İÇİNDEKİLER
Wuthering Heights (1992)
90.
Sayı ile tekrar birlikteyiz. Gölge e-Dergi'ye ulaşmak için http://golgedergi.blogspot.com Genel Yayın Yönetmeni: Mehmet Kaan SEVİNÇ Editör: Mehmet Berk YALTIRIK golgedergimail@gmail.com Yayın Kurulu: Sadık YEMNİ, Ahmet YÜKSEL, Hasan Nadir DERİN, Gülhan D SEVİNÇ, Melahat YILMAZ, Ceren ÇALICI. Grafik Tasarım: Gülhan D SEVİNÇ Redaksiyon: Ceren ÇALICI Kapak: Turan DERTLİ Pinup: Mehmet DAL Gölge e-Dergi internetten yayın yapan özgür ve özgün içerikli tam bağımsız bir dergidir. http://twitter.com/GolgeDergi http://issuu.com/GolgeDergi http://golgedergi.deviantart.com/
04-09 Korku Köşesi - Dünyanın Siyaha Boyandığı Gün 10-11 Korku Köşesi-Dehşetler Albümü Cadı 12-15 Korku Köşesi-Ruhu Çağrılan 16 Haberler- Bilimkurgu Mikro Öykü Yarışması 17 Haberler- Altı Yıldır Beklenen Dergi “Naber” Sonunda Raflarda! 18-29 Haberler- Puslu Kıtalar Atlası Çizgi Romanı 30-33 Haberler- Ersin BURAK'ın Çanakkale Destan 100. Yıl Resim Sergisi 34 Fantastik Şiir-Kutupların Hayaleti (Kardan Gözyaşları) 35-37 Öykü - Yurtsuz ve Gizemli Cinayetler 38-47 Röportaj-Işın Beril TETİK, Demokan ATASOY, Galip DURSUN 48-51 Çizgi Roman İnceleme- Tanıtım Bülteni-Şehzade Yangını 52-55 Öykü- Günahların Bekçisi 56-59 Çizgi Roman - Alacaklı 60-63 Öykü- Katılaşmış Takip 64-65 Çizgi Roman İnceleme - Drizzt Efsanesi 66-67 Öykü- Otel 68-74 Röportaj-Talat GÜRELİ 75-77 Öykü- Tanre Günceleri 78-79 Sinema- Dokuzuncu 2. El Fim Festivali Mart Ayında Ankara’da 80-85 Öykü- Tipi 86-93 Sinema- KuirFest ile Dördüncü Yıl 94-99 Çizgi Roman - Harry Kane 100 Pinup
Editör'ün Kalemi'nden
Merhaba Gölge ahalisi! Doksanıncı sayıda yine ekranlarınızın üzerinde okunmak üzere sizleri beklemekteyiz! Yine dopdolu bir içerikle, yüzüncü sayımıza doğru yol alırken bir nice öyküyle, şiirle, incelemeyle zuhur ettik… Yine de çok bir coşku duyduğumuz söylenemez. Malum ülke gündemi, her gün yeni bir facia, gençlerin ölümleri, gündemde biriken acı hepimizi etkilemekte. Kurguların bile üretemeyeceği vahşilikler, tacizler, cinayetler sıradan olaylar haline geldi. Kapağımızdan da anlaşılabileceği üzere, Özgecan Aslan’ın öldürülmesine ve kadınlara uygulanan şiddette dikkat çekmek istedik. Bu sayı dâhil son birkaç senedir fark ettiniz mi bilmiyorum, Gölge’nin sayfalarında ne çok yas tuttuk, ne çok acıdan bahsettik. Yine de aylar, yıllar boyu hayal kurmaktan, yazıp çizmekten vazgeçmedik. Belki bunca karanlığın içinde yaşayabiliyorsak biraz da bundan yaşayabiliyoruz, yaşamaya çalışabiliyoruz… Hayal gücümüz solmasın, iyi okumalar temennisi ile… Mehmet Berk YALTIRIK
3
KORKU KÖŞESİ
Korku Köşesi
Dünyanın Siyaha Boyandığı Gün Muhittin evin arkasına dolandı, iki metrelik duvara tırmanıp bahçeye atladı. Kendi evinin bahçesine böyle hırsız gibi girmek tuhaftı. Ama kapıyı kullansa Neriman onu mutlaka görürdü. Oysa o, karısına görünmek istemiyordu. Henüz. Hele bir alet deposuna uğrayıp alacağını alsındı da… Çömeldi, ördek gibi yürüyerek ilerlemeye başladı. Bir an sonra alet deposunun yanındaydı. Depo, aslında eski kiracıdan kalma bir güvercin kümesiydi. Muhittin güvercinleri sevmezdi. Bir kere kötü kokarlardı. Sesleri de sinir bozucuydu. Bu yüzden kümesi alet deposuna dönüştürmüştü. Gerçi içine öyle çok bir şey de koymamıştı. Delik bir hortum, elek, kazma, kürek… Ve bir balta. Eleği bir yana itip parmaklarını baltanın sapına doladı. Amma da ağırdı. İnsana cesaret veriyordu. Onunla öldüremeyeceğiniz, yok edemeyeceğiniz şey yoktu. Artık Neriman’a görünmenin vakti gelmişti. Muhittin kararlı adımlarla çamaşır asan karısına doğru ilerledi. Kışın çamaşır asmak zordu. İnsan bir zaman sonra parmaklarını hissetmiyordu. Neriman çamaşır sepetinden yükselen giysilere baktı. Amma da çoklardı. Kocasının da oğlundan farkı yoktu. Ne giyse bir günde kirletiveriyordu. Uzandı, sepetten bir kazak alıp renkli plastik mandallarla ipe tutturdu. Bir iki çamaşır daha astıktan sonra türkü söylemeye başladı. Gesi Bağları’nda dolanıyorum. Yitirdiğim yârimi aman aranıyorum. Bir çift selamına güveniyorum… Ne zaman üşüse türkü söylerdi. Büyülü bir yanı vardı türkülerin. Söylemeye başlar başlamaz ısınıverirdi. Şimdi de öyle olmuştu. Elleri artık eskisi kadar üşümüyordu. Başörtüsünün kenarından fışkıran kızıl saçları yüzünü gıdıklayınca gülümsedi. Hayat güzeldi. Ve yaşamaya değer. Karabaş rüyasında bir kediyi kovalıyordu. Derken kedi büyüdü, büyüdü, kocaman oldu, dönüp Karabaş’ı bir lokmada yutuverdi. Zavallı hayvan sıçrayarak uyandı. Gözlerini açmasıyla sahibini görmesi bir oldu. Sahibi her zamankinden farklı görünüyordu. Kokusu bile bir başkaydı. Karabaş tedirgin olmuştu. Kötü bir şey olacaktı. Kulübesinden fırladı, havlamaya başladı. Bir yandan da öne doğru atılıp ipini koparmaya çabalıyordu. Neriman hayvanın sesinden ürküp arkasını döndü. Kocası elinde balta, bir metre ötesinde durmaktaydı.
4
5
ÇC
Korku Köşesi
Korku Köşesi
“Muhittin?” Muhittin tek kelime etmeden dikilmeyi sürdürdü. Neriman onu daha önce hiç böyle görmemişti. Muhittin’de bir tuhaflık vardı. Sanki artık Muhittin değildi. Başka biri olmuştu. Neriman’ın tanımadığı, ilk kez gördüğü bir yabancıya dönüşmüştü. Sapını sıkıca kavradığı baltadan ölümün kokusu yayılıyordu. Ölüm fabrika bacasından yayılan kara duman gibi kokuyordu. Neriman’ın midesi bulandı. “Bizim hiç çocuğumuz olmadı, değil mi?” Muhittin kendi sesini işitince irkildi. Kulağına gelen ses bir yabancıya aitti. Anlaşılan Muhittin artık Muhittin değildi. Başka biri olmuştu. Demek insan can almadan önce kendi olmaktan çıkıyor, başka birine, başka bir şeye dönüşüyordu. “O halde Sinan kim, Neriman?” Neriman susuyordu. Tabii susacaktı. Ne diyebilirdi ki? Muhittin sessizliğe daha fazla dayanamadı, iki eliyle başının üstüne kaldırdığı baltayı tüm gücüyle indirdi. İnsanın, demirin gücü karşısında hiç şansı yoktu. Balta deriyi kesti, eti yardı, kafatasını bisküvi gibi ufaladı. Kızıl saçlı, ak tenli, billur sesli Neriman etten bir bebek gibi kocasının çamurlu ayakkabılarının dibine yığıldı. Canını daha yere düşmeden teslim etmişti. Muhittin elinde balta sessizliğe gömülen bahçede dikiliyordu. Sessizlikten kurtulamamıştı. Üstü başı, ipte dalgalanan çamaşırlar, Neriman, toprak… Hepsi, her yer kan içindeydi. Dünya kırmızıya boyanmıştı. Muhittin dünyanın kırmızıya boyandığını daha önce de görmüştü. Bir kurban bayramıydı. Arkadaşları onu kolundan tutup hayvanların kesildiği arsaya götürmüşlerdi. Hayvanlar art arda kesiliyorlardı. Kasapların beyaz önlükleri kana bulanmıştı. Bıçaklar kana bulanmıştı. Toprak kana bulanmıştı. Muhittin dünyanın kırmızıya boyandığına şahitlik ediyordu. Muhittin bayılmak üzereydi. Yüreği bir kesime daha dayanamayacaktı. Bir koç… Yalnız bir koç kalmıştı. Dişini sıkarsa… Muhittin hayvanın yanında dikiliyor, her şeyin bir an önce başlayıp bitmesi için dua ediyordu. Bıçak hayvanın boğazına dayandı… İşte koç tam o sırada kafasını çevirip boncuk gözleriyle Muhittin’e bakmıştı. Bu, az sonra öleceğini bilen bir canlının bakışıydı. Belki de ona öyle gelmişti bilemiyordu ama Muhittin daha fazla dayanamamış, düşüp bayılmıştı. İşte Neriman da balta kafasına inmeden hemen önce Muhittin’e böyle bakmıştı. Muhittin bu kez bayılmadı. Sırtını elma ağacına yaslayıp bir sigara yaktı. Karabaş kuyruğunu bacaklarının arasına sıkıştırmış inliyordu. Kedinin kocaman olup onu yuttuğu rüyaya dönmeye bile razıydı. “Yapmak zorundaydım Karabaş,” dedi Muhittin. “Başka çaresi yoktu. Anlıyor musun?”
