İÇİNDEKİLER
Wuthering Heights (1992)
88.
Sayı ile tekrar birlikteyiz. Gölge e-Dergi'ye ulaşmak için http://golgedergi.blogspot.com Genel Yayın Yönetmeni: Mehmet Kaan SEVİNÇ Editör: Mehmet Berk YALTIRIK golgedergimail@gmail.com Yayın Kurulu: Sadık YEMNİ, Ahmet YÜKSEL, Hasan Nadir DERİN, Gülhan D SEVİNÇ, Melahat YILMAZ, Ceren ÇALICI. Grafik Tasarım: Gülhan D SEVİNÇ Redaksiyon: Ceren ÇALICI Kapak: Varol GÖKDAMAR Pinup: Gülhan SEVİNÇ Gölge e-Dergi internetten yayın yapan özgür ve özgün içerikli tam bağımsız bir dergidir. http://twitter.com/GolgeDergi http://issuu.com/GolgeDergi http://golgedergi.deviantart.com/
04 Fantastik Şiir - Alessar'dan Arta Kalan 05 Korku Köşesi-At Binen Cin 06-10 Korku Köşesi-Şahmaran'dan Arta Kalan 11 Korku Köşesi-Karanlık Şehir 12-14 Öykü - Gonca Gül'e Düşen Gözyaşı 15-17 Haberler-Vakur BARUT-LAN 18-20 Öykü- Evrendeki Son İnsan 21-29 Röportaj-Orhan DÜNDAR 30-33 Öykü- Günahların Bekçisi-Bölüm 7Geçmişin İzleri 34-37 Haber - Splash Heroes 38-50 Çizgi Roman Ön okuma- Batman 51-55 Öykü- Akdon V-Lele 56-60 Çizgi Roman Ön okuma- Bir Devlet Adamı "Kanuni Sultan Süleyman" 61 Çizgi Roman-Dünya'nın En Tuhaf Mahluku 62-67 Çizgi Roman İnceleme- Deja Vu Serisi 1: “Battle Of The Planets” Adlı Kaos 68-71 Öykü- Otel-Bölüm1-Oda 814 72-75 Sinema- 3. Fantasturka Fantastik Türk işi filmler festivali 76-85 Röportaj- Yücel KÖKSAL 86-91 Çizgi Roman - KAGAN 92-105 Sinema- Aralık'ta Festival Başkadır. 86-113 Çizgi Roman - Harry Kane 114 Pinup
Editör'ün Kalemi'nden
Yeni bir yıl, yeni umutlar, yeni beklentiler olarak algılanır. Biz dergi hayhuyunda olduğumuzdan buna yeni sayılar, “özel sayı olur mu?”, “şu sayıya şu röportaj gelir mi”, “bilmemkaçıncı sayımız şu aya çıkacak” gibisinden heyecanlar ve sorular da bunlara ekleniyor. Gölge e-Dergi’nin 88. Sayısı, 7 yıl 3 ayı devirmişken karşımızda. Bir başka yeni yıl kapağı altında, siz okuyucularımıza yeni öykülerle, yazılarla, çizimlerle huzurlarınızda. Yeni bir yılın ilk günlerinde iyi okumalar temennisi ile…
Mehmet Berk YALTIRIK
3
KORKU KÖŞESİ
Fantastik Şiir
Soluyorum her an içinde. Kederle batan gün gibi Bir şüphe beliriyor içimde. Ağaçların arasında yalnızım Kalbime bahar gelmiyor. Kış çökmüş bu ormana da İnsanlar ölürmüş zamanla. En yüce krallar bile aşkla sevilen Kalbim, aşkın ağırlığıyla ezilen. Bense üşüyorum Sevgilimin kederiyle. Bir gölge hapsoluyor yüzüme Soluyorum… Kadere küskünüm Acı esir ediyor benliğimi. Bir delilik karatıyor zihnimi Yüreğim suskun ve mahzun. Ağaçların arasında yalnızım Gün batıyor… Bir mezarın üstünde Renksiz gözyaşları eşliğinde. Ulu bir kralın yattığı Artık umut kalmadı. Adımı kimse çağırmıyor Sessizlik, bir mezarın içinde Nostalji eşliğinde, soğuk yüreğin Mutluluksa yalnızca, eski zamanın düşlerin de Uyumak istiyorum yanında. Sonsuzluğa gözlerimi kapamak Ve bir daha uyanmamak. Kederle dolan orman gibi Bitmek bilmeyen gece gibi… Sonsuza dek Seninle… Yusuf GÜRKAN
4
5
Korku Köşesi
Korku Köşesi Dehşetler Albümü
At Binen Cin Genellikle Caferî Türklerin inanışlarında bahsi geçtiği ifade edilen bir varlıktan bahsedilir. Rivayet edildiğine göre geceleri atlara binerek dolaştığı için “At Binen Cin” olarak zikredilen bir varlıktır. Atların sabahları terlemiş ve yorgun bulunmaları halinde ona At Binen Cinin musallat olduğu anlaşılırmış. Yine bu musallatı anlamanın bir başka yolu atın yelelerini kontrol etmekmiş, zira bu cin bindiği atın yelesini örermiş. Bu cinden kurtulmak için onu kovmak yerine daha farklı bir yol izlenerek yakalamaya çalışırlarmış. Bunun için de atın yelesine zift sürerler, böylece onun at sırtına yapışması sağlanırmış. Ardından cin ele geçirildikten sonra yakasına bir iğne takılarak köle yapılır, hizmetlerinde kullanırlarmış. Yine inanışa göre cinin bir gün elindeki evin çocuklarından birini kandırarak iğneyi çıkarttırıp kaçarmış. Kaynak: Ayşe Duvarcı, “Türklerde Tabiatüstü Varlıklar ve Bunlarla İlgili Kabuller, İnanmalar, Uygulamalar”, Bilig, S. 32, Kış 2005, s. 128.
Şahmarandan Olma Zamanın birinde, hangi padişahın hükümdarlığı unutulmuş, masallardan canlı bir suret İstanbul şehrinde, yine masallardan gelme güzellerin avlusunda salındığı bir muazzam harem varmış. Mermer saraya her sene yedi düvelden yüzlerce köle getirilirmiş ki yetenekte ve güzellikte perilere cinlere denk olurlarmış. Günün birinde şehre ta Gâvur Dağı’nın ötesinden bir kervan gelmiş. Kervanın ortasında muhafızların beklediği süslü işlemeli ve dört yanı kapalı bir taht-ı revan varmış ki içindeki Acem mülkünden bir mirzanın kızı mıdır yahut Kırım elinden bir bike midir diye ahali merakından yollara dökülmüş. Kervancıya sokulmaya yüz bulan beyzadeler, kişizadeler kervanla gelen meçhul kişinin kim olduğunu sorduğunda kervancıdan: “Ehemmiyetli biri değildir. Çukurova mülkünden bir köledir!” karşılığını almışlar. Kendi kendilerine söylenip kervancıya yine sormuşlar: “Bre bu nice köledir ki yanında çerisiyle sipahisiyle dört tarafı süslü taht-ı revanda durur?” Kervancı sivri bıyıklarının uçlarını düzelterek: “Köle dediysek öyle alelade köle değildir. Cihanda güzelliği padişah hazinelerine denk böyle bir güzel daha yoktur ki bendeniz onu padişahımız efendimize âcizane teslim etmek için eşkıyaları, kervan basan gulyabanileri aşıp İstanbul’a geldim.” İstanbul’un güngörmüş beyzadeleri burun kıvırmış: “Adam sen de! Burada güzelden bol ne var? Esirciler Hanı’nda Şirin, Leyla suretli kızları on paraya satarlar!” Kervancı gülmüş: “Benim Çukurova’dan getirdiğim köle öyle güzeldir ki ihtişamından çil çil altınlar kararır, değerini yitirir! Onu gören yediden yetmişyedisine cümle yiğit helak olur. Bir bakışını bahşetmesi için ölmeye yalvarırlar. Bakışına nail olsalar bu sefer de “Biz bu aşktan kurtulamayız vesselam!” diyerek kahırlarından ölüler!” Beyzadeler etkilenir gibi olmuşlar ama şehrin hamam külhanlarından bir kopuk laf atmış: “Meydanı buldun diye haybeye sallama kervancı! Senin bu taht-ı revan güzelini öyle bir anlatıyorsun ki duyan Kaf dağının ardından peri kızı çekip getirdin sanacak!” Kervancı kafasını sallamış: “Elbette her kul gibi vardır kusuru. Ancak mevcudiyeti ve güzelliği ile kıyaslanınca pek bir ehemmiyetsizdir!” Böylece kalabalığın arasından sıyrılan kervan yeniden yola revan olup sarayın kapılarına yürümüş. Padişahın iş bilir casusları saraya anında haber uçurmuş. Koca padişah müstehzi bir ifade ile emir vermiş kullarına: “Eğer o madrabaz kervancı kapıma gelirse sınayın. Eğer bakışları âdem öldürmeye nailse, benim hazinemi dahi utancından ağartırsa bırakın gelsin kapıma görelim neymiş ol güzelin ehemmiyetsiz kusuru!” Kervancı ardında taht-ı revanla sarayın devasa kapıları önüne gelmiş. Kapıda bıyığını balta kesmez kavlinden, cümle hasımânını bıçakları altından geçirmiş, kuşaklarına yatağanları sokulu, âdem ejderhası suretinde iki yeniçeri kervancının karşısına dikilmiş. Kervancı: “Müsaade edin ağalar, padişahımız efendimize cihan güzelini takdime geldim!” deyince, “Biz ne bilelim kervancı, taht-ı revandaki hayır mıdır şer midir? Zehirli ejder mi koydun, Arap çöllerinden akrep mi? Açasın örtüyü de şu güzeli görelim, sarayın kapısını öyle açalım!” diye karşılık almış. Kervancı ciddileşmiş: “Yiğitler! Bu örtünün ardında güzelin muradı olmayanlar için ölüm vardır. Canınıza ehemmiyet veriyorsanız yol verin padişahın huzuruna çıkalım!” Yeniçeriler olmazlanmış, elleri yatağanlarının kabzalarına gitmiş: “Biz padişahımızın seçme kullarıyız ki canımız da kanımız da onun yoluna fedadır. Ardında ejder-i heft ser beklese dahi aç örtüyü!” diye emretmişler. Kervancı müstehzi bir gülümseme ile taht-ı revanın önündeki örtüyü tamamen kaldırmış. Kandan ölümden korkmaz yeniçeriler o anda bembeyaz kesmiş ki meğer örtünün altından urumelinin hortlağı cadısı çıka!
6
7
Korku Köşesi Yeniçerilerden biri: “Bu güzel bize murad etmedi, bakışlarını esirgedi! Ya ben nice yaşarım!” dedikten sonra yatağanını çekerek kendi göğsüne vurarak canına kıymış. Taht-ı revandaki güzel öteki yeniçeriye bir lahza intizar edince, yeniçeri olduğu yere yığılmış: “Baktı ama yaban gördü, yâd gördü, ya ben bu güzelin muradın alamadım kahrolmam mı?” diyerek kahırdan son nefesini vermiş. Böylece sarayın kapılarını açmışlar ama sultanın huzuruna çıkarmadan önce hazine odasının kapısına götürmüşler. Hazinenin kapıları açılır açılmaz içeriden dışarıya muazzam bir ışık huzmesi dolmuş, incilerin, gümüşlerin, altınların, elmasların, zümrütlerin, yakutların parıltısından oradakilerin gözleri kamaşmış. Hazine kapısını tutan ağa kasılarak: “Senin şu güzel şu hazinenin de ışığını söndürsün de görelim!” Kervancı müstehzi bir ifade ile gülmüş, önce yaptığı gibi taht-ı revanın örtüsünü açmış. İçindeki güzelin bir nazarıyla o hazinenin ışıltısı solup gitmiş, gayya kuyusu misali hazine odası kararmış. Böylece kervancıyı, ardında taht-ı revanla tahtın durduğu koca avluya götürmüşler. Padişah kervancı huzuruna gelince sormuş: “Kervancı bu güzelden bana ölüm var mıdır? Ya onun güzelliği benim hayat ışığımı da hazinem gibi söndürür mü?” Kervancı başını eğdiği yerden: “Bu güzelin muradı sizdedir devletlum, ondan size ancak güzellik ve huzur vardır. Onu görünce billur kadeh misali ömrünüz de ışıldayacaktır. Lakin güzelin bir kusuru vardır ki akılca yoksundur. Hamama girmek istemez ve de deli saçması şeyler söyler. Siz bu kusuru görmezden geldiğiniz müddetçe o sizin için daima rahatlık ve ferahlık vaat eden bir cennet bağçesidir.” Padişah örtüyü açtırıp kendisine murat eden güzeli hususi odasına göndermiş. Kervancıya da ağırlığınca altın ihsan ederek saraydan göndermiş. Padişah bu güzel ile gününü gün etmiş. Diğer gözdelerini, şehzadelerini hep unutmuş ama onlar da bir şey diyememişler, zira o güzelin her bir kusurunu hoş görürlermiş ki adeta cana gelmiş bir efsun taşırmış. Arada bir dile gelip: “Aman beni hamama götürmeyin, benden o vakit fenalık gelir. Beni Çukurova’da anacığım Şahmaran’ın koynundan kaçırıp getirdiler!” dese de padişah bu deliliğini hoş görmüş ve yıkanması için odasına ibrik ibrik sular, gümüş tekneler taşıtmış. Karnı büyüdüğünde padişahın gönlüne bu güzelden olma muhayyel ve müstakbel şehzadesinin hayali düşmüş. Karnı epeyce büyüdüğü bir esnada sancısı tutmuş ki o esnada sarayın hamamının önünde geçmekteymiş. Güngörmüş kalfalardan biri: “Odaya değin yetişmez, hamama götürelim!” deyince feryat etmiş, hamama girmemek için çırpınmışsa da kapıları açıp göbek taşının üzerine yatırmışlar. Padişah da o esnada doğum sancısı haberini alıp hamama doğru gelmekteymiş ki hamamdan kadın çığlıkları yükselmeye başlamış. Bir sürü kadın feryat figan edince padişah sevdiği güzele bir şey oldu diye kapılara koşturmuş. Bir bakmış ki vazifeli kalfaların kimi delirmiş, kimi olduğu yere düşüp bayılmış. Hamama girdiğinde onların bu tuhaf halinin sebebini anlamış. Meğerse o güzel gerçekten de Şahmaran soyundanmış ki hamama girende belden aşağısı asıl şeklini almış, tasvirlerdeki gibi kocaman bir ejdere dönüşmüş, bedeninden ayakları yerine renk renk yılanlar çıkmış, vücudunun bir kısmı pullanmış. Kucağında yarı belden aşağısı ejder belden yukarısı insan korkunç bir bebeği padişahın kucağına bırakıp: “Ey padişah, ben Şahmeran soyuyum dedim bana inanmadın. Bizim soyumuzdan gelenler yahut münasebeti olanlar asıl şekillerine dönerler hamamda ki benim büyük büyük annemi ziyaret eden Danyal Aleyhisselam oğlu Camsab da hamama girdiğinde böylece o zamanki padişahın askerleri tarafından fark edilip yakalanmış! Hamama girmeseydim oğlun senin suretinde doğacaktı. Gayrı benim suretimde yaşayacaktır ve
8
9
Korku Köşesi
Korku Köşesi ocağına hiç hayır getirmeyecektir! Haremden dışarı çıkarsa da felaket olacaktır!” diyerek hamamın mahzen kanalına karışarak gözden kaybolmuş. Padişah korksa da, Şahmaran’ın kızının tehdidinden çekinse de oğlu olduğundan canına kıymaya çekinmiş. Sonra aklında büyüdüğü vakti bu ejder suretli oğlunu düşman memleketler üzerine göndererek nice kaleyi korkuyla düşürmenin hayali belirmiş. Böylece onu da evlat bilerek haremde yetiştirilmesini emretmiş. Gel zaman git zaman şehzade birkaç ay içerisinde sürünerek de olsa kendi kendine hareket etmeye başlamış. Diğer şehzadeler ve harem ahalisi onun görüntüsünden çekindiklerinden hiç yanına yaklaşmamış üstüne onu adıyla değil “Şahmarandan Olma” lakabıyla çağırırlarmış. Derisi pullu pullu, belden aşağısında kocaman ejder suretli bir yılan başı taşıyan bu çocuğu kalfalar cariyeler bile korkuyla dehşetle büyütmüşler. Beş altı yaşlarına geldiğinde çocuk yılan bedeni üzerinde sallana sallana korkutucu bir suretle gezinir olmuş ki harem ahalisi onun bu suretinden iyice tedirginmiş. Yine de padişah o güzelle yaşadığı günlerin hatırına oğlu saydığı bu şehzadesiyle zaman geçiren yegâne kimseymiş. Derken bir gün sarayın kümesinden tavuklar, horozlar kaybolur olmuş. Tilki dadandı zannedilerek sarayın etrafındaki bostan didik didik aranmış, bir şey bulunamamış ama kayıplar devam etmiş. Bir gün şehazdelerden biri de ortadan kaybolup, bahçe köşesinde elbiseleri ve bazı kemik parçaları bulununca saray halkı dehşete kapılmış. Üstüne bir de bir tanesi: “Edirne sarayının büyük yılanlarından biri de böyle bir şehzade boğmuştu fi tarihinde!” deyince herkes padişaha bu Şahmarandan olma şehzadeyi şikayet etmiş. Padişah ilkin onların isteğine karşı gelse de bir gece sallana sallana yürürken bir küçük şehzadeyi bahçeye götürüp boğmaya kalkması fark edilince neredeyse kapısında bekler yeniçeriler dahi isyana teşebbüs etmişler. Böylece padişah istemeye istemeye şehzadesinin idamına karar vermiş ama hem annesinin ettiği bedduayı düşünerek haremden çıkarılıp gömülecek olması hem de annesinin bu kararı haber alıp geri dönerek haremdeki diğer şehzadelerine musallat olmasından korkmuş. Bu yüzden oğlunu yay kirişiyle boğdurduktan sonra Mısır’dan gelme bir ustaya eski usulde bu ejder suretli şehzadeyi mumyalatıp Harem’in bir bölümünde saklanmasını emretmiş. Bu anlatılan ne kadar doğrudur, ne kadar yanlıştır bilinmez. Bilinen tek gerçek bugün Topkapı Sarayı’nda Hekimbaşı Kulesi’nde “timsah-çocuk bedenli mumya” olarak bilinen bir mumyanın varlığı ve bu mumyanın Harem’de ortaya çıkarılmış olmasıdır… Öykü: Mehmet Berk YALTIRIK
İllüstrasyon: Mehmet Kaan SEVİNÇ
Karanlık Şehir Babil’den aşrı çöllerin nihayetindeydi şehir, Mazisi bir kanlı şiir, Rivayet eden cinlerin köpeği bir deli şair. Hangi tanrının gazabı bilinmez, En mahir efsunbâz dahi müşkülünü çözemez, Lanetlenmiş şehrin civarından geçemez! Ahalisi daima güneşi özlemeye lanetli, Kara duvarlara bakmaktan toptan kör olmuş hepsi, Kabir gulyabanilerini andırırmış gözleri… Ne rüzgâr eser, ne ölü yapraklar kımıldar, Tepelerinde parlasa da yıldızlar, Gözlerinde zifiri karanlıklar… Gözü gören birini tutup çıkarsalar kulelerine, Dermiş: “Gök kara, toprak kara, bir olmuşlar birbirlerinde, Gören olsa yutarmış şehir ufukları gözleyende… Uykularında dahi seyrederlermiş karanlıkları, Satrap harabelerinde uğursuzca ötermiş baykuşları, Kabrin altında nefes alır gibiymiş yaşayışları. Gün değil gece de ziyanmış onlara, Gören biri bakmış ay ışığının saçlarına, Kör olunca ağlamış son kez gördüğü peri kızlarına. Dayanamazmış çoğu kulelerden, zigguratlardan atlarmış, Zindanlarının en altında daima mezarlar kazarlarmış, Yaslarında kan damlarmış gözlerinden, gözyaşları akmazmış. Gitgide harabe olmuş derlerdi, Çöl ortasında Şehr-i İrem sütunları gibi dikilmekteydi, İfritler lanetlilerden kalma kemikleri kemirirdi. Kadim şehir gömülürken korkunç efsanelere, Kuleden atlayan son lanetliyle, Hortlayıp mezarını kazmış kendine… Karıştı adı unutulmuş masallara, Görkemli kuleleri şahitlik etmişken nice şaha, Gömüldüler toprağa hasretle güneşe aya! Mehmet Berk YALTIRIK llüstrasyon: Mehmet Kaan SEVİNÇ
10
11
Öykü
Gonca Güle Düşen Gözyaşı Dördüncü kattaki penceremden çıkıyorum dışarı. Boşluğa düşmüyorum ama önüme serilmiş ay ışığına tırmanıyorum. Belki Kadath’a gidiyorum, belki Orta Dünyalardan birine, belki de kalplerin taşları söktüğü yere. Odam çok sıcaktı ama yukarı çıktıkça serinliyor hava. Üzerime giyecek bir şey almadığım için pişman olmuyorum, çünkü serinlik hoşuma gidiyor. Yükseldikçe yıldızlar büyümese de geride kalan ışıklar küçülüyor; sokak lambaları, güneş doğmadan uyuyamayanların oturdukları odaların ışıkları ve tek tük farlar. Yerden uzaklaşıyorum ama göğe yaklaşmıyorum. Belki de tam ortasındayım göğün, bilmiyorum. Yükseldikçe geçmişin perdesi aralanmaya başlıyor, önce çocukluğumu seyrediyorum, yukarıdan. Tombul yanaklarımla ağlıyorum. Elimi uzatsam çocukluğumun gözyaşlarını silecek gibiyim ama uzatmıyorum. Sonra, önceki yüzyılı seyretmeye başlıyorum, iki büyük savaşı ve onlarca küçük olanı her şeyiyle görüyorum. Odamda otururken taraf tutmak ne kadar kolaymış, oysa şimdi herkes suçlu geliyor, sanki yumurta kokusu almışım gibi midem ağzıma geliyor. Bu kadar yüksekteyken koku almam mümkün mü? Daha da çıktıkça yukarı, on binlerce yılı seyrediyorum. Bazen ağlayıp bazen gülüyorum kahkahalarla. Bazen sebepsizce gururlanıyorum gördüğüm şeylerden, sanki benden binlerce yıl önce olmuş şeylerde payım varmış gibi. Sanki on binlerce yıl sonra ben doğmayacak olsam o olaylar olmayacakmış gibi. Hâlbuki utanmam gerekir, bildiğim şeylerin çoğu gerçek değilmiş. Artık ay ışığında yürümüyorum, hem ortalıkta ay bile yok artık. Dünya kıpkırmızı. Sanki üzerinde neler yaşanacağını bilmiş de öfkelenmiş gibi. Sanki oğlunun derslerinde kötü notlar aldığını öğrenmiş bir babanın yüzü gibi. Çok sürmüyor, dünya da yok oluyor. Evrenin merkezine gidiyorum, yürüyerek ve zaman gittikçe hızlanıyor. Her şey başa dönüyor. Hâlâ yürüyor muyum, yoksa ben de mi çekiliyorum merkeze, farkında değilim. Her şey bir araya geliyor hızla. Sanki yere düşen bir vazonun görüntüsünü tersten seyretmek gibi. Bütün parçalar inanılmaz bir uyumla birleşiyor. Zaman tekrar yavaşlıyor. O kadar yavaşlıyor ki durmasından korkuyorum. Korktuğum başıma geliyor. Zaman duruyor. Henüz oluşmamış evrenin dışında, oluşmasından bir saniye (veya burada zaman hangi birimle ölçülüyorsa o kadar) öncesini seyrediyorum. Öylece duruyor. Zamanı bir tık ileri alabilsem bütün evren oluşacak ama alamıyorum, sadece seyrediyorum. Algı sınırlarımın ötesinde bir renk. Sanki gözlerimi her kapadığımda ya da hareket ettirdiğimde renk değiştirip algılayabileceğim her renkte sırayla geziniyor. Ama öyle olmadığını, aslında tek renk olduğunu hissediyorum. Koskoca evren, şimdi karşımda gonca güle benziyor. Sanki elimi uzatıp tutabilecekmişim, avucuma alıp koklayabilecekmişim gibi. Koskoca evreni avucuma sığdırabileceğimi sanıyorum bir an için. Elimi uzatıyorum tutmak için, ama uzattıkça elimin küçüldüğünü görüp korkuyorum. Elimle tutamayacağımı anlayınca, sevmeye karar veriyorum evreni. Koskoca evren kalbime sığıveriyor. O kadar çok seviyorum ki onu, gözlerim yaşarmaya başlıyor. Sonra hıçkıra hıçkıra ağlıyorum. Gözyaşlarımdan birisi önümde duran, gonca gül görünümlü evrene düşüyor.
12
13
Öykü
Haberler
Her şey o zaman oluyor işte. Patlıyor birden bire. Bir güvercinin kalp atışı kadar sürede akıl almayacak kadar genişliyor. Sayılamayacak kadar çok yerinde, birbirinden habersiz, sayılamayacak kadar çok yaşam başlıyor. Birbirlerinin varlığından emin olmasalar da, inanıyorlar birbirlerine. Belki bir gün görüşeceklerini düşünüyorlar ama günleri ve saatleri hangisinin sistemine göre ölçeceklerinden emin olamıyorlar. Aynı yıldızlara farklı açılardan bakıyorlar gecelerce. Ve diğerlerinin göremediği yıldızlara kendi açılarından bakıyorlar. Bir süre sonra dayanılamayacak bir özlem duyuyorlar birbirlerine, hiç tanışmamış, hatta birbirlerinin varlığından emin olmadıkları halde. Sonra oturdukları veya yattıkları yerlerden kalkıp pencerelerine gidiyorlar yıldızlara bakmak için. Farklı açılardan bile olsa aynı yıldızlara bakıyor olma ihtimali özlemlerini iyice artıyor. Pencerelerini açıyorlar. Bir adım atıyorlar dışarı. Düşmüyorlar.
