Golge e dergi eylul 2015 sayi 96

Page 1


İÇİNDEKİLER 04-05 Köşe Yazısı- Tüm O Hayal Duraklarının Sonu

06-09 Korku Köşesi - Yılanlı Kuyu

10-15 Çizgi Roman- Karanlık ile Gelen Wuthering Heights (1992)

16-17 Korku Köşesi-Şürale 18-20 Haberler-Hiç Onları Böyle Hayal Etmiş miydiniz?

96.

Sayı ile tekrar birlikteyiz. Gölge e-Dergi'ye ulaşmak için http://golgedergi.blogspot.com Genel Yayın Yönetmeni: Mehmet Kaan SEVİNÇ Editör: Mehmet Berk YALTIRIK golgedergimail@gmail.com Yayın Kurulu: Sadık YEMNİ, Ahmet YÜKSEL, Hasan Nadir DERİN, Gülhan D SEVİNÇ, Melahat YILMAZ, Ceren ÇALICI. Grafik Tasarım: Gülhan D SEVİNÇ Redaksiyon: Ceren ÇALICI

22-24 Haberler- Yüzüklerin Efendisi'nin Yazarından Yeni Kitap 25-28 Öykü - Yalan Dünya 29-34 Ön Okuma- Batman 35-39 Öykü- Su Bitti 40-41 Çizgi Fanzin - Çizgi Fanzin 42-47 Öykü - Ayin 48-61 Çizgi Roman- Bulut 62-64 Çizgi Roman İnceleme-Stephen King’in 1212 Sayfalık O – It Kitabı

Kapak: Samim Salur PAÇACIOĞLU Pinup: Ceren ÇÜMEN Gölge e-Dergi internetten yayın yapan özgür ve özgün içerikli tam bağımsız bir dergidir. http://twitter.com/GolgeDergi http://issuu.com/GolgeDergi http://golgedergi.deviantart.com/

21 Fantastik Şiir- Ölü Ruhlar Ormanı

Üzerine Özendirici Notlar 65-69 Röportaj- İbrahim-Hakkı-Uslu 70-83 Sinema- 2014-2015 Sezonu Değerlendirmesi

84 Pinup


Editör'ün Kalemi'nden

Geldik Eylül ayına. Gölgeler kısalmaya günler uzamaya başladı. Dile kolay tam 96 sayı, Gölge e-Dergi sayıları da çoğaldı. Ne yaz tatili, ne aşırı sıcaklar ve yoğun nem, ne de yorgunluk bizi durduramadı. Yazdık çizdik, derledik toparladık sizler için Gölge e-Dergi Eylül 2015 Sayı 96’yı hazırladık. Bu sayının hazırlanmasında emeği geçen bütün arkadaşlarımıza teşekkür ederiz. Yeni sayılarda görüşmek dileğiyle iyi okumalar... Gölge e-Dergi

3


Aykırı Çağrışım

Tüm O Hayal Duraklarının Sonu

Farkında mısınız, son zamanlarda hayal ve gerçek arasındaki keskin çizgi giderek bulanıyor. Tüm o itirazlar ve yok saymalar toz olup gidiyor. Gerçekle kurmaca arasındaki koca duvar yıkıldı bile; şimdiyse kalan izleri siliniyor. Silindikçe aslında gerçeğin ta kendisi ortaya çıkıyor. Onu bile bizden saklamışlar... Çok değil, 20. yüzyılın başlarına bakmak yeterli. Bakıp da edebiyat alanına bile alınmayan fantastik ve bilimkurgu, 21. yüzyılda üzerine en çok yazılan tür oldu çıktı. Yeni çıkan kitaplarda bu türden eserler illa ki muzipçe göz kırpıyor. Nasıl da güzel tanımlıyordu bunu üstt Bülent Somay: İnsan aklının nesnel gerçekliği tüm yönleriyle kavrayıp açıklayamayacağının anlaşılması üzerine gerçekçi edebiyatın sarsılmasıyla fantazilerin yaygınlık kazanmaya başladı. Sarsıntılar şimdi son demlerinde. İnsanoğlu uzun yıllardır yüz çevirdiği doğasını kucakladı kucaklayacak. Bir şeyler değişiyor. İnsanlar dünyayı olduğu gibi kabul eder oldu kafalarının içinde. Hayalleriyle barıştı artık. Hayaller artık erkeklere ayıp değil. Sadece cinsel fantezilere müsaade olduğu yıllar bitti.

4


Aykırı Çağrışım Kadınlar pembe dizilerin boyunduruğundan kurtuluyor. Aşk dışında keşfedecekleri ve tadacakları çok, ama çok şey var. Dünyaya bir bakın. Başka birinin kafasının içinde yaşıyoruz artık. Birinden diğerine dönüp duruyoruz ve büyüyoruz. Gelişiyoruz. Dayatmalardan sıyrılıyor, gözlerimizi açıyoruz. Başkalarının hayallerinde yeni benlikler ediniyoruz. Hepsini yeni bir giysi gibi deneye deneye kendimizi buluyoruz. Gerçekliği eğip büküyoruz hepimiz ve artık kalabalıklar üzerimize gelmiyor. Çünkü o kabalıklar şimdi biziz. Bugün, ailesi gözleri önünde öldürümüş küçük bir kız ölüm yıldönümlerinde J.K. Rowling’in çok kişiye ilham kaynağı olmuş karakteri Dumbledore’dan alıntı yapıyor. Kitaplarda okunan sözler vücutlara dövme ediliyor. Kişi ölene dek bir düstur gibi gururla onu üzerinde taşınıyor. Giysilerin üzeirne kahramanlar işleniyor. Yapılan binlerce alıntı bilgisayarlara kaydediliyor, sanal profillerde paylaşılıyor. Yıllarca hayallere sırtını dönmüş kişilerin ağzından ansızın birkaç tanıdık isim kaçıveriyor. Beyaz perdeden sızıyoruz bazen o öteki zihinlere, ya da her yeni çıkan kitapla birlikte sayfaların arasındaki geçitlerden geçip, satırlarla kurulmuş köprülerde öte diyarlara varıyoruz. Duvar çoktan yıkıldı, ama kaybolmaya başlayan sınır aslında gerçekle bağını hiç koparmıyor. Evet, sınır silikleşiyor ama ardında harika bir şey bırakıyor. Kahraman ruhlu gençler doğuyor sınır silikleştikçe. Ayakları üstünde duran kadınlar, özgür fikirli çocuklar, kendini başkalarına adamış ve kahraman ruhlu yeni nesiller... Sayfalar arasındaki satırdan köprülerde koşan her kişi yolun sonunda gerçekliğe varıyor aslında. Varıyor ve tüm o kurmacanın ardında kendi dünyasını görüyor. Yol her zaman eğitici ve o yolları aşmaya cesareti olan her izleyici, her okuyucu varış noktasında yaşadığı dünyayı buluyor. Korkacak bir şey kalmadı. Bize gerçek diye dayattıkları sunilik son yıllarda bizim ülkemizde de yıkılıyor. Gözlerimiz tamamen açıldı ve biz hayallerin neden genç zihinlere günah sayıldığını öğrendik. Çünkü biz okudukça, biz hayaller aracılığıyla seyahat ettikçe pek çok farklı zihne konuk olma şansını yaşıyorduk. Böylece farklı farklı diyarlarda, adı sanı duyulmamış, yaşadığımız dünyanın parçası olmayan mekanlarda zemine kazılı mesajları topluyorduk. Topladıkça gelişiyorduk; zihinlerimiz açılıyordu. Zincirler ve dayatmaların en büyük düşmanı kurmacaydı meğer. Güçlü kadınlar ve erkekler henüz keşfettikleri doğalarına bir kez daha sırt çevirecek gibi görünmüyor. Hayallerini kuşanan herkes bir o kadar onları paylaşmaya hevesli. Ellerinde kalemler ya da parmaklar klavyeye dokunur halde sürekli anlatıyoruz. Sadece kendi gördüğümüz yerleri başkalarıyla paylaşmak, onları da oraya götürmek istiyoruz. Ve biliyoruz. Yol bir kez daha bittiğinde ucunda asıl gerçeklik olacak. Onu bir kez daha göreceğiz. Pek çok yazarın bize verdiği mesajı bir daha, bir daha soluyacağız ve işte o zaman başkalarının etkisinden sıyrılacağız. Hayal kurarak silkiniyoruz ve artık toplumsal rollerimizin bile birer dayatma olduğunu görüyoruz. Ortada bir rol varsa yönetmen kim diye soruyoruz hep birlikte. Ama tam da bundan önce bir şey daha diyoruz. Ya da ben, en azından bu yazıyı yazan bendeniz tam bunlardan önce başka bir şey diyorum: Eve hoş geldin kurmaca. Ne iyi ettin de geldin. Hazal ÇAMUR

5

İllüstratör: Gülhan SEVİNÇ


KORKU KÖŞESİ

6


Korku Köşesi

Yılanlı Kuyu Mestan, karnı sırtına yapışmış eşeğinin yularından asılmış çekiştirirken, Mestan’ın yanında çocuk misali kalan anası da eşeğin palanına sıkı sıkı tutunup düşmemeye gayret etmekteydi. İki gariban, bir eşek koca Şar Dağı’nın eteklerinden geçip karınca misali bir köyden diğer köye tıngır mıngır gitmektelerdi. Mestan’ın üstünde dört-beş bayram evvel eline para geçtiğinde aldığı, bayramdan bayrama giydiği pabuçları ve sırtındaki yamalarla neredeyse ilk gençliğinin bayramlarından beridir giydiği bir kırmızı yeleği vardı, anasın üzerinde belki de on bayramdır giydiği basma fistanın etekleri rüzgârla uçuşmaktaydı. İbro Ağa’nın ortanca kızı Emine’yi istemeye gidiyorlardı. Civar köylere ırgatlığa gider Mestan’ın arttırabildiklerinden bir tepsi börek bir bakraç da şerbet yapıp, karınca kararınca hazırlıkla komşu köyün yoluna revan olmuşlardı. Anası defalarca Mestan’a: “Bre İbro Ağa’nın vardır tarlalari, evlerı. Fikara cürır bizı, vermez kızi!” dese de oğlunu ikna edememişti. İbro Ağa’nın evine vardıklarında utana sıkıla girmişlerdi avluya. Avluyu gören penceresi tahta kafesi mutfaktan belli belirsiz gelen kıkırtılardan, divanın başköşesinde oturup ağaç gölgesinde nargile tüttürmekte olan İbro Ağa’nın sebep olduğu fokurtulardan gayrı ses yoktu. İbro Ağa’nın çatık kaşlarından, sert bakışlarından korunmak istercesine selam alıp verildikten sonra bir köşeye adeta sığınır gibi oturdu ana, oğul. Evin yanaşmalarından birisi gelerek tepsi ile bakracı alıp mutfağa girdiğinde İbro Ağa hala sessizliğini bozmamıştı. Mestan, yanaşmaya bakarak içinden söylendi: “Ağa takımından değıl mı bre? Ep alır, ep alır!” Mestan’ın anası güç bela söze girip İbro Ağa’nın ortanca kızı Emine’ye talip olduklarını söyleyince mutfaktan gülüşmeler yükseldi, İbro Ağa’nın fokurtuları avluyu çınlattı, Mestan ile anası kabil olsa toprağa sığışacak denli oldukları yerde küçüldü. İbro Ağa pala bıyıklarını düzelterek ağır ağır konuştu, oğlunun işini gücünü sordu. Ardından olduğu yerde kasıldı da kasıldı: “Bir kızı ister on kişı, alır birısı! Senın kızanında var mıdır benım kızçemin yüz cörimliğini karşılayacak pare?” İbro Ağa, Arnavut’tu elbette başlık parasını da isterdi. Mestan dilinin döndüğünce az biraz birikmişi olduğunu söyleyince güldü: “Yuldan geçene kiz verecek halimiz yok ya more? Yılanli kuyinın definesını getiresın anca alırsın bizım kızçeyi!” Böyle deyince ana oğul el mecbur selametlik dileyip evden çıkarak köylerinin yolunu tuttular. Yolda anasıyla konuşurlarken Mestan sordu: “Yılanli kuyu definesı nedır bre ana? Hayal meyal işıtmiş idım lakin bilemedım te şimdi?” “Şar Daği’nı aşan yulın üstünde var imış bir çatal patika, urada var imış bir kuyi. Cinlerın perılerın padşahlarından birısının definesı var imış içınde.” “E pekı ne sebeple demışler ona “yılanli”?” “Defıneye bekçilık eder yılanlar var imış kızanım. Birangi kimse el uzatmasın diye…” “Hiç duymamış idım bu masali…” “Masal değildır more! Hakikattır! Ben gelinlık kız iken aramaya giderlerdı, lakin bulup getiren olmadi…” “Kuyinin yerini mı bilmeydılar?”

7


8


ÇC

Korku Köşesi “Yok bre kızanım, yeri bellıdır. Kuyuya giren sağ çıkamaz imış…” Mestan’ın anası kafa dalgınlığıyla öylesine söyleyivermişti ama oğlunun aklını çelip kız uğruna define peşine düşebileceği aklına gelince daha fazla konuşmayarak sustu. Lakin Mestan’ın aklına bir kere definenin hayali düşmüştü. Evlerine döndükten sonra geceleri hep Mestan’ın rüyalarında kuyudan defineyi çıkarması, ardından Emine ile evlenmesi ile son buluyordu. Bir gün vaktiyle sancak beyinin eşkıyaya, hayduklara karşı korunma için kendilerine dağıttıkları tüfeng ile barutlukları, ormana gittiği baltayı kuşanıp, beline Vidin bıçağı takarak yanına aldığı bir kalın urgan, fener ve çakmak taşı ile evden çıktı. Anası Mestan’ın ayaklarına kapanmış: “Gitmeyesın be kızanım! Giden dönmemıştır kuyidan gerıye! Bir başina kuyma anaciğını!” diyerek yalvarmışsa da Mestan, definenin ve Emine’nin hayali gözlerini kararttığından anasını birkaç kelime ile teskin edip çıkıp gitti. Şar Dağları’nın dibinden geçen yolu tırmanıp koca koca ağaçların uzandığı korulardan geçip, gerçekten de bir çatal patikanın biraz uzağında çıkrıksız bir kuyunun bulunduğunu gördü. Etrafındaki çalılıkları, kurumuş ağaçları güç bela geçip kuyuya varınca evvela bir ağacın gövdesine urganı bağlayarak kuyuya sarkıttı. Ardından feneri yakıp beline asarak bir insanın sığabileceği kadar geniş kuyunun karanlık ağzından içeriye sarktı. Ayakları yere basınca urganı çözüp feneri yukarıya kaldıran Mestan mağara ağzını andıran haşmetli karanlığı seyretmeye başladı. Mağaranın bir ucundaki parıltıları belli belirsiz görünce o yana seğirtti. Bir tepe üzerine saçılmış çil çil cahiliye devri altınını görünce ilk başta hayal gördüğünü zannetti. Eğilip birkaç tanesini eline alınca gerçek olduğunu anladı. Lakin tam o esnada sanki her taşın her delin altığından yüzlerce tıslama sesi işitmeye başladı. Feneri beyhude yere etrafa tutup bir yandan da bağırıyordu: “İbro Ağa sebep oldu! İbro Ağa sebep oldu!” Aynı günün gecesinde, İbro Ağa döşeğinde uyuklamaktayken dışarıdan bir ses duydu: “İbro Ağa! İbro Ağa uyanıp gelesın!” İbro Ağa: “Kimdır bu münsaebetsız?” diyerek döşeğinden kalkıp hızla avluya indi. En son kapı çıkrığının açılma sesi işitildi, ardından İbro Ağa’nın feryadı… Ev ahalisi koşarak aşağıya indiklerinde sırt üstü yere yıkılmış İbro Ağa’nın, boş bakar gözlerini havaya diktiğini kendi kendine sayıkladığını gördüler. Kapının önünde kimse olmamasına rağmen İbro Ağa kapıyı göstererek deli gibi söyleniyordu: “Her tarafı yilanlı idı more… Yılanlar sarkayidı üzerınden…” Mehmet Berk YALTIRIK

9


10


11


Lanet olsun, bizi burada da buldu. Peşimizi bırakmayacak.

12


Kahretsin rüzgar yön değiştirdi,

Ughhh…

Kokumuzu alması an meselesi

Hemen gidelim buradan

Saklanmaktan yoruldum artık

13

Hemen gitmezsek bir daha saklanmana gerek kalmayacak zaten.


Ahhh…

Hay canına yandığımı, bileğimi burktum… Tamam sen burada kal. Ben...

Onun dikkatini başka yöne çekeceğim.

14


Çıkmaz sokağa girdim

Offf

Bu defa beni kesin yakalayacak.

Yandım

Uhh

Aferin küçük dostum, tam zamanında havladın. 15

DEVAMI VAR.