6
Karabaş anlamıyordu elbet. İnleyip duruyordu. Muhittin’in de tam olarak anladığı söylenemezdi. Her şey o kadar çabuk olup bitmişti ki… Bir sigara daha yaktı. Sonra bir sigara, bir sigara daha… Karısını elma ağacının dibine gömdüğünde akşam ezanı okunuyordu. Var olmaması gereken çocuk az sonra okuldan dönerdi. *** Muhittin güneşten önce uyanmış yüzünü yıkıyordu. Şöyle bir aynaya göz atınca canı sıkıldı. Son zamanlarda kendini tanıyamaz olmuştu. Saçları hızla dökülüyordu. Gözleri içine çökmüş, suratı sararmıştı. Gittikçe babasına benziyordu. Babasına benzemek istediği son şeydi. Musluk başlığını iyice sıktı. Yoksa musluk şıp şıp damlatıp insanı deli ediyordu. Bugün yarın derken üşenmiş, bir türlü tamir etmemişti. Fabrika dönüşü ilk iş… Sinan diye bir oğlun var mı? Muhittin etrafına bakındı. Kimseler yoktu. Neler olup bittiğini anlamaya çalışırken soru yinelendi: Sinan diye bir oğlun var mı? Ses kafasının içindeydi. Muhittin soruya o kadar takılmıştı ki kafasının içinde konuşan biri olduğuna aldırmadı. “Elbette var!” diye gürleyiverdi. Ses cevap vermedi. Muhittin iyice sinirlendi. Yumruğunu sıktı. Neredeyse kendi suratının ortasına bir tane patlatacaktı. Belki o zaman sesin sahibine de zarar vermiş olurdu. “Cevap versene ulan?” “Bir şey mi dedin?” Neriman kafasını kapının aralığından uzatmış bakıyordu. Muhittin toparlandı. “Yok bir şey,” dedi, yüzünü havluya kurularken. “Kahvaltı hazır. Sen geç otur, ben çay koyayım. Aç gitme fabrikaya.” Muhittin tek kelime etmeden sofranın başına geçti. Sinan odanın köşesindeki çekyatta uyuyordu. Okula gitmesine henüz iki saat vardı. Neriman çay koyarken bir şeyler söyledi. Muhittin tek kelimesini bile işitmedi. Sinan’a bir göz attı. Sinan yorganın altında kaybolmuştu. Sinan Muhittin’in kafasında da kayboluyordu. Muhittin’in yüreğini bir korku sardı. Sinan ne zaman sünnet olmuştu? Muhittin düşündü, düşündü… Bilmiyordu. Daha fazla düşünmeye korktu. Çayını bir yudumda içip sofradan kalktı; montunu sırtına geçirip fabrikanın yolunu tuttu. *** Muhittin o günün gecesinde uyuyamadı. Ses fabrika çıkışında geri dönmüştü. Susmak bilmiyordu. Aynı soruyu tekrarlayıp duruyordu. Sinan diye bir oğlun var mı? Muhittin artık sorunun cevabını biliyordu. Sokak lambasının ışığı odanın bir ucunda yatan Sinan’ın yüzüne vuruyordu. Muhittin gözünü kırpmadan bu yüze bakıyordu. Sinan bir yabancıydı. Var olmaması gereken biriydi. Muhittin onun hakkında hiçbir şey bilmiyordu.
7
ÇC
Korku Köşesi
Korku Köşesi
Neriman… Neriman’ın işiydi bu. Demek bunca zaman onu kandırmıştı. Olmayan bir çocuğu ona var gibi göstermeyi başarmıştı. İyi de nasıl yapmıştı bunu? Bilmiyordu. Neyse ki kafasındaki ses gerçeği ortaya çıkarmıştı. Muhittin evden erkenden çıktı. Sokağın köşesini dönmesiyle sabah ezanının başlaması bir oldu. Birden fabrikaya gitmekten vazgeçti. Öğlene kadar bilmediği sokaklarda dolandı durdu. Daha fazla oyalanmak boşunaydı. Yapacağı şey belliydi ne de olsa. Böyle bir şeyi affedemezdi. Hızlı adımlarla evin yolunu tuttu. Baltayı Neriman’ın kafasına indirmeden huzur bulamayacaktı. Ses o zaman susacaktı. *** Dünyanın kırmızıya boyandığı o günün gecesinde, Muhittin yatağın içinde oturmuş sigara içiyordu. Neriman olsa bu yaptığına kızar, evi yakıp kül edeceksin, diye söylenirdi. Muhittin sigarasından derin bir nefes çekti. Neriman artık yoktu. Sinan yine yorganın altında kaybolmuştu. Annesinin bir süre babaannesinde kalacağını sanıyordu. Sinan diye bir oğlun var mı? Evet, ses susmamıştı. Muhittin aslında şaşırmamıştı. Yapması gereken bir şey daha vardı çünkü. Ses o zaman susacaktı; baltayı bir kez daha kullanıp dünyayı kırmızıya boyadığında. Bu kadar beklemesi bile hataydı. Sigarasını kül tablasına bastırdı, yataktan kalktı ve pencerenin önüne gidip perdeyi araladı. Rüzgâr kar tanelerini bir oraya, bir buraya savuruyordu. Bahçe, elma ağacının dalları, Karabaş’ın kulübesi, her yer, her şey beyaza boyanmıştı. Muhittin dünyanın beyaza boyandığını daha önce de görmüştü. On üç yıl önce, tıpkı böyle bir gecede Neriman’la evlenmişlerdi. Ak gelinliğinin içindeki Neriman ak tenli, kızıl saçlı, sıskacık bir kızdı. Bir çocuk sahibi olmak en büyük dileğiydi. Ama olmamıştı işte. Olsaydı… Gesi Bağları’nda dolanıyorum… Türkü Muhittin’in düşüncelerine bıçak gibi saplandı. Yitirdiğim yârimi aman aranıyorum… Bu ses… Bir çift selamına güveniyorum… Neriman… Nasıl olurdu bu? Yoksa Neriman ölmemiş miydi? Ya Muhittin baltayı karısının kafasına hiç indirmemişse? Emin olamadı. Önemli değildi. Bu kez baltanın karısının kafasına gömüldüğüne emin olacaktı. Neriman bir kez daha kandıramayacaktı onu. Sonra sıra var olmaması gereken çocuğa gelecekti. İyi de balta… balta neredeydi? Baltayı boş verip kendini bahçeye attı. Elleri ona yeterdi. Nasırlı parmaklarını Neriman’ın ince boynuna doladı mı… Dışarıya adım atmasıyla kar tanelerinin gözlerine saldırması bir oldu. Rüzgâr uğulduyordu. Neriman’ın billur sesi rüzgâra karışıp ürkünç bir hal alıyor, Karabaş kulübesinden çıkmış uluyordu.