Öykü: Uğur DEMİRKAYA
İllüstrasyon: Cihan Oğuz DEMİRCİ
Vakur BARUT - LAN Vakur Barut’un doğumu da kendisi gibi tuhaf olmuştu; Çizgi roman kahramanlarına rol verdiğim bir hikayede, adı sanı belli olmayan bir sürü kötü adamdan sadece bir tanesiydi, bir iki karede görünüp kayboluyordu. İkinci adam olarak rolünün büyümesi ve ismini alması, dönemin tek Çizgi Roman dergisi Dıgıl’a denk düşer. Onu, kirli işler peşinde, kötü olmaya çalışan ama duygusal, yalnızlığa tutkun, çatılarda dolaşan, tanımlanamaz, karmaşık bir karakter olarak tasarlamıştım… Daha sonra, Hıbır dergisinde karakteri hiç değiştirmeden ilk hikayesini çizdiğimde, ortaya çizmesi zevkli ama zor hikaye veren, bir “Anti Kahraman” çıkmıştı. Zaman içinde Hıbır, Leman ve Penguen dergilerine, hikayelerini tek tük çizdiğim halde Vakur Barut büyüdü; En sonunda bir “HIRSIZ” olarak karakteri oturdu. O benim “Hiçkimse”mdir, bu yüzden onu tanımlamaya çalışmakta zorlanıyorum, kısaca tarif etmem gerekirse, o; “Kendiliğindenliktir!”… Kendisi bunun bilincinde değildir ama o çatılardaki becerisini kendiliğindenliğine borçludur.. Bir gün çatılara çıkmış, korku o gün ona ilişmemiş ve o da atlayıp zıplamış ve koşmuştur… Gidiş o gidiş... Şehirdeki duruşu yüzünden, bazen çok canı yanıyordu, düşüyordu, kanıyordu ama daima ona yeni olanaklar sunan gizemli bir alana ulaşmayı başarıyordu, öyle ki; en sonunda, “Ölüm” bile onun kılığına girerek onun karşısına çıkmıştı. Başka bir macerada, sisteme hükmetme grişiminden sonra “İstanbul” onunla konuşmaya başladı ve ondan sonraki hikayelerde gerçek ve düş artık tamamen birbirine karıştı… Vakur Barut’u yıllar sonrasında daha çok sevmeye başladım, bazen sadece onu çizmiş olmayı istediğim bile oldu…. Onun için, çok ciddi, zorlu hikayeler düşünmeye dahi giriştim, elbette onun komik yapısına hiç dokunmadan. Evet o, havalı ve sert duruşuna karşın komik ve sevimlidir, onu “Korsan Jack Sparrow”a çok yakın buluyorum… “LAN” kelimesini sahici diyalog yazmak adına mizah dergilerinde (sanırım) ilk kez ben kullanmaya başlamıştım, sonrasında bu kelime Vakur’un diline çok yakıştı, bol bol kullanmaktan kendimi alamamıştım… Belki de ÇizgiRoman’ın sessizliği “Lan” kelimesinin kabalığını perdeliyordu, aslında kulağımı çok fena tırmalayan bir kelimedir, pek hazetmem. Ama yine de Vakur’u “Lan”sız düşünemiyorum, sanki tadı kaçıyor. Suat GÖNÜLAY
14
15
Haberler
KAHRAMANLAR KAPIŞMASI Uzun süredir Yıldıray Çınar ve Suat Gönülay ile bir türlü toplanamamıştık Kasım sonuna doğru buluştuk en nihayetinde. Üç çizgi romancı oturunca ne yapar? Tabii ki bol bol çizgi romandan ve yeni projelerden konuştuk. Suat Gönülay bir ara “Keşke Vakur’u daha çok çizseydim.” dedi. Bir süre Vakur’dan konuştuk, hatta Yıldıray zamanında canlandırılsa Kenan Kalav’ın role çok iyi oturacağını söyledi. Sonra konudan konuya atlayarak sohbetimize devam ettik. Biliyorsunuz inktober var, ice bucket challenge var bir de bunların üzerine bir kaç ay önce gördüğüm 10 farkı çizerin 10 farklı çizgi roman karakterini çizdiği resmi hatırlayınca aklıma “Kahramanlar Kapışması” fikri geldi. Başlangıç olarak Vakur Barut’un iyi bir seçim olacağını düşündüm. Açılışı 30 kasım 2014’de Yıldıray Çınar’a meydan okuyarak başlattım. Suat Gönülay’a haber vermemiştim ama o da bu olayı memnuniyetle kabul etti, gelen tüm resimlere beğenisini, bazen de yorumlarını esirgemedi. Olay tahminimden çok fazla büyüdü işin doğrusu, tabii ki bunda en büyük etki Vakur Barut’un popülerliği. Güzel bir başlangıç oldu, devamında da her ay yeni bir kahraman çizeceğiz. Kurallar nedir derseniz: bir çizgi roman kahramanı seçiyoruz, resmini çiziyoruz. İsmini dile getirdiğiniz kişi bir hafta içinde aynı kahramanı çizmek zorunda. Çizemeyecek durumdaysa pas geçip meydan okumayı iki başka çizere yönlendirebilir. Bir ay dolunca yeni meydan okunan çizerin karakteri değiştirme şansı vardır. Çizer dediğimize bakmayın, galeriyi gezerken göreceğiniz gibi üç boyutlu modelleme, animasyon, foto manüpilasyon, stencil, cosplay gibi çok değişik formasyonlarda etkinliğimize katılanlar oldu. Sabit bir galeri de yaptık gezmek isterseniz buyrun: http://kahramangiller.com/cizgi-roman/kahramanlar-kapismasi-vakur-barut/ Buradan Ocak 2015 kahramanını da duyuralım madem: Sezgin Burak’tan Tarkan! #kahramanlarkapışması #Tarkan Kimsenin size meydan okumasına gerek yok! Kendinizi nasıl ifade etmek kolayınıza geliyorsa üretmeye başlayın ve “Kahramanlar Kapışması”na bir an önce katılın. Devrim KUNTER
Hakan Günday: Vakur Barut “Her ne kadar, Louis Ferdinand Celine’in Gecenin Sonuna Yolculuk adlı romanındaki Bardamu karakteri, kendisiyle ilk kez karşılaştığım 14 yaşımdan beri hayatımı alt üst etmeye devam etse de, Dünya Roman Kahramanları Günü’nün bir saatinin de Dünya Çizgi Roman Kahramanları’na ayrılabileceğini varsayarak, Vakur Barut’tan bahsetmek isterim. Suat Gönülay’ın hayat vermiş olduğu Vakur Barut, en az roman kahramanları kadar karmaşık ve ilham vericidir. Hatta yürüyüşünden görünüşüne, konuşmasından duruşuna kadar, Vakur Barut öylesine bir gösteridir ki, hikayenin kahramanı değil, hikayenin kendisidir.”
16
17
Öykü
Evrendeki Son İnsan Gökten ateş gibi yağdılar yeryüzüne, insanoğlu dışarıdaki düşmanından bihaberken. Yakıp yıktılar şehirlerini, insanların birçoklarını öldürdüler ve birçoklarını esir ettiler. İnsanoğlunu dünyadan kopardılar, yurtsuz koydular. Evrenin dört bir yanına köle olarak yolladılar. Bir zamanlar, bir araya gelip şehirler kuran, düşman bellediklerine karşı bir olup devletleşen, birçok kıtaya hükmettiği için kendini güçlü sanan, Ay'a ve Mars'a ulaşınca kendini evrenin hükümdarı sanan insanın vatanı olan mavi gezegen Dünya, ele geçirilmiş ve yurttaşları bir birinden ayrılıp evrene savrulmuştu. Bu istiladan sonra yıllarca insanoğulları İdah ırkının köleliğini yaptı. Bir gün İmparator 5. Litak'ı işittiği bir kehanetten dolayı korku kapladı. Bu kehanete göre insanoğlu doğrulacak ve intikamını alacaktı. Litak, atalarının evrene saçtığı insanları teker teker bulunup öldürülmesi emrini verdi. Çocuk, kadın ya da yaşlı ayırmaksızın hepsini öldürdüler. Bir kişi hariç... Kaçıp kurtuldu Litak'ın süvarilerinden. Birkaç yılı saklanmakla geçti ama bir gün düşünceleri ile boğuşup bir karar verdi. İntikam alınacaktı. İnsanlığın tüm düşmanları insan ırkının kudreti görecekti. Planlar yapıldı. Malzemeler hazırlandı. Evrenin bir ucundan, Dünyanın da içinde bulunduğu Güneş Sistemi'ne bir yolculuk başladı. Yirmi yıl sonra, bir gemide pencereden dünyayı izlerken yanında yerde bağlanmış vaziyette duran yaratığa şöyle dedi: "Sonunda vatanımdayım." "Sen burada doğmadın, burada büyümedin. Neden bu sevgin bu gezegene?" "Siz İdahlar bunu anlayamazsınız. Sizde ne memleket anlayışı var ne de hasret duygusu." "Bunca çaba, buraya gelmek için miydi? Halkıma yaptığın saldırılar. Yolda uğrarken kaos yaşattığın şehirler, senin korkundan uyuyamayan çocuklar, senin peşinde evrende koşuşturan askerler... Sadece dünyaya olan özlemin için mi? " "Hayır! Dahası var. Bize yaşatılanları size yaşatacağım." "Nasıl?" Kahkaha atarak devam etti. "Bunu nasıl yapacaksın açıkla haydi." "20 yıl uğradığım yerlere hiç dikkat etmediniz değil mi? Buraya en kısa yoldan gelmediğimi fark etmediniz mi? Birçok büyük gezegene gittim. Birçok yıldıza yaklaştım ve şimdi yıldızların en güzeli olan Güneş'in yanındayım." "Ne yapacaksın o güzel yıldızın ile?" "Onu yok edeceğim." dedi. Pencereden ayrılıp yerdekine doğru yöneldi ve "Bilgi seviyeni ölçelim bakalım. Söyle bana uzaya hükmeden ve adalet getiren Litak, Güneş birden ortadan kaybolursa ne olur?" dedi. "Sistemindeki gök cisimleri savrulmaya başlar." İnsan alkışlamaya başladı ve bağırarak "Aferin! Şimdi görebiliyor musun? Söyle bana!" dedi. Sesi gittikçe yükseliyordu. "Ne yapmaya çalıştığımı görebiliyor musun?" "Evet, görüyorum. Birkaç gök cismi... Onları durduracak güçteyiz."
18
19
Öykü
Röportaj
"Aptalsın! Sadece aptal! Uğradığım onca yer... " Susmuştu. Bir süre sessizlik oldu. "Hepsini yok edeceğim. Yıldızlar, büyük gezegenler... Hepsini yok edip artanlarını üstünüze salacağım. Hepinizi öldüreceğim." "Beni esir aldığını göre başka bir amacın olmalı." Cebinden bir alet çıkardı. "İşte her şey şuraya basmamla bitecek." Yerdeki yaratık "Ne istiyorsun? Sana yalvarmamı mı istiyorsun?" dedi. Elleri ve kolu bağlı olmasına rağmen olduğunca dik görünmeye çalışıyordu. Kendini kayıt altına alan kameraya doğru baktı ve ekledi "Gerekirse yaparım. Halkım için..." "Hayır!" "İntikam almak... Faydasız. Bu atalarını geri getirmeyecek. Bizi katletmek sana hiçbir şey kazandırmayacak. Uzaydaki son akıllı ırkı ortadan kaldırmak... Faydasız. Tüm yaptıkların faydasız. Değil mi? Söyle!" "Haklısın." Elindeki aleti masaya koydu. "Zaten böyle bir amacım yoktu. Hiç olmadı da. Ben sadece bir insanın istediğinde neler yapabileceğini görün istedin. İnsanoğlunun kudretini bilin istedim." Litak'ın gözlerinin içine bakarak: "Ve şimdi, insanlığın son temsilcisi olarak ben, siz, bütün insanlık adına bağışlıyorum. Asla unutmayın ki bana ve atalarıma yapılanları unutmadım ve unutmayacağım ve bilin ki tüm bunlara rağmen sizi bağışlıyorum. İnsanlığın kudretini ve bağışlayıcılığını görün ve unutmayın." Ne son insan, atalarına yapılanları unuttu ne de İdahlar, kendilerine gösterilen bu hoşgörüyü unuttu. Şiirler yazılmadı, müzikler bestelenmedi, resimler çizilmedi, heykeller yapılmadı fakat hiçbir canlı da bu olayı unutmadı. Öykü: Cevher Veli KARAKOÇ İllüstrasyon: Cihan Oğuz DEMİRCİ
Orhan DÜNDAR
Yeni Medeniyetin Çizgi Romanı Çizgi romana Ankara’da hayat veren usta çizer Orhan Dündar ile yaptığımız röportajda ilginizi çekecek değişik konularda sizler için sohbet ettik. Usta çizer bu işe ne zaman, nasıl başladığını, Ankara gibi çizgi roman ortamından yoksun bir yerde nasıl mücadele verdiğini, kendisine nasıl olanaklar yarattığını, tabuları yıkarak Milli Eğitim ve Kültür Bakanlığı’na bu işi nasıl kabul ettirdiğini birlikte öğreneceğiz. 200’den fazla çizgi roman üreten Dündar kardeşlerin çizme aşklarının daha bitmediğini ve yeni projeler üzerinde çalışmalarına devam ettiklerini göreceğiz. Bu projelerin sizleri de heyecanlandıracağından hiç kuşkumuz yok. Orhan DÜNDAR: “Biz ve bütün Müslüman ülkeler yenik bir medeniyetin çocuklarıyız. Ne var ki biz bunun farkında değiliz. Bu yenik medeniyetin çöküntüsü içinde başımızı kuma gömmüş, geri kalmışlığımızın üzerini örtercesine Batının ürettiği bilim ve teknolojiyi parayla satın alıp kullanarak kendimizi kandırmaya çalışıyoruz. Asıl olanın kendi bilim ve teknolojimizi üretmek olduğunu anlamıyoruz. Bunun içinde toplumun ‹Bilimsel Zihniyete› sahip olması gerektiğini idrak edemiyoruz. Halbuki bizim acilen uyanmamız ve bilimsel zihniyete dayanan ‹Yeni Bir Medeniyet› kurmamız gerekir. İşte bu medeniyeti kurmak için de ‹Çizgi Roman›dan yararlanmalıyız. Bu yolla toplumda bilimsel zihniyetin oluşmasını sağlayabiliriz. Aynı zamanda çizgi romana da eskisi gibi bir canlılık kazandırabiliriz.» Sizi tanıyabilir miyiz? Çizgi roman ile nasıl tanıştınız, nasıl başladınız, ne zamandan beri çiziyorsunuz? Ve çizgi roman hayatınıza ne kazandırdı? Okula başlamadan önce çizgi romanlarla tanıştım. Ağabeyim çizgi roman okurdu, bende resimlerine bakardım. Okula başladıktan sonra okumayı öğrenince ben de çizgi romanlara sarıldım o zamandan beri bu beraberliğimiz sürüyor. İlkokul dördüncü sınıfta tükenmez kalemle samanlı kağıtlara çizgi roman yapmaya başladım. 1968 yılında, ortaokul ikinci sınıfta iken iki arkadaşımla birlikte hazırladığımız çizgi romanımız yayınlandı. O zamandan beri çalışmalarımı aralıksız sürdürdüm. 1976 yılında İstanbul’a gidip Ortadoğu Gazetesi’nde çalıştım. 1978 yılında askerden dönünce tekrar Ankara’da çalışmalarımı sürdürdüm.
20
21
Röportaj
Röportaj
Hem Ankara hem de İstanbul gazetelerine çizdim. 1990 yılında kardeşim Erhan ile Kültür Bakanlığı’na çizmeye başladık. Arkasından Milli Eğitim Bakanlığı, Atatürk Araştırma Merkezi ve Genelkurmay ATESE Başkanlığına çizgi romanlar ürettik. Çizgi roman benim asıl işim oldu, geçimimi bu işi yaparak sağladım. Çıkan kitaplarım benim için hep maddiyattan önde geldi. Hayatımın anlamı oldular. Kardeşim Erhan ile birlikte en çok Çizgi roman üreten iki-üç sanatçıdan biri olduk. Şimdiye kadar yazıp çizdiğiniz çizgi romanlar hakkında bilgi verir misiniz? Şu ana kadar toplam kaç eser ürettiniz? 1982 yılına kadar yalnız çizgi roman ürettim. Hepsi gazetelerde yayınlanan bu çizgi romanların bazıları şunlardı; Baybars, Dede Korkut, Barbaros, Hacı Bektaş Veli, Togan. 1982 yılından itibaren Erhan ile birlikte üretmeye başladık. Erhan kurşun kalemleri çiziyor, bende çiniliyor ve kaligrafileri yazıyordum.1982 yılında kurduğumuz Çiz-Yay adlı ajans ile Anadolu gazeteleri için çizgi romanlar yaptık. Köroğlu, Dede Korkut, Ömer Seyfettin, Halk hikayeleri, Baybars, Togan bunlardan bazılarıdır. Yıldırım Kemal’den sonra Toygar, Baykan gibi karakterler çizdik. Kendi Keloğlan ve Nasreddin Hoca tiplerimizi oluşturduk. Yaptığımız çizgi romanlar 200 civarındadır. Bunların çoğu kitap olarak yayınlanmıştır.150’ye yakında çocuk kitapları resimledik. Ankara Türkiye’ye çizgi roman üretmek için uzak bir yer mi? Ankara’da yaşayan biri çizgi roman üretemez mi? İstanbul’da bir monopoli, bir çizgi roman oligarşisi, bir tekel olduğunu düşünüyor musunuz? Ankara’da çizgi roman üretmek, yalnız savaşan bir cengâverin durumu ile aynıdır. Çizgi romancı tek başınadır. Kendi kendine yetişir ve üretir. Başka bir iş yapmadan çizgi romana devam etmesi ise mümkün değildir. Ne yetişmesini sağlayacak bir ortam, ne çalışmasına destek verecek birisi, ne de ürettiğini
22
satacağı bir yer yoktur. Yani çizgi romandan fersah fersah uzaktadır. Çizgi romancı üretmek için bu uzaklığı göz önünde bulundurmak zorundadır. Ankara’da çizgi roman ancak büyük bir tutkunun ve fedakârlığın karşılığında üretilebilir. Bunu sürekli yapma olanağı yoktur. Çünkü yalnız çizgi roman yaparak geçinilmez. Ancak hobi olarak devam ettirilebilir. Evet, İstanbul kendi içinde dönüşmektedir. Bu işle ilgilenen herkesin kendi kabulleri ve çevresi var. Oluşturdukları çerçeve dışına çıkmadıkları gibi içeriye de kimseyi almıyorlar. Bu da çizgi Romanın kısır bir döngü içinde kalmasına ve olanakların da sınırlanmasına sebep oluyor. Bir zamanlar gazeteler tefrika romanlar, tefrika çizgi romanlarla doluydu. Buralarda tutan çizgi kahramanların çizgi romanları yapılırdı. Türk basınından tefrika olayının kalkmış olması okur için pek fark edilmedi ama siz bir çizer olarak basındaki bu değişimi nasıl değerlendiriyorsunuz? Çizgi romanlar gazetelerin en çok okunan köşeleriydi. Yıllarca gazetelerde yayınlanmalarının sebebi de buydu. Zamanla bu ilgi azaldı ve bitti. Bunun sebebi okuyucunun isteksizliği miydi yoksa Gazete yöneticilerinin ilgisizliği miydi? Bilinmez. Bilinen o ki; bununla birlikte çizgi romanın en büyük pazarı da kapanmış oldu. Pazar olmayınca çizgi romanın can damarı da kesilmiştir. Geçimini bu işten sağlayan ve yeni karakterler yaratmanın hayallerini kuran bir çizer olarak benim çalışmalarımı da büyük ölçüde sekteye uğratmıştır. Bu yalnız benim için değil; Türk çizgi romanı ve yeni yetişecek olan çizgi romancılar içinde böyle olmuştur. Gazetelerin ilgisizliğine orantılı olarak, çizgi romanda da Büyük bir düşüş yaşanmıştır ve halende yaşanmaktadır. Daha önce Kültür Bakanlığına, Milli Eğitim Bakanlığına çizgi roman projeleri ürettiniz, devlet için üretmenin avantaj ve dezavantajları var mı? Önce şunu belirtmekte yarar var. Her iki bakanlıkta çizgi roman projesi düşündüğü için bizi bulmuş değillerdi. Biz hazırladığımız çalışmalarla
23
Röportaj
Röportaj
onların kapısını çaldık ve bin bir zorluk ile kabul ettirdik. Hal böyle olunca bürokrasinin uygulamalarını da kabul etmiş olduk.İki sene çizip, bekledikten sonra Kültür Bakanlığı ancak yayına başladı. Çizgi romanlar yayın kurullarından geçtikten sonra yayınlanıyordu. Bu da bir çizgi romanın yayını İçin en az bir- bir buçuk yıl beklememizi gerektiriyordu. Son zamanlarda bu süre beş yıla kadar çıkmıştı. Biz de telif parasını ancak kitap çıktıktan sonra alıyorduk. Erhan resim öğretmenliği yaptığı için idare edebiliyordu. Yani çıkan kitaplar bizim özverimiz ve çizgi romana olan tutkumuz sayesinde üretilmişlerdir. İşin Ankara’da olması, iki bakanlığa çalışmak ve sonunda telif ücretinin ödenmesi avantajlı yanıydı. Devletin çizgi romanı desteklemesi, okullara çizgi romanı sokması öğrencilere çizgi romanı tavsiye etmesi “okuma alışkanlığı yok” denen Türkiye’ye okuma alışkanlığı kazandırır mı? Evet, kazandırır. Bizim kitapların büyük ilgi gördüğünü biliyorum. Katıldığım bir kitap fuarında bazı aileler bu kitaplar sayesinde çocuklarının okuma alışkanlığı edindiklerini söylemişlerdi. Kitaplarımızın özellikle aileler tarafından çocuklara alındığını da biliyorum. Bu arada önemli olan bir noktada çizgi romanın artık meşru bir iş olarak görülmesidir. Biz yabancı çizgi roman okuyarak büyümüştük ve ailelerimiz bunları yasaklamışlardı. Ama biz bu yasağı yıkmıştık. Tarihi çizgi romanlar yapıyordunuz. Tarihi karakterlere yeniden hayat verirken, zamanın şartlarına ve okuyucunun altyapısına göre bu karakterlerde değişiklik yapmak, yeniden kurgulamak, kıyafetleri, mekanları ve olayları değiştirmek ne kadar doğrudur? Tabi doğru olan, tarihi kahramanların kendi dönemlerinde anlatılmasıdır. Bizde bu konuda büyük bir boşluk vardır. Ama onların günümüzde çocuklara anlatılması için başka türlerde denenebilir. Bu da bir hizmettir ve olabilir. Çocuk bu kahramanlara ilgi duyarsa ileri de onları daha
24
yakından tanımak için araştırma yapıp okumak isteyecektir. Yıldırım Kemal’den bahseder misiniz? Nasıl doğdu? Bir kuşak sizi Yıldırım Kemal ile tanıyor? Yıldırım Kemal ile 1981 yılında hazırlayacağım Atatürk çizgi romanı için araştırma yaparken tanıştım. Atatürk’ü bitirdikten sonra Yıldırım Kemal’i çizmeye karar verdim. Birkaç tane resmini çizdim. Bu sırada liseye giden Erhan, Yıldırım Kemal ile ilgili çizimler yapmaya başladı. 1982 yılında da ilk macera olan ”Tek Başına”nın kurşun kalemlerini çizdi. Daha sonra bunu çiniledim. 1984 yılında Yeni Asır Gazetesi’ne götürdüm. Yıldırım Kemal’i ilgiyle karşıladılar ama bana aşk romanı çizdirdiler. Daha sonra Yıldırım Kemal benzeri bir kahramanı başkasına çizdirdiler.1986 yılında Tay Yayınları’na gittim. Sezen Yalçıner bizi büyük bir ilgiyle karşıladı. Yıldırım Kemal’ yayınlamaya karar verdi. Bize üç macera daha hazırlattı. Dördüncü macerayı hazırlarken yayına başladı. O zaman üniversiteye giden Erhan ile birlikte yoğun bir çalışmaya giriştik. On tane Yıldırım Kemal macerası hazırladık. Ne yazık ki satışlar düşük olduğu için beşinci macera yayınlanırken 9’uncu sayıda yayına son verildi. Yıldırım Kemal’in adını “Yüzbaşı Cemil“ yaparak Milli Eğitim Bakanlığı’nda yayınlattık. Yıldırım Kemal adı ile (yayınlanmamış ikinci macera) Kültür Bakanlığı’nda yayınlandı. 2013 yılında da “İzmir Kan Ağlıyor” macerası renkli olarak Atatürk Araştırma Merkezi tarafından yayınlandı. Halen yayınlanmamış iki macerası bulunmaktadır. Kurduğunuz çizgi roman stüdyonuz vardı. Bununla ilgili bilgi verir misiniz? 1982 yılında Çiz-Yay adı ile bir ajans kurduk. Benim eski çizgi romanlarımı ve Erhan ile yeni çizdiğimiz romanları diğer ortağımız klişelerini yaptırıyor, Anadolu gazetelerine pazarlıyordu. Fakat elimizi verdik, kolumuzu alamadık durumu oldu. Çizgi romanları bırakıp ajanstan ayrıldık. Daha sonra bakanlıklara çizerken Erhan ile birlikte kendi stüdyomuzu kurup, çizimlerimizi burada yaptık. Önce babamın eski bir Ankara evindeki ayakkabı atölyesinin bir odasını büro olarak kullandık. Daha sonra Kızılay’da bir büro aldık. 2007 yılında işimiz kesilince stüdyoyu kapatıp, büroyu satmak zorunda kaldık Son dönemlerde “Medeniyet Projesi” üzerinde çalışıyorsunuz. Bu kapsamda bilimin, sanatın, kimyanın, matematiğin, tıbbın, astronominin kısacası bugünün bilim ve medeniyetin temelini atan bilim adamlarımızdan; İbni Sina, Biruni, El Harezmi, Farabi›yi çizgi romanlaştırdınız. Gelecek için daha başka ne gibi tasarılarınız var? İşte bütün mesele, bu yani; medeniyet meselesi… Aslında biz ve bütün Müslüman ülkeler yenik bir medeniyetin çocuklarıyız. Ama biz bunun farkında değilmişiz gibi davranıyoruz. Yenilgimizin sebeplerini
25
Röportaj
Röportaj
bilmeden, öğrenmeden, nedenini sorgulamadan yapay bir zemin üzerinde oturmuş yaşamaya çalışıyoruz. Batının ürettiği bilim ve teknolojiyi parayla satın alıp kullanarak kendimize bir dünya kurmaya çalışıyoruz. Asıl olanın kendi bilim ve teknolojimizi üretmek olduğunu bilmiyoruz. Medeniyetimizin de ancak bu durumda ayağa kalkabileceğini görmüyoruz. Bunu yapmak için önce toplumun “bilimsel zihniyete “ sahip olması gerekir. Müslüman toplumlar bu bilinçten yoksundur. Çünkü aklı, bilimi, teknolojiyi, yaratıcılığı, araştırmayı, üretmeyi esas alan ve tarihin derinliklerinde bırakılan bilim adamlarını unutmuşlardır. Bunların ortaya çıkartılması ve bilim anlayışlarının bütün Müslümanlara aşılanması gerekir. Bu amaçla modern bilimi yaratmış olan bu öncülerin hayatını çizgi roman yapmayı ve onlara yeniden hayat vermeyi düşündüm. Çizgi romanlarını yaptığım bilim adamlarımızın hayatlarını ve bilim anlayışlarını imkân olursa çizgi film, belgesel film, film ve roman olarak işlemeyi düşünüyorum. Klasik dönemlerden bu yana Dünya çizgi romanında ciddi değişiklikler oldu. Okur-yazar oranı arttı. Mecrası gelişti, rekabet büyüdü. Teknoloji gelişti. Eskisi gibi yalın değil, gerçeklik düzeyi, görsel kusursuzluğu ile daha iddialı eserler verilmek zorunda. Çağdaş sanatta da çizgili anlatımın son yıllarda dikkat çekiciliğini görüyoruz. Bir dönemin tarihi çizgi roman anlamında başarılı, üretken ve yıldız isimlerimiz arasında Suat yalaz, Sezgin Burak, Abdullah Turan vardı. Siz de iki kardeş olarak çizgi romancılık, hayat/sanat okulundan geçmiş ömürlersiniz? Peki görünür oldunuz mu, gerekli ilgiyi gördünüz mü? Katkınız ne oldu? Yeni kuşaklar için klasik ve çağdaş güncel sanat arasında köprüler kurabildiniz mi? Ve kendi çizgi romanlarınızla neler vermeyi amaçladınız, hedefleriniz neydi? Çizgi roman adına hedeflerinize ulaştığınızı söyleyebilir misiniz? Ankara gibi çizgi roman ortamından uzak bir yerde adımızı duyurmakla zaten önemli bir iş yapmış olduk. Bu çöl ortasında bir vaha yaratmak gibi bir şeydi. Bunun için biraz görünür olduğumuzu düşünüyorum. Kısmen ilgi gördük. Ama bu düşündüğümüz projeleri hayata geçirmemiz için yeterli olmadı. Bizden önce yapılması gereken Türk kültürü ve tarihi ile ilgili konuları çizdik. Önemli bir boşluğu doldurduk. Ne var ki bu konuda yapılacak daha çok şey var. Milli Eğitim Bakanlığı’na yaptığımız çizgi romanlar ile o dönemin çocuklarına ulaştık. Biz nasıl İtalyan çizgi romanları ile büyüdükse o çocuklarda Türk çizgi
26
romanları okuyarak büyüdü. Oğlumun bir arkadaşı ona “biz babanın çizgi romanlarını okuyarak büyüdük“ demiş. Yine tanıştığım kimseler, ”bizim evde sizin çizgi romanlarınız var” dediklerinde yaptığımız işin ne kadar önemli olduğunu gördüm. Hatta çocuklarına bizim kahramanımız“ Toygar”ın adını koymuşlar. Daha da önemlisi çocukluğumuzda “yasak” olan çizgi romanı devlete kabul ettirip, yayınlatarak bu tabuyu yıkmış olduk. Ayrıca üniversitelerde ders konusu olduk. Fakat Bakanlık yayını durdurduğu için yapmayı düşündüğümüz projeler yarım kaldı. (Atatürk serisi, Bilim adamları, Evliya Çelebi gibi) Şimdi herkesi düşündürecek evrensel bir hedefim var. O da şu yazdığım; Medeniyetlerin Aşil Topuğu, Kıyametin Türkleri, Atatürk Aklı ve Avrupa’nın Dünyevilik Oyunu adlı araştırma kitaplarımdan sonra, çizgi roman ve kendim için ortaya bir hedef koydum;“Yeni Bir Medeniyet” kurmak. Çünkü böyle bir medeniyetin köklerini kendi tarihimizin içinde buldum ve ortaya çıkartılması gerektiğine inandım. Eğer biz bunu çizgi roman yoluyla yaparsak o zaman bu sanatında yeniden hayat bulacağına inanıyorum. Bunun için diyorum ki; ” Haydi bakalım çizgi romancılar, işte size olağanüstü bir fırsat, kendinizi gösterin ve yeni bir medeniyetin kurulması için çalışın!” Türkiye’de ve dünyada en sevdiğiniz ve beğendiğiniz çizerler kimlerdir? Çizgi romancıları etkileyen ustalar vardır. Siz nelerden nasıl etkilendiniz? Hangi tür çizgi romanları seviyor ve okuyorsunuz? Sizin en sevdiğiniz kahraman hangisi? Türkiye’de; Ratip Tahir Burak, Suat Yalaz, Abdullah Turhan, Ayhan Başoğlu. Dünya’da; Alex Raymond, Hal Foster, Burne Hogarth, Joe Kubert, Dan Baryy,Russ Manning, Al Villiamson, Viktor De La Fuante, Jose Ortiz, Jiraud, Alberto Gioletti, Giovanni Ticci, Gallieno Ferri, Esse Gesse. Dan Baryy’nin Gordonları, Russ Manning’in ve Joe Kubert’in Tarzan’ları ile çizgilerimi geliştirdim. Western ve tarihi çizgi romanlar. Benim beğendiklerim, Tarzan, Prens Valiant,Conan,Tex, Bluebery, Karaoğlan. Erhan’ın beğendikleri; Tommiks, Tex, Zagor, Gunsmoke (Alberto Gioletti), Karaoğlan,Tarkan. Şu konu hep tartışılır, bir çizgi roman da hikâye mi önemlidir, çizgi mi? Ben hikaye diyorum, Erhan çizgi… Her ne kadar hikaye diyorsam da Alex Raymond, Burne Hogarth, Hal Foster gibi ustaların çizgi tablolarını unutmamak gerekir. Onların çizgileri yazı olmadan da kendini okutur. Hikayesi güzel olan ama resimleri iyi olmayan çizgi romanlar da bana sıkıcı gelir.
27
Röportaj
Röportaj Ülkemizde çizgi romanın geçmişini, öncülerini biliyoruz. Daha çok bugünü ve yarınını nasıl değerlendiriyorsunuz? Bizim de Amerika, Fransa-Belçika, İtalya gibi bir ekolümüz, kendimize özgü bir çizgi sitilimiz var mıdır? Onlar gibi büyük kitlelere hitap etmek için ne yapmalıyız? Çizgi romanın geçmişine baktığımızda bugün iyi bir seviyede olmadığını görüyoruz. Eskisi gibi çizgi romanın gelişimini sağlayacak bir ortam mevcud değil. Bu da yeni çizerlerin ve kahramanların çıkmasını engelliyor. Geleceği pek umudlu görünmüyor. Karaoğlan’ın revaçta olduğu zaman onun çizgi tarzına benzer bir sitil oluşmuştu. Ama bu sitil ve çizgi roman türü zamanla kayboldu. Eğitim yolu ile hem kitleler eğitilebilir hem de sanatçılar yetiştirilebilir. Okullar da görsel sanatlarla İlgili dersler verilerek bilinçli kitleler yaratılabilir. Adı geçen ülkelerde bu tür eğitimin olduğunu, ayrıca çizgi roman içinde okullar açıldığını, buradan yeni çizerler yetiştirildiğini biliyoruz.Bunun için yalnız devlete değil, çeşitli kuruluşlara da iş düşüyor.
Ben fırça ile kağıdın buluşmasından yanayım. İtalyanları bunun için tutuyorum. Fransız- Belçika ekolü halen bu yöntemle çalışıyor ve onları da beğeniyorum. Ancak teknolojinin karşısında durmakta mümkün değil. Bu tarz çalışmalarda okuyucu tarafından istenecektir. Bunun örneklerini Amerikalıların çalışmalarında görüyoruz. Bunlar bana soğuk geliyor. Ama teknolojinin hakkını verenleri takdir ediyorum. Çizgi roman nedir, ne değildir? Sizce çizgi romanların siyasal kültüre etkisi nelerdir? Bir propaganda aracı mıdır? Mesela Çizgi romanın eğitimdeki rolü nedir? Çizgi roman tarihine bakıldığında bu sanatın her türlü konunun anlatımı için araç olarak kullanıldığını görürüz. Özellikle yazı ile anlatılması zor olan konular çizgi resimle kolay ve etkin bir biçimde anlatılmıştır. Gelişmiş ülkelerde bu özelliğinin yanı sıra bir sanat dili olarak da kullanılmıştır. Kısaca Çizgi roman 20. Yüzyılın en etkin görsel sanatlarından biri olarak rağbet görmüştür. Her alanda Olduğu gibi siyasal maksatla da kullanılmıştır. Bunun en çarpıcı örneklerini içinde Türkiye’nin geçtiği Çizgi romanlarda oryantalist bakışın nasıl işlendiğini görerek kolayca anlayabiliriz. Tabi bu yalnız bizim için geçerli değildir. Batı çizgi romanda bütün Doğuyu öteki olarak işler. Çizgi romanı kendi amaçları doğrultusunda bir silah gibi kullanır. Üstadım ağzınıza sağlık, çok teşekkür ederiz. Röportaj: Ramazan TÜRKMEN
Bu işte başarılı olmanın sırrını ve püf noktalarını paylaşır mısınız? Bu anlamda genç çizerlere ne önerirsiniz? Öncelikle insan anatomisinin çok iyi bilinmesi gerekir. Daha sonra çizgi tarzı gelir. Her çizerin kendine özgü bir tarzı olmalıdır. Genç çizerlere bu söylediklerimle beraber çok çalışmalarını ve usta çizerlerin çalışmalarını iyi incelemelerini öneririm. Ayrıca çizgi roman ile sinemanın yakınlığını göz önünde bulundurmaları gerekir. Yurt dışına çizseydiniz, hangi çizgi romanları çizmek isterdiniz? Prens Valiant, Tarzan, Tex, Conan… Conan için bir teşebbüsümüz oldu. Ancak Muhataplarımız kendimize özgü bir şey istedi, iş öylece kaldı. Fırça ve tarama ucundan öte başka bir arayış olan Dijital uygulamalar hakkında kanaatiniz nedir? Okuyucuyu öykünün içine çekecek tazelikte ve hissiyatta görüyor musunuz? Yani bir hikayeyi akıtmakta verimli, kağıt üzerine rahatça çizilmiş değerleri bulmak açısından işlevsel olabiliyorlar mı?
28
29
Öykü
Günahların Bekçisi BÖLÜM 7 – Geçmişin İzleri Erkan saatin kaç olduğunu dahi bilmiyordu, çoğu zaman sabaha kadar çalışırdı, herhâlde bugünde sabahlayacaktı. Günahların Bekçisi onun en eski dosyalarındandı, bütün bu olanlar sanki kaderin bir oyunuydu. Her şeyin başladığı zamanı hatırlıyordu, dokuz yıl önce eşinden dayak yiyen bir kadın karakola sığınmıştı. Karakoldaki nöbetçi polisler her zamanki gibi kadının kocasını getirtip bir güzel azarlamış kendilerince bir ailenin parçalanmasını önlemişlerdi, sonrasında da kadının bütün yalvarmalarına rağmen onu polis arabası ile evine göndermişlerdi. Tabii yanında kocası da vardı. Kadın yol boyunca polislere yalvarmış, hiç durmadan ağlamış evine çıkmadan önce de kendisini getiren polislerden birinin bacağına sarılıp "Lütfen beni o eve sokmayın, çocuklarım var, onları tekrar görmek, sarılıp saçlarını okşamak istiyorum." demişti. Olay ne olursa olsun polisler amirlerinin emrini uygulamak zorundaydı, sonuçta amirleri daha tecrübeliydi bu tip olaylar ile her gece karşılaşıyorlardı, bu da sıradan bir karı koca kavgasından ötesi olamazdı, zaten bütün sorunda buydu, bunlarla uğraşmaktan sokaktaki suçlularla ilgilenemiyorlardı bile. Ama yine de içleri rahat etmemişti, kocası kapıda sigarasını yakarken zavallı kadına “Merak etme sana dokunamaz, biz sabaha kadar kapıda bekleyeceğiz.” demekle yetinmişlerdi. Kadın artık yaptığı her şeyin faydasız olduğunu anlamış olmalıydı ki kaderine boyun eğerek eve girmişti, peşinden de kocası girip kapıyı çarpmıştı. Bundan sadece on dakika sonra polisler kapıda beklerken dört el silah sesi duyulmuştu. Polisler koşarak eve girdiklerinde kadını yerde başından ve göğsünden vurulmuş hâlde bulmuşlardı. Kocası ise sigarasını söndürüp bileklerini polise doğru uzatarak "Pişmanım." demişti. Sadece bir kelime ile herkesin yalan söylediğini bile bile müebbet hapisten kurtulup altı yıl hapis cezası almıştı. Gerekçe olarak da “namusumu temizledim” gibi bahaneler öne sürmüş, her türlü ceza indiriminden yararlanmıştı. O gece olanlar gazetelerde "Polis Koruması ile Cinayet İşledi." ile manşet olmuştu. Olay o derece büyümüştü ki emniyet müdürü görevden alınmış yerine Erkan getirilmişti. Ankara Emniyeti'nin sarsılan imajını düzeltmek için bir şeyler yapması gerekiyordu. Kurtuluş önüne altın tabak ile geldi, son birkaç aydır kendisine Günahların Bekçisi adını veren bir katil ortaya çıkmıştı. Bir basın toplantısı düzenleyerek Ankara Polis Teşkilatının muhteşem üçlüsü Cemil, Mustafa ve Tufan'ın bu dosyaya atandığını açıkladı. Böylece bütün basının gözü onlara çevrilmiş oldu ve herkes rahat bir nefes aldı. Ama Erkan hatasını çok geç anlamıştı, Bekçi başından beri medyatik olmak istiyordu, o da tam olara Bekçi’nin istediğini yapmıştı. Daha da kötüsü artık peşindekilerin kim olduğunu biliyordu, şimdi daha da hevesli cinayetler işlemeye başlamıştı. Suçu yok edemezsin sadece engellersin, Erkan ise cinayetlerin önünü açmıştı. Bekçi, azımsanamayacak kadar çok takipçi edinmişti. Hayranları onun adına bir internet sitesi dahi kurmuş, her gün yüzlerce kişinin ismini ve günahını yazıyorlardı. Bir süre sonra iş tam anlamı ile çığrından çıkmıştı, internet sitesine kendisine zayıf verdiği için öğretmeninin ismini ve adresini yazandan tutun da kız arkadaşı ya da babasını yazana kadar her türlü saçmalığı bulabilirdiniz. Bu gerizekalılar her şeyi bir oyun sanıyorlardı, ölen bir insanın bir daha geri gelmeyeceğini kavrayamayacak kadar kuş beyinliydiler.
30
31
Öykü
Öykü Fakat bu bekçi için yeterli değildi, o çocukların eğlencesi olmak istemiyordu daha büyük olmak istiyordu, ve buna giden yolu ona Erkan açmıştı. Bu nedenle Cemil, Mustafa ve Tufan'ın peşinden gitmişti. Mustafa ve Tufan'ı öldürmüş Tufan'ın oğlu Yiğit'i de kaldığı hastanede yakarak öldürmüştü. Yiğit, üniversiteyi yeni bitirmişti, emniyet teşkilatına gitmek için hazırlanıyordu, inanılmaz zeki bir çocuktu suç şebekeleri ile ilgili dosyalarda ona yardım dahi etmişti, Bekçi dosyası ile ilgili bazı teorileri dahi vardı ama sonu babasıyla aynı olmuştu. Geçmişin ağırlığı Erkan'ın bedenine çökmüşken kapısı çalındı. Kimin geldiğini bilmesi işin başına kaldırmasına gerek yoktu, Çınar'dan Bekçi'nin eski dosyasını incelemesini istemişti, oda bütün gecesini Emniyet binasında dosyayı inceleyerek geçirmiş sonrada Cemil'in dosyasını istemişti. Bir şey Çınar'ın ilgisini Cemil'e yönlendirmişti, artık Bekçi'den çok Cemil ile ilgileniyordu. Çınar'a oturması için eliyle işaret etti, Çınar elindeki dosyayı masasına koyduktan sonra "Bekçi'nin Eymir gölüne gittiğini nereden biliyordu?" diye sordu. Erkan soruya şaşırarak "Bilmiyordu, takip etti." diye cevapladı. "Biraz gerçekçi olalım, karın yerde ölmek üzere, senin de sol kolun parçalanmış ve katil dışarıda koşarak kaçıyor, sen de karını bırakacaksın ve onu takip edeceksin, hem de ambulansı dahi aramadan. Burada bir yanlışlık var, hem de çok büyük bir yanlışlık." "Leyla tavandan Bekçi'nin üzerine düşmüştü, o sırada Bekçi de yaralanmış olabilir, belki oradan düşündüğümüz kadar hızlı kaçamamıştır." "Sanmıyorum, Cemil ve Leyla’nın DNA’ları dışında bir şey bulamadık ayrıca İncek ve Eymir arasında çok fazla çıkış var, hiçbir katil anayolu kullanmaz, o sırada yolda polisin çevirme yapma ihtimalini göze alamaz, Cemil’in evi ile göl arası yaklaşık 35 kilometre yani gidebileceği onlarca alternatif var, bence bu olasılık çok düşük." "Ya da Bekçi'nin asıl tuzağı budur, hepsini tek yere çekmek, Cemil kaçtığını düşünürken aslında kaçmamıştır, saklanmış Tufan ve Mustafa ile Eymir'de buluşmuşlarını beklemiş ve saldırmıştır. Böylece üçünü beraber yakalamıştır." "Onların peşine tek tek düşmek yerine neden üçüne aynı anda saldırsın. Zaten Cemil'e saldırdıktan sonra her türlü tuzak şansını kaybetti, ama nasıl olduysa dördüde aynı yerde toplandı. Ve destek isteyen Cemil değil, Mustafa oldu." Erkan ellerini çenesinde birleştirdikten sonra "Ne düşünüyorsun?" diye sordu. "Hiçbir şey düşünemiyorum. Her şey o kadar karmaşık ki hiçbir parça birbirini tamamlamıyor. Üç yıldır bir katilin peşinde dolanıyor ama hiçbir şey elde edemiyor, ardından katil ona saldırıyor, karısı kollarında ölüyor ve o da üç yıldır bulamadığı katili bir iki saat içerisinde bulabiliyor. Cemil, Mustafa ve Tufan üçü de Eymir'de bir araya geliyor, Bekçi, Mustafa'nın sırtına baltasını saplıyor ve Mustafa’nın silahı ateş alıp Tufan'ı öldürüyor. Bekçi kaçmaya başlıyor, Cemil onu göle kadar kovalıyor, orada boğuşuyorlar, Cemil'in kafası kayaya çarpıyor ve komaya giriyor. Bir şey oluyor ve Bekçi onu öldüremiyor ya da öldürmek istemiyor. Sonra kaldırıldığı hastanede yangın çıkıyor, orada öğreniyoruz ki Tufan'ın oğlu Yiğit de o hastanedeymiş, o gece o da saldırıya uğramış ve hastanede yanarak ölüyor." Çınar biraz durakladıktan sonra devam etti. "Arada çok fazla kopukluk var, Cemil’in bile anlattıklarının ne kadarı doğru bilemiyoruz. Adam kafasına kendisini üç yıl komaya sokacak bir darbe aldı hatırladıklarının büyük kısmı hayal ürünü olabilir. Burada çok yanlış bir şey var hem de çok yanlış. Hatta bu dosyaya onları ataman bile başlı başına bir hata. Onların uzmanlığı organize suç şebekeleri iken neden böyle bir seçim yaptığını dahi anlayamıyorum." Erkan "O zamanlar yıldızı parlayan birilerine ihtiyacım vardı, ve onlar da tam karşımda duruyordu.” dedikten sonra “Sence Bekçi neden geri döndü, Cemil için mi?" diye sordu. "Adam üç yıldır komadaydı, 1,5 yıl yürüyemedi, bir o kadar da rehabilitasyon gördü, Cemil'i koruma kayıtlarına baktım. İkinci aydan sonra koruma sayısı bir polise düşmüş, birinci yıl sonunda da korumaları kaldırılmış. Komadan çıktıktan tam dört ay sonra sorguya alınmış, kimse Bekçi'yi beklemiyormuş ya da öldürülsün diye bırakılmış. Böyle bir durumda bekçi istediği zaman Cemil'i öldürebilirdi ama öldürmedi,
hatta ortalarda dahi gözükmedi, ama Cemil göreve başladıktan kısa bir süre sonra ortaya çıktı." Erkan "Hayır, güvenlik ile ilgili bilmediğimiz bir şey olmalı, Cemil'in koruması ile en yakın arkadaşlarından Ceyhun ilgileniyordu, böyle bir umursamazlığı asla yapmaz." dedi. Çınar kaşlarını çatarak "Bu bilgi dosyalarda yok." dedi. "Yok çünkü bunun bir intikam olayı gibi gözükmesini istemedim." "Ceyhun şimdi nerede?" "Cemil, komadan çıktıktan iki ay sonra öldü, dosyasında kalp krizi yazıyordu." Erkan, Çınar'ın bakışındaki sorgulamayı görüp "Ölümünde şüpheli hiçbir yan yoktu, emekliliği yaklaşmıştı, günde üç paket sigara içiyordu, iki kez anjiyo geçirmişti." diye kendini savundu. Çınar "Doktorlar anjiyo geçiren herkesin ölümüne kalp krizi derler, ortada yeni komadan çıkmış bir kurban ve kayıp bir seri katip varken bir otopsi istemen gerekirdi." dedikten sonra sesini alçaltarak "Görmüyor musun her şey Cemil ile bağlantılı, o ne zaman ortaya çıksa Bekçi de onunla beraber ortaya çıkıyor." dedi. Ertan "Cemil ile Bekçi arasında bir bağ olduğunu ima ediyorsan bu tezin ilk günden çöker. Çünkü Bekçi'nin ilk cinayetleri işlenmeye başladığında Cemil benimle birlikte Amerika'da eğitimdeydi." dedi. "Hayır öyle değil, şu an bağın ne olduğunu bilmiyorum ama Cemil de yanlış olan bir şeyler var." "Ne gibi?" Çınar düşünceli bir şekilde "Dün toplantıdan sonra abimlere yemeğe gitmek için üstümü değiştirdim ve asansöre gittim Cemil oradaydı, başımla selam verdim ve tam karşısında durdum. O bana bir kere bile olsun bakmadı, bir kelime dahi konuşmadı." dedi. Erkan ellerini iki yana açarak "Bunda yanlış olan ne?" dedi. "Cemil orada olduğumu dahi bilmiyordu."
32
33
*
*
*
Cemil, balkonda geceyi izleyen Leyla'ya baktı. Leyla'nın geceliği esen rüzgâr ile dalgalanıp akan gözyaşları balkonun kapısından içeri doğru süzülürken Bekçi'nin telefondaki sesi kulakları da yankılanıyordu. "Söylesene Leyla seninle en son ne zaman konuştu?" Leyla ile altı yıldır konuşmamışlardı, Cemil hastaneden eve geldiğinden beri Leyla konuşmamıştı. "Onu yakalayacağım, sana söz veriyorum, ne pahasına olursa olsun onu yakalayacağım." Yatak odasının kapısında siyah bir gölge belirdi ve "Dostum beni yakalamak düşündüğünden daha zordur." dedikten sonra kesik kahkahalar atmaya başladı. Cemil arkasını dönmedi, onun yüzüne bakmaya dayanamıyordu, her şeyi onun yüzünden kaybetmişti, şimdi bir asalak gibi peşine takılmış o nereye giderse peşinden geliyordu. "Hâlen leş kargası gibi gülüyorsun." Bekçi’nin kahkahaları daha da arttı. "Hazır mısın?" Leyla'ya son bir kez baktıktan sonra yatak odasının kapısına doğru gitti. Öykü: Kıvılcım ARDUÇ
İllüstrasyon: Hüseyin ESEN
Haber
"Splash Heroes" adlı 2015 takvimi
Habere göre: Londra’da yaşayan fotoğrafçı Jaroslav Wieczorkiewicz tarafından oluşturulan, sınırlı sayıda basılan “Splash Heroes” adlı 2015 takvimi, süper kadın kahraman kostümlerinin çarpıcı bir yeniden yorumlanmasına sahip. (Takvimin diğer adı Süt Takvimi anlaşılacağı üzere) Projenin böyle olağanüstü görüntülere sahip olmak için kompleks olması ve ne kadar zamana mal olması tahmin edilebilir: Bir kısmı moda çekimi, bir bölümü dijital kompozisyon olan bu projede, Wieczorkiewicz özenle her iki sanat formunun karışımıyla büyülü nihai sonucu elde edebilmiş. Geçen yıl aurumlight.com’da çalışan fotoğrafçı, “Sütlü Pinupları” ile dikkat çekmiş, görüntüler FairLife isimli süt reklam kampanyası için satın alınmıştır. “Bu sefer çok rahat ve renkli bir seri yaratmak istedik… Basitçe; gerçekten “cool” bir şeyler! “Milky Bamboo Forest Fight Shoot” (Sütlü Bambu Ormanı Çekim Savaşı olarak çevrilebilir)’dan beri bu fikrin aklımıza geldiğini biliyorduk, istiyorduk ve sıvı renkleri derinlemesine keşfetmek istiyorduk. Sık sık insanlardan da duyduk, eğer böyle muazzam bir fikrin varsa gerçekten özel bir şeyler yapmak için ünlüleri sete çağırmalıydık.”- Jaroslav Wieczorkiewicz Bu çarpıcı fotoğraflar tamamen 2015 takviminde derlenip toplanacak ki ön siparişleri buradan verilebilecek: http://blog.aurumlight.com/2014/12/01/aurumlight-2015-milk-calendar-splash-heroesavailable-for-order/?utm_content=buffer0114e&utm_medium=social&utm_source=twitter.com&utm_ campaign=buffer
34
35
36
37
38
39
40
41
42
43
44
45
46
47
48
49
Çizgiroman Ön Okuma
Öykü
BATMAN Batman : Noel Özgün Adı : Batman : Noel
Bora Öngürer Editör
Lee Bermejo Yazar - Çizer
Kamuran Cihan Bahadır Yayın Koordinatörü
İlke Keskim Çevirmen
Berk Șentürk Grafik ve Uygulama
Banu Erdoğdu Çeviri Editörü
Bengü Ergil Yayın Yönetmeni
Çünkü bu masalın anlamlı olabilmesi... sana herhangi bir şey ifade edebilmesi için... bir şeye inanman gerekiyor. Hem de çok önemli bir şeye. İnsanların değişebileceğine İNANMAN gerekiyor Charles Dickens’ın muhteşem eseri Bir Yılbaşı Şarkısı'nı (A Christmas Carol) birde Batman evreninde okuyun. En nefret edilen düşmanını, Gotham’ın donmuş manzarası boyunca takip eden Kara Şövalye, bir dizi tuhaf olay sonucu ruhunu çaldırma tehdidiyle karşı karşıya kalır... hemde sonsuza kadar. Çizgi Roman sektörünün süperstarı Lee Bermejo tarafından yazılıp çizilen BATMAN: NOËL, farklı türde bir yılbaşı masalı anlatıyor. Tanıtım Videosu : http://www.youtube.com/ watch?v=BzG7NWvDSRA
1. Baskı Aralık 2014 - Ankara ISBN : 978-605-64967-8-3 Sayfa Sayısı : 112 İç : 135 gr. 1. sınıf parlak kușe kağıt - iplik dikiș
Kapak : SERT KAPAK ( Hard Cover ) Sıvama Cilt Fiyat : 32.50 TL
Çıkış Tarihi : 22 Aralık 2014
AK DON V-Iele O çağ ki; kamlar göklerle konuşurdu, ay peri, gün güzel, toprak cömert, su bakirdi. Sapsarı bozkırın sarı çocukları, kızı günden güzel, eri geceden çetin bir diyarın kıyısına erişmişlerdi. Yerle göğün arasına kişioğlu kılındığından beri, atları ve sürülerini, rengini Tanrı'dan almış denizden başkası durduramamıştı. Maviye ve yeşile hasret, denize ve ormana aç, batan günün kızılına vurgun; nice yoksul bin yılın yanık sesi türkülerinde, nice susuz çağın acısı ciğerlerinde; varıp konmuşlardı yeşil ve mavinin seviştiği bu ülkeye. Atalarının bir zaman vurulup koynuna aldığı ay tenli, güneş saçlı kızlardan yadigar beyaz tenleri güneş yanığı, sarı saçları toprak lekeli; gökyüzünü yorgan, toprağı döşek edip yatar, doğuya hasretle, batıya merakla bakarlardı. Ne bir orman dindirmişti yeşil hasretlerini, ne bir gölde suya kandı sonsuz susuzlukları. Yine de, bir gün bulacakları uçsuz bucaksız; göller, ırmaklar, ormanlarla dolu kutlu diyarın bir işareti, belki yansıması olarak gördükleri bu ülkede bir süre daha kalmaya karar vermişlerdi. Batıda bulmayı düşledikleri kutlu diyara bir gün mutlaka erişecekleri hayaliyle içleri hep tedirgin, atları hep heyecanlı, gözleri hep ufuktaydı. Bütün ağaçları tanıyınca, bütün sulardan tadınca, bütün çayırlarda at koşturunca, göçme vakti gelecekti buradan da; yemişi toplanmamış ağaçların, suyu tadılmamış göllerin olduğu yöne doğru. Kıpçak töresidir, atın yuları salınsa, ak sakallı atadan dua alınsa, uğurlarken ardınca kopuz çalınsa, ölmek olur dönmek olmaz. Diyarın bütün ormanları, gölleri geride bıraktıkları bozkır kadar tanıdık gelinceye dek erler atlandı, yaman pusatlandı, sanki kanatlandı; sürdüler ülkenin içlerine doğru. Kondukları diyarın erleri bozkırın çocuklarına benzemiyordu, saçları kara, benizleri soluk, bakışları donuktu. Ay desen aydan güzel, gün desen günden parlak kızlar bu diyarda doğmuyordu da; ormanları yeşerten, gölleri dolduran o kutlu yağmurlarla bahşediliyordu sanki ülkeye. O mizacı sert ve soğuk, sesi kart ve boğuk; bakışı donuk, yüreğinin ateşi sönük adamların karısı, kızı, anası olamazdı bu periler. Yine de erkektiler, kılıçlarını çektiler, gözlerini kan bürüdü, yerinden yekindi onca soluk benizli, düşman üstüne yürüdü. Kıpçak atlarına karşı durdular, geniş döşlerine kargı vurdular, kanın kokusuyla kudurdular, yaman uğraş oldu yeşil çayırlarda. Kişi çadırda doğar çayırda ölür Kıpçak töresince, ölmek tükenmek değil sonsuza ucalmaktı, asıl tükenmek olan yatakta kocalmaktı, ölümden korkmak alçaklık, alçalmaktı. Ulu Tanrı bir onlara verdi, bir bozkır çocuklarına, bir savaş olmadı bin uğraş oldu, nice çayırda hendekler kızıl kan doldu, nice yıldız gibi parlayan göz kapandı, soldu. Balamir bin akının birinde, kurt dişinden tılsımı kalbinin üzerinde, hep uğraşın en çetin, en kanlı yerinde vuruştu. Dokuz düşman tepeledi, dokuzunu yaraladı, yalın kılıç döne döne ciğerini paraladı; ulu Tanrı'nın bir bildiği var, Balamir'e bir gürz değdi, yazgısını karaladı. Bir yiğit düşmekle savaş mı biter, ölenin yerine yenisi yeter; Balamir düştü de bitmedi savaş, akından akına sürdü Kıpçaklar atlarını, başka başka yiğitler kuşandı pusatlarını. Denir ya ulu Tanrı'nın bir bildiği var, Balamir öylece yattı, aldığı dualar korudu ilişmediler, toynakların altına ezilmedi. Ay mı geçti yıl mı geçti, bilinmez kaç zaman sonra açtı gözünü Balamir, akı karayı seçti. Savaş başka yerde devam etmek üzre göçmüştü o civardan, mahrum etmeye nice yeni yiğidi bir mezardan. Şöyle bir yekindi, doğruldu yerinden silkindi, ezilmiş tolgasını sağa fırlattı, kırılmış kılıcını soluna attı, savaş meydanına
JbcYayincilik.com - info@JbcYayincilik.com - twitter.com/JbcYayincilik - facebook.com/JbcYayincilik - instagram.com/JbcYayincilik
50
51
Öykü şöyle bakındı. Ölüm soya bakmaz, boya bakmaz, huya bakmaz kişioğlunun ezelden düşmanıdır; kara saçlı, sarı saçlı, çekik gözlü, soluk yüzlü demeden nicesini kıpırtısız koymuştu meydanda. Yüreği sızladı, biraz daha izledi, tiksindi akbabalardan ağır aksak uzaklaştı oradan. Bir adım mı bin adım mı, bir ok atımı belki de, az gitti uz gitti, bir pınar buldu çöktü. Belli belirsiz kan kokusu geliyordu uzaktan, yine de kana kana içti suyu kirlenmemiş kaynaktan. Pınara yarenlik eden bir kayının altına uzandı, ulu Tanrı'nın adını andı, ne yapacağını bilemez halde, kafasının içinde hala çeliğin çınlaması, öylece yattı. Balaca yiğidin yüreği bunlu olur, feleğin de her işi oyunlu olur, Kıpçak balası böndür iyiyi bilir kötüyü bilmez, feleğin eline oyuncak olur. Sürüden ayrılan koyunu kurt kaparsa, av kolundan ayrı düşmüş kurt koyuna eğlence olur, köpeğin diline düşer, kötü dinli yağının eline düşer. Balamir ne etmeli bilemez, ağlasa erkektir gülse gülemez, karabasan dolu bir uykuya daldı. Düşünde avaz avaz çığlıklar duydu, bir o yana, bir bu yana döndü durdu. Yadırgı bir diyarda yabancıydı, bütün varı yoğu bileği ve yüreğinde Tanrı inancıydı. Yerin kulağı varsa yelin sesi vardır, Balamir uyandı ki yel ona fısıldıyordu, yiğit yüreği ürperdi, bu uğursuz sese kulak verdi, Tanrı'ya sığındı yazgısını kabullendi bekledi. Ay yüzlü konçuyların sesiydi bu, karşı konulmaz güzellerin "gel..." demesiydi bu, Kıpçak balası güzele düşkündür, sese doğru ağır aksak yürüdü. Bilmezdi ki "iele" der kamlar bu sese, her kim kapılsa bu perilerin esinlediği hevese, artık yaşayanların arasında adı anılmaz, ulu Tanrı'yla konuşan kamlar böyle söyler, yanılmaz. Balamir nerden bilsin daha toydu, erkekliğin zirvesinde bir yiğitti, sesi duydu, çağrıya uydu. Vardı bir ormana ki ay desen aydan güzel, gün desen günden parlak güzeller bir su başında oynaşır, pınara gözlerinden yıldız düşer kaynaşır; hem gülüşür hem elleriyle ona gel eder, yenice erkek olmuş bir bozkırlıyı elbet del'eder. Yetti aralarına karıştı, sandı başına kem işler açan yazgısıyla artık barıştı, bilmedi ki bu da feleğin bir başka oyunudur. Binbir güzelliği bin güzelle bölüşürken, su başında yır söyleyip gülüşürken, hava bozdu, rüzgar tozdu, kızlar azdı, gök karardı, Balamir'in benzi sarardı. Orman uğul uğul uğuldadı, sular uğru uğru çağıldadı, Balamir'in aklı çıktı, iele'nin meşum sesi çarptı onu yere yıktı. Ne tolgasını un ufak öğüten gürzün gücü, ne balalığında ebesinden dinlediği nağıllardaki öcü böyle sarsmamıştı çifte su verilmiş zağlı kılıçtan kavi yüreğini. Kızlar sele karıştılar, yele karıştılar, sese dönüştüler başına üşüştüler uğul uğul bir bela olup aldılar götürdüler Balamir'i ormanın içlerine. Iele ki bu diyarın Kıpçaklardan öcüydü, onları yaratan bu ormanın gücüydü. Ölen erlerinin yasından tükenen güzeller erir, yiter, solar, sonsuz bir hışımla dolar iele'ye dönüşürdü. Güzel güzele kavuşsa destan olmaz, yır olmaz, yahşi Kıpçak erkeklerine gökçek periler de yar olmuyordu böyle. Ölen soluk benizli, kara saçlı kan bürümüş bakışlı erkeklerin gökçek kadınları, kızları yasla tükeniyor, bir ecenin ellerinde şekilleniyor, ateşe suya toprağa hükmeden bir öte dünya kaçkını orduya dönüşüyorlardı. Az gittiler uz gittiler, uğursuz uğursuz gittiler, Balamir'in eli ayağı boşaldı, ölmüş gibi kaldı, yazgısına boyun eğdi bıraktı kendini. Malina derler adına, iele denen nice bin kadına ecelik eden perinin huzuruna götürdüler, eğilmemiş ak alnını zorla toprağa sürdüler. Balamir'in dili çözüldü, dedi:
52
53
Öykü
Öykü
Balamir dedi:
Bilmedim Tanrıça mısın Ey Ece, yoksa peri mi? Gözlerinden akan efsun Oda yaktı içerimi
Biz açken siz tok yattınız Türlü nimetler tattınız Malınıza mal kattınız Kıskandırıp erlerimi
Ece dedi: Ben bir basmacı kızıyım Bu yurtta tuttum yerimi Düşmanın amansızıyım Her kim kırdıysa çerimi
Ece dedi: Ben öcümü alacağım Böyle rahat bulacağım Ey Balamir, salacağım Üstüne yüz bin perimi
Balamir dedi: Bizlerden de öldü nice Tanrı dilemiş böylece Suç bulma bende ey ece Gel dağlama ciğerimi
Balamir dedi: Bu savaş ne bizle başlar Ne bizimle biter yaşlar Duracaksa tüm savaşlar Razıyım ben, kes serimi... ...
Ece dedi: Affım yoktur, halin yaman Alev alev, duman duman Yakma diyorsan o zaman Geri getir pederimi
Derler ki, Malina Ece merhamete geldi, Balamir nedamet getirdi, barış edip bakıştılar, kalpten kalbe akıştılar; iele gücünü yitirdi dinince Ece'nin öfkesi, kesildi diyarda uğuldayan yas tutan kadınların ölümcül sesi, eceyle oğlan birbirlerine vuruldular, yine derler ki, yakıştılar. Ve bir sabah, dışı siyah, içi kızıl bir elbiseyle Malina Ece, bembeyaz bir kaftan giymiş Balamir'le birlikte, yaşayanların arasında bir daha anılmamak üzere, yabana doğru at sürerken görüldüler...
Balamir dedi: Ece, bu iş erkek işi Şeref için ölür kişi Getirmez ölüp gitmişi Benim yüzsen de derimi
Öykü: M. Bahadırhan DİNÇASLAN
Ece dedi: Bizim ne suçumuz vardı Herkes keyfince yaşardı Her biriniz canavardı Yaktınız beldelerimi
54
55
İllüstrasyon: Mehmet Kaan SEVİNÇ
56
57
58
59
Çizgiroman Ön Okuma
KAHRAMANLAR
AFÞÝN BEY’i ve tarihi çizgi romanlarý ile tanýnan Ramazan TÜRKMEN’in; Ýstanbul’un Fethi’nden Kurtuluþ Savaþý’na, Tozkoparan Iskender’den Sütçü Imam’a, 12 kýsa hikâyeyi resimlediði karma çizgi roman kitabýnýn ilki baskýya hazýr... “TARÝHE YÖN VEREN ZAFERLERÝMÝZ VE UNUTULMAZ KAHRAMANLAR” adýyla yakýnda çýkacak eser için Ramazan TÜRKMEN þu açýklamalarý yaptý; “Bizde sayýsýz kahraman, sayýsýz da çizilecek öykü var. Seri halinde devamýný çizmek istiyorum. En az 3 kitap yapmak düþüncesindeyim.Tarih konusunda sevdiðim bir cümle var. “Tarih krallarýn, diktacýlarýn çiftliði deðil, milletlerin tarlasýdýr. Her millet mazide bu tarlaya ne ekmiþse gelecekte onu biçer.” Üç kýta üzerinde bulunan tarlalara ecdadýmýzýn ektiði tohumlarýn harmanýný çizerek bu kitapta toplamaktan onur duyuyorum.” Sayýn Ramazan TÜRKMEN’e zaferlerimizi, büyük adamlarýmýzý ve kahramanlarýmýzý çizgi roman olarak kitaplaþtýrarak tarihin sevdirilmesine yönelik hizmetlerinden dolayý teþekkür ediyor, kitabýnýn hayýrlý olmasýný diliyoruz...
60
61
Çizgiroman İnceleme
Çizgiroman İnceleme
Deja Vu Serisi 1:
“Battle Of The Planets” Adlı Kaos DEJA VU SERİSİ 1 : "BATTLE OF THE PLANETS" ADLI KAOS "Battle of the Planets" çizgi filmi, 1978 yılında Amerika'da yayınlanan ve aslında ismi "Science Ninja Team Gatchaman" olan 1972 yılına ait anime'nin Amerikalılaştırılmış versiyonudur. Çizgi film 5 tane genç ninja süper kahramanın maceralarını anlatır. 5 kahramanın da sivil kıyafetleri 70'li yıllara özgün hippimsi giysilerdir, süper kahraman kostümleri ise kuşlardan esinlenilmiştir. Çizgi film hakkında bilgi vereceğim ama tam burada bir parantez açıp bir konudan bahsetmem gerekiyor, yoksa biraz karışık olan bu eski animeyi açıklamamız oldukça zorlaşacak. Çocukluğunu 80'li yıllarda yaşayan ve ucundan da video kuşağına bulaşmış olanların, belli çizgi roman ve çizgi filmlerde kafalarının bulanması çok normaldir. Çünkü televizyonda izlenilen çizgi filmle, videoda izlenen dublajı ve de eğer popülerse gazeteler tarafından verilen çizgi romanları arasında çok ciddi senaryo, konu ve karakter farkları bulunmaktadır. Fakat merak etmeyin bu durum sadece Türkiye'ye özgü bir durum değildir. Aynı yıllarda Amerika'da benzeri bir durum söz
62
konusuydu. Bu karmaşanın ana nedeni her iki ülkede de aynıydı. Sansür. Ülkemizde sansür basitçe uygulanırdı. Makas vuruşları ve diyalogların değişmeleriyle sansür tamamlanırdı. İsimlerin Türk toplumuna uymayacağı düşünüldüğü, yada o anki trende uymadığı düşünüldüğünde de karakterlerin isimleri değiştirilirdi. Mesela Lucky Luke adlı çizgi romanının ismi birebir çeviride Şanslı Luke'tür. Fakat daha western vari olsun diye, İki farklı western Çizgi romanın ( Red Rider ve Bil Kit ) isimleri birleştirilip Red Kit yapılmıştır. Şanslıyız ki HeMan çizgi filmini Türkiye'de Osman Ağa diye izlemedik. Amerika'da ise bu işler çok daha profesyonelce yapılırdı. Diyaloglar ve bazen olay örgüsü bile tamamen değiştirilir, çizgi filmden sahneler kesilir ve yerine Amerikan çizimleri eklenirdi. Battle of The Planets ( kısaca BOTP ) çizgi filmi de bu profesyonel sansürden nasibini almıştı. Çizgi filmin ismi Battle of The Planets olmasına rağmen (Gezegenlerin Savaşı) orijinal animesi tamamen dünyada geçmektedir ve kahramanlar uluslararası bir terör örgütüyle savaşmaktadırlar. O sıralar patlayan Star Wars furyasından yararlanmak istedikleri için çizgi filmin önce ismini değiştirdiler. ( İngilizce Battle of Planets , dünyalar savaşı anlamına gelir, Star Wars ise Yıldızlar savaşıdır.) Orijinal versiyonda Kahramanlar dünyada farklı bölgelere giderken, Amerikan dublajında ise sürekli farklı gezegenlere seyahat eder.Orijinalde baş düşmanları uluslararası bir terör örgütüyken,Amerikan versiyonunda düşman uzaylılar olarak adlandırılmıştı. Tabii burada niye bütün gezegenler ve uzaylılar birbirine benziyor sorusu gündeme geliyordu ama o zaman çizgi film izleyen kesim daha çok 13-16 yaş arası olarak kabul edildiğinden onların bunlara kafasının fazla çalışmayacağı düşünülmüştü. Orijinal ismi Gatchaman olan takımın İngilizce ismi G-Force olarak çevrilmişti. Çocuklara daha sempatik ve heyecanlı gelsin diye takıma 7-Zark-7 adlı bir robot eklenmişti ve kahramanlarda sualtında bulunan gizli bir üste yaşayan bu robottan talimat alıyorlardı. Bu robotlu kısımlar ( ve sualtındaki gizli üs kısımları ) çizgi filme sonradan eklenmişti ve çizgi filmin fazla vahşi ve kanlı sahneleri makaslandığında, ortaya çıkan zaman kaybını telafi etmek için kullanılıyorlardı. Robot görünüş olarak Star Wars evreninden R2D2 ya oldukça benziyordu, sesi ise yine aynı evrenden C-3PO 'ya benzetilmişti. (Star Wars evrenini izleyen gençleri kendilerine çekmek için uygulanmış stratejik bir hareket daha ) Zamanla bu robota bir robot köpek arkadaş geldi ve sonra kadroya Susan isminde oldukça şuh sesli bir dişi bilgisayar uyarı sistemi de eklendi ( ki bu sesi duyan 7-Zark-7 saçmalıyor ve aptalca hareket ediyordu) G-Force takım üyelerinin isimleri de değiştirildi ve Japon isimleri yerine Amerikan isimleri verildi. Burada ilginç olan şudur. Zaten Japonlar çizgi filmi yaparken Japon çocuklarına daha çekici görünsün diye , klasik bir figür olan "Ninja" figürünü Amerikan süper kahramanlarıyla harmanlayarak ve üstüne bilim kurgu ekleyerek yola çıkmalarıydı. Zaten kahraman isimleri de Amerikan isimlerine benzeyen Japon isimleriydi ( Ken, Joe ve Jun gibi ) Fakat buna rağmen Amerikalılar yine de isimleri değiştirip daha da batılılaştırmayı uygun gördüler.
63
Çizgiroman İnceleme
Çizgiroman İnceleme
Çizgi filmde, o zamanlar için fazla şiddet ve küfür olduğu için, orduların çoğunun robot olduğu dublajı yapıldı ya da ölüm sahneleri gösterilmeyip daha sonra karakterler kendi aralarında konuşurlarken "O bilim adamı da son anda kurtuldu" gibi eklenen repliklerle, ya da 7-Zark-7 'nin ara bölüm konuşmalarıyla çizgi film çoğu ölümlerden arındırıldı. Amerikan dublajında Keyop adlı küçük çocuğun hiç konuşmaması onun yerine sadece diğer karakterlerin anlayabildiği tuhaf sesler çıkarması ise hala gizemini korumaktadır. Belli bir süre sonra dizinin orijinalinin aslında daha sert ve küfürlü olduğu öğrenilince, hayranlar Keyop'un sürekli ana avrat dümdüz gittiği için sesinin bu şekilde değiştirildiğini düşünmüşler ve bu bir şehir efsanesi haline gelmişti. Fakat orijinal dizide Keyop'un diyalogları diğer elemanların diyaloglarından daha fazla küfür barındırmamaktadır. Şu anda bile Keyop'un ilk versiyonunda niye böyle seslendirildiği bilinmemektedir. Çizgi filmdeki kötü karakterler "Galactor" adlı bir organizasyon üyesiydiler ve bu organizasyonun lideri orijinalde Berg Kattse, Amerikan versiyonunda ise Zoltar isimli Batman-vari kostümlü bir hermafrodit ve travestiydi. Bu Amerika için en büyük problemlerden biriydi. Zoltar'ın neden sürekli ruj sürdüğü hiç bir zaman açıklanmadı , onu "kötü adamın kötü alışkanlığı" olarak bıraktılar. Dişi tarafının öne çıkartıldığı bir macerada da bu karakter sanki başka bir karaktermiş gibi, Zoltar'ın kıza kardeşi olarak tanıtıldı. Çizgi film, Amerika'da ciddi bir başarı yakaladı. Çok klasik 70'li yıllar anlayışıyla yapılan çizgi filmde iyi adamlar yakışıklı ve atletik, kötüler ise çirkindi. İyilerin kostümleri gerçekten göz alıcı ve parlakken, kötü adamlarınki gayet kasvetli ve koyuydu. Aksiyon hızlı, çizimler kaliteliydi. Konuysa genellikle "iyiler kötüleri havaya uçurur" şeklinde basitti fakat oldukça heyecan vericiydi. Ara sıra dişi karakterin minicik eteğinin altından beyaz kilodunun görünmesi de Amerikan çizgi filmlerinde görünmemiş bir şeydi ve genç erkek izleyicileri heyecanlandırıyordu. Karakterlerden bahsedecek olursak, lider olan Mark Kartal temalı bir kostüm giyiyordu. Gayet akıllı, zeki ve cesur biriydi. Silah olarak jilet bumerang kullanıyordu ve kıpkırmızı kartala benzeyen küçük bir jet uçağı kullanıyordu. Mark'ın sağ kolu olan Jason , daha karanlık bir akbaba kostümü giyiyordu ve diğer karakterlerin aksine daha karamsar ve kötümcül bir karakterdi. Sürekli Mark'la verdiği kararlardan dolayı tartışsa da içten içe ona saygı duyardı. Jason bir yarış arabası kullanırdı ve silahı da bir tabancaydı. Grubun
tek kız elemanı olan Prenses'in elbisesi bir kuğudan esinlenerek yapılmıştı. Hiç kimseyle romantik bir ilişki içinde olmamasına rağmen Mark'a çok yakındı ve genelde onu desteklerdi. Silahı jiletli bir yoyoydu ve bir motorsiklet kullanırdı. Grubun en küçük üyesi olan Keyop, Prenses'in üvey kardeşiydi ve onun kostümü de diğer üyelerin yırtıcı kuş temalarının aksine ablasınınki gibi daha sakin bir kuş olan kırlangıçtan esinlenilmişti. Amerikan çizgi filmlerindeki işe yaramayan çocukların aksine oldukça becerikliydi , silahı bir bolo ipiydi ve de bir çöl aracı kullanırdı. En son ve en iri üye olan Tiny ise baykuş motifli bir kostüm giyerdi, tabanca kullanırdı ve tüm herkesin araçlarının toplandığı ana mekik olan "Tanrı Phoenix" uçağının pilotuydu. genelde sakin ve neşeli bir karakter olarak görünürdü. Çizgi film bunun dışında, daha sonra çoğu Japon animasyonlarında "olmazsa olmaz" bir yere oturan "değişim-mutasyon" sahnelerinden ilklerinden birini taşıyordu. Sivil kıyafetli elemanlar saatlerini güneşe doğru tutup "Bird-Go" dediklerinde (ki bu lafı bile değiştirildi) karakterler hızlıca kostümlü hallerine dönüşüyorlardı. Bu sahne en fazla 2-3 saniye sürüyordu, daha sonra çıkan animelerde ( mesela Sailormoon gibi ) bu sahneler mümkün olduğunca uzatıldı. Çizgi filmdeki en ilginç özellik, "Tanrı Phoenix" adlı ana geminin aşırı hızda alevden bir Phoenix kuşuna dönüşüyor gibi gözükmesiydi. Üstelik bu her bölümde de olmuyordu. Yani, Voltron dizisinde olduğu gibi "5 aslan birşey yapamaz, birleşirler Voltron olurlar hemen arkasından ışın kılıcını oluştururlar düşman robotu yok ederler" durumu söz konusu değildi, bu da izleyenlere ayrı bir heyecan katıyordu. 1978'de "Battle of Planets" 85 bölüm olarak ( orijinali 105 bölümdü) yayınlandı ve sonraki yıllarda bu aynı bölümler değişik kanallarda gösterildi durdu. 1986 yılında başka bir firma dizinin orijinalinin telif haklarını satın aldı ve sansür kurulunun 1980 sonrası gösterdiği yeni rahatlıklardan faydalanarak orijinaline daha sadık bir dublaj yapıldı. 7-Zark-7 içeren tüm çizimler iptal edildi. Grup orijinale bağlı kalarak dünyada ve global bir çeteyle savaşmaya başladı. Ölümler gösterilmeye başlandı. Sadece direk tabanca gösterilip öldürme sahneleri ve küfür sahneleri biraz hafifletildi ve yumuşatıldı. Karakter isimleri tekrardan değiştirildi ve çizgi filmin ismi de "G-Force" olarak revize edildi. BotP'den farklı olarak bölümler sırayla yayınlandı ve sadece 2 bölüm gösterilmedi. Toplam 85 bölüm yayınlanmış oldu ve diğer böümler dizi eski popülerliğini yakalayamadığından gösterilmediler. Yakın zamanda bu dizinin DVD'si çıkartıldı ve bu sefer 107 bölümün 105 bölümünü de hayranlar izleme şansını elde ettiler. Fakat ne yazık ki bu dizi ne eski BotP hayranları ne
64
65
Çizgiroman İnceleme
Çizgiroman İnceleme
de yeni oluşan Japon orijinali izleyen Gatchaman hayranları tarafından beğenilmedi. Bunların arkasında yatan nedenler kullanılan synth- müziğin uyumsuz olması, kötü dublaj ve kafa karıştıran yeni isimler oldu. Gatchaman serisi Japonya'da tutulunca, produktörler fazla beklemeden 1978'de Gatchaman 2 adlı bir dizi yarattılar. Bu dizi, ilk orijinalinden 2 yıl sonra geçmektedir. İlkinde Berg Kattse 'nin aslında "Lider X" adlı uzaylı'nın kontrolünde olduğu ve onun dediklerini yaptığı ortaya çıkmıştı. İkinci sezonda bu uzaylı bir kızı mutasyona uğratarak intikam almaya çalışıyordu ve bu kız Galactor'un yeni lideri oluyordu. Bu 2. sezon 52 bölümden oluşuyordu. Çizimlerde minor değişikliklere gidilmişti. Karakterlere yeni araçlar ve daha teknolojik silahlar verilmişti. Tanrı Phoenix çok daha büyük bir gemi haline dönüştürülmüştü ve artık gemiyi bir robot kullanıyordu. Sanki kafalar yeterince karışmamış gibi başka bir firma bu serinin ( ve bunun yanında Gatchaman F : Fighter dizisinin bir kısmının ) telif haklarını satın aldı ve ismini "Kartal Sürücüler" olarak değiştirdi. Karakterlerin isimleri yeniden değişikliğe uğradı. Bu seri de oldukça ağır bir sansüre uğradı ve çoğu bölüm editlendi, bazı yerlerde iki dizinin bölümleri karıştırılarak takip çizelgesi tamamen değiştirildi. Seri Amerika'da sadece 13 bölüm yayınlandı ama satın alan ana firmanın memleketi Avustralya'da toplam 65 bölüm gösterildi. Hemen arkasından 1979'da çekilen Gatchaman F : Fighter dizisinde ise orijinal konseptten biraz uzaklaşıldı ve zamanın moda "Mecha" animelerine daha benzer bir anime ortaya çıktı. Bu dizi 48 bölümdü. Dizi başlarında geriye kalan Lider X'in bir kırıntısının mutasyona uğrayarak Lider Z'ye dönüştüğü ve Gatchaman'ın kullandıkları Phoenix'in yok olduğu gösterildi. Böylece tüm Gatchaman ekibine yeni araçlar ve yeni silahlar verildi. O zamanki mecha modası gereği tüm araçlar birleşip bir büyük gemi haline gelebiliyordu ve bu araçta Hypershoot denen bir mod da mevcuttu. Bu mod ancak Ken'in kılıcıyla ortaya çıkıyordu. Dizi ilerledikçe Hypershoot için yapılan işlemin radyasyon yaydığı ve bunun Ken'i etkilediği ortaya çıktı. Dizi gittikçe karamsar bir hava aldı ve ana karakterin vücudu dizi boyunca çürüdü ve bozuldu.
66
Gatchaman F'ten sonra 1994 yılına kadar yeni bir şey çekilmedi. 1994 yılında, Gatchaman karakterleri üzerine diğer 3 seriden bağımsız bir mini-seri çekildi. Bu mini seri'de çizimler oldukça geliştirilmişti. Karakter profilleri ile de oynanmıştı. Ken'in saçları kısaltılmış, Joe'nun imajı daha "bad boy"-vari yapılmıştı. Jun yine 16 yaşında olmasına rağmen gayet gelişmiş bir vucuda sahipti, Jinpei serseri sokak çocuğu gibi duruyordu ve Ryu ise bir punk'tı. Mini-seri 45'er dakikalık 3 bölümden oluşuyordu. Karakter isimleri yine değiştirilmişti fakat bu sefer orijinal Japon isimlerine sadık kalınmaya çalışılmıştı. Bu diziyi Harmony Gold firması satın aldığı için hayranlara tarafından Harmony Gold OVA ( Original Video Adaption) olarak bilinir. En son Gatchaman animesi 2013 yılında, Gatchaman: Crowds adı altında piyasaya çıktı. 2013 yılında çıkan bu animenin ismi dışında orijinal animeyle uzaktan yakından bir ilişkisi yoktur. Konu 5-6 tane gencin süper güçler elde etmesi ve dünyayı koruması üzerinedir. Orijinal animede yer alan hiç bir karakter bu seride yer almamaktadır. Kahramanların kostümleri de kuş temalı değildir.İlk sezonu oldukça beğenilen bu serinin şimdi 2. sezonu çekilmektedir. Gatchaman 1978'de popülerliğinin zirvesindeyken, 2 saatlik bir uzun metraj animasyon filmi yayınlandı ve bu kısmen de olsa Gatchaman'ın orijin hikayesi oldu. Bunun ismi Science Ninja Team Gatchaman : The Movie'dir. Gatchaman'ın uzun yıllar boyunca gelişen teknolojiyle bir CGI filmi yapılması bekleniyordu. Ne yazık ki bu filmi yapan firmanın iflası , filmin sonu oldu. Bunun yerine 2013 yılında gerçek oyuncuların oynadığı bir filmi yayınlandı. Büyük umutlar vadeden bu Japon filmi, malesef kostümlerde yapılan değişiklikler, zayıf bir senaryo ve daha modern-teknolojik görüntüler yüzünden umduğu ilgiyi görmedi ve gişede pek bir başarı yakalayamadı. Şu anda IMDB puanı 5,1 'dir. Gatchaman, bu kadar popüler bir anime olunca tabii ki hemen arkasından bilgisayar oyunları çıktı. Şu anda legal olarak yayınlanan 4 tane oyunu vardır. Bu oyunlardan en sonuncusu PS2 için 2007 yılında çıkmıştır ve sadece Japonyada yayınlanmıştır. Gatchaman animesi Amerika'da popüler olunca hemen çizgi romanı çıkartıldı. 1979 yılında Gold Key tarafından çıkartılan çizgi roman 10 sayı sonra yayından kaldırıldı. Top Cow firmasının eski çizgi romanlara ve oyunlara ağırlık verdiği bir zaman olan 2002 yılında Battle of Planets, orijinal kadro ve kostümlere bağlı kalarak 1 sene boyunca sürekli çizgi romanı çıkartıldı bunun dışında Thundercats-Witchblade gibi kahramanlarla da tek sayılık maceralarda oynadı. Çizimler ve çizgi roman kaliteli olmasına rağmen gerekli tirajı yakalayamayınca 2003 yılında kapandı. Gatchaman serisinin zamanında çizgi film olarak piyasaya kattığı yenilikler tartışılmaz. 5 kişiden oluşan takım mantığı, takımdaki her elemanın güçlerinin farklı olması ve birleşince çok daha güçlü olmaları mantığı, kahraman kişiliklerine dönüşürken mutasyona uğramaları mantığı ve tabii ki farklı janraların birleştirilme mantığı gibi... Aktif olarak ortada gözükmemelerine rağmen tamamen ortadan kaybolmadılar, sık sık başlarını dışarı çıkartıp bize kendilerini hatırlatmaya devam ediyorlar. Bunun dışında cosplayer'lar da sık sık bu kostümleri giyiyolar. Bize de eski orijinal kadronun ne zaman yeni bir çizgi filmle tekrar ekranlarımıza döneceğini merak etmek kalıyor. Tunç PEKMEN
67
Öykü
Otel BÖLÜM1- Oda 814 …uzun zamandır durumum nedeniyle şehrin dışına çıkmama izin dahi vermiyorlardı. Neyse ki güvenlerini sağlayabilmiştim. Uzun zamandan sonraki ilk iş gezim olacak bu. İzin vermiyorlar dediysem de yasal olarak şehrin dışına çıkma yasağım falan yoktu.. Ailem, temkinli ve aşırı hassas davranıyordu bana karşı. Eski uyuşturucu bağımlısı olduğumdan, daima tepemdeydiler. Eğer çocuğum doğmuş olsaydı belki ben de onun için aynı şeyleri yapardım. Harika anneliğimle sıkar ve bunaltırdım onu. Aileme kızamıyorum. Babamın sahip olduğu şirkette, babamın zorladığı bölümden mezun olarak, babamın beni atadığı bölümde çalışıyorum. Patronun kızı olduğum için kimse bana bir şey diyemiyor. Hatta üslerim bile, onların üssüymüşüm gibi davranıyor. Bu durum işime geliyor tabii. İş yerindeki tüm kadınların beni severmiş gibi gözükse de beni sevmediklerinden adım gibi eminimdim. Çünkü bu kadınlığın özünde vardır. Her kadın birbirinden nefret eder. Babam lüks bir otelde kalmam için ısrar etse de diğer çalışanlara nasıl davranılıyorsa bana da öyle davranılmasında ısrar ettim. Kabul etti ve bu otele geldim. Otelin döner kapısından içeri girdim. Etraflarda kimsecikler yoktu. Resepsiyona doğru gittim. Resepsiyon masasının üstündeki zili çaldım. Zilin sesi otelin içinde yankılandı. Otelde zil sesi ve zil sesinin yankısından başka bir şey yoktu sanki. Bir kez daha zili çaldım. Resepsiyon masasının arkasındaki kapıdan, otele ait olduğunu tahmin ettiğim, mavi resepsiyonist üniformasıyla yapmacık gülüşlü bir kadın çıkageldi. Mavi renk hiç kimseye yakışmadığı gibi ona da yakışmamıştı. “Buyurun, size nasıl yardımcı olabilirim acaba?” dedi ve yüzündeki yapay gülümsemeyi aynı şekilde takındı. “Adıma oda ayrılmıştı.” dedim. “Adınızı alabilir miyim?” dedi. “Mualla Ş.”dedim. Bilgisayara ve önündeki kâğıtlara birkaç bir şey yazdıktan sonra arka tarafta duran anahtar odalarından Oda 814’ün kapağını açtı. İçinde bulunan anahtarı aldı ve önüme koydu. “Buyurun efendim. Oda 814.” dedi. “Hâlâ otelinizde klasik anahtarlar mı kullanılıyor? Herhangi dijital anahtar yok mu?” dedim şaşkınlıkla. “Hayır efendim. Hâlâ klasik anahtarları kullanmaktayız. Yakınca bir zaman sonra otelimiz bakıma girecek ve o zaman dijital anahtarlara geçeceğiz.” dedi ve korkunç derecede itici ve yapmacık gülüşünü tekrardan takındı. Gülüşü yapmacık olmasına rağmen dişleri harikaydı. “Teşekkür ederim.” dedim yüz kaslarımı dahi kullanmadan. Anahtarı resepsiyon masasının üstünden aldım. Bavulumu çekerek asansöre doğru yönlendim. Birkaç adım attıktan sonra resepsiyonist kadın arkamdan,
68
69
Öykü
Öykü “Lütfen Oda 247 den uzak durun. İlginize teşekkür eder güzel bir gün geçirmenizi dilerim.” diye bağırdı ve geldiği yerden kapısını sertçe kapatma suretiyle geri gitti. Omzumu silktim ve asansöre bindim.
ve şırıngadakileri son damlasına kadar damarıma enjekte ettim. Yavaş yavaş etkilerini hissediyordum. Usulca yatağa çıktım. Göz kapaklarım titreyerek kapanıyordu. Dizlerimi karnıma çektim.
Asansörde Red Hot Chili Peppers’in “Under The Bridge” parçası çalıyordu. 8. Kat'a geldiğimde
Şiddetli bir baş ağrısı ile uyandım. Dayanılabilecek bir ağrı değildi bu. Kendimi toparlayarak
asansörün kapısı açıldı. Bavulumu çekeleyerek 814 numaralı odanın önüne geldim. Anahtarı deliğe soktum
yataktan kalktım. Banyoda, aynası tamir edilen ecza dolabından ağrı kesiciyi aldım. Odada bulunan mini
ve kapıyı açtım. İçerisi muhteşem görünüyordu. Odanın boyutu kaldığım apartman dairesinden daha
buzdolabında duran pet şişe sulardan birini açtım. Ağrı kesiciyi ağzıma atıp tek seferde tüm pet şişeyi içtim.
genişti. Bavulumu sehpanın yanına koydum. Sehpanın üzerindeki broşürde reklam değil de bir uyarı vardı.
Acı içinde kıvranmaya başladım. İçtiğim şeyin su olma ihtimali yoktu. İlk önce çenem önüme düştü.
“Oda 247 sizin için ve sevdikleriniz için oldukça tehlikelidir.” yazıyordu broşürde. Broşürü sehpaya
Boğazım ve midemdeki acı tarif edilemezdi. Mideme doğru baktım. Karnım delinmiş ve içtiğim sıvı vücut
bıraktım. Bavulumu yatağın üstüne koyup açtım. İçindekileri itina ile dolaba yerleştirdim. Soyundum ve
sıvılarımla karışmış bir şekilde bacaklarıma ve vajinama doğru akıyordu. Elimle akmasını engellemek
duşa girdim.
istedim ama elimde vajinamla birlikte eritmişti. Dayanılmaz bir acı hissediyor ama ölemiyordum. Gövdem
Soğuk bir duşla kendine gelmek, arzularını ve arzuladıklarını bastırmak gibisi yoktur. Uzun zamandır ilk defa etrafında kimse olmamasından ötürü aklımda sadece tek bir şey vardı. Uyuşturucu. Çıkıp alıp gelebilir ve bana tahsis edilen bu odada uçabilirdim.
tamamen erimişti. Göğsümden yukarısı ve bacaklarım erimemişti. Gözkapaklarım tekrardan titreyerek kapandı. Artık hiçbir şey hissetmiyordum. Harekette edemiyordum. Kapı çaldı. TOK TOK TOK.
Kafamın üstündeki düşünce bulutlarını dağıtmak için elimi kafamın üstünde savuşturma hareketi
“Oda servisi.” dedi iğrenç gülüşlü kadın. Sesinden tanımıştım. Tekrardan kapıyı çaldı. TOK TOK TOK.
ile salladım. Düşünce bulutlarını dağıtıp elimi soğuk suyu kapamaya götürüyordum ki banyoda bulunan
Ses gelmediğini duyunca kapının kilidini açıp içeri girdi. Beni erimiş bir şekilde gördüğünde hiç mi hiç
ayna yüksek bir sesle kırıldı. Korkuyla yere çöktüm. Başımdan aşağı buz gibi su daha da şiddetlenerek
şaşırmadı. Odadan çıkıp büyükçe bir leğen getirdi. Eline giydiği Plastik eldivenlerle erimiş parçalarımı bir
akmaya başladı. Kendime gelip ayağı kalktım. Çeşmeyi kapattım. Her yer ayna kırığı olmuştu. Yere baktım
leğene koyup dışarı çıkarttı. Ardından sol eliyle kollarımdan sağ eliyle de bacaklarımdan tutarak iki ayrı
ve yüzümü aynanın her parçasında gördüm.
parçamı odanın dışına çıkarttı. Kadın oda 814'ün kapısını kilitledi. İçinde vücut parçalarım olan leğeni ve
Elimi uzatıp banyo havlusunu aldım. Havluyu küvetten kapıya doğru, ayna parçalarının ayaklarımı
diğer sağlam parçalarımı sürükleyerek asansöre doğru yol aldık.
kesmemesi için serdim. Küçük bir havluyla da tüm bedenimi kuruladım ve giyindim. Onca tedaviden sonra hâlâ tek düşündüğüm şey uyuşturucu idi. Odamdan çıkıp resepsiyona indim. Kadın masa başında aynı iğrenç gülümsemesi ile bekliyordu.
Öykü: Uğur DEMİRKAYA
“Banyodaki ecza dolabının aynası sebepsiz yere kırıldı. Onları temizlerseniz sevinirim.” dedim. “Peki efendim.” dedi resepsiyondaki kadın. Otelden dışarı çıktım. Şehirde uyuşturucunun nerede satıldığını bulmak pek zor olmamıştı. Hemen istediklerimden aldım ve otel doğru yol aldım. Otele girdiğimde kadın ortalıklarda yoktu. Etrafta ölüm sessizliği vardı. İnler ve cinler top oynuyordu. Skoru umursamadan odama çıktım. Odamdan içeri girdim. Oda bıraktığım gibiydi. Banyoya girdim. Kırık cam parçaları toplanmış ve ayna yenilenmişti. Aldığım paketi çantamdan çıkartıp otel odasında bulunan sehpanın üzerine koydum ve iç çamaşırlarım kalacak şekilde soyundum. İçime tekrardan bir şüphe düştü. Acaba yapmalı mıydım? Sehpanın üstünde öylece duruyordu. Peki ya bağımlılık tedavisinde çektiğim zahmet ve acılar ne olacaktı. Boşuna mıydı? Sehpanın üzerindeki paketi açtım. Bulduğum tatlı kaşığının üstüne koydum ve biraz sulandırıp ısıttıktan sonra şırınga ile çektim. Şırıngayı sehpanın üstüne koydum. Bağımlıyken yaptıklarım ve bana yapılanlar aklıma geldi. Ağlamaya başladım. “Bunun için değmez.” dedim. Her şeyi olduğu gibi bıraktım. Tamamen soyunup yatağıma yattım. Yatak buz gibiydi. Bir süre uyumaya çalıştım. Olmadı. O buradayken uyuyamazdım. Hızla yataktan kalktım
70
71
lllüstrasyon: Hüseyin ESEN
Sinema
Sinema
3. Fantasturka
Fantastik Türk işi filmler festivali 3. Fantasturka Fantastik Türk işi filmler festivali 12-14 Aralık’ta İstanbul’da 18-21 Aralık tarihlerinde ise Ankara’da gerçekleştirildi. Festival danışma kurulunda olduğum için ve birkaç söyleşiyi yaptığım için festival süresince yaşadığım deneyimleri sizlerle paylaşmak istedim. Festival süresince Ölüler Konuşmaz ki, Dabbe Zehr-i Cin, Drakula İstanbul’da, Dünyayı Kurtaran Adam, Ölümün Nefesi- La Mano Che Nutre La Morte, Sihirbazlar Kralı Mandrake Killing’in Peşinde, Çeko, Tarkan Altın Madalyon, Vahşi Kan, Yılmayan Şeytan, Zagor- Kara Bela, Şeytan filmleri gösterildi. Festivalin açılışı Kadıköy’deki Nazım Hikmet Kültür Merkezinde 12 Aralık’ta saat 12:00’de Ölüler Konuşmaz ki filmiyle yapıldı. İlk sunumu ise Ters Ninja sitesinin editörü, gazeteci ve araştırmacı Ege Görgün yaptı. Festival’de Yılmayan Şeytan filminin 2000’lerde piyasaya çıkmış olan kısa versiyonu gösterildi. Daha sonra gösterilen Drakula İstanbul’da filminin gösteriminden sonra ilk uzun söyleşimizi Burak Bayülgen ve Barış Erdoğan ile Drakula İstanbul’da filmi ve Türkiye’deki korku filmlerinin yapısı üzerine yaptık. İlk gün katılım çok fazla olmamasına rağmen sohbetler zevkli ve doyurucu geçti. Karşımızda Burak ve Barış gibi yerli ve yabancı korku sinemasına ve edebiyatına hâkim iki kişi olunca konumuz Drakula’nın İstanbul ziyaretinin ötesine geçtik. İlk günün son gösterimi ise Ercan Dalkılıç’ın sunumunu yaptığı Metin Erksan’ın Şeytan filmi oldu. Filmin Amerika’da piyasaya çıkarılmış DVD’sinden filmi izledik. Festival’in 2. günü ise Çetin İnanç ile birlikte yapacağımız Vahşi Kan film gösterimi ve söyleşisi ile açılacaktı. Sabah Nazım Hikmet Kültür merkezinde bizi bir sürpriz bekliyordu: Osman Betin. Çetin İnanç, Vahşi Kan filmini 31 yıldır izlememişti o yüzden zaten özel bir gösterim olacaktı bunun yanında sabah bize sürpriz yaparak aramıza katılan Osman Betin ise pastanın üzerindeki çilek olmuştu. Katılımcıların sayısının az olması bizleri biraz üzse de Vahşi Kan filmini Çetin İnanç ile birlikte izlemek zevkli oldu. Özellikle filmde kullandıkları kuklanın pek inandırıcı olmadığı ile söze başlayan İnanç’ın filmin ilginç çekim hikâyesi ile dolu dolu bir sohbet gerçekleştirdik. Vahşi Kan sohbetimiz az kişiyle ama oldukça yoğun geçtiği için Hasan Karacadağ’ın da bulunduğu Dabbe Zehr-i Cin filmi sırasında Nazım Hikmet’in bahçe kısmına geçtik. Burada bize Kunt Tulgar da katıldı. Kaya Özkaracalar’ın Hasan Karacadağ ile yaptığı sohbetin sonrasında ise Çetin İnanç, Kunt Tulgar ve Osman Betin ile birlikte Dünyayı Kurtaran Adam filmini izlemek üzere salondaki yerimizi aldık. Filmin
72
bitiminde Ege Görgün’ün soruları ile film üzerine sohbete başladık. Çetin İnanç ve Kunt Tulgar ile Dünyayı Kurtaran Adam filmini izlemek de farklı bir tecrübe oldu. Ege’nin keyifli sohbetinden sonra Kaya Özkaracalar’ın sunduğu Ölümün Nefesi filminin gösterimine geçildi. Ayhan Işık ve Erol Taş’ın oynadığı İtalyan yapımı bu film ile festivalin İstanbul ayağının 2. günü sona erdi. 3. Gün ise özellikle beni çok yoğun bir gün bekliyordu. Saat 12:00’de Kaya Özkaracalar’ın sunumu ile Tarkan Altın Madalyon filminin sansürsüz versiyonunu izledik. Salondaki dostlarımızın hepsinin Sinematik Yeşilçam takipçileri olduğundan dolayı keyifli bir ortam vardı ancak filmi tamamlayamadan Yılmaz Köksal’ı karşılamak için salondan ayrıldım. Çeko film gösteriminden önce Yılmaz Köksal, Çetin İnanç ve Kunt Tulgar ile bahçede başlayan sohbetimiz sinema salonuna kadar hiç durmadan devam etti. Burada bir parantez açmak istiyorum. Gökay Gelgeç beni Çetin İnanç ile tanıştırdığından ve filmi uzun zamandır izlemediğini öğrendiğimden beri Yılmaz Köksal ile Çetin İnanç’a filmi birlikte izlettirmek istiyordum. Bu gösterim onlar için de oldukça duygusal anlara sahne oldu. Benim ve de Sinematik Yeşilçam için de gurur verici bir gündü. Filmin kopyasının bulabildiğimizin en iyisi olmasına rağmen görüntünün yer yer bozulması dışında negatif bir durum yoktu. Sohbet esnasında Levent Çakır’ın da bize katılmasıyla birlikte 30 dakika boyunca Çeko’nun hikâyesini filmin gerçek iki kahramanından dinleme şansına eriştik. Sohbetimize Agah Özgüç de bu sırada katıldı. Sohbet sonu fotoğraf faslından sonra Zagor Kara Bela film gösterimi sırasında sohbetimiz önce başka bir salonda ve film sonrası Yener Çakmak’ın katılımıyla birlikte devam etti. Önce Yener Çakmak, Levent Çakır ve Ali Murat Güven ile başlayan sohbetimiz Yılmaz Köksal ve Çetin İnanç’ın katılımı ile renklendi. Sayımız yine pek fazla değildi, 40 civarında katılımcı vardı ama oldukça zevkli 1,5 saatlik bir söyleşi olduğunu düşünüyorum. Söyleşi ardından Kahramanlar Sinemada sitesinden Hakan Tunga Kalkan’ın sunumu ile Sihirbazlar Kralı Mandrake Kilink’in peşinde filmiyle son buldu. İstanbul ayağının bitmesinden 4 gün sonra ise Burak Bayülgen, Kunt Tulgar, Çetin İnanç ve eşi ve de bendeniz Ankara’ya yola çıktık. Ankara’da yapılan güzel karşılamanın ardından otelimize yerleşip gösterimlerin yapılacağı Çağdaş Sanatlar Merkezine doğru yola çıktık. Açıkçası Ankara’nın trafiğine pek alışık olmadığım için kısa mesafede yakalandığımız trafik, yolculuktan sonra beni biraz sarstı.
73
Sinema
Sinema Ancak Salona geldiğimizde her şey değişti. İçeride Fatih Danacı’nın derlediği afiş sergisi ve benim festival için yaptığım 4 kolaj tablonun yanı sıra Mehmet Volkan Çomak’ın tasarımlarını yaptığı Yeşilçam kartonetleri bizleri karşıladı. Mini bir kokteylden sonra Mesut Kara’nın Fantastiğin Sinemasını izledik ve otelimize döndük. Fantastiğin Sineması gösterimi dışında Ankara’daki film gösterimleri sırası ve saatleri İstanbul ile aynı idi. Tek fark olarak Ege Görgün gelemediği için ilk günkü Yılmayan Şeytan ve ikinci günkü Dünyayı Kurtaran adam söyleşilerini ben yaptım. İstanbul’dan farklı olarak Yılmayan Şeytan gösteriminde filmde Bakırbaş’ı canlandıran Kunt Tulgar da sohbette yer aldı. Daha sonrasında Drakula İstanbul’da filmini hep beraber izledik. Hep beraber diyorum çünkü Çetin İnanç filmi daha önce izlememişti ve özellikle Atıf Kaptan’a hayran kaldı. Burak Bayülgen ile yaptığımız Drakula sohbeti yine epey keyifli geçti ardından Şeytan filmi gösterimi yapıldı. 2. Gün Vahşi Kan filmini bu sefer filmde sesleri alan Kunt Tulgar ve Çetin İnanç ile birlikte izledik ve sohbet ettik daha sonra aramıza Hasan Karacadağ da katıldı. Dabbe’den sonra Kaya Özkaracalar’ın gerçekleştirdiği söyleşi sırasında sadece Türkiye’ye has bir durum yaşandı ve film gösterimi sonrası yapılacak konserin sahnenin kurulumunu söyleşinin ortasında başlanıldı ki konser için 5 saatlik bir süre vardı. Festivalci arkadaşların net tavrına rağmen konuşma sırasında monitörlerin, konuşmakta olan Hasan Karacadağ’ın önünde taşınmasının herhangi bir açıklaması olamazdı. Her şeye rağmen dinleyiciler olarak ödün verilmedi ancak benim için oldukça sinir bozucu 25 dakika geçti diyebilirim. Ne olursa olsun bir sahne teknisyeninin konuşan birisinin önünden geçmemeyi biliyor olması gerekir. Bilerek bunu yapması ise utanılacak bir davranıştır. Bu esnada Fatih Danacı’nın afiş sergisinin önüne boya satma tezgâhı kurmaya çalışan tüccar bir ressam ise bizim 2. dumurumuz oldu. Bu noktada organizatör olarak, sanatçı olarak elinizden bir şey gelmiyor çünkü sanat kavramının bir tüp boyayı ortadan sıkarak kullananların elinde birer ticari ürüne dönüştüğüne Sergi Çağdaş Sanatlar Merkezi şahit oluyorsunuz. Karşınızdakilerin ise yüzü kızarmıyor çünkü onlar katılacakları kokteyllerde dandik şaraplarını yudumlarken kendilerini sanatçı gibi gösterebileceklerine öylesine eminler ki. Bu noktada biz sinirlerimizi daha bozmadan gösterim salonu değiştirerek huzura kavuştuk. Son iki film gösterimini ve söyleşileri daha ufak bir salonda ancak daha sıcak bir ortamda gerçekleştirdik. Dünyayı Kurtaran Adam film gösterimi sırasında Hasan Karacadağ ile bir sohbetimiz oldu. Bu sohbette benim
için festival süresince yaptığım en değerli sohbetlerden birisidir. Böylece Ankara’da 2. gün gösterimlerinin de sonuna geldik. Çetin İnanç ve Kunt Tulgar ile Fenerbahçe’nin kötü futbolunu irdeledikten sonra ev sahibimiz Kerem Akkoyunlu ile güzel bir akşam yemeği yedik tabi o gece rakılar eşliğinde sohbetimiz Fantastik sinemanın derin dehlizlerine ulaştı. 3. ve son günümüzde ise Tarkan Altın Madalyon filmini Kunt Tulgar ile birlikte izledim. Kaya Özkaracalar’ın arşivinde yer alan bu sansürsüz kopya üzerine kısa ve öz bir de sohbet yaptık. Daha sonra ise benim için en anlamlı saatler geldi ve Çetin İnanç’ın yanında Çeko’yu onunla birlikte izledim. Tabi elimizdeki kopya, görüntüde kopmalara sebep veriyordu ancak 44 yıl sonra filmini 2. kere izleyen Çetin İnanç’ın yorumlarını dinlemek paha biçilmezdi. Çeko gösterimi festivalin Fantasturka istanbul en kalabalık gösterimi oldu ve 40 dakikalık bir sohbet yaptık ardından gösterime giren Zagor Kara Bela esnasında da salon dışında bu sohbet devam etti. Volkan’ın kartonetleri arasında fantastik bir şekle bürünen festival ortamı, festivalci ekibinden Alper, Taylan ve Bennan’ın (ve tabi ismini unuttuğum diğer arkadaşların) sıkı markajları eşliğinde Ankara’da dolu dolu dört gün geçirdik. Festivallerde bazı sorunlar hep olacaktır ancak bu gibi bir festivalde ücretsiz gösterimlere rağmen gelen insan sayısı benim için düşündürücüydü. Yine de moralleri bozmadan yola devam etmek gerekiyor. Sinematik Yeşilçam’ı temsilen bulunduğum festivalde ise konuklar dışında film gösterimlerinde bizi yalnız bırakmayan; İstanbul’da Barış Göker‘e, Alparaslan Kılıç‘a, Can Sönmez‘e, Ekrem Yaşar Pınarbaşı‘na, Tamer Yiğit‘e, Kırklareli’nden üşenmeden gelen Suzan Dilek Yılmaz‘a, Ahu Ulgu‘na, Yigilante‘ye, Turgay Demir‘e, Ali Karakaş‘a, Oya Yalçın’a ve festival sırasında tanıştığım bütün dostlara Ankara’da ise festival kurdu Hasan Nadir Derin‘e, Yavuz Öcal‘a, yine Alparslan Kılıç‘a, Oğul Can Çomak ve Mehmet Volkan Çomak kardeşlere katkılarından dolayı teşekkür ederim.
74
75
Utku ULUER (sinematiyesilcam.com)
Türkiye’nin en kült festivali FANTASTURKA’nın basın sponsorları arasındayız.
Röportaj
Röportaj
Yücel KÖKSAL Geçen ay yaptığımız Aslan Şükür röportajından sonra bir başka Türk çizgi romanının üstadı, önemli bir kapak çizeri, ülkemizde çizgi romanın altın yıllarına tanıklık etmiş, öncülük etmiş Yücel Köksal‘ı ziyaret edelim istedik. Yolumuzu, yordamımızı bu konuda bize her daim yol gösteren Fatih Okta‘ya danışarak fotoğraf sanatçısı Mustafa Cambaz ile birlikte gittik. Erdoğan Egeli‘nin Ceylan yayınlarında Nejat Erhan‘ın yazdığı Akbulut Kaan ile başlayan çizgi romanserüveni Burhan yayınlarında Altan Deliorman‘ın yazdığı Bahadır ile devam etmiş, yayıncılıkla da Pekos Bill çizgi romanıyla bir süre haşır neşir olan Yücel Köksal‘la ilk işlerini yaptığı Ekicigil yayınlarından başlayarak bugüne kadarki çizerlik serüvenini konuştuk. Siz İstanbul’da değil Adana’da doğdunuz. Nasıl oldu Adana’dan gelip İstanbul’da çizmeye başlamak? Adana’da babam karakol komiseriydi. İstanbul’a tayin oldu, Kadıköy’de kaldık bir iki sene kadar. Yıl 1950. Kadıköy’le Anadolu’da bir şehrin yaşam tarzlarını yan yana getirirseniz arada çok büyük farklar var. Çiftehavuzlar’da Caddebostan’da ki yaşantıya ayak uydurma ve uyduramama problemi var. Adana’da ortaokuldaki resim öğretmenim karakalem resim dersinde bir öğrenciyi masanın yanında durdururdu, herkes onu çizerdi gölgelerdi vs.vs. Öğretmenim bana şöyle dedi “Senin bu yaptığın gölgeleme, resim çok güzel. Sen güzel sanatlar mektebine gitmelisin” İstanbul’a geleceğimizi de duymuştu. “Mutlaka kaydol, bu meziyetini kaybetme” dedi. Düşünün o zaman 1314 yaşında bir çocuğum. Hocanın beğenmesi hoşuma gitti ama resim çizmek pek de umurumda olmadı. İstanbul’a geldik, tam adapte olamadım, bunun getirdiği bir noksanlık vardı, çekingenlik vardı.
76
Peki çizmeye nasıl başladınız? Yıldız Teknik Üniversitesi Elektrik Bölümünün imtihanını kazandım. İkinci sınıfın ortasında sahaflarda çok eskiden kalma bir dergi ilişti gözüme. Dergide Mickey Mouse var ya Walt Disney’in çizdiği Miceky Mouse öyle bir İngilizce dergi. Aldım. Hayran kaldım. Tuttum onları boş zamanlarımda kurşun kalemle çizmeye başladım kendime göre. Ama öyle ben ilerde ressam olayım, resim benim için vazgeçilmez bir tutku olsun filan böyle bir şey hiçbir zaman aklımdan geçmedi. Yine o yıl bir gazetede bir ilan gördüm, Cağaloğlu’nda bir yayınevi ressam arıyor. Kurşun kalemle yaptıklarım var, çalışıyorum ama onun dışında renk yok, guaş yağlıboya veyahut ta çini mürekkebiyle yapılmış bir çalışmam yok. İsteğim de yok, merakım da yok. Daha doğrusu ne olduğunu bile bilmiyorum. Bi deniyeyim dedim, gittim, gösterdim yaptıklarımı. Ekicigil Yayınevi, Nuruosmaniye Caddesi no 79. Şimdi orası yıkıldı tabi, yarısı halıcı yarısı mücevherci oldu. Sağsa Allah selamet versin, öldüyse Allah rahmet eylesin Recep Ekicigil patron. Aldı çizimimi elime şöyle bir baktı “Aaaa dedi, güzel ya bu, sende istidat var, ama dedi bizim isteklerimizi yerine getirebilir misin?” o zamanlarda şöyle Babıali’de yani Cağaloğlu’nda Amerikan Comics filan bulan, eline geçiren aydıngerle kopya ettiriyordu, o zamanlar öyleydi, 50li yıllar Nasıl başladınız Ekicigil’de çizerliğe? Recep Ekicigil resimlerime “Tamam bunları çini mürekkebiyle aydınger kâğıdına yapın getirin bakalım dedi. Nedir bakalım çizginiz?” peki dedim çıktım. Orada soramadım, çini mürekkep tamam mürekkep biliyorum da Aydınger kâğıdı bilmiyorum, tarama ucu bilmiyorum, fırça bilmiyorum. Nereden alacağım bilmiyorum. Çıktım Cağaloğlu’na yürüyorum, bir reklam firmasının giriş katında birisi çalışıyor, tamam dedim girip sorayım. Girdim, özür dilerim dedim, ben çini mürekkebiyle resim yapmak istiyorum ama hangi malzemeler kullanılır bilmiyorum. Bana bir yardımcı olur musunuz? Dedim. Döndü baktı “işim yok benim de şimdi seninle mi uğraşacağım, git işine yahu benim işim başımdan aşkın diyerek kovdu. Çıktım Cağaloğlu’ndan aşağı yürüyorum Teknikel kırtasiye o zamanlar hanın içerisinde ufak bir dükkânı vardı. Ona sordum. “Tamam kardeşim mesele değil “dedi. Habico fırça
77
Röportaj
Röportaj
1 numara 2 numara 3 numara, tarama uçları, tarama ucunun kalemi, guaş, nasıl guaşla kapatılır filan filan. “Al bunları, bunlarla yap” dedi. Aydınger de aldım. Eve gittim, koydum güzelce resmi aydıngere kurşun kalemle geçtim, çinilemeye başladım, zor, bir, üç, beş, kâğıtları bozup bozup atıyorum. Bir noktaya geldi, kendim beğendim yaptığım işi. Bu resim nasıl çizilir, hiç bir şey bilmeyen bir insanın başlangıç noktası olduğu için bunları anlatıyorum. Götürdüm, beğendiler, tamam dediler, “yalnız ben yarım gün çalışırım, yarım gün de okulum var. Teknik üniversitede 2. Sınıftayım o zaman. Üniversitede derslerim var. Tamam dediler sen bizim işimizi gör de sorun değil. Robin Hood, İngilizce bir çizgi roman dergisi. Renkli olduğu için baskıya hazırlama klişesi yapamıyorlar. Bunun mutlaka yeniden çizilmesi lazım. Maliyeti düşürmek için öyle çalışıyorlar. Ben Robin Hood’u çizdim bitirdik, iki fasikül halinde basıldı, çok beğenildi. Ondan sonra da onun benzeri olan pek çok kitap geldi önüme. Onları kopyaladım, kopistlik yaptım daha doğrusu. Ama ben bu yaptığım şeyle işin neresindeyim, sektörün neresindeydim, neciydim onu bilmiyordum. Bunu bulmaya çalışıyorum ama çözemiyorum. Peki sonra? 1960 ihtilali oldu, ihtilal zamanı ben Ekicigil yayınevinde çalışıyordum. Bir takım sosyete dergileri vardı onlara illüstrasyon yapıyordum. İhtilalden sonra bunlar Türkiye’nin girmiş olduğu değişime yayınlarıyla destek vermeye başladılar. O dönemde Kansız İhtilal diye bir kitapçık hazırlanmış, onun kapağını getirdiler bana. Onun kompozisyonunu hazırladım. Tanklar var, bayrak var falan filan. O o dönem büyük ses getirdi, 4-5 baskı yaptılar. İyi para kazandılar o dergiyle. Baktılar ki o dönem politik yayınlarda daha çok kazanç var magazin yayıncılığından ciddi yayıncılığa dönmeye başladılar. O dönemde Hürriyet gazetesinin muhabir ve yazarlarıyla politik bir dergi çıkartmaya başladılar. O dönemde 20-25 kapak yaptım çok da beğenildi. Tabii bir süre sonra politik süreç normale döndü yeniden magazin dergisi Artist dergisini çıkarttılar. O dergide bir süre yazı işleri müdürlüğü
78
de yaptım. Dergi Artist yarışması yaptı, arka kapakta bu yarışmanın birincilerinin fotoğraflarını verdiler. O dönemde Recep Ekicigil sinema işine de girdi Gurbet kuşları filmini yaptı. Antalya film festivalinde ödül de aldı film. Sonra 3-4 film daha yaptılar. Gurbet kuşları çok ucuza mal edilmiş bir filmdi. O zamanlar Cağaloğlu’nun yayın “ucuza yap herkese sat çok para kazan” politikasını götürmüşlerdi oraya. O dönemde herkes ucuza bir şeyler yapıp pahalıya satmak istiyordu. Gurbet kuşlarının afişini ben hazırlamak istedim. Kompozisyonu iki haftada yaptım patron beğendi ama dursun dedi. Öylece kaldı. Birkaç film sonra işler kötü gitti toparlayamadılar ve iflas ettiler. Sonra Ceylan yayınlarına mı gittiniz? Ceylan yayınlarının sahibi Erdoğan Egeli’ydi. Ben iş arıyordum onlar da çizer. Birgün gittim görüşmeye sekreteri karşıladı, randevunuz yoksa görüştüremem dedi. Erdoğan Bey duymuş benim konuştuğumu, ben olduğumu bilmiyor, kimmiş o dedi, sekreter Yücel Köksal diye biri gelmiş sizle görüşmek istiyor. İlk defa görüşeceğiz ama o sırada Ekicigil yayınevi bir Kinova yayınlıyor, Erdoğan Egeli Ceylan yayınlarında başka bir Kinova yayınlıyor. Erdoğan Bey benim Kinova çizimlerimi kapak çizimlerimi biliyor. Bana da güzel işlerimden, kapağını yaptığım Kinovaların güzelliğinden, çok satmasından dolayı bir kızgınlığı var. Yolla gelsin dedi. Çizimlerimi çok iyi biliyor ama benden örnek çizimler istedi. O sırada Akbulut Kaan için çizer arıyorlarmış. Tekrar gittim görüştük, bana bir yer gösterdi. O sırada Ceylan yayınlarında kapakları Samim Utkun çiziyordu, 5-6 çizgi roman vardı. 2-3 tanesini ben çizecektim, 2-3 tanesini de Samim Utkun çizecek böyle paylaşacaktık. Samim Utkun ile orada mı tanıştınız? Samim Utkun Erdoğan Egeli ile Ceylan Yayınlarında çalışmadan önce Recep Ekicigil ile çalışmıştı. Ben Ekicigil yayınevine irince o ayrılmış. Sonra Ceylan yayınlarında karşılaştık. Bunu üzülerek söylüyorum ki ben sebep olmuşum gibi bir durum çıkıyor ortaya ama bu patronun seçimi, Ceylan Yayınlarında çok kısa bir süre birlikte çalıştıktan sonra oradan da ayrıldı. Yıllar sonra bir gazetede karşılaştık, uzun uzun sohbet ettik ve bir gün Recep Ekicigil Tercüman gazetesine
79
Röportaj
Röportaj
ansiklopedi hazırlarken Osmanlı İmparatorluğu ile ilgili olay resmi, illüstrasyonlar lazımmış. Kısa bir süre ben yaptım sonra sıkıştım, Samim Utkun’la karşılaştık, böyle bir iş var yapar mısın dedim, Recep Beyle anlaştılar uzun süre devam etti o ansiklopedi işi. Yine farklı yerlerde karşılaştık ama çok yakın değildik. Bir gün öğrendim ki vefat etmiş, çok üzülmüştüm. Şimdi çalıştığım yayınevlerine yaptığım işlere bakıyorum da benden başka da kimse kalmamış zaten. Hemen kemen hepsi vefat etmiş. Teks’i de mi onlar çıkartıyordu? Hayır Sezen Yalçıner İtalya’ya gittiği zaman Teks’i Kaptan Swing’i almamış, ben bu kadar yayın çıkartamam demiş ve Teks’i arkadaşı Çetin Karakoç’a Swing’i ve Fransızların yayını Zembla’yı yakın arkadaşı İlhami Arpagut’a alması için önermişti. Onların da kapaklarını ben yaptım. Hatta Şahin Karakoç o zamanlar kısa pantolonla ben çizim yaparken etrafımda dolanır “Yücel amca ben de yapabilecek miyim böyle güzel resim, çok seviyorum, siz ne güzel yapıyorsunuz” derdi, “tabii olum tabii sen daha güzellerini de yapacaksın” derdim gerçekten de yaptı. Alaylı yetişip te İstanbul gibi bir yerde iş yapabilen onun gibi iş yapan çok az insan var. Altın kitapların bütün kapaklarını o yapıyor hala. Sonra Burhan yayınlarında Altan Deliorman’ın yazdığı Bahadır var Evet. Altan Deliorman yazar ben çizerdim. Onunla ilgili bir anekdot anlatayım: Şahap Ayhan, bizim de ustamız olacak, Tercüman gazetesini Kuleli Askeri Lisesi önünde satılmasını yasaklatan çizgi romanlar yapan ressam arkadaş. Burhan yayınlarında Bahadır’ı ben çizmiştim, Altan Deliorman senaryolarını yazıyordu, Altan Deliorman ayrıldıktan sonra da Şahap Ayhan devam ettirdi başka çizerler de oldu. “Sen benim ustamsın” derdi. “Mahcup ediyorsun, derdim, ben sadece çiziyorum, çizdiğimi de beğeniyorum” derdim. Ben Bahadır’ı bıraktığımda Şahap Ayhan “ben hikâyeyi de yazarım, çizgi romanı da çizerim” demişti. Bana “Yücelciğim ben yazayım, karakalemini de çizerim sen çinilersin, dedi. Daha çabuk çıkar”. Biz birlikte
80
birkaç dergi yaptık. Sonra telefon etmiş, “Burhan abi, benim galiba pilim bitti” demiş, geçmiş gün detayları pek hatırlamıyorum, sonra da ben ayrıldım zaten oradan. Şahap Ayhan Üsküdar’da oturuyordu. Belki çok kişinin bildiğini anlatıyorumdur ama evinin bir odasında Orta Asya’dan gelen boylarınki gibi bir otağı varmış. Posta otururmuş. Arkasında kılıç kalkan asılıymış. Kurtbaşları falan filan. Orada her gün meditasyon yaparmış. Birlikte çalışırken “yapıyor musun abi” diyordum, “ya bırak herkes öyle bilsin” diyordu. Şahap Ayhan’la da Burhan yayınlarında birkaç haftalık böyle bir beraberliğimiz oldu. Sonra Kıral Yayınları var galiba? Kıral yayınlarına Gökali diye bir çizgi roman hazırladım. 12-14 sayı çıktı. Sonra Sezen Yalçıner’le nasıl tanıştınız? 1960’dan sonra Sezen Yalçıner Tay yayınları, İlhami Alpagut, Alpagut yayınlarını biliyorsunuzdur Ayşegülleri çıkarttı onun yanında da Zembla ve Kaptan Swing’i yayınladı Tabii onlar da İtalya’ya gidip telifleri almışlar. Kapakları size çizdirdiler o zaman. İlhami Alpagut ve Çetin Karakoç’un kapakları için anlaşmıştım, Sezen Yalçıner’e de demişler ki “Şurada Yücel diye bir kapak çizeri var biz onunla anlaştık sen de git anlaş, hanın bitişiğindeki binanın ikinci katında. ” Öyle başladık, ben 5-6 ay o stüdyoda çalıştım, sonra Sezen bey kendi bulunduğu büronun yanında bana bir oda verdi. “Gel burada hep beraber olalım, dedi. Zaten benim işlerimi ancak yetiştiriyorsun.” Ama bir koşulum vardı “ben burada serbest çalışırım, bana şunu yap bunu yap dersen yapmam” dedim, kabul etti. Kompozisyon bana ait renk bana ait görmediğin bir olayı çizeceğim, canlandıracağım ben. Almam dersen de kabul etmem dedim. Tabii sadece onun işlerini değil başka işleri de yapabileceğim konusunda anlaşmıştık. Hatta taşınınca o odaya gidip birlikte kafaları çektik. İyiydik, arkadaş olduk, Sezen beyle çalışmaktan memnundum o dönemde, şimdi de bakıyorum, iyi ki birlikte çalışmışız diyorum. İlhami Bey de öyleydi son derece beyefendi bir insandı. Çetin Karakoç da öyle. Hatta Çetin Bey Teks’in telifini alınca uyarmış ceylan yayınlarını, yine de iki ay beklemiş ellerindeki yayınlar bitsin diye. Sezen Yalçıner, ilhami Alpagut, Çetin Karakoç üç silahşor gibiydiler, birbirlerine rakiptiler ama tatlı rekabet. Sizin bir yayıncılık geçmişiniz var Pekos Bill’le Sezen Yalçıner’le çalışırken Tay yayınlarında ben bir dergi çıkartmak istedim. Sezen, İtalya’ya gittiğinde bana Pekos Bill’in telifini bulabilirsen getir, ben onu çıkartmak istiyorum dedim. İstiyorsan beraber çıkartırız dedim. Her babıalilinin böyle bir “benim kitabım olsun” saplantısı vardır. Nerden geldi bilmiyorum bu bende
81
Röportaj
Röportaj varsa düzelt. Baktım harika yapmış. Renkleri çok güzel. Kompozisyon zaten hazır verdiğim için güzel. Oğlum dedim sen bu işi kıvırırsın. Gitti anlaştı, ben oradan ayrılıp Pekos Bill’i çıkarttım. Ondan sonrada Aslan Tay yayınlarında devamlı kaldı bütün kapaklarını çizdi. Çalıştığınız yerlerde bir atölyeniz mi vardı yoksa evde çizip mi götürürdünüz? Ekseriyetle çalıştığım yerlerin atölyeleri stüdyoları vardı ama benim de atölye yapmak için yer tuttuğum zamanlar oldu. Hürriyetteki resimli romanları yapmaya başladıktan sonra daha çok evde çalıştım. Ayrıca Hürriyet’in Cağaloğlu’nda başmusahip sokakta bir binanın en üst katında stüdyo olarak kullandığı bir yer vardı, üç sene orada çalıştım. Hürriyet öyle istedi benden, bize yakın ol dedi.
saplantı haline geldi. “Ben yine senin kapaklarını yaparım ama Pekos Bill’i de istiyorum” dedim. O gitti geldi “sen benden gideceksin ama bunca zamandır dostluğumuz oldu, bu da benden sana bir jest olsun” dedi. Aşağı yukarı ben 8 ay kadar Pekos Bill’i çıkarttım. Neden başka bir şey değil de Pekos Bill? Ben 14-15 yaşlarında hep Pekos Bill okuyordum. O zaman her hafta yine Alaattin Kıral matbaası basıp yayınlıyordu. O Pekos Bill’in 14 yaşındayken kafamda kazınmış bir hayranlığı var ya o zaman da devam etti, dedim ki bir deneyelim. 60 hafta devam etti. İlk 4 sayıda 50 bin tiraj yaptı. Reklam spotunu kendim hazırlamıştım; çocuklar eğer Pekos Bill’i babanız sizden önce okumak isterse ona bu fırsatı verin, çünkü o da zamanında sizin gibi hayranıydı. Tabii dergi çıkartan yayıncılar arasında bu da o zaman olay olmuştu. Bizim hatamız büyük boy yapmayıp da küçük paketbuk denilen boyutta yaptığımız için büyük hata oldu. Gittikçe baskı sayısı düştü, ben dedim artık bunu kapatayım. Yine para kazanıyordum dergiyi kapattığımda ama matbaayla uğraşmak ayrı bir dert, mücellitle uğraşmak ayrı bir dert, dağıtımcıyla uğraşmak ayrı bir dert, kâğıt bulmak ayrı bir dert. İzmit’e gidiyorsun SEKA’ya paranı yatırıyorsun 2-3 ay evvelinden kâğıt tahsisi ayrılıyor, sıra sana geliyor gelmiyor bir sürü şeyler. Bunlar benim tek başıma yapabileceğim şeyler değildi. Sezen yine eleman olarak yardım gönderdi bana ama olmadı. Ben Pekos Bill’i kapattım ve tekrar döndüm ressamlığa. O arada Aslan Şükür’ü keşfettiniz. Ben Pekos Bill’i çıkartınca Tay yayınlarına kapakları yetiştiremeyeceğimi söylemiştim. Sezen bey de “bulduğun iyi bir arkadaşı gönder bize çalışalım” dedi. Beni biliyorsun, yaptığımız işleri de biliyorsun, ona uygun bir arkadaş olursa gelsin. Benim önce Cemal Dündar aklıma geldi, cemal Dündar’da illüstrasyon olarak hayranlık duyduğum bir arkadaş. O üniversite mezunu, biz alaylıyız. O gitti anlaşamadı, sonra aklıma geldi burada Bakırköy çarşısında Aslan Şükür vardı. Daha önce söylemişti “Sizin çizgi roman kapaklarınızı çok beğeniyorum ben de böyle çizmek istiyorum, demişti. Bana ne tavsiye edersiniz?” Yani yanlış anlaşılma olmasın ben neydim de bak onlara tavsiyede bulunuyorum anlamında değil, o da benim gibi başlarken ne malzeme kullanacağını bilmiyordu. Anatomi dersi yok, kompozisyon dersi yok. Al dedim, 2-3 kapak çizdim, antiskopta büyütüp çizdim, al bunları boya getir. Bir hafta sonra getirdi, abi bir bak düzeltilecek filan bir yeri
82
Ceylan yayınlarına geri dönelim, kapak çizerliği yaptınız Ceylan yayınlarında. Evet bir gün İtalya’dan gelen kapaklar bitti, ben de Erdoğan Bey’e “Okuyucular kapakta sürekli Tommiks’i Teksas’ı görmekten sıkıldı, iç sayfalardan sahneler kullanalım, onlar olsun ya da olmasın ama yine bir western sahnesi, kimi atla gidiyor, kimi ateş ediyor, kimi atın üzerinden yuvarlanıyor, Kızılderili okunu atıyor, üç Kızılderili burada ölmüş falan filan. İçerideki konulardan ayırıp daha sonra renkli çalışıyordum. O bir değişim oldu. Tirajları epeyce etkiledi. Yelpaze dergisini de çıkartmaya kalktılar ondan sonra. Teksas Tommiks ile birlikte Yelpaze dergisinin de kapaklarını yaptım. Tabii ben o Yelpaze dergisinde çizen Walter Molino vs gibi onların uzun senelerce bu renkleri nasıl bulmuşlar nasıl yapmışlar o tekniği devamlı kafamda çözmeye çalıştım. Onların ayarında değilse bile benzeri olabilmeyi isteyen bir kapak seviyesine ulaşmak istemişimdir. Nasıl oldu Ceylan yayınlarından ayrılmanız? Erdoğan Egeli’ye gittim, “Hamamın oradaki üç katlı binanın ikinci katında ofisi açıyorum” dedim. “tamam, o zaman ben de sana hatıra olarak sakladığım benim için değeri çok yüksek olan masa ve sandalyeleri veriyorum. Bir aktım iki elemanı ile sırtlamış masayı sandalyeleri getirdi. Çok duygulandım çok sevindim.
83
Röportaj
Röportaj
Peki, Ceylan yayınlarından neden ayrıldınız? Hürriyet gazetesinden teklif geldi. Metin Soysal’la bir çizgi roman yapacaktık. Cemal Dündar’la her hafta stüdyosunda görüşüyorduk, bir gün Metin Soysal geldi stüdyoya, Hürriyet Almanya baskısı için bir çizgi roman lazımmış ama Karaoğlanvari, Osmanlı döneminden kahramanlar Barbaroslar filan. O dönem Faruk Geç Hürriyet’ten ayrılmış, Güneşe geçmiş, böyle bir boşluk olmuş. Peki Sezgin Burak o sırada Hürriyet’te Tarkan çizmiyor muydu? Evet o sıralarda Sezgin Burak oradaydı stüdyosu da Cağaloğlu hamamının olduğu sokaktaydı. Hatta bir kere stüdyosuna uğradığımda kendi karakalem olarak çizdiği bir sayfayı bana çiniletmişti. Epeyce de beğenmişti. Sonra nedense olmadı. Bilmiyorum sebebini. İsterseniz konuyu fazla dağıtmayalım, Hürriyet’te ne çiziyordunuz? O zamanlar Hürriyet’in magazin sayfalarını Ergun Köknar hazırlardı, rahmetli Suna Pekuysal’ın eşi. Ergun’la samimiydik ama o Yılmazın çok iyi arkadaşıydı. Kardeşim Yılmaz Köksal’ı. Ertuğrul Karakullukçu ile tanıştırdı Ergun, Hürriyetin Almanya yazı işleri müdürü. Oturduk birlikte çalışma planı hazırladık. “ben size Köroğlu’nu yapayım” dedim. Bildiğimiz Köroğlu, herkesin tanıdığı, peki senaryo ne olacak” senaryoyu da siz yazacaksınız” dediler. “Yaz çiz nasıl olacak” dedim, dediler ki “Bu iş böyle, kendin pişireceksin kendin yiyeceksin”. Hürriyet o sıralar siyah-beyaz baskıdan renkli baskıya geçecek. O tarihe kadar gazeteler Türkiye’de renkli çıkmamış. Kelebeği de ek olmaktan çıkartıp gazete yapmak istiyorlardı. O zaman Hürriyet’in yazı işleri müdürü Nezih Demirkent’te benimle görüşmek istedi. “Senin yaptığın işleri biliyorum, dedi. Senin o çalışmalarından daha fevkalade bir şeyler bekliyorum. Bizim bir projemiz var, biz size konuyu vereceğiz siz günlük üç bant strip illüstrasyon olarak hazırlayacaksınız. Renkli illüstrasyon. Yapar mısınız?” dedi, “Yaparım” dedim. Senaryoları Metin Soysal yazdı, Hürriyet o zaman ilk olarak büyük reklamlarla renkli gazete diye çıktı. 4-5 ay her gün kelebeğe illüstrasyon yaptım. Köroğlu da 400 sayfa sürdü. Nezih Demirkent’e “ 400 gündür çiziyor, çok beğeniliyor” demişler “Ne, demiş, 400 gün mü, siz ne yapıyorsunuz, bi tefrika 400 gün sürer mi?” Ertuğrul Karakullukçu “Abi ne kızıyorsun, halk istiyor, halk mektup yazıyor bize, biz de devam ediyoruz” dedi. Ayrıca ben gazete tefrikasında günceli de yakalamaya çalışıyordum kurban bayramı olur, kurban kestirirdim Köroğlu’na. Avrupa baskısı Hürriyet’te halk bunu görür beğenirdi. Ben sürekli Hürriyet’in arşivinde de çalışır fotoğrafları inceler ona göre yapardım güncel çizimleri. Köroğlu bittikten sonra Akdeniz Korsanlarını çizdim. Bir buçuk iki sene de o devam etti. Sonra’da ben ayrıldım. 2-3 yıl sonrada Hürriyet’de doğru dürüst çizer kalmayınca stripler bitti. Benim için de o dönemde faal çizerlik bitmiş oldu.
de içlerinden seçip alıyor hangisini kendisine uygun bulursa. Sonrasında bir ara verdiniz Kolum kırıldı, uzun bir iyileşme süreci geçirdim sonra biraz kartpostal resimleri çizdim sonrada iyice koptum. Yeniden birşeyler çizeyim diye düşünmediniz mi? Ama birkaç ay önce Abdullah Turhan beni aradı, ne yapıyorsun diye sordu, yağlı boya birşeylerle uğraşıyorum dedim, sen ne yapıyorsun diye sordum, ben hala resimli roman yapıyorum dedi. Nereye çizdiğim önemli değil, ben kendim için çiziyorum dedi. Bir Zamanlar Trabzonum diye bir çizgi roman yapmış. Ben de çıkarttım eski karakalem çizimleri, baktım çok zaman geçmiş, aynı çizgiyi yakalayamadım bıraktım bir kenara ama yağlı boya soyut tablolara devam ediyorum. Keyif alıyorum. Hepsinin içinde matematik var, denge var, estetik var. İlk başta “bu da ne ya! Dersiniz ama 5 dakika bakabilirseniz müthiş derinliği görür siz de keyif alırsınız. Yücel Bey bize zaman ayırdığınız ve bu güzel sohbeti yaptığınız için teşekkür ederim. Not: Kullanılan çizim ve kapakların çoğu http://teksastommiks2.tr.gg/ sitesi arşivinden alınmıştır. Google sağolsun. Röportaj: Ahmet YÜKSEL
Fotoğraflar: Mustafa Cambaz
Bir de Almanya için çizdikleriniz var değil mi? Bir gün Şahin geldi, Almanya’da Ertuğrul Edirne diye bir arkadaşımız var, birkaç ressam arkadaş çizim yapıyoruz ona yolluyoruz, o da yayınevlerine bunları veriyor dedi. Kaç tane yapmam gerektiğini sordum, Kaç tane yaparsan yap orası Almanya ne versen sünger gibi emiyorlar dedi. Tamamen serbest çalışma 300 civarında yağlıboya kapak yaptım. Bastei ve Kerter Werlag yayınevleri bunları kapak olarak kullandı. Adam horhor diyor yani korku vampirler falan filan polisiye diyor cinayet tamamen serbest, Almanya’da yayınevleri
84
85
86
87
88
89
90
91
Sinema
Aralık'ta Festival Başkadır! Aralık ayında Ankara’da yine festivaller ve sinema etkinlikleri ile dolu günler geçirdik. Ailenizin kadrolu festival yazarı olarak âdet olduğu üzere bunları günce şeklinde yazmaya kalkarsak ortaya 16 günlük bir günce çıkacak ki sanırım Gölge’nin yarısından çoğunu işgal edecek bir yazı olurdu. Bu nedenle bu sefer festival ve etkinliklere genel bir değerlendirme yazısı ile göz atalım. Filmlerle ilgili daha ayrıntılı yorum isteyenleri yazının sonunda yer alan bloguma davet ediyorum (hoş bu yazının yazıldığı tarih itibariyle daha onları da yazamadım ya, hadi hayırlısı). Gezici Festival (28 Kasım – 4 Aralık): Bir önceki sayımızda programına kısaca göz attığımız Gezici Festival, 20. yılında bizlere yine şahane bir sinema haftası yaşattı. Ankara ayağı Büyülü Fener Sineması ve Çağdaş Sanatlar Merkezi’nde gerçekleşen festivalin genel havasından bahsetmeli öncelikle. Özellikle Büyülü Fener’de belki bir tek sabah ilk seanslar hariç, neredeyse tüm seansların dolu olduğunu gözlemledik. Pek çok filmin biletleri festival başlamadan bitmişti zaten. Adı çok duyulmayan filmlerin bile dolu salonlara oynaması, yirmi yılda Gezici Festival’in bir marka değeri oluşturduğunu ve seçimlerine güvenildiğini gösteriyor. Filmlerden sonra çoğunlukla olumlu yorumlar duyduğumu da söyleyebilirim. Festival programı ile ilgili birkaç yerden duyduğum eleştiriyi de iletmezsem eksik kalmış olur. Süresi uzun filmlerin son seanslara konması ve bitiş saatlerinin gece 12 civarında olması şikâyetlere neden oldu. Aslında festivaller gündüz seanslarının kaymaması için genelde bu uygulamayı yapıyor ama bu yıl daha fazla şikayet olmasının nedeni Ankara’da yeni metro hatlarının açılmasından sonra belli bir saatten sonra ulaşımın iyice zorlaşması. Yeni metro hatlarının açılması ulaşımı nasıl zorlaştırır tamamen ayrı bir yazı konusu, ona burada hiç girmeden festivalin bölümlerine bakalım.
20. Gezici festival’in basın sponsorları arasındayız.
92
Dünya Sineması: Gezici Festival’in Dünya Sineması seçkisi yine geçen yılın önemli filmlerinden bir seçkiyi karşımıza getirdi. Filmekimi’nin Ankara ayağında karşımıza çıkmayınca Ankaralı seyircinin Gezici Festival’de gösterileceğine kesin gözüyle baktığı İki Gün Bir Gece (Deux Jours, Une Nuit) ve Leviathan bu bölümün yıldızlarıydı. Adana’da izlediğim için tekrar izlemediğim İki Gün Bir Gece’de Dardenne kardeşler her zamanki görsel tarzlarını koruyarak iş arkadaşınızın işten çıkarılmaması için ikramiyenizden vazgeçmeye razı olur musunuz sorusunu karakterleri ile birlikte seyirciye de sorduruyorlardı. Bilet bulmanın son derece güç olduğu Leviathan’da ise Andrey Zvyagintsev hemen her zaman yaptığı gibi hikâyesinin tam ortasına bir aileyi koysa da ilk kez bu kadar politik bir film yapıyordu. Zygintsiev ailenin kendi içindeki sorunlara değinmeyi de ihmal etmeden bürokrasinin hantal yapısı, politikacıların yozlaşmışlığı ve mafya ile ilişkileri konularına da eğiliyordu. Ama tüm bunları yaparken seyircinin kafasına vura vura mesaj vermekten uzak duruyor, kendisinden bekleyebileceğimiz gibi hikâyesini sağlam bir görsellik ve ince göndermelerle süslüyordu. Etkileyici yapısı ile Leviathan festivalin en iyi filmiydi belki de.
93
Sinema
Sinema
Bu bölümün biletleri hızlıca tükenen bir diğer filmi de Kültür Katedralleri (Cathedrals of Culture) idi. Wim Wenders’in ön ayak olduğu bir proje kapsamında dünyanın farklı yerlerinden farklı tarzlara sahip olan altı yönetmenin mimari açıdan dikkat çeken altı farklı yapıyı üç boyut tekniğini kullanarak karşımıza getirdiği bu film binaların seyirci ile konuştuğu bir yapıda (tüm bölümler böyle olmasa da çoğu bu şekilde). 158 dakikalık süresi biraz uzun olmakla birlikte ilgi çekici bir yapımdı. Özellikle Berlin Filarmoni, Rusya Ulusal Kütüphanesi ve Halden Hapishanesi en dikkat çeken bölümlerdi. Festival programında son anda dâhil olan 1001 Gram, özel bir takipçi kitlesi olan Bent Hamer’ın yeni filmiydi. Hamer, bir kez daha Kuzey Avrupa’nın o kendine özgü mizah anlayışını kullanan bir filmle karşımıza çıkıyordu. Seyirciyi bir miktar dışarda tutan, kahkahalarla güldürmeyen ama ince ince gülümseten bir mizah. Aslında steril bir ortamda yaşayan, kendi evinde sigara içerken bile bir köşeye sıkışıp duran, iş ve ev arasında gidip gelen ana karakterimizin dünyada başka şeylerin de olduğunun farkına varması için önüne âşık olacağı bir erkek çıkması gerekliliği, en klişe Hollywood romantik komedilerinde de gördüğümüz bir durum ama Bent Hamer bu hikayeden kendine özgü bir film çıkarmayı başarmış. Bunun yanında üniversitede çalışan biri olarak bazen o çok önemli akademik çalışmaların dışardan bakınca ne kadar anlamsız durduğunu görmek de eğlenceliydi. İsrail’in Oscar aday adayı Viviane Amsalem’in Boşanma Davası (Gett) da festivalin güzel sürprizlerinden biriydi. İsrail’de bir kadının yıllar süren boşanma davasını anlatan film neredeyse tümüyle mahkeme salonunda geçmesine rağmen merakla izleniyordu. Dramatik bir hikâye anlatmasına rağmen mizah duygusu da ihmal edilmemişti. Belki boşanma işlemi her yerde bu kadar zorlu bir süreç değil ama dünyanın pek çok yeri gibi bizim ülkemizde de halen geçerli olan bir anlayışı sorgulaması önemliydi. Nedir bu anlayış: “Kocan seni dövmüyor, aldatmıyor, içkisi-kumarı yok, evine bakıyor, sana para da veriyor. O zaman neden ondan ayrılmak istiyorsun.” Bu tarz cümleler duymaya alışkınız. Çünkü pek çok yerde, kadının “ama onu sevmiyorum” deme hakkı yok. Filmin her anında bu anlayışın yanlışlığını duyumsarken başarılı oyunculuklarla dolu bir film izliyorduk. Bu bölümün çok bilinmeyen filmlerinden olan Kazakistan yapımı Beyaz Gece (Priklyuchenie), Dostoyevski’nin Beyaz Geceler romanını günümüze uyarlayan bir filmdi. Romanın temel karakterlerine ve olaylarına sadık kalan film, kaynak aldığı materyalin sağlamlığı ile aksamayan bir hikâye sunsa da bunun üzerine de pek çıkamıyor ve akılda kalıcı bir film
olamıyordu. Gürcistan yapımı İlk Randevu (Brma Paemnebi) ise çok daha başarılı bir filmdi. Kırk yaşında, ailesi ile birlikte yaşayan ve çevresindeki olaylara çok fazla tepki göstermeyen bir öğretmenin, öğrencilerinden birinin annesi ile yaşadıklarını anlatan film bu kısa özetten akla gelenden daha zengin bir seyir deneyimi sunuyordu. Alçakgönüllü ama başarılı bir filmdi. Festivalin güzel sürprizlerinden biri ise Üçleme (Triptyque) filmiydi. İsminden anlaşılabileceği gibi aslında üç farklı bölümden oluşan ve bu üç bölümde de birbirleri ile bağlantılı ama farklı hikâyeleri olan karakterleri anlatan bu film festivalin diğer bölümlerinden Müzede Bir Gün ile de ortaklıklar taşıyordu. Görsel açıdan üzerinde titizlikle düşünülmüş bir film olan Üçleme, hafıza üzerine söyledikleri ile de başından sonuna kadar seyirciyi perdeye bağlıyordu. Yine de ilk bölümün ana karakteri olan Michelle’e daha fazla zaman ayrılması daha iyi olabilirdi. Diğer iki hikâye birbirine çok daha fazla bağlıyken filmin belki de en ilgi çekici karakteri olan Michelle’in hikâyesi, ilk bölümden sonra çok geri planda kalıyordu.
94
95
Türkiye 2014: Gezici Festival’in 2014 Türkiye sinemasının önemli örneklerini karşımıza getirdiği bu bölümdeki filmlerden Annemin Şarkısı, Balık, Ben O Değilim, Sivas ve Toz Ruhu’nu önceden izlediğim ve çeşitli vesilelerle haklarında bir şeyler yazdığım için tekrar değinmeyeceğim. Seçkide izlemediğim tek film Neden Tarkovski Olamıyorum idi. Murat Düzgünoğlu bu ikinci filminde kendi hayalindeki filmi çekmek isterken geçinmek için basit televizyon filmleri ve reklam filmleri çeken, bir yandan da hayalindeki film için bütçe bulmaya çalışan bir yönetmeni anlatıyordu. Tansu Biçer’in başarıyla canlandırdığı karakterin film çekme macerası gerçekten başarılı bir şekilde işlenmişti ve sinema dünyamızın arka planı üzerine de önemli şeyler söylüyordu. Ancak film, yönetmenin özel hayatına, sevgilisi ve arkadaşları ile olan ilişkilerine yoğunlaştığı zaman kan kaybediyordu. Bu bölümlerdeki ana temanın hep ergen kalan erkekler olduğunu söyleyebiliriz. Ancak bu konuda daha iyi filmler izlemiştik. Yine de gösterime girdiğinde izlenmesi gereken filmlerden. Bu bölümdeki hemen her filmin yönetmeni ve/veya oyuncuları ile söyleşiler olduğunu da eklemeden geçmememiz lazım. Belki de bu söyleşilerden dolayı, festivalin en fazla seyirci çeken bölümü de bu bölümdü. Özellikle söyleşili seansların tıklım tıklım olduğunu gözlemlemek zor değildi. Sinema Aşkına!: Gezici Festival’in bu yılki teması 20. yıl nedeniyle “Sinema Aşkına” olarak belirlenmişti. Bu bölümde bir şekilde sinema ile ilgili filmler seçilmişti. Festival seyircilerinin büyük kısmının sinema sevdalısı olduğu düşünüldüğünde bu konu ile ilgili filmler izlemek de keyif verdi doğrusu. Bu bölümde yer alan filmlerden Motör ve Dile Veda (Adieu au Langage) hakkında daha önceki festival günlüklerinde yazdığım için tekrar değinmeyeceğim. Ancak yine de Motör filmini bir dönemin Yeşilçam filmlerini sevenlerin hatta Gölge’nin komşu sayfalarında konu ettiğimiz Fantasturka’da gösterilen filmlerin tutkunlarının kaçırmaması gerektiğini söylemeliyim.
Sinema
Sinema
İki önemli yönetmenden gelen iki film sinema sevdasına farklı açılardan bakıyordu. Abbas Kiarostami’nin kendisinin de en sevdiğim iki filmimden biri dediği Yakın Plan (Nema-ye Nazdik), kendisini ünlü yönetmen Mohsen Makhmalbaf gibi göstererek bir aileyi kandıran bir adamın gerçek hikayesinden yola çıkarak çekilmiş bir filmdi. Kiarostami bu hikâyeyi gerçek kişilerle yeniden canlandırarak anlatırken gerçek ve kurmaca alanındaki çizgiyi de bulandırıyordu. Üçüncü ya da dördüncü izleyişim olduğunu düşündüğümde yönetmenin kendisinin de söylediği gibi her izlendiğinde yeni ayrıntılar bulunabilecek bir film olduğuna hak verdim. Sinema tarihinin en iyi yönetmenleri arasında saydığım Krzysztof Kieslowski’nin Amatör filmi her nasılsa izlemediğim filmler arsında kalmış. Her ne kadar üstadın son dönem filmleri kadar iyi olmasa da 1979’dan gelen bu film, bir yandan bir kamera aldıktan sonra film çekme sevdasına düşen bir adamın ailesini ihmal etmesi ile kişisel bir hikâye anlatsa da dönemin Polonya’sındaki baskı ve sansürü de konuya yoğun bir şekilde dâhil ediyordu. Ancak bugünden bakınca da hiç eskimiş bir konu değildi. Ana karakterimizin istediği filmi çekmek için verdiği mücadeleyi filme fazlaca müdahaleci olan bir yapımcıya karşı yönetmenin mücadelesi olarak okumak da gayet mümkündü. Bu güzel filmi festivalde çok temiz bir kopya ile izlemiş olmamız da ayrı bir güzellikti. Tüm festivalin en hayal kırıklığı yaratan filmi neydi diye sorarsanız İlk Film (The First Movie) diyebilirim sanırım. Mark Cousins’in sinema ile ilgili belgesellerini çok severim aslında. Kuzey Irak’ta bir Kürt köyüne ilk defa sinema götürmek ve oradaki çocukların film izlemelerini sağlamak kâğıt üzerinde güzel bir fikir ancak Cousins olaya fazlasıyla batılı bir bakış açısıyla bakmış ve çok oryantalist kalmış. Müzik kullanımı da seyirciye hangi sahnede ne hissettireceğini dikte eden bir tarzdaydı. Ancak Cousins’in bu filmi o sevdiğimiz belgesellerinden önce çektiğini de unutmayalım. Daha sonra tarzını oturtmuş olduğunu söyleyebiliriz. Sinema Aşkına bölümünü hayal kırıklığı ile bitirmek istemediğim için Diktatör Olduğumda (Quand je Serai Dictateur) filmini en sona bıraktım. Bu film için festivalin en iyisi diyemem belki ama en ilginci demem mümkün. Kişisel olarak da izlemekten en keyif aldığım filmlerden biriydi. Filmin özelliği tümüyle 8 mm. kameralarla çekilmiş, buluntu görüntülerin toplanmasından oluşturulmuş ve bu görüntülerin bir hikâye içine yedirilmiş olmasıydı. Aslında son yıllarda buluntu görüntüler ile film yapan yönetmenlere sıklıkla rastlıyoruz ama genellikle kısa filmlerle kısıtlı kalıyor bu denemeler. 90 dakikalık bir filmde bu yapmak,
96
üstelik bu görüntüler üzerinden bir hikâye anlatabilmek kolay iş değil. Yönetmen Yaël André bu işin altından başarıyla kalkmış. Murathan Mungan: Gerçeğe Açılan Üç Kapı: Gezici Festival birkaç yıldır sanat dünyasının farklı dallarından isimlerin belli bir tema çevresinde seçtiği filmlere yer veriyor programında. Sanırım birkaç yıl sonra bu seçkiler için festivalin değişmez bölümlerinden biri diyeceğiz. Bu yıl Murathan Mungan, gerçeğin ne olduğunu sorgulayan üç film seçmişti Gezici Festival için. Raşomon (Rashômon), Cinayeti Gördüm (Blow-Up) ve Konuşma (The Conversation) her sinemaseverin izlemesi gereken klasiklerdi zaten. Kendi adıma üç filmi de birden fazla kez izlemiştim. Yine de Cinayeti Gördüm’ü bir kez daha perdede izleme fırsatını kaçırmadım. Raşomon’u programıma dâhil edemedim ama yine de dayanamadım tam da festival günlerinde evdeki Blu-Ray ile hafızamı tazeledim. Konuşma da bir fırsatını bulunca kütüphanedeki yerinden indireceğim filmlerden biri. Haklarında sayfalarca yorumlar yapılmış olan bu filmlerin ne kadar iyi olduklarından bahsedecek değilim. Ancak Murathan Mungan’ın bu filmlerle ilgili konuşmasına değinmeden geçmeyelim. Bu konuşma da festivalin en fazla ilgi çeken etkinliklerinden biriydi. Çağdaş Sanatlar Merkezi’ni tıklım tıklım dolduran etkinliğin salon dışından da izlenebilmesi için dışarıya da ekran kurulmuştu. Murathan Mungan gerçekten de dersine iyi çalışmış bir görünüm sergiledi. Üç film hakkında da detaylı analizler yaparken ülkemizde olanlarla bağlantılar da kurdu. Hatta önündeki notlardan tahmin ettiğimiz kadarıyla yaklaşık 1.5 saat süren konuşma 3 saat de sürebilirdi. Gayet keyifli bir etkinlikti ama çok kişiden duyduğum, benim de katıldığım bir eleştiriyi dile getirmeden edemeyeceğim. Etkinlik, söyleşi olarak duyurulmuştu ama Mungan herhangi bir soru almadan hazırladığı konuşmayı yaptı ve salondan ayrıldı. Hâlbuki “söyleşi” tanımı gereği karşılıklı yapılması gereken bir etkinlik. Keşke Mungan salondan da birkaç soru alsaydı. Müzede Bir Gün: Festival bu yıl müzeler ile ilgili filmlere ayrı bir yer ayırmıştı. Her ne kadar bu bölümde iki film yer alsa da diğer bölümlerde yer alan filmlerden bazıları da bir yerinden bu tema ile ilintiliydi. Frederick Wiseman, 173 dakikalık National Gallery adlı filminde bir yıl boyunca bu kurumun işleyişindeki
97
Sinema
Sinema
hemen her ayrıntıyı gözler önüne seriyordu. Filmin bir kısmı müzedeki tablolar ve bunların arkasındaki hikâyeler, tablolarda hemen fark edilmeyen ayrıntılar üzerine olsa da büyük bir kısmında da müzenin yönetim toplantıları, tabloların bakımları, çerçevelerinin yapılması, müzenin temizliği gibi mekânın işlemesi için olmazsa olmaz faaliyetleri de izliyoruz. İzlerken bunlardan bazılarının, örneğin yönetim toplantılarının biraz uzun tutulduğu düşünülebilir ama yönetmen müzenin işleyişi için bu sıkıcı toplantıların da bir gereklilik olduğunu göstermek istemiş diye düşünüyorum. Bölümün diğer filmi ise önceki yıl !f’de gösterilen Ziyaret Saatleri (Museum Hours) idi. O zaman izleyememiştim ama izleyenlerden çok olumlu yorumlar almıştım. Belki de bu olumlu yorumlardan dolayı beklentimi fazla yükselttiğim içindir, bu beklentimi tam anlamıyla karşıladığını söyleyemem. Tıpkı National Museum gibi bir kısmında müzedeki tabloların hikâyelerini izlediğimiz filmin diğer yarısı tümüyle kurmaca bir hikâye ile donatılmış. Bu bölümde müzenin bekçisi ile şehri ziyarete gelen bir kadının dostluğunu izliyoruz. Belki de bu dostluğun işlenişi çok sarmadı beni. Uyandıran Masallar: CANAN: Gezici Festival birkaç yıldır video çalışmalarına da önemli bir yer ayırıyor. Bu yıl bu kapsamda CANAN’ın 3 çalışması yer alıyordu. İbretnüma ve Vak Vak Ağacı masal kalıpları ile anlatılmış animasyon filmleriydi (ikincisinde yer yer animasyonun dışına çıkıldığını söylemeli). İbretnüma, genç yaşta evlendirilen Güneydoğu’dan bir kadının hayatını anlatırken kadın sorunları kadar ülkenin belli başlı sorunlarına da değiniyordu. Filmde kadın cinselliğine de cesurca değindiğini ve masal masal içinde şeklinde bir yapı kurduğunu eklemeliyiz. Vak Vak Ağacı ise daha politik bir yapımdı. Çoğunlukla 80 sonrasını ele alarak CANAN’ın kendi hayatından da ayrıntılarla birlikte ülkede yok yere asılan insanları konu ediyordu. Hezeyan ise diğerlerin farklı yerde duran bir yapımdı. Burada CANAN’ın kendisi bütün zamanını İnternet başında geçiren ve giderek akıl sağlığını yitiren bir kadını canlandırıyordu. Kadın zamanla İnternet’te gördüğü her şeyi bir erkek tarafından kendisine gönderilen gizli bir mesaj olarak algılamaya başlıyor. Esasen ilginç bir konuyu ele almakla birlikte bir saatlik süreye yayılan yapım biraz tekrara düşüyordu. Bölümdeki diğer yapımlar gibi yarım saat civarında olsa daha iyi olabildi. Osmanlı’dan Manzaralar: Hemen her filmin İnternet’ten bulunabileceği günümüzde festivallerin farklı açılımlara gitmesi gerektiğini hep söylüyoruz. Osmanlı’dan Manzaralar işte böyle bir bölümdü. Bildiğimiz gibi sinemanın ilk yılları, aynı zamanda Osmanlı’nın son yıllarına denk geliyor. Belki bu dönemde bizde sinema başlamamıştı ama yurtdışından sinemacılar ülkemizde çekimler yapmışlar. Ne yazık ki ülkemizde bu görüntülerin toplanmasına dair belirgin bir çalışma yok ama Hollanda’da Eye Institute
98
bu konuda bir çalışma yapıyor. Bu çalışmanın içinde yer alan Elif Rongen Kaynakçı ve Nezih Erdoğan’ın sunumları ile izlediğimiz filmler çoğunlukla 1900’lerin başında sinemalarda gösterilen haber nitelikli filmler için çekilen görüntülerdi. Elbette sinemasal açıdan çok önemli değillerdi ama tarihsel bir belge olarak çok önemli ve muhafaza edilmesi gereken kayıtlardı. Sunumlar da bazen biraz uzun olmakla birlikte gayet ilginçti. Örneğin nasıl bugün medya iktidarın ya da belli görüşlerin fikirleri doğrultusunda manipüle edilebiliyor, yüz yıl önce de durum farklı değilmiş. Anlaşılan bu sessiz filmlerin ara yazılarında yazanlara çok da güvenmemek lazımmış. Örneğin bir ordunun konaklama alanı olarak gösterilen yer bir esir kampı olabilirmiş. Bu yüzden bu görüntülerin gerçekte ne olduğu üzerinde ince çalışmalar yapılıyor. Bu bölümdeki çoğu 3-5 dakikalık görüntüler için tek tek yorum yapmayacağım ancak tüm seçki içinde en farklı yapım olan Şarlo Türkiye’de (Charlie in Turkey) isimli animasyona değinmeden geçmemek lazım. 1919 yapımı bu kısa animasyonda Şarlo uçan halıya atlayıp Osmanlı topraklarına (aslında Bağdat’a) geliyor ve sultanın karısını kaçırmaya çalışıyor. İnternet’te de bulunabilecek bu filmi dönemin bakış açısını görmek için izlemek gerekli. Günümüz bakış açısı ile ırkçı tarafları olsa da keyifli bir film. Bu arada Charlie Chaplin’in filmle bir ilgisi olmadığını belirtmeli. Sadece bir dizi animasyon filminde yarattığı karakterin görüntüsünün kullanılmasını kabul etmiş. Tuncel Kurtiz ile Yola Devam: En baştan beri Gezici Festival’i Tuncel Kurtiz’den ayrı düşünemiyoruz. Yıllar boyunca festivalde Kurtiz’in pek çok filmini izlediğimiz gibi onun katıldığı pek çok etkinlik de gördük. Geçen yıl Kurtiz’in vefatından çok kısa bir süre sonra yapılan festivalde onunla ilgili hoş bir belgesel izlemiştik. Bu yıl da festival ustaya vefasını göstermeye devam ediyordu. Kurtiz’in 1978 yılında çektiği E5 Ölüm Yolu filmi çalışmak için yurtdışına giden işçilerin memleketlerine dönerken geçtikleri E5 yolu üzerinde onları takip ederken dönemi yansıtan önemli bir belgeye imza atıyordu. Kısa İyidir: Bu yılki festivalde kısa filmlerin önemli bir kısmını seçmekte benim de katkım olduğunu geçen ayki yazımda da belirtmiştim. Kendi seçtiğim filmlerle ilgili şöyle iyiydi, böyle iyiydi demek çok doğru olmaz ama geçen ay önden bir yönlendirme olmaması için en sevdiklerimi yazmamıştım. Kara film göndermeleri ile Aşkla Başa Çıkamıyorum (El Amor me Queda Grande), okumayı yeni öğrenen bir çocuğun Nietzsche’yi keşfetmesini keyifle anlatan Arkadaşım Nietzsche (Meu Amigo Nietzsche) ve iyi bir fantastik korku filmi olan Kabus (Sequence) favorilerimdi. Ayrıca Jean Genet İçin Üç Taş (Three Stones for Jean Genet) da en iyiler arasında olmasa da benim gönlümde ayrı bir yeri olan bir film oldu. Festival boyunca bu bölümde yer alan filmler hakkında ne düşündüklerini sorduğum arkadaşlardan aldığım yorumlara çok teşekkür ederim. Genellikle sevildiğini görmek sevindirdi beni. 20 Yılın En İyi Kısaları: Bu bölümde adından da anlaşılabileceği gibi yıllar içinde Gezici Festival’de izlediğimiz kısa filmler arasından yapılan bir seçki vardı. Bu bölümde yer alan filmleri seçtiği söyleyemem ama festival yönetimi fikrimi sorduğunda zaten seçileceğini tahmin ettiğim birkaç film önermiştim. Zaten sonuçta neredeyse
99
Sinema
Sinema
hepsini daha önce izlemişim. Yine seçki içinde en sevdiklerimi sıralamam gerekirse, kısacık süresinde artık eskimiş kabul edilen politik fikirlere sahip bir grup arkadaşın kendilerini feda ederek yeni nesli kurtarmalarını anlatan ve keyifle izlenen Omuz Omuza (De Beste Går Først) filmini en başa koyarım. Gezici Festival’in bu tip seçkilerde son film olarak göstermeyi pek sevdiği Teşekkürler! (Merci!) de çok keyifli ve salonu kahkahaya boğması garantili bir film olarak her zaman favorilerimiz arasında. Annem Sinema Öğreniyor da yıllar önce izlediğimiz günden beri çok sevdiğimiz bir kısa film. Bunun yanında Tango da birbirini tekrarlayan görüntülerin müthiş bir uyumla bir araya gelmesi ile oluşturulmuş dikkat çekici bir kısa filmdi. Hoş kendi adıma bu bölümdeki filmlerin neredeyse hepsini çok sevdiğimi söyleyebilirim. Bu bölümle ilgili birkaç kişiden aldığım eleştiriyi de aktarayım buradan Sanırım festival yönetimine ulaşır. Filmlerin çoğunlukla komedi ağırlıklı olması bazı seyircileri rahatsız etti. Tamam, güldük eğlendik ama farklı türlerde çok daha iyi kısa filmler izlemiştik dediler. Öneri alırken şöyle herkesi güldürecek filmler şeklinde sorulmuştu. Bu nedenle karşımıza böyle bir seçki çıkacağını bildiğim için bu yorumlara katılmadım ama belki de seçkinin adı 20 Yılın En Komik Kısaları şeklinde olmalıydı diye düşündüm. Hoş o zaman da seçkide bu tanıma uymayan birkaç film olacaktı. Neyse artık, 25. yılda o seyircileri de tatmin edecek bir seçki yapılır artık diyelim…
Dört yıldır İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi’nin imzalandığı 10 Aralık tarihi civarında Avrupa Birliği Türkiye Delegasyonu tarafından düzenlenen İnsan Hakları Film Günleri bu yıl Ankara Çanakkale, Eskişehir, Mersin, Sinop ve Van’da düzenlendi. Ankara’da 9-14 Aralık tarihleri arasında düzenlenen etkinlikte iyi bir seçki izlediğimizi söyleyebiliriz. Önceki yıllarda çok fazla takip edebildiğim bir etkinlik değildi ama bu yıl neredeyse tümünü izledim. Madem öyle izlediğim filmlerden kısaca bahsedeyim.
Avrupa Birliği’nin en önemli problemlerinden birinin yoksulluk ya da politik nedenlerle ülkelerinden ayrılıp Avrupa’ya iltica etmek isteyen göçmenler olduğu açık. Bu konuda Avrupa Birliği içinde de farklı görüşler olduğu gibi pek çok ülkenin de insan hakları açısından bu insanlarla ilgili iyi bir sınav verdiği söylemez. İşte İnsan Hakları Film Günleri için elçiliklerin seçmiş oldukları filmlerin önemli bölümü de bu konudaydı. Festivalin en ilginç filmlerinden biri Benim Sınıfım (La Mia Classe) idi. Göçmenlerin yeni ülkelerinde düzgün bir yaşam sürebilmeleri için yapmaları gereken şeylerden biri de o ülkenin dilini öğrenmek. Benim Sınıfım, İtalya’da yaşamak isteyen farklı ülkelerden göçmenlerin İtalyanca öğrenmek üzere gittikleri bir kurs çerçevesinde gelişiyor. Filmin bir kısmında biz de seyirci olarak İtalyanca öğreniyor hissi yaşıyoruz. Hikâyeye öğrencilerin ve öğretmenin kişisel hikâyeleri girdikçe film ilginçleşmeye başlıyor ama filmin asıl ilginç tarafı gerçeklikle kurduğu ilişki. Çünkü filmde öğretmeni oynayan tanınış aktör Valerio Mastandrea dışındaki tüm oyuncular aslında kendilerini canlandırıyorlar. Hepsi de İtalya’da yaşamaya çalışan göçmenler ve gerçekten de İtalyanca öğreniyorlar. Bu noktada gerçekle kurmacanın sınırı bulanıklaşırken yönetmen bir hamle daha yapıyor ve kimi zaman filmin çekimini de filmin bir parçası haline getirerek seyirciye, bakın izlediğiniz bir film aslında, gerçek olduğuna o kadar da inanmayın diyor adeta. Film ilerledikçe ve konu karanlık bir hal aldıkça aklınızın bir köşesinde bu uyarı kalmaya devam ediyor. Örneğin öğrencilerin anılarını anlattıkları sahnelerin ne kadarının gerçek olduğunu hiç bilemeyeceğiz belki de. Yunanistan yapımı 10. Gün (10i Mera), Yunanistan’da yaşamakta olan Afganlı Ali’nin ülkesinden Yunanistan’a geliş hikâyesini anlatıyor. Ali’nin yolu İran ve Türkiye’den geçiyor. Ali’nin özellikle Türkiye’de yaşadığı işkenceler dikkat çekiyor. Bu filmde de Ali kendisini canlandırıyor ama bu sefer gerçek bir hikâye anlatılsa bile karşımızda kurmaca bir film var. Benim Sınıfım filmindeki belirsiz atmosfer yok ama bu sefer yönetmenin kafasının biraz karışık olduğu hissediliyor. Film sonrası söyleşiye de katılan yönetmen gelen eleştirilere karşı sürekli olarak ben Ali’nin bana anlattıklarını aktardım dedi ama özellikle filmin adıyla da gönderme yaptığı filmin kahramanı Ali ile Hz. Ali arasında kurmaya çalıştığı ilişkide çok başarılı olamamış. Merhamet Merhamet (Mercy Mercy) doğrudan göçmenlik meselesi ile ilgili olmasa da Avrupalı ailelerin Üçüncü Dünya ülkelerinden evlat edinmesi meselesi ele alan bir belgeseldi. Belgeselde Danimarkalı bir çiftin, ailesi HIV pozitif olan Etiyopyalı bir ailenin çocuklarını evlat edinme süreci ve ailenin bu çocuklarla
100
101
Çocuk Filmleri: Kore: Son yıllarda Gezici Festival’in Çocuk Filmleri bölümünü ihmal ediyordum. Bu yıl programıma uyunca onları da izledim. Doğal olarak filmlerin hitap ettiği yaş kitlesi küçülünce bazı filmler çok basit geldi ama yine de gayet keyifli filmler de vardı aralarında. Zaten bu bölümün en güzel tarafı geleceğin festival seyircilerini yetiştirmesi. Kimbilir, belki bugün Dardenne kardeşlerin filminde salonları dolduran seyircilerden bazıları, 20 yıl önce çocuk filmlerini izlemek için öğretmenleri ve arkadaşları ile birlikte salonları doldurmuşlardı. Bu yıl Ankara dışında Eskişehir, Sinop ve son anda Kastamonu’yu da ziyaret etti. 20 yıldır ülkenin pek çok köşesine şahane filmler götüren, hatta yurtdışına da çıkan Gezici Festival ekibine bu yıl da bizleri güzel filmlere buluşturdukları için tekrar teşekkürler. Hep birlikte daha nice yıllara.
İnsan Hakları Film Günleri (9-14 Aralık):
Sinema
Sinema
yaşadıkları anlatılıyor. Her iki taraf için de kötü niyetli diyemeyiz belki ama özellikle Danimarkalı ailenin hayatlarının ilk yıllarını farklı bir kültürle eğitilerek geçirmiş çocuklara yaklaşımlarının ne kadar doğru olduğu tartışılır. Ayrıca film sırasında bu olaya aracı olan kuruluşun da ne kadar sorunlu olduğu hissediliyor. Neticede yasal bir işlem olsa da aracı kurum bu işlemi yardım amacı ile değil para kazanmak amacı ile yapınca ailenin ya da çocuğun birbirine ne kadar uygun olduğu çok da sorgulanmıyor. Bu filmin yönetmeni de konuklardan biriydi. Çoğunlukla yıllara yayılan çekimlerin zorluğundan bahsetti ama seyircilerden tuhaf sorular da almadı değil. Nedense filmde olanlarla ilgili yönetmeni suçluyormuş tarzda birkaç soru geldi. Son yıllarda bir festivalde gördüğüm en anlamsız soruya da bu söyleşide rastladım. Zaten en başta filmin İngilizce altyazısında ufak birkaç sorun olduğunu söyleyen ve tek kelime Türkçe bilmediği anlaşılan Danimarkalı yönetmene bir festival teyzesi tarafından suçlayıcı bir ses tonuyla bağıra bağıra, İngilizce altyazı ile Türkçe altyazının tutarsız olup olmadığı soruldu! Daha önce Mevsim Sinema’da izlediğimiz Makondo (Macondo) filmi arada biraz gümbürtüye gitmişti. Bu nedenle burada tekrar izlemek istedim. Annesi ve iki kızkardeşi ile birlikte Viyana’da bir göçmen mahallesinde yaşayan Çeçen Ramazan’ın hikâyesini anlatan film benzerlerini görsek de başarılı sayılabilecek bir yapımdı. Göçmenliği konu etmese de Çeçen savaşı sonrasında çocukların durumunu anlatması açısından ortaklıklar taşıyan Arayış (The Search) filminin adını da burada analım. Michel Hazanavicius, Artist sonrası filminde bu kez oldukça ciddi bir konuyu anlatıyordu. Bir yandan savaş sırasında darmadağın olmuş bir aileden sağ kalanların birleşme çabasını anlatırken bir yandan da masum bir gencin savaş sırasında geçirdiği değişimleri gözler önüne seriyordu. Kötü bir film diyemeyeceğim ama beni rahatsız eden bazı tarafları vardı. Öncelikle Artist ile pek çok ödül kazanan ama çok önemsenen yönetmenler arasına girememiş olan Hazanavicius’un bu filmi çekme nedeninin, bakın ben böyle önemli konulara değinen filmler de çekebiliyorum demek olduğunu hissettim. Ayrıca belirgin bir şekilde Rusların karşısında tavır almış. O da olabilir tabii ama örneğin bir şiddet sahnesi gösterirken hemen arkasından Boris Yeltsin’in resmine kesme yapmak çok ucuz numaralar doğrusu. Göçmenlik mevzusunda programdaki en iyi film ise ilginç bir şekilde, bir animasyondu. Estonya yapımı Limon Lisa (Lisa Limone ja Maroc Orange) filminde limonların ülkesine deniz yoluyla göç etmeye çalışırken arkadaşlarını kaybeden bir portakalın hikâyesini izliyoruz. Tüm film boyunca göçmenlerin yaşadığı türlü çeşitli sorunları görürken sağlam bir sistem eleştirisi de ihmal edilmemiş. Yönetmen ve senaryo yazarı Mait Lass tüm filmi çok ince ayrıntılar ve göndermelerle donatmış. Film içinde kullanılan müzikler çok tarzım olmasa da genel olarak çok sevdiğimi söyleyebilirim. İnsan haklarının önemli bir bölümü de özürlülerin yaşamın içine rahatlıkla katılabilecekleri sistemler oluşturmak. Etkinlikte bu konuda da filmler vardı. Ben De (Yo, También), Down sendromlu olduğu halde
üniversiteden mezun olmuş ve Sosyal Hizmetler’de çalışmakta olan Daniel’in yine burada çalışan “normal” bir kadın olan Laura ile ilişkilerini anlatan bir filmdi. İşin duygusal boyutu yanında cinsellik ihtiyacını da ihmal etmeyen film bir yan öykü olarak da aileleri karşı çıkmasına rağmen birlikte olmak isteyen yine Down sendromlu iki gencin hikâyesini de anlatıyordu. Bu yan hikâyeye daha az yer ayırsa daha derli toplu bir film olabilirdi ama yine de izlenebilir bir yapımdı. Punk Sendromu (Kovasikajuttu) ise çeşitli zihinsel engelleri olan dört arkadaşın kurduğu bir punk grubunu ele alan bir belgeseldi. Kendilerinden beklenmeyecek kadar sağlam sözlere imza atan grup üyelerinin aralarındaki ilişkiler de filme konu olmuş. Grubun en önemli özelliği kendilerini sinirlendiren her konuda şarkı yapabilmeleri. Bu konu politikacılar da olabiliyor, doktorlar da. Hatta pedikürcüler de. Çok iyi müzik yaptıklarını söylemek iddialı olur ama kendilerine otosansür uygulamadan akıllarına gelen her konuda sözlerini çekinmeden söyleyebilmeleri bir punk grubu için iyi müzik yapmaktan daha önemli belki de. Avrupa’nın tarihine baktığımızda insan hakları açından karnesinin çok temiz olduğunu söylemek mümkün değil. Programda Avrupa tarihinin çeşitli dönemlerine eğilen filmler de mevcuttu. Örneğin Berlin Duvarı, yakın Avrupa tarihinin en sorunlu dönemlerinden birini temsil ediyor. Aile (Die Familie) filminde yönetmen Stefan Weinert bu duvarı geçmeye çalışırken hayatını kaybetmiş kişilerin hayatta kalan yakınlarını bularak onlarla söyleşiler gerçekleştirmiş. Bunun yanında ölüm olayları ile ilgili resmi belgeleri de inceleyerek onlarca insanın anlamsız bir şekilde öldürüldüğünün altını çizmiş. Bizim gibi o dönemde ve o coğrafyada yaşamamış insanları bile yoğun şekilde etkileyen bir filmdi. Elbette biraz daha geriye gittiğimizde Hitler de sadece Avrupa değil, tüm dünyada insan hakları açısından kara bir leke olarak kalan bir figür. İsveç sinemasının önemli yönetmenlerinden Jan Troell de 2012 yapımı Son Cümle (Dom Över Död Man) filminde hayatını, yazılarıyla Hitler ile mücadele etmeye adamış bir gazeteciyi anlatıyordu. Kaderin tuhaf bir oyunu olarak ülkemizde kimi basın kuruluşlarına operasyonlar düzenlendiği gün gösterilen bu filmde gazetecilerin hiçbir baskıya boyun eğmeden fikirlerini dile getirebilmelerinin önemini bir kez daha görüyorduk. Elbette gazetecilerin fikirlerinin rüzgâra göre yön değiştirmemesi gerektiğini de tekrar etmeye gerek yok. Elbette kadın hakları da insan haklarının önemli bir parçası. Eufrosina’nın Devrimi (La Revolución de Los Alcatraces) Meksika’da bir kadının belediye başkanı olmak için verdiği mücadeleyi anlatan bir belgesel (Meksika’da geçen bir olay ama Hollanda yapımı bir film olduğu için Avrupa Birliği’nin seçkisinde yer alıyordu). 2007 gibi çok yakın bir tarihte bile bir kadının seçimi kazandığı halde
102
103
Sinema
Sinema bu hakkının elinden alınması ilginçti gerçekten. Ama Eufrosina bu olaydan sonra yılmamış, çalışmaya ve örgütlenmeye devam etmiş ve meclise girmeyi başarmış. Sinemasal açıdan olmasa da anlattıkları açısından önemli bir filmdi. Zenginlerin insan haklarına sahip olması kolay, eğer ülkede insan haklarına önem veriyorum diyorsanız çok az para kazanan, karınlarını doyuracak parayı bile zar zor kazanan insanların da aynı haklardan yararlanmaları gerekir. Programda tabiri yerindeyse besin zincirinin alt katmanlarındaki insanlarla ilgili belgeseller de yer alıyordu. Kazım Öz’ün henüz festivaller dışında gösterim şansı bulamayan filmi Bir Varmış, Bir Yokmuş (He Bû Tune Bû), güneydoğudan Ankara’ya mevsimlik işçi olarak gelen bir aileyi anlatıyor. Öz kamerası ve sesiyle aktif olarak filmin içinde yer alarak belki çok yeni bir şey yapmıyordu ama yine de belgeselin klasik yapısını az da olsa zorlayan bir deneme yapmayı başarıyordu. Çekimler sırasında gelişen bir hikayeyi de filme dâhil eden Öz, bu sayede sadece mevsimlik işçilerin hayatlarının zorluklarına odaklanmaktan da kurtuluyordu. Film sonrasında yapılan söyleşide Öz, Kürt meselesine biraz da bu pencereden bakmak gerektiğini söylüyordu. Bölge insanının ucuz işgücü olarak kullanılması devam ettikçe Kürt sorunun çözülmesini istemeyen bir grubun da her zaman olacağını da belirtti. Karadeniz’in Son Korsanları (The Last Black Sea Pirates) ekmeklerini taştan çıkaran bir başka grubun hayatına odaklanıyordu. Ülkemizde olduğu gibi Bulgaristan’da da hayallerini define bulmaya endekslemiş insanlar bulmak mümkün. Kaptan Jack ve onun yanındaki insanlar, yıllardır bir efsaneye bel bağlamışlar ve yüklü bir hazine bulacaklarına inanmışlar. Aslında onların da bu hazineyi bulacaklarına ne kadar inandıkları tartışılır ama belki de bu yaşam tarzına alışmışlar ve başka bir şey de istemiyorlar aslında. Bir şekilde geçimlerini sağlayanların dışında bir de hemen her ülkede görünen evsizler var elbette. İnsan Hakları Film Günleri’nde onlarla ilgili de filmler vardı. Avustralya (Australia) adlı film her yıl düzenlenen Evsizler Dünya Kupası’na hazırlanan Romen takımını anlatan bir belgeseldi. Belgeselde takımın hazırlık dönemini ve kupanın gerçekleştiği Avustralya’daki günlerini izledik. Çok önemli bir film olmasa da evsizlerin bir takım kurma bilincini oluşturmalarını görmek açısından önemli ve keyifli bir filmdi. Bizim için en komik tarafı ise Romen takımının Avustralya’da iki Türk’e rastladığı andı. Romen takımını görür görmez Hagi, Galatasaray ve Fenerbahçe kelimeleri ile sınırlı bir iletişim kuran gençler hemen arkasından bir de Türkçe küfür savurmayı ihmal etmediler. Evsizlerle ilgili ikinci belgesel ise Dünyanın Kenarında (Au Bord du Monde) idi. Dünyanın en güzel şehirlerinden biri olarak lanse edilen Paris’in sokaklarında yaşayan evsizlerin özellikle geceleri neler yaptığını anlatıyordu. İlk başta basit bir konuşan kafalar belgeseli gibi duran yapım, zamanla yakalanan görüntüler ve kullanılan müzikle beraber giderek daha etkileyici bir hal alıyor ve neticede seçkinin iyi filmleri arasına adını yazdırıyordu. Doğrudan insan hakları ile bağlantılı olmayan filmler arasında Çiçek Meydanı (Cvjetni Trg) başarılı bir yapım olarak öne çıkıyordu. Kanser olduğunu düşünen bir mafya babası günah çıkartmak istemektedir. Mafya babasının yaptıklarını az çok bilse de hakkında herhangi bir delil bulamayan polis, rahip rolüne
girmesi için az tanınan bir oyuncu ile bağlantı kurar. Kimi senaryo sorunları ve çekimlerde acemilikleri olsa da başarılı bir atmosfer yaratan, mafya babası geçinen kişilerin asıl patronlarının politikacılar içinde olduğunu vurgulayan etkileyici bir filmdi. Son film olarak izlediğimiz Şangay Çingenesi (Sanghaj) bir ailenin dört farklı kuşağa yayılmış öyküsünü anlatıyor. Hikâye çoğunlukla Yugoslavya’da geçtiği için arka planda ülkenin çözülme dönemini de görüyoruz. Emir Kusturica ve Tony Gatlif’in etkilerinin fazlasıyla hissedildiği filmde arkada sürekli olarak devam eden müzik bir yerden sonra rahatsız edici olmaya başlıyordu. Ayrıca filmin süresi 124 dakika olmasına karşın çok uzun bir dönemi anlattığı için bu süre kısa bile kalıyor, bazı olaylar çok çabuk toparlanıyordu. Son olarak makyaj çalışmasının da çok başarılı olduğunu söyleyemeyeceğim. Karakterleri yaşlandırmak için saçlara beyaz atmanın yeterli olduğunu düşünen bir ekolden gelmişler belli ki. İnsan Hakları Film Günleri’nin her yıl hem seyirci katılımı, hem de film seçkisi olarak daha iyiye gittiğini görüyorum. Aslında tüm filmlerin ücretsiz olduğu bu etkinliğe talebin daha fazla olması beklenir ama başka festivallerde biletleri bitebilecek bazı filmler burada salonları tam olarak dolduramadı. Yine de her yıl biraz daha fazla kişiye ulaştığı bir gerçek. Ücretsiz olmasına bağlamak istemiyorum ama ne yazık ki seyirci kitlesi olarak film sırasında cep telefonu ile en fazla haşır neşir olan seyircileri bu festivalde gördüm. Birkaç filmde uyarmak durumunda da kaldım. Tamam, bazı filmlerde sıkılmış olanlar olabilir ama madem telefondan mesaj bakmak, Facebook’a girmek istiyorsunuz, bunu salonun dışında da yapabilirsiniz.
104
105
Fantasturka (18-21 Aralık): Bizi sinemamızın bir kesim tarafından önemsenmeyen filmleri ile buluşturan bu fantastik festival ile ilgili sözü derginin komşu sayfalarında yer alan yazısı ile Utku Uluer’e bırakıyorum. Yine de başka yerde görme imkânımız olmayan filmleri programına alan festival ekibine buradan tekrar teşekkür edeyim. Şubat sayısında yepyeni festivallerde ve Oscar tahminlerinde buluşmak üzere. Hasan NadirDERİN http://sinemamanyaklari.com/
Lanet olsun Harry uyan
Şu iki parçacığın omuzumda ne işi var?
Harry!...
Vee bu şey...
Seni Şeytan... Arkadaş adamlar seni yürüyen bir silaha dönüştürdüler...
Yani sen robot gibi birşeysin. 106
107
Ne diyorsun sen? Ne robotu?! O köpek kafana birşey mi düştü lan?!
Sözlerine dikkat et tavşancık benim asabi halimi görmek istemezsin.
Başlatma dikkatli olmaktan köpek!
Senin ben...
Tamam, saol şimdi uyanığım. Devam edin...
Ulan altı yıllık uykudan uyanıyorum, birisi bana arkadaşlarımın ve sevgilimin öldüğünü söylüyor. Beni yumrukla, tekmele ama sakin olmamı söylemeye bir daha cüret etme...
108
Senin sağ elin ölümcül bir silah. Ama şu omuzundakilerle birleşmezlerse bir işe yaramaz. 109
Gezen bir silah ha!... Peki sol ele ne demeli? Bu el niye senin kafan kadar büyük?...
Hımm!... Galiba sol koluna birşeyler yapmışlar. Hastahanede yumrukladığın şu Jaguar vardı ya onun çenesini kırmışsın...
Haa... Yani sen bana diyorsun ki kolundaki güç Jaguarı bayıltıp çenesini kırdı ha?
Evet o yüzden seni zincirledik...
Ne...
Bunu bana söylememeliydiniz... 110
111
Ha ha...
Nooldu lan... Tavşan Mike ve Julio'yu dövdü Yardım istiyoruz.
112
Doğru söylüyordun. Bu el hakkaten iyi...
Şimdi bu eli işe koyma vakti geldi...
113
Devam Edecek.
Pin-up
114