ÇC

Korku Köşesi Dehşetler Albümü

Şürale Tatar (Tataristan) halk inançlarında ormanların karanlıklarında yaşadığına inanılan, insanı andıran bir varlıktır. Kollarının ve boyunun ağaçlar kadar, parmaklarının da iki-üç arşın kadar uzun olduğuna, vücudunun tüylerle kaplı olup, kulaklarının da uzun olduğuna inanılır. Alnında bir boynuzu bulunan Şürale’nin koltuk altlarında delik olduğu, bu delikten bütün iç organlarının gözüktüğü, bu nedenle de Şürale’nin hiçbir zaman kolunu havaya kaldırmadığı, çünkü koltuk altı deliklerine ağaç budağı saplanırsa ölebileceği söylenir. Hem erkek hem kadın cinsinden olup ormanda sürü halinde oturdukları, kopuz sesini çok sevdikleri, kadın şüralelerin çuval misali memelerini omuzlarından arka tarafa atarak gezdikleri, bükülüp yürüyerek gezindikleri ve insan gibi konuşabildikleri anlatılır. Bu şekilde Şürale ormanda imdat isteyen bir ses çıkarıp insanları yoldan saptırıp ormanın en karanlık köşelerine götürürmüş. Ancak genelde bahar ve yaz mevsiminde gün doğumu yahut gün batımı esnasında, yalnız olan insanları korkuturmuş. Orman yolunda insanın karşısına çıkarak yolunun şaşırdığını söyleyip ağlar, yardım istermiş. Yardım amacıyla peşine takılan kişiyi ormanın bilinmeyen bir köşesine götürürmüş. Ormana yalnız gelmemişse veya yanında köpek varsa, kamçı varsa yolunu asla kesmezmiş. Ormana gelen insana “Hav hav var mı? Çuh çuh var mı?” diye sorar ve köpek ile kamçı sesini duyunca kaçarmış. Yol boyu insana soru sorar, kendisinde sorulan soruları ise yanıtlamazmış. Saf bir varlık olduğuna inanıldığından halk arasında “Urman Sarığı (orman koyunu) da dedikleri bu varlık dişlerini gösteren veya kahkaha atan insanları uzun parmakları ile gıdıklayıp öldürürmüş, bu yüzden rastladığı her insanı gıdıklamaya çağırır, oyun edermiş. Şürale yaşadığı süre boyunca ağaç budakları gibi eğri büğrü tüysüz parmaklarını birkaç kere değiştirirmiş. Yolda onun parmaklarını bulan insanlar şanslı sayılır, ovalayıp yaraya serpince yaranın çabuk iyileşeceğine inanırlarmış. Şüraleden kaçmanın yahut korunmanın belli başlı yolları varmış: Çok hızlı koşabildiği ve ağaçlar arasında fark edilmediği için giysileri ters ve ayakkabıların sağını solunu değiştirip giymek veya gidilen yolu gizlemek için arkaya yürümek; böyle yapışınca ters tarafa koştuğuna inanılırmış. Şayet birisinin peşinden koşmaya devam ederse akarsuya doğru koşmak (sudan korktuğuna inanılır) ve Şürale, “Suyun ucu ne tarafta” diye sorarsa ona suyun aktığı tarafı göstermek lazımmış böylece oraya gider geri dönemezmiş. Tatar Türklerindeki “Şürale’ye suyun başını göstermek” deyimi bu aldatmadan kaynaklanmaktaymış. Şüralenin “at binen cin” misali atlara musallat olduklarına da inanılırmış. At binen cine yapıldığı gibi atın üstüne zift sürülerek yakalanan Şüraleyi ya hamama kapatıp yakarlarmış yahut doğrudan yakarlarmış. Ancak bu Şürale ölmeden önce insanlara ve oturdukları köye beddua edip öyle ölürse bu beddua tutarmış. Kaynak: Çulpan Zaripova Çetin, “Tatar Türklerinde Mitolojik Varlıklarla İlgili Mitler ve İnanışlar”, Bilig, Güz 2007, Sayı 43, s. 9-10.

16


17


Haberler

Onları Hiç Böyle Hayal Etmiş miydiniz?

İllüstrasyon-mcbean

Doğanın kanunu bu gün gelir Süper Kahramanlar da yaşlanır ve belki hatta emekli olur ! Gezegenleri yerinden oynatan,olağan üstü canavarlarla savaşan,denizlerin en derin yerine oksijen tüpü olmadan dalan,trenlere kafa atan,dondurucu soğuklarda yorgansız yatan,iyi yada kötü sonuçta hepsi süper kahraman..! Alex Solis hayal dünyamızı tetikleyen süper kahramanların gün gelipde ihtiyarladıklarını hayal edip çizmiş...

18


Haberler

Ash ve Pikachu

Batman

Captain America

Darth Vader

Flash

Finn ve Jake

He-Man vs İskeletor

Iron Man

Link

Michelangelo

Mickey Mouse

Minion

19


Haberler

Spiderman

Star trooper

Super Mario

Superman

Thor

Wonder Woman

Ä°llĂźstrasyon-mcbean 02

20


Fantastik Şiir

Yürüyorum bitmez ölü ruhlar ormanında Sonsuz sis önümde deli karanlık ardımda Bakıyorum korkarak bu dehşet dolu manzaraya Ebedi vahşetin adı kazındı çaresiz aklıma Sanki arıyorum kendimi kadim kâbuslarda Burada hep gece yarısı ne zaman diner fırtına Ürperir ruhum acımasız, habis fısıltılarla Baş başayım esir ruhların zincir şakırtılarıyla Yürüdüm geçit vermez ağaçların arasın da Yüzyıllar boyu perde perde karanlığın tonların da Belki bulurum aydınlık dünyamı boş bir umut fısıltısıyla Boş yere yaşam aradım ölümün kuşattığı diyar da Çığlık sağanağından sağ kalan kulaklar da Yaşama dair bir ses kalmamış boşlukta Ne kadar kurtulmak istesem de nafile Yankılanıyor feryatlarım hiçlik denizin de Ölü ruhlar ormanına komşu olan bu deniz de İblisler doğar her ruhani çığlıkla birlikte Kuşatırlar bu ölü ve donmuş diyarları Teselli yok burada zaman içinde ki kâbus distopyası Baştan aşağıya kana susamış çığlıklarla Geliyorlar benim de ruhumu aralarına katmaya Kurtulmak istediğim ürkütücü feryatlarıma Bir cevap geldi “Ömrün tamamlanacak orada” Yusuf GÜRKAN “Kuzguni”

İllüstrasyon:

21


Haberler

Yüzüklerin Efendisi'nin yazarından yeni kitap ‘Yüzüklerin Efendisi’ üçlemesi ve ‘Hobbit’in dünyaca ünlü İngiliz yazarı J.R.R. Tolkien’in daha önce hiç yayınlanmamış bir kitabının bu ay okuyucu ile buluşacağı açıklandı. Yazarın ‘Kullervo’nun Hikayesi’ (Story of Kullervo) isimli kitabı, 1915 yılında henüz 23 yaşında Oxford’da öğrenciyken kaleme aldığı belirtildi. Tolkien’in ‘Kalevala’ isimli Finlandiya destanından esinlenerek yarattığı ve “Kendi efsanelerimi yazma denemelerimin ürünü” diyerek tanımladığı tamamlanmamış kitabın yıllardır Oxford’daki Bodleian Kütüphanesi’nde saklandığı açıklandı. Uzmanlar, ‘Kullervo’nun Hikayesi’nin geçmişte Tolkien uzmanı akademisyen Verlyn Flieger’ın yayınladığı akademik bir makalede yer aldığını, ancak daha önce hiç edebiyat meraklılarının beğenisine sunulmadığını söyledi. Kitabı 27 Ağustos’ta piyasaya sürmeye hazırlanan HarperCollins basım evi konuyla ilgili yaptığı açıklamada, edebiyat dünyasında büyük ses getirmesi beklenen kitabın doğaüstü güçleri olan bir yetimin hikayesini anlattığını ve “Tolkien’in en karanlık çalışmalarından biri olduğunu” söyledi.

22


23


Haberler

Yüzüklerin

Efendisi

üçlemesi

ve

Hobbit

kitapları

peyazperdeye uyarlanmış ve dünya çapında bir hayran kitlesi edindi.. Sılmarillion’un Esin Kaynağı Kitap, babasını öldüren, annesini kaçıran ve onu da üç kez öldürmeye çalışan Untamo isimli kara büyücünün evinde büyüyen Kullervo isimli yetimin hikayesini anlatıyor. Kullervo büyüyüp köle olarak satılınca intikam yemini ediyor ancak bu sırada farkında olmadan ikiz kız kardeşi ile ensest ilişki yaşıyor. Genç kız ikiziyle birlikte olduğunu öğrenince de intihar ediyor. Uzmanlar Kullervo’nun Tolkien’in ünlü kitabı ‘Silmarillion’un ensest ilişki yaşayan trajik kahramanı Túrin Turambar’ın ardındaki esin kaynağı olduğunu düşünüyor.

24


Öykü

Yalan Dünya Savaşın en sessiz günlerindeyiz. Askerler sadece, siperlere çöküp bekliyorlar. Neredeyse bir yıl olacak. Bu bir savunma cephesi lakin başlarda yalnızca taarruz eden biz olduk. Saldırdık, saldırdık ve saldırdık. Benim gördüğüm sadece ölümdü. On adım atmadan herkes vurulup ölüyordu. O kadar çok insan öldü ki cesetlerden yapılma bir siperimiz daha olabilirdi; fakat garip bir şekilde yer tarafından çekilip gidiyorlardı. Şuan çadırımdan çıkıp baksam tek bir ceset bile göremem. Düşmanımız neye benziyor bilmiyorum. Kendiler tek bir kez bile hücum etmedi. Kafalarını siperden kaldırdıklarını bile görmedim. Tek bildiğim çok güçlü ve acımasız oldukları. Onca ölümün ardından general taarruz emri vermeyi kesti. Asker aylardır elde tüfek, sipere sırtını dayamış bekliyor. İşin kötüsü bu sanki sonsuza dek sürecekmiş gibi. İnsan psikolojisinin bunu kaldırması imkansız. Sivil hayatımda bir şiir kitabı yayınlamıştım. Bir şiirimde şöyle bir dize var: "Kim ölmüş gamdan kederden" İşte buradaki durum bu dizeme bir cevap. Burada insanlar revire kurşun yarası ve ya dipçik darbesi için gelmiyorlar. Ruhsal sorunları için geliyorlar. Ekibimde ne yazık ki bir psikolog kalmadı. İnsanlar çıldırmak üzereler. Hatta bir er, generalden taarruz emri vermesini istiyordu. Ölüp, bu yerden kurtulmak için. Anlayamıyorum ne bu savaşı ne de bu gezegeni. Burası uğranda savaşılacak bir yer değil gibi geliyor bana. Ekin eksen ekilmez. Ev kursan tutmaz. Bu lanet kumların altında kıymetli bir maden olduğunu bile sanmam. Bunca insanın uğruna öleceği yer böyle bir yer olmamalı. Üzülüyorum. Sadece üzülüyorum. Artık dayanamıyorum. Bunları generale de söyleyeceğim. Çekilelim bu gezegenden daha fazla insan ölmeden. General ile konuştum. O da benimle aynı fikirdeymiş. Hatta birkaç gün önce ana vatana durumu açıklayan ve geri çekilme talebi içerin bir mesaj yollamış, ama ne yazık ki hala bir cevap gelmemiş. İki gün içinde cevap gelmezse, düşmanla savaş kes yapmayı düşünüyoruz. Umarım barış nedir, beyaz bayrak nedir biliyorlardır. *

*

*

Bu okuduklarınız, Ecered Savaşı'nda bulunmuş olan Doktor Celsius'un günlüğünden bir alıntıdır. Bir asırlık aradan sonra Kaptan Fahrenhayt ve ekibi Ecered'e ulaşmayı başardı. Güvenli olduğu onaylandıktan sonra ben de ilk araştırmaları yapmak için oraya gittim. İlk fırsatta gezegeni gezmeye başlamıştım bile. Yaşam belirtisi yoktu. Yüzyıl önce gelen araştırma ekibinin üssü orada ilk hali gibi duruyordu ama içinde yaşayan kimse yoktu. Savaş alanına da gittim. Kazılmış olan cepheler, kurulmuş çadırlar, barakalar öylece orada bizi bekliyordu. Ekibimle o alana kurulduk ve ön araştırmayı yapmaya başladık. Doktor Celsius'un günlüğü dahil bir çok günlük, belge, mektup tarzı yazılar bulduk. Görsel belgeler bulma konusunda çok ümitliydim fakat

25


26


Öykü basın çadırında ne bir video ne de fotoğraf bulabildik. Fotoğraf makineleri oradaydı ama içlerinde hiç veri yoktu. Savaş alanını kazıp ölülerimizden kalıntılar aradık. Bulamadık. Bu ilginçti. Başta kimsenin ölmemiş olacağını düşünmüştüm; fakat yazılı belgelerde herkes bir çok ölümün olduğundan bahsediyordu. Daha da ilginci, üzerimizde bulunduğumuz topraklar hiçte Celsius'un ve savaşta bulunmuş insanların tarif ettiği gibi değildi. Yemyeşil bitki örtüsü ve ağaçları vardı. Harp meydanından görünen bir şelale bile vardı. Hatta Doktor Celsius'un da çalıştığını düşündüğümüz revirin hemen arkasında güzel meyveler veren ağaçlar vardı. Yazıları okuttuğumuz ruh bilimcimiz, savaşın herkeste oluşturduğu ruh halinin bu güzel yeri farklı şekilde görmelerine sebep olabileceğini söyledi. Bu fikir bana hep saçma geldi. Dünyaya döndüğümde Bay Kelvin, Ecered Savaşı ile ilgili bir belgesel yapma fikrinden bahsetti. Kendisi yapımcılığını üstleniyordu. Yönetmen olarak, Waturu filmini yönetmeni olan Reomür ile anlaşmıştı bile. Bana da başdanışmanlık teklifinde bulundu. Kabul ettim. Asrın belgeselini çekecektik. Çok konuşulacaktı. Bu işin şimdiki ekibimle olmayacağını düşündüm ve ünlü profesörler ile konuşup anlaştım. Ecered'e dönmeden önce Doktor Celsius'un torunlarını ziyaret ettim. Atalarını iyi biliyorlardı, onu bir kahraman olarak hatırlıyorlardı. Şiir kitabını sordum onlara. Hiçbir fikirleri yoktu. Bunun üzrine edebiyat bilginlerine sordum kitabı; ama dediklerine göre Celsisus ne bir şiir kitabı ne de başka bir kitap yazmıştı. Ecered'e döndükten sonra, ilk işimiz dil bilimciler ile düşmanın geride bıraktığı belgelerden yola çıkarak onların dilini çözümlemeye başlamak oldu. Biz bunun üzerine çalışırken, harp meydanının bire bir kopyası gezegendeki boş bir alana kurulmaya başlandı. Bir yandan dünyada savaşta bulunanların akrabaları ile röportaj yapılıyor bir yandan Ecered'de canlandırmalı çekimler yapılıyordu. Her şey mükemmel olacaktı. Biraz zor olsa da düşmanın dilini çözmüştük. Bizimki gibi hüzünlü ve umutsuz mektupları, günlükleri vardı. Liderleri olduğunu düşündüğümüz birinin günlüğünde çok şaşırtıcı ve önemli bilgiler edindik. Birkaç alıntı yapmak istiyorum. Bir tanesi şöyle: "Sürekli saldırıyorlar ve bizim siperlere varmadan yok olup gidiyorlar. Ölüyor gibi bir halleri var ama cesetleri kalmıyor. Neden öldüklerini veya yok olduklarını bilmiyorum. Bu onların biyolojisinde olan bir şey mi? Bilmiyorum. Birkaç saldırıdan sonra bunun bir hile olduğunu düşünmeye başladım. İllüzyon gibi bir şey. Saldırıp, ölüyor gibi yapıyorlar. Bizim, onların güçsüz olduğunu düşünmemizi istiyor olabilirler." Daha ilerideki bir yazıda aynen şunlar yazıyor: "Artık saldırmıyorlar. Ben de saldırmıyorum. Acelem yok. Düşünüyorum. Bu verimsiz toprak için neden bu kadar diretiyorlar? Peki biz neden bu kadar çok burayı istiyoruz? Anlamsız. Merkeze burası için savaşmanın gereksiz olduğunu, kaynakları başka yerlerde kullanmanın daha akıllıca olacağını bildirdiğimde, doğrudan Başkomutandan şöyle bir emir aldım: 'Ya ölün ya da orayı alın!'. Yapacak bir şeyim yok."

27


Öykü İlginç değil mi? Bence ilginç. Günlüğün sonunda ise şöyle yazıyordu: "Artık beklemenin bir anlamı kalmadı. Karanlık çökünce tüm gücümüz ile saldıracağız. Umarım bu günlüğümün son kısmı olmamıştır." Ne yazık. Umduğunun aksine günlüğün sonu buydu. Belgesel için çalışmalar bittiğinde burada yaşamaya karar verdim. Bu güzellik bırakılamazdı. Dünya beton yığınları ile kaplı bir yer halinde iken bu doğanın sarıp sarmaladığı yeri bırakmak aptallık olurdu. Hem bizim atalarımız hem de düşmanınkiler bu mis kokulu yeri aksi şekilde tarif etse de burayı görüp de aşık olmayacak kimseyi tanımıyorum. Yer bilimcilere yüzyılda buranın bir çölden bu haline dönüp dönemeyeceğini sordum? Gezegenin bulunduğu durum içerisinde imkansız olduğunu söylediler. Bu inanılmazdı. Bu bir mucizeydi. Bir savaş oluyor ve ardında hiç ceset kalıntısı bırakmıyor. Çirkin bir yer güzel bir yere dönüşüyor. Bununla ilgili birkaç teorimiz var. Bunları belgeselimizde ortaya koyduk. İnanmak ve inanmamak tamamen size kalmış durumda. İşte yazının sonuna geldik. Sizden ricam haftaya yayına girecek olan yüzyılın belgeselini ilk fırsatta izleyin ve eşinize dostunuza da izlettirin. Bu muhteşem eseri kimsenin kaçırmasını istemem.

Öykü: Cevher Veli KARAKOÇ

28

İllüstrasyon: Emre GEÇER


29


30


31


32


33


Ön Okuma

İmparator Penguen Batman Dedektif Hikayeleri Cilt 3 : İmparator Penguen

Bora Öngürer Editör

Özgün Adı : Batman Detective Comics Volume 3: Emperor Penguin

Banu Erdoğdu Çeviri Editörü

John Layman Yazar

Bengü Ergil Yayın Koordinatörü

Jason Fabok & Andy Clarke & Henrik Jonsson & Sandu Florea Çizerler

Berk Șentürk Grafik ve Uygulama Ertan Ergil Yayın Yönetmeni

İlke Keskin Çevirmen

Oswald Cobblepot’un bir planı var. Artık sadece Penguin olmaktan memnun olmayan suç patronu, Gotham’ın sevgisini kazanmayı arzuluyor. Bunun için yapması gereken tek şeyse Bruce Wayne’i hedef alan bir suikast düzenlemek… ve bir gecede Penguin büyük kanun kaçağından Gotham’ın çok sevgili kurtarıcısına dönüşüyor. Her şey kesinlikle plana uygun ilerliyor. Ama terör vurduğunda en iyi plan bile çatırdar. Ve Joker, Gotham’a geri döndüğünde beraberinde kaos da gelir. Penguin görevini geçici olarak bırakmışken ve Batman Poison Ivy ile Joker takıntılı manyaklardan oluşan bir grubu durdurmaya çalışmakla meşgulken, yeni bir tehdit tali yollardan sürünerek yaklaşıyor. Bu tehdit kendisine İmparator Penguen diyor. Kendisi, Penguin’in olduğu her şey ve daha fazlası. Ve Batman için kötü haberleri var… Oswald Cobbelpot içinse daha da kötü haberler. Bu ciltte Batman Yeni 52 Cilt 3 : Ailenin Ölümü ile ilgili ekstra bölümler vardır. 1. Baskı Temmuz 2015 - İstanbul ISBN : 978-605-9155-04-5 Sayfa Sayısı : 192 İç : 135 gr. 1. sınıf parlak kușe kağıt - iplik dikiș Kapak : 300 gr. 1. sınıf parlak kușe kağıt Fiyat : 32.50 TL

JbcYayincilik.com - info@JbcYayincilik.com - twitter.com/JbcYayincilik - facebook.com/JbcYayincilik - instagram.com/JbcYayincilik

34


Öykü

Su Bitti Hızlı adımlarla evden içeriye girdi. Bacaklarının titremesine aldırmaksızın banyoya kadar yürüdü ve içi silme su dolu mavi renkli büyük bidonu sırtından indirip yavaşça yer bıraktı. Nefes nefese kalmıştı. Alnında biriken terleri sağ elinin tersiyle sildikten sonra sırtını kapıya dayayıp bir süre soluklandı. Ardından tekrar dışarı çıkıp eşeğin üzerindeki diğer bidonu da “Ya Allah” diyerek yere indirdi. Nazlı bir gelin gibi bidonun içinde hafifçe dalgalanan suyu seyrederken kalın kaşlarının altındaki siyah gözleri mutluluktan ışıldıyordu. İki bidon suyu bulmak için kızgın güneşin altında saatlerce yol almıştı. Seher’in süt gibi beyaz vücudunun hayali olmasaydı, bu yorgunluğa asla katlanmazdı. Dışarıya sarkıttığı diliyle bıyıklarını keyifle yalarken gözünün önünde Seher belirmişti. “Şimdi artık bir bahanen kalmadı gızzz” diye düşündü. O keyifle ince dudakları kendiliğinden aralandı ve yüzünde anlamlı bir gülümseme belirdi. Ellerini tükürükleyip kısa siyah saçlarına söyle bir düzelttikten sonra on litrelik bidonu “Ya Allah ya bismillah” diyerek kaldırıp sırtına koydu ve sabırsız adımlarla eve gitti. Bidonu banyoya bırakır bırakmaz hiç vakit kaybetmeden eşine seslendi: “Seheeer ben geldim” Odada yankılanan sesi yapayalnız geri dönünce, önce mutfağa ardından da bahçeye baktı. Seher yoktu. Sinirlenmişti. O öfkeyle bir sigara yaktı ve adeta emercesine ciğerlerine bir nefes çekti. “Bu kadın milletini anlamak mümkün değil.” diye kendi kendine söylendi “su olmadan olmaz diye tutturdu, şimdi de ortalıkta yok…” Hissettiği hayal kırklılığıyla sigarasından bir nefes daha çekti. “Be kadın madem su umurunda değildi neden günlerdir “Suuu” diye sayıklayıp durdun? Ulan sabahtan beri çektiğim cefaya mı yanayım yoksa sefasını süremediğime mi?” Üç nefeste tükettiği sigarasını yere attı ve tüm hırsını çıkartırcasına sağ ayağının ucuyla ezdi. Yeniden eve girdiğinde burnundan soluyordu. Çökercesine kendisini sedire bıraktı. Yorgunluktan tüm vücudu dayak yemişçesine ağrıyordu. Gözlerini kapatıp boynunu kendi ekseni etrafında döndürerek rahatlamaya çalıştıysa da bir işe yaramadı. Yol boyunca türlü hayaller kurmuştu; ama hiçbirinde eve geldiğinde Seher’i bulamamak yoktu. Bu düşünce aklına düşünce hışımla ayağa fırladı. Bir süre odanın içinde dolandıktan sonra pencerenin yanına gitti ve tülü aralayıp dışarıya baktı. Kapı önündeki ağaca bağladığı eşekten başka görünürde kimse yoktu. Sağ elinin işaret parmağıyla kırmızı süveterinin altındaki sarı gömleğinin terden ıslanmış yakasını düzeltirken Seher’in nerede olabileceğini düşündü. “Ulan daha üç günlük gelini kime sorayım? Karını da bize soruyorsan yazıklar olsun senin erkekliğine demezler mi? Ulan derlerse desinler karı yok laa… Çık lan ara.” Ne yapacağını bilmez halde odanın içinde deli danalar gibi dolanırken kapının açılma sesini duydu. Hızla o tarafa doğru yönelirken Seher’in sesini duydu. “Geldin mi Recep’im?” Kapının eşiğinde duran eşine sinirle baktı. Tombul vücudu; pembe renkli gül motifli bol elbisesinin altına saklansa da, başındaki beyaz yemenisi uzun siyah saçlarının örtmekte yetersiz kalmıştı. “Yooo gelmedim. Hala yoldayım. Belki hiç gelmem.” “Çohh hoşsun Recebim. Aha gelmişin ya.” “Madem görüyon ne diye boş boş konuşuyon?” Ters ve sinirli konuşması üzerine Seher’in yüzü asıldı. Sokak terliklerini ayaklarından fırlatıp doğruca mutfağa gitti. Ufak boyuna karşın oldukça iri göğüsleri vardı ve attığı her adımda bunlar fütursuzca sallanıyordu. Bu görüntü karşısında Recep’in önce içi titredi sonra da yumuşadı. Seher’in yanına gidip kolunu tuttu ve “Hele gel içeri özlemişem seni.” dedi. “İşim vardır.”

35


36


Öykü “Bırak şimdi işi hele gel acıcık içeri.” “Gelmem. Küsmüşüm senden.” “Neden gızzz?” “Çünkü bana bağırmışsan.” “Bağırmamışam.” “He o zaman ben yalancıyam.” “Yok gızz değilsen. Bağırmışam bağırmaşına ama sor hele bir neden?” “Neden?” “Çünkü merak etmişem.” “Kimi?” “Kimi olacak gız seni elbet.” “Neden etmişen?” “Şeyden etmişem. İşte… Anlasana gızz.” “Heç anlamamişem. Açık açık söyle yoksa gelmem içeri” “Seviyom.” “Kimi?” “Kapıdaki eşeği… Töbee töbee… Kimi olacak seni elbet. Evde görmeyince korkmuşum.” “Boşuna korkmuşsun. Köy yerinde nereye kaybolacağım? Esma Abla çağırmıştı oraya vardım.” “Derdi neymiş seninle?” “Kocası muhtar ya o da aklı sıra muhtarlık yapar işte.” “Neyse. Hele gel içeri gızz bak ne diyecem sana.” “Ne diyeceni bilirim ama olmaz”. “Neden gızzz? “Esma Abla yasaklamıştır o işi.” “Ulan bizim halvet olmamızdan Esma’ya ne? “Biliyon su yok. Muhtar’da köyümde cenabet istemem herkes eşinden uzak dursun demiş. Esma Ablam da cenabetin evine melekler girmez dedi.” “Su olsa sanki muhtar bir halt yiyecek? Adam altmış küsur yaşında. Kendisi yapamıyor diye kimse yapmasın istiyor. Bu yüzden bırak şimdi muhtarı de Esma’yı da biz işimize bakalım. Su işini de hiç merak etme. İki bidon su getirmişim.” “O kadar su neye yetecek. Yemeği mi bulaşığa mı? Yoksa çamaşırla temizliğe mi?”“Bize yeter. Gerisini boş ver.” “Tabi! İşin bitince nerede kaldı yemek diye söylenirsin.” “Valla da söylenmem billa da söylenmem. Sen yeter ki gel yanıma. Gelmezsen ben gelecem yanına zira artık dayanamıyorum Seher. Anla artık beni.” “Mümkünü yoktur. Esma Ablam büyük yemin ettirmiştir” “Boş ver kız yemini, hem yaptığımızdan kimin haberi olur ki?” “Cenabet mi dolaşacağız?” “Dolaşalım ne olacak.” “Tövbe de Recep’im tövbe. Cenabetin evine melekler girmez.” “Girmesin Seher girmesin. Kötüyüm diyorum. Dayanamıyorum diyorum….” “Olmaz.” “Senin de, Esma’nın da, muhtarın da, suyumuzu kesenin de, sorunumuza ilgi göstermeyenlerin de…” O hırsla ayakkabılarını giyip dışarı çıktı. Ancak kısa bir süre sonra yeniden içeri girdi ve “Ulan içerdeki

37


Öykü suyu hele bir kullan Kuranı azim boğarım seni. Ne hayallerle getirmiştim o suyu… Madem bana yar olmadı kimseye olmayacak. Şart olsun ki eşeklere dökecem…” diye bağırdı. Kendi kendine söylenerek kahveye doğru yürürken cami minaresinden muhtarın sesini duydu. Durup kulak kabarttı. “Değerli vatandaşlarım köyümüzden geçen derenin suyu, komşu köyün su borusu çekip kullanmasıyla tükenmiş bulunmaktadır. Anlayacağınız suyumuz bitmiştir. Bu konuyla ilgili açtığımız davayı da maalesef kaybettik. Bildiğiniz gibi her şey suyla oluyor. Cinsel hayatımız sona ermiştir. Eşlerimizden ayrı yatalım.” “Ne demek şimdi bu? Su ilelebet gelmezse sonsuza dek yatak odasına kilit mi vuracağız? Al sana bir göç nedeni daha?” diye söylenerek yoluna devam etmişti ki kendisine seslenildiğini duydu. “Hayırdır Recep yine ne söylenip duruyorsun?” Dönüp arkasına baktığında Lütfü Hoca’yla göz göze geldi. Köye imam atanmayınca kısa bir süre imamlık yapmıştı. Bu olayın üzerinden yıllar geçmesine karşın hala ona hocam diye hitap edilirdi. Doksan dokuzluk tespihini elinden hiç düşürmezdi. Parmakları makineli tüfek gibi tespihin tanelerini çekerken dudakları da sürekli kıpır kıpır oynardı. “Hocam duymuyor musun muhtarı? Her şeyimize karıştığı yetmezmiş gibi şimdi de gözünü yatak odamıza dikti.” “Adamcağız haklı evlat. Zor günler yaşıyoruz uçkurumuza sahip çıkacağız.” “Sizin için söylemesi kolay hocam, ama biz gençlerin kanı kaynıyor. “O ne biçim söz? Kocadık diye erkeklikten düştük mü sanırsın. Erkek; her yaşta erkektir.” “Özür dilerim hocam. Ama sende bana hak ver. Evleneli topu topuna üç ay oldu bunun iki ayını susuz geçirdim. Bu yüzden aklım hep malum yerde. ” “Belli… Belli… Ama naçar dayanacan. Bugünler elbet geçer.” “Bende dayanayım diyorum, ancak laftan anlamıyor ki…” “Başka şeyler düşün evladım.” “Fark etmiyor hocam. Ne düşünürsem düşüneyim sonu hep oraya bağlanıyor.” “Senin durumun bayağı kötü… Aman diyeyim bana öyle yakın durma. Söyle geç karşıma oradan ne diyeceksen de.” “Diyorum ki hocam cenabet olursak olalım. Kime ne zararımız olur ki?” “O nasıl söz Yahya oğlu Recep? Baban gibi dini bütün bir adamın böyle bir oğlu olsun… Hayret bir şey. Cenabet gezen adamın her adımı günahtır bu bir, hiçbir işi rast gitmez her şutu direkte patlar bu da iki.” “Ben futbolcu değilim. Ben patlayacağıma varsın şutlarım direkte patlasın.” “Sus imansız. O lafın gelişi. Cenabet adam uğursuz olur, gittiği her yerin de bereketini kaçırır. Bu gidişle köyümüzün bolluk dirliğini kaçıracaksın.” “Büyüklerimiz bir açılım da bizim için yapsa ne güzel olur. Valla durumum dağdakilerden berbattır.” “Sabır evlat sabır. Yüce Rabbimiz bizi deniyor, büyük bir sınav veriyoruz.” Recep, umduğu yanıtı bulamamanın sıkıntısıyla yüzünü buruşturunca Lütfü Hoca “Aman diyeyim evlat üç kuruşluk zevk için sakın şeytana uyup da köyümüzün bereketini kaçırma.” dedi. Recep, “Şu dünyadaki her şey o üç kuruşluk zevki yaşamak için değil mi?” diye düşündüyse de bunu dillendirmekten çekindi ve isteksizce “Peki” dedi. Tam yoluna devam ediyordu ki duraklayıp “Su yok. Hele bir söylesene abdest nasıl alacağız?” diye sordu. “Yüce Rabbim her sorunun cevabını vermiş. Su bulamadığın vakit teyemmüm yapacaksın.” “Teyemmüm! O nedir hocam?” “Su bulunmadığı durumlarda temiz bir toprak ile abdest almak. Ellerini toprağa sürüp yüzünü ve kollarını sıvazlarsın.”

38


Öykü Recep’in yüzünde birden güller açtı. “Ver şu nurlu ellerini öpeyim. Sayende doğru yolu buldum” diyerek Lütfü Hoca’nın ellerine sarıldı. Evden içeri girdiğinde akşam ezanı yeni okunuyordu. Omzunda taşıdığı çuvalı yere bıraktı. Seher önce çuvala sonra Recep’in ter dolu yüzüne baktıktan sonra, “Bu da ne böyle” diye sordu. “Derdimizin ilacı” dedi Recep sırıtarak. Seher, “Hele neymiş ilacımız” diyerek merakla çuvalı açtı. İçindekileri görünce “Toprakmış. Dellendin mi Recep? Evde toprağın işi ne?” diye sordu. “Sen beni istiyon mu istemiyon mu? Hele sen bunu bir cevapla bakayım” Seher’in yanakları kendiliğinden kızardı. Başını öne eğdi ve zor duyulan bir sesle “Bilmez gibi ne soruyon? Elbet istiyom. Ama Esma Ablam büyük yemin ettirdi. Bu yüzden olmaz Recep’im.”dedi. “Demokrasilerde çare tükenmez gızzz.” “Yatak odamıza bir demokrasi burnunu sokmamıştı… Hele desene demokrasi nasıl halledecek bu işi?” “Aha bu toprakla.” “Toprakla mı?” “Hee. Bu toprak hem ateşimizi söndürecek hem de meleklere kapımızı sonuna kadar açacak.” Seher bu sözleri duyunca Recep’in aklını yitirdiğini düşündü ve elini göğsüne vurarak “Getti koç gibi yiğidim getti…” diyerek feryada başladı. Recep şaşırmıştı. “Neden ağlıyorsun?” diye sordu. “Üç günlük kocam aklını kaybetti. Ağlamayayım da ne edeyim?” “Hay Allah iyiliğini versin. Beni yanlış anladın. Teyemmüm yapacağız teyemmüm. Toprak da o işe yarayacak.” “Teyemmüm mü?” Recep Seher’in yanına oturup teyemmümün ne olduğunu anlattı. Sözünü bitirdiğinde Seher’in gözleri gülüyordu. O gece yatak odasının ışığı sabaha kadar hiç sönmedi. Sonraki günlerde de bahçelerindeki toprak gözle görülür bir şekilde azaldı. Öykü: Atilla BİLGEN

39

İllüstrasyon: Eren ERSOY


40


Çizgifanzin

Çizgi Fanzin... Çizgi roman ve illüstrasyon adına ülkemizde düzenli olarak piyasaya çıkan süreli bir yayın yok. Sunulan eser sayısı çok düşük ve insanların kendini deneyeceği, tanıtacağı pek bir platform yok. Bundan yakınırken sanat ve tasarım fakültelerinde eğitim gören bir arkadaş grubu olarak “Neden fanzin yapmıyoruz ? ” dedik ve işe koyulduk. Herkesin her şeyi istediği gibi anlatabildiği bir yayın olmaya çalışıyoruz. Çizgi öyküler illüstrasyonlar, denemeler kısa öyküler… Elimize geçen ve bir şey anlatmayı amaç edinmiş samimi her eseri yayınlıyoruz. Fanzin iki ayda bir çıkacak. Bu şekilde fanzine sürekli iş veren kişiler hem tempoya girerek daha üretken hale gelecek hem de çizgiyle anlatılan fikirlere ilgi duyacak ve bu yayınları takip edecek bir kitle oluşacak. Çizgi fanzini alabileceğiniz yerleri öğrenmek, çizgilerinizi göndermek ve ya her hangi bir şey söylemek isterseniz bize ; Çizgi Fanzin’e Facebook üzerinden https://www.facebook.com/cizgifanzin Ya da cizgifanzin@gmail.com adreslerinden ulaşabilirsiniz. Yedi kişilik bir ekip olarak çıkarttığımız fanzinin bu ilk iki sayısında eserlerin yaratılmasından tutun, düzenlenmesi, baskıya götürülmesi ve dağıtımına kadar bir çok şey öğrendik. Öğrenmeye devam etmeyi umuyoruz. 3. sayımız ile tekrar görüşmek üzere! Halil İbrahim KARASU

41


Öykü

Ayin 'Anlat ulan şu hikayeyi, doğru dürüst, en başından!' 'Amirim, yemin ederim başka bir şey bildiğim yok. Aha iki gözüm aksın gözüme, bilmiyorum. Ne bildiysem anlattım.' 1. GÜN – 04.17 Suphi başını iki elinin arasına aldı, dağılmış saçlarını ufak bir dokunuşla düzeltti. 27 senedir cinayet büroda çalışıyordu. Dişiyle tırnağıyla kazıya kazıya, hayatını işine adayarak gelmişti bu mertebeye. Bir sigara daha yaktı. Belli ki bu sorgudan istediği sonucu alamayacaktı, tekrar denedi; 'Oğlum, düzgün anlat şu olayı, itiraf et suçunu, sende kurtul bizde. Benim de işim gücüm var be, saat gecenin dördü oldu ulan!' Karşısındaki genç adam gözlerine korkuyla bakıyordu Suphi'nin. Suphi o an anladı, bu adamın söyleyecek başka hiçbir şeyi yoktu, adam bildiği ne varsa anlatmıştı. 'Tekrar anlat' dedi, emin olmak için. Genç adam sesi titreyerek; “O gece, Ayda'yla barda tanıştık. Hani şu Beyoğlu'nda, Eski Kemancı'nın olduğu sokağa açılan yeni bar. Tek başına oturuyordu. Yanına gittim ve bir kadeh viski ısmarladım. Sohbete başladık. Onun evine gidecektik. Yanıma gel, dedi. Yaklaştım. Yapıştı dudaklarıma.Sonra aniden çekilerek; 'devam edeceğiz, ama bekle, önce bir lavaboya gideyim, sende hesabı öde.' dedi. Gittim hesabı ödedim. Tuvaletten gelen giden yok. 'Aha dedim, hatun hesabı bana çakıp kaçtı, gidip bir bakayım şuna.' Barın tuvaletleri üst kattaydı. Üst kata doğru merdivenden çıkarken yerde saç telleri gördüm, merdivene yığılmış. Bu saç telleri Ayda'nın saçı gibiydi, kıpkırmızı. Saç tellerini takip etmeye başladım öylece. Saç telleri bayanlar tuvaletine uzanıyordu. Takip etmeye devam ettim. Tuvalet kabinin açtığımda ise kabinin içinde Ayda'nın parçalanmış cesedini buldum. Şok oldum, paramparça olmuştu bütün vücudu, kafası bedeninden kopuktu. Koşarak kaçtım bardan, ne yapacağımı bilmiyordum, cinayetin üstüme kalmasından korktum.” Suphi bir daha sıvazladı sakallarını. 'Hatun sana hesabı ödetmek için kendini öldürmüş yani, öyle mi?' diye bir espri yaparak biraz rahatlatmaya çalıştı adamı. Daha sonra memurlara genç adamı serbest bırakmalarını söyledi. 'Sorgu bitmiştir, çıkabilirsiniz.' Genç adam çıkarken kapıda bir an duraksadı, 'Amirim, omzunda 001 yazıyordu. ' dedi. 'Tamam' dedi Suphi, 'çıkabilirsin.' Suphi, evine vardığında saat 05.17'yi gösteriyordu. Kaç zamandır geceleri çalışmaktan biricik küçücük kızının ve hayatını paylaştığı eşinin yüzünü bile göremiyordu. Kızının odasına gitti, biricik prensesi nasıl da güzel uyuyordu. Daha sonra eşinin yanına usulca uzandı, derin bir uykuya daldı. 2.GÜN – 11.25 'Seni seviyorum baba, görüşürüz!' 'Dikkat et kendine okulda kızım, bende seni seviyorum.' Suphi'nin hala tam olarak açılmayı başaramayan gözlerine bakarak bir daha sordu eşi Sevinç: “Ee, Gözde'de okula gittiğine göre artık anlat bakalım, ne olmuş, kimler sıkmış benim biricik yerli Sherlock Holmes'umun canını?” “Dalga geçme be Sevinç, beynim yandı vallahi dün geceden beri! Barda cinayet işleniyor, nasıl oluyorsa o sırada kameralar çalışmıyormuş. Giren çıkan zaten belli değil, dandik sokak arası barlarından teki işte. Akıl alacak iş değil. Ama o barın işletmecilerine ödeteceğim bunu. Hele bir de son dakika olarak ölen kadının omzunda 001 yazısı çıktı. Nasıl bir oyun dönüyor, olay ne anlamadım. Bütün yoğunluğumu bu olaya verdim.”

42


43


Öykü Kahvenin yanına bir sigara daha yakmaya çalışırken, telefonu çaldı Suphi'nin. -Alo, kimsin? -Alo, amirim merhaba. Ben Etophia Rock Bar'ın işletmecisi. Dün bana bir gelişme olursa ara demiştin ya. İşte gelişme oldu amirim. Hemen atlayıp gelebilir misiniz? -Geliyorum, geliyorum, hiçbir yere ayrılma. Suphi durumu eşine özetledikten sonra koşar adımlarla evden çıktı. Arabasına atlayıp büyük bir aceleyle barın yolunu tuttu. Sonunda varabilmişti Taksim'e. Arabayı park edip koşarak gitti Ethopia bara. Ama gittiğinde aradığını bulamadı, çünkü bar kepenkleri indirmişti. İçinden binbir küfür ederek kendisini arayan numarayı aradı, aradığı numara kullanım dışı olmuştu. Kepengi zorlayarak açmaya çalıştı, bir türlü açılmadı ama kepengin altında minik bir not buldu. “Hoşgeldin, ama geç kaldın, bar kapandı be amirim! Hem de öyle bir kapandı ki , işletmecilerinden müşterilerine kadar, hepsi kapandı, sende kapat bu dosyayı, uğraşma fazla. Ha ama ille de uğraşacağım diyorsan, Fındıkzade'de Küçükyol sokaktaki 2.apartmana git. Orada görüşürüz.” Suphi, yıllar sonra ilk kez aklının durduğunu hissetti. Kendi kendine düşündü, ortada dönen oyun neydi? 2.GÜN – 13.54 Suphi nihayet varabilmişti kağıtta yazan apartmana. Akıllıca davranıp yanına bürodan üç polis arkadaşını daha alarak gitmişti.Binanın kapısını açtığında yerde kesik kumaş parçası buldu. İnceleme için aldı ve biraz daha ilerlediğinde bir tane daha buldu, biraz daha ilerleyince bir tane daha... Bu aynı sorgudaki adamın bahsettiği gibiydi, bir yol çiziyordu yere saçılmış kumaş parçaları. Yanındaki polis arkadaşları silahını hazır hale getirmişti bile. Suphi parçaları takip etti ve 8 numaralı daireye girdi. Kapı yarı açıktı. Suphi'yle birlikte daireye giren 3 polis evin odalarına dağılıp evi aramaya başladılar. İlk bakışta bu evde bir şey yok gibi gözüküyordu. Suphi salona girdiğinde sandalyede oturan bir adam gördü, arkası dönüktü. Adama yaklaşırken 'aman tahmin ettiğim şey olmasın,klişeyi hiç sevmem ben!' diye geçirdi içinden, ama adamın suratını kendine çevirdiğinde korktuğu şeyin başına geldiğini gördü. Sandalyede oturan kişi çoktan ölmüştü. Vücudunu inceledi, adamın vücudunun çeşitli yerlerine elektrik verilerek işkenceyle öldürülmüştü. O an Suphi'nin aklına cesedin omzuna bakmak geldi. Tam da tahmin ettiği gibi, 002 yazıyordu. Suphi numaraya düşünceli bir şekilde bakarken ona seslenen polisin sesiyle yerinden sıçradı. “Amirim, içeride ki odada bir not buldum, sende bir okuyuver.” Suphi notu aldı, okumaya başladı, notta şunlar yazıyordu: “Suratını gördüğüm an dehşete düştüm. Nerden buldu beni? Neden ben ayrıca? O kadar kişi vardı, neden beni seçti? Tanrım yardım et bana. Odaya saklandım şuan. Şimdi salona geçeceğim. Hala beni arıyor. Salonda sandalyemin üstünde kahve fincanı var, onu kafasına vurursam öldürebilirim onu. Eğer bu notu birileri bulacak olursa, bilsinler ki bu cina...” Duvarı yumrukladı Suphi sinirini çıkarmak için. Notun en önemli yeri, yani sonu yırtılmıştı. Ama Suphi şunu biliyordu, bu kadar yıllık meslek hayatında gördüğü en allengirli, en vahşi işin içindeydi. Ve işler hiç iyiye gitmiyordu. 4. GÜN – 11.07 Günlerdir cinayetler serisiyle uğraşan Suphi nihayet evine dönmüştü, 3 gün aradan sonra. “Hayatım, nerdesiniz? Gözde, neredesin? Bitanem?” Evde kimse yoktu. Suphi telaşlandı. Anında telefonuna sarılarak eşini aradı. Telefon bir kaç kez çaldı, açılmadı. Suphi telefonun açılmasını beklerken korkudan tırnaklarının etini yemeye başladı. Herşeye katlanabilirdi ama, minik prensesine ve eşine zarar gelmesini asla kabullenemezdi. Suphi telaş içinde birkez

44


Öykü daha aradı, sonunda eşi açtı telefonu: -Alo, hayatım, iyi misiniz, sağlıklısınız değil mi, ben eve geldim yoksunuz panik içindeyim, neredesiniz siz? -Nihayet evin yolunu bulabildin Suphi öyle mi? Hoşgeldin diyeyim. Sen günlerdir eve gelmeyince ben de Gözde'yi alıp annemlerin yanına geldim. Sıkıldım evde, n'apsaydım? -Ah, rahatladım! Ah be Sevinç'im, insan evden çıkmadan haber vermez mi? Öldüm meraktan yahu! İyisiniz değil mi, kalacak mısınız orada? -Evet, kalırız bir kaç gün, gayette iyiyiz. Gözde'de mutlu. Sende rahat rahat cinayetlerinle uğraşırsın, aklın bizde kalmaz. Sahi, ne oldu, bir gelişme var mı, ondan bahset? -Malesef Sevinç. Nerede bir açığını yakalasak, kapatıyor. Hani derler ya, karda yürür izini belli etmez diye, bu herif işte böyle bir tip! Cinayet sayısı 4'e çıktı. Her gün 1 kişi öldürüyor. Elimiz kolumuz bağlı gibi. Yalnız tek bir şey yakaladım, bu 4 cinayetin birbirleriyle bağlantısının olup olmadığını. Bundan uzun yıllar önce beraber bir fotoğrafları var. Ama fotoğrafta 5 kişiler. Şimdi önümde iki ihtimal var, ya bu 4 kişiyi öldüren 5. kişi, ya da dışarıdan birisi bunların 5'ini de öldürecek. Tabii öncelikli olarak ikinci ihtimali düşünüyorum, ve 5. kişinin evini koruma altına alacağım bu geceden itibaren. Yüksek ihtimal katil bu gece veya yarın sabah 5. kişiyi öldürmeye gidecek, ve suçüstü yakalayacağız. Şans dile bana sevgilim. Sıyrılalım şu işten güzelce. -Dualarım seninle hayatım. Çok dikkat et kendine, bizi düşünme, annenler de yanımızda beraberiz, sohbet ediyoruz. Kendine dikkat et. Gözde ve annenler de selam söylüyor. Seni seviyorum. Suphi telefonu kapattıktan sonra kendi kendine söylendi. Sanki keyfimden eve gelmiyorum, bu kadar derdin arasında kadının attığı tribe bak, diye söylendi kendi kendine. Kalkıp bir çay demleyip kahvaltı hazırladı. Elleri ceset kokuyordu. Bu öyle yoğun bir kokuydu ki ne yaparsa yapsın, çıkmazdı yıllardır bir türlü. Daha şimdiden eşini ve kızını özlemişti Suphi, yalnız kalmak ne sıkıcı duyguydu öyle! Bunları düşünmeyi bıraktı ve büroya kesin emirini verdi, fotoğraftaki 5.kişi olan Gökmen B.'nin evi gözetim altında tutulacaktı! 5.GÜN – 17.28 Suphi: Arkadaşlar, olay yerinde gelişme var mı, evin çevresinde nöbette misiniz? Biliyorsunuz bu adam her gün 1 kişiyi öldürmüş, ve hep aynı saat diliminde yapmış. Yüksek ihtimal katil her zaman ki gibi 18.00 sularında Gökmen'in evine gelecek. Rica ediyorum gözünüzü dört açın, binaya giren çıkan herkesi gözlemleyin. Polis: Bekliyoruz amirim. Binaya giren çıkan yok şuan. Herkes herşey sakin. Oldukça uzağız eve. Kesinlikle şüphe çekmiyoruz. Suphi: Tamam, bende 15 dakikaya orda olacağım. Beyaz bir araba, tanırsınız gelince. Görüşürüz. Suphi daha çok bastı gaza. Bir an önce olay yerine yetişip bizzat kendi elleriyle yakalamak istiyordu. Ve sonunda olay yerine vardı. 5. GÜN – 18.09 Uzunca bir bekleyişin ardından evden çığlık sesleri geldi. Bütün polislerle beraber eve koşup kapıyı kırarak içeri girmeye çalıştılar. İlk denemeleri başarılı olamasa da daha sonra sonunda kapıyı kırıp içeri girdiler. Girdikleri anda hepsi şok olmuştu, Gökmen çarmıha gerilerek, kollarından, bileklerinden ve boynundan duvara çivilenerek öldürülmüştü. Omzunda 005 yazıyordu. “Hass.ktr artık” dedi Suphi. Polislere fırça atmaya başladı; “Ben ne dedim size! Böyle mi gözetlediniz binayı? Ulan saat 17.00 da sapasağlam olan adam, nasıl gözetiminiz altındaki bir evde çarmıha gerilerek öldürülebiliyor. Başka girişi de yok ki ulan bu evin! Bakamamışsınız demek ki doğru düzgün!”

45


Öykü Aralarından tecrübeli bir polis durdu ve; “Amirim, yanlışınız var. Biz bu binayı çok iyi gözetledik. Kesinlikle gözden kaçırmış olamayız. Ama... Amirim bu bizi aşan bir olay. Kurbanın olayım çıkıp gidelim şurdan. Bu işin ucu bizde patlayacak. Yani.. bu söylemimi çocukça bulacaksın belki ama, somut bir varlığın görünmeden binaya girip cinayet işlemek gibi bir yetenegi olamaz fiziken. Olay çok farklı. Doğaüstü, paranormal, veya mistik, veya herneyse. Çıkıp gidelim şurdan. Lütfen.” Suphi buna karşı çıktı. Bunlara inanmazdı. Tanrı, büyü, hayalet, doğaüstü, paranormal, şeytan gibi kelime ve kavramlar ona hiçbir şey ifade etmezdi. Çünkü doğada herşeyin mantıklı bir açıklaması olmalıydı. Eğer bir varlık insan gözüne görünmeden bu binaya sızarak bu cinayeti işlediyse bunun sebebi onun paranormal olması değil, gözetleyen polislerin aptallığı veya katilin çok profesyonel olmasıydı ona göre. “Bana vakit verin” dedi Suphi. “Eve gidip düşüneceğim, ve ne yapacağımızı, katili bulmak için nasıl bir yol izleyeceğimizi söyleyeceğim. Doğaüstünü ve mistisizmi aklınızdan çıkarın. Hem yüksek ihtimalle katilin yapacakları bitti, o fotoğrafta birbiriyle bağlantılı 5 kişi vardı, ve şu dakika itibariyle hepsini sırayla öldürmüş oldu. Şimdi herkes evlerine dağılsın, kafamı toplayıp düşüneceğim. Yarın sabah büroda görüşürüz.” 6. GÜN – 18.19 Evinde kendine yiyecek birşeyler hazırlarken kızı ve eşi aklına düştü Suphi'nin. Telefonu aldı ve eşini aradı. Telefonu yine açılmıyordu. Suphi bu sefer annesini aradı, nasılsa yanyanalardı... -Anne, nasılsın, Suphi ben. -Ah hayırsız, siz arar sorar mıydınız be? İyiyim, nasıl olayım. Aynı işte. Sen nasılsın, çocuklar nasıl, Sevinç nasıl? -Nasıl nasıl? Annecim ben Sevinç'i aradım da, açılmadı telefonu, senin yanında diye ben seni aradım. -Sevinç yanımda değil. -Anne şaka yapmanın vakti değil. Sevinç'le konuştum 2 gün önce ve senin yanında olduğunu ve birkaç gün kalacağını söyledi. Anne dürüst ol. -Oğlum, Sevinç yanıma aylardır hiç gelmedi. Yemin ederim sana. Sevinç burada değil. Hiç gelmedi ki. Suphi panikle telefonu kapattı aniden. Tekrar Sevinç'i aramaya başladı. Telefon çalıyor ama açılmıyordu. Soğuk soğuk terlemeye başladı. Sevinç neredeydi, neden yalan söylemişti? Suphi terden sırılsıklam olan tişörtünü çıkarttı. Tişörtü çıkartırken bir şey farketti. Ve farkettiği şey onu şok etmişti. Suphi, tişörtünü çıkarttığında, omzunda '007' yazılı olduğunu gördü. Şok içinde telefona uzattı elini, polis arkadaşlarına haber verecekti, sıradaki cinayet Suphi'nin ta kendisiydi! Telefonu açmaya çalıştığı an karşısında eşi Sevinç'i gördü. Sevinç elindeki silahını, Suphi'nin başına doğrultmuştu. “Bırak o telefonu Suphi, herhangi bir şekilde hareket edersen sıkarım kafana. Oturduğun yerden kalkmadan ve hareket etmeden beni dinle. Tekrar söylüyorum, en ufak hareketinde sıkarım!” “Pe...peki...da neden? Sevinç iyi misin, ne yapıyorsun, bıraksana şu silahı elinden. Bir kaza çıkacak.” Sevinç güldü. 'Sus' dedi, 'dinle sadece.' Başladı anlatmaya: “Şimdi, sevgili eşim, biricik hayat arkadaşım, Sherlock Holmes'um...5 gündür geceni gündüzünü harcayarak bulamadığın kişi, şuan karşında duruyor. Yanındakini göremedin Suphi. Bir de kaç yıllık polisim diye geçinirsin. Biliyorum ki şuan tek düşüncen şu, neden bunu yaptın? Aslında biraz geçmişe gitsek hatırlarsın. Hatırlıyor musun, cinayet büroda yenı olduğun zamanları? 1994'ün Mart'ı, 22 Mart'ı. Hiç unutmuyorum. O gün ormanlık bir alanda 4'ü erkek 1'i kız olan 5 kişinin, 16 yaşında bir kıza tecavüz edip

46


Öykü öldürdüğünün haberini almıştın, görevin onları suçüstü yakalamaktı. Oldukça basit bir işti aslında, zaten o 5 kişi profesyonel falan değildi. Olay yerine vardın, bu 5 genç seni görünce korkudan delirdi. Sonuçta senin görevin onları yakalamak ve içeri tıkmaktı, değil mi Suphi? DEĞİL Mİ? Ama sen ne yaptın? Zaaflarına yenildin. Çocuklar sana tecavüz etmen için ölü bir beden sundu, ve biraz da para. Bunun karşılığında cinayetin ve olayın üstünü kapatacaktın. HATIRLADIN MI SUPHİ?” “Sevinç sus, yalvarırım sus.” diyerek ağlamaya başladı Suphi. Sevinç devam etti: “Sen Nekrofili hastası, ölü becerici, aşağılık bir herifsin. Sana sunulan 16 yaşında, ölü, körpe bir bedeni becermek şartıyla, bu vahşi cinayetin üstünü kapadın ve suçluları akladın Suphi. Ve o 5ala kişinin öldürüp tecavüz ettikleri, hatta sen olay yerine gelince senin de tecavüz ettiğin o körpe beden, benim kız kardeşime aitti. Ben bunları uzaktan izlemekle yetindim ancak. Korktum. Birşey yapamadım. Yıllarca bu anın hayalini kurdum ben. Sonra seninle tanıştım, seninle evlendim. Yıllarca o 5 kişiyi aradım ve bekledim. Ve sonunda buldum. Tek tek hepsini infaz ettim. Harikaydı. Hiç pişman değilim. Gurur duyuyorum bununla. Çünkü kız kardeşimin ruhu hala azap içinde. Onu azaptan kurtarıcak olan 8 kişinin ruhu. 5'i bitti.” Suphi hala şok içinde; “8 mi? Yahu hani 5 kişiydi.” Sevinç tişörtünü çıkarttı ve omzunu gösterdi. Omzunda “008” yazıyordu. Suphi “006”nın kim olduğunu sordu. “006, küçük kızımız Gözde'ydi. İki günahkardan, sen ve benden doğduğu için o da potansiyel bir günahkar olacaktı. Şuan küçük bedeninin cesedi parçalanmış halde sandığımızda.” Suphi aniden ayağa kalkarak bağırmaya başladı; “Ne yaptın sen?! Küçük kızımıza ne yaptın! Manyak mısın sen!” Suphi, Sevinç'in üstüne saldırmaya çalıştı. Sevinç tetiği çekerek Suphi'yi vurdu. Yaralı şekilde yerde sürünüyordu Suphi. “Bunu nasıl yaptın? Sen delirmişsin. Sen ruh hastasısın. Benim bebeğime nasıl kıydın? Ailemize nasıl kıydın?” Sevinç yaklaştı yanına; “Peki sen, 16 yaşında bir genç kıza nasıl kıymıştın?” dedi ve tetiği çekerek Suphi'nin beynini dağıttı. Artık sadece 008 kalmıştı. “Geliyorum küçük kız kardeşim, yanına. Geliyorum.” dedi. Silahı ağzına dayayıp tetiği çekti. SON GÜN – 13.42 Günler sonra Suphi'den haber alınamaması üzerine eve baskın yapan polis, 006 kodlu küçük Gökçe'nin cesedini, 007 kodlu Suphi'nin cesedini ve 008 kodlu Sevinç'in cesedini buldu. Cesetlerin bulunmasından 1 hafta sonra cinayetleri işleyenin Sevinç olduğu anlaşıldı ve ispat edildi, ancak artık herşey için çok geçti. Fakat bu cinayetlerin ne amaçla işlendiği hiçbir zaman polisler tarafından anlaşılamadı. Öykü: Emre BALCIK

47

İllüstrasyon: Hüseyin ESEN


48


49


50


51


52


53


54


55


56


57


58


59


60


61


Kitap İnceleme

Stephen King’in 1212 Sayfalık O – It Kitabı Üzerine Özendirici Notlar O - Kötülüğün Has Özü

Stephen King’in 1212 Sayfalık O – It Kitabı Üzerine Özendirici Notlar O - Kötülüğün Has Özü Seksenlerin ikinci yarısında ve doksan ortalarında Stephen King’in It-O adlı kitabını iki kez okudum. Kurgu tek kelimeyle harikaydı. King’e has sinematografik anlatımla birleşince çok başarılı bir korku-gerilim romanı çıkmıştı ortaya. Sayfa adedi beş yüz civarıydı. Aradan neredeyse 30 yıl geçti ve 2015 Martında kızkardeşim bana O romanının 1212 sayfalık yeni basımını hediye etti. Oturdum diğer işlerimin arasında bir hafta içinde yeniden okudum. İçinde tahmin ettiğim ‘O’ şeyi bulmuştum. Uzun, çok uzun bir öyküyü sadece heyecanla ve eğlenceyle belleğe rapteden değil, kalbe de monte eden bir töz. Bu olmadan ortalama iyi bir okur bin küsur sayfalık maratonu bitiremezdi. Hadi bitirdi diyelim, ağzında yavan bir tat kalması kaçınılmaz olurdu. Konu nedir? Kitabın arka kapağına müracat edelim: Küçük bir Amerikan kasabası olan Derry'yi diğer kasabalardan farklı kılan şey, kanalizasyon mazgallarının altındaki dehlizlerde yaşayan, kendini kimi zaman kâbuslarda, kimi zaman da gerçek hayatta gösteren bir yaratığın, insanları kendi karanlık dünyasına çeken esrarengiz bir gücün varlığıdır. Bu korkunç yaratıkla uzun yıllar önce savaşıp ardından kasabayı terk eden ve kendilerine yeni bir hayat kurmuş olan yedi çocuk, artık birer yetişkin olmuş ve yaşadıkları dehşet dolu günleri

62


Kitap İnceleme unutmuşlardır. Ancak, anılarının derinliklerine gömülen yaratık yıllar sonra yeniden harekete geçince, onunla bir kez daha hesaplaşmak zorunda kalırlar. Geçmişte kalan kâbuslar, şimdiki zamanda korkunç bir gerçeğe dönüşmüştür artık. Stephen King'in yazımını dört yılda tamamladığı ölümsüz başyapıtının sansürsüz ve eksiksiz metnini okurken tam da Daily Express'in tarif ettiği gibi, kendinizi O'nun karanlık dünyasında hissedeceksiniz. Bu denemem alışıldık bir kitap eleştirisi değil. Elden geldiğince spoiler saçmayacağım. ‘Oyunu bozan, götü borozan’ olmak yok. Kimsenin okuma zevkini kaçırmamaya çalışacağım. Yapmak istediğim esas şey 1212 sayfayı okumak için sizleri özendirmek. Kitabın kapağında yazan bilgiye sadece metni defalarca okumuş birinin fosforlu ayak izlerini basacağım. Bu zorlu uğraşıyı size sevdirmektir amacım. Kısa kısa notlarla devam edelim. Olay 1958 ile 1985 yılları arasında geçer. Kitabın 7 çocuk kahramanı 1958’de 11-12 yaşlarında. King 1947 doğumlu. 1958’de çocuk kahramanlarının yaşındaydı. Arka kapakta bahsi geçen korkunç yaratık çocuklara palyaço kılığında görünüyor. Adı Pennywise. Aşırı pinti. Bozuk paralarla pinti, ama banknotlara gelince cömert ve savurgan anlamına geliyor. Metinde yazarın ünlü Kara Kule dizinin birinci kitabı olan Wastedland- Çorak Topraklar adı defalarca geçer. Yazar önündeki yirmi küsur yılda tamamlayacağı uzun ve meşakkatli bir yolculuk için kendini adeta teşvik etmektedir. 1985’de, 27 yıl sonra Derby haliyle çok değişmiş olacaktır. Korkunç yaratığın üslendiği eski tren hurdalığının üstüne kocaman bir AVM inşa edilmiştir. 48 farklı marka satıyordur. Kıta ABD’si 48 eyaletten oluşmaktadır malum. 60’lı ve 70’li yıllarda bankerler Derby arazilerini kentsel yenilenme adı altında talan etmişlerdir. Bir taksicinin ağzından bankerlere ve belediyecilere karşı olduğunu duyarız. Ama neyse ki, çocukluklarının unutulmaz dükkânı Alaaddin sapasağlam duruyordur. Birinci karşı çıkış çocukken, ikinci karşı çıkış yetişkinken yapılacaktır. İçlerinden inancı sağlam olmayan biri daha baştan intihar edecektir. Kalan 6 kişi inanç ve hayalgücüyle – Alaaddin ☺ bu zorlu mücadeleye girişecektir. Kısa kısa devam edelim. Yazar sayısız buluşuyla metni bir nakış gibi işler. Bir ara ünlü ölüler rock gösterisi yaparlar. Gitarda Jimmy Hendrix (Ölüm:1970), Ritim Gitarda John Lennon (Ölüm:1980) ve Bateride Keith Moon (Ölüm:1978) vardır. King’in müzik yayını yapan bir radyo sahibi olduğunu ve daha çok gençliğinde rock orkestralarda gitar çaldığını hatırlayalım. İşin içinden birinin nefis hümoru. Bizim iyi çocukların karşıtı, O tarafından zihinleri iğfal edilen çocuklar bir ara araba mezarlığında osuruk yakarak eğlenirler. Bu bana çocukken doğal barsak gazı yakmamış ya da nasıl yanıyor acaba diye merak etmemiş biri var mıdır diye düşündürttü? Kahramanlarımızdan birinin babası yoktur. Annesi tarafından el bebe, gül bebe ve aşırı bir ihtimamla yetiştirilmektedir. Bu vakada esprinin, arızalı yanın teşhirinin yanı sıra kuvantum fiziğini ilgilendiren bir yan da vardır. Anne sevgisi, aşırı ihtimam şeklinde belirir ve çeşme suyu ilaca dönüşür. Astım ilacı olur. Buna placebonun çökümü bile diyebiliriz belki. Kitabın içinde okurken içinizin cız edeceği Black Point – Kara Nokta adlı yer var. Burada KKK’nın Ku Klux Klan’ın yaptığı zenci katliamı da çok başarılı bir şekilde verilir. Dünya dışı bir yaratık olan O’nun Derby’i mesken tutmasının boşuna olmadığı en çok bu mesele anlatılırken hissedilir. Finalde kâinatı kusmuş, yaşlı bir yaratıcıdan, dev bir kaplumbağadan söz edilir. Belki ölüdür. Belki değil. Ölü olsa 6 yetişkin kimse 27 yıl sonra o korkunç yaratıkla, yazarın tabiriyle, ‘hayatla alay eden turuncu

63


Kitap İnceleme ışık’la çatışmayı göze alamazdı. Bunu 1220. sayfada azbuçuk hisseder ve kalan iki sayfayı okur bitiririz. Bir de sansürsüz lafı var malum arka kapak metninde. Kitabın sonlarına doğru onun da nedenini bizzat keşfedeceksiniz. Ben de yarattığı etkiyi okuma zevkinizi bozmamak için sizlerle burada paylaşmayacağım. Stephen King süper iyi bir anlatıcı. Hatırı sayılır bir öykü kalıpçısı. Yazımı Jane Ciabattari’in King hakkındaki yazısından (2014) alıntıladığım bir paragrafla bitiriyorum. Orada da vurgulandığı gibi It-O sıradan bir korku romanı değil. King usta bir hikâyeci. Doğru ve yanlışın, iyi ile kötünün iç içe geçtiği dünyalar yaratıyor. Bildik aile krizlerini, bilinmezin verdiği korkuları, aidiyet duygusunu ele alıyor. Kafa kesmeler, Ebola, seri katiller, kitlesel cinayetler, internet üzerinden baskı kurma gibi olayların yoğun yaşandığı günümüzde, onun içgüdüsel hikâyeleri bize duygusal boşalma olanağı, hatta düzen hissi sağlıyor. Bazı kurbanların gerçek hayatta olmasa da romanlarda intikamı alınabiliyor. King olayları basitleştiriyor olabilir, ama bunu okuyucularını ya da kahramanlarını aşağılamadan yapıyor. Çok yazıyor olabilir, ama en iyi eserleri kalıcılığını koruyor Sadık YEMNİ sadikyemni.com

---------------------------O (Sansürsüz Tam Metin) Orjinal isim: It Oyunu bozan, götü borozan.

64


Röportaj

İbrahim-Hakkı-Uslu

TÖZ Türkiye'deki çizgi romancıların belki de en büyük problemi düzenli üretim yapmamak. Bunu inkar edebilecek birini tanımıyorum. Çizgi roman kültüründen bu kadar uzaklaşmış bir toplumda kendine dahil olabileceği bir topluluk bulamamak yeterince ikna edici bir bahane olabilir. Fakat durun, internet her şeyi değiştirdiği gibi bu durumu da değiştirdi. Artık çizen, üreten insanlar internet üzerinden topluluklar oluşturup bu topluluklara dahil olabiliyor. Gereken motivasyonu, arkadaşlık ortamını ve muhabbeti bu topluluklarda bulabiliyor. Bunu geçmişte yapılan pek çok fanzinde gördük, halen örneklerini bulmak mümkün. Ve işte 4 Temmuz tarihinde yayın hayatına başlayan "TÖZ Çizgi Roman Fanzini" de bunlardan biri! TÖZ'ü çekip çevirdiği belli olan ve editör kimliğini kendine uygun gören İbrahim Hakkı Uslu'ya TÖZ hakkında kafamıza takılan noktaları sorduk.

TÖZ nasıl ve niçin ortaya çıktı? Ve neden TÖZ ismini uygun gördünüz? İbrahim Hakkı Uslu: Selamlar öncelikle. “TÖZ neden ve niçin ortaya çıktı?” Aslında bu sorunun cevabını girişte siz de verdiniz; çünkü yoktu, bu bir eksiklikti. “Zaten hepimiz çiziyoruz, sırf eskiz defterlerini doldurmaktansa bu keyif aldığımız çizim işini bir yerde toplayalım.” dedik böyle bir şey ortaya çıktı. Ama zaman içerisinde arkadaşlarımızla konuştukça ve bunun üzerine çalıştıkça anlayış biraz daha değişmeye başladı. Global piyasada bir sürü çizgi roman firması mevcut ve bunlar gerçekten kendi gelenekleriyle, tarzlarıyla piyasayı domine etmiş durumdalar. Çoğu çizer arkadaşımız da ister istemez bu akımlara kapılmış durumda ve zaten kapılmamalarından söz edilemez. TÖZ’ü de incelerseniz çoğu çizer arkadaşımızın çizim tarzının Japon mangalarına benzediğini fark edersiniz. Toparlamak gerekirse, TÖZ aslında kendimizin, bizim olan bir geleneği ortaya çıkartmak için kuruldu diyebiliriz. Buradan da zaten ismine geliyoruz. TÖZ, felsefede kullanılan bir terim. Varlığın kendisi, kaybolmayan, değişmeyen özü, çok genel anlamıyla söylemek gerekirse... Biz de TÖZümüzden geleni ortaya koyuyoruz. Demek TÖZ’ün Türkiye’ye ait bir çizgi roman kültürü oluşturma amacı var. Yoksa ben mi yanlış anladım? Aslında Türkiye’ye ait demek çok doğru olmaz. Bugün Japonya’nın Mangası bütün dünyaya mâl olmuş durumda, ama ne yaparsak yapalım manga tam anlamıyla bir Japon tarafından Japonya’da üretildiğinde manga olabilmekte. Bizim de amacımız bu şekilde tüm dünyaya mâl olabilecek bir gelenek, bir kültür ortaya çıkartabilmek. Evet, çok büyük laflar ediyor olabilirim, ama en yorucu ve uzun yollar küçük bir ilk adımla başlar.

65


Röportaj Büyük hedefleri her zaman sevmişimdir. Peki bize dergide yazıp çizmekte olan kişilerden bahsedebilir misiniz? Sanırım çoğu kendi hâlinde zaten çizgi roman üretmekte olan kişiler. Yaş ortalaması, gündelik meşguliyetleri ve kişisel hedefleri TÖZ’ün yayın sürecini nasıl etkiliyor? Hâli hazırda evet, zaten çizgi roman üretmiş ve üreten arkadaşlarımız var. Kimimiz öğrenci, kimimiz okulunu bitirmiş çalışmakta, ama en nihayetinde hepimizin bir hayatı var. Bu mevzuda TÖZ, hepimiz için ekstra bir uğraş. Biraz daha az gezip biraz daha az bilgisayar oyunu oynayıp kendi vaktimizden ortaya koyarak devam ettirdiğimiz bir iş. Dergimizi de incelediğinizde fark edersiniz ki aylık olmamıza rağmen içeriğimiz genel olarak kısa. Önceliğimiz hayatımızı da aksatmadan bu işten keyif alarak ortaya bir şeyler koymak. Yoksa biz de istemekteyiz, tek işimiz bu olsun, ayda hikaye başına 20-30 sayfa koyabilelim ve çok geniş bir içerikle karşınızda olalım. Bu çok gerçekçi bir yaklaşım olmazdı, şayet aylık sürekliliği olan ve gelenek ortaya koyan bir dergi olmak istiyorsak. İkinci sayıda ekibin genişlediğini görebiliyoruz. Bundan sonra TÖZ’e yapılan başvuruları nasıl değerlendiriyorsunuz? Kendi başına çizgi roman üretmekte olan herhangi birisi ekibe dahil olabiliyor mu? Ne gibi sınırlamalar ya da kurallar var?

TÖZ her zaman yeni çizerlere açık bir dergi. Eğer tek sayılık bir çizgi romanları var ise daha önceden farklı bir yerde yayınlanmamış olmak şartıyla, kısa bir görüşmeden sonra mümkün olan en kısa sürede yayınlayabiliriz. Fakat arkadaşımız aramıza katılmak istiyor ve bizimle birlikte sürekli yayınlanmak istiyorsa elbette belli şartlarımız mevcut. O kısma girmeden önce dergimizin kısaca işleyişinden söz etmek gerek.

66


Röportaj En başta da belirttiğimiz gibi sürekliliğe ve çizilen şeyin devamının getirilmesine çok önem veriyoruz. Bu yüzden biz üç sayı önden ilerlemekteyiz. Yani okuyucularımız bu ay ikinci sayımızı okurken biz beşinci sayımızı hazırlamakta oluyoruz. Çizgi roman hazırlayan arkadaşlarımız da aramıza katılmak, karar şuramızda bulunmak istiyorlarsa en az üç sayılık (sayı başına en az dört sayfa olmak koşuluyla) malzemeyi hazır ederek başvurmaları gerekiyor. Bundan sonrasında da kendilerine disiplinlerini sınayabileceğimiz küçük birer görev verdikten sonra aramıza kabul ediyoruz. Taze kana her daim muhtacız, malum kısayız diye çok hayıflanıldı (gülüyor). İkinci sayınızda yanılmıyorsam tüm hikayelerin sayfa sayısı arttı. Peki örneğin bu hikayeler belli bir sayfa sayısına ulaşınca ayrı ayrı da yayınlanacaklar mı? Aslında artmadı (gülüyor). Olcay arkadaşımızın 30 sayfalık girişiyle birlikte diğer hikayeler de uzun gözüktü. Hedeflerimiz arasında böyle bir amaç mevcut, fakat yavaş ilerleyişimiz ve daha tanınma aşamasında olduğumuz düşünülürse biraz hikayelerimizin ve içeriğimizin birikmesi için beklememiz gerek. Öyleyse en çok merak edilen soruyu sormanın vakti geldi. Dijital yayıncılık daha fazla okuyucuya ulaşmak için en etkili yol, ama bu hikayeleri eline alıp okumak isteyen çok fazla okuyucunun mevcut olduğunu sanıyorum. İleride böyle bir şey planlarınızın arasında var mı? En başta basılı olarak piyasaya çıkmayı düşünüyorduk, fakat araştırdıkça baskı masrafları, dağıtımı, toplaması derken bunun bizi aşacağını fark ettik. Sonuç olarak TRART sayfasında ikinci sayımız yayınlandı. Bu elbette ki her daim planlarımız arasında, fakat ne zaman elimize alabiliriz, bu konuda kesin birşeyler söylemek güç. Ama conventionlara özel olarak iki üç sayıyı birleştirip bastırmak, insanlara elden ulaşmak önceliklerimizden. Harika! O halde TÖZ’ü takip edip desteklemeye devam etmeliyiz. Röportaj için de çok teşekkürler. Biz teşekkür ederiz bizleri desteklediğiniz için. Röportaj-Ahmet Torun

67


Rรถportaj

68


Röportaj

Töz Dergisi Nereden takip edilebilir: https:// www.facebook.com/pages/TÖZÇizgiroman/913021508756837 Nereden okunabilir: http://www.trart.org/ onlineoku/T%C3%B6ZCizgiRoman

69


Sinema

2014-2015 Sezonu Değerlendirmesi Gölge e-Dergi’nin sadık okuyucuları her yılın ortasında son bir yıllık dönemin vizyon filmlerinin bir değerlendirmesini yaptığımızı biliyorlar. Bu yıl yaz aylarını özel sayılar ile geçirdiğimiz için sezon değerlendirmemiz yine Eylül sayısına kaldı. Ancak yine periyodumuzu bozmuyor ve Haziran 2014-Mayıs 2015 döneminde sinemalarımızda vizyona giren filmlere bakıyoruz. Bakalım son bir yıl içinde sinemalarda hangi filmleri izlemiş ve beğenmişiz, hangileri pek başarılı değilmiş, sinemada kaçırıp ev sinemasında yakalayabileceğimiz filmler neler? Öncelikle geçtiğimiz yılın yazısında bahsettiğimiz iki konuda son yılın gelişmelerine bakalım. Birinci konu dijital projeksiyon. Geçen yıl Türkiye’deki sinema salonlarının %70 oranında dijitale geçtiğini söylemiştik. Bu yılki durumla ilgili elimde sayısal bir veri yok ancak bildiğim kadarıyla Ankara’da 35 mm. gösterim yapan herhangi bir salon kalmadı. Hatta eski makinler sinemaların fuayelerinde sergilenmeye başladı bile. Sadece festival dönemlerinde bazı klasik filmler 35 mm. kopyalardan gösterilebiliyor. Dijital gösterimlerin pek çok avantajı olsa da kişisel olarak o 35 mm. kopyaların sinema hissini daha fazla yaşattığını düşündüğümü bir kez daha belirtmeliyim ama filmlerin de önemli bir kısmı dijital kameralar ile çekildiğine göre bu gelişmeye karşı çıkmamız pek mümkün değil. Geçen yıl bahsettiğimiz bir başka gelişme de Başka Sinema idi. Başka Sinema bu sezon da güzel sürprizlerle karşımıza gelmeye devam etti ancak ilk yılındaki çarpıcı filmlerin biraz azaldığını kabul etmemiz gerek. Ayrıca Başka Sinema kapsamında gösterime giren filmlerin sayısının artması ile programlarındaki filmlerin seans sayısı azaldı ve bu filmlerin uzun süre gösterimde kalması vaadini gerçekleştiremediler. Ankaralı seyirciler olarak kimi filmlerin buralara uğramıyor olmasından da şikayetçiyiz doğrusu. Yine de kimi filmlerin Başka Sinema sayesinde vizyonumuzu şenlendirdiğini inkar edemeyiz. Kısa film ve belgesel geceleri ise ayrı bir keyifti. Başka Sinema’yı seviyoruz, eleştirilerimiz biraz da bundan. Haziran 2014-Mayıs 2015 döneminde gösterime giren film sayısı 386 (kaynak: sadibey.com). Son yıllarda düzenli olarak artan sayıyla nihayet 365’i geçtik. Bu demek oluyor ki, bu satırların yazarı gibi vizyona ne girerse izlemeliyim takıntısında olanlar günde bir film ortalamasını geçmek zorunda (festivalleri hiç işin içine katmıyorum). Kimi haftalarda 12 filmin gösterime girdiğini gördük. İlk bakışta film sayısının artması olumlu gibi gözükse de bu durum kimi filmlerin iyice kıyıda köşede kalmasına, 1-2 haftalık vizyon sürelerine yol açtı. Vizyonu çok sıkı takip etmeyen ama şu filmi birkaç hafta sonra izlerim diyen sinemaseverler ev sinemasını beklemek durumunda kaldılar (aslına bakarsanız çoğunlukla İnternet’ten izlediler). Kişisel fikrim haftada 6-7 filmden fazlasının gösterime girmesinin filmlerin seyirci sayısını olumsuz olarak etkilediği yönünde. Tür filmlerinden başlayarak bu 386 filmin olumlu ya da olumsuz özellikleri ile öne çıkanlarına göz atmaya başlayalım:

70


Sinema Korkuyorum, çok korkuyorum: Korku filmleri ile perdeyi açalım. Büyük çoğunluğu çok fazla seyirci çekmese de vizyona giren korku filmi sayısı sürekli olarak artıyor. Eh, ne de olsa genç çiftlerin beraber gitmeyi tercih ettikleri türlerden biri. Geçen sezonda da neredeyse her hafta bir korku filmi gösterime girmiş. Son yıllarda yerli sinemada korku filmlerinin, özellikle dini unsurları ile öne çıkan korku filmlerinin sayısının giderek arttığı bir gerçek. Ne yazık ki iyilerinin sayısı çok az. Yıllarca kendi kültürümüzden beslenen korku filmleri görelim derken iş birkaç yıl içinde cin filmlerinde tıkandı kaldı. Bu sezon da bazıları devam filmi olmak üzere d@bbe, Azazil, Tamaya, Ümmü Sıbyan, Mihrez, Siccin, Azem gibi tuhaf isimli ama birbirine benzer filmler izledik. Daha anlaşılabilir isimli Helak, Münafık, Muska, Ezan gibi filmler de çok farklı değildi. Aralarında biraz daha iyi olanlar olsa da bir anda kameraya dönüp tuhaf bir makyajla böğüren kadın figürü gibi ortak noktalar bu filmlerin neredeyse hepsinde yer alıyordu. Korku filmleri genellikle çok büyük bir bütçe gerektirmiyor. Keşke genç yönetmenler bu türde biraz daha risk alabilseler. Haksızlık etmeyelim. Birbirine benzer korku filmleri sadece yerli sinemada karşımıza çıkmıyor elbette. Bizi Kötüden Koru (Deliver Us From Evil), Lazarus Etkisi (The Lazarus Effect), Ölüm Alfabesi (Ouija), Derin Kabus (As Above So Below), Piramit’in Laneti (The Pyramid) gibi filmler de fena halde önceden izlediğimiz kimi filmleri andırıyordu. Sezon içinde iyi korku filmleri de vardı elbette. Çocukluklarında yaşadıkları travma ile yıllar sonra baş etmeye çalışan iki kardeşi anlatan Göz (Oculus), ıssız bir yolda kaybolan bir çift ve bir yabancı arasındaki gerilimden sonlara doğru sendelese de iyi bir film çıkarmayı başaran Korku Yolu (In Fear), dolaptaki canavar filmlerine farklı bir açıdan bakarken sağlam bir atmosfer yaratan Karabasan (The Babadook) ve 80’lerin korku filmlerinin kalıplarını kullanırken yeni olmayı da başarabilen Peşimdeki Şeytan (It Follows) sezonun iyileri arasındaydı. Son yıllarda tekrar popüler olan korku filmlerinin klasik figürlerinden vampirler bu yıl o kadar da fazla karşımıza çıkmadı. Daha çok aksiyon filmi kategorisinde değerlendirebileceğimiz Dracula: Başlangıç (Dracula Untold), kötülüğün simgesi olan konttan bir kahraman yaratmaya çalışıyor ama iyi bir film olamıyordu. Sadece ismiyle bile ilgi çeken Gece Yarısı Sokakta Tek Başına Bir Kız (A Girl Walks Home Alone at Night) ise vampir filmleri için farklı bir yerde duran yapımlardan biriydi. İran’da geçen bir vampir hikâyesi başlı başına ilgi çekiciyken (bu arada film İran filmi gibi lanse edildi ama İranlı yönetmen ve oyuncularına karşın tam bir Amerikan bağımsızıydı), siyah-beyaz görselliği ve hüzünlü atmosferi ile bir korku filminden ziyade bulunduğu yere ait olamayan insanların hikâyesiydi adeta. Sezonun korku filmleri açısından en güzel sürprizi ise hiç şüphesi 1974 yapımı, ilk Teksas Katliamı (The Texas Chain Saw Massacre) filmini sinemalarımızda görme şansıydı (sağolasın Başka Sinema). Birbirine benzer korku filmleri izleyip duruyoruz derken türün kurallarını koyan filmlerden birini beyazperdede izlemek büyük keyifti.

71


Sinema İyi Bilim-Kurgu, İyi Sinemadır: Kimi zaman daha fazla örneğini gördüğümüz bilim-kurgu filmlerinin sayısı çok fazla değildi ama güzel örnekleri de vardı. Yine de öncelikle daha vasat olanlarından başlayalım. Bir insanın çeşitli nedenlerle süper insan olmaya doğru ilerleyip doğaya bile müdahale edebilmesini anlatan Evrim (Transcendence) ve Lucy başarılı oyuncularına rağmen vasat filmlerdi. Ancak Lucy’nin önemli sayıda seyirci topladığını da söylemek lazım. Önümüzdeki yıllara devam filminin geleceği de söyleniyor (o finalle nasıl devamı gelir bilinmez). Matrix’den beri aynı başarıyı bir türlü yakalayamayan Wachowski kardeşler, Jupiterin Yükselişi (Jupiter Ascending) ile yine beklenen filmi yapamıyorlardı. District 9 sonrası takibe aldığımız yönetmenlerden Neill Blomkamp da her ne kadar geçen sezonun Elysium filminden daha iyi olsa da yine çok iz bırakmayan Chappie ile karşımıza geliyordu. Pek çok kişinin Yarının Dünyası (Tomorrowland) filmini de hayal kırıklıkları arasına aldığını biliyorum ama yarattığı dünya benim hoşuma gitti doğrusu. Hatta çocuk olsam favori filmlerim arasına girebilirdi diye düşündüm. Tom Cruise’un bir kez daha dünyayı kurtarmaya soyunduğu Yarının Sınırında (Edge of Tomorrow) özellikle video oyunlarını sevenlerin yakınlık kurabileceği başarılı bir aksiyon/bilim-kurgu filmiydi. Yeniden yapımlar konusunda genellikle başarılı olamayan Hollywood’un bu kez formülü tutturduğu Maymunlar Cehennemi (Planet of the Apes) serisinin yeni filmi Maymunlar Cehennemi: Şafak Vakti (Dawn of the Planet of the Apes) de başarılı bir devam filmiydi. Daha çok gençlere hitap eden romanlardan uyarlanmış filmlerin pek çoğunu da bilim-kurgu türüne dahil edebiliriz. Bu türün iyi örneklerinden Açlık Oyunları (Hunger Games), Alaycı Kuş - Bölüm 1 (Mockingjay - Part 1) ile finale doğru yaklaşırken Kuralsız (Insurgent) serinin ikinci filmi olarak ilkinin gerisinde kalıyordu. Yeni birer serinin başlangıcı olan Seçilmiş (The Giver), vasatlıktan uzaklaşamazken Labirent: Ölümcül Kaçış (The Maze Runner) tahminlerden daha iyi bir filmdi. Sezonun aksiyona çok yüklenmeyip işin bilimsel tarafına da önem veren çarpıcı bilim-kurgu filmi ise hiç kuşkusuz Yıldızlararası (Interstellar) idi. Christopher Nolan’ın açık şekilde 2001 etkilenmeleri de hissedilen filmi, bu tarz bilim-kurgu sevenlerin favori filmlerinden biri oldu. Bilim-kurgu kategorisine alabileceğimiz başka filmler de vardı elbet ama onlardan da aksiyon filmleri kısmında bahsedelim.

72


Sinema Fantastik dünyalar, fantastik yaratıklar: 2000’lerin başında Yüzüklerin Efendisi (The Lord of the Rings) serisinin de etkisiyle fantastik dünyaların anlatıldığı filmlerde bir patlama olmuştu. Zaman zaman alevlenen bu furya şu ara biraz sönmüşe benziyor. Bu sezon türün çok kötü bir örneği olarak Yedinci Oğul (Seventh Son) karşımıza çıkarken, orta karar bir örneği olarak da Herkül: Özgürlük Savaşçısı (Hercules) filmini gördük. Ridley Scott gibi usta bir yönetmen bile Exodus: Tanrılar ve Krallar (Exodus: Gods and Kings) ile Hz. Musa hikâyesini olabildiğine sıkıcı bir şekilde anlatmayı becerdi. Her ne kadar çok uzatıldığı ve eski tadı vermediği konusunda hemen herkes hemfikir olsa da Hobbit: Beş Ordunun Savaşı (The Hobbit: The Battle of the Five Armies), her şeye rağmen türün bu sezon içindeki en eli yüzü düzgün örneğiydi. Bol bol aksiyon: Gelelim farklı türlere dâhil edebilsek de temel olarak aksiyon filmi olarak anmamız gereken filmlere. 80’lerin aksiyon starlarını bir araya getirirken o günlerin filmlerinin havasını da yakalamaya çalışan serinin yeni filmi Cehennem Melekleri 3 (The Expendables 3), bu fikrin bir, belki iki film için uygun olduğunu ama üçüncü filmde iyiden iyiye tükendiğini gösteriyordu. Transformers: Kayıp Çağ (Transformers: Age of Extinction) da zaten başından beri bir aksiyon karmaşası olan film serisinin bir diğer bölümü olarak sinemalarımızda yerini aldı. Kendini iyi oyuncu olarak kabul ettirmiş isimlerin aksiyon filmlerinde yer alması son yıllarda sıkça karşımıza çıkan bir durum. Örneğin Liam Neeson iyiden iyiye bir aksiyon starı haline gelmiş durumda. Usta oyuncuyu bu sezon Takip 3 (Taken 3), Kanunun Ötesinde (A Walk Among the Tombstones) ve Gece Takibi (Run All Night) filmlerinde maceradan maceraya koşarken izledik. Ama ne yazık ki üç film de hafızalarda yer edecek yapımlar olamadı. Denzel Washington da sık sık aksiyon filmlerinde gördüğümüz bir başka iyi oyuncu. Ama Adalet (The Equalizer) onun filmografisi açısından da önemli bir yerde durmuyor. Sean Penn’in de The Gunman ile başarısız aksiyonlar furyasına dâhil olduğu söylenebilir. Keanu Reeves’li John Wick iyi tasarlanmış aksiyon sahnelerine karşın beklenen etkiyi veremiyordu. Sezonun bir kadın karakteri ana kahramanı yapan tek aksiyon filmi İntikam Kapanı (Everly) ise herkese göre olmayan bir şiddet düzeyi içerse de dur durak bilmeyen temposu ve hınzır mizahı ile ilginç bir çekiciliği olan bir yapımdı. Felaket filmlerini de aksiyon filmleri arasına alabiliriz. Ne de olsa son yıllarda bu tür karakter gelişimine önem vermekten iyice uzaklaştı ve giderek tehlikelerden son anda kurtulan tiplemelerin yer aldığı video oyunlarına dönüştü. Tarihi bir olaydan yola çıkan Pompeii türün kötü örneklerinden biriyken, Fırtınanın İçinde (Into the Storm) hikâyesini buluntu film tarzı ile anlatarak farklı bir atmosfer yakalamaya çalışıyor,

73


Sinema kısmen de başarılı oluyordu. San Andreas Fayı (San Andreas) ise heyecanla izlenen ama hemen unutulan bir filmdi. Sezon içinde iyi aksiyon filmleri de izledik. Ne yazık ki Paul Walker’ın trajik ölümü ile hatırlayacağımız Hızlı ve Öfkeli 7 (Furious 7), James Wan’ın korku filmleri dışında da iyi bir yönetmen olduğunu gösteriyordu. Sezonun, belki de son yılların en iyi aksiyonu ise hiç tartışmasız Mad Max: Fury Road idi. 70 yaşındaki George Miller, yarı yaşındaki yönetmenlere aksiyon nasıl çekilir dersi veriyordu adeta. Sezon içinde çok başarılı bir aksiyon daha vardı ama ondan da çizgi roman uyarlamaları kısmında bahsedelim diyerek bu faslı kapatalım. Polisler, Casuslar, Mafya ve Diğerleri: Özellikle bir önceki bölümde bahsettiğimiz filmlerin önemli bir kısmını polisiye olarak da tanımlamak mümkün ama burada daha çok aksiyon boyutunu geride tutan daha çok işin gizem ya da olay akışı kısımlarını önemseyen filmleri ele alacağız. Will Smith ve Margot Robbie’yi karşı karşıya getiren Fokus (Focus) eğlenceli bir dolandırıcılık filmiyken Elmore Leonard’ın romanından uyarlanması ile dikkat çeken Belalı Rehine (Life of Crime) de mizah unsuru ile öne çıkan bir suç filmiydi. Sıradan insanların bir şekilde suç dünyası ile yollarının kesişmesini anlatan Ölümcül Oyun (Good People) ve Kirli Para (The Drop) türün orta karar örneklerinden sayılabilirdi. Üçüncü versiyonunu izlediğimiz Daire (The Loft), hikâyeyi bilmeyen seyirci tarafından merakla izleniyordu belki ama önceki filmleri izleyenler için bir yenilik vaat etmiyordu. Stalin dönemi Sovyetleri’nde bir cinayet soruşturmasını anlatan 44. Çocuk (Child 44) ise 80’lerde yapılmış olsa bariz şekilde Sovyetleri kötülemek için yapılmış denebilecek kadar ucuz bir propaganda filmiydi adeta. Ünlü porno oyuncusu Sasha Grey’i filmlerde asla soyunmayan bir oyuncu karakterinde karşımıza getiren Açık Pencereler (Open Windows) tüm filmi bir bilgisayar ekranından izlememizle ilginç bir yapı kuruyordu. Çok iyi bir film olmasa da ilginç olduğunu söylemek mümkün. Michael Mann’in iyiden iyiye formdan düştüğünü

74


Sinema ya da projeye hiç inanmadan yönetmen koltuğuna oturduğunu gösteren Hacker (Blackhat) son derece vasat bir filmdi. Bir başka önemli isim Paul Thomas Anderson’un Gizli Kusur (Inherent Vice) filmi ise seyirci tarafından çok ilgi görmese de bazı eleştirmenlerin sezonun en iyileri arasında saydıkları bir 70’ler polisiyesiydi. Kişisel olarak benim de çok ısınabildiğim bir film olduğunu söyleyemeyeceğim. Beyazperdede casus filmlerini eskisi kadar sık gördüğümüz söylenemez. Ne de olsa soğuk savaş günlerinde değiliz. Ama kimi zaman çok iyi örnekleri karşımıza çıkıyor. İşte çok erken kaybettiğimiz Philip Seymour Hoffman’ı ender başrollerinden birinde izlediğiniz İnsan Avı (A Most Wanted Man) da çok başarılı bir eski usül casus filmiydi. Bir polis soruşturması ekseninde gelişen David Fincher filmi Kayıp Kız (Gone Girl) da hem merakla takip edilen hikâyesi hem de başarılı yönetmenliği ile yılın iz bırakan filmleri arasındaydı. Çizgi Roman Uyarlamaları: Geldik çizgi roman uyarlamalarına. Son yıllarda beyazperdede çok fazla çizgi roman uyarlaması görüyoruz diyoruz ama geçen sezon o kadar da fazla izlememişiz aslında. Sinemadaki Marvel evreninin parçalarını oluşturan filmler birer birer karşımıza çıkmaya devam ediyorlar. Bu sezon önce Galaksinin Koruyucuları (Guardians of the Galaxy) çıktı karşımıza. Çok renkli karakterlerine karşın Marvel filmlerinin giderek birbirine benzemeye başladığını da gösteren bir filmdi aslında. Finaldeki ufak sahne dışında henüz diğer filmlerle bir bağlantı kurmayan hikâyesini diğer karakterler ile ne şekilde kesiştireceklerini önümüzdeki yıllarda göreceğiz. Şu anda Marvel evreninin en görkemli ekibinin maceralarını anlatan Yenilmezler: Ultron Çağı (Avengers: Age of Ultron) ise çok sevdiğimiz ilk filmin başarısını yakalayamıyordu ne yazık ki. Aslında ilk filmin çok iyi işleyen formülü kullanılmaya çalışılmıştı ama film o duyguyu ve eğlenceyi yaratamıyordu. Nicedir devam filmini beklediğimiz Sin City (Günah Şehri), nihayet Uğruna Öldürülecek Kadın (A Dame to Kill For) bölümü ile karşımıza çıktı. O da ilk filmin çarpıcılığını yaratamıyor olsa da (ki zaten o çarpıcılık bir defalık bir şeydi) yine de keyifle izlenen bir filmdi. Yukarda en iyi aksiyon filmleri arasında anacağımızı söylediğimiz çizgi roman uyarlaması ise Kingsman: Gizli Servis (Kingsman: The Secret Service) idi. Daha önce KickAss ve X-Men: First Class ile çizgi roman uyarlamaları için ideal bir isim olduğunu gösteren Matthew Vaughn yine iyi bir filme imza atıyordu. Mizah ve şiddet düzeyi adım adım yükselen filmin doruk noktası kilisede geçen kavga sahnesi idi. Bir de animasyon türünde bir çizgi roman uyarlaması uğradı sinemalarımıza. Asteriks: Roma Sitesi (Astérix: Le Domaine Des Dieux), 3 boyut teknolojisini kullanırken hem çocuklara hem de Asteriks meraklısı anne ve babalarına keyifli vakit geçirtiyordu. Doğanın korunmasına dair mesajı ile inceden verdiği politik mesajları da cabası.

75


Sinema Bu sezon yerli sinemadan da olmaz olsun dediğimiz bir çizgi roman uyarlaması vardı. Fatih’in Fedaisi: Kara Murat, sadece kötü bir film olsaydı, olmamış der geçerdik ama filmin yapımcısının filmi eleştirenlere tehditleri filmi aldı apayrı bir yere yerleştirdi. Kahkahalarla gülmek istiyorum: Sinemalarımızda en çok gördüğümüz tür komedi oldu bu sezon. Özellikle yerli sinemadan hemen her hafta bir komedi filmi vizyona girdi. Ne yazık ki bunların çok büyük bir kısmı küfürle seyirciyi güldürmeye çalışan, kadın cinselliğini sömürürken eşcinselliği de en kabasından mizah unsuru yapan filmlerdi. Birkaç tanesinin adını analım: Sabit Kanca 2, Delisin Delisin, Yusuf & Yusuf, Çılgın Dersane 4: Ada, Ali Kundilli, Polis Akademisi Alaturka, Pişt ve daha niceleri. Ama herhalde hiçbiri kadına karşı şiddet ve ayrımcılığı mizah yoluyla eleştirmeye çalışırken gülünç olan Tersine kadar kötü değildi. Sezonun en kötü filmi için adayım bu filmdir. Elbette sadece yerli komediler kötüydü demeyelim. Sözünü ettiğimiz filmlerle yarışacak kadar kötü olan yabancı filmler de vardı. Anormal Aktivite 2 (A Haunted House 2), Çakma Polisler (Let’s Be Cops), Salak ile Avanak Geri Dönüyor (Dumb and Dumber To), Üçkağıtçı Mortdecai (Mortdecai) gibi filmler türün izlemeseydik de olurdu dediğimiz filmlerindendi. Çok kişinin yılın en kötüleri arasında saydığı Yeni Başlayanlar İçin Vahşi Batı (A Million Ways To Die in the West), iyi bir film değildi, kabul ediyorum ama yılın en kötüleri arasına da almam doğrusu. Kaset İşi (Sex Tape) için de benzer şeyleri söylemek mümkün. İlk filmi gayet eğlenceli olan Patrondan Kurtulma Sanatı 2 (Horrible Bosses 2) de vasatlık sınırları çevresinde dolanıyordu. İlk filmi aratan bir diğer devam filmi de İnşaat 2 idi. On yıl sonra gelen bu devam filmi ilkinin kötü bir yeniden yapımı olmaktan öteye gidemiyordu. Geçen sezonun hoş sürprizlerinden Mandıra Filozofu’nun devamı da fazlaca öğreten adam olmaya soyunduğu için ilk filmin tadını vermiyordu. Pek çok eleştirmenin çok sevdiği OHA: Oflu Hocayı Aramak da politik kimi mesajlarını bir yana bıraksak çok iyi değildi kanımca. İşin ilginci, pek çok kötü örneğin yanında sezonun kalburüstü komedileri de yerli sinemadan geldi. Balkanlarda geçen bir yol filmi konseptindeki Limonata ve adından da belli olduğu gibi bir masal tadındaki Bana Masal Anlatma keyifle izlenen filmlerdi. Bu kez kendi filminde oynamaktan vazgeçen Özcan Deniz’in Sevimli Tehlikeli filmi ise masal kalıplarını kullanırken Bollywood filmlerine öykünüyordu. Önceki filmlerini hiç sevmediğim Deniz, bu kez daha alçakgönüllü ama gayet keyifli bir filmle karşımıza çıkıyordu. Çok fazla seyirciye ulaşmasa da bir müzik grubunu başrollere yerleştirerek eski günleri hatırlatan Tehlikeyle Flört de hiç fena bir film sayılmazdı. Cem Yılmaz’ın yeşilçam sinemasına saygı duruşu olarak nitelenebilecek Pek Yakında filmi ise klişe sayılabilecek konusuna rağmen, ince ayrıntılarla süslenmiş, üzerinde düşünüldüğü belli olan başarılı bir filmdi. İşin romantik komedi tarafına baktığımızda klişelere çok fazla bel bağlayan bu türde geçmiş yıllarda gördüğümüz kadar fazla filme rastlamıyoruz. İlginç bir şekilde özellikle yabancı filmlerde gençlik günlerini geride bırakmış karakterlerin başrolde olduğu romantik komedilerin adeta ayrı bir alt tür oluşturduğunu gördük. Paris’te Bir Hafta Sonu (Le Week End), Aşk Tarifi (Hundred Foot Journey), Marigold Oteli’nde Hayatımın Tatili 2 (The Second Best Exotic Marigold Hotel) gibi filmleri bu alt türe dâhil edebiliriz. Hatta yaş sınırını biraz daha aşağı çekersek İlk Görüşte Aşk (Une Rencontre), Sihirli Ay Işığı (Magic in the Moonlight) ve Çapkın Profesör (The Rewrite) gibi filmler de bu kategoriye girebilir. Tüm bu filmler izlerken belli bir tat bırakan ama geleceğe de kalamayacak filmlerdi.

76


Sinema Yerli sinemanın romantik komedideki popüler temalarından biri kendisine koca arayan kadınlardı. Deliha, Kocan Kadar Konuş ve Hadi İnşallah bu temadaki eğlenceli filmlerdendi ve seyirciden de önemli bir ilgi gördüler. Engin Günaydın’ın senaryosunu da yazdığı İçimdeki Ses ise zaman zaman bildik romantik komedi kalıplarından uzaklaşmaya çalışan başarılı bir yapımdı. Yılın en iyi romantik komedisi ise Karışık Kaset idi kanımca. Özellikle 80’lerde çocuk olanları bir yerinden yakalamayı çok iyi beceren bir filmdi. Günümüzde geçen bölümleri bir miktar zayıf kalsa da izlenmeyi hak eden bir filmdi. Çocuk Filmleri ve Animasyonlar: Çocuk filmleri ve animasyonlar da sinemalarımızda hemen her hafta bir yenisini gördüğümüz bir türdü. Sinemamızın bu konuda giderek kendini geliştirmesi sevindirici. Küçükken okuduğumuz Enid Blyton romanlarını hatırlatan Çılgın Kamp, animasyon ile gerçek oyuncuları birleştiren Köstebekgiller: Perili Orman ve bir kukla filmi olarak Rimolar ve Zimolar: Kasabada Barış çok başarılı olmasalar da hoş denemelerdi. Bir yerli animasyon olarak Evliya Çelebi ve Ölümsüzlük Suyu ise sinemamızın bu konuda biraz daha çalışması gerektiğini gösteriyordu. Sinemalardaki animasyon sayısı arttıkça kaçınılmaz olarak daha sıradan ya da B sınıfı diyebileceğimiz animasyonlar da sıkça karşımıza çıkmaya başlıyor. Bunlar çocukların izlerken keyif alabileceği ama büyüdüklerinde onlarda çok iz bırakmayacak filmler oluyor genelde. Zamanda Yolculuk (Saving Santa), Kahraman Şövalye Justin (Justin and the Knights of Valour), Cesur Tom ve Sihirli Ayna (Tom Little and the Magic Mirror), Sevimli Ejderha Kokonat (Der Kleine Drache Kokosnuss) gibi yapımlar bu tarzdaki filmlerin bazı örnekleriydi. Barbie ve Sihirli Dünyası (Barbie and the Secret Door) ve Winx Club: Okyanusun Gizemi (Winx Club: Il Mistero Degli Abissi) gibi filmler ise marka haline gelen isimlerini kullanarak ufaklıkları sinemaya çekmeyi hedefleyen vasat filmlerdi. Sezon içinde diyalog içermeyen iki ilginç animasyon da izledik. Minuscule: Kayıp Karıncalar (Minuscule: Valley of the Lost Ants) bizi neredeyse belgesel tadındaki güzel doğa manzaraları eşliğinde birbirine düşman iki farklı karınca grubunun mücadelesine tanık ederken, nicedir yeni filmlerini beklediğimiz Aardman Stüdyoları’nın Kuzular Firarda (Shaun The Sheep Movie) filmi stop-motion animasyon tekniği ile kendilerini büyük şehirde bulan kuzucukları anlatıyordu. Sezonun diğer stop-motion animasyonu olan Kutu Cüceleri: Yaratıklar Aramızda (The Boxtrolls) da türün iyi örneklerinden biriydi. Şu anda Hollywood’un en büyük iki animasyon stüdyolarının filmleri de izleyenleri pişman etmedi. Dreamwoks’ün Ejderhanı Nasıl Eğitirsin 2 (How to Train Your Dragon 2) filmi ilk filmin başarısını devam ettirirken konuyu çok daha görkemli bir noktaya getirerek adeta epik bir film ortaya çıkarıyordu. Disney’in 6 Süper Kahraman (Big Hero 6) filmi ise zaman zaman Japon animelerini de hatırlatan yapısı ve çizgi roman

77


Sinema kahramanlarına yaptığı göndermeler ile ilk anda beklenenden çok daha başarılı bir filmdi (aslında bu da bir çizgi roman uyarlaması ama bizde çok bilinen bir seri olmadığı için adını animasyonlar arasında andım). Bu sezon Pixar’dan herhangi bir animasyon gelmediğini de bir not olarak belirtelim. Ama gördük ki başarılı bir geri dönüşe hazırlanıyorlarmış. Animasyonlardan bahsederken Stüdyo Ghibli’nin son filmlerinden biri olan Prenses Kaguya Masalı’nı (The Tale of Princess Kaguya) da unutmayalım. Her ne kadar bir masal anlatsa da çocuklardan çok yetişkinlere yönelik olan bu film etrafın bilgisayar animasyonları ile dolduğu günümüzde bir suluboya animasyon olarak farkını ortaya koyup bir ferahlık hissi verirken feminist alt metni ile de dikkat çekiyordu. Animasyon olmayan çocuk filmlerinin sayısı yine çok değildi ama Muppets Aranıyor (Muppets Most Wanted), Pıtırcık Tatilde (Les Vacances Du Petit Nicolas), Ayı Paddington (Paddington) ve Sindirella (Cinderella) gibi örnekler az ama öz olması daha iyi belki de dedirttiriyordu. Gerçek Yaşamdan Alınmıştır: Hep söylemiş olduğumuz gibi bir filmin başına o filmde izleyeceklerimizin yaşanmış olduğunu yazdığınızda ilgi çekme potansiyeli çok daha fazla oluyor. Seyirci başka filmlerde bu kadar da olmaz diyebileceği olayları baştan kabul edebiliyor. Elbette bir filmin konusunun gerçek olaylara dayanması bire bir gerçeği anlattığı anlamına gelmiyor, hatta bazen gerçekten epeyce uzaklaşılabiliyor ama bu ayrı bir tartışma konusu. Gerçek yaşam hikâyelerinin en tipik örneklerinden birisi spor hikâyeleri. Başarılı olması beklenmeyen sporcuları çalıştırıp onları zafere taşıyan koçların pek çok hikâyesini izledik yıllarca. İşte Yetenek Avcısı (Million Dollar Arm), tam da bu kalıplara uyan, benzerlerini çokça izlediğimiz bir filmdi. Foxcatcher Takımı (Foxcatcher) da fragmanı ve konusu ile ilk bakışta böyle bir film izlenimi veriyordu ama bir başarı öyküsünden çok karakter odaklı bir drama idi ve derdini başarılı bir şekilde anlatıyordu. Boyun Eğmez (Unbroken) da bir atletin başarı öyküsü gibi başlasa da o atletin 2. Dünya Savaşı’na katılması ve esir düşmesi sonrasında bambaşka bir yola giriyordu. Gerçek yaşam öykülerinin bir başka vazgeçilmezi de sinema salonundaki insanların çoğunun başaramayacağı kimi işleri başaran insanlardır. Bu sezon ıssız bir ortamda tek başlarına kilometrelerce yürüyen iki kadının hikâyesini izledik. Çöldeki İzler (Tracks), Avustralya çöllerini geçen bir kadını karşımıza getirirken, Yaban (Wild) ise Amerika’nın kırsalında yürüyüş yaparken kendisi ile yüzleşen bir kadını anlatıyordu. Her ikisi de başarılı filmlerdi. Sanatçıların yaşamları da sinemada ilgi çeken konular arasında. Çok adını duymadığımız ama resimlerini tanıdığımız bir isim olan Margaret Keane’in kendi resimlerine sahip çıkma çabasını anlatan Büyük Gözler (Big Eyes), kendi içinde iyi bir film olsa da Tim Burton’ın eski günlerini aratıyordu. Yine bir ressamın yaşamını bu kez dönem filmi kalıplarında anlatan Bay Turner (Mr. Turner) yavaş temposu ile içine girmesi zor bir filmdi ama Mike Leigh’in ustalığını da yansıtıyordu. Abel Ferrara’nın Pasolini filmi ise ünlü yönetmenin bir biyografisi olmaktan ziyade yaşamının sadece son dönemini anlatıyor ama Willem Dafoe’nun başarılı performansı dışında çok da doyurucu olamıyordu. Monako Prensesi Grace (Grace of Monaco), tıpkı geçen sezonun Diana’sı gibi hayal kırıklığı yaratırken, Martin Luther King’in meşhur yürüyüşünün hikâyesini anlatan Özgürlük Yürüyüşü (Selma), kimi zaman seyirciye ne hissetmesi gerektiğini fazlaca gösteren yapısına rağmen gayet başarılı bir yapımdı. Oscar sezonunda Hollywood’un çok sevdiği bilim adamı biyografilerinden iki tanesini arka arkaya izledik. Stephen Hawking’in yaşamını anlatan Her Şeyin Teorisi (The Theory of Everything) ve Alan Turing’in 2. Dünya

78


Sinema Savaşı döneminde Enigma kodunu çözmesini anlatan The Imitation Game özellikle oyuncuları ile dikkat çeken başarılı filmlerdi. Yerli sinemadan da gerçek kişileri konu alan filmler gördük aslında. Musa Anter’in yaşamından yola çıkılarak yapılan Asasız Musa fazlasıyla simgesel sahneleriyle neredeyse deneysel bir filmdi. Yönetmenin farklı bir şey yapma çabasını takdir ettik ama sonuç çok başarılı değildi. Yaşamı ve erken ölümü ile iz bırakan Kazım Koyuncu’nun adeta bir yan karakter olarak kullanıldığı Yağmur: Kıyamet Çiçeği ise çeşitli tartışmalara yol açtı. Ortalamanın üzerinde bir popüler sinema örneğiydi ama benim fikrim de oradaki karakterin Kazım Koyuncu değil, müzikle ilgilenen isimsiz bir genç olmasının daha uygun olacağı yönündeydi. Bir de gerçek adları kullanmadan Recep Tayyip Erdoğan, Hakan Fidan gibi kişilikleri anlatan Kod Adı: K. O. Z. vardı ki çok acemice bir propaganda filminden fazlası değildi. Bol bol aşk, bol bol hüzün: Aşk filmlerinin bir tarafında romantik komediler varsa diğer tarafında da hüzünlü filmler var. Birbirini çok seven iki kişinin çeşitli nedenlerle (genellikle ölüm nedeniyle) ayrılmak zorunda kalmasını anlatan filmler ağlamak isteyen seyirciyi hep tavlamıştır ama işin dozunu iyi tutturmak, duygu sömürüsü yapmamak lazım. Özellikle genç kuşağa hitap eden kimi romanlardan yapılan uyarlamalar bu türü sürükleyen filmler arasındaydı. Aynı Yıldızın Altında (The Fault In Our Stars), Eğer Yaşarsam (If I Stay), Unutulmaz Aşk (The Best of Me) gibi filmler çeşitli yönleriyle ilgi çekseler de çok başarılı olduklarını söylemek zordu. İşin cinsellik yönünü öne çıkaran ama temelde bir zengin oğlan-fakir kız fantezisinden fazlası olmayan Grinin Elli Tonu (Fifty Shades of Grey) da vasat bir filmdi doğrusu. Yerli sinema örneklerinden Aşk Sana Benzer, klişeleri fazlaca kullanarak sıkıcı olan bir aşk filmiydi ama önemli bir seyirci de çekti. Hüzünlü filmlerin unutulmaz yönetmeni Çağan Irmak’ın Unutursam Fısılda’sına tam anlamıyla aşk filmi diyemeyiz belki ama yukarda bahsettiğimiz dozu iyi tutturan bir filmdi. Fakat Müzeyyen Bu Derin Bir Tutku ise çoğunlukla Erdal Beşikçioğlu’nun karizması ile öne çıkan, keyifle izlenen bir filmdi. Aşkı değil aşkın sonrasını anlatan filmler de

79


Sinema vardı vizyonda. Sevgilinin Ardından (Lilting), adından da anlaşılabileceği gibi sevgilisini kaybetmiş eşcinsel bir adamın hem onun yokluğu ile baş etmeye çalışmasını hem de onun annesinin sorumluluğunu almasını anlatıyordu. Artık bu yazılarda bir gelenek olduğu üzere Türkçe adında “aşk” kelimesi geçen filmlerin sayısını da bir istatistik olarak verelim: 19 (geçen sezon 20 imiş). Müzikaller: Az sayıda da olsa sinemalarımıza müzikaller de uğradı bu sezon. 80’lerin popüler şarkılarını kullanan İtalya Tatili (Walking on Sunshine), vasat hikâyesi ve dans koreografileri ile çakma bir Mamma Mia etkisi yaratıyordu. Popüler bir Broadway müzikalinden uyarlanan Sihirli Orman (Into The Woods) ise 4-5 masalı iç içe geçirirken hikâyeyi “sonsuza dek mutlu yaşadılar” finalinin sonrasına götürmesi ile değer kazanan bir filmdi. Müzikallere ayrı bir ilgiyle bakan benim gibi seyirciler için ilgi çekici olsa türün çok iyi örneklerinden olmadığını da kabul etmeliyiz. Geçen sezon olduğu gibi bu sezon da sinemalarımıza bir adet Bollywood müzikali de uğradı. Dhoom: 3 adındaki bu film tam bir suçlu zevkti doğrusu. Abartılı oyunculukları ve aksiyon sahneleri, uzun süresi ve inanılması zor hikâyesi ile ciddiye alınacak bir film değildi belki ama filmin moduna girdiğinizde keyifle izliyordunuz. Her sezon en az bir Bollywood müzikali izlemek umuduyla diyelim. Belgeseller: Belgesel sinema örneklerini sinemalarımızda çok fazla göremiyoruz. Ama bu sezon, bu sayının önemli ölçüde arttığını söylemek mümkün. Bu konuda Başka Sinema’nın payı büyük. Ne de olsa söz konusu belgesellerin hemen hemen hepsini Başka Sinema salonlarında izledik. Nick Cave’in hayatının bir gününü anlatan Dünyada 20.000 Gün (20.000 Days on Earth), zaman zaman kurmaca film sınırlarını zorlasa da bizleri Cave’in ilginç anılarına götürmesi ve yaratım sürecine dâhil etmesiyle değer kazanıyordu. Hayatın Kendisi (Life Itself) ise ünlü sinema eleştirmeni Roger Ebert’in hayatını konu

80


Sinema ederken gerçekten sevdiğiniz bir işi yapıyorsanız bunun sizi hayata bağlayabileceğini de gösteriyordu. Toprağın Tuzu (The Salt of the Earth), ünlü fotoğrafçı Sebastião Salgado’nun hayatı ile birlikte muhteşem fotoğraflarını beyazperdede izleme şansını sunuyordu. Adeta bir kurmaca film gibi merak ve heyecanla izlenen Citizenfour ise İnternet dünyasında hiçbir bilginin gizli kalmayacağını gösteriyordu. Dersim’in Kayıp Kızları belgeselinin devamı sayılabilecek olan Hay Way Zaman yine Dersim meselesi ile ilgili gözden kaçan ya da bilmediğimiz olayları aydınlatıyordu. Tepecik Hayal Okulu ise çok erken kaybettiğimiz Ahmet Uluçay’ın sinema sevdasını bir kez daha bizlere gösteriyordu. Ve Diğerleri: Tür filmlerini bitirdikten sonra geldik belli bir kategoriye dâhil edemediğimiz filmlere. Aslında sezonun en iyi filmlerinden birkaçı da bu bölümde yer alıyor. Örneğin Nuri Bilge Ceylan’ın çok başarılı filmi Kış Uykusu’nu hangi türe dâhil edebiliriz ki? Bir aydının kendisi ile hesaplaşması denebilir ama bu sefer de aynı türde başka bir film bulmamız çok mümkün değil. Ya da Ben O Değilim filmini içerdiği gizem nedeniyle polisiye türüne dâhil etmek ne kadar doğru olur? Yönetmen Roy Andersson’un kendine özgü mesafeli mizahını içeren İnsanları Seyreden Güvercin (A Pigeon Sat on a Branch Reflecting on Existence) filmini komedi filmleri arasına koysak da itiraz eden çok olurdu herhalde. Ne de olsa filmin dalga boyuna girenlerin çok sevdiği, diğerlerinin ise sıkıldığı bir filmdi. Yılın en iyilerinden Turist (Force Majeure), kadın-erkek ilişkilerini masaya yatırıp ince ince işlerken mizahı da elden bırakmıyor ama zaman zaman atmosferi öyle bir geriyordu ki en sağlam gerilim filmlerini aratmıyordu (hepsi birlikte nasıl oluyor diyenleri filmi izlemeye davet ediyorum). Körlük (Blind) ve Whiplash filmleri çok farklı türlerde olsalar da ortak bir noktaları vardı. O da çok başarılı kurguları. Aynı zamanda sanat ve sanatçı üzerine söyledikleri ile de ortak bir noktada buluşabilirler. Körlük ilk bakışta görme engelli bir kadının çevresi ile ilişkilerini anlatan bir film gibi gözüküyordu ama film ilerledikçe aslında bir yazarın yaratım sürecine tanıklık ettiğimizi anlıyorduk. Whiplash ise sanat denilen şeyin yetenekle beraber, belki de daha fazla ter, kan ve gözyaşı olduğunu somut bir şekilde gözler önüne seriyordu. Bir oyuncunun karakter yaratma sürecine odaklanan Sils Maria: Ve Perde (Clouds of Sils Maria) da sezonun iyilerinden bir başkasıydı. Çok iyi bir uyum yakalayan iki oyuncusundan Juliette Binoche’nin ne kadar iyi bir oyuncu olduğunu zaten biliyorduk ama Kristen Stewart da olumlu anlamda bizleri şaşırttı. Unutulmaya yüz tutmuş bir oyuncunun yeni bir tiyatro oyunu ile kendisini tekrar kanıtlama çabasını anlatan Birdman, ilk anda kesintisiz tek bir çekim olması ile dikkat çekse de (ki gerçekte öyle değildi) diğer erdemleri de hemen öne çıkıyordu. Kuşkusuz o da sezonun en iyilerindendi (senaryodaki bazı sıkıntılar olmasaydı sezonun en iyisiydi diyebilirdim).

81


Sinema Her film biraz politiktir ama bazı filmler buna daha doğrudan vurgu yaparlar. Dardenne kardeşlerin İki Gün ve Bir Gece (Deux Jours, Une Nuit) filmi kapitalizmin sizi, çalışma arkadaşınızın işten çıkarılması ile kazanacağınız para arasında seçim yapmaya zorlayabileceğini gösterirken göçmenlerin sorunlarına da parmak basıyordu. Yıllardır işçi sınıfı hikâyelerini anlatan Ken Loach da Özgürlük Dansı (Jimmy’s Hall) ile bu kez bir dönem filmi ile karşımıza çıkıyordu. 1930’ların İrlanda’sında geçse de kendi aralarında örgütlenen ve gençleri eğitmeye çalışan işçileri komünist dinsizler olarak ilan eden ve dini kendi çıkarları için kullanan karakterleri ile gayet güncel de olabiliyordu. Andrey Zvyagintsev’in Leviathan filmi de yönetmenin hemen her zaman yaptığı gibi odağına bir aileyi alıyordu ama bu kez hiç olmadığı kadar politikti ve Rusya’daki bürokrasinin hantallığından girip tüm sistemin çürümüşlüğünden çıkıyordu. Bizim taraflara gelirsek Barış Atay, Eksik filmi ile 12 Eylül’ün günümüze kadar süren etkilerini başarılı bir şekilde anlatıyordu. Annemin Şarkısı (Klami Dayîka Min) ve Sesime Gel (Were Dengê Min) de Kürt sineması olarak tanımlanabilecek alt türün iyi örnekleri arasındaydı. Bölgeye bambaşka ve sorunlu bir açıdan bakan Mucize ise elde ettiği önemli gişe hasılatına rağmen düpedüz kötü bir filmdi. Doğrudan politik olmasa da sistemin insanlar üzerindeki etkilerini anlatan kimi filmlerden de bahsetmek mümkün. Gece Vurgunu (Nightcrawler) hep daha çarpıcı, hep daha şok edici haberler bekleyen medyanın içinde yükselme çabasındaki bir adamın giderek nasıl bir yola girebileceğini çarpıcı bir şekilde anlatıyordu. Jake Gylenhall’un müthiş bir performans çıkardığı film, ilerde medya dünyası ile ilgili yapılan filmler arasında klasikler arasına girebilecek kadar güçlüydü. İstanbul’un varoşlarında yaşayan gençlerin hayatını müzik tutkuları üzerinden anlatan Çekmeköy Underground da kısıtlı sayıda seyirciye ulaştı ama hem üzerinde ince ince düşünülmüş sahneleri hem de sistemin gençleri ittiği çıkışsızlık üzerine güçlü bir filmdi.

82


Sinema

Sezonun ilk 10’u: Elbette sezon içinde söz edilmeye değer başka filmler de vardı ama onları da bir başka yazıya bırakıp her yıl olduğu gibi incelememizi Haziran 2014-Mayıs 2015 döneminde gösterime giren tüm filmler arasından seçtiğim ilk 10 listesi ile bitirelim: 1. Turist (Force Majeure) 2. Whiplash 3. Birdman 4. Kış Uykusu 5. Körlük (Blind) 6. Gece Vurgunu (Nightcrawler) 7. İki Gün ve Bir Gece (Deux Jours, Une Nuit) 8. Kingsman: Gizli Servis (Kingsman: The Secret Service) 9. Mad Max: Fury Road 10. Prenses Kaguya Masalı (The Tale of Princess Kaguya) Hasan Nadir DERİN http://sinemamanyaklari.com/

83


84


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.