8
Muhittin tipinin değil, bir çekirge istilasının ortasında kalmış gibiydi. Kafasını zorlukla kaldırabildi. Gözlerini iyice kısıp bir şeyler görmeye çalıştı. Ağacın altında dikilen bir siluetten ötesini göremeden başını yeniden öne eğmek zorunda kaldı. Kafasını tekrar kaldırdığında siluet gitmişti. Rüzgâr türküyü yüklenip Muhittin’e saldırdı. Sanki ağaca ulaşmasını engellemeye çalışıyordu. Karabaş ulumayı kesmiş havlamaya başlamıştı. Ne yaparlarsa yapsınlar onu durduramayacaklardı. Muhittin bir adımının önüne ötekini koymayı sürdürdü. Çıplak ayaklarını hissetmez olmuştu. Üzerindeki atlet, bayrak gibi dalgalanmaktaydı. Yine de pes etmedi. Sonunda çabası ödüllendirildi. Elma ağacına ulaşmayı başarmıştı. Muhittin vakit kaybetmeden karlara saldırdı. Çıplak toprağa ulaşmak için var gücüyle uğraşıyordu. Neriman’ın nereye saklandığını biliyordu. Toprağı kazıp onu saklandığı yerden çıkaracaktı. Ve sonra… Gidip alet deposundan küreği almak aklına bile gelmedi. Oysa parmaklarını hissetmez olmuştu. Kıpkırmızı kesilmişlerdi. Umurunda değildi. Onları karısının boynuna dolayıp canını alana kadar idare etsinler yeterdi. Sonra isterlerse bir bir kessinlerdi parmaklarını. Neriman toprağın altında türkü söylemeyi sürdürüyordu. Muhittin ağlamaya başladı. Faydasızdı. Tırnakları kopmuş, parmak uçları kan içinde kalmıştı. Toprak buz kesmişti; kazılmıyordu. “Baba!” Muhittin arkasını döndü. İlk gördüğü alevler oldu. Alevler gecekonduyu sarıp sarmalamıştı. Kara dumanlar gökyüzüne yükselmekteydi. Neden sonra bir metre ötesinde dikilen Sinan’ı fark etti. Çocuk anasının canını alan baltayı sıkı sıkı kavramıştı. Bakışları buz gibiydi. Sanki arkasını dönüp gecekonduya baksa yangın bir anda sönecekti. “Sen benim oğlum değilsin!” diye bağırdı Muhittin. Değil miydi gerçekten? Birden Sinan’ın sünnetini hatırlayıverdi. Sinan hiç ağlamamıştı. Neriman’ın sümsük kardeşi sünneti izleyeyim derken düşüp bayılmıştı. Sinan beş yaşında ya var ya yoktu. Muhittin kafasındaki sesten yardım bekledi. Sinan onun oğlu olamazdı. Olabilir miydi? Sıska iki kolun kaldırdığı balta kafasına indiğinde Muhittin’in hiç sesi çıkmadı. Bir an hala emin olmaya çalışıyormuş gibi Sinan’a baktı, sonra karların içine yıkıldı. Gecekonduyu saran alevlerin sıcaklığı Muhittin’e kadar ulaşıyordu. Neriman alevlerin fışkırdığı pencereden doğruca ona bakmaktaydı. Neriman’ın alevden saçları vardı. Yüzü hüzünlüydü. Derken Neriman kayboldu. Gecekondu da yitip gitti. Zifiri karanlık her şeyi yuttu. Muhittin dünyanın siyaha boyandığını ilk kez görüyordu. Kadri KEREM
9
ÇC
Korku Köşesi Dehşetler Albümü
Cadı
Türk inanışlarında bahsi geçen cadı, masallarda ve bazı söylencelerdeki sihirbaz kadın tasvirinin yanı sıra, mezarından kalkarak ölümlülerin kanıyla beslenen bir tür hortlak olarak da tasavvur edilmektedir. Rumeli Türkleri arasında buna nispetle cadının; geceleri mezarından kalkıp dolaşan, saçı-başı dağınık, tırnakları uzamış, pis görünümlü, insanlarının kanını içerek öldüren bir varlık olduğuna inanılır. Yine inanış gereği ölünün gömülmeden ışıksız bir odada bırakılması, üzerinden bir kedinin atlaması ölünün hortlamasına neden olmaktadır. Cadıdan kurtulmak için mezarın üstüne ateş yakmak gerekmektedir. (Evliya Çelebi ve Ebussuud Efendi’ye göre kazık çakılıp başının kesilmesi gerektiğine inanılmaktadır) Masallarda ise büyü yapıp küp üstünde uçan, bin yıllık yolu bir anda aşan, sihirli hırkası olan, çirkin ve yaşlı kadın motifi olarak bahsi geçer. 1833 yılında o zamanlar Osmanlı idaresinde olan Bulgaristan’ın Tırnova kasabası kadısı Ahmet Şükrü Efendi’nin, bu kasabada yaşanan “Tırnova Cadıları” olayından devlete bahsetmesi ve bunun resmi gazete olan “Takvim-i Vekayi”de yayınlanması bu inanışın etkilerini göstermesi açısından dikkat çekicidir. Burada cadı gün battıktan sonra ortaya çıkan, un, yağ, bal gibi zahireyi birbirine katan, yastık yorgan dağıtan, insanlara saldırıp ağırlık veren bir varlık olarak tarif edilir. Ardından bu durumdan kurtulmak için Nikola adlı bir “cadıcı” ile pazarlık edilir. Nikola mezarlıkta cadıların yerini bulduktan sonra kalplerinin olduğu yere kazık çakıp, kaynar su dökerek öldürürler. Günümüzde Romanya sınırları içinde olan Sarıgöl’ün Çor ve Kırımşah köylerinde topraktan ve mezardan korkunç bir sesle kalkan cadılardan, bunların evlere, hayvanlara zarar verdiğinden, çocukları tabanlarından emerek öldürdüğünden, ancak yüreklerinden yere çakılıp, üzerlerine kireç dökülerek yakılırsa yok olacaklarından bahseden anlatılar da mevcuttur. Gagavuz Türklerinde ise ölüm saçan kambur bir yaşlı kadın şeklinde düşünülen taun (meçikli) adlı bir varlıktan ve Kırım sahasında günahkâr insanların mezarlarda hayvan şekline girerek oluşturduğu, her şeyi yiyip yutan, salgın hastalıkları yapan obur (hobur) adlı varlıktan da bahsedilir bu inanış çerçevesinde. Kaynak: Ayşe Duvarcı, “Türklerde Tabiatüstü Varlıklar ve Bunlarla İlgili Kabuller, İnanmalar, Uygulamalar”, Bilig, S. 32, Kış 2005, s. 130. İllüstrasyon: Mehmet Kaan SEVİNÇ
10
11
Korku Köşesi
Ruhu Çağrılan Yatılı okulun üç numaralı yatakhanesinin karanlık bir köşesinde, dört öğrenci sırtlarına aldıkları battaniyelere sarınmış bir halde gölgelerin arasına sinmişlerdi. Sınav haftasının son gecesiydi, normal şartlarda bu gece rahatlıkla uyumak yerine, adı belli bir dersten kalacak olmaları hepsinin sinirini bozmuştu. İşte şimdi sene tekrarı almak istemeyen ara sınıfların yatakhanesinde, sıra arkasından gelme dört ayrı sınıf arkadaşı, şimdi kahve falı bakan kocakarılar gibi kafa kafaya vermişlerdi. Köklü bir yatılı lisenin, o meşhur tarih dersinden kalmış olan ve seneye tek sorumlu verecekleri ders olduğu için kafalarında dönen binbir soruyla uykuya teslim olamamış dört öğrenci, şimdi ne yapabileceklerini düşünüyordu. İçlerinden birisi arabasını çizmeyi teklif etmişti. Hemen reddettiler. Sonuçta geri tepmesi muhtemel bir plandı ve düzeltilebilir bir şeydi. Arabayı yakma düşüncesi bile aynı kapıya çıkıyordu. Ona daha fazla zarar verebilecek bir şey düşünüyorlardı. Ama fiziksel ve kanıtlanabilir yollardan olmasını istemiyorlardı. Sonuçta okulun en eski öğretmenlerinden biriydi ve diğer öğretmenler tarafından sevilmese bile hatırı sayılır bir ağırlığı vardı. Okulun eski müdürlerinden birinin oğluydu ve bunun verdiği etkiyle okulda diktatör gibi davranıyordu. Diğer öğretmenleri bile bezdirmeyi başarmış, öğrencilere hayatı zindan eden, aslında öğretmen olamayacak biriyken aile baskısıyla bu mesleği seçmiş biriydi. Dört öğrenci tükenmiş beyin hücrelerini zorlayarak etkili bir planın peşine düşerek etkili bir plan aramaktaydılar. Aralarında en uçuk teorilerin bile artık çoktan sözü edilip kapandığı derin bir sessizlik başlamıştı. Uykuları çoktan gelmişti ama kafalarının içindeki kurtlar, zihinlerinin her bir parçasındaki mutluluk düşüncelerini çürüttüğünden hiç biri kalkıp yatağına dönemiyordu. Bu esnada kendilerine doğru birisinin yaklaştığını gördüler. Kendi sınıflarındaki bir başka öğrenciden birisiydi. Gözlüklerini düzelterek dörtlünün yanına otururken: “Benim bir önerim var!” deyiverdi. Kafalarındaki tüm düşünceleri tüketmiş dörtlü, zindan ardındaki ışığı görmüş mahkûmlar gibi yarı sevinçli bir halde ona döndüler. Gözlüklü elinde tuttuğu ve ilk etapta fark etmedikleri ince bir kitabı önlerine bıraktıktan sonra kitap okuma fenerini açarak kitabın kapağını aydınlattı. Eski bir kitaba benziyordu. Kalın, koyu harflerle “İptidai ve Muasır Metotlara Göre Ruhçuluk ve Cindarlık” yazıyordu. Alt tarafında da yabancı semboller çizilmiş, onun da altına şunlar yazılmıştı: “Neşreden: Vecihi Hiçliker, Hiçliker Matbaası, 1933 – Edirne”. Kapağındaki şekilden ve başlığından anladıkları kadarıyla ruh çağırma üzerine yazılmış bir kitaptı. Okulun kütüphanesinin damgasını taşıyordu. Normal şartlarda yasaklanan kitaplardan biriydi ama asıl ait olduğu yerde bir sahafa karışmış ve Türkiye’deki okul kütüphanelerinin “ne bulursam koyayım da zengin görünsün” zihniyetiyle bu raflara girmiş bir kitaptı. Çoğu öğrencinin okuma alışkanlığı erken yaşlarda tiksintiye dönüştürüldüğünden, bu kitap ayak basılmamış kütüphanenin bir köşesinde unutulmuştu. Ta ki azılı bir kitap kurdu onu buluncaya kadar… Öğrenciler gözlüklünün suratına müstehzi gözlerle bakıp kendi fikirlerinden de saçma bir fikir olduğunu söylediler. Gözlüklü hiç istifini bozmadan planını anlattı: “Gerçek olmasına gerek yok. Tarihçinin muhbirlerini biliyorsunuz. Odasında ruh çağıracağız ve bu haber kulağına gidecek. Kanıtlayamayacak ama bunu bilecek. Sonra psikolojik olarak etkilenmeye başlayacak, ruhu geri gönderemediğimizi zannedecek. Ona musallat olduğunu zannedecek.” Dört kafadar haklılık payı olduğunu düşündüler. Sonuçta tarih hocasıyla ilgili bildikleri birkaç şeyden biriside onun aşırı batıl
12
13
ÇC
Korku Köşesi
Korku Köşesi
inançlı biri olmasıydı. Odasındaki Anadolu nazarlıklarını, üstünde taşıdığı duaların varlığını bilmeyen yoktu. Tıpkı bir şaman gibi bir yere girerken eşiğe basmadan girerdi, yemekte ezkaza tuzu devirse sol tarafından arkaya serperdi, başına gelen her talihsizliği nazara ve kem gözlere bağlardı. Odasında ruh çağrıldığı söylentisi yayılırsa onu etkilemek işten bile değildi. Gözlüklü kitaptan daha önce işaretlediği bir sayfa açtı. Sayfanın başında “Kadim Bizans Metodu” yazıyordu. Altında da bir yüzü andıran fakat eski Yunan alfabesiyle yazılmış şekillerden oluşma bir sembol duruyordu. Dörtlüden birisi sordu: “Neden Bizans?” Gözlüklü yanıtladı: “Araştırmalarıma göre intikam, kin amaçlı büyüler konusunda bu adamların köklü gelenekleri varmış. Garantiye alalım, gerçekten başına bir ruh musallat edebiliriz belki.” dedi şeytani bir sırıtış eşliğinde. Yapacakları plan çok basitti. Malzemeleri topladıktan sonra bir gece vakti tarihçinin odasına gidilecek ve çağırma işlemi gerçekleştireceklerdi. Sonra kulaktan kulağa yayılan söylentiler tarihçinin kulağına ulaşacak ve böylece psikolojik işkencesi başlayacaktı. Planlarını belirledikten sonra ertesi günün gelişini beklemek üzere uyuyabildiler. Ertesi gün yapacakları şey için hazırlıklara başlamışlardı. Gözlüklü, çağırma ayini için gereken bakır bir tası, siyah saplı bir bıçağı ve bir adet samandan mamul boş bir kâğıdı, üç adet mumu, bir miktar kurutulmuş dulavrat otunu, deney odasının deposunda toz haline getirdiği sıçan kemiklerini ve kurban için sağlam yakalayabildikleri sakat bir baykuşu temin edebilmişti. Bunlar toparlanana kadar çoktan dersler bitmiş ve gün akşama devrilmiş, zorunlu etütlerden sonra yatakhanelere dönmüşlerdi. Bu arada ruh çağırma hikâyesi bütün sınıfta kulaktan kulağa yayılmış, içlerindeki muhtemel ispiyoncuyla birlikte bu tür bir cesaret kanıtlama aktivitesine iştirak etmeye meyilli maceraperestler de ekibe katılmıştı. Böylece gecenin alacasında, gözlüklü ve dörtlüyle beraber onlara katılacak sekiz kişi, diğerlerinin korku dolu bakışlarının eşliğinde karanlık koridora geçtiler. Dörtgen avlu planına göre inşa edilmiş okulda onların yatakhanesi bir uçta, tarihçinin odası ise öbür uçtaydı; tuvaletlerin olduğu yerde. Gece çökünce yatakhaneden çıkarak büyük ve karanlık koridoru geçmek, karanlık bahçeye çıktıktan sonra onu boydan boya geçip bir başka karanlık koridora saparak izbe tuvaletlerin olduğu kısma gitmeleri, kör ve ara sıra yanıp sönen bir floresan ışığının altında işlerini bitirdikten sonra gerisingeri bu karanlık koridordan dönme cesaret isteyen bir işti. Gecenin karanlığında on üç öğrenci korkulu hislerle önce karanlık koridoru geçtiler. Bahçeye çıktıklarından havanın bulutlardan karardığını, hafif bir yağmurun çiselediğini ve ara sıra tuvaletteki yanıp sönen floresanı andırır gibi gök gürültüsü eşliğinde havanın aydınlanıp karardığını gördüler.
kâğıdı ve kitabı çıkardı. Gözlüklü ve iki kişide kenarlara yerleşti. Sakat baykuş da gerilerde birinin elinde duruyordu. Gözlüklü kitaba bakarak eski Yunan dilinde bazı kelimeler söylemeye başladı. Loş karanlığın etkisiyle havaya girmeye başladılar. Gözlüklü eline bıçağı alarak sağ işaret parmağının ucunu biraz kanattı. Aynısını diğerlerine de zorlayarak yaptıktan sonra kalemi bu kanlara batırarak saman kâğıdına, kitaptaki eski Yunanca şekilleri aynen kâğıda da çizmeye başladı. Şekli bitirdikten sonra katlayarak her üç mumun ateşine tutarak yaktı. Sonra tasın içine attı. Ardından diğerlerinin iğrenmeyle bakan gözlere rağmen baykuşu alarak aynı bıçakla karnını yardı. Akan kanları küle dönüşmekte olan kâğıdın üstüne damlatmaya başladı. Eski Yunanca sözleri yeniden çat-pat tekrar etmeye başladılar. Gök gürültüsünün eşliğinde, mumların yarattığı loş ışık ve yıldırımın ışığı boş odada aksediyordu. Eski odanın ve eşyaların etkisiyle, nazarlıkların bulunduğu ve eski bir çağırma ayininin yapıldığı bu yerde, gayb perdesinin örtüleri aralanmak üzereydi. Fırtına şiddetlenmiş, rüzgârın salladığı kurumuş ağaçların dalları masal gulyabanilerinin pençeleri misali odanın camlarını tırmalamaya başlamıştı. Gözlüklünün gözünden kan aktığını gördükleri anda korkudan neredeyse dillerini yutacaklardı. Gözlüklerin ardındaki gözleri kör karanlıkta tekinsiz kedi gözleri gibi parlıyordu. İş masum bir şaka olmaktan çıkmış, karanlıklar âleminin ötelerinden kopup gelen bir dehşetle yüzleştirmişti onları. Gözlüklünün tüyler ürpertici bir şekilde teker teker yüzlerine baktıklarını gördüler. Çok kısa bir an içerisinde gözlerinin normale döndüğünü gördüler. Bu kez üçgenin öbür kenarındaki öğrencinin gözleri parlamaya başlamıştı. Gözlüklü Yunanca sözleri söylemeye devam ettiği zaman çocuğun aynı tuhaflıkta yine etrafına bakındığını gördüler. İçlerinden birisi açık duran kitabı alarak göz gezdirdi. Ayinin sonlandırılmasını istiyordu. Çocuğun ağzından bir zihni delirtebilecek, huzursuz ölülerin lahit gıcırtılarını andıran bir ses çıktı: “Ben bu oda da öldürüldüm!” Gözlüklünün plan doğrultusunda ayini yarı da kesmesi gerekiyordu. Bu kez gerçekten bir ruh gelmiş olmalıydı ve ebediyete kadar bu oda da ruhun kalması gerekiyordu. Ama ruhun söyledikleri garip gelmişti. Bu oda da bir cinayet mi işlenmişti? Gerçek bir büyü kitabının burada ne işi vardı? Aklında bir sürü soru olmasına rağmen ruhu bu odaya hapsetmek için ayini yarım bırakması gerekiyordu. Üçgeni bozunca çocuğun gözlerindeki ışımanın söndüğünü gördüler. O an belirledikleri bir plan gereği hiçbir şeye dokunmadan çıkacaklardı. Onun bir deli olarak anılmaktan çekineceği için bu izlerden bahsetmeyeceğinden emin bir şekilde, gerçek bir ruhu çağırmanın zihinlerinde yarattığı dehşetle odadan çıktılar. Sadece kitabı almışlardı. Hepsinin yüzünde belli belirsiz bir korku vardı.
Karanlık koridora geçip üst kata çıkan merdivenleri sessizce çıktıktan sonra, o an evinde uyumakta olan tarihçinin odasının önüne geldiler. İçlerinden maymuncuk kullanmaya meyli olan bir öğrencinin yardımıyla içeriye girdiklerinde, açık perdelerin altında, arada bir şimşeklerin parıltısıyla aydınlanan salonda tavana kadar uzanan kitap raflarını, duvardaki antika çerçevelerdeki eski fotoğrafları, yine antika sayılabilecek bazı eski eşyaları ve mobilyaları görüyorlardı. Oraya buraya asılmış çeşitli kültürlere ait nazarlıkların bulunması birkaçının dikkatinden kaçmamıştı. Bir-iki kişi ise bu kadar şeyin arasında eski evlerde sıkça gördükleri, dua ve benzeri sözler taşıyan nazarlıkların olmamasına dikkat etmişlerdi. Gözlüklü, mumları yaktıktan sonra loşta olsa oda hafiften aydınlandı. Gözlüklü mumları odanın ortasındaki boşluğa koyduktan sonra malzemeleri tek tek siyah bir torbadan çıkarmaya başladı. Üçgen oluşturacak şekilde mumları yerleştirdikten sonra sıçan kemiklerinden beyaz tozu üçgen şeklinde etrafına çizdi. Kurutulmuş dulavrat otlarının bir ucunu yakarak onları tütsü olacak şekilde üçgenin kenarlarına yerleştirdi. Daha sonra dolma kalem, saman
Yataklarına dönüp uykuya daldıklarında, en korkunç kâbuslarının düşlerinde dirildiklerine şahit oldular. Korkulu rüyaların içerisinde, gerçek ve metafizik varlıkların bilincinde, korkunç bir ayinin parçası olmanın verdiği tuhaf hislerle, huzursuz bir şekilde sağa sola dönerek, ölü ağaç dallarının camları tırmalaması eşliğinde sabahı beklemeye başladılar. Gözlüklünün sabaha karşı can verene kadar sayıkladığı o korkunç cümleleri dinleye dinleye:
14
15
“BENİ NEDEN ÇAĞIRDINIZ? BENİ NEDEN ÇAĞIRDINIZ?...” SON
Mehmet Berk YALTIRIK
İllüstrasyon: Mehmet Kaan SEVİNÇ
Haberler
Haberler
Bilimkurgu Mikro Öykü Yarışması Türkiye’de e-kitap yayıncılığının gelişmesi, mikro öykü türünün yaygınlaşması ve bilimkurgu yazınının teşvik edilmesi amacıyla Entropol Kitap, Fabilog ve Kayıp Rıhtım işbirliğiyle Bilimkurgu Mikro Öykü Yarışması düzenlenecektir. Ayrıca jüri tarafından yayımlanmaya değer bulunan öyküler bir seçkide toplanarak e-kitap olarak yayımlanacaktır. Jüri: Hakan Tunç, Murat Başekim, Murat Çetinkaya, Özgün Muti, Sinan İpek, Tevfik Uyar Yarışma Kuralları Seçkiye yapılacak başvurular için belirlenmiş olan kurallar aşağıdaki gibidir: 1. Öyküler Türkçe olmalı, yazım kurallarına uygun şekilde kaleme alınmalıdır. 2. Öyküler daha önce internet de dahil hiçbir yerde yayımlanmamış olmalıdır. 3. Öykülerde bilimkurgusal öğeler bulunması şarttır. 4. Öykülerin boşluklu karakter sayısı azami 280 olabilir. Daha uzun öyküler değerlendirmeye dahil edilmeyecektir. 5. Her yazar en çok 2 öykü ile başvurabilir. 6. Katılımcılar öykülerinin juri tarafından yayımlanmaya değer bulması halinde internette veya e-kitap olarak yayımlanacak bir seçki içerisinde yer alacağını kabul ederler.
Altı Yıldır Beklenen Dergi “Naber” Sonunda Raflarda! Uykusuz dergisi okurlarının birkaç sene evvelinden aşina oldukları, bir çeşit “şehir efsanesi” olan Umut Sarıkaya’nın hazırladığı “Naber” dergisi sonunda raflarda! Çıkacağı duyurulan ilk günden itibaren yine çeşitli dedikoduların döndüğü, “trolleme” zannedilen dergi, Mart sayısı ile raflara ve de mizah gündemine düştü. Derginin içeriğini komple Umut Sarıkaya (yazıları ve çizgileri) hazırlamakla birlikte için bir de Burak Saka (Umut Sarıkaya karikatürlerinden aşinasınızdır) röportajının olması bizleri epey merak ettirdi. Dergi twitter hesabından temin edilemeyen yerlerden geri dönüş yapılması halinde oraya da dergi gönderebileceklerini ayrıca duyurmuştu, buradan da belirtelim. Resimlerin Kaynağı: 1-Naber Dergi Twitter Sayfası
Eserlerin Gönderimi 1. Eser bu sayfanın sonunda bağlantısı yer alan form aracılığıyla gönderilecektir: 2. Her bir katılımcı, kimlik ve iletişim bilgilerinin yanı sıra bir adet de rumuz belirleyecektir. Bu rumuz en az bir kelime ve bir sayıdan oluşmalıdır (Örnek: entropol71). 3. Katılımcılar özgeçmiş hanesine 500 karakteri aşmayan bir özgeçmiş yazmalıdırlar. Seçilen eserlerin yayımlanacağı e-kitapta özgeçmişlere de yer verilecektir. 4. Bu formdaki tüm haneler doldurularak gönderildiğinde başvuru aşaması tamamlanmış olur. Son başvuru tarihi 29 Mart 2015‘tir. Kazananların Belirlenmesi 1. Öyküler öncelikle yarışma kuralları açısından bir ön elemeye tabi tutulacaktır. Tür, uzunluk ve imla bakımından kuraldışı olan eserler ön eleme aşamasında diskalifiye olacaklardır. 2. Ön elemeyi geçen eserler jüri tarafından değerlendirmeye tabi tutulacaklardır. Yarışma sonunda üçü jüri, birisi okurlar tarafından seçilen dört öykü dereceye girmiş sayılacaktır. 3. Jüri tarafından belirlenen en iyi üç öykü doğrudan dereceye girmiş sayılacak, jürinin puanlamaları sonucunda en yüksek puanı almış 10 öykü ise 4 Mayıs 2015 tarihinde halk oylamasına sunulacaktır. Bu oylamada en yüksek puanı almış olan öykü, “Okurun Seçimi” olarak derecelendirilecektir. 4. Dereceye giren öyküler 1 Haziran 2015 tarihinde ilan edilecektir. Kazananlara yarışma sponsoru Mağazaloji tarafından sürpriz hediyeler verilecektir. 5. Jüri tarafından yayımlanmaya değer bulunan en az otuz öykü kazananların ilanını takip eden iki ay içerisinde “Mikro Bilimkurgu Öykü Seçkisi” adıyla e-kitap olarak yayımlanacaktır.
16
17
18
19
20
21
22
23
24
25
26
27
Haberler
Puslu Kıtalar Atlası Çizgi Romanı! Bu ayın en heyecanlı haberi, İhsan Oktay Anar’ın meşhur romanı “Puslu Kıtalar Atlası”nın, usta çizerlerimizden İlban Ertem’in çizgileriyle yayınlanacak olması oldu. İletişim Yayınları’ndan çıkacak olan çizgi roman, 18 Mart’ta raflarda olacak. “Puslu Kıtalar Atlası”ndan aşina olduğumuz Arap İhsan’ı, Alibaz’ı, eski Galata sokaklarını, Bahr-i Sefid kalyonlarını bu sefer usta bir kalemin çizgilerinden adeta seyredeceğiz. Resimlere bakılırsa heyecana kapılmamak elde değil. Şimdiden iyi okumalar ve hatta seyirler dileriz… Arka Kapak Yazısı: Karanlığın, yılankavi sokakların, demkeşlerin, paranın hüküm sürdüğü Galata’nın, karın deşip boğaz kesen, husye burup göz çıkartan hikâyelerin, zagon üzerine öttürenlerin, bahtsızların, yolcuların, rüya görenlerin, maceracıların şehrindeyiz. Uzun İhsan Efendi’nin yedi iklimde, dört bucakta, yeraltında ve yerüstünde gezinen dünya atlasında… İhsan Oktay Anar’ın unutulmayan ilk romanı Puslu Kıtalar Atlası, bu defa İlban Ertem’in masalsı çizgileriyle çizgi roman olarak karşımızda. Beş yıl süren, kolay anlatılamayacak bir emek, tutkuyla dolu bir sadakat, civa gibi bir sayfadan diğerine akıp giden ustalık… İlban Ertem, Türkçe edebiyatta eşi benzeri olmayan bir uyarlamayla magnum opus’unu gün yüzüne çıkarıyor. Oyunbaz ve zifiri… Büyük bir “resimli roman” Resimlerin Kaynağı: 1-http://kitap.radikal.com.tr/makale/haber/puslu-kitalar-nihayet-416402 2-http://sabitfikir.com/haber/puslu-kitalar-atlasinin-cizgi-romani-13-martta-raflarda 3-http://www.ilbanertem.com/pkitalart.html
28
29
30
31
32
33
Öykü
Fantastik Şiir
Yurtsuz ve Gizemli Cinayetler 2. Bölüm: Duvarların Ötesi Çin İşi Kimseler beni bilmiyor unutuldu ruhum Bense acımla burada donmuşum Kutupları kaplayan kar gelinliğim gibi oldu Ne yazık evleneceğim gece solmuşum Gözyaşlarım durmaksızın düşüyor İnsanlar gözyaşıma kar iniltime fırtına diyor Ne zaman huzur bulacak ruhum bilmiyorum Buzulların arasında başıboş dolanıyorum Hangi kader güldürür bilmem benimki ağlattı Sonsuz ağıtım buz denizlerinde yankılandı Kara Talih beni bu unutulmuş diyara yolladı Huzura hasret canım soğuktan kaskatı kaldı Şimdi neredesin ey aşkla sevdiğim sevgili Seninle geçen günler aklına gelir mi? O sıcak yaz günlerinde ki neşeli seslerimizi Arama artık ben geçmişin unutulmuş silueti Ruhum huzur bulurdu gidebilseydi göğe “Lanetlendin artık ağla sonsuza dek ey acuze” Keşke görseydim bunu söyleyen sesin sahibini İsteseydim ondan huzur ve sevdiğimin haberini Hayat yok artık acı çeken huzursuz ruha Ağla sevgili cananım biraz da sen kana Arada bir de olsa bari beni düşün, an, hatırla Yıl dönümüz de gökten yağan gözyaşlarımı okşa Yusuf GÜRKAN İllüstrasyon: Gülhan SEVİNÇ
34
Güneş tepeye dikilmiş kavururken kendi altındaki toprakları ve toprağın üstündekileri, Yurtsuz kana bulanmış nehirde, Hintlinin kesik başını göğe kaldırmış, bakıyordu. Güneş kesik başın ıslak saçlarında kırılıp, ona bir kutsallık katmış, işi daha da gizemli kılmıştı. Yarı çıplak ve ıslak olan Yurtsuz, nehirden çıkıp elindeki kafayı kenara koydu. Silkelenip kendine gelince Orman’a “Sen şuraya uzan, kurulan.” dedi. Ceset parçalarının atıldığı tepeye doğru koşmaya başladı. “Ben birazdan gelirim. Sen hazırlıklı ol.” Tepe pekte yakın sayılmazdı. Elinde topuzu ritimli bir şekilde koşuyordu. Güneş tepeden ateşlerini savurması rağmen, ıslak bir şekilde rüzgara doğru koşması onu üşütmüştü. Vardığında ortalıkta kimsecikler yoktu. Hiç beklemeden çevreyi incelemeye başladı. At izleri vardı. İki farklı at izi... Çevrede biraz kan izi vardı. Çok az kan... Cinayet burada işlenmemiş bu apaçık ortada. Cesetler buraya getirilmiş ve nehre atılmış. Katil için bir at, cesetleri taşımak için bir at kullanılmış. At izlerini takip etti. “Doğudan gelip, doğuya gitmiş. Bir Çinli olabilir.” Nehrin başına geri döndü. Suda parlayan bir şey vardı. Taşların arasına takılmış akıntıya direniyordu. Yurtsuz elini suya daldırıp parlayan cismi ve onu sıkıca kavramış olan kesik kolu çıkardı. El sıkıca kapanmış, içindekini muhafaza ediyordu. Biraz zorlanınca açıldı. Gümüşten bir kolye vardı. Geyik adamımız kolyeyi cebine koyup kolu inceledi. Garip bir dövme vardı. Elinde kol ile birlikte Orman’ın yanına döndü. Orman ağzına bir kumaş parçası almış efendisini bekliyordu. Efendisi yanına geldi ve ağzındakini aldı. “İpek bir torba. Çin işi olsa gerek.” derken içini açıp baktı. “Kan lekesi var.” dedi. Garip bir koku almıştı torbadan. İçinde farklı bir şey daha gördü. Elini daldırıp çıkardı. Ot, yaprak gibi bir şey. Kokladı. “Çay...” dedi “Çay bu.” Torbayı daha detaylı inceledi. Özel bir torba bu. Çaylar daha iyi korunsun diye yapılanlardan. “Adam ceset parçalarını, çay torbalarına koymuş. Kesin Çin işi. Şu kol ve kafayı gömelim sonra en yakın Çin şehrine gidelim.” Dediği gibi yapıp kafa ve kolu gömdü. Sonra giyinip Orman’ı korkunun cisim bulmuş hali olan Çin’in uçsuz bucaksız duvarlarının önüne sürdü. Yurtsuz duvarlara doğru yaklaşınca kapılar sorgusuz açıldı. Burada fazla oyalanmadan şehre doğru devam etti. Yangın Yeri Şehre girer girmez Yurtsuz, halka şehirde Hintlilerin olup olmadığını sordu. Öğrendiğine göre yerleşik olarak burada yaşayan Hintli yokmuş fakat şehre bir hafta önce içinde Hintlilerin de olduğu bir kervan gelmiş. Kervan hala şehirdeymiş.
35
Öykü
Öykü Orman’ın şehirde bir o tarafa bir bu tarafa sürüp yoran Yurtsuz, dinlenmeden kervandaki adamların kaldığı yere gidip Hintli grubu buldu. Lider gibi duran adama “Aranızda kaybolan birisi var mı?” diye sordu. “Var. Yoksa onu buldunuz mu?” “Kolunda garip bir dövme var. Sizin adamınız o mu?” “Evet. Dövmesi vardı. Nerede şimdi?” “Ne yazık ki öldü. Ben onun katilini arıyorum. Onu en son ne zaman görmüştünüz?” Adam, cevap vermedi. Ölüm haberinin etkisi altındaydı. Belli ki pek seviyordu ölmüş olan adamı. Birkaç dakika sonra cevap verdi. “Dört gün önceydi. Elindeki malların çoğunu satmıştı. Parası ile buranın meşhur çaylarından alacağını söyleyip çıkıp gitti.” “Çay mı?” diyerek doğrulamak istedi Yurtsuz. Karşısındaki adam doğruladı. Yurtsuz’un bu duyduğundan edindiği fikir şuydu: Çay almaya gittiği dükkanın sahibinin veya çalışanlarının bu cinayetle ilgisi olabileceğiydi. Olayın sonuna yaklaştığını düşünen Yurtsuz sordu : “Nereye gitti çayları almak için?” “Bilmiyorum. Burada çay satan çok yer var. Büyük ihtimalle en meşhuruna gitmiştir.” “En meşhur hangisi?” “Benim duyduğum Bai’nin mekanıdır.” Yurtsuz istediklerini öğrenip dışarı çıkarken, birden geri döndü. Gözleri ışıl ışıl parlıyor, boynuzları titriyordu. Tüyleri dikleşmişti. Kuşların kanat çırpması , ağaç dallarının ahenkli dansını durduran ulu sesiyle “Sakın yanlış bir şeyler yapayım demeyin! Öfkem acı verir!” diye bağırdı. Bunları söylerken sanki boyu iki katına çıkmıştı. Gözlerinde parlaklık gitti. Boynuzları titremeyi bıraktı. Tüyleri eski haline geri döndü ve Yurtsuz hızla dışarı çıkıp gitti. Sorup, soruşturup Bai’nin dükkanını yerini öğrendi. Burayı bilmeyen yoktu. Dükkana yaklaştığında insanların sağa sola koşuştuğunu gördü. Köşeyi dönünce anladı ki dükkan yanıyor. Hızla sürdü Orman’ı. Halk dükkanı söndürmeye çalışıyordu. Yurtsuz sordu: “İçerden çıkabilen var mı?” Kimse çıkan birini görmemiş. Bai’nin içerde olabileceğini düşünen Yurtsuz, doğrudan ateşler içindeki binaya girdi. İçerisi aşırı sıcaktı ve dumandan etraf tam olarak görünmüyordu. İçeride dolanıp durdu. Sonunda yerde yatan Bai’yi buldu. Kucaklayıp hızla dışarı çıktı. Soluduğu dumana dayanamayıp Bai’yi de kendini de yere attı. Kendine gelince doğrulmaya çalışarak “O iyi mi?” diye sordu. İyi değildi. Ona iyice baktı. Ölüm sebebi yangın değildi. Üzerinde kesik izleri vardı. Halktan biri “Bunu kervandaki adamlar yaptı.” diye bağırdı. Halk bir anda büyük bir coşkuya kapılıp kervanın kaldığı yere doğru yürümeye başladı. Bizimki yeni yeni doğrulmaya başlamıştı. Coşmuş olan halkı durdurmayı bile deneyemedi. Kervandaki adamların yapması mümkün değil diye düşünüyordu. “Benden önce varmaları mümkün değil” diye söylendi içinden. “Bu işin içinde başka bir iş var.” Birden yere yığıldı. Bayılmıştı. Orman yanına gelip ayağı ile dürttü sonra yalamaya başladı. Amacı onu kendine getirmekti ama işe yaramadı. Başında dikilip bekledi. Duvarlardan Sürgün Yurtsuz kendine geldiğinde başında iki muhafız vardı. Karşısında ise şehrin efendisi olan Lie vardı.
Kalkmaya çalıştı muhafızlardan biri göğsüne bastırdı. Yurtsuz bunun üzerine hamle yapmaya çalıştı ama elleri bağlıydı. Lie elleri arkada, burnu havada Yurtsuz’un tam önünde dikilip “Şehri getirdiğin hale bir bak! Halk ve kervan bir birine girdi. Tüm kervanı katlettiler. Bizden de bir düzine insan öldü. Çay dükkanı , yanındaki evler ve tüccar misafirhanemiz kül oldu Bir gün de şehrimi soktuğun hale bir bak!” Yurtsuz cevap vermedi. Sessizliğe daha çok sinirlenen Lie, Yurtsuz’un suratına bir tekme attı. “İmparatordan aldığım yetkiyle senin, bundan sonra Çin topraklarına girmeni yasaklıyorum. Şimdi bineğinle birlikte, buradan çıkarılacaksın.” Orman ve Yurtsuz’u zincirleyip, duvarların dışına kadar götürdüler. Orada serbest bırakıp gittiler. Yurtsuz öfkeliydi hem de çok öfkeliydi ama şimdi daha önemli bir meselesi vardı. Hintlinin ölümü o kadar da basit bir işe benzemiyordu. Eğilip Orman’ın yanağından öptü. “Canını çok yaktılar mı?. Şimdi gidip sana bir eyer yaptıralım.” Kuzeye yöneldiler. Kapağan Kağan’ın yurduna doğru...
36
37
Öykü: Cevher Veli KARAKOÇ
Röportaj
Röportaj
Işın Beril TETİK, Demokan ATASOY, Galip DURSUN
“İyi bir korku öyküsü adamın suratına tokatı basandır”
üç yıldır ses kayıtları üzerine çalıştığı için bu konuda tecrübeli. Kaybolmasın bütün bu konuşmalar, kayıt altına alalım, bizim eğlendiğimiz, zevk aldığımız gibi bunlardan başka insanlar da dinlesin zevk alsın deyip bu şekilde başladık.
Gölge: Korku kültürü üzerine fazla kitabımız yok; Türkçe’de fazla kitabımız yok; korku kültürü üzerine sinema haricinde yazılmış doğru düzgün kitap görmedim, ne var: vampirler, Vampir Manifestoları filan böyle vampirlerle ilgili birkaç kitap var. Birkaç tane roman var ama korku kültürü üzerine bilindik bir kitap yok. Korkuyu konuşmaya nasıl karar verdiniz? Işın Beril Tetik: Biz zaten 10 senedir birlikte olan bir grubuz, bunun bir birikimi var. Biz bir araya geldiğimizde müthiş bir beyin fırtınası döner. Bir konu açılır; biri bir şey söyler, diğeri bir şey söyler konu bir başlar korkunun her türünden her şeyinden her yerinde konuşuruz. Yani bizde bir şekilde alışkanlık gibi bu. Sadece korku değil her konuyu böyle konuşup irdelediğimiz için Demokan bu fikirle geldi. Biz bu kadar konuşuyoruz, beyin fırtınası yapıyoruz, saatler süren tartışmalar yapıyoruz niye biz bunları kaydetmiyoruz. Her gün bir sürü yeni bilgi havada uçuşuyor, bir sürü konu tartışılıyor ve orda kalıyor. Biz bunu 10 senedir sürdürdüğümüz için zaten 10 senelik kaybolmuş bir sohbet ortamı var. Biz de be bu sohbet ortamını böyle taşıyalım dedik. Bunda öncü Demokan; zaten o hem sinemacı, hem yayıncı hem de
Gölge: Bu podcast olayları sizinle birlikte patladı. Biz Radyo Kayıp Rıhtım’ı biliyorduk, Hitit Güneşi vardı, 22 dakika sitesine bakıyordum dizi haberlerine. Şimdilerde Çizgi Roman Yolculuğu diye bir şey çıktı onlar görüntülü yapıyor bunu ve böyle bir sürü internet ortamına hazırlanıp atılmış sosyal medyada paylaşılan bilgi kırıntıları. Tabii siz de youtube üzerinde kendinize bir kanal kurdunuz. Siz bunu yaparken ben altında radyo kültürü gördüm. Siz müziğiyle montajı ile bu işi yaparken ben çocukluğumda, ilk gençliğimde dinlediğim radyoyu, o radyo kültürünü sizinle birlikte buldum. Peki, sizin bu işe başlamanızda siz de bunları dinlediniz altyapı oluştu, var mı öyle bir şey? Demokan Atasoy: Ben televizyon programcısıyım aynı zamanda. TRT 3’te uzun süreler televizyon çalışmış Bahar Daldal Yuttaş var, o benim yapımcımdı televizyonculuk yaparken. Ondan çok şey öğrendim. 3 yıldır da İstanbul üzerine turistik bir uygulama yaparken ses montajı, oyuncu ses kayıtları, aynı zamanda da seslendirme üzerine çalışıyordum zaten. O yüzden de kaliteli profesyonel ses duymanın sebebi benim uzun yıllardır bu ve başka konularda tecrübemin olması. Galip Dursun: Bizim burada beslendiğimiz birden fazla şey var. Birincisi Demokan’ın bu işi biliyor olması. İkincisi Beril’in dediği gibi on senedir biz birbirimizi tanıyan insanlarız ve bizim konuştuğumuz konular çok ilginç konular. Bakmayın siz, biz daha çok popüler şeyleri konuşuyoruz şu an. Yoksa yenilir yutulur olmayan şeyleri de saatlerce konuştuğumuz oluyor. Belki öyle bir kitle olacak 60. programda insanlar alışacak, öyle bir kitle oluşacak biz de oturup rahat rahat çok daha bilgi gerektiren şeyleri konuşacağız. Üçüncüsü de biz panellere gidiyoruz, konuşmalar yapıyoruz, konuşmalar dinliyoruz. Sen buna radyo kültürü derken teşekkürler teveccühün, sadece bir radyo programı değil. Ben de Kaybedenler Kulübü’ne çok hayrandım. Okulda ders çalışırken devamlı arkamda bir radyom olurdu. Ama biz öyle TRT’nin ya da sonradan NTV’nin yaptığı kültür radyo programları gibi yapmıyoruz biz. Biz aslına bakarsan her birini bir panel gibi bilgilendirici bir şey gibi ele alıyoruz. Arkada müziğe boğmuyoruz. Birbirimizin sesini önlemiyoruz. Çok teknik yerler var, sıkıcı olmamaya çalışıyoruz. Her dinleyen bir şey öğrensin diye uğraşıyoruz. Gittiğimiz panellerde, dinlediğimiz yayınlarda sıkça karşılaştığımız şeyler bunlar. Dikkat ediyoruz özellikle, birbirimize işaretler veriyoruz. Demokan: Zaten programı hazırlarken bir format oturttuk. Kayıt sırasında birbirimizin sözünü kesmemek için el hareketleri ile anlaşıyoruz. Birimiz toparla diyoruz, ben sürekli zamanı kontrol ediyorum, birimiz fazla konuştuğu zaman onu bitirtiyoruz diğerine geçiyoruz ki aynı sesi insanlar saatlerce dinlemek zorunda kalmasın, konu değişsin, başlık değişsin. Atlanan bir şey olursa geri dönülüyor. Montaj yapıyoruz.
38
39
Bu sayıda podcastın farkına varmamı sağlayan bir ekip ile röportaj yaptım Gerisi Hikâye ekibi. Podcast kavramı hakkında bir fikriniz yoksa hani şu cep telefonu ya da evdeki kamerayla program tadında kayıt yapıp bunu amatörce paylaşıyorlar ya, biz de telefonumuzdan izliyor, dinliyor, seyrediyoruz. Gerisi Hikâye ekibi Kan Güncesi sitesinden tanıdığım, Anadolu Korku Öyküleri ile takip ettiğim şimdi de podcastleri ile korku kültürünü konuşan öğrenilmesinde katkıda bulunulan üç güzel insan. Özgen Berkol Doğan Bilim Kurgu kütüphanesinde Işın Beril Tetik, Demokan Atasoy ve Galip Dursun ile oturduk sohbet ettik.
Röportaj
Röportaj
Gölge: Işın Hanım bir bölümde “Ben o kadar çok okudum ki” diye sert bir çıkış yapmış. Ne kadar okuyorsunuz? Bugün program kaydı yaptınız, haftaya ne konuşacağınızı mı planlıyorsunuz; şunları okuyalım şunları konuşalım mı diyorsunuz? Işın: Zaten genel bir birikim var ama biz sadece o birikime güvenerek bu programı yapmıyoruz. Ne kadar çok okursak o kadar çok cahil olduğumuzu görüyoruz. Oku oku bitmiyor zaten. Demokan’ın söylediği bir şey vardır hep ‘nokta atışı bir konu her zaman çok daha iyi’, çünkü toparlamak açısından, karşımızdaki adamın kafasını karıştırmamak açısından. Nasıl çalışıyoruz; ben kendi yöntemimi söyleyeyim, konunun genişliğine bağlı olarak bir gün öncesinden ya da iki gün öncesinden başlıyorum. Kendime bir yol haritası çiziyorum ilk önce, o konunun neresinden almak istediğime dair. Çünkü biz üçümüz de her zaman farklı yönlerden bakıyoruz konulara. Bu içgüdüsel olarak hep böyle olmuş. Daha yeni yeni fark ediyoruz, programı yaptıkça fark ediyoruz. Hepimizin bakış açısı farklı, o yüzden ben bakıyorum benim en çok ilgimi çeken ya da kafamda soru işareti oluşturan bir konuda ’bunun öncesi nedir?’ veya ‘bu neden bu şekle gelmiş’ gibi kendime sorular soruyorum, bu sorulara ilişkin olarak da kendime bir liste yapıyorum ne şekilde araştıracağıma dair. Her bir soruyu yazıyorum, o şekilde araştırmamı yapıyorum. ‘Çok fazla dağılmadan’ bulabildiğim ne kadar makale varsa makale, bendeki kitaplar varsa kitaplardan bakıyorum. Bende kitap yoksa internetin engin sularına atıyorum kendimi ve oradan oraya atlayarak; sürekli atlayarak, bir yazı okuyorsam bile altındaki kaynaklara bakıyorum. Kaynakların kendilerini bulmaya çalışıyorum. Kimi zaman bunlar akademik araştırma oluyor kimi zaman da sadece kişilerin zevk için yazdığı yazılar olabiliyor tabii onu da ayırmaya dikkat ediyorum. Konuyla ilgili okuyabildiğim kadar çok okuyorum, konuyla ilgili özellikle ilgimi çeken tarafını sağlamlaştırmak için “hımmm evet; şurada bunu diyor, burada bunu diyor, şurada da bunu söylüyor, bu pek çok yerde geçtiğine göre sağlam bir duruşu var bu konunun” diyerek bu şekilde araştırıyorum. Ve bolca da okuyarak. Demokan: O az önce verdiğin örnek, Beril’in sözü ‘Korku Konuşmak’ bölümünden. Gölge: Yine yakalandık : ) Demokan: Sürekli best seller okuduğundan bahsederken kullanmıştı, aklına gelebilecek korku konusundaki best sellerlar Sthephen King’den Koontz’a kadar hepsini okuduğu için “o kadar çok okudum ki” demişti. Cümlenin arkasındaki laf bu, bunların montajını ben yaptığım için her şeyi 50 defa filan dinliyorum. Işın: O konuda benim iştahım çok fazla bestseller konusunda ve özellikle iki yazar, bir iki tane daha ekledim bu aralar. Gölge: Sadece bu iş için haftada kaç saatinizi harcıyorsunuz? Galip: Saat mi gün mü? Işın: Çarşamba günü kayıt var, eğer geniş konuysa pazartesi akşamı başlıyorum, akşam yemekten
40
yatana kadar yani saat akşam 8’den 11 buçuğa kadar ama zaten benim bildiğim bir konuysa ve nokta atışıysa, zaten neyi araştıracağımı da iyi bildiğim için Salı günü kahvaltıdan sonra oturuyorum, akşama kadar çalışıyorum, Çarşamba günü sabah çok erken 06:15 de falan kalkıyorum 11 e kadar da o şekilde çalışıyorum. Geniş konuyu ise biz zaten birkaç bölümde ele alıyoruz. 18-20 saat falan ediyor. Gölge: + 30 sene. Korku bir alt kültür, siz bir sürü şey konuşuyorsunuz korkuyu da konuşuyorsunuz. Bir edebiyat dalı olarak korku kültürü üzerine insanların konuşması için ne yapmak lazım; üniversitelerde kürsü mü kurulması lazım, akademik araştırmalar yapılıp tezler mi yazılması lazım? Kore korku sineması dediğimizde korkuyoruz, Türk korku sineması dediğimizde gülüyoruz. Mesela Galip’in bir sözü var “Kitap dergileri bizi ciddiye almıyor” diye. Ben edebiyatımızda bu konuda Türk yazarların o kadar ciddi çalışmaları yok diye görüyorum. Galip: Bu genellemeyi yapıp kenara atıveriyorlar, yeni gelen kimseye de bir şans vermiyorlar. Bekâra kız yok gibi bir hadise oluyor. Sen editörsen ya da yetenek avcısıysan; yazı geliyorsa, kitap geliyorsa, bu işi yaptığını iddia ediyorsan at gözlüğü ile bakmaman lazım. Beş tane kötü örnek okudum, altıncı kötü olacak diye genelleme yapma lüksü yok ki bu adamın. Bir de kitap dergileri işgal edilmiş durumda, kimse kusura bakmasın, biz edebiyat yapıyoruz. Öyle alt edebiyat, üst edebiyat da değil, bildiğin edebiyat yapıyoruz. Korku diye insanlar alt bölüme insanlar ayırıyor ama bu metodik bir şey. Sonuçta üniversitede, kütüphanelerde kategorilere ayırmak, arşivlemek için türlere ayırıyorlar edebiyatı. Bunun adı edebiyat. Bizim yazdığımız öyküler edebi öyküler. Ve iddia ediyorum ben Türkiye’de çağdaş edebiyat normlarında yazı yazan çoğu insan da bizim öykülerimizi sevecektir. Karakter, dil, dramatik altyapı, kurgu, akış, o twist dediğimiz dönüşler, beklenmeyen şeyler… İşin içine iki tane doğaüstü şey girdi diye bu alt dal üst dal; böyle bir şey olamaz. Kendilerini çok ciddiye alıyorlar ve yanlış yapıyorlar bu işlerin de gelişmesini önlüyorlar. Bizim burada kendimize biçtiğimiz şey ki biz bunu zevkle yapıyoruz; biz bu konuşmalara devam edeceğiz, biz bu öyküleri yazmaya devam edeceğiz. Anlayacaklar insanlar. Bu dergi setini, duvarını yıkacağız, aşacağız biz. Ya bu insanlara ulaşacağız ya da okurlar bunları aradan çıkartacak. Çok büyük dikta var, yüz bin kişilik elitist kişi var kitap okuduğu düşünülen; sadece orada 100 tane 200 tane kitap sattıracak yazıya bakıyorlar. Üç tane kitap dergisi var. Böyle bir şey yok. Sen benden daha iyi biliyorsun 90 sayı dergi çıkarttınız, kaç kişi Gölge’den bahsediyor? Gölge: Şu ana kadar herhalde 500 yazarımız olmuştur. 90 sayıda o kadar çok insan yazdı çizdi ki; bir öykü sayısı yayınlıyoruz 20 yazar her öykü için ayrı illüstrasyon 20 çizer, ön kapak arka kapak editör grafiker bir bakmışsın 50 kişi olmuşuz. Galip: Para versen öyle bir kadroyu kuramazsın. O işleri yaptıramazsın. İkincisi de bu insanlar demode oldular artık.
41
Röportaj
Röportaj
Demokan: Bu kadar çaba var hepimiz görüyoruz, gidelim bütün edebiyat dergilerine soralım, Gölge dergi hakkında ne düşünüyorsunuz diye. Bilen çıkacak mı diyorsun? İlgilenen çıkