. Anlaşılan büyük amcam da o çok konuşulan servetini, ya içkide ya kumarda ya karıda kızda yemişti. Amcamlardan birine eski model bir traktör düşmüştü, onu bırakmış büyük amcam. Öteki amcama ise oldukça ufak bir arazi kalmıştı ki ta sınırın bir ucunda atsan atılmaz, satsan satılmazdı. Babama bıraktığı şey ise belki de elinde kalan yegane servetiydi büyük amcamın. Bulgar sınırı yakınlarında bir kasabanın tarihi hamamıydı. Varlığını daha önce hiç duymamıştım ama herhalde eski bir hamam olduğundan satamamış elinde kalmıştı. Akrabalar boynu bükük evimizden ayrılırken babam ayağının tozuyla satış işlemlerini başlatmıştı. Tarihi olduğu için bazı sorunlar çıkabileceğini söylüyordu hiç yoktan amcamların haset edip satış işine engel olup malı mülkü yok paraya kaptırırız diyerek elini çabuk tutmuştu. İşlemler halledilene dek bir sorun çıkmaması için ne olur ne olmaz benim birkaç günlüğüne hamama gitmem gerekiyordu. Amcamın da elinde son kalan yer olduğu için buranın bir odasında yatıp kalktığı hamama birkaç günlüğüne göz kulak olacaktım. Yanıma belli bir miktar para veren babamlar, birkaç parça eşyamı da aldıktan sonra beni köy minibüslerinin kalktığı durağa yolladılar. Ufak, sarı minibüslerden birine binerek sallantılı bir yolculuğun ardından şehre oldukça uzak bir kasabaya geldikten sonra, buraya ait bir büfe, telefon kulübesi ve çardaktan oluşma minibüs durağından eski bir minibüse binerek asıl gideceğim kasabanın yolunu tuttum. Minibüse benden başka binen biri yoktu ki yaşlı bir amcanın yanımdaki tek kişilik koltuğa oturduğunu gördüm. Bana bakıp herhangi bir tanıdıklık emaresi göremeyince selam verdikten sonra kimlerden olduğumu sordu. Büyük amcamın adını verince onu tanıdığını, geçen gün kasabada toprağa verdiklerini söyledikten sonra onunla ilgili anılarını anlatmaya başladı. Amca eski defterleri kurcalarken minibüs çoktan hareket etmişti. Büyük amcam hovarda, kalender bir adammış. Bugün kazandığını ertesi gün harcar, kumardan kazandığını kadınlarla âlemde yer, bazen kavga dövüş kumar borcu tahsil edermiş. Pek çok malını mülkünü bu yolda sattıktan sonra elinde avucunda çok az şey kalmış sonunda da vefat etmişti. Ona büyük amcamdan kalma malların çetelesini döktükten sonra sahip olduğu hamamın durup durmadığını sordum. Yüzünde belli belirsiz bir endişe hali gördükten sonra bana hamamın sağlam olduğunu hatta büyük amcamın son birkaç yıldır evini de sattıktan sonra o hamamda kaldığını söyledi. Cabbar Ağa Hamamı diyorlarmış. Hamamı elinden çıkarabilseymiş kendisine ev alabilecekmiş ama bir türlü satamamış, diğer çürük çarık döküntüler gibi bu hamam da elinde kalmış.
41
Öykü
Hamamı niye satamadığını sorunca ilkin yanıtlamadı sonra biraz üsteleyince anlatmaya başladı. Büyük amcamın bu köyle bir alakası yokmuş önceleri. Hamamın sahibi Çolak Rıza diye biriymiş ki kumarda büyük amcama borçlanınca burayı devretmiş. Ondan öncede hamam şehirde oturan Cabbar Ağa’nın akrabalarından mı soyundan mı birine aitmiş. Büyük amcam da bir süre burayı uzaktan işletmeye çalışmış ama adam bulamamış, elinde öylece kalmış. En son birkaç yıl önce mallarını elinden çıkarıp arada sırada yolu düştüğü bu kasabaya tamamen yerleşmiş. Burayı da satmak niyetindeymiş ama kimseye satamamış. Amca sürekli lafı döndürüp dolaştırıyor sanki bir şeyleri saklamaya çalışıyordu. En son yine üsteleyince anlatmaya başladı. Dediğine göre hamam periliydi! Hakkında da kulaktan kulağa anlatılan bir hikâyesi vardı. Bir hayli eski dönemde o kasaba başta olmak üzere civar köylerin sahibi Cabbar Ağa’nın oğlu bir peri kızına tutulmuş, derdinden deliye dönmüş. Cabbar Ağa hekimlere hocalara paralar dökmüşse de kimse çare bulamamış. En son köylerden birinde bir cadı karı bulmuş, oğlunu kurtarmasını istemiş. Cadı karı okumuş üflemiş perinin basmasından kurtarmış oğlanı ama bu seferde istediği parayı alamayınca Cabbar Ağa’nın başına musallat etmiş ecinnileri. Cabbar Ağa eteklerine düşünce cadı karının bu kez bir hamam yaptırıp kendisine vermesini istemiş. Cabbar Ağa bu hamamı yaptırmış, ama bani olarak cadı karı yerine kendisi sahiplenince cadı hamama tılsım koymuş. Hamamın ecinni taifesinden geleni gideni eksik olmazmış ki pek insan gitmediğinden yıllardan beridir kapalıymış. Kasabaya vardığımızda hemen girişe yakın bir sokak başında hikayelere, rivayetlere konu olan hamamın önünde minibüsten indim. Eski tip hamamlardan hiçbir farkı olmayan, fazla büyük sayılamayacak yapıya babamın verdiği anahtarlarla girdiğimde yan tarafta ahşap bir kapı dışında karşımda iki ahşap kapı bulunmaktaydı. Yan taraftaki ahşap kapının üst tarafındaki sigortaları açtıktan sonra o kapıyı açtığımda burasının muhtemelen hamamın girişindeki görevlinin kaldığı oda olduğunu gördüm. İçerideki gazete parçalarına, şişelere ve yatağa bakılırsa en son büyük amcamın burada kaldığını, burada vefat ettiğini anlamıştım. Diğer kapılara baktım. Bir tanesi hamam kısmına açılıyordu giyinme odalarının ardından geçildiğinden, etrafta mermer kurnalar vardı. Mermerden bir havuz vardı kurnaların ortasında. Her nasılsa içinin suyu doluydu. Tepedeki deliklerden gün ışığı içeriye süzülüyordu. Öteki kapı ise aşağıya inen karanlık merdivenlerdi, oranın da ışıklarını açtıktan sonra indiğimde burasının hamamın külhanı olduğunu gördüm. Bir zamanlar odunlar burada yakılmaktaydı, hamamın altıydı. Bu sessiz haliyle ve arada bir duvarlardan gelen şıpırtı sesleriyle tüyler ürpertici bir hali vardı gün ışığı altında bile. Kasabaya çıkıp kalacağım zamana kadar peynir, ekmek, domatesten oluşma nevalemi aldıktan sonra bir ufak rakıyı da alıverdim. O korkulu yerde tek başıma kalacaksam hiç yoktan telefondan şarkı açardım, rakıyla kafamı tütsülerdim. Alışverişimi tamamlayıp hamama bıraktıktan sonra ne olur ne olmaz bir durum olur, insanları tanıyayım diye kasabanın kahvesine girdim. Hoş beşten sonra bana dönen meraklı gözler hamamda kalacağımı öğrenince bu sefer üzerimden hiç eksik olmadı. Hamamın satış işlemlerden bahsettiğimde her biri bana hamamı satmanın kolay olmayacağını, perili bir hamama kimsenin kolay kolay para vermeyeceğini söylediler. Korkumu bastırmak için cesaretim varmış gibi insanların boş inançlı olduklarından, hamamda tesadüfen birkaç göz yanılması yaşadıkları için cinli sandıklarını söyledim. Karşılığında sürüsüne bereket anlatı üzerime yağdı. Orada görülen ufak boylu, ters ayaklı, sakallı varlıklardan bahseden, geceleri hamamdan gelen sesleri duyduğunu söyleyen bir nice insan… Hatta bir kısmı hamamda kalmamın tehlikeli olacağını söyleyerek kendi evlerinde kalabileceğimi söylemişlerdi ama tuhaf bir cesaret duygusuyla onları reddetmiştim. Sanki onlara karşı bir şey kanıtlamak istermişçesine daha fazla yanlarında kalıp sinirlerimi bozacağıma gider içerim diye hamama geri döndüm. Bakkaldan birkaç şişe daha bira aldım, en kötü ihtimal korku bastırırsa kendimi sarhoş eder, sabahına ayılıp eve bir şekilde geri dönerdim.
42
43
Öykü
Öykü
Hamama vardığımda annem aradı. Babamın evrak işlemlerini hallettiğini, hatta bir alıcı bile bulduğunu benim hamamda kalmama gerek olmadığını söyledi. Tekrar dışarı çıkıp minibüs aradım bir ihtimal geri dönerim diye ama kasabada minibüsün olmadığını, sabaha dek gelemeyeceğini öğrendim. En sonunda biraz tek başıma kalır kafayı çeker sonra sabah dönerim diye hamamda kalmaya karar verdim. Üstüme yol yorgunluğu çöktüğünden, üstünde büyük amcamın vefat ettiği gerçeğini aklımdan uzaklaştırdığım yatağın üzerinde uyuya kaldım. Uyandığımda etrafım zifiri karanlıktı. Kaynağı belirsiz bir korkuyla kalkıp ışıkları açıp kapatmayı denediysem de sigortanın arızalandığını düşünerek cep telefonunun ışığında dışarıya çıkıp gece karanlığında bakkala giderek dükkan kapanmadan birkaç tane mum aldım. Bir tanesini girişe yaktıktan sonra kalanlarını yedek niyetine bırakıp üç tane mumu odanın farklı kısımlarına yerleştirdim, kapıyı kapattım. Karnım acıkana kadar eski gazetelere bakarak oyalandıktan sonra saate baktım. Bir hayli geç olmuştu ki yatsı ezanının okunduğunu işittim. İçimdeki korku biraz daha şiddetlenmişti. Sabah ezanına dek cinlerin ortalıkta gezineceği düşüncesi tüylerimi diken diken ediyordu. Bir kez daha anlamıştım ki tarif edilemeyen şeylere duyulan korku, bilinen ve tanıdık şeylere duyulan korkudan daha beterdi. Bir müddet daha gazetelerle oyalandıktan sonra nevalemi hazırlayıp, rakıyı açıp ufaktan demlenmeye başladım. Telefonumun radyosunu açtığımda bir Bulgar radyosu haricinde hiçbir yeri çekmediğini görünce telefondaki şarkıları açarak kendimi alkole bıraktım. Müzik ve alkol beni biraz teskin etmişti sanki. Ne oldu ne bitti birden bire hamam tarafından duyduğum bazı sesler beni kendime getirdi. Müziği kapatarak sessizliğe kulak kabarttım. Sesler yine gelmeye başladı. Sanki insanlar yürüyormuş gibi adım sesleri geliyordu giriş kısmından. İçimi kemiren korkuyu bastırarak bir mum yakarak kapıyı açıp dışarı baktım. Kimseler yoktu, sesler kesilmişti. Kapıyı örterek yeniden yatağa oturup bu kez müziğin sesini açmayarak sadece bekledim, belki alkol zihnimi bulandırmıştı. Tam sessizliğe alıştığım sırada bu sefer bir su sesi gelmeye başladı. Bozuk bir musluğun neden olduğuna kendimi inandırmaya çalışarak ve zihnimi tuhaf hayallerden kurtarmak için yeniden elime bir mum alarak odadan dışarı çıktım. Hamam kısmından geldiği için oraya yöneldim. Kapıya elim dokunur dokunmaz su sesinin kesildiğini ve içeriden takunya seslerinin geldiğini işittim. O korkuyla bağıra bağıra odaya geri döndüm. Kapıyı örterek önüne bir sandalye koydum sanki seslerden korunabilirmiş gibi. Kendimi toparlayıp akıl sağlığımı korumalıydım. Zihnimi tuhaf psikolojik etkilere kaptırmamak için cesaretimi toplayıp elimde mum odadan çıktım. Tüm korkunçluğuna rağmen giyinme odalarını geçerek hamama girdiğimde kimsenin olmadığını gördüm. Tam geri dönüp giyinme odalarından çıkacaktım ki beyaz bir şeyin sanki bir giyinme odasına girdiğini hayal meyal görünce aklımı kaybeder gibi oldum. Hiç telaşa kapılmadan odalara bakmadan kendi odama giderek yeniden kapıyı kapattım. Sanki an be an deliriyordum. En iyisi sabaha kadar sızıp kalmamdı ama korkudan elim rakı bardağına uzanamıyordu bile. O korkuyla belki de büyük amcamın korkulu sesler eşliğinde can verdiği yatağının üzerinde olduğum yerde büzülüp kaldım. Yine sesler geliyordu ama artık aldırmıyordum. Sular açılıp kapanıyordu, takunya sesleri duvarlarda çınlıyordu, alışmış gibiydim. Ta ki sessizliğin ortasında odamın kapısı vurulana kadar. Dünyadaki deliliğinin yegane sebebinin korku olduğundan şüpheniz olmasın. O an yaşadığım dehşet, kapımın ardında cisim bulabilecek bir heyulanın hayali yatağın içinde beni olduğum yere mıhlamıştı. Yine de kendimi deliliğin kollarına bırakamazdım. Kalkıp kapımı bir hışımla açtım. Kimsecikler yoktu. Kapıyı örtüp yatağa oturdum. Nereden geldiği bilinmez esintilerle oynaşan mum alevlerini seyrettim bir süre. Hamam sessizdi. Bir anda odamın kapı kolunun aşağı inerek kapının kendiliğinden açıldığını gördüğümde
ise duyduğum tek şey kendi çığlık sesimdi. Korkudan mı bilinmez uyuşmuş ayaklarımın üzerinde güç bela durmaya çalışarak dışarıya çıktım. Etrafıma korkuyla bakındıktan sonra tam odama dönecektim ki aşağıdan gelen bazı insan sesleri mi hayvan seslerimi olduğu bilinmez sesler işittim. Sanki hamamın külhanından yukarıya doğru taş merdivenlerde birileri koşup duruyordu. Odama dönerek kapıyı örtüp arkasına sandalye dayayarak yatağa çöktüm, olduğum yerde hatırlayabildiğim duaları okumaya başladım. Odamın kapısının yumruklanıp kapı kolunun hareket ettiğini gördüğümde kalbim yerinden fırlayacak gibiydi. Kulaklarımı kapatıp bağıra bağıra dua okurken yatakta olduğum yere çöktüm kaldım. Ne oldu ne bitti sesler kesildi. Kendimi toparladığımda telefonumu aldım. Yaşadığım o korkudan sonra odadan dışarıya çıkamazdım. Telefondan ailemin gelip beni almalarını da isteyemezdin nasıl açıklayabilirdim ki yaşadıklarımı? Onun yerine internete bağlanarak sabah ezanının okunacağı saate baktım. Bu yöreye en yakın yerin saatini öğrendikten sonra kulaklarımı kapatıp yatağa uzanarak sabah kadar dua ede ede bekleyecektim. Yine sesler geliyordu. Bu kez hamamın ve öteki odaların kapıları sanki sinirli biri tarafından şiddetle açılıp kapanıyordu. Aşağıdan külhan tarafından bağırtılar geliyor, bazı eşyalar duvarlara fırlatılıyormuş gibi gürültüler geliyordu. Ne oldu ne bitti bir ara tüm bu sesler kesildi. Bambaşka bir ses duymaya başladım. Ömrüm boyumca duyamayacağım güzellikte seslerdi duyduklarım. Sanki içeriye kızlar girmişte onlar gülüşüyorlarmış gibi neşeli sesler hamamı dolduruyordu. Kalktım yerimden korka korka kapıyı açtım. Kimse yoktu. Giriş kapısının üstündeki camlara baktığımda havanın alacakaranlık olduğunu, sabah ezanı vaktine yakın olduğumu anladım. Yine de dışarı çıkmak yerine hamamdan gelen sesler dikkatimi çektiğinden korka korka oraya yöneldim. Sanki gece boyu çarpıp çarpıp kapanan kapılar bunlar değilmiş gibi yanlarından geçip hamamın yarı açık kapısına vardım. Kapıyı açar açma gördüğüm şeye anlam verememiştim. Havuzun kurnasının başında suyun içinde birbiriyle gülüşen üç kız vardı. Huzur verici sesleri ve eşsiz güzellikleriyle eşi bulunmaz bir manzaraydı. Ama bir tuhaflık gözüme çarptı o an. Kızların siyah saçları o kadar uzundu ki neredeyse havuzun tamamını kaplıyordu. Kolları gözüme çarpmıyor, sanki kanatları varmış gibi görünüyorlardı. Peri kızı olduklarını hükmedip dua okuduğum sırada birisi beni gördü sonra ötekiler de bana bakmaya başladı. Kızgın gözlerle bana bakarak suyun dibine dalıp sanki devasa saçlarının arasında kayboldular. O anda sabah ezanı okunmaya başlayınca gözümü havuzdan ayırarak odama döndüm. Eşyalarımı toparlayarak kapısını kilitlemeye gerek duymadan hamamdan çıktım. Durağa gidip minibüsü beklerken namaza giden kasabalıların garip bakışlarına şahit oldum. Kızların kızgın bakışları hala aklımdaydı ki gidip cemaatin arka saflarında namaza durduğumda aklımdan silmeye çalışıyordum. Cemaatten kimse bana namazdan sonra ne olduğunu gelip sormadı, bakışlarında gördüğüme göre zaten biliyorlardı. Minibüs gelir gelmez bindim, hareket ettiğinde perili hamamın önünden geçerken gözlerimi yumdum. Eve geldiğimde ben de bir gariplik olduğunu anlamışlardı ama çok üstüme varmadılar, sokağa çıkmadım doğruca odama gidip huzurlu bir uyku çektim. Uyandığımda yüzümde bir sürü saç olduğunu gördüm. Gözlerimi açtığımda ise yatağımın boydan boya saçlarla kaplı olduğunu, bunların göğsümde oturmakta olan peri kızının uzun saçlarına ait olduğunu gördüm. Son gördüğüm şey ince parmaklı elleriyle ben çığlık atamadan boğazıma sarılıp nefesimi kesmesi ve gözlerindeki kızıl öfkeydi.
44
45
Yazan: Mehmet Berk YALTIRIK
Illüstrasyon: Mehmet Kaan SEVİNÇ
Not: Bu hikâyenin ilham kaynağı, Özkul Çobanoğlu’nun “Türk Halk Kültüründe Memoratlar ve Halk İnançları” (Akçağ Yayınları-Ankara 2003) isimli kitabının 86.sayfasındaki bir anlatıdır.
En İyi Korku
En İyi Korku
Dizileri
Dizileri
En İyi Korku Dizileri Liste yapmayı hep sevmişimdir. Lisede bir liste defterim vardı. Sevdiğim film, dizi, müzik, kitap ne varsa listelerdim. İlk internet Türkiye’ye geldiğinde Yahoo’ya girip aradığım ilk şeyler listeler olmuştu. Başkalarının listelerinde keşfetmediğim şeyler olabilir miydi acaba? İşte bu nedenle belki görmediğiniz, kaçırdığınız ya da yorumumu merak ettiğiniz listeleri yazmaya çalışıyorum. Bu ara korku dizileri moda oldu. The Walking Dead, American Horror Story gibi diziler korku türünde iz bırakacak gibi duruyor. Bunların yanında uzun süredir yayında olan Supernatural, True Blood gibi diziler de devam ediyor. Peki, her şey nasıl başladı? Televizyon tarihinde korku dizilerinin en önemlileri nelerdir? İşte bu sorulara cevap bulmak için yayınlanıp bitmiş, miadını doldurmuş ama hala söyleyecek şeyleri olan dizileri bir araya getirecek bir liste yapmak istedim. Sevdiğim korku/gerilim dizilerini listeledikçe de şunu anladım ki korku antolojisi bu türde önem arz ediyor. Zaten korku kısalarını severiz. Dizilerde de uzun soluklu aynı karakterlerin
46
başından geçecek hikâyeler yerine her hafta yeni bir şeyler sunan hikâyeler sanırım daha çok tutmuş. Zaten zor olan gerilimi yukarıda tutmaktan böylece yapımcılar kısa hikâyeler ile kurtulmayı başarmışlar. Listeye girebilecek Buffy the Vampire Slayer’ından Kolchak: The Night Stalker’ına daha birçok eser var aslında. Şimdiden “Onu niye almadın?”, “Bunu niye listeye sokmadın?” diyecek arkadaşlara buradan selam ederim. 1.Masters of Horror (2005-2007) Dario Argento, John Carpenter, Takashi Miike, John Landis gibi taptığımız korku filmlerinin unutulmaz yönetmenlerinin birer saatlik kısalarından oluşan iki sezonluk dizi her bölümde aynı çıtayı tutturamasa da Korku filmi literatürüne yeni hikâyeler katmayı bilmiştir. Serinin en büyük eleştirisi bu inişli çıkışlı bölümleri olsa da iyi bölümleri gerçekten çok iyidir diğerleri için ise ancak vasat üstü diyebiliriz ki yönetmenleri düşününce onu bile demek biraz zor gelir. Benim favorilerimi soracak olursanız Miike’nin Imprint’i ve Carpenter’ın Cigarette Burns’ünü tek geçerim. Senede iki üç kere bu bölümleri tekrar tekrar seyrettiğimi söylemem sanırım diziye olan hayranlığımı yeterince açıklayacaktır. 2.Tales From the Crypt (1989-96) Russell Mulcahy, Robert Zemeckis, Richard Donner, Tom Holland, Kevin Yagher, Walter Hill, Gilbert Adler gibi isimlerin yönettiği yine kısa film tadında her hafta farklı hikâye örgüsü ile adından söz etmemiz gereken bir başka yapım ise Tales From the Crypt’tir. Bir zombi mezar bekçisinin ağzından dinlediğimiz tüyler ürpertici hikâyelerin kaynağı ellili yıllarda yayınlanan aynı adlı çizgi romandandır. 3.The Twilight Zone (1959-1964) Rod Serling’in yaratıcısı olduğu seri orijinal 5 sezonu dışında seksenlerde ve doksanlarda da tekrar tekrar çekilmiştir. Ülkemizde de seksenler çocuklarını avucuna almış olan Alacakaranlık Kuşağı adıyla yayınlanan seri her bölümde farklı ürpertici hikâyeleri ile kült olmayı başarmıştır. McCarthyism ve savaş karşıtı söylemini içindeki hikâyelere yedirmeyi bilen dizi karanlık tonundan taviz vermeyen fantastik kurgusu ile zamanının ötesinde büyük bir iş çıkarmıştır. 4. The X-Files(1993–2002) Chris Carter’ın yaratıcısı olduğu The X-Files dizi sektörünü ciddiye almamızı sağlayan ilk örnek olması bakımından önemlidir. Başarısından sonra yapımcılar burada da kaliteli işler yapılıp para kazanılabileceğini anladılar. Uzun soluklu dizi iki FBI ajanı Şüpheci Mulder ve Mantıklı Scully’nin doğaüstü olayları araştırmasını anlatır. Düşünecek olursak katıksız bir korku dizisi demek güçtür ama hem korku türüne hem de bilim kurguya yakınlığı ile dizi bu listede olmayı sonuna kadar hak ediyor. İki sinema filmi ile başarısını taçlandıran
47
En İyi Korku
Öykü
Dizileri
dizi dünya çapında fanlarını gerek dizi finali ile gerekse ikinci filmdeki ipe sapa gelmez konusu ile de üzmüş olduğunu unutmamak gerekir. Yine de bize yaşattığı onca mutlu ve gerilim dolu dakika için kendisine teşekkürü bir borç biliriz. 5.Twin Peaks (1989-90) David Lynch en karanlık hikâyelerini anlattığı İkiz Tepeler ile televizyona aptal kutusu diyenlerin kafasına adeta balyoz indirmiştir. İki sezon süren ve sinema filmi de çekilen yapım, tüyler ürpertici hikâyesi, cücelerden, genelevden, seri katillerden, rüyalardan beslenen sahneleri ile kafa karıştırıcı Lynch filmografisinin önemli ayaklarından birini oluşturur. 6. Riget-The Kingdom(1994 – 1997) Lars von Trier’in iki sezonluk mini serisi toplam 8 bölümden oluşuyor. Danimarka TV’si için çekilen yapım hem yönetmenin ünü hem de ilginç olay örgüsü ile bir anda dünya çapında bir kült olur. Ülkemizde Cnbc-e’nin ilk yıllarında yayınlanan Krallık, aynı adlı hastanede geçen olayları konu alıyor. Her karakter birbirinden ilginç, her bölüm ayrı bir mücevherdir. Yapım o kadar büyük bir kült oldu ki ilerleyen yıllarda Stephen King’in prodüktörlüğünde bir de Amerikan versiyonu çekildi. Tabi ki orijinalinin tadını yakalayamadı. 7. Tales From the Darkside (1983-88) George Romero’nun CreepShow’daki başarısı üzerine kendisine verilen görev bir korku antolojisi dizisiydi. Aslında Creepshow’un devamı niteliğinde olacak bu seri ismin Warner’ın elinde olmasından dolayı Tales From the Darkside olarak ekranlara geldi. Uzun soluklu dizi otuzar dakikalık bölümleri ile seyirciyi kendine çekmeyi başardı. 8.Alfred Hitchcock Presents(1955–1962) Twilight Zone öncesi TV seyircisine gerilimi tattıran en önemli yapım tabii ki çağın en büyük yönetmeni Hitchcock’un birbirinden ayrı çeşitli gerilim hikâyeleri ile bezediği yapımıdır. Bölümlerin çok azını kendisi çekmiş olsa da dizinin başında ve sonunda çıkarak anlatması ile hayranlarını eğlendirmeyi bilmiştir. İsminin gücü ile de birçok sinema yıldızını belki de ilk kez televizyon seyircisi ile tanıştırmayı başarmıştır. Düşünün ki ellilerde sinemaya gitmek tam bir lüks iken kısıtlı televizyon yayını sırasında evinizde Steve McQueen gibi bir yıldızı seyretmenin zevkini yaşıyorsunuz. 9. Freddy’s Nightmares (1988-1990) Freddy sevgisi bitmez teen-slashercılarda. İlkokul çağlarımızda tanışmıştık daha onun dehşeti ile. Uzun yıllar da rüyalarımıza konuk oldu. Ancak tabi bu eğlence sadece sinemada da kalmamalıydı. Freddy’nin kendinin sunduğu bölümleri ile ülkemizde de Star’ın yayınladığı Freddy’nin kâbusları gece uykudan önce gerilmemiz için en güzel yoldu. Springwood Ohio’da geçen hikâyeler Tobe Hooper, Mick Garris gibi yönetmenlerin elinden çıkarken Brad Pitt gibi oyuncuları da bizlerle tanıştırmıştı. 10. The Hitchhiker (1983-91) Otostopçu’nun yine bizim kuşak için yeri başkadır. Yer yer cinselliğin, yer yer dehşetin, gore’un ön planda olduğu bölümleri adından söz ettirmiştir. Otostopçumuz kameraya o bölümdeki karakterleri anlatarak hikâye başlar ve genelde sürpriz bir sonla noktalanır. Masis ÜŞENMEZ www.otekisinema.com
48
Kongre Şu an; ayrı şehirlere dağılmış ve nadiren görüşüyor olsak da, üniversitede dördümüz birbirimizden hiç ayrılmazdık. Ali’yle aynı evi paylaşırdık. Eren ve Nevin’de; bekâr evimizin, kontratta gözükmeyen daimi misafirleriydi. Mezun olduktan sonra, yaşam hepimizi farklı bölgelere savurmuş ve giderek birbirimizden uzaklaşmıştık. Sınıf geçmekten başka hiçbir kaygımızın olmadığı o günler aklıma düştüğünde, yüreğime bir kor düşer. Üzüntüm; özlemden çok, belki de yitirdiğim gençliğimedir; ama sebebi ne olursa olsun o yıllar gerçekten çok güzeldi. Ali’nin telefon edip, “Haziran’da İzmir’de kongre var, Çocuklara da söyledim. Ne yap ne et gelmeye çalış. Sana hayatını yaşatacağım” demesi, sanırım bu yüzden beni çok heyecanlandırmıştı. Kongreye şirket tarafından gönderilmem, hem maddi, hem de Duygu’nun söylenmesini engellemesi açısından işime gelirdi. Önümdeki tek engel Ali Rıza Bey’di. Düşünmesine fırsat vermeden oldubittiye getirmeliydim. Bana karşı kullanabileceği tek kozu elinden almak için günlerdir beni bekleyen işleri bitirdim. Konuşmak için odasına gittiğimde, burnunun ucuna kadar indirdiği gözlüklerin üstünden beni söyle bir süzdü ve sonra da yanında değilmişim gibi çalışmaya devam etti. Varlığımı küçümseyen bu davranışından hesap sormayı, kongre bitimine erteleyip elimdeki dosyaları masasının üstüne bıraktım. Ardından karşısındaki koltuğa teklifsizce oturup, “Bir kahveni içerim.” dedim. Bu sözüm üzerine başını kaldırıp minik siyah gözlerini üzerime dikti. “Münasebetsizlik yapıyorsun.”; “Hiç de öyle değil.” Anlamına gelen bakışlarımız uzun bir süre havada çarpıştıktan sonra, sağ elinde tuttuğu kalemle masasına bıraktığım dosyaları göstererek “Bunlar nedir?” diye sordu. “Önemli bir şey değil canım, bu ayın katma değer vergileri, muhtasarları, sigorta dökümleri, geçici vergi beyannameleri.” “Ne olmuş onlara?” “Bitirdim de.” “Bitirdiniz mi? Üstelik daha bir hafta varken… Mümkün değil.” Sözlerime inanmadığını gösterircesine dosyaları alıp dikkatle inceledi. Bir yanlışımı veya eksiğimi bulamamanın üzüntüsüyle koltuğuna yaslandığında, “Kahveler nerede kaldı?” diye sordum. “Ne kahvesi?” “Teessüf ederim Ali Rıza Bey, misafire böyle mi denir?” “Ne güzel dediniz Alper Bey misafire denmez ama…” “Hanımıza söylenir. Yorgun argın eve gitmişsiniz. Tek arzunuz ayağınızı uzatıp dinlenmek, fakat daha bir oh çekmeden eşiniz sizden kahve yapmanızı istiyor. Tabi ki bu durumda, “Ne kahvesi” diye tepki gösterirsiniz. Ve bunda da yerden göğe kadar haklısınız. Şimdi de kahve lafını duyunca, bir an nerede olduğunuzu unutup yılların alışkanlığıyla aynı tepkiyi verdiniz. Kalbimi kırdığınız için şu an kendi kendinizi yiyip bitirdiğine bahse girebilirim; ama ne olursunuz üzülmeyin, Halden anlarım. Bu yüzden de asla gücenmem. Ah be Ali Rıza Bey, demek size evde de huzur yok. İnanın çok üzüldüm. Bir akşam is çıkışında iki tek atıp dertleşelim isterseniz.” “Benden kahve istedikleri filan yok mesele…” “Daha mı büyük? Ne diyorsunuz Ali Rıza Bey? Dilim söylemeye pek yanaşmıyor; ama anlaşılan aile içi şiddet var.” “Bunu da nereden çıkarttınız?”
49
Öykü
“Nereden olacak görünüşünüzde. Şuraya bakın günden güne sararıp soluyorsunuz Ali Rıza Bey. İşe ilk girdiğim yılları anımsıyorum da, o zamanlar dağ gibiydiniz şimdi ise… ” “Yok canım o kadar da değil.” “Ne kadar? Dayak yok, ama taciz mi var? Üzerinizde ne tür baskılar uygulanıyor Ali Rıza Bey? Lütfen utanmayınız. Beni psikologunuz olarak görebilirsiniz. İsterseniz ortamı da ona göre ayarlayalım. Şu koltukları birleştireyim siz de uzanıp anlatın. Unutmayın ki içinizi dökmeden rahatlayamazsınız. “ “Alper Bey ne dayak var ne de taciz. Mutluyum ben.” “Haklısınız Ali Rıza Bey. Bende olsam itiraf edemez, böyle konuşurdum. Ne de olsa hassas konular. Ama sen konuşmazsan, ben konuşmazsam nasıl engelleyeceğiz aile içi şiddeti? Bu gidişe dur diyebilmemiz için, öncelikle birbirimize destek olmalıyız.” “Alper Bey lütfen, bir duyan olsa gerçek sanacak.” “Ah salak kafam ah. Durumunuza o kadar üzüldüm ki, bir an işyerinde olduğumuzu unuttum. Aman diyeyim Ali Rıza Bey, ağzınızdan bir şey kaçırmayın. Herkes benim kadar güvenilir ve ağzı sıkı değil, anında dedikodunuzu yaparlar.” “Neyin dedikodusunu?” “Evde taciz gördüğünüzün.” “Ama Alper Bey inanın ki…” “İnanıyorum tabi ki. Bu kadar hassas bir konuda insan hiç yalan söyler mi? Ama ne olursunuz açıldınız diye pişmanlık duymayın. Ben de sizin bir kardeşiniz sayılırım, canımı veririm sırrınızı asla. Bu arada sade olursa sevinirim.” “Ne sade olsun?” “Kahve canım. Bakın şimdi, beni yakın görüp içinizi dökmenize çok sevindim. Sizi çok da iyi anlıyorum, fakat inanın burası yeri değil. Unutmayın yerin kulağı vardır. İsterseniz şimdi kahvemizi içelim, dertleşmeyi iş çıkısına bırakalım.” “Kahve? Doğru ya. Söyleyeyim bari.” Gelen kahveden ilk yudumumu aldıktan sonra masasının üstündeki dosyaları göstererek, “Baktım şu sıralar işim az, bari şunları aradan çıkartayım diye düşündüm. Belli mi olur bakarsınız yarın daha önemli işler çıkar. Öyle değil mi efendim?” dedim. “Vallahi beni çok şaşırttınız.” “Efendim sizin her zaman dediğiniz gibi, vakit nakittir. Tüm boş zamanlarımızı şirketimizin menfaatleri için kullanmamız gerek. Zaten bu yüzden kongreye gideyim diyorum.” “Ne kongresi?” “İzmir’de düzenlenecek olan Dünya muhasebeciler kongresine.” “Oraya mı gideceksiniz?” “Doğrusunu söylemek gerekirse, işin ucunda şirketimizin menfaatleri olmasaydı, hiçbir kuvvet beni oraya gönderemezdi.” “Menfaatleri mi?” “Uluslararası bir kongre olduğu için, tüm yenilikleri herkesten önce öğrenip uygulayacağız. Bu az bir şey mi Ali Rıza Bey? Üstelik bu senenin teması; iş etiği.” “İş etiği ve sen. Zıt kardeşler gibi.”
50
51
Öykü
Tanınmayan Çizerler
“Haklısınız. İş etiğim olmasaydı ne işim var kongrede? Yeni gelişmeleri öğrenip şirketin verimine katkıda bulunsam, zengin mi olacağım?” “Demek uluslar arası? Önemli bir kongre o zaman.” “Kesinlikle; ama ikilem içindeyim. Şeytan; sana ne kongreden, iş çıkarma başına ve otur oturduğun yerde derken, melek tarafım ise, zaman keyif sürme zaman değil diyor.” “Şeytanı dinleme.” “Evet ama işin bir de ev yönü var. Eşim kongreye gideceğimi duyarsa söylenip duracak, boşu boşuna da huzurum kaçacak. Galiba en iyisi gitmemek.” “Boşu boşuna olur mu Alper Bey, sonuç olarak hepimizi geçimimizi bu şirketten sağlıyoruz.” “Git diyorsunuz öyle mi?” “Gerçekten şirkete bir yararı dokunacaksa gitmen gerek.” “Dokunmaz olur mu? Bu durumda bana pek bir seçenek bırakmıyorsunuz.” “O zaman gideceksiniz.” “Haklısınız Ali Rıza Bey. Sonuç olarak bizler gelip geçiciyiz, asıl olan şirket. Bu yüzden eşimin özlemini yüreğime gömüp kongreye gideceğim.” “Çok doğru karar verdiniz. “ “Bir büyüğüm olarak sizi her zaman sever ve sayarım. Bugünde bana doğru yolu gösterdiğiniz için size nasıl teşekkür edeceğimi bilemiyorum.” “Ne demek evladım. Bu şirket için çalışan her birey benim gözümde değerlidir.” “O zaman müsaadenizle kalkayım, yapacak çok işim var. Yalnız; uçak, otel ve kayıt ücretlerini şirketten çekebilmem için yazılı onayınız lazım.” “O masrafları biz mi karşılayacağız?” “Kongre; şirketimize dünya genelinde büyüme ve istikrar sağlayacakken bunu mu dert edeceğiz. Konfüçyüs boşuna mı, “ Küçük avantajların peşinden koşarken büyük başarılardan olabilirsiniz.” demiş. “Haklısınız Alper Bey. İstediğiniz evrakı hemen hazırlatacağım. Şirketin, emrivaki yaparak kongreye kaydımı yaptırdığını, gitmemek için tüm yolları denediğimi, ama bir sonuç elde edemediğimi Duygu’ya üzgün bir tavırla söyleyince, itiraz etmedi. Önümdeki tüm engeller temizlenmişti. Artık kongreye gidebilirdim. Hiç vakit kaybetmeden Ali’ye telefon müjdeyi verdim. Yazan: Atilla BİLGEN atillabilgen@yahoo.com
52
Illüstrasyon: Mehmet DAL
Joao Ruas
Joao Ruas, 1981 yılında San Paolo Brezilya’da doğmuştur. Çocukken Carlos de Campos adlı sanat okuluna gitmiş, resim yapmak istediğine o zaman karar vermiştir. O günden sonra hayatını sanata adamış, sanat okuluna gitmiş ve 2003 yılında mezun olmuştur. 2004-2007 yılları arasında Londra’da yaşamış, piyasa için reklam çizimleri, sinema ve oyun içinde karakterler yaratmış posterler çizmiştir. 2008 yılında soğuktan ve nemden bıkan Ruas Brezilya’ya geri döner ve şu anda da hala orada yaşamaktadır. 2008 yılından beri senede 4-5 defa Amerika’da sergiler düzenlemekte ve değişik teknikler çalışarak çizdiği kapaklar da Amerikan çizgi romanlarını zenginleştirmektedir. Ruas, teknolojinin nimetlerinden faydalanarak tablet üstünden çizim yapsa da, en fazla kara kalem kullanarak çizmeyi sevmektedir. Piyasada henüz ciddi bir isim yapmamasına rağmen son 4 sene içinde çeşitli çizgi roman ve bilim kurgu dallarında ödüller almıştır. Bunun dışında akrelik’i çok beceremediği için guvaj ve sulu boya konusunda kendini çok geliştirmiştir. Genelde çizimlerinde üçünü bir arada kullanmayı tercih eder. Ruas özellikle altın-çağ Amerikan çizerlerinden çok etkilendiğini söylemektedir. Kesme-yapıştırma tekniğinden tutun da boyayı resme damlatarak oluşan şekilleri resme dönüştürmeye
53
Tanınmayan
Öykü
Çizerler
kadar farklı teknikleri sürekli deneyen Ruas’ın daha piyasada uzun süre kalacağı ve bize çizimlerinin güzelliğini göstereceği kesindir. Tunç PEKMEN
1. Bölüm
Kefensizler Mezarlığı Sevgili Dostum Tarık, Neredeyse bir yıla yakındır, halini ve hatırını soramadığımdan dolayı bana kızgın olabilirsin. Ancak bu hayatta en değer verdiğim arkadaşım olduğunu söylememe gerek yoktur herhalde… Son dönemdeki yoğun çalışmalarımın, bu durumu değiştirmesine izin vermemek için sana bu mektubu yazıyorum. Tarık, biliyor musun, seninle en son ki buluşmamızda sana anlatmış olduğum hayalimi gerçekleştirebildiğime inanıyorum. Ben şu anda, Urfa’nın Harran ilçesinin küçük bir kasabasındayım. Evet, benim çılgın olduğumu düşünebilirsin, ama dostum sen de iyi bilirsin ki, her astronom biraz çılgındır! Eğer bu konuda kendini soyutlamaya çalışıyorsan, hata yapıyorsun derim… Hem de buralara tek geldim... Eşim Nurgül ve dolaylı olarak da oğlum Gökhan ile kızım Oya, benimle buralara gelmek istemediler. Daha doğrusu Nurgül gelmek istemedi. Aslında daha okulu yeni tatile giren dokuz yaşındaki oğlum Gökhan, benimle çok gelmek istemişti. Ancak Nurgül gelmek istemeyince, çocukları da annelerinden ayırmayım, diye düşündüm. Biliyor musun, galiba Gökhan da tıpkı bizim gibi astronom olacak. Çünkü dokuz yaşındaki bir çocuğa göre, astronomiye oldukça ilgisi var keratanın… Eh, tabii bunda benim de payım yok değildir, herhalde. Yani senin benim gibi çılgınlar, gelecekte de olacak, merak etme… En son ki görüşmemizde, sana neden buralara gelmek isteme nedenimi söylemiştim, hatırlarsam. İlki; teleskopumla birlikte, Urfa’nın bu eşsiz gökyüzü nimetlerinden faydalanabilmek… İkincisi ise; Urfa’nın Harran ilçesindeki o tarihi rasathaneyi bir de gözlerimle görebilmek… Daha bir hafta önce gelmiş olduğum bu peygamberler şehrinde, bu iki hedefimi de gerçekleştirdim, diyebilirim. Buralarda geceleri gökyüzü, tek kelime ile harika oluyor, dostum. Sanki biz astronomlar için özel olarak rezerve edilmiş bir gökyüzü… Bu gökyüzünün nimetlerinden daha da çok faydalanabileceğimi düşünüyorum. Gözlerimle görmeyi hayal ettiğim tarihi rasathaneyi, gözlerimle gördüm; ancak buranın artık kullanılabilir olmadığını işitince, hayallerimin arasına bir hayal daha ekledim: O tarihi rasathaneye girebilmek ve orada doya doya gözlem yapabilmek… Biliyorum, seninle üniversitedeyken bölüm bahçesinde kurmuş olduğumuz hayaller kadar etkileyici olmasa da, bu hayal de hiç fena sayılmaz. İnanabiliyor musun, 1220 yıllık olan rasathanenin 744-750 yılları arasında, Emeviler tarafından yapıldığı tahmin ediliyormuş. Fatimiler, Eyyübiler, Emeviler, Abbasiler, Selçuklular gibi büyük medeniyetlerin boy göstermiş olduğu bu topraklarda, böyle bir rasathanenin bulunuyor olması, onu daha da değerli kılıyor… Bu rasathaneyle aynı yıllarda kurulduğu tahmin edilen ve rasathaneye oldukça yakın olan tarihi Ulu Cami de buralarda. Her yağmur yağışında, - ben bir haftadan beri yağmur yağdığını görmedim- Harran’ı gül kokusu sararmış. Ve bunun nedeni de Ulu Caminin harcında bulunan gülsuyuymuş. O nedenden dolayı da, her ne kadar işime gelmeyecek de olsa, buralara yağmur yağmasını çok istiyorum.
54
55
Öykü
İşte dostum, ben Güneş yılını 365 gün, 5 saat, 46 dakika ve 24 saniye olarak ölçmüş ve çalışması yıllar sonra Johann es Kepler, Tycho Brahe gibi ünlü bilim insanları üzerinde büyük etki yaratmış olan El-Battani ve Sabit İbn Kurra’nın, 800’lü yıllarda yaşamış oldukları topraklarda nefes alıyorum. Bu matematik, fizik ve astronomi bilim insanlarının sahip oldukları bilim anlayışlarını, onların yüzyıllarca önce yaşamış oldukları bu topraklarda, kendime bulaştırmaya çalışıyorum. Umarım, bu konuda yeteri kadar başarıya ulaşabilirim. Kaldığım yere gelince… Sana da daha önce söylemiş olduğum, büyük dedemden kalan iki katlı müstakil bir evde kalıyorum. Dostum, evi görmelisin… Çevresinde eski bir mezarlıktan başka hiçbir şey olmayan, eski püskü virane bir konut… Evet, söylediklerim gerçek. Evin çevresinde bırak başka bir ev, bir insanoğlu dahi göremezsin. Sanki tüm kasaba halkı, bu virane evi yalnızlığa mahkûm etmiş. İşin komik yanı bu evde kalan insanı ‘deli’ yerine koyuyorlar, anladığım kadarıyla… Üstelik benim sahip olduğum meslek de onların bu düşüncelerinin üzerine bal kaymak olmuştur herhalde… İki gün önce, kasaba halkından orta yaşlı bir adam bana ne iş yaptığımı sorduğunda, ona ‘Astronom’ olduğumu söyledim. Tıpkı bana uzaylıymışım gibi bakan adam, kısa bir süre sonra beklediğim soruyu yöneltti: ‘O ne ola ki?’ Ona Türkçe anlamıyla ‘Gök bilimci’ olduğumu ve kâinattaki yıldızları, ayı, güneşi ve güneş sistemindeki diğer gezegenleri gözlemlediğimi söyleyince adamın gözündeki merakın daha da arttığını hissettim. Keza, biraz sonra sormuş olduğu soruyla da, hissiyatımı haksız çıkartmayacaktı zaten. ‘O zaman sen bir tür astronot ya da uzaylı mı olu yun?’ Evet, kardeşim, işte ben aynı zamanda böyle şeylerle de uğraşıyorum bu topraklarda… Ama benim inancım sonsuz. Gün gelecek, ‘Astronomi, astronom’ gibi kelimeler de, tıpkı ‘Tıp, doktor’ ya da ‘Hukuk, avukat’ kavramları gibi bilindik olacak. Belki bu şimdi olmayacak… Hatta belki de biz o günleri göremeyeceğiz. Ama torunlarımız ya da torunlarımızın torunları görecek, inanıyorum. İşte velhasıl o günden sonra kasabada benim lakabım ‘Deli uzaylı’ ya çıktı. ‘Deli’ sıfatını az öncede vurguladığım gibi, kalmış olduğum evden dolayı koymuş olmalılar. Diyeceksin ki, evin ne kabahati var… Aslında halkın çekindiği nokta, benim şu anda kalmış olduğum bu virane ev değil. Evin yakınındaki tarihi mezarlık… ‘Kefensizler Mezarlığı’ olarak adlandırılan bu mezarlık, benim evin ikinci katından, akşam bakılmak suretiyle görünüyor. Kardeşim, sakın sana latife ettiğimi düşünme… Gerçekten bu mezarlık gündüz, güneş ışığında bakıldığında fark edilmiyor. Hatta gündüz mezarlığın yanına gittiğinde, mezarlık yerine sadece ot ve çalıdan başka bir şey göremiyorsun. Ancak aynı ot ve çalıya hava karardıktan sonra bak, işte o zaman tarihi mezarlık tıpkı bir assolist gibi beliriveriyor karşında. Tıpkı… Tıpkı yıldızlar gibi… Hani nasıl ki güneş ışığından dolayı ay ve yıldızlar gündüzleri görünmüyorsa, sanki bu mezarlık da güneş ışığının etkisiyle görünmez oluyor. Bu nedenden dolayı ‘Kefensizler Mezarlığı’ olarak adlandırılan bu mezarlığa, ben bir astronom olarak, ‘Samanyolu Mezarlığı’ ismini koydum. Mezarlığın tamamı Samanyolu, mezarlıkta yatan her bir ölü ise yıldız… Bir de buralarda bu mezarlıkla ilgili bir rivayet dolaşıyor. Sözde bu mezarlığa bir kefen gömüldüğünde, kefeni gömen kişinin o zamandan sonra hayattaki her dileği gerçek oluyormuş. Biliyorum, biz bilim insanlarının, böyle batıl inançlara inanması, çok mantıksız hatta çok gülünç görünebilir. Ancak kardeşim, akşamları oldukça ihtişamlı bir görünüme sahip olan bu mezarlık, insana istediği her şeyi verebilecek gibi duruyor. Bunu ancak orayı gördüğünde hissedebiliyorsun… Bu konuya ayrı bir açıdan bakarsak,‘Kefensizler Mezarlığı’olarak adlandırılan, ancak benim‘Samanyolu Mezarlığı’ olarak isimlendirdiğim bu tarihi mezarlığın lanetli olduğuna inananlar da var… Her ne kadar bu düşünce bana ürkütücü geliyor olsa da, ilk söylemiş olduğum rivayet kulağa daha tatlı geliyor, öyle değil
56
57
Öykü
Öykü
mi? Tüm dileklerini gerçekleştirebilme arzusu… Zaten bir insanoğlu bu nedenden dolayı yaşamıyor mu, dostum? Biz seninle kurduğumuz hayallerimizden dolayı, sahip olduğumuz mesleği edinmedik mi? Şunu hiçbir zaman unutma kardeşim, hayatta hiçbir gayesi kalmamış olan insan, biraz sonra otopsiye girmeyi bekleyen bir cesedin durumundan farksızdır. Düşünsene; şu anda toz, toprak içerisinde oturmuş olduğum ve her an yıkılma tehlikesi olan bu virane evin bir anda bir villaya dönüştüğünü... Ya da o 1220 yıllık tarihi rasathaneyi sadece dışarıdan kuru kuru görmek yerine, orada güneşin batımından, doğuşuna kadar buradaki muhteşem gökyüzünü gözlemlemek... Yıllarca buralarda yaşam sürmüş olan El-Battani ve Sabit İbn Kurra gibi bilim insanlarının nasiplenmiş olduğu bu rasathaneden, neredeyse bin küsür yıl sonra, faydalanabilmek ve başarılı çalışmalara imza atabilmek... Ve bunun gibi daha birçok şey... Hem biliyor musun, geçen hafta buraya ilk geldiğim gün, toz toprak içerisindeki bu evi biraz düzenlemeye çalışırken, kömürlükte kimin koyduğunu tahmin edemediğim, birkaç tane kefen gördüm. Önce biraz ürktüm, ancak sonra bu durumu normal karşılamaya çalıştım. Sonuçta görmüş olduğum şey bir canavar değil, sadece bir tür elbise... Ölülere giydirilen bir tür kıyafet... İşte ondan sonra, nasıl ki bir mağazada kılık kıyafet gördüğümde korkmuyorsam, kefenden de korkmamın yersiz olacağını düşündüm. Hani derler ya her şeyin bir sebebi vardır diye... Kömürlükteki o birkaç kefenin, şimdi neden orada olduğunu daha iyi anlamaya başladım. Ne dersin, ha, evden birkaç tane kefen eksilse, herhalde bu virane ev başıma yıkılmaz, haksız mıyım? Sonuçta, kefenler yabancı bir yere gitmeyecek... Onları bir nevi komşumun bahçesine gömeceğim, diyebilirim. Hem bak, böylelikle mezarlığın adı bundan sonra ‘Kefensizler Mezarlığı’ değil, benim söylemiş olduğum gibi ‘Samanyolu Mezarlığı’ adını alacaktır. Şaka bir yana, biz bilim insanları hayalperest olmayacağız da kim olacak, söylesene bana. Biz hayallerimizi gerçekleştireceğiz ki, diğer meslekteki insanlar, bizim bulduğumuz gerçekleri kullanarak daha gerçekçi düşünebilsinler. Bizim hayalperestliğimizden doğan gerçekleri… Ben bu kefen konusunu, denemeye değer diyorum. Hem zaten ne kaybedeceğim ki... Neyse dostum, benim sana anlatacaklarım şimdilik bu kadar. Umarım, bu yazdıklarımı okurken sıkılmazsın. Çünkü ben sana bu mektubu, sen sıkılasın diye değil, eğlenesin diye yazıyorum. Eğer fırsatım olursa ki olabileceğini sanıyorum, sana mektup yazmaya devam edeceğim. Senin de hayallerle kaplanmış o güzel mektuplarını bekliyorum. Çocuklarını benim için öp olur mu? Kendine çok iyi bak, kardeşim… Yıldırım AKARSU 10.07.1971 Değerli Dostum Tarık, Mektubuna daha yeni ulaşabildiğim için, sana şimdi yazabiliyorum. Kusuruma bakma, kardeşim. Bulunduğum yerden ötürü, mektubunun bu kadar geç ulaşması normal bir durum sayılabilir. Senin de bu durumu anlayışla karşılayacağını tahmin ediyorum. Ya da en azından şimdiye kadar hiçbir nedenden ötürü bana darılmamış olan senin, bu nedenden dolayı bana kırılacağını düşünmüyorum... Her ne kadar senden hayallerle kaplı bir mektup almış olmasam da, senin bozuk ancak bir o kadar da okunaklı yazından, seni ne kadar çok özlediğimi anladım. Benim hakkımdaki görüşlerinin değişmemiş olduğuna sevindim. Hala beni ‘Çılgın ötesi’ olarak görüyor olman, hem senin hem de benim değişmediğimin en gerçekçi kanıtıdır herhalde... Bu geçtiğimiz bir aylık zaman zarfı içerisinde, başıma çok ilginç olduğunu düşündüğüm şeyler geldi. Açıkçası bunları seninle paylaşmayı kendime bir borç biliyorum... Sana en son ki mektubumu yazdığımın ertesi günü, söylediğim gibi, kömürlükteki o kefenlerden birisini alıp, ‘Kefensizler Mezarlığı’ adı verilen mezarlığa gömdüm. Tabii
58
ki bu söylediğimi, gecenin bir köründe yapmak zorunda kaldım. Bunun iki sebebi vardı... Birincisi; her ne kadar evin çevresinde benden başka bir canlı olmasa da, bir kişinin beni o şekilde görme ihtimalini ortadan kaldırmak isteyişim... İkincisi ise; sana da daha önce söylediğim gibi, ‘Kefensizler Mezarlığı’ adı verilen mezarlığın gündüz güneş ışıkları altında görünmez oluşudur, her ne kadar bu söylediğim saçma gibi gelse de... İnanır mısın, ben yaşamım boyunca içimin bu denli bir korkuyla kaplandığını hatırlamıyorum. Onlarca hatta belki de yüzlerce ölünün arasına girip, onları örten toprağın altına kefen gömmek... Ben, gerçekten de senin söylediğin gibi ‘Çılgın ötesi’ bir insanım, galiba... Yaptıklarımı düşününce bunu daha iyi anlıyorum... Hayatımda belki de ilk kez ölümün soğuk yüzüyle karşılaştım, diyebilirim. Bilirsin ki Urfa’da hava oldukça sıcak olur. Hele de yaz aylarında... İşte dostum, ben o kuru sıcağa rağmen, bu maceramı gerçekleştirirken iliğime kadar donduğumu hissettim. Ölüm korkusu, sanki beni, birkaç çocuk tarafından yapılmış, şekilsiz bir kardan adama çevirmişti… Oradaki mezarlıkların dağınık ve düzensiz oluşu, insanı daha da ürkütüyor. Neredeyse hiçbir ölünün mezar taşı yok diyebilirim sana. Sadece onlarca ya da yüzlerce, bir insan boyutu ebadında tümsekler... Kefeni toprağa gömerken, arkamdan çıkan bir ölünün; ‘Hey, ne yapıyorsun, birader?’ diyebileceğini aklımdan geçirdim. Oysaki ölülerin, canlılara göre çok daha masum ve sessiz olduklarını biliyordum. Ancak bu mezarlık, insana tüm bildiklerini de unutturuyor, kardeşim. Ama söylediğim gibi, bu korku dolu anlara rağmen, kefeni o tarihi mezarlığa, kazasız belasız, gömebildim. Bir süre sonra eve gelince de, yaptığım şeyin ne kadar saçma ve beyhude olduğunu düşündüm. Hem de bir bilim insanının yapmaması gereken çocukça bir iş olduğunu... Hatta zamanla bu düşünce boyutu, ilerleyerek pişmanlığa dönüştü, diyebilirim. Ancak zamanı geri getiremiyoruz, dostum... Çünkü biz insanlar çok iyi biliyoruz ki; yaşanmış ve bitmiş olan zaman, o ‘Kefensiz Mezarlığı’nda yatan ölüler kadar cansız... Ve dostum, o kâbus dolu günden sonra bir iki gün geçmişti ki, yaşamımda bazı şeylerin değişmeye başladığını hissettim. Sanki... Sanki o günden sonra her şey benim istediğim gibi gitmeye başladı... Hani o gördüğüm tarihi rasathane vardı ya, ben o rasathanenin içerisine girebildim, hatta gözlem bile yaptım. Düşünebiliyor musun, yıllarca kullanılmamış halde olan rasathane, sanki yenilenmiş ve gençleşmiş gibi, bana hizmet etti... Rasathaneye girdiğimde içerisinde, biri güneş teleskopu olmak üzere, birkaç tane daha teleskopla karşılaştım. Sanki benim orada gözlem yapmamı isteyen özel tasarımlı teleskoplarla... Ve ben de bunu fırsat bilerek, tıpkı planladığım gibi, güneşin batımından doğuşuna kadar gözlem yaptım, kardeşim. Hala da arada sırada gidip, gözlemimi yapıyorum ve de kimse bana karışamıyor, sanki rasathane bana tahsis edilmiş gibi... Bilmiyorum, belki bana inanmayacak olabilirsin. Ancak ben eğer delirmeye başlamıyorsam, sana yaşadıklarımı anlatıyorum. Artık inanmak ya da inanmamak sana kalmış, dostum... İşte, seninle, yaşadığım bu gerçekleşmesi imkânsız gibi görünen, ancak yaşanmış olan anımı paylaşmak için bu satırları yazıyorum. Ancak güneş batmak üzere ve ben, bana özel olarak tahsis edilmiş olan rasathaneme gidip, sabaha kadar gözlem yapmak istiyorum. Kendine çok iyi bakmayı unutma, olur mu? Yıldırım AKARSU 24.07.1971 Öykü Kayahan DEMİR
59
İllüstrasyon Buğra BERAH
Sinema
Sinema
Gezici Festival Günlüğü 2012
18. yılında Gezici Festival’de yine sinema dolu günler geçirdik. Bu yıl Ankara ve Sinop’da gerçekleşen festival, her zaman olduğu gibi sadece film gösterimleri ile değil, söyleşiler ve çeşitli etkinliklerle de her zamanki kalitesini gösterdi. İşte festivalin Ankara ayağında yaşadıklarımız:
30 Kasım Cuma: 14:30 – Bu yıl festivali ilk gününden itibaren yoğun şekilde takip etmeye kararlıydım. Seçtiğim ilk film, Siirt’li 9 çocuklu bir aileden çıkan ve küçük yaşında Avrupa Şampiyonu olan güreşçi bir kızı anlatan İnan Temelkuran ve Kristen Stevens’ın belgeseli Siirt’in Sırrı idi. Başarılı bir yapım olduğunu söyleyebiliriz. Konu iyi yakalanmış bir defa. Maddi durumu iyi olmayan ailelerin hem kendileri hem de çocukları için çıkışı çocuklarının spordaki başarılarında aramaları dünyanın pek çok yerinde ortak bir konu. Biraz daha bize özel bir konu olarak muhafazakâr ailelerin güreş gibi bedene dayanan bir sporu yapmaları için kız çocuklarına izin vermeleri işin ayrı bir boyutu. Filmde bunlar iyi işlenmiş. Belki bölgenin politik altyapısının etkisi daha çok vurgulanabilirdi ama belli ki tercih edilmemiş. Filmin en büyük şansı ise konunun temelini oluşturan güreşçi kızımız Evin Demirhan. Evin nasıl seçilmiş bilmiyorum (keşke İnan Temelkuran konuk olarak gelseydi de sorabilseydik) ama çok iyi bir seçim olmuş. Spordaki başarısı ayrı bir konu ama kamera karşısında çok rahat olması ve duygularını ifade etmekten kaçınmayışı filmin lehine olmuş. Filmin İngilizce adı olan Know My Name’den yola çıkarak umalım ki gelecekte tüm Türkiye’nin hatta dünyanın tanıdığı bir isim olsun Evin. 16:30 – Bu seans için seçtiğim Orada Burada (Aquí y Alla / Here and There) derdini gayet sessiz sakin ama etkili biçimde anlatan bir film. Film, ailesini uzun süre yalnız bırakmış olan Pedro’nun Amerika’da çalıştıktan sonra Meksika’ya dönüşünü anlatıyor. İki kızı ve eşi ile yaşayan amatör müzisyen Pedro, dönüşünde bir grup kurmak istiyor ama türlü zorluklarla karşılaşıyor. Gitmek mi zor kalmak mı ikilemi arasında kalan karakterini iyi yansıtan film festivalin fazla adı duyulan filmlerinden değildi ama memnun kaldık genel olarak. Bu arada filmin sonunda karakterlerin isimleri ile oyuncuların isimlerinin aynı olduğunu gördük. Büyük ihtimalle film, karakterlerin yaşadıklarından yola çıkarak kurulmuş bir yapım. 19:00 – Festivalin bu ilk gününün programını önceden yapmışken Çarşamba günü bir arkadaşım için kutlama yemeği organizasyonu yapılınca bu seansta gösterilecek olan Şimdiki Zaman filmini feda etmeye
60
karar vermiştim (hoş önceden hem festival ekibinden hem de film ekibinden bazı kişilere bu filmin vizyona girme planı olup olmadığını sormuş, bu konuda olumlu yanıt almıştım, yoksa film dediğin öyle kolay kolay feda edilmez…). Gün içinde söz konusu yemeğin iptal olduğunu öğrenmek filmi izleme şansı getirdi. Amerika’ya gitme hayaliyle para biriktiren ve bu süreçte boşaltılmakta olan bir apartmanda oturan ve bir kafede falcılık yapan bir genç bir kadının hikâyesini anlatan Şimdiki Zaman konusundaki düşüncelerim karışık. Aslında hikâyesini ve oyunculuklarını beğendim. Sadece ana karakterin değil, kendine öyle ya da böyle bir çıkış arayan diğer karakterlerin hikâyeleri da başarılı. Ama filmi izlerken sürekli daha iyi olabilirmiş hissi vardı. Mesela kızın bazen fal bakarken kendi dertlerini anlatması çok belirgin verilmişti. Hâlbuki daha alttan alttan verilse daha iyi olurdu sanki. Bir de masada bayılma sahnesi örneğin, çok anlamlı gelmedi. Ayrıca hikâyede bazı noktalar çok belirsiz kalmış. Bunun bilinçli olarak yapıldığı da belli aslında, yoksa eğer istense geçmişte neler olduğunu anlatmak çok zor olmazdı. Yine de hikâyedeki boşlukları doldurmak için biraz daha detay verilse fena olmazdı. Yine de bu yılın kadın yönetmen ve güçlü kadın karakterlerin öne çıktığı bir yıl olma özelliği devam ediyor. Yeşim Ustaoğlu, Pelin Esmer ve Belmin Söylemez arka arkaya iyi filmlerle geldiler. Birkaç gün sonra Zerre’den de güçlü bir kadın karakter görecektik. 21:00 – Film festivallerinden klasik filmleri sinema perdesinde görme şansı yakalamak pek güzel oluyor. Bu yıl Tuncel Kurtiz’in seçtiği filmler ile bu şansı yakaladık. Bu filmlerden ilki olan Nashville için çok fazla bir şey demeye gerek yok, bir klasik zaten. Bir başkanlık kampanyası sırasında hem bu kampanya ile ilgili kişilerin hem de Nashville’de kimi çok ünlü, kimi şöhretin peşinde pek çok müzisyenin hikâyelerini bir araya getiren bu film, Robert Altman’ı bir kez daha özlemle anmamıza vesile oldu. Filmde Altman’ın tüm özelliklerini görmek mümkün. Çok kalabalık bir oyuncu kadrosu, birbirine hafiften dokunan hikâyeler, üzerinde özenle çalışılmış bir ses bandı gibi. Bu kadar çok hikâye içinde kaybolmadan çıkmak (filmin yaklaşık 25 ana karakteri var) ancak Altman gibi bir ismin altından kalkabileceği bir iş. Ayrıca yıllar önce seyrettiğim için unutmuşum, Keith Carradine’da ne cevherler varmış, kendileri oyunculuğu yanında iyi bir müzisyenmiş de. Bu arada coutry müzik sevenlerin filmden alacağı keyfin katlanacağını söyleyelim. 1 Aralık Cumartesi: 12:15 – Haneke filmleri ile bizi öyle ya da böyle sinema salonlarındaki koltuklarımıza mıhlamaya devam ediyor. Aşk (Amour / Love) filminde yine darmadağın olduk. Aslında Aşk, Haneke’nin tanıdığımız tarzında bir film değil. Çok daha klasik bir sineması var, karakterleri de pek sıradışı sayılmaz. Ayrıca Haneke, filmlerinde genelde seyirci ile arasına bir mesafe koyardı bu kez doğrudan filmin içinde, iki yaşlı insanla beraber yaşıyoruz. Filmin konusunu hemen herkes biliyordur artık. Yaşlı bir çiftten biri hastalanınca
61
Sinema
Sinema
diğerinin ona bakma çabalarını ve ölüme doğru giden zamanı izliyoruz. Çiftin arasında geçenler dışında, kızları ve hemşireler ile olan ufak diyaloglar üzerine bile uzun uzun fikir yürütmek mümkün. Bu yazıda konuyu çok detaylandırmayalım. Yaşlı çift olarak Jean-Louis Trintignant ve Emmanuelle Riva ile Haneke’nin çok sevdiği Isabelle Huppert çok çok iyi performanslar ortaya koyuyorlar. Film genel olarak çok iyi ama yine de itiraf edeyim, Haneke’nin ilk dönem filmleri ile Cache‘sini hala daha çok seviyorum sanırım. Bu arada ülkemizdeki her festivalde kapalı gişe oynayan, biletleri çok çabuk tükenen bu filmin vizyondaki seyirci sayısını çok merak ediyorum. Gezici festivalde de merdivenlere bilet sattıran bir film oldu. Sırf bilet bulamadım diye üzülenler vizyon zamanında filme gitse epey bir seyirci çekmesi lazım. İlgi sadece festival olunca mı oluyor göreceğiz. 14:30 – Vizyonda izleme şansı bulabileceğimiz bir başka film ise No. Bu filmde yönetmen Pablo Larraín, Şili’de Pinochet iktidarının devam edip etmeyeceği ile ilgili yapılan referanduma çeviriyor kamerasını. Aslında bu süreçte genel olarak yaşananlardan çok Hayır kampanyasını yürütenlerin yaşadıklarına tanıklık ediyoruz. Kampanyayı bir reklamcıya teslim edince o da işi politik altyapısından biraz uzaklaştırıp Hayır oyunu bir ürün gibi pazarlamaya yöneliyor. Hatta en başlarda tanıtım için gösterdiği reklamda doğrudan kendisinin bir kola markası için yaptığı reklamdaki görüntüleri kullanıyor. Film bu süreci iyi anlatmış aslında ama belli ki referandumda Şili’nin içinden ve dışından başka faktörlerin de önemli rolleri var. Yoksa bir reklam kampanyası ile koca diktatörlüğü devirmek pek mümkün gözükmüyor. İşin o taraflarına eğilmemek bir eksiklik olmuş. Yönetmen tüm filmi o günlerin televizyonlarında izliyoruz gibi çekmiş (hafif bozulmuş bir VHS kaset kalitesinde görüntüleri vardı). Açıkçası filmin bir bölümü böyle olsa çok sıkıntı yoktu ama pürüzsüz görüntüleri olan, eski filmleri bile restorasyonla HD kalitesinde izlediğimiz bir dönemde tüm filmin böyle olması beni rahatsız etti. Bu filmden sonraki film Babamın Sesi’ni vizyonda izlediğim için pas geçtim, dinlendim ve gece seansları ile festivale devam ettim. 19:00 – Bu seansta izlediğim Domuzların Kralı (Dwae-ji-ui Wang / The King of Pigs), festivalin en büyük sürprizi oldu benim için (bazı filmlerin methini zaten duymuştuk, bu film hakkında çok şey bilmeden girip çok sevdiğim bir film oldu). İki eski arkadaşın yıllar sonra bir araya gelip yıllar önce ortaokulda yaşadıklarını hatırlamalarını anlatan bu animasyon çok etkili. Yoğun bir şiddet içeren yapım, festival kataloğunda yazdığı gibi kesinlikle çocuklara yönelik değil. İnsanın içindeki canavarın nasıl ortaya çıkabildiği gösteren film, yoğun bir sınıf çatışması da getiriyor karşımıza. Daha ortaokul çağında bu yoğun sınıf çatışması içinde olan çocukların yaşadıkları tüm hayatlarını etkiliyor. Dünyaya da gayet umutsuz bir bakış atan film kanlı canlı bir film olsaydı bir kaç sahnesinin seyri çok zor olurdu. Animasyon olarak bile bazı seyircileri rahatsız edecektir ama kesinlikle tavsiye edilir. 21:00 – Günü kapatırken yine Tuncel ustanın seçtiği bir filmle karşı karşıyaydık. 2000 Yılında 25 Yaşında Olacak Jonas (Jonas Qui Aura 25 Ans en l’an 2000 / Jonah Who Will Be 25 in the Year 2000), günün sert filmlerinden sonra bir nefes aldırdı. Kendilerini artık sürdürmek zorunda oldukları hayat mücadelesi içinde bulan 68 kuşağını anlatan film gayet politik ama suratı asık değil. Bir yandan ideallerinden uzaklaşmayan ama bir şekilde de mecburen sistemin çarkları içine girmiş olan bu insanlar yine de bir değişim yaratmaya çalışıyor. Özellikle filmdeki tarih dersleri çok ilgi çekici.
62
Zaten filmin tümü ince göndermelerle dolu. Bir önceki filmin aksine umudu da elden bırakmıyor. Filmin sonunda doğan Jonas’ın 2000 yılında, 25 yaşında içinde olacağı dünyanın daha iyi olacağı umut ediliyor. Şimdi doğruya doğru, Jonas’la yaşıt olan biri olarak diyebilirim ki, temel meseleleri düşünürsek çok da bir şey değişmemiş o günden bu yana ama bu yine de ufak ufak değiştirme çabalarını bırakmak için bir neden değil. Belki de 2035 yılında 25 yaşında olacak çocukları daha iyi bir gelecek bekliyor. Eve döndüğümüzde gün içinde izlediğimiz filmlerden biri ile ilgili bir haber alıyorduk. Aşk filmi Avrupa Film Ödülleri’nde en iyi film, yönetmen, erkek oyuncu ve kadın oyuncu ödüllerini aldı. Haberi aldığımda Oscar yoldadır demiştim, bu satırları yazarken de öyle düşünüyorum. Bekleyip göreceğiz. 2 Aralık Pazar: 12:15 – Pazar gününün ilk filmi Zerre, bundan önce katıldığı festivallerde aldığı övgüleri hakeden bir filmmiş. Hayat mücadelesi veren bir karakterin hayatından bir kesiti çok güzel yansıtmış. Film tümüyle ana karakteri Zeynep’i merceğine almış ve onu izletiyor bize. Yanlışım yoksa onun gözükmediği hiç bir sahne yok filmde. Böyle olunca Zeynep’i canlandıran Jale Arıkan’ın üzerine ağır bir yük binmiş ama bu yükü sırtlamasını biliyor. Çok başarılı bir performans sergilemiş. İşin ilginci bir kaç gün önce izlediğimiz Şimdiki Zaman’da eksiklik olarak gördüğüm şeyler Zerre’de de mevcut ama burada rahatsız etmedi. Burada da ana karakterin geçmişine yönelik bir şey öğrenemiyoruz, çocuğunun durumunun ya da sürekli burnunun kanamasının nedenlerini bilmiyoruz ama burada zaten öyle bir beklenti yaratılmadığı için sorun olmuyor. Filmin görsel yapısı da çok güçlü. Adındaki Zerre metaforunu çeşitli mekanlarda yakalamak mümkün. Ufak bir eleştiri olarak filmin finali bir anda geldiğini söyleyebiliriz. Seyirciye ne oldu şimdi dedirtiyor. Adeta bir makara daha varmış da kaybolmuş gibi. Aslında bir ara filmin çok klişe bir finale doğru gittiğini hissediyordum. Böyle olmayıp açık uçlu bırakılması iyi bir seçim. Yine de biraz daha devam edebilirdi sanki ama söyleşide yönetmenin de dediği gibi bilinçli bir tercih bu da. Gösterime girdiğinde (değişmezse 8 Mart 2013’de) kaçırmamak gereken bir film. 14:30 – Gün, Kan Akmalı (Blut Muss Fließen / Blood Must Flow) ile devam ediyordu. Neo-Nazi’ler üzerine çoğunlukla gizli kamera ile çekilmiş görüntülerden oluşan bu belgeselin yönetmeni de konuklar arasındaydı. Film çoğunlukla Neo-Nazi konser görüntülerine dayanıyordu. Bu görüntülerin çekiminin epey zor olduğu kesin. Önemli de görüntüler olunca film olayın bu yönüne fazlaca odaklanmış sanki. Hâlbuki gençlerin böyle bir görüşün etkisi altında kalmalarının nedenleri üzerine eğilmek daha iyi olabilirmiş. Yine de filmin çok kimsenin önemsemediği bir konu üzerine olması önemli. Bu arada tek kelime Almanca bilmediğim halde yönetmen Peter Ohlendorf’un akıcı konuşmasına bayıldım. Ohlendorf haber spikeri gibi seri konuştu açıkçası. Ahmet Boyacıoğlu da teklemeden çevirdi doğrusu (tabii Almanca bilmeyince anlamadım arada atladıkları oldu mu ama pek öyle bir izlenim vermedi). 16:30 – Bir önceki filmin sonunda söyleşi olunca başlaması bir miktar geciken All That Jazz, Tuncel Kurtiz’in 20’den fazla izlediği filmlerden biriymiş. O kadar olmasa da benim de az değildir ama ilk kez sinemada izleme şansım oldu. Sinemada izlemenin ayrı bir keyif olduğunu söylemeli. Bazı yerlerini de biraz
63
Sinema
Sinema
unutmuşum doğrusu. Hastane kısmı çok daha fazla iz bırakmış olmalı ki hem buradaki kısımları daha uzun diye hatırlıyorum hem de genel olarak filmdeki müzikal sahnelerini (ki onlar da çoğunlukla hastane kısmında zaten). All That Jazz için sahne dünyası üzerine yapılmış en iyi filmlerden biri diyebiliriz. Bob Fosse açısından da son derece kişisel bir film. Bu noktada 8 1/2 ile olan akrabalığı da önemini yitiriyor aslında. O filmi temel almış olabilir ama tamamen kendi dünyasına uyarlamış Fosse. All That Jazz, Bob Fosse’nin son filmi değil belki ama hayata bıraktığı veda mektubu olarak yorumlanabilir. Zaten öyle görkemli, keyifli ve aynı zamanda hüzünlü bir finali var ki filmi sevenler cenazemde “bye bye life” çalsın diyebilirler rahatça. 18:45 – Pazar günü hiç nefes almadan devam ediyordu. Sinemanın çıkış kapısından çıkıp 5 dakika kadar oksijen aldıktan sonra tekrar giriş kapısına yönelerek Küf filmini izlemeye hazırlandık. Günün ilk filmi Zerre için aldığı övgüleri hakeden bir film demiştim, Küf de öyle. Cumartesi Anneleri’ni çağrıştıran öyküsünde yönetmen-senarist Ali Aydın tabiri yerindeyse bir Cumartesi Babası’nın hikâyesini anlatıyor. Oğlu 20 yıl önce kaybolmuş olan Basri, bıkıp usanmadan devlete dilekçe yazıyor ve oğlu ölmüş olsa bile en azından mezarını bulmak istiyor. Nuri Bilge Ceylan sayesinde tanıdığımız Ercan Kesal, Basri rolünün içinde yaşayarak ne kadar iyi bir oyuncu olduğunu göstermiş. Bir Zamanlar Anadolu’da filmindeki rol arkadaşı Muhammet Uzuner ile olan, çocuğu kaybetmiş baba-polis sahneleri de çok başarılı. Küf finali ile insanın böğrüne bir yumru bırakıp öyle bitiyor. Uzun planlardan oluşan yapısı bazı seyircilere biraz sıkıcı gelebilir ama Ahmet Boyacıoğlu’nun dediği gibi zor bir film olsa da nihayetinde 90 dakikada bitiyor. Yine vizyona girince kaçırılmaması gereken filmlerden biri diyorum (henüz vizyon tarihi belli değil). 21:00 – Küf filminin söyleşisini yarım bırakarak diğer salondaki filme yetişerek günün beşinci filmine başlıyordum. Filmimizin adı; Her Türlü Kuşkunun Ötesinde Bir Yurttaş Hakkında Soruşturma (Indagine su un Cittadino al di Sopra di Ogni Sospetto / Investigation of a Citizen Above Suspicion). Bu uzun isimli film de Tuncel Kurtiz’in seçtiklerinden biriydi. Elio Petri, 1970 yapımı bu filminde sevgilisini öldürdükten sonra cinayet mahalline her türlü delili bırakan, hatta bilinçli olarak binadan çıkarken kendini komşulara gösteren bir polisin hikâyesini anlatıyor. Cinayet masasının eski şefi olan polis, bunu deliller kaçınılmaz bir şekilde kendisini gösterse bile ona dokunamayacaklarını bilerek yapıyor. Hatta hastalıklı bir şekilde bunu ispat etmek istiyor. Bu düşüncesinde haksız da değil. Öyle ki, suçunu itiraf ettiğinde bile onu suçlu olduğunu ispata zorluyorlar. Elbette bu filmle Petri, faşizmin bir alegorisini yapmış. Hala etkili ve ne yazık ki bazı noktaları ile anlattıkları hala geçerli bir film. Aslında Tuncel usta filmin kendisine umut verdiğini söyledi ama benim açımdan mevcut düzenin değişebileceğine dair pek ışık vermedi doğrusu. 3 Aralık Pazartesi: 16:00 – Festivalin ilk üç günü gayet yoğun bir program yapınca kalan dört günün programı biraz hafif
64
oldu. Bu yüzden Pazartesi gününe 16:00 seansından başladım. Alman Kültür’deki programın 16:00 ve 18:30 seanslarında Amerikalı öncü animasyoncu Larry Jordan’dan 8 kısa, 1 uzun film vardı. Bunların hepsini ayrı ayrı değerlendirmeye gerek yok. Ne de olsa 1950’lerden beri film yapan Jordan, deneysel animasyonlarında hep benzer yapılar ve benzer imgeler kullanmış. Bir kolaj yapısında olan animasyonlarında birbiriyle ilgisiz imgeleri müzik ve farklı seslerin eşliğinde birleştirmiş. Kelebek imgesi, yuvarlak objeler, kadın yüzleri, antik heykel imgeleri sıklıkla kullandığı imgeler. Çoğunlukla arka planda da hareketsiz resimler kullanmış. Hatta uzun metrajı Sophie’nin Yeri’nde (Sophie’s Place) Ayasofya resmi de vardı. İzlediğimiz filmleri içinde bir tek Şehir Görüntüleri (Visions of a City) farklıydı. Burada yönetmen, San Francisco’nun aynalardan ve camlardan yansımalarını toplamış. Gösterimlerin başında yapılan tanıtımda da söylendiği gibi, Jordan’ın filmlerini izlerken seyircinin kendini müziğe ve arka arkaya gelen imgelere teslim etmesi lazım. Yoksa bu filmde ne anlatılıyor sorgulamasına girilirse işin içinden çıkmak zor. Bu arada itiraf edelim, deneysel animasyon için 90 dk. biraz uzundu. Uzun metraj filmini sinema ortamında izlemesek, evde sonunu getirmek zor olabilirdi. 21:00 – Larry Jordan filmleri dışında bugün izlediğim tek film olan Perşembeden Pazara (De Jueves a Domingo / Thursday Through Sunday) en saf tanımı ile bir yol filmi. Şili’de 4 kişilik bir ailenin yolda geçirdikleri 4 günün hikâyesi. Karşılarına ne eksantrik karakterler ne de tekinsiz yabancılar çıkıyor. Sadece ve sadece bir aile draması izliyoruz. İşin o kısmında da kolaya kaçılıp öyle büyük duygu patlamaları falan yaşanmıyor. Yazar/yönetmen Dominga Sotomayor Castillo incelikli bir senaryo yazmış. Bu sessiz sakin film ufak ayrıntılar üzerinden giderek tıkır tıkır işliyor. Tüm hikâyeyi ailenin kızı Lucia üzerinden izliyoruz. Festivalin çok öne çıkmasa da mütevazı ama hoş filmlerinden biri. 4 Aralık Salı: 14:00 – Alman Kültür’de izlediğimiz Annemin Kollarında (In My Mother’s Arms), Bağdat’ta ayakta kalmaya çalışan bir yetimhaneyi anlatan bir belgeseldi. Filmin odağında yetimhanenin sahibi Hüsam ile biri ailesini bir patlamada kaybetmiş, diğeri hiç tanımamış iki çocuk var. Aslında film kimi anlarında belgeselden biraz uzaklaşıp kurmacaya yaklaşıyordu sanki. Konu önemli, insanın canını da acıtıcı ama bir belgesel olarak ne kadar yetkin olduğu tartışılır. 16:00 – Yine Alman Kültür’de gerçekleşen Kısa İyidir gösterimlerinin ilk seçkisi tıklım tıklımdı. Bir sürü kişi ayakta izledi filmleri. Bir o kadar kişinin de kapıdan döndüğünü öğrendik. Geçmiş yıllarda, festival Kavaklıdere Sineması’nda düzenlenirken kısa film seanslarında Tunalı’ya taşan kuyruklar aklıma geldi. Geçtiğimiz yıllarda ilgi azalmıştı, yine yükselmesi güzel. Seçilen filmler de tatmin ediciydi. Bu yıl epeyce animasyon vardı. Öne çıkan filmlerden kısaca bahsedelim. Elbette Altın Palmiye’li kısa filmimiz Sessiz, seçkinin en iyilerindendi. 80’lerin Diyarbakır’ında geçen film, hapiste bir ziyaret gününde iki insanın konuşmadan yaşadıklarını başarılı bir şekilde anlatıyor. Olumsuz olarak sadece hapisteki sahnelerde bitebilirdi gibi bir yorumum var. Bu film dışında Arjantin’deki kayıpları anlatan Büyükanneler, Hayatın Ritmi filminden tanıdığımız Altı Davulcu’nun noel müziği filmi, su altında yaşayan insanları anlatan Soluksuz, eşcinsel flamingolar arasında hetero olmaya çalışan bir flamingoyu
65
Sinema
Sinema
anlatan Flamingo Pride seçkinin güzel filmleriydi. Bu arada Tramvay filminde ciddi festival seyircilerinden bazılarının iş cinselliğe geldiğinde nasıl cıvıyabildiğini gördük. 18:30 – Bu seansta festivalin Üretim Hatası bölümünden bir kısa film, bir de uzun belgesel vardı. Kısa film Havai Fişekler, bir yılbaşı gecesi çevreye zarar veren bir fabrikanın havaya uçurulmasını anlatıyordu. Bu özetten ve filmin adından doruk noktasının havai fişekler patlarken fabrikanın havaya uçması olduğunu anlamak mümkün. Öyle de oluyor. Çok önemli olmasa da iyi bir kısa filmdi. Üretim Hatası bölümdeki uzun belgesel Yarın (Zavtra / Tomorrow) filminin sinemasal açıdan çok fazla bir değeri yoktu aslında. Daha çok Rusya’daki Voina adlı muhalif sanatçı grubunun eylemlerini anlatmasıyla önem kazanıyordu. Doğrusunu söylemek gerekirse bu grupta pek bir sanatçı tavır göremedim kendi adıma. Film boyunca planlanmasını ve sonrasını gördüğümüz eylem ise bir polis arabasının devrilmesi ki bu bir protesto eylemi olabilir ama sanat olup olmadığı çok tartışmalı. Yalnız filmin sonunda gördüğümüz bir eylem vardı ki film onunla ilgili olsa onun muhalifliğine de sanatsallığına da itirazım olmazdı. Filmin yıldızının ise anarşist çiftin filmin yarısında anadan üryan dolaşan ufak çocukları olduğunu vurgulamalı. O olmasa film çok sıkıcı olabilirmiş. Bu arada festivallerle ilgili yazılarımda Alman Kültür’ün sandalyelerinin rahatsızlığını hep konu ediyorum. Değişmedikçe de konu etmeye devam edeceğim galiba. 2 saat falan neyse de bugünkü gibi 6 saat kadar o sandalyelere oturunca insan bir süre sonra oturduğu yeri hissetmemeye başlıyor. 21:00 – Neyse ki günün son filmi Büyülü Fener’deydi. Onur Yürüyüşü (Parada / The Parade), Balkanlarda birbiriyle çatışan farklı etnik kökenli maço erkeklerin bir eşcinsel yürüyüşünü korumak için toplanmalarını anlatıyor. Hem maço erkekler hem de eşcinseller çok klişe çizilmiş belki ama film bazı anlarında gürültülü kahkahalar attıracak kadar komik. Genel olarak da hem etnik kökenlerden doğan ayrılıkların ne kadar yapay olduğunu göstermesi hem de eşcinsellere bakışı ile iyi bir film. Komedi seviyesinin zaman zaman kaba olduğu söylenebilir ama anlattığı adamlar öyle zaten. Daha 2 gün önce festival sırasında bir arkadaşla Ben-Hur da ne güzel filmdir diye konuştuktan sonra burada Ben-Hur’un eşcinsel alt metninin vurgulanması ayrı bir olaydı. Filmi bilenler Ben-Hur ve Messala’yı sevgili olarak düşünsün… Eh, hiç mantıksız gelmedi değil mi…
Eskiden Gezici Festival seyircilerden en iyi 3 kısa filmi seçmelerini isterdi. Bu yıl bu uygulama yok ama ben yine de bir liste vermiş olayım. Seçmek zor oldu ama; 1-Rehin 2-Pek Yakında 3-Sessiz (Rehin‘i sinemasal özelliklerinden çok sevimli hikayesi ve oyunculukları için seçtim) 18:30 – Bu seans yine Üretim Hatası bölümünden iki yapıma ayrılmıştı. Kısa bir belgesel olan Makine Adam, fiziksel güç gerektiren işlerde çalışan insanların adeta birer makine gibi çalışmalarını anlatıyordu. Bangladeş’in başkenti Dakkar’da çalışan işçilerin çevresinde dolaşan kamera, insanların makine parçalarından bir farkı olmadığını gösteriyordu. 15 dakikalık süresini iyi kullanan bir belgesel denebilir. Aynı bölümde yer alan uzun belgesel Öğün, Çalış, Güven (Work Hard - Play Hard) ise bu kez modern iş yaşamında zihinsel işler yapan insanların nasıl çalıştırıldığını anlatıyordu. Aslında bu filmi nasıl yorumladığınız modern iş yaşamındaki yeni teknikleri nasıl gördüğünüzle doğrudan ilintili. Esnek mesai saatleri, konforlu çalışma ortamı, kişisel performans değerlendirme, takım çalışması egzersizleri vs. vs. Bunların çalışanların mutluluğu için yapıldığını düşünüyorsanız filmin bunun en güzel örneklerini gösterdiğini savunabilirsiniz. Yok bunların çalışandan daha çok verim almak, daha çok sömürmek için yapıldığını düşünürseniz film bir anda tedirgin edici bir boyuta çıkıyor. Aslında performans, performans daha çok performans diyen şirketlerin düşünce yapısının hangisine uyduğunu tahmin etmek zor değil. 21:00 – Günün kapanış filmi Kaplanın Yılı (El Año del Tigre / The Year of the Tiger), festivalin hayal kırıklığı yaratan az sayıdaki filminden biri oldu benim için. Şili’de 2010’daki deprem ve tsunami sonrası hapisten kaçan bir adam, karısını ve kızını bulma çabaları ve umutsuzluğa düşüşü iyi bir konu. Öyle bir ortamda hapiste olmak mı daha iyi dışarda mı ikilemi de benzer şekilde üzerinde düşünülebilecek bir mesele. Fakat bunların filmde iyi işlendiğini söylemek zor. Ayrıca kaplan metaforu da çok iyi oturmamış bence. Film minimalist bir yapıya sahip olmasına rağmen zaman zaman giren yoğun fon müziği de işi bozuyordu. Neyse, festivaldeki her filmi de sevmek zorunda değiliz, arada nazar boncuğu da olsun.
5 Aralık Çarşamba: 16:00 – Kısa İyidir bölümünün ikinci gösterimine ilk gün kadar olmasa da yine iyi bir ilgi vardı. Seçki yine iyi filmlerden oluşuyordu. Türkiye’den gelen Buhar, televizyonda Esra Erol’un evlilik programı varken tek planda bir çiftin evliliklerinde yaşadıklarını anlatıyordu. Başarılı düşüncesini iyi kullanan bir filmdi. Buharı nasıl kullandığını anlatmayalım ama finalde o buharın dağılmasına gerek yoktu bence. İki çocuk arasındaki ilk aşkı anlatan Rehin son derece sevimli bir kısa filmdi. Chinti de azimli bir karıncayı anlatan hoş bir animasyondu. Edmond Bir Eşekti, toplumun genelinden farklı insanların durumu ile ilgili güzel bir animasyondu. Seçkinin en eğlenceli filmlerinden biri ise bir çiftin hayatını film fragmanları şeklinde anlatan Pek Yakında idi.
6 Aralık Perşembe: 14:30 – Göz açıp kapayana dek festivalin sonuna gelmiştik bile. Aslında son güne sabah 10:00’daki çocuk filmleri ile başlamak gibi bir fikrim vardı ama yeteri kadar erken kalkamayınca olmadı. Güne Düşler Diyarı (Beasts of the Southern Wild) filmi ile başlıyordum. Bazen filmler hakkında önceden çok şey duymak iyi olmuyor. Düşler Diyarı da benim için bu filmlerden biri oldu sanırım. Büyük bir kasırganın vurduğu doğada bir kız
66
67
Sinema
Sinema
çocuğunu anlatırken bir yanı ile çok gerçekçi, bir yanı ile de gayet fantastik olan bu filmin kötü olduğunu söyleyemem. Hatta tam tersi gayet iyi bir film ama çok daha fazla çarpılacağımı düşünmüştüm, olmadı. Ama hakkını teslim edelim, genç yönetmen Benh Zeitlin gerçekten hikâyesini görüntü ve müziğin uyumu ile başarılı bir şekilde anlatmış. Sinemada takip edilmesi gereken yeni bir soluk olabilir gerçekten. Ama daha da önemlisi Cimcime (Hushpuppy) rolünde Quvenzhané Wallis. O kadar doğal bir oyunla kendine güvenli küçük kızı canlandırmış ki en genç Oscar adayına hazır olun derim. İşin ilginç tarafı bu kadar hareketli ve cıvıl cıvıl bir filmin bir tiyatro oyunundan uyarlama olması. Yazmasa tahmin edemezdim. 18:45 – Derviş Zaim’in farklı denemelerinden hoşlanıyorum aslında ama her zaman aynı derecede iyi sonuç vermiyor. Belgesel tadında başlayıp kurmacaya dönen Devir için de yarım bir başarı diyebilirim en fazla. Film Burdur bölgesinde her yıl düzenlenen bir koyun yarışını fona alarak geleneksel değerler ile modern dünyanın çelişkisini vurgulamak istemiş. Ama sanki tüm film, finaldeki av sahnesi için çekilmiş gibiydi. Böyle olunca da bir kısa film yeterli olabilirdi dedirtti. Yine de Derviş Zaim’in kendilerini oynayan yöre insanlarını gayet iyi kullandığını söylemek lazım. Bir kaç an dışında falso vermiyorlar. 21:00 – Ve Gezici Festival’in Ankara ayağı için final filmi. Temizlikçi (El Limpiador) filmi geçen ayki yazımda da belirttiğim gibi yan tarafta da yer alan, bir masanın iki yanındaki adam ve kafasına karton bir kutu geçirmiş çocuk imajı ile dikkatimi çekmişti. Bu karton kutunun nedeni, tüm şehri etkileyen ölümcül salgından çocuğun bu şekilde kurtulacağını düşünmesi. Daha doğrusu adamın çocuğu buna ikna etmesi. Temizlikçi için Hollywood’da pek çok örneğini gördüğümüz disütopya filmlerinin antitezi diyebiliriz. Tüm şehri yok etmeye doğru giden salgını karmaşa, yağmalama ve terör görüntüleri ile değil, boş AVM’ler ve terkedilmiş evlerle anlatıyor. Ölenlerin arkasından mekânı temizleyen ana karakterimiz Eusebio da bu anlayışa uygun şekilde sessiz sakin işini yapan bir adam. Bir gün temizlik yaptığı evlerden birinde bir çocukla karşılaşınca dışarıyla iletişim kurmaya başlıyor. Aslında bu ilişki iyi işlenmiş ama bu tarz, bir çocukla karşılaşınca hayata bakışı değişen karakterleri o kadar çok izledik ki. Her ne kadar bazen fazlaca minimalist olsa da yönetmen Adrian Saba’nın hikâyesine yaklaşma tarzını beğendim. Keşke filmin ana yapısını biraz daha orijinal bir şekilde kursaymış. Bu film sonrası biz Ankaralı seyirciler bir festivali daha bitirmenin tatlı yorgunluğunu yaşarken festival ekibi Sinop’a doğru yola koyulmuştu bile. Aldığımız haberlere göre festivalin Sinop ayağı da son derece keyifli geçmiş. Başta festivalin arkasındaki iki isim Ahmet Boyacıoğlu ve Başak Emre olmak üzere festival boyunca yoğun günler geçiren Pınar Evrenosoğlu, Ezgi Yalınalp, Gürkan Büyükturan ve burada tek tek sayamadığımız tüm festival ekibine bu yılki Gezici Festival için içten teşekkürler. Hasan Nadir Derin http://sinemamanyaklari.com/
68
AB İnsan Hakları Film Günleri 2012 Gezici Festival’in son günü İnternet’te farklı bir sinema etkinliğinin haberini aldık. 10-11-12 Aralık 2012 tarihleri arasında 10 farklı ilde eş zamanlı olarak düzenlenecek olan bu etkinlik Avrupa Birliği İnsan Hakları Film Günleri’ydi. Ankara’da geçtiğimiz yıllarda Kızılırmak Sineması’nda düzenlenen etkinlik bu yıl Cinemaxium Cepa’da düzenleniyordu. Toplam 11 farklı film gösterilen etkinlikte 8 film izleme fırsatı buldum (diğer 3 filmi zaten daha önce izlemiştim). Güncemize geçmeden önce etkinliğin geneli ile ilgili bir kaç kelam edelim (genel olarak Ankara’daki etkinlikle ilgilidir yazdıklarım, diğer illerde durum farklı olabilir). Aslında aynı anda 10 ilde düzenlenen bu etkinlik epey kapsamlı bir etkinlik, ancak duyurusunun yeterince yapılmadığını görüyoruz. Gösterimler ücretsiz, seçilen filmler de belli bir seviyenin üzerindeyken filmlerin hemen hepsinde salonda yer kalmamış olmasını umardım. Halbuki, özellikle ilk gün ilgi oldukça düşüktü. Salonun dolu olduğu seanslar da yok değildi ama onlar da genellikle bir organizasyon olarak okulların geldiği ya da elçilik davetlilerinin ilgi gösterdiği seanslardı. Ankara’nın sadık festival seyircilerinden pek azını salonlarda görebildik. Önümüzdeki yıllarda tanıtımın daha iyi olmasını umalım. Hoş tanıtım iyi olsaydı belki de gerçekten film izlemek isteyenler salonlara giremeyecekti. Belki de böylesi daha hayırlı olmuştur. Gelelim filmlere: 10 Aralık Pazartesi: 12:30 – Lotte ve Aytaşının Sırrı (Lotte ja Kuukivi Saladus / Lotte and the Moonstone Secret), hitap ettiği yaş kitlesi epey küçük olsa da çok renkli, eğlenceli, cıvıl cıvıl bir animasyondu. Güzel bir çocuk filmi yapmak için illa ki Pixar’a özenmek gerekmediğini gösteriyordu. Filmde en çok hoşuma giden şey hayal gücünü sınırlamaması oldu. Aydan gelen üç kulaklı tavşanlar, denizden tutulan krepler, rüyalar dünyasında birbirlerini bulan karakterler hep bu filmdeydi. Aman çocuklar yanlış öğrenmesin diye bir açıklama çalışması da yoktu. Bu arada filmi sessiz sedasız izleyen ufaklıklar hangi okuldan geldilerse takdir ettim. Film izlerken konuşulmayacağını erkenden öğrenmişler (ya da öğretmenlerinden çok korkuyorlardı, bilemiyorum). Hâlbuki aynı filmi izleyen gayet yetişkin bazı seyirciler bunu öğrenememişti henüz… 15:00 – Yunanistan’dan gelen Denizdeki Adam (Man at Sea) filmi göçmenlik meselesi ile ilgili iyi bir hikaye yakalamış. Farklı nedenlerden dolayı kendi içinde bir suçluluk duygusu yaşayan bir kaptanın 30 mülteciyi gemisine alması sonra da onları hiç bir yere bırakamaması iyi bir konu. Bir süre sonra denizin ortasında tek başlarına kalan mülteciler ve gemi ekibinin hem psikolojik hem de fiziksel çatışması iyi işlense çok ilginç bir film olabilirmiş. Fakat festivallerde epeyce filmini izlediğimiz deneyimli yönetmen Constantine Giannaris sanki bir şeyleri eksik bırakmış. Senaryo tatmin edici olamıyor. Mesela kaptan ve eski karısının sorunları yeterince işlenmemiş. Genel olarak oyunculuk tarzını da çok başarılı bulduğumu söyleyemeyeceğim. Hâlbuki yönetmen, önceki filmi Hostage’da bir otobüste sıkışıp kalan insanlar ile ilgili hikâyesini daha iyi anlatmıştı. 17:30 – Romen sinemasının son dönem ne kadar iyi örnekler verdiğini biliyoruz. Islık Çalmak İstersem Çalarım (Eu Cand Vreau sa Fluier, Fluier / If I Want to Whistle, I Whistle) da bu örneklerden biri olarak karşımıza çıktı. Islahevinden çıkmasına 2 hafta kalan 18 yaşındaki Silviu, içerdeki süresini uzatmamak için hiçbir kavgaya karışmıyor, kendine yapılanlara ses etmiyor. Yıllardır görmediği annesi gelip kardeşini İtalya’ya götürmek
69
Sinema
Sinema istediğini söylediğinde düştüğü durum için annesini suçlayan Silviu, kardeşinin de kendi durumuna düşmemesi için buna izin vermiyor. Ama içerden yapabilecekleri kısıtlı, telefon etmek ya da annesini görüşmeye çağırmak yetmiyor. Böyle olunca da bir noktada olay kopuyor. Filmin ilk yarısı için Romen ıslahevlerinin durumunu yalın bir şekilde yansıttığı söylenebilir (zaten başrol oyuncusu dışındakiler gerçek mahkûmlarmış). İkinci yarısı ise bir rehine dramasına dönüşüyor. Ama bu kısımda da pek abartıya kaçılmamış, ilk kısımdaki gerçeklik hissi devam ediyor. Yönetmen Florin Serban, tarzını haffiften Dardenne’lerden ödünç almış sanki ama etkili bir film ortaya çıkarmış. Yakalarsanız izleyin derim. 11 Aralık Salı: 15:00 – Aslında Pazartesi günü de hafif bir kırgınlık vardı üzerimde ama akşam hastalık vurdu geçti. Yine de Salı günü gücümü toplayıp gitmek şifa niyetine filmlere gitmek üzere yola çıktım. Kano (La Pirogue / The Pirogue) filmini izlemek üzere Cepa’ya vardığımda bir sürpriz ile karşılaştım. Salonda yer kalmadığı için bekleyenleri alamıyorlardı. Neyse ki sonradan birkaç sandalye koyarak bizleri de içeri aldılar. Ancak en öne oturabildik ama oradan film izlemek çok kolay olmadığı için film başladıktan sonra merdivenlerde oturmayı tercih ettiğimi söylemeliyim. Bu arada salonun dolu olmasının nedeni seyircinin ilgisi değil, gösterime getirilen lise öğrencileriydi (büyük ihtimalle Fransız Kültür ayarlamıştı). Kano, etkinliğin ilk gününde izlediğimiz Denizdeki Adam’a benzer bir konu anlatıyordu. Deniz üzerinde sıkışıp kalan bir grup insanın çatışması. Bu kez Senegal’den İspanya’ya ufak bir tekne ile gitmeye çalışan bir grup insanın çabasını izledik. Bu filmde okyanus bir tekne ile aşılmaya çalışıldığı için, işin doğa ile mücadele kısmı daha baskındı. Aslında en baştan umutsuz bir çaba bu. Başarı şansı çok düşük olsa da insanlar bunu bir kurtuluş yolu olarak görüyor. Bazıları hayatlarında deniz bile görmemişken okyanusa açılıyorlar. Filmin büyük bir kısmı okyanusta küçük bir teknede geçiyor. Yönetmen bu kısıtlı mekânı iyi kullanmış. Ama karakterlerin çok boyutlu olarak çizildiğini söylemek zor. Genelde her biri belli özellikleri temsil etsin diye yazılmış gibiydi. Yine de seyre değer bir filmdi Kano (bu arada filmin Türkçe ismi Kano pek olmamış, kayık ya da tekne olabilirmiş). Eklemeden geçemeyeceğim bir konu var. Ne yazık ki filme getirilen öğrencilerden bir kısmı hem benim hem de başka seyircilerin uyarılarına karşın, sürekli konuştular. Bu öğrenciler muhtemelen zorla getirildi ama madem filmi sevmediler dışarı çıkıp arkadaşlarıyla muhabbet etselerdi keşke, film izlemek isteyenleri de rahatsız etmeselerdi. Neyse ki filmde müzik ve denizin sesi baskındı da yine de tahammül edebildik, bir sonraki filmde olsaydı çok daha kötü olurdu. 17:30 – Bir sonraki film Sadece Rüzgar (Csak a Szél / Just the Wind), Macaristan’da gerçekleşen çingene cinayetlerinden yola çıkan bir filmdi. Filmden önce Macaristan büyükelçisinin söylediği sözler önemliydi. Bu film Macaristan’ın güzel yanını göstermiyor ama sanatçılar özgür olmalı, her istediklerini anlatabilmeliler ki biz de kendimizle yüzleşebilelim, iyiye gidebilelim dedi. Elçiliğin filmi bu etkinlik için seçmesi bir yana Oscar’lara da Macaristan adına bu film gönderilmiş. Macarları ülkelerindeki ırkçılığı bizde böyle şey olmaz diye saklamaya çalışmadıkları, sanatçıları kısıtlamadıkları için tebrik etmeli, birileri de bundan ders almalı. Filme gelince, açıkçası bu kadar minimalizm bana fazla gelebiliyor zaman zaman. Tüm film boyunca bir çingene
70
ailesinin 24 saatini belgesele varacak yalınlıkta izliyoruz. Kamera aile üyelerinden her birinin peşine takılıp onun ne yaptığını bize gösteriyor. Aslında sürekli olarak aile üyelerinden birinin başına bir şey geleceği hissi ile tetikteyiz ama finale kadar sıradan gün devam ediyor. Bu sıradan güne tezat olarak finaldeki vahşet etkili ve akılda kalıcı oluyor elbette ama o final için bu film gerekli miydi tartışılır. 12 Aralık Çarşamba: 15:00 – Görünmez Adamlar (The Invisible Men), İsrail’de kaçak olarak yaşayan Filistinli eşcinseller ile ilgili bir belgeseldi. Filistin’de cinsel tercihlerinden, İsrail’de etnik kökenlerinden dolayı hayatları tehlikede bu insanların. İsrail’de resmi makamlarca yakalanırlarsa Filistin’e geri gönderiliyorlar. Bu da onlar için çoğunlukla ölüm anlamına geliyor. Onlar da bu nedenle, herhangi bir Avrupa ülkesinden sığınma talep ediyorlar. Film genelde biri üzerinden ilerleyerek bu durumdaki 3 genci getiriyor karşımıza. Bir belgesel olarak çok geniş kapsamlı değil belki ama derdini iyi anlatmış bir yapım. İsrail-Filistin meselesinin farklı bir boyutunu getiriyor karşımıza. 17:30 – Adalar (Isole / Islands), çalışmak için bir adaya giden ama parasını alamayınca oradan çıkamayan bir adamın öyküsü. Ama filmin üç ana karakteri var aslında. Sadece adada sıkışıp kalan adamın değil adada yaşayan bir rahibin ve ona bakan, hiç konuşmayan kadının da öyküsünü izliyoruz. Aslında ada motifinin bir metafor olarak kullanıldığı belirgin. Bu üç insan da kendilerini çeşitli nedenlerle dışarıya kapamış karakterler. Zamanla birbirlerine yakınlık hissederek sınırlarını kırmayı başarıyorlar. Her ne kadar senaryoda bazı aksamalar olsa da üç karakter de başarılı oluşturulmuş. Başkarakter Ivan’ın adadan ayrılamama nedeni çok inandırıcı değil ama bunu belki de ayrılmamayı seçiyor diye yorumlamalıyız. Bu arada genelde bu etkinlikteki filmlerin oyuncuları pek tanımadığımız isimler olunca filmde kimler oynuyor bakmamışım. Bir anda Asia Argento’yu başrol oyuncularından biri olarak görmek güzel bir sürpriz oldu. Bu da filmi sevmem için yeterli bir sebep olabilir. 19:30 – Etkinliğin son filmi olan Kuma aslında sadece davetlilere gösterilecekti. Ancak çok istek olunca normal seyircilere de birkaç sıra ayırmayı kabul etmişler. İlerde tekrar izleme fırsatı olurdu belki de ama burada izleyebilmek iyi oldu. Umut Dağ’ın Kuma filmi sıkıntılı yanları olsa da bu meseleye farklı açıdan yaklaşan vasatın üzerinde bir film. Yapım koşulları nedeniyle Türk filmi kabul edilmiyor belki (Antalya’da ulusal yarışmaya katılamamış ve Avusturya filmi sayılmıştı, burada da yine Avusturya Büyükelçiliği’nin seçtiği bir film olarak gösterildi) ama diğer tüm özellikleri ile bizden bir film. Kuma olayında kolaya kaçıp genç kızı ya da ilk eşi çaresiz kurbanlar, erkeği de zalim adam olarak kurgulamıyor. Tam tersi kumayı zaten ilk eş kendisi öldükten sonra ailesine baksın diye elleriyle seçiyor. Aslında burada olayı tam anlamıyla kuma olarak yorumlamak yanlış olur. Öleceğini düşünen bir kadın ailesine iyi bakacak birini arıyor. Aslında başta iki eş de durumdan memnun ama olaylar beklenmedik şekilde gelişince iş değişiyor. Filmin temel derdinin aile içinde herkesin bildiği sırların dışarıya yansıtılmaması olduğunu söylemek mümkün. Herhalde gösterime girecektir buralarda. Görmeye çalışın derim. Bu filmle Ankara’daki sinema etkinliklerine kısa bir ara verdik. Ama etkinlikler bitmez, daha önümüzde Kuir Fest, !f Ankara, Ankara Film Festivali ve Uçan Süpürge var. Onlarla ilgili yazılarda buluşmak üzere. Hasan Nadir Derin http://sinemamanyaklari.com/
71
Öykü
Öykü
D1789 ‘İkinci istasyona üç dakika, yirmi altı saniye uzaklıktayız Jack.’ Kulaklıklarından gelen kadın sesini duyduğunda Jenna'nın kendisini görebildiğinin bilinciyle başını salladı. Dünya’dan yola çıktığından beri baya sıkıcı bir yolculuk oluyordu. Sonsuz bir karanlıkta yol almak ve makinelerin her şeyi yapmasına izin vermek tek düzeydi. Uzay gemisinin ön panelinde bulunan onlarca düğmeye sırasıyla dokundu ve neşeyle gülümsedi. Gemi saniyeler önce, üç dakika mesafede olan istasyona yanaşmaya başlarken kulaklıktan gelen endişeli kadın sesi tekrar duyuldu. ‘Bunun gibi son teknoloji ürünü bir mekiği senin kullanmana izin verdikleri için, SpaceOp Şirketi yetkilileri kafayı yemiş olmalı! Bir daha bakım istasyonlarına yaklaşırken tam güç kullanma sakın! Bu çok tehlikeli, ayrıca bu bir emirdir asker!’ ‘Tehlikeymiş…’ diye düşünmeden edemedi Jack. Kullandığı bir araştırma gemisiydi ve bu rotada bulunan son bakım istasyonu da şu anda bulunduğu yerdi. Bilinmeyene bir yolculuğa çıkmıştı ve açıkçası geri döneceğini de pek zannetmiyordu. Bir eşi, çocuğu, sevdikleri ya da yakını yoktu Jack’in. Hayatında en fazla iletişim kurduğu kişi, şu anda kulaklıklardan sürekli kendini azarlayan kontrol istasyonundaki Jenna’ydı. Hepsi o kadar. İşte bu yüzden araştırma işi için biçilmiş kaftandı. Geminin titanyum yüzeyinde herhangi bir bakıma ihtiyaç yoktu. Bu yüzden istasyon görevlisi yakıt tankını, tehlikeli maddeyle doldurur doldurmaz, kalkış için izin verildi. Protokol gereği mikrofona yaklaştı ve tek düze bir ses tonuyla konuşmaya başladı. ’24 Ekim 4016, ana ve üç adet yedek depoyu J10 yakıtıyla doldurdum. Yaklaşık iki dakika, otuz iki saniye süren bir duraklamanın ardından D1789 gezegenini keşif yolculuğuna kaldığım yerden devam ediyorum.’ Protokollerden nefret ederdi ama katlanılabilir olanlara uymakta da pek sakınca görmüyordu. Motorlar neredeyse hiç gürültü çıkarmadan çalıştığında rotasını tekrardan yeni bulunan gezegene doğru yöneltti. Dünya nüfusu, Ay ve Mars üzerindeki kolonilere artık sığmıyordu ve yaşanabilir nitelikte olan gezegenlerin sayısı çok da fazla değildi. Bazı gezegenler metalleri ve ham maddeleri sağlayabiliyorlardı gerçi. Mesela Merkür’deki lav denizinin içinde oldukça zengin titanyum madenleri keşfedilmişti. Plüton’dan ise radyoaktif yakıtlar elde ediliyordu. Ama yine de yaşanabilir gezegenlere duyulan acil ihtiyaç, büyük şirketleri cezp ediyordu. İşte bu yüzden akıl almaz paralar harcayarak bu gemiyi inşa etmişler ve içine de kaybedecek hiçbir şeyi olmayan, yetenekli bir pilot yerleştirmişlerdi. Yolculuğu iki saat kadar sorunsuz geçti Jack’in ama ters giden bir şeyler olduğunu anlaşmıştı. Kontrol panelindeki rakamları tekrar tekrar incelediğinde ise şaşkınlıkla mikrofona yaklaştı. ‘Jenna D1789 gezegeni son iki saat içinde yörüngesinde olağandışı bir şekilde hareket etti mi?’ sesi endişeliydi ve Jack neredeyse hiçbir zaman endişelenmezdi. ‘Hayır Jack. Normalin dışında hiç hareket yok. Ne oldu bir sorun mu var?’
72
‘Sorun şu ki üç saattir tam hızda yolculuk yapıyorum ve son bakım istasyonundan bu yana gezegene yaklaşmak yerine uzaklaşmışım.’ Elini hafif bir yumruk yaptı ve bir yandan konuşurken, bir yandan kontrol panelindeki rakam göstergesine vurmaya başladı. Geminin burnu tam gezegene bakıyordu bundan emindi. ‘Bu çok…’ Jenna’nın sesi bir parazit selinin arasında kesildi. Hemen tüm duyuları açıldı Jack’in. Bu son teknoloji ürünü gemide iletişimi koparabilecek tek şey bir kara delikti. Bilinen ve daha önce araştırılmış, atlama noktası olarak kullanılan iki tanesi haricinde ise kara delikler evrenin baş belalarıydı. Daha önce uyduları, uzay mekiklerini, hatta gezegenleri yuttukları bilinen bir gerçekti. Bazı deli bilim adamları bunların zaman yolculuğunu mümkün kıldığını bile öne sürmüşlerdi ama doğal olarak hiçbiri bunu kanıtlayamamıştı. Pratik düşünme yetisi sayesinde bu işi kapmıştı ve aklından yüzlerce hesabı aynı anda yaparken işlemin sonuna doğru yaklaştığı sonuç, şimdiden suratını buruşturmasına neden oluyordu. Üç saat tam hızla kullanmıştı uzay aracını ve kara deliğin çekim alanından kurtulmak için bir o kadar daha yakıt harcaması gerekiyordu. Ufak bir hesap yaptığında geri dönüş için yeterli yakıtının olmayacağı bir duruma düştüğünün farkına vardı. Ama aklı hesap yapmayı bırakmadı. Çünkü diğer bir olasılık daha vardı. Hiç güç harcamayıp gemiyi düz bir salınıma bırakmasını ve daha önce hiç araştırılmamış uzayın bu ücra köşesindeki kara deliği atlama noktası olarak kullanmasını tavsiye ediyordu aklı. ‘Eh geri dönemeyeceğim açık ve pek seçeneğim yok gibi.’ dedi kendi kendine. Geride onun için üzülecek kimse olmaması da seçimini kolaylaştırıyordu. Belki Jenna az da olsa üzülürdü, kim bilir? Elini mekiğin dümeninden çekti ve titanyum paneller büyük bir gürültüyle kara deliğin basıncı altında ezilmeye başlarken dişlerini sımsıkı kenetleyip gözlerini kapattı. ---o--Tarık üniversiteye yeni başlamıştı ve iç mimarlık bölümünün ağır müfredatı adeta omuzlarını çökertmişti. Bugün de, her gün gibi okula gitmesi gerekiyordu fakat bir anda canına tak etmişti. İki dolmuş ve bir metrobüs kullanarak İstanbul’da huzuru bulabileceği tek yere gelmişti. İnsanlardan ve trafikten olabildiğince uzak, Belgrad ormanının sakin ve oksijen dolu havasını içine çekerken, bir yandan okul için hazırladığı tostunu yiyordu. Belgrad ormanının içlerine doğru sık ağaçların olduğu bölümden büyük bir gürültü koptuğunda etrafına bakındı. Fakat okul ve iş saatiydi ve bu yüzden ormanda in cin top oynuyordu. Zaten o da bunun için buraya gelmişti. Biraz tereddüt etti fakat sonunda merakına yenilip yeni aldığı botlarını çamura bulamayı göze alarak ormanın içlerine doğru ilerledi. Sık ağaçlar her yeri gölgede bırakıyordu. Hemen cep telefonunu çıkardı ve flaşını açarak yoluna devam etti.
73
Öykü
Öykü
Yerde ağır bir şeylerin sürtünmesiyle oluşmuş, hala üzerinde dumanlar tüten, kötücül bir yarık oluşmuştu ve bu izin hemen bitiminden beyaz dumanlar yükseliyordu. Bir yandan nasıl olup da böyle bir şeye denk geldiğini düşünen Tarık, bunun bir kamera şakası olması ihtimalini de göz önünde bulundurarak sakin bir tavırla metalden yapılma büyük nesneye yaklaştı. Bir yandan da cep telefonunun flaşı hazır açıkken bol bol resim çekiyordu. Sisin içinden hiç beklemediği türden bir şey fırladı. Vücudunun her yanı metale benzeyen sert bir kabukla kaplıydı. Kabuğun sert yüzeylerinin birleşim yerleri koyu kırmızı bir ışık yansıtıyordu sanki ve bu da korkunç bir görüntü oluşturuyordu. İnsana benzer bir fiziği vardı karşısındakinin. Omuzları genişti ya da giydiği kıyafet onu öyle gösteriyordu. Gerçi bir kıyafetten çok bir savaş zırhına benziyordu üstündeki. Her yerinde sivri dikenler vardı. Kafasından uzanan metalden boynuzların arasından parlayan iki kırmızı göz de cabası. ‘Hadi canım oradan.’ Dedi Tarık inanmazlıkla ve telefonunun video çekme özelliğini çalıştırdı. Artık bir kamera şakası olduğuna emindi bunun. Karşısındaki ucube sağ eliyle sol omzunda bir yerlere dokundu ve birkaç mekanik ses duyuldu. Ardından cızırtılı bir ses tonuyla Türkçe konuşmaya başladı. ‘Hey sen. O elinde tuttuğun enerji kaynağı kaç triptonla çalışıyor? Ayrıca neden çıplaksın?’ Tarık afallamıştı. İçinde küçük de olsa bir parça bunun gerçekten de bir uzaylı olmasını beklemişti ama anlaşılan fazla para israf edilmiş bir televizyon şovuydu. Paralarına yazık olmaması adına rahat tavırlarla cevapladı. ‘Bu mu? Bu batarya ile çalışıyor. Şarjlı bu.’ Biraz durakladı ve emin olmasına rağmen üzerine baktı. Kıyafetleri olduğu gibi üzerindeydi, bu yaratık neden bahsediyordu böyle. ‘Ayrıca çıplak filan değilim kıyafetlerim var işte üzerimde.’ ‘Koruyucu kabuğun olmadan havaya temas ediyorsun, işte ben buna çıplaklık derim. Söylesene o elindeki şey de ne uzaylı?’ ‘Uzaylı mı? Asıl uzaylı sana derler. Buraya uzay mekiğiyle gelen sen değil misin?’ Yaratık gülümsedi. ‘ D1789 gezegeninde hayat bulmayı ummuyorduk. Söylesene senin gibi çok yaşam formu var mı burada?’ Tarık da gülümsedi ve aktörün oyununa uymaya devam etti. ‘Milyarlarca. Ayrıca tek yaşayan tür biz de değiliz. Hayvanlar da var.’ ‘Hepsinin DNA örneğini alıp neden yok etmediniz ki sizin yaşam kaynaklarınızı tüketmiyorlar mı?’ ‘Eee şey aslında biz onlarınkini tüketiyoruz denilebilir.’ ‘Ne kadar da ilkel bir topluluksunuz. Elleriniz kollarınız bir garip. Protokooperatif yaşama bile geçmemişsiniz daha.’ Bir yandan istedikleri takdirde bu ırkı bir iki saatte dünya yüzeyinden silebileceklerini düşünüyordu Jack. ‘O dediğin nedir bilmiyorum ama sen de pek parlak görünmüyorsun. Her yanından garip metaller fışkırmış.’ ‘Ha onlar mı? Koruyucu zırhın parçaları, kanla beslenen kabuklu bir parazit türü keşfettik. Oksijen olmayan gezegenimizdeki havayı bize yararlı hale getirip, bizi dış etkilerden koruyorlar. Karşılığında kanımızla besleniyorlar. Aslında üzerimdeki de bir çeşit şu senin hayvan dediklerine benziyor. Sadece sizinkilerden çok daha faydalı, bu yüzden ilk başta çıplak olduğunu düşünmüştüm. Dur bir dakika. Sende kabuk yok. Yani sen oksijen mi soluyorsun?!’ dedi şaşkınlıkla. Hakkını teslim etmeliyim diye düşündü Tarık. Bu aktör oldukça iyiydi. Başını salladı ve bunu yapar yapmaz garip zırlar giymiş uzaylı kolundan tuttuğu gibi onu açık alana doğru götürdü. Koşu pistinde
kırmızı bir eşofman takımıyla spor yapan genç bir kadını gözüne kestirdi ve tek elini ona doğru uzattı. Kadın sanki şoka girmiş gibi kısa iniltiler çıkardıysa da başı farklı yöne bakarken ayakları onu yanlarına getirdi. İşte bu biraz garip oldu diye düşündü Tarık. Uzaylı daha sonra ikisini birden kolundan tutup enkazın önüne geldi. Şimdi içinde buradan uzaklaşmasını söyleyen ses artmıştı. Aniden Tarık’ın aklına hiç gelmeyecek bir şekilde üçü birden yerden yükseldiler. Az önce rahatlıkla konuştuğu yaratığa şimdi korku ile bakmaya başlamıştı. ‘Şu bahsettiğin hayvanlar… İçlerinde en yararlısı hangisi?’ ‘Şeyy… Şimdi birden sorunca bilemedim.’ Bir yandan ulusal kanalda rezil olduk diyordu ama içinden gelen bir ses de bunun kamera şakası olmadığını fısıldayıp duruyordu. Havalandıkları gibi teknolojik aletin içine girdiler. Her yer düğmeler ve kontrol panelleri ile doluydu. Tarık hiçbir şeye dokunmamak için olağanüstü bir çaba sarf ederken, Jack düğmelerle dolu ekranda düşünceli bir şekilde tuşlara basmaya başladı. Burası paha biçilmez bir yerdi. Kabuk denilen parazitlerle yaşamlarını birleştirmeleri de bu yüzden gerekmişti. Kimse kabuksuz bir yaşamın nasıl olduğunu bile hatırlamıyordu artık. Buna rağmen bu ilkel ırk, bu paha biçilmez oksijen kaynaklarını bilinçsizce tüketiyordu. Dünya’da soluyabilecekleri havayı tüketeli neredeyse bin yıl geçmişti ve o zamandan bu yana hep böyle bir yer arıyorlardı. Hayır bu çok büyük bir iyimserlik olurdu. Oksijen üretebilecekleri herhangi bir hammadde bile yeterli olabilecekken, o adını altın harflerle araştırmacılar tarihine yazdırmak üzereydi. Bu yaşam dolu gezegeni keşfeden büyük kaşif… Öncelikle bu konuşabilen garip türden iki örnek bulmalıydı, sonrasında D1789 gezegenini tüm yaşam formlarından arındırıp kendi medeniyeti için yer açabilecekti. Tarık artık bunun gerçek olduğunu kesinlikle biliyordu. Böyle bir teknoloji dünya üzerinde hiç olmamıştı. Omzundaki dil çeviriciyi kapattı Jack ve kendi diline döndü. Ekrana gezgenin tam bir görüntüsü gelmişti şimdi. Bilgisayar ekranına doğru konuşmaya başladı. ‘Gezegeni temizleme işlemine başladım. D1789 gezegeninde yaşayan konuşma yetisine sahip ilginç türden iki örnek aldım. Geri kalanını birkaç saat içinde temizleyip Dünya’dan gelecek koloniler için hazır hale getirme işlemi kolay olacak. Hala ilkel aletler kullanıyorlar ve inceltilmiş ışın dalgalarını engelleyecek herhangi bir kalkan sistemleri olduğunu
74
75
Tarihte
Öykü
Bu Ay
sanmıyorum. Tek sorun bozulan ve Jenna ile iletişimimi imkansız hale getiren vericiler. Onları bir an önce tamir edip gezegeni, insan ırkı için temizlediğimi bildirmem gerek.’ Jack konuşmayı bitirdiğinde ekranda beliren kırmızı komutu keyifle inceledi. Sonunda Dünya’dan buraya taşınacak milyonlarca, hatta milyarlarca kişi onun ismini hatırlayıp ona minnet duyacaklardı. Belki de gezegene Jack Gezegeni bile derlerdi. Bu gezgen üzerinde gerçek insanların yaşamasını hak ediyordu, bu ikisi gibi sadece yürüyüp, konuşabilen ilkel yaratıklardan çok daha fazlasını. Jack bir an bile tereddüt etmeden işlemi başlattı ve inceltilmiş ışın dalgaları dünyadaki tüm yaşam formlarını katlederken gözlerinde bir pırıltıyla olanları izledi. Tarık Ekranda oluşan sayılara bakakaldı. Geri kalan hiçbir şeyi anlamıyordu karmakarışık harfler dizisiydi onun için, fakat rakamlar kendi kullandıklarıyla aynıydı. Bilmem kaç haneli sayılar dizisi kırmızı bir şerit içerisinde büyük bir hızla geri sayıyordu. Ayrıca içinde çok kötü şeylerin olduğuna dair bir his tüm bedenini sarmaya başlamıştı. ‘Uzaylı, Dünya’ya ne yapıyorsun böyle!’ Fakat Jack onu duymadı bile. Çünkü dil çeviriciyi kapatmıştı. Keyifle geri sayan rakama baktı. Artık tek haneli rakamlara inmişti sayı. Kurtardığı iki örneği düşünüp sıfırı göremeyeceğinin bilincinde artık yavaşlamış sayaca kilitlendi gözleri. 5… 4… 3… ‘3’ rakamı ekrandaki kırmızı şerit içinde oldukça uzun bir süre yanıp söndü. Jack göstergenin bulunduğu ekrana bir tane patlattı ve düzelmesini bekledi ama sayı onunla dalga geçer gibi orada duruyordu. Konuşmak için kolundaki dil çeviriciyi aktif hale getirdi ama Tarık ondan önce konuştu. ‘Hah işte şimdi tam bir Türk gibi davrandın. Bir de uzaylıyım diyorsun!’ Tarık bunları söylerken uzaylı dalgın bir şekilde düşüncelere dalmıştı. Jack omzundaki dil çeviriciye baktı. Az önce onu bilgisayara komut vermek için kapatmıştı ama yine de bu ilkel yaratığın söylediği bir kelimeyi seçebilmişti. Tarih kitaplarından birinde bu ismi görmüştü. Dünya’nın eski dillerdeki birçok isminden birini telaffuz etmişti bu ilkel yaratık ve bunu mükemmel bir alışkanlıkla söylemişti. Bu nasıl olabilirdi? Jack’in ağzından iniltiyle karışık tek bir cümle duyuldu ‘Dünya?’ ‘Evet sana Dünya’ya ne yaptın diye sordum?’ dedi Tarık merakla. ‘Lanet olası deli bilim adamları!’ dedi Jack benliği ve uzay mekiği yavaş yavaş yok olurken ekrandaki 3 sayısının 2’ye dönüşmesini hayretle izledi. Belgrad ormanının tam ortasında kuşların bile ötmediği, ölümcül bir sessizliğin ortasında şaşkın şaşkın birbirine bakan iki kişi kalmıştı sadece… Yazan: Buğra ŞENYÜZ
76
İllüstrasyon: Yunus KOCATEPE
Tarihte Ocak Ay'ı Efendim kışın en beyaz ayı geldi. Yeni bir yıl geldi. Kıyamet koptu kopacak nidaları arasında kopmadan Ocak geldi. Bu ay yine söylenecek iki sözümüz, okunacak yazılarımız var. Hayao Miyazaki usta ile çizimin yaşam bulduğu ve dert anlattığı bir dünyaya gireceğiz önce. Yürüyen bir Şato’ya düşecek yolumuz… Daha sonra bu dünyadan olmayan en sevimli hayaletle devam edeceğiz. Sevimli Hayalet Casper “Merhaba!” diyecek bize. Haydi, başlayalım o vakit; iyi okumalar…“Mesele esir düşmekte değil, teslim olmamakta bütün mesele… İnsanların kanatları yok, insanların kanatları yüreklerinde…” Nazım Hikmet RAN
Hayao MİYAZAKİ (5 Ocak 1941)
Miyazaki hayatını çizerek ağlayan bir usta. Japon manga ve anime sanatçısı… Time dergisinin dünyanın en etkileyici insanları listesinde bulunan adam… Elli yılı aşkın süredir animasyon dünyasının tam kalbinde… Yakın arkadaşı ve sağ kolu Isao Takahata ile Studyo Ghibli’nin kurucularından. Hayao Miyazaki 5 Ocak 1941’de dört erkek kardeşin ikinci olarak Tokyo’da doğdu. O yıllar sancılıydı her yaşayana. Savaş vardı, hem içeride hem dışarıda. Miyazaki içinde durum farklı değildi. Abisi savaş uçakları için parça üretiyordu, şirketi “Miyazaki Airplanes” adlı şirketinde. Annesi de veremli olan omuriliğinden yaşam üretmeye çalışıyordu, bu dünyada biraz daha nefes alabilmek için. Hastaydı. Adına “Omurilik Veremi” demişlerdi yaşamını tüketmeye çalışan şeyin. Ve küçük Miyazaki tam da bu debdebeli dönemde hayata gözlerini açtı ve büyümek savaşının ortasına düştü, çok cepheli mücadelesinde… Hayao bu mücadele içinde bir de soru soruyordu o sıralar kendine. Büyüyünce ne olacaktı? Lise hayatının üçüncü senesinde bu soruya dünyanın ilk renkli animesi olan “Hakujaden’i” izleyince yanıt buldu. Çizgi roman çizeri olacaktı. Çok etkilenmişti çizgilerin masal anlatan dansından. Üniversiteye gidene kadar kafasında her yaşadığını çizer. 1962 yılında gittiği Gakushuin Üniversitesi’nde uluslar arası ilişkiler ve ekonomi
77
Tarihte
Tarihte
Bu Ay
Bu Ay
okumaya başlar. Üniversitenin Japon İmparatorluk ailesiyle olan yakın ilişkileri Miyazaki’yi Marksist düşüncenin içine sürükler. Gençlik her şeyi denemeye ve savunmaya hazırdır o dönemde. Çizmek hevesi yüreğinden kalamine akan Hayao okul bittikten sonra “Toei Animasyon Şirketi’nde” animatör olarak çalışmaya başlar. Bu yıllarda sonrasında beraber yürüyeceği ortağı yönetmen Isao Takahata ile tanışır. Yıl 1965 olduğunda “Güneş Prensi Horus” adlı yapımla anime dünyasına adım atar usta. Yapımda Takahata ve Otsuka Yasuo ile çalışır. Lakin proje çok tutmadığı için on gün içinde yayından kaldırılır ve Takahata’ya bir daha yönetmesi için film verilmez. Sektör o sıralar çok büyük bir krizin içindedir. Hayao ise yoluna aynı dönemde “Heidi” ile devam eder ve büyük bir başarı kazanır. Yönetmen bu çalışmasıyla beraber 1981 yılına kadar televizyon dizilerinde yer alır. “Marko” ve “Kızıl Saçlı Anna” onun televizyon için hazırladığı çalışmalarındandır. 1981’den sonra “Lupin III” adlı bir anime serisi için hazırladığı “Lupin III: The Castle of Cagliostro” filmi ile ilk yönetmenlik deneyimine imza atar. Başarılıdır. Ancak Miyazaki’yi uluslar arası üne kavuşturan ilk animesi tarihe “Nausicaa of the Valley of the Wind” adıyla geçecektir. Çok sayıda ödüle layık görülen yapım dev böceklerle dolu zehirli ormanların dünyayı kapladığı bir gelecekte, aç gözlü insanların doğayı ve kendi halkını öldürmeye çalışmalarını engellemeye çalışan bir prensesin öyküsünü anlatmaktadır.
Hayao Miyazaki’nin Çizgi Masalları Laputa: Castle In The Sky (1986): Ustanın kendi kaleminden çıkma ve yönetmen koltuğunda yine kendisini gördüğümüz kültlerindendir. Miyazaki bu animesi ile “Animage, Anime Büyük Ödülü’nün” sahibi olmuştur. Konusuna kısaca değinmemiz gerekirse; Sheeta mavi taşlı gizemli bir kolyenin sahibesidir. Boynundaki bu büyülü kolye yüzünden herkes onun peşindedir. Kolye Sheeta’yı masum bir aşka, gökteki bir kaleye ve iyi ile kötünün ayrımına götürecektir. Komşum Totoro(1988): Orijinal adı “Tonari No Totoro” olan anime Hayao Miyazaki tarafından yazılıp, yönetilmiştir. Film iki kızkardeş ve orman ruhları arasında geçen ilişkiyi anlatır. Animenin doğaüstü kahramanı Totoro daha sonra Stüdyo Ghibli’nin maskotu olmuştur. Küçük Cadı Kiki(1989): Orijinal adı “Cadının Dağıtım Servisi” anlamına gelen “Majo no Takkyubin” olan yapım yine her noktasında ustanın imzasını taşır. Stüdyo Ghibli tarafından sunulan dördüncü animedir. Film “Animage Anime Büyük Ödülü” sahibi bir diğer animedir. Eiko Kadano’nun aynı adlı romanından uyarlanmıştır. Miyazaki’ye göre bu yapım Japon gençlerinin çocukluktan çıkarken ailelerine olan bağlılıkları ve özgürlükleri arasında yaşadıkları gel-gitleri anlatmaktadır. Film aynı zamanda Disney ortaklığıyla yayınlanan ilk Stüdyo Ghibli animesi olma özelliğini taşır. Kırmızı Kanatlar\ Porco Rosso(1992): 1920’lerin Adriyatik denizinde yetenekli ve yalnız bir pilot vardır, Porco Rosso. Bir büyünün etkisinde kalarak domuz haline getirilen genç ve yetenekli pilotumuz yalnız bir
78
hayat sürmektedir. Hayatından memnundur aslında ta ki bir gün hırslı bir pilot onun uçağını düşürmeyi amaç edinene dek. Senaryosu ve yönetmenliği yine ustaya ait olan yapım onun sevilen masalları arasındadır. Ruhların Kaçışı\ Sen To Chihiro no Kamikakushi(2001): Ruhlarını kaybetmiş ve kendilerini unutmuşların dünyasında anne ve babasını kurtarmaya çalışan 10 yaşındaki Chihiro’nun mücadelesini anlatan yapım ustanın en önemli animelerindendir. Yapım ustaya animasyon dalında Oscar kazandırmakla kalmamış onun adını tüm dünyaya duyurmuştur. Kapitalist düzenin içinde boğulan ruhların masalsı bir dille anlatıldığı masal Miyazaki adının altın harflerle yazılmış halidir. Howl’un Yürüyen Şatosu\Hauru no Ugoku Shiro(2004): Hayao Miyazaki tarafından yönetilen, Diana Wynne Jones’un aynı adlı romanından uyarlanan Stüdyo Ghibli yapımı bir Japon anime filmidir. Yapım finansal açıdan en başarılı Japon filmlerinden biri olmuştur. Konusuna gelince; fakir bir genç kız olan Sophie, boş yere kötülükler cadısının hışmına uğrar ve yaşlı bir kadına dönüşür. Sophie büyüyü çözebilmek için genç büyücü Howl’u bulmak için yollara düşer, bulur da! Sophie yaşlı bedeni ve genç, iyi ruhuyla hem kendi hayatını hem de Howl’un hayatını değiştirecektir. Miyazaki, fotoğrafının çekilmesinden hoşlanmayan, masallara inanan ve çizgilerle anlatan bir yönetmen. Onun animeleri dünyanın her yerinde çocuk, genç, yaşlı demeden seyrediliyor ve beğeniliyor. Masal anlatmak zordur. Lakin Miyazaki bunu layığıyla yapıyor. Umarız uzun yıllar da yapmaya devam edecek. Ustaya saygılarımızla…
Princess MONONOKE (1997) Eski zamanlarda tanrıların ruhlarına ev sahipliği yapan ormanlarla kaplı bir yer vardı. Orada insanlar ve hayvanlar birlik içinde yaşarlardı. Ama bir zaman sonra büyük orman yok edilmeye başlandı. Ormanı korumak için içlerinde büyük orman ruhunu taşıyan devasa hayvanlar harekete geçti. İşte o anda tanrılar ve şeytanlar hayata döndü. Prens Ashitaka topraklarında huzur içinde yaşayan eski ve köklü bir kabilenin son varisidir. Bir gün ormanın katledilmesine dayanamayan bir tanrının şeytana dönüşen hali tarafından köyü saldırıya uğrar. Ashitaka köyünü kurtarmak için şeytan ile savaşır. Sonunda köyü kurtulur fakat o şeytanın lanetine uğrar. Kolunda oluşan yara izi bunun kanıtıdır. Bu iz zamanla tüm vücuduna yayılacak ve onu ölüme sürükleyecektir. Tek çaresi vardır. Doğuya gidip ormanın ruhunu bulmak… Nefretle örtülmemiş gözlerden gerçeği görmek… Böylece yol genç prens için kaçınılmaz olur. Köyünü terk eder ve sadık geyiği ile yollara düşer. Yol onu kendine derviş diyen bir köylü ile karşılaştırır öncesinde. Dervişe başına gelenleri anlattığında adam yüzünde vakur bir ifadeyle durumu özetler tüm dünya adına. “Lanetlendiğini söylüyorsun. Ne olmuş? Herkes lanetlendi…” Ashitaka sorularına cevap bulmak için çıktığı macerasında kafası daha da karışmış olarak ilerler.
79
Tarihte
Film
Bu Ay
Kritik
Yolda gördüğü iki yaralı adamı kurtarmak için verdiği mücadele onu güzel bir kızla karşılaştırır. Beyaz bir kurdun kanlı boynunu emen bu kız ona git buradan der. Prens kurtardığı yaralıları yuvalarına döndürmek isteğine engel olamayınca kafasında bu vahşi güzelin yüzü ile maden şehri olarak bilinen ve güçlü silahların yapıldığı leydi Eboshi’nin yönetimindeki şehre girer. Buranın halkı hayat kadınlarından ve cüzamlılardan oluşmaktadır çoğunlukla. Leydi onlara bir yuva vermiştir ve karşılık olarak onlardan ormanın tanrılarını öldürebilecek kadar güçlü silahlar üretmelerini beklemektedir. Ashitaka böylece kalbinde ormanın prensesi, içinde ne olursa olsun yaşayan her şeye duyduğu eşit sevgi ve kolundaki lanet arasında soluksuz bir maceraya sürüklenir. Prenses Mononoke 1997 yapımı orijinal adı Mononoke Hime olan Hayao Miyazaki imzası taşıyan bir Japon animedir. Mononoke özel bir isim olmamakla beraber Japonca da ruhlar ve canavarlar için kullanılan genel bir terimdir. Usta, yapımın senaryosunu da kendisi yazmıştır. Animelerin Star Wars’u olarak bilinen bu animasyon efsanesi, gösterimde olduğu tarihte gişe rekorlarına imza atmıştır. Ustanın en bilinen ve başarılı bulunan yapımlarındandır. İzlenmeye başlandığı anda seyirciyi sarıp sarmalayan anime daha sonra Hollywood’un ünlü oyuncuları tarafından da seslendirildi ve ingilizce’ye adaptasyonunu Neil Gaiman gerçekleştirdi. Prenses Mononoke sunduğu karakterler, aksiyon dolu sahneleri ve izleyicinin kafasında çizginin ete kemiğe bürünmesi sağlayan tekniği ile birçok tarzın karışımı olarak görülebilir. Orman canlılarının gözler önüne sunduğu büyü, dev mitolojik karakterleri, aşk ve şiddetin iç içe geçtiği sahneler pek çok açıdan yapımı bir çocuk çizgi filmi olmaktan uzaklaştırır. Tabi ki usta tüm bu unsurları her zamanki naif anlatımıyla izleyenini irrite etmeden vermeyi başarmıştır. Anime sonuna yaklaştığında ağzımızda acı- tatlı bir aroma bırakarak bizi gerçek yaşamlarımıza uğurlar. 134 dakika süresince kahramanlarımızla çıktığımız yolculuğu efsaneleştiren müziklerinde ise Joe Hisaishi’yi görüyoruz. Onun tınıları eşliğinde orta çağ Japonya’sında renklerin, sevginin ve nefretin birbirine sarıldığı bir maceranın kollarına atılıyoruz. Hayao Miyazaki animelerin üstadı olarak adını duyurduğu yapımlarında çizdiği kendine has çizgileri bu animesinde de bozmamış. Gördüğümüz her bir ayrıntı bize onun ismini fısıldıyor. “İnsanlar son savaş için toplanıyorlar. Silahlarında ki ateş hepimizi yakacak!” Doğada yaşayan her canlının kendine ait bir ruhu vardır. Yaradılışından gelme güdüleri… Ne yazık ki insanoğlunun en güçlü güdüsü var olanı kendi çıkarına kullanma, engel olanı da yok etme… Hayao ustanın nazik anlatımında gerçeğinden bir parça acı aroma alarak bize göstermeye çalıştığı yok etmiş olduklarımız. Yeşilimiz… Bize ruhumuzu yaşatma şansı veren doğa… Kendi ruhumuzu silahlarımızdan çıkan ateşe verdiğimiz sürece bizde bu ateşin içinde yanmaktan kurtulamayacağız. Ve ne yazık ki bu masal da olduğu gibi ne olursa olsun yeniden kendini iyilik için dönüştürecek güçlü mitolojik karakterlere sahip değiliz. Ormanlar ölüyor, doğa ölüyor, biz ölüyoruz. Her şeyi bir kenara bırakıp neleri kaybettiğimizi bir kez daha, bu defa nefretle örtülmemiş gözlerle görmek istiyorsanız Prenses Mononoke burada. Ruhlarınız da öldürmediğiniz sürece içinizde. Sizden sadece geri gel demenizi beklemekte… Ruhunuzla…
80
Sevimli Hayalet CASPER (1948- 1986)
Casper, iyilik yapmayı amaç edinen ve tek derdi hayalet olmasından mütevellit yaşayanların ondan korkması olan dost canlısı bir yaratılmış… İlk görünümü 1948’dir. Yaratıcıları Seymour Reit ve Joe Oriolo’nun ellerinde doğdu ve onunla tanıştığımız yıllardan bu yana Casper insanlara iyilik yapmayı seçti. Yaşayanlara korku salarak eğlenen üç amcasına rağmen sevimli dostumuz bizi her daim sevdi ve kolladı. Bedenine hapis olmayan iyi bir ruha sahipti. İnsanların korku çığlıkları onu yardım etmekten alı koyamadı. Bazen yanında acemi cadı dostu Wendy’de vardı. Peter Pan ve Wendy gibiydi onlar aslına bakarsanız. Biri hiç büyümedi diğeri onun çocuk ruhuna eşlik etti. Harvey Entertaintment şirketinin çocuklara armağanı olan Casper 1980’ler de Türk kanallarını da ziyaret etmeyi unutmadı. İlk merhabası TRT ekranlarından oldu Casper’ın. Ünü dünya çapında yayılan dostumuz bir kez de beyazperde de boy gösterdi. Bir de soyadı oldu o sıra; Mcfadden… Kahramanımız çizgi serilerinde benzer konular işledi. Kötülük bir seçimdi onun anlattıklarında. İyi olmayı seçmek ise zor olsa da en doğru olandı. O da dostu Wendy ile iyi olmayı seçti dünyada ki tüm kötülüklere rağmen…
Casper Ve Ahalisi Casper Mcfadden: Serinin başkarakteri idi. Hayaletlerin korku salan namına rağmen o dostluğu ve iyiliği seçti. İnsanların ondan korkması onu her daim üzüntüye boğdu. Wendy: Kahramanımızın beceriksiz cadı arkadaşı… Kötülük yerine iyiliği seçebilme cesaretine sahip. Casper’ın en cici yardımcısı… Strecth Mcfadden: Yüzünü korkunç şekillere sokmayı başaran amcası! Casper’a “Ampul kafa” diye hitap etmesiyle bilinir. En büyük hobisi kardeşleri gibi insanları korkudan dondurmak olan hayalet…
81
Tarihte
Öykü
Bu Ay
Stinkie Mcfadden: Adından da anlaşılacağı üzere korkunç kokular yayması ile anılır. İnsanları koku bombardımanına tutar. İğrenç kokulara bayılır. Çok pasaklıdır. Fatso Mcfadden: Karnını şişirerek korkutur yaşayan ahaliyi. Her şeyi yiyebilme özelliğine sahiptir. Oburdur. Operayı çok sever. Bayan Banshee: Casper’ın okul öğretmeni. Attığı korkunç çığlıklarla bilinir. Dostumuzun amcaları onu çok sever. Spooky: Kabadayı bir hayalet. Casper’ın okul arkadaşıdır. İnsanları korkutmaya bayılır. Katt’e âşıktır. Poil: Pek korkutmak sanatıyla ilgisi yoktur. Çileden çıkartacak kadar çok konuşur. Spooky’nin bununa bayılır. Katt Harvey: Casper’ın ve amcalarının yaşadığı ölü malikânenin sakinidir. Umursamaz bir tiptir. Doğal olarak Casper’ı da umursamaz. Dr. James Harvey: Terapisttir. Katt’in babasıdır. Bayan Banshee onu çok sever. Akıllıdır. Avlinn: Bir bebektir. Casper’ın en iyi dostlarından biridir. Bayan C: Bayan B’nin kız kardeşidir. Jasper: Casper’ın sahtesidir. Aslında bir hayalet değildir.
Casper Ve Beyazperde
Casper(1995): Film Casper ve ahalisinin tek beyazperde uyarlamasıdır. Yönetmenliğini City of Angels’dan hatırlayacağımız Brad Silberling’in üstlendiği yapım, gösterildiği yıllarda hayranlarının ilgisine mazhar olmayı başarmıştı. Gişeden de eli boş dönmedi yapım… Konusuna kısaca değinmemiz gerekirse; Carrigan Crittenden babasının vasiyetinin okunması üzerine ondan kalan malikâneyi keyifle ziyaret eder lakin artık kendince zengin bir kadındır. Fakat ortada bir sorun vardır. Malikâne hâlihazırda sahipleri vardır. Casper ve onun kötücül amcaları. Geldik bir ayın daha sonuna… Efendim kış soğuktur. Gönlünüzü ısıtan bir güzellik yoksa yanınızda. Yılın bu ilk ayı için bizden size dilek olsun. Gönlünüzü ısıtanlar sizi kışın soğuğundan her daim korusun. “Dünya’da yapılmış olan her şey umutla yapılmıştır!” Martin Luther King Melahat Yılmaz ÖZBERK www.otekisinema.com
82
Kabuslar ve Şeytanlar Shungnak Olayı
Tarih : 13 Eylül 2010 - Günümüz Yer : BBC TV - Amerikan Stüdyoları "Evet sayın seyirciler sıradaki haberimiz Alaska'nın Shungnak kasabasından.Shungnak ismi size tanıdık gelecektir.Çünkü daha önce defalarca kez Shungnak ile ilgili cinayet haberleri sunmuştuk.Shungnak’ta tam 4 aydır seri cinayetler meydana gelmekte.Bu cinayetlerin hala failleri meçhul.Polisler cinayetleri araştırken olay yerinde buldukları aletleri incelediklerinde hiçbirinde en ufak bir iz bile bırakılmadığını görmüşlerdi.4 ay içinde Shungnak kasabasının %87'si korkunç bir biçimde bilinmeyen kişi veya varlıklar tarafından katledildi.Yaşanan bu olaylar sonucunda bugün Amerikan başkanlığından kasabanın tahliye edilmesi kararı geldiği açıklandı.Kasabada yaşayan son %13'lük kısım bugünkü karar ile birlikte kasabayı boşaltacak. Günün haberlerini sunduk,iyi akşamlar..." Tarih : 17 Kasım 1945 – Olaydan 65 Yıl Önce Yer : Alaska - Shungnak Kasabası "Söyle bana,nerde o lanet olası Amerikan köpek?" dedi Rus asker,yaşlı bayana.Yaşlı bayan "bilmediğini" söylemeye devam etti.Amerika-Rusya arasındaki bu sert savaş döneminde,Rus askerleri Amerika'nın en ince noktalarına kadar girmeye başlamıştı.Rusya gücünü yavaş yavaş kabul ettirmeye başlarken,Amerikan Generali Phillipe Johnson,karşı bir saldırı ve başkaldırı planını sakin bir kafayla hazırlayabilmek için Alaska'daki Shungnak kasabasına saklanmıştı.Fakat bu haber hızlıca yayılmıştı ve Rus askerleri Shungnak kasabasındaki evleri,harabeleri,mağaraları hatta en küçük çukurları bile tek tek arayıp,General Phillipe Johnson'u bularak öldürmek çabasındaydı.Şimdi de bu yaşlı bayanın evine gelmişlerdi,derme çatma evin girişinde bir asker kıyafeti gördüler."Bu kıyafet kimin ihtiyar,yalan söylemeyi kes ve bize General'i nereye sakladığını söyle,çünkü eğer bize yalan söylediğin ortaya çıkarsa ve General'i senin evinde bulursak sana öyle şeyler yaparız ki inan bana sokaktaki köpekler bile senin haline güler." dedi Rus asker.Yaşlı bayan tekrar üsteledi,"Bu kıyafet savaşta ölen eşimin,anı olarak saklıyorum,General burada değil." dedi.Rus komutan askerlerine"Evi aramalarını" söyledi.Aradan henüz 10 dakika geçmişti ki askerlerden biri elinde bir kutuyla döndü."Bunu yukarıdaki odada buldum komutanım" diyerek komutana uzattı kutuyu.Komutan kutuyu açtı ve içinde tılsımlar,büyü malzemeleri,büyük bir büyü kitabı ve bir makas gördü.O anda evlerinde bulundukları yaşlı kadının büyücü olduğunu anladılar."Lanet olası Amerikan köpeği,pis büyücü,cadı,seni diri diri sokak ortasında yakacağız,askerler,tutun ve şu fahişeyi sokağa fırlatın."Askerler yaşlı kadına yaklaşırken yaşlı kadın komutanın elindeki kutunun içindeki tılsımlardan birine uzandı ve onu eline alarak çığlık çığlığa bağırmaya başladı.Bağırırken söylediği kelimeler anlamsızdı.Kadın 3 dakika boyunca sesinin çıktığı kadar bağırarak sümerce kelimeler söyledi.Ve sonunda yaşlı kadın sustu.Askerlerin hepsi silahlarını kendilerine doğrulttular ve kafalarına sıkarak intihar ettiler.Komutanda aynı şekilde intihar ederek bunlara dahil oldu.Kadın seslendi "General Philippe,gelebilirsiniz,intihar ettiler" şeklinde.Philippe aşağı indi ve kadına teşekkürlerini sundu.Kadın intihar eden askerlerin cesetlerini evin arkasındaki bahçeye sürükledi
83
Öykü
ve toprağın altına gömdü.Gömme işlemini sona erdirdikten sonra askerlerin cesetlerine "Sonsuza kadar toprağın altında kalın,cesetleriniz yüce İsa'nın gazabına uğrasın,alevlerde yansın." dedi ve birkez daha büyü yaptı.Büyüyü de bitirdikten sonra tekrar evine döndü ve Phillipe'e "Generalim,daha ne kadar sürecek burada saklanmanız,son 1 haftadır yaptığım büyülerle 58 asker öldürüp toprak altına gömdüm" dedi. General Philippe "Geçecek,hepsi geçecek,yeterki biraz daha sabret ve büyülerine devam et" dedi. Tarih : 16 Eylül 2010 - Günümüz Yer : BBC TV - Amerikan Stüdyoları "İyi akşamlar sayın seyirciler.3 gün önce Shungnak'de ki cinayetler yüzünden kasabanın %87'sinin öldüğünü,geriye kalan %13'lük kısmın tahliye edileceği haberini vermiştik.Dün gece tahliye için yollanan kurtarma ekipleri halkın geriye kalan kısmını araçlara bindirdi ve Shungnak'den Alaska'nın merkezine doğru yola çıktı.Fakat henüz Shungnak'i Alaska'ya bağlayan köprüdelerdi ki köprü yıkıldı,kurtarma araçlarının hepsi suya gömüldü,ve kasaba halkının geriye kalan %13'lük kısmıda sular altında kalarak yaşamını yitirdi. Böylece 98 yıllık Shungnak kasabasının halkı tamamen ceset oldu.Amerikan tarihi ilk kez böyle bir durumla karşı karşıya.Bunları yapanların kim olduğu halen belli değil,en ufak bir iz bile hala yok. Tarih : 14 Mayıs 2010 – Olayların Başlangıcı Yer : Alaska – Shungnak Kasabası Ev almak için aylardır para biriktiren Peter,sonunda biriktirdiği parayla bir ev almıştı. Ahşap, eski bir evdi fakat belkide güzelliği bunda saklıydı. Peter, aldığı evi araştırdığında bu evin eskiden bir büyücüye ait olduğunu öğrendi. Daha sonra bu evin sahibi olan büyücü enteresan bir biçimde sırra kadem basmıştı ve ev ile arazi sahipsiz kalmıştı. Bir emlak şirketi bundan faydalanarak çeşitli yollarla evi kendi üzerine almış,satışa koymuştu. Peter da az buçuk biriktirdiği parayla anacak bu evi alabilmişti işte. Peter marketten aldığı sebze tohumlarını arka bahçeye ekmek için küreği eline aldı ve evin arka bahçesini kazmaya başladı. Tarih : 17 Eylül 2010 – Günümüz Yer : BBC TV – Amerika Stüdyoları “İyi akşamlar sayın seyirciler.Şimdi bir son dakika haberiyle yayınımıza ara veriyoruz.Tamamı ceset olan Shungnak kasabasındaki olayları araştırmak için dün akşam yollanan polis ekiplerinden halen haber alınamıyor.Telsizden gelen sinyaller dinlenmek istendi fakat telsizden hiç sinyal gelmiyordu.Belkide Amerika yıllar sonra bu kadar büyük ve gizemli bir olay ile karşı karşıya.Yeniden karşınızda olacağız,iyi akşamlar…” Tarih : 14 Mayıs 2010 – Olayların Başlangıcı Yer : Alaska – Shungnak Kasabası Peter bahçeyi kazmaya devam etti.Bahçeyi kazarken küreğin sert birşeye vurduğunu gördü.Peter bunun ne olduğuna bakmak için küreği vurduğu yere indi ve biraz daha yakından inceledi.Bu bir cesetti. Üstünde Rus askeri üniforması olan bir ceset.Ve üniformada 1945 yazıyordu.Ama tuhaf olan şey şuydu ki,bu cesetler 65 yıl içinde nasıl hiç çürümemiş,ilk günkü gibi kalmıştı.Peter küçük çaplı bir şok geçirdi ve
84
85
Öykü
kazdığı yerin 1 metre yakınına baktı ki,orada da yine Rus askeri üniformalı bir ceset.O da hiç çürümemiş. Peter toprağın altında nereye baksa Rus askerlerinin cesetlerini gördü.Bu şoka dayanamadı ve kalp krizi geçirdi.Rus askerlerinin cesetlerinin üstü açık kalmıştı.Peter ölürken gözünün ucuyla son birşeyi gördü,o da yerdeki bir kağıtta yazan bir yazıydı.Kağıtta “Bu yapılan büyü,60 veya 65 yıl sonra kendini bozacaktır. Dikkatli ve daima ayık olun,çünkü bu yaptığınız büyü yıllar sonra tersine dönebilir.” yazıyordu.Peter son olarak bu cümleyi okudu ve hayata gözlerini yumdu. Sonuç: Büyücü’nün yıllar önce Rus askerlerine yaptığı büyü, Peter’ın toprağı kazıp cesetleri bulmasıyla tersine dönmüştü.O günden sonra Shungnak kasabasında doğaüstü varlıklar görülmeye başladı.Daha sonra da cinayetler başladı ve kasabanın önce %87’si,sonrada geriye kalan kısmı kaçarken öldürüldü. Bu cinayetlerin tek sebebi,Rus askerlerin 65 yıl sonra serbest kalan ruhlarıydı.Büyü tersine dönmüştü,o zaman Shungnak’de büyü yoluyla katledilen Rus askerler,şimdi 65 yıl sonra hayaletleriyle intikamlarını alarak Shungnak kasabasını tarihe gömmüştü. “Shungnak Olayı” olarak adlandırılan bu olayın failleri hiçbir zaman bulunamadı,çünkü polisler ve insanlar doğaüstü şeylere inanıp,onları suçlu bulmazlardı. Yazan: Emre BALCIK
86
İllüstrasyon: Yunus KOCATEPE
87
88
89
90
91
Öykü
Deri Bağcık Boynundaki deri bağcığı söktükten sonra… Oturduğu bedenin üzerinde; sağ diz kapağıyla kafasına bastırıyor, sol diz kapağıyla da tam sırtına bastırıyordu. Ortada kalan boynu hazırdı… Çırpınıyor gibi değildi altında yatarken o. Elindeki aletle boynunu kesmesini bekliyordu… Hatta kör testere kullanmasını istemişti. Olabildiğince uzun sürsün istiyordu kafasının kesilişinin uzamasını acıyı dibine kadar hissetmek istiyordu. Elinde ince bir testere başlamıştı kesmeye eti testerenin altında büzüşmüş yırtılıyordu ilk hamle hiçte zor olmadı. Parçalanan et ve damarlardan kan; sızmaya, akmaya başlamıştı yere… Debeleniyordu altında; sağ diz kapağıyla daha da bastırdı başını yere, ezercesine… Boynunun altına ılık, ılık kan akmaya devam ediyordu. Sol diz kapağıyla iyice sırtına ağırlığını verdi. Uzun çiviler vardı yerde ve çekiç. Uzun çivilerden birini eline aldı yandan bastırdığı kafanın kulak altından hızla çaktı. Seri bir şekilde sonra daha yukardan sert bölgeden, kafatasından içeriye çaktı… Eline aldı. Çaktı. Eline aldı çaktı. Tüm çivileri kafasına çaktı. Öyle bir hızlı vuruyordu ki çivinin tepesine İkinci kez vurmasına gerek kalmadan kafatasından hızla giriyordu içeriye; çivi tek hamlede… Gözleri güneş gözlüğünün üzerinde on taneydi; üzerinden araba geçerken güneş gözlüğünün. Gözleri; güneş gözlüğünün üzerindeyken dışarıdan bakan gözleri, hem kendi gözlerinin ezilişine, hem güneş gözlüğünün ezilişine; hüzünle baktı… Yazan: Gülten AĞRITMIŞ
Illüstrasyon: Berçem Gözde ÖLMEZ
5846 Sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Kanununca korunmaktadır/81. Maddesi gereği her eserin tamamının telif hakları yazara aittir.
92
93
Röportaj
Röportaj
İçimizden Biri
Mehmet Berk YALTIRIK Gölge e-dergi’de “fantastik tarih” diye bir bölüm bulunmasa bile bizim fantastik tarihçimiz var. İki seneden fazla bir zamandır (üç diyemedim Gölge kızımızın civarında dolaşan diplomalı tarihçimiz ama aklı hep fantaziye çalışan (ayıp anlamında değil wiki pedia :Fantezi, sinema, resim gibi çeşitli sanat dalları ve edebiyatta gerçek olmayan hikâyelerin anlatımıdır. Diyor) arkadaşımızla Memed abinin “Ahmet bu ay hedefin Mehmet Berk Yaltırık’tır ileri” demesi ile bir röportaj gerçekleştirdik. İsterseniz giriş kısmını uzatmadan ve olayı sulandırmadan geçelim röportaja.
Mehmet bize biraz kendinden bahset ama kısa ve öz olsun. - Lisans eğitimimi Trakya Üniversitesi Tarih bölümünde tamamladım. Aynı üniversitede yüksek lisans eğitimim devam ediyor. Lise ve üniversitede amatör olarak tiyatroyla uğraştım. Önceleri arkadaş arasında anlattığım hikâyelerimi 2010’dan beri internet üzerinden yazmaktayım. Gölge e-Dergi, Tımarhane e-Dergi, Kayıp Rıhtım, Kayıp Dünya, Korku Sitesi, Ters Ninja ve Frpnet’te çeşitli incelemelerim ve hikâyelerim yayınlandı. Sana bazı sorular soracağım belki röportaj seninle “ne yedin-ne içtin” e kadar gitmeli ama kimse bunları okumaz gel biz olayı cıvıtalım. Nasıl olsa sayfa kalabalığından araya sıkışır Memed abi görmez. Başlıyorum sormaya: Bu gölge’de yazdığın hikâyelerle tarih bilgin kesiştiğinde fantastik tarih diye bir edebiyat türü çıkıyor ortaya. Ne zaman merak saldın fantastik tarihe? -Fantastik tarihe merak salmamı iki döneme ayırabilirim. Fantastik tarih okuma ve fantastik tarih yazma anlamında. Okuma döneminin başlangıcı çocukluğuma kadar uzanır. Dedemin şahsi bir kütüphanesi vardı. Burada tarihsel fantastiğe ilgi duymamı sağlayabilecek olan birkaç kitap bu merakı aşılamıştır bende. Tabi onun öncesinde anneannemden ve dedemden dinlediğim hikayelerin, masalların da bir etkisi var ama özellikle dedem tarihi olaylar ve doğu hikayelerine hayrandı, bu tür şeyler okumayı da bana aşılamıştır. Burada Seyfülmülk, Seyfizülyezen, Müslim Horasanî gibi 70’lerde popüler olmuş meddah hikayelerini, Şahname ve Ramayana gibi doğu hikayelerini Voltaite’in Zadig’ini vb. okumuştum. Tarih kitapları ağırlıktaydı, Şevket Rado’nun, Feridun Fazıl Tülbentçi’nin, Reşad Ekrem Koçu’nun hatta bir-iki tane de Abdullah Ziya Kozanoğlu kitabının ben de üslup ve ilgi açısından önemli bir yeri olmuştur. Ansiklopediler de vardı,
94
hamasi tarih anlatımıyla doluydu, seksenlerin ansiklopedileriydi bunlar akademik mahiyeti yoktu ama erken yaşta bir ilgi başlatmıştır. Çizgi romanlar okurdum o ara ama bunların yeri biraz daha ağır basmıştır. Daha sonra fantastik edebiyatın batı ürünlerini ve bizdeki ürünlerini okumaya başladım tabi. Yazı anlamındaysa esinlendiğim hikayeleri ilkin yazıya geçirmezdim. Arkadaş arasında, toplanmalarımızda anlatırdım. Amiyane tabirle sokaklardan geldim bir anlamda. Bunda da anneannemin etkisi vardır. Dedem kadar sağlam hikayecidir. En basit bir olayı bile korkutucu veya dramatik bir hale büründürüp anlatabilirdi, ondan çok etkilenmişimdir. Özellikle korku tarzını benimsememde belli bir etkisi vardır. Dedem ise tarihi yaşamış gibi anlatırdı o da meddah damarını körükledi biraz bende. Ama yazılı hikayelerim olsa da doğru dürüst taslaklarım vs. yoktu. Tarihçi bir arkadaşım vardı Burhan Çağlar o çok ısrar etmiştir, yönlendirmiştir. Tarihi fantastik tarzı hikayelerimi yayınlamamı söylemişti sayısız kez. Sağolsun onun teşvikleriyle blog açıp orada yazmaya başladım, son iki yıldır da çeşitli internet platformlarında yazmayı sürdürüyorum. İlk hikayelerim günümüz de geçiyordu, ancak sonradan Memed abinin de teşvikiyle fantastik tarihe daha fazla ağırlık vermeye başladım. Arada değişik tarzları denesem de asıl yazmaya çalıştığım tarz bu oluyor genelde. Senden önceki örnekleri kimler? Mesela İhsan Oktay Anar’da bu fantastik tarih yazarları arasında mı? -Ben fantastik tarih türünü bir silsileye dayandırmışımdır hep. Batı gotiğinden ayrı koymam ama çıkış ve ilham kaynakları açısından kendi içerisinde bir kökü vardır, kendine özgüdür. Açıklayarak anlatayım. Bu silsile halk arasındaki dini, kahramanlık temalı hikayelere, halk ağzındaki cin,peri memoratlarına dek uzanır. Bir ayağı Evliya Çelebi’dir çünkü o halk arası rivayetleri, inanışları hikaye gibi işlemiştir eserlerrinde. Bir ayağı Giritli Ali Aziz Efendi’dir. 1790’larda Osmanlı’nın Almanya elçisi bu adam, Divan edebiyatı kültürünü ve Binbir Gece Masalları’nın hikayelerini oluşturan doğu fantastiğini düz yazı şeklinde hikayelere dönüştürüyor. Bu çok önemli bir adımdır. Düşünün ilk gotik edebiyat eseri batıda Walpole’un Otranto Şatosu’dur 1760’larda basılıyor, 1790’larda bir Osmanlı kalkıp bu kafada üç hikaye yazıyor. O dönemlerde şiir ön plandadır, divan vardır bu nedenle hem düz yazı şeklinde yazması, hem de içeriği açısından enteresandır. Mevlana’nın Mesnevi’sindeki hikayelere dek gider bu silsile. Divan Edebiyatı’ndaki peri kızı tasvirlerine, kahramanların anlatımlarını da dahil edebilir. Keza yine Filibeli Ahmed Hilmi’nin Amak-ı Hayal’i bu açıdan önemlidir. Bir diğer ayağı Hüseyin Rahmi Gürpınar’dır. Gulyabani bizim ilk gayriresmi anlamda korku romanımız sayılır. Aynı şekilde günümüz yazarlarına dek artan bir yazar çevresi gelişir fantastik anlamda. Ali Rıza Seyfi’nin Drakula uyarlaması Kazıklı Voyvoda’dan 2000’li yılların başından itibaren artmaya başlayan yerli fantastiği deşeleyen yazarlara dek iner. Günümüzde de bu türü tetikleyen, yazan yazarlar mevcut. Biri özellikle Muska isimli eseriyle Sadık Yemni ve onun yazdıklarıdır. Divan unsurlarından ve halk hikayelerinden ilham alma vardır o yüzden onu da dahil etmemiz gerekir. İhsan Oktay Anar, belki fantastiği unsur olarak kullanır ve
95
Röportaj
Röportaj
hikayeci, meddahvari bir hava taşır kısmen anca o fantastik yazdığını deklare etmez. Ha bizim gibi yazanlara ilham olabilir ancak fantastik edebiyat unsurları onun eserlerinde araçtır, kısmen dekordur. Bunu da iyi kullandığını düşünüyorum. Keza çok bilinmeyen ama yazdıklarıyla aynı şekilde ilham verici olduğunu düşündüğüm Yusuf Hakan Erdem vardır. Onun kitapları, İhsan Oktay Anar’la karşılaştığında biraz daha ağır kalmaktadır çünkü teknik bir yönü vardır. Bazı esprilerini ve göndermelerini tarihçiler dışında çok az insan fark edebilir. Bu açıdan önemli bir yeri vardır. Yine fantastik tarih anlamında Yiğit Değer Bengi’yi saymamız gerekir o da Anadolu uygarlıklarını, geçmişten günümüzden alarak hikâyelerinde işlemiştir ki tarihi hikaye yazacak kişilerin muhakkak incelemesi gereken yazarların başında gelir bilhassa Çift Başlı Kartal isimli eseri. Unuttuklarım var hafızamın kusuruna bakmasınlar ama yine bu türde yazan hatırı sayılır bir yazar topluluğu var. Son dönemde bu anlamda en çok dikkatimi çeken Çağan Dikenelli ve Murat Başekim oldu. Murat Başekim oldu, kendi deyişiyle “Şark Gotiği” tarzında korku hikâyelerinden oluşma DG çıktı en son. Beni oldukça etkilediğini söyleyebilirim. Benim hikayelerim kendi deyişimle daha ziyade “efsun ve yatağan” türünde, yani “sword and sorcery”nin doğu muadili. Yine bu türde kalem oynatan yazarlardan Hakan Öztürk benim hikayelerim için “Frp tarzında” benzetmesi yapmıştı doğrudur, benim hikayelerimin bir çoğunda bir avuç kahramanın göreve çıkması teması işlenir. Arka planı siyasi ve tarihsel bir zemine sahiptir ancak özü itibariyle macera türünde yazmaktaydım. Ancak son dönemde bunlarda korku dozunu arttırmaya başladım. Yani yine yatağan ve efsun olacak ama tarihsel anlamda. Orta Dünya diye bir yer gerçekten var mı? -Tolkien, Orta Dünya’yı keşfettiğini söyler hakkı vardır. Çünkü esinlenmeleri olsa da en nihayetinde kendi hayal gücünün kıvrımlarından beslenen bir fantezi dünyası oluşturmuştur. Aşık Veysel’e sormuşlar gözünü açtırmak ister miydin diye o da kendi içinde bir dünya kurduğunu söyleyerek kabul etmemiş ya, işte Tolkien’de böyle bir hava vardır. Okuyanlarda da görebilirsiniz bu etkiyi. Onlara göre en azından bir dönemler Orta Dünya vardır, yıldızlara bakarken “bin yıllar önce bu gök altında acaba onlar da yürüdü mü” diye düşünmeden edemeyiz. En azından manevi anlamda Orta Dünya var. Orada yaşamasak da arada sırada sığındığımız oluyor. Peki, biz Türkler Orta Dünya’nın neresinde yer alıyoruz? Ergenekon’dan sonraki mi yoksa önceki bir dönem mi bu? -Bu çok tartışılmıştır. Bir dönemler bu meseleye kafayı takmıştım ben. Tolkien’in kendi açıklamalarını görene dek kendimce çıkarımlarım vardı. İşte romandaki ork tasvirlerinin tarihteki Moğol tasvirlerini
96
andırması, Rohanlılar’ın yuğ törenine benzer bir cenaze töreni düzenlemesi veya ok ile haber gönderilmesi gibi. Ancak Tolkien’in hiçbir şekilde alegori yapmadığını okuduktan sonra bunların en fazla esinlenme olabileceğini görmüştüm. Orta Dünya’nın esin kaynakları arasında muhtemelen biz de varız ancak daha sonra ki dönemlerdeki bizler. Tolkien’in biyografisi yayınlandı Altıkırkbeş’ten orada yazıldığına göre Tolkien, halasından eski atalarının savaşlarına dair hikayeler dinlermiş, Almanya’daki atalarının Türklerle olan savaşlarının bahsi. Bundan etkilendiği de söylenilmişti oradan. Elbette esinlenmiş olabilir ama birebir şekilde orada yer aldığımız pek sanmıyorum. Hiç Anar’ın kitaplarında mesela Amat’ta orta Dünya’yı aradın mı? -Aramadım çünkü Anar’ın kitapları, ilham verici olsa da fantastik unsurları ana planda pek tutmaz. Onda sadece bir araçtır veya dekordur. Ana hikaye olarak göremezsiniz. Elbette ki hikayeler birebir gerçeği yansıtmaz, gerçeküstü bir durum vardır ortada ancak bu çok ağırlığını hissettirmez. Yüzüklerin Efendisi okurken, çok aşırı fantastik mevzular dönmez ama o fantastik yapının oranın doğal hali olduğunu bilirsin. Ejderler vardır, büyüden bahsedilir vs. çok açık değildir ama fantastik olduğunu hissettirir. Amat’ı okurken benim zihnimde uyanan imge bir gemicilik romanıydı. Zaten ben Efrasiyab’ın Hikayeleri haricinde diğer eserlerine hep tarihi andıran anlatı nazarıyla bakmışımdır, fantastik hikayelerime ilham vermişse de o benim için meddah hikayelerinden ve Evliya Çelebi’den esinlenen bir hikayeci konumundaydı. Tarihi unsurları kullanıyordu, tekniğe giriyordu ancak ben onda dekor haricinde bir fantastik durum görememişimdir. Sen aynı zamanda tiyatro oyuncususun; nasıl başladı oyunculuk, şimdi ne durumda? -Oyunculukla amatör olarak ilgilendim hep. Çocukluğumda TRT’de Lüküs Hayat ve Keşanlı Ali sıklıkla yayınlanırdı, arada Nejat Uygur gösterileri yayınlanırdı diğer kanallarda bunlardan etkilenmişimdir. Zaten hikaye anlatmaya meyilli olduğumdan hikayelerimi oynamam ve bir noktadan sonrada oyuncaklarımda ve kendimde canlandırmaktan daha doğal bir şey yoktu. İlkokulda sınıf tiyatrolarına bulaştım. Lise’de tiyatro kulübümüz vardı burada daha çok sahne arkasında görev aldım. Üniversite’de öğrenci topluluklarından Yaşam Sahnesi’ne katıldım ilk senemde. Yüksek lisans dahil altı yol boyunca 2006’dan 2012’ye dek her
97
Röportaj
Röportaj
sene burada bulundum. Bir ara Tarih Topluluğu’muzun tiyatro kısmında da rol aldım. Edirne ufak yer olduğundan senelerce burada gerek oyuncularla gerek seyircilerle oldukça güzel anılarımız oldu. Hala oradaki arkadaşlarla görüşürüm. Şimdilik ara verdim ancak bir süre sonra yine amatör olarak uğraşmayı düşünüyorum, kolay kolay bırakılabileceğini sanmıyorum, insan da yeri doldurulamaz bir alışkanlık yapıyor. Tarih baba kim? -Tarih Baba aslında yaygın bir metafordur. Tarihin kendisidir. Bu metaforu filmlerde de görebilirsiniz, İlhan Selçuk’un bir karikatüründe de görebilirsiniz, Nihal Atsız’ın bir romanında da yani yaygın bir figür. 2010 senesinde Tarih Topluğu’ndan arkadaşlarla tiyatro kurduk. Ben diğer toplulukta devam ediyordum ama burada da görev almıştım. Ne oyun oynayalım düşüncesi vardı, ben de kalktım biraz kendi hikayelerimden biraz tarihten ziyadesiyle internet videolarının yorumlanmasından iki perdelik bir oyun yazdım. “Tarih Baba’nın Gözlüğü”ydü ismi. Final gecesi bir grup öğrencinin evine gelip kendi icadım olan gözlükle onları tarihte gezdiriyordum, sonra bu gözlük satışa çıkıyordu öyle absürt bir hikayeydi. İnsanlar oldukça beğenmişti, role hazırlanmak için iki ay sırtımda ağırlıkla çalışmıştım çünkü kambur durmak bir hayli zordu. Ertesi sene bu oyunun ikincisini de oynadık. Daha sonra Tarih Topluğu’u tiyatro faaliyetlerine son verdi ancak o devreden yetişme arkadaşlar üniversitede “Sahnemeydan” adıyla kendi topluluklarını kurdular yani tiyatro çalışmaları bir anlamda devam ettirildi. İşte Tarih Baba o günlerden kalma bir figür, bir simge olarak anılarımızda yer etti. Kanuni gerçekten Hürrem’i bırakıp 32 sene diyar diyar kaçtı mı? Hürrem mi çirkindi, harem mi soğuktu yoksa kanuni basur muydu ki yerinde oturamadı? (bu soru aklıma NTV tarih aralık sayısında Kanuni 10 sene seferlerde gezmiştir yazısından sonra geldi.) -Şimdi öncelikle şunu bilmek lazım. Tarihi bir figüre bakarken hem dönemini hem kişiliğini iyi analiz etmeli. Kanuni döneminde seferler de vardır döneminin başarılı bir komutanı, ancak aynı Kanuni’nin kuyumculuğu da vardır, şairliği de. Dolayısıyla ona bütün bu yönleriyle bakmak lazım. Sadece sefer süresine bakılarak ya da harem de kalış süresine bakılarak bir padişahın ülkeyi nasıl idare ettiği öğrenilemez. Misal eski konar göçerlik dönemlerinde, çadırlar ve insanlar her yere taşınabiliyor kuşatma olduğu zaman gidip şehrin veya bölgenin orada çadır kuruyorlar. Savaş hali ama hakanın ya da teginin çadırı, haremi de orada. Şimdi sefer süresini neye göre hesap etmeli, haremde geçirdiği süreyi neye göre geçirdiğini hesap etmeli? Haremde zaman geçirdiğini varsaysak bile bu kişinin yazdığı eserleri, şiirleri, aldığı kararları, yaptığı düzenlemeleri de görmek gerekli değil midir? Dönem şartlarını bilmek lazım, o devirde dünya ne durumda, komşuları kim, kimlerle neden savaşıyor bunları da göz önünde bulundurmalı. Tek bir değişkene bağlı kalarak tarihi olguları açıklayamayız. Dolayısıyla sadece Kanuni için değil, diğer tarihi kişilikleri de bu şekilde analiz etmeli. Bütünsel bakmak gerekir. Daha sonra zaten araştırmacı kendi yorumuna ya da çıkarımına göre belli bir düşünce, teori ortaya koyacak “falanca şöyle bir hükümdardır” gibisinden kendi görüşünü ortaya koyacaktır. Dolayısıyla da Kanuni’nin ya da dönemine göre Sultan I. Süleyman Han’ın bu şekilde değerlendirilmesi gerektiğini düşünüyorum. Bu zamanlarda ‘tarihi sağdan okumak’ ve ‘tarihi soldan okumak’ diye bir şey çıktı ortaya. Sen bir tarih bölümü mezunu olarak nasıl bakıyorsun bu sağdan-soldan okumaya? -Tarihçinin, araştırmacının kendi siyasi görüşü, ideolojisi olabilir bu son derece normaldir. Bu görüşler doğrultusunda da yorum yapabilir yorum kişiyi bağlar, katılırız veya katılmayız. Ancak tarihi araştırırken ve bu araştırmayı ortaya koyarken herhangi bir önyargıyla yaklaşılması, gururla bakması ya da utançla bakması baştan araştırmayı köreltir. Siz ortaya belgeleri, belgelerin ortaya koyduğu sonuçları değil kendi yorumunuzu koyarsınız. Bu tarihçilik değildir. Tarihçi önce tarihi olguya olabildiğince objektif yaklaşmalı, olan biteni görmeli ve aktarmalı. Belgeleri ortaya koyduktan sonra çıkarımlarını yapabilir, yorumunu
yapabilir. Tarihi olguları olduğu gibi ortaya koymaya çalışmalı her şeyden önce. Bunu yaptıktan sonra kalkıp kendi yorumunu yapabilir bu kişiye aitti. Ben mesela Osmanlı’nın bir seferini anlatıyorum. Belgeler ne diyor? Araştırma eserleri ne diyor önce bunları ortaya koyarım. Sonra derim ki “Şu hareket bence yanlıştı…” ya da “Bence şöyle yapılmalıydı…” Burada “bence”, “bana göre” kalıplarının kullanılması önemli. Kendi görüşünü tarihi olgu gibi sunarsan tarihi tahrif etmiş olursun, ondan sonra o yanlış bilgi alır başını gider. Dolayısıyla tarih hem sağdan hem soldan hem yukarıdan hem aşağıdan hem ortadan okunmalı, görülmeli. Ondan sonra kişi kendine en yakın ya da en cazip yolun kendi görüşleri doğrultusunda “yorum” yapabilir, adı üstünde “yorum”. Başbakanımız son yaptığı Muhteşem Yüzyıl açıklamasından sonra bir tarih kitabı yazıp Murat Bardakçı’ya rakip olur mu? “-Tarih kitabı yazmak gerçekten zor bir iştir. Günlerinizi gecelerinizi alır sizi yazı başına hapseder. Sürekli yazarsınız, araştırırsınız. Dolayısıyla hali hazırda yazmak için pek imkan bulabileceğini sanmam. Murat Bardakçı’ya rakip olacağını sanmam. Aslında hiçbir tarihçi birbirine rakip olamaz, çünkü tarihte uzmanlık alanları birbirinden çok farklıdır. Murat Bardakçı gazetecidir, ancak buradaki kazanımlarını tarih alanında da kullanabilmiş. Sağlam bir arşivcidir, efemeracıdır. Elindeki malzeme hazineler değerinde. Çocukluğundan beri ömrünü bu alana harcamış. Zaten İlber Ortaylı söyler, iyi tarihçi olmak için ta çocukluktan gelen bir ilgi lazım. Tarihçi, akademik derinlik için sürekli okur, yazar ömrünü vakfeder. Ha tabi kalkıp elli yaşınızdan sonra da tarih yazabilirsiniz, kendinizi yetiştirebilirsiniz ancak çok çok okumanız, yazmanız lazım gelir. Halil İnalcık hocanın röportajını okudum geçen, 97 yaşında halen yazıyor, okuyor, odasında kitap dolu. Tezimin en hararetli zamanlarında yatağımın üzeri kitaplarla, notlarla dolardı. Tarih kıskançtır, bütün ömrünüzü, yaşayışınızı kendisine vakfetmemizi ister, bizi kendine hapseder. Dolayısıyla tarih kitabı yazmak için, araştırma yapmak için bu niyeti taşıyorsanız ve ilginiz varsa bu sizin gözünüzü korkutmaz ancak pek hobi olarak ilgilenilecek bir şey değildir. Bir tarihçinin işgalci dediğine diğerinin fatih diyorsa “tarih edebiyatın bir dalıdır” diyebilir miyiz? Neden gerçek ile senaryolar farklı? -Bu o kelimelerin kullanım maksadına bağlı. Ben eğer İspanyolların “yeniden fetih-reconquista” döneminden bahsediyorsam onların kullandığı bu tabiri kullanabilirim zira kaynaklarda geçen budur. Aynı şekilde Moğol akınlarından bahsediyorsam “İstila-i Tatar” tabirinden “Mongol İnvasion” tabirinden de bahsedebilirim. Ancak benim değerlendirmem “ele geçirdi”, “akın”, “sefer”, “harekat” tarzında olmalıdır yani ben öncelikle olanı biteni yazarım, bakış açılarını da yazarım. Bundan sonra bunun üzerine tarihçi bunu sefer, istila, işgal, fetih olarak niteleyebilir, kendi yorumudur ancak burada en önemli şey tarihçinin olguları ve olayları doğru okuyabilmesi ve doğru aktarabilmesidir. Ancak tarihçi olmayanlar ya da tarih metodolojisini bilmeyenler bu yöntem yerine kendi fikirlerine göre okuyup yazdıklarından onların yazdıklarına “senaryo” yakıştırması yapılabilir. Tarihi kaynakları edebiyatın içinde değerlendirebilirsiniz ancak tarih yeri gelir kendini yeri gelir edebiyatın kendisini, hatta bilimsel metodolojiyi bile inceleyebilir sonuçta o bir bilimdir. Disiplin olduğu yorumları da var ancak ortada bir metodoloji vardır. Kaynakları olduğu gibi ortaya koyup doğru analiz etmek, analitik bir zihinle olayları değerlendirmek. Dolayısıyla tarih edebiyatın bir dalıdır diyemem. Tarihi kendi ideolojisine kurgusuna göre araştıran, yazan kişi daha önce de söylediğim gibi senaryo yazabilir ancak o o’dur. Yani kişinin kurgusudur. Bu noktada bir soru daha geliyor insanın aklına. Peki tarihi dizilerdeki, romanlardaki kurguyla gerçek niye farklı? Adı üstünde kurgu. Araştırma yapmıyorsunuzdur. Kaynakları inceleyip bir şeyler yazarsınız bu gerçeğe uygun olur veya olmaz, sonuçta kurgudur ancak bunu bahane edip bütünüyle baştan savma bir senaryo, tarihi yapıdan uzak bir kurgu tarihçilere pek çekici gelmez. Normal bir insan sevebilir, okuyabilir sonuçta. Ancak tarihçi
98
99
Röportaj
Röportaj
sıkılır. Çünkü bu belgesel olmadığı halde orada dikkatini çekebilecek, aşinalık yaratabilecek bir hava yoktur. Eğer tamamen kurgu yapıyorsanız hele fantastik yazıyorsanız sıkıntı olmaz. Okuyan kişi başından bunu biliyordur ya da izleyici “bu fantastikmiş” diyebiliyordu. Ben mesela Kanlı Pençe isimli hikayemde, yabancı bir seyyahın uydurduğu ya da duyduğu bir rivayeti alıp kurguladım ve Kanuni Sultan Süleyman’a kurtadam avlattım! Şimdi ben baştan bunu belirttiğim için bir tarihçi çıkıp şu uymuş bu uymuş demez, fantastik bu der geçer. Siz ayrıca tarihi detayları belirtirseniz de bu o hikayeye değer katar, okuyucu tarihi yapıyla kurguyu bağdaştırınca hikayeye daha kolay adapte olur. Ama tarihi bir yapım ya da yazın söz konusuysa belgelerden kopamazsınız. Kurgulamalarınız buna göre olmalıdır. Tarihi roman yazmak, fantastik tarihi roman yazmaya göre daha zordur. Buna rağmen senaryolar gerçekle değişiklik gösterebilir çünkü seyirci kitlesi gerçekten çok seyir zevkini arar. Romanda ve hikâyedeyse yazar gerçekleri anlatacağı iddiasında olsa da kalkıp ortaya birebir araştırma koyamaz yine kendi ideolojisinden görüşünden izler taşır. Belgelere uygun bir dizi çekmeye kalksanız yapımcısı şusu busu araya girer: “Halk bunu izlemez/bu talep görmez/daha cazip hale getirin” der. Dolayısıyla her zaman için gerçekle senaryo arasında bu tip farklılıklar uyuşmazlıklar olacaktır, doğaldır. Hiç saydın mı yada bizim için sayar mısın, kütüphanendeki kitaplardan kaçı tarih kaçı fantastik? -Kütüphanemdeki kitapların isimleriyle birlikte türlerini de sayı halinde tutuyorum. 2002 yazında kendi kütüphanemi kurmaya karar verdiğimden beridir tutarım bu kayıtları. Aynı dönemde Erol Üyepazarcı’nın Korkmayınız Mr. Sherlock Holmes isimli derlemesinde kütüphanesindeki kitaplardan hangi türlerin daha ağırlıkta olduğuna dair verdiği bir anekdot okumuştum böylece kitaplarımın türlerine göre sayısını da tutmaya başladım. Kütüphanemdeki kitapların 287 tanesi tarih. 43 tanesi parapsikoloji ve folklor araştırmaları, inanışlarla ilgili. 78 tanesi fantastik kurgu ve efsane-destan mahiyetindeki eserlerden oluşma. 53 tanesi ise roman, inceleme ve hikayeleriyle birlikte korku türünde kitaplar. Tarih hep ağırlıkta olmuştur, her iki kitabımdan birisi tarih kitabıdır diyebilirim. Benim şahidi olduğum ve Gölge e-Dergi fantastik sayısında yayınlanan bir röportajın var. Hatırlar mısın “benden başkası bu röportajı yapamaz” demiştin. Nasıl ortaya çıktı o röportaj, Kerime Nadir Azrak, Ali Rıza Seyfi ve Hüseyin Rahmi Gürpınar ‘ı aynı masaya nasıl oturttun? -Abi senin yönlendirmenle olmuştu biraz, fantastik edebiyatın eskilerinden bir tarihçi olarak hem de bu anlamda bu isimleri az çok bildiğimden benim bunlarla ilgili yazı yazmamı istemiştin. Röportaj ilhamını da sen vermiştin ki ben de buna dayanarak “benden başkası bu röportajı yapamaz” demiştim. Yazarların yaptıkları şeyleri ve bunları tarih içerisinde konumlandırdığım için onlarla röportaj yapmam çok zor olmadı. Onlar hattı zatında hep hayallerimi, ilham kaynaklarımı körükledikleri için röportaj için çağırdığımda da gelmeleri çok zor olmadı. Gölge sanırım senin ilk öykülerini yazdığın yer. Nasıl gidiyor öykücülük? Gölge, kayıp rıhtım, tımarhane e-dergi ve şimdi Ters Ninja. Yetiştirebilecek misin her ay bu kadar öyküyü? -Öykücülük devam ediyor. Beni rahatlatıyor, sürekli düşündürtüyor falan hakikaten kolay kolay bırakılabilecek bir şey değil. Gölge bu anlamda sadece benim ilk yazdığım yer değil tarihsel fantastik türde yazmaya da alıştığım yerlerden birisi. Memet abinin yönlendirmeleriyle, cesaretlendirmeleriyle bu temeli oturtabildim az çok. Bir-iki yer dışında düzenli yazı gönderdiğim yerler yok. İşte üç ayda bir beş ayda bir yazarsam gönderiyorum, o yüzden çok zorlamıyor açıkçası. Roman da yazacak mısın? -O yönde bir çalışmam var. Hikayelerime benzer mi benzemez mi bilmem ama halen adım adım bir taslak üzerinde çalışıyorum. Çünkü bazı hikaye tasarılarım o denli uzadı ki: “Artık roman olur bu” demeye başladım.
Excalibur nasıl oldu da Geyik dağlarında bir operasyon konusu oldu? -Benim hikayelerimde her zaman için figür olarak ya da tema olarak istihbarat unsurları bulunur. Sonuçta cazip bir konu tarihten okumuşluğum var. Kayıp Rıhtım’ın Eylül seçkisi yayınlanacaktı, teması Kılıç’tı. Ben de bir grup Selçuklu dönemi istihbaratçısının Anadolu’da sihirli bir kılıcın peşine düşmesini, Moğolların da bunları takip etmesini konu alıyordu. Tarihsel bir arka planı vardı, Kösedağ Savaşı olmuş bitmiş, Moğol Ordusu Anadolu’da, Sultan Antalya’ya gitmiş, böyle bir ortamda Beridhane diye sahte bir yapı kurgulayıp güya günümüz istihbaratçılarına benzeyen ama aslında o dönemin berid/haberci/muhbirlerinden farklı bir grup istihbaratçı kurguladım. Operasyon da bu kılıcın ele geçirilmesini kapsıyordu. Metafizik istihbarat iddiaları, tarihi arka planı vs. bunlardan esinlendim. Birkaç hikayemde daha bu Beridçiler dediğim adamları yazdım. Hem esprili dilleri hem de tarihi, siyasi mevzuları bu şekilde işlemesi okuyucunun ilgisini çekmişti. Ben tanıştığım her fantastikçiye-bilimkurgucuya “kitabının sonuna bir sözlük yap, bir siten olsun kitaplarının sözlüğü olsun” diyorum. Sen epeyce Osmanlıca- farsça ve bilumum dilde kelimeyi sığıştırıyon öykülere, sana sorayım sözlük gerekli mi? -Bence gerekli. Kendi adıma söyleyeyim ben bazen hikaye kurgusu gereği terim sıkıştırıyorum, tabirler oluyor, mekan bilgisi geçiyor. İlla ki bunu okuyucuya sözlük ya da dipnot olarak göstermem lazım yoksa okuyan bunu anlayamazsa hikayeden soğur. Ama kullandığım Osmanlıca kelime vs. varsa bunlar da gerek duymuyorum çünkü metinde yoğun bir şekilde yer almıyorlar ve cümlenin gelişine, kuruluşuna göre okuyucu bunun ne olduğunu anlayabiliyor. Okuyucunun ufak tefek kelimeler için sözlüğe bakması daha iyi olur tabi ama bütünüyle anlaşılmaz bir metin yapıp okuyucuyu lügatle imtihana sokarsam onlar için bu hiçbir şey ifade etmez. Ben hikaye anlatıcısıyım. Tarihçi de olsam tarih hikayelerimde sadece arka plandadır ve fantastik mevzular önemlidir bu yüzden okuyucuyu hikayeye adapte etmek haricinde bir eski kelime kullanımından bulunmam. Benim ilk fantastikçim Jules Verne idi, Asimov’un nerede ise Türkiye’de yayınlanmış tüm kitaplarını okudum. Yeni bir yerli fantastik kitap çıktığında ve haberim varsa gider bir kitapçıda kitabı ziyaret ederim. Bulamazsam raflarda sorarım. Rafa konmasını sağlamaya çalışırım. Senin böyle saplantıların var mı? Kimlerle başladın fantastik okumaya? -Benim okuma konusunda bir saplantım var, okuma hastasıyımdır. Eskiden her türe merak salardım şimdi biraz daha seçiciyim. Ama bende nasıl bir saplantıysa bu ben tez yazarken, ödev yaparken sıkılıp tembellik yaptığımda bile oturur makaleleri falan okurdum. Edirne’de kitapçılarım vardır onlarla sohbet ede ede kitap bakmayı severim o da takıntı sayılmaz pek. Fantastik edebiyattan –batılı anlamda- ilk okuduğum eser Sislerin Vampiri oldu. Sonra Yüzüklerin Efendisi’ne başladım ve tek tük dadandığım seriler oldu ama tamamını okumadım. Zaten ben de çok nadirdir bir yazarın her kitabı olsun, konunun çekmesi lazım ya da bir temayla alakalı olsun. O yüzden belli bir seriye ait olup elimde bu serinin bulunmadığı kitaplar da var. Çizgi romanlarla aran nasıl? -Eskiden okurdum artık koptum. Yine de haberlerini takip ederim, nerede hangi albüm çıkmış diye ama çok yoğun bir ilgim yok. Zaman ayıramıyorum pek. Ama fırsatını bulsam Conan ve Abdülcanbaz’a dadanabilirim tekrar. Kızıl Sonja, Kull, Karaoğlan, sonraki basımlarından Tarkan, Martin Mystere, Zagor dönem dönem okuduğum ya da kurcaladığım çizgi romanlar oldu. Conan’ın yaşadığı Kimmerya yani Kimmerler’in ülkesi Türklerin de anayurdu olabilir mi? -Conan romanındaki Kimmerya, çizgiromanın verdiği zamana göre M.Ö. 10.000’lere tekabül ediyor. Bizim tarihten tanıdığımı Kimmerler haliyle o dönemde yok bu hata genelde sürekli tekrarlanır. Hatta galiba Conan’ın ülkesi Simerian (Cimerian) şeklinde telaffuz ediliyordu yanlış hatırlamıyorsam. Conan’da,
100
101
Röportaj
Öykü
Konserve Tamircisi Açlık Krizinin Dördüncü Haftası
Hyperboria’da o coğrafyada yani Turania diye doğuyu andıran bir ülke vardır Osmanlı’yı andırır biraz. Doğusunda da Hirkanya bozkırları vardır iyi okçu olarak bilinir halkı. Keza aynı şekilde Kazak ismini taşıyan bir toplulukta vardır ki ilham kaynakları muhtemelen Zaporog Kazakları’dır. Hirkanyalılarda biraz bozkır havası var. Kızıl Sonja’da Hirkanyalı diye hatırlıyorum ama okçuluktan ziyade kılıcını iyi kullanırdı. Yine bir esinlenme görülebilmekte ama doğrudan değil tamamiyle kurgu imbiğinden geçirilmiş. Son Gulyabani’nin yeri nerde? Ve son Gulyabani kim? -Son Gulyabani’nin Yeri, sanal alemin dehlizlerinde! http://songulyabanininyeri.blogspot.com/ adresinde ikamet etmekte. Arkadaş zoruyla açtım sonradan devam ettirdim. Gulyabani benim ilk uydurduğum hikaye kahramanlarından biriydi. Kemal Sunal’ın meşhur filminden esinlenmiştik. İlkokul arkadaşlarım halen hatırlarlar işte bahçede sihirli bir şato var. Oranın kulesinde tılsımlı bir kapıyı kullanarak şatonun gulyabanisi her yere gidip gelebiliyor böyle basit bir hikaye. Yıllar sonra ilginç şeylerle uğraştığımdan ötürü babam “gulyabani” lakabını takmıştı bana. Takma adımı biraz imza gibi dursun diye “Son Gulyabani” yaptım ve bu isim altında yazmaya başladım. Daha Fi tarihini ve yıldız tarihini de konuşacaktık ama çok uzun bir röportaj oldu. Bize bundan sonra Gölge ile ilgili ne planların var onları da söyle bitirelim röportajı. -Ömrüm yettiğince hikaye yazmaya niyetim var. Her ay Gölge’ye hikaye gönderiyorum bir aksilik çıkmazsa göndermeye de devam edeceğim inşallah. Arada da inceleme yazısı da yazmayı planlıyorum. Gölge için Türkiye’nin Weird Tales’i tabirini kullanmıştım bir yerde, bu ortamın bu oluşumun bir parçası olup yıllar sonra “Orada ben de yazdım” demek istiyorum. Teşekkür ederim. Röportaj için çok teşekkür ederim abi, Gölge’yle de dertleşmiş, hasbihal etmiş olduk. Röportaj: Ahmet YÜKSEL
102
“Durum: Organ kaybına bağlı halüsinasyonlar, kas spazmı ve kasılmalar.” Kestane kabuklarının ayakucumdan uzaklaşıp, zemine dökülmüş küllü izmaritlerin sevişmesini izlemeye gittiklerini görüyorum. Kabuklar adım attıkça arkalarında ufak kırıntılar kalıyor. Sonra çıtırdıyorlar ve bu görsel şölene beni de davet ediyorlar. Ardından ayaklarım da benden uzaklaşıyor, gidişlerini izliyorum. Küflü ekmeklere benziyorlar ve çarpıklar. Dert etmiyorum, benim yaşıma geldiğinizde çarpık ayak ve sönük penisten daha büyük dertleriniz oluyor. Şu sıralar ayaklarımla ilgili tek sorun, gece olduğunda solucanların parmak aralarımı kemirmesi; bundan nefret ediyorum. Ancak bugün onlar da gidiyor ve acılarım bitiyor. Sevinemiyorum duyguları aforoz edilmiş Nazi askerleri gibiyim. İzmaritler orta yerde sevişiyor; insanlık için kısırlaştırılacak bir bakirenin tattığı ilk ve son seks arzusu gibi. Tavandan yere kadar uzanan örümcek ağlarının arkasından onların ateşli fantezilerini izliyoruz. Ben, kestane kabukları ve solucanlar. Küflü mantar kokan odam da alelade bir fuhuş oluyor ve biz bunu soluksuz izliyoruz. Yere küller dökülüyor. Biliyorum ki odası zencefil ve tarçın kokan o sürtük yine bizi dinliyor. Elinde, günde sayısız defa deterjan tahrişine uğrattığı o cam bardakla yan duvarımı muayene ediyor. Böylesine titiz bir kadın için en büyük tehdit, giderek bakteri yuvasına dönen bu tek göz oda. Ancak hiçbir zaman beni buradan atmaya yeltenemeyecek. Kapımı açmaya bile cesareti yok. Bu yüzden tek yapabildiği yan duvara on santimlik bir çay bardağı dayayarak olan biteni dinlemek. Yıkıntı duvarın hastalığı biziz. Duvar; bizi o yumuşak etli komşuma, üzerine her bardak dayandığında anlatıyor. Kahpe kılıklı tuğlalar, şu saplandığım yataktan kalkıp sizi yıkmak için her şeyi verirdim. Ne yazık ki ben ihtiyar bir yatalağım. Kıçımdan dökülenleri bile temizleyemeyecek kadar acizim üstelik. Bu yüzden şu iki adım ötemde birbirini beceren izmaritler, benim için Yunan Tanrılarından farksız. Her şeyin bu kadar fantastik olduğu bu oda da, tek gerçek şu ki: sonum bu kadar gösterişli olmayacak. İçine; on tane, yüzer kiloluk adamın sığabileceği bu tek göz oda, ağzına kadar bokla dolacak ve ben kendi pisliğimi tadarak gebereceğim. Yaşamak için umudum kalmadı. ”BEŞİNCİ HAFTA “Durum: Bağışıklık noksanlığı, kronik ishal ve zayıflık…” Artık bana arada bir soğan getiren küçük kız da çekip gitti. Odama yarısı kurtlu bir konserve bıraktı; ağız kenarıma, dakika başı su damlatan bir hortum sabitledi ve s*ktirip gitti. Annesi kılıklı o da günün birinde sara nöbetinden ölecek biliyorum. Oysaki bir zamanlar, bana baba derdi. Bu kelimeyi içten söylemediğini ikimizde iyi bilirdik ama yine de duymak hoşuma giderdi. Şüphesiz aramızdaki bu soğukluğun tek nedeni; Bu kelimenin onun için iki kavramdan meydana gelmesiydi. Bana her seslenişinde, ‘Üvey’ kelimesini içinden mırıldandığını bilirdim Baba kavram onun için hiçbir zaman tek olmamıştır. Tam beş hafta oldu onu görmeyeli. Giderken üzerindeki kahverengi kazağın sökülen ucunu sıkıca tutmamı söyledi ve koşarak odamdan çıktı. Küçük kız koşuyordu ve kazak sökülüyordu, uzun seneler
103
Öykü
Öykü
sonra ilk kez odamdan dışarısını bu kadar canlı hissedebilmiştim. Havaya usulca karışan mikrobik canlılar gibiydim. Yere inemeyecek kadar hafiftim ve kahverengi kazağın peşi sıra savruluyordum. Bahçeyi gördüm, ışık huzmeleri vardı. Önceden ışıkta yaşadığımı hatırladım. Duvarlarda tablolar vardı, karmaşık silüetlere benzeyen renk tonajları. Yüzümde morfin bağımlılarının sergilediği türden bir mutluluk asılıyken elimdeki gerginlik kesildi ve yatağıma geri dönüm. Pencerelerine, ışığı kovması için çakılmış tahtalarla dolu pis mabedime… İşte o gün benim çıldırışlarımın başlangıcıydı. Ağzım köpürdü ve gözlerim akıntılandı. Ölmeye meylettim ama başaramadım. Ağzımdaki hortumu bile söküp atamadım. Ölemeyecek kadar acizdim. Altıncı hafta olduğunda kapımın önünde bir gölge belirdi ve bir vakit duraksayıp kapıyı açmaya yeltendi ama yapmadı. Çekip gitti. Arkasından seslenmek için yatağımda debelendim ama yarıdan fazlama sıçrayan felç yüzünden ağzım yamuk ve ben konuşamıyorum. Bu yüzden çırpınışlarım bir işe yaramadı. Parmaklarım kasılmış halde ve içe dönük, sağ elimi ve yarı işler haldeki boynumu saymazsak çoktan ölmüş durumdayım. Birinin gelip bu işi bitirmesi gerek. Tek beklediğim şey bu; ancak ileri yaşlarda bir ihtiyarsanız, yaşıtlarınız çoktan böcek olduysa ve üstelik semtin kuytuluğunda bir müstakil evde kilitliyseniz sizi bulmaları imkânsıza yakın ihtimaldir. Canlı çürüyüşlerimin ve bu psikolojik hezeyanların sebebine inmek istediğimde gözümde geçmişim parlıyor. Açlığın getirdiği sanrılarla birlikte onlarda şuurumda beliriyorlar. Sonra şeffaf duvarları aşıp yeryüzüne iniyorlar. Eski karım nefret dolu bakışlarını üzerimde gezdiriyor ve oda da tur atıyor. Bir müddet sonra arkasını dönüyor ve tekrar göz göze geldiğimizde ince sesi kulaklarımın desibel sınırını zorluyor: Bizi o eve neden kilitledin ihtiyar? Boynumu kımıldatmak için uğraşıyorum ancak tek oynatabildiğim organım gözlerim oluyor. Ağız kenarımdan akan tükürükler boynuma doğru ilerliyor ve ben konuşamıyorum. İçimden, ‘ Sizi öldüreceklerdi çünkü diyorum.’ Karımın göz damarları belirginleşiyor. Dişlerini gıcırdatarak saçımı kavrıyor. Kırmızı dudaklarını kulağıma yaklaştırarak bağırmaya devam ediyor: Sana ilaçlarını yut dememiş miydim? En azından bunu kızım için yapmalıydın. Ben deli değildim. Karım saçlarımı sıkmayı bırakıyor ve yüzündeki kızgın ifade onu terk ediyor. Sonra gözleri doluyor ve sesine hüzün karışıyor: Sen bir katilsin, beni ölüme terk ettin. Dudaklarım üzüntüden titriyor ve gözlerim doluyor. ‘Seni öldürmek istememiştim diye geçiriyorum içimden.’ Kısa bir sessizlik oluyor. Ardından karım ansız bir çığlık daha koparıyor: Yalan! Elbet nöbet geçirebileceğimi biliyordun. Yine de kapıyı üzerimize kilitledin. Bu sözlerin ardından odadan çıkıyor ve çok geçmeden kucağında bir gramofonla tekrar içeri giriyor. Bu defa yüzünde yersiz bir gülümseme asılı. Paslı gramofonun ince telini aşağıya indiriyor: Artık senin sonunda benimkiyle aynı olacak. Diyor ve silueti kayboluyor.
104
Geriye sadece oda da gezinen notalar kalıyor. İzmaritler ve kestane kabukları dans edip şarkı söylüyorlar; gramofondan yayılan gıcırtılı sesler artıyor… * * * Katilsin ihtiyar bu bir gerçek Belki bir gün kızın geri dönecek Deli değilsin elbet bunun adı şizofreni Haydi, öldür kendini bitir artık şu işi “ * * * Her şey bir musiki yumuşaklığında sürüp giderken kapı ansızın kırılıyor ve müzik kesilip notalar tavan arasına gizleniyor. İçeriye dört tekeri, tam tur atabilen sedyeyle biri giriyor. Saçları üç numara, orta boylu bir oğlan çocuğu… Sakalları varla yok arası… Duyduğu ağır koku sebebiyle yüzü ekşiyor. Dışkıya bulanmış bedenimi yattığım yerden kaldırıyor ve sedyeye yatırıyor. Birkaç kemiğimin kırıldığını hissedebiliyorum. Kaburgalarım ciğerlerime batıyor. Genç çocuk suratıma bakıyor ve sanki yolun sonuna gelmemişim gibi konuşuyor: Hadi s*ktirip gidelim buradan.’ Tepki vermiyorum. Suratımıza vuran ağır koku içeride kalıp dışarı çıktığımızda göğsümde garip bir kıpırtı hissediyorum. 1900 model bir hurda arabaya bakım yapmışsınız gibi… Sanki motorum yeniden canlanmak istiyor. Sedyenin tekerlekli bacakları tıpkı, tıp konulu filmlerin klişe kadrajı gibi… Oğlan beni arkadan ittirdikçe tekerlekler sağa sola doğru yamuluyor ve titriyor. Garip olan kısım ise, buna rağmen düz gidiyoruz. Rüzgâr yağlı saçlarımı birbirinden ayırıyor ve birkaç tel havada savrulmaya başlıyor. Ardından burun deliklerim açılıyor ve daha rahat nefes alabildiğimi hissediyorum; öncesinde ciğerlerim büzüşmüş poşetler gibiydi onları temiz havayla dolduruyorum ve sarkık testislere benzemesini sağlıyorum. Saçları üç numaraya kazınmış oğlan çocuğunun çenesi ansızın kımıldıyor ve bana, şuan kendimi nasıl hissettiğimi soruyor. Cevap veremiyorum; ancak mucizevî bir şekilde sedyeyi sıkıca kavrayan elini tutmayı başarıyorum. Bunun üzerine oğlan daha da hızlanıyor ve bir kez daha konuşuyor: Ah be ihtiyar! Ne vardı sanki ilaçlarını yutsaydın, hiç olmazsa sanrıların azalırdı. Ben şizofren değildim diye düşünüyorum ancak çocuk düşüncelerimi duyamıyor. Dört teker durmaksızın dönüyor ve sarıya çalan toprak yüzeyden daha fazla toz havaya kalkıyor. Her şey aylar öncesinde nasılsa hala aynı… Civarda pek insan yok, sağa sola birkaç külüstür araba serpiştirilmiş, evler yüksek katlı değil ve çöp poşetlerini hala kediler karıştırıyor. Nice zaman sonra bunlar da geride kalıyor, saçları tıraşlı oğlanın soluğu kesiliyor ve kenara çekiyoruz. Beni eski model bir kamyonet gibi itinayla duvar kenarına park ediyor, ardından yanı başıma çömeliyor ve konuşuyor: — Biliyor musun? Kızın pişman. Seni o tek göz odaya hapsettiği için pişmanlık duyuyor. Ne zaman seni hatırlasa başını omzuma yaslıyor ve bir ağlama nöbetine tutuluyor. Susmasına yakın, ‘ Sana bunu yapmak zorundaydım baba.’ Diyor. Bu duyduğum sözlerin ardından çenem titriyor ve dilim çözülüyor, konuşmaya yelteniyorum ve kelimeler belirli belirsiz ağzımdan dökülmeyi başarıyor: Üvey demiyor mu?
105
Öykü Oğlan önce şaşırıyor sonra eski sakinliğine bürünüp elini cebine götürüyor ve bir sigara yakıp uzaklaşıyor. Giderken başını iki yana sallıyor ve: Hayır, ihtiyar, üvey olduğundan bahsetmiyor. Sadece baba diyor. Felçli bedenim sızlarken ve gözlerim parlak gökyüzüne takılı kalmışken, göz kenarlarımdan akan damlalar boynumu serinletiyor. Ardından bir el, dört tekerlekli sedyeyi itekliyor ve ince bir ses ‘Baba’ diyor. Duyduğum sese doğru başımı çevirmek isterken, neredeyse hareket edebileceğime inanıyorum. Bedenim titriyor ancak kımıldayamıyorum. Kızım? Evet, baba benim. Beni göremediğini biliyorum ve görmen içinde bir şey yapmayacağım. Sadece şunu bil ki büyüdüm. Bize yaşattıklarının cezasını çektiğini düşünüyorum, artık mutlu ölmeyi hak ediyorsun. Söylediği son sözde dilinin sürçtüğünü düşünüyordum. Mutlu olmayı hak ettiğimi söylemek istediğini umuyordum. Ancak kısa süre sonra bunun böyle olmadığını anladım. Sedyenin oynak ayakları titremeye başladı ve iyice hızlandık. Ortalık tekrar sarı toza bulandı, kızımın soluk alış verişi derinleştiğinde beni iten narin elleri sedyeyi bıraktı ve pembe dudaklarından dökülen kelimeler giderek benden uzaklaştı: —Seni seviyorum baba! Onu görmeden önce son duyduğum ses bu olmuştu. Sonra sedyenin ön ayakları bir taş parçasına takıldı ve uzun zaman sonra ilk kez ayağa kalktım. Neredeyse normal insanlar gibi dimdik ayaktaydım sadece yere basmıyor, dört tekerlekli bir sedyeyle birlikte havada süzülüyordum. Gözlerim, diklemesine inen uçurumu gördüğünde can havliyle bir refleks gerçekleştirdim. Bir anlığına vücudumu oynatmayı başardım ve boynumu çevirdim. Uzun kıvırcık saçlarıyla kızım bana bakıyordu. Yeşil gözlerindeki bulanıklık buradan bile görülebiliyordu. Üzüntüden dudakları titriyordu. Elini hafifçe yukarı kaldırdı ve vedalaşır gibi yana salladı. Buna karşılık vermek istedim ancak ne o kadar vaktim vardı ne de bunu yapabilecek durumum. Tek yapabildiğim acı bir şekilde gülümseyebilmek oldu. Sonra kızımın bacaklarının yerini sararmış çalılar aldı ve bu görüntü yukarıya doğru tırmandı. Gözlerimin ekranını taşlar ve kayalar kaplamadan önce onun yüzüne son kez baktım ve gözlerimi kapadım. Bilincimin her hücresi kızımın yüzüyle doldu. Gözlerimin açık olduğundaki kadar net... Ardından rüzgâr etimi bıçak gibi kesmeye başladı ve ben hikâyenin sonuna geldiğimi anladım. İçimde hoş bir duygu peydahlandı, mutlu oldum. Yahut kızımın deyişiyle: ‘Mutlu öldüm.’ Yazan: Fatih ONAYDIN
106
107
Pin-up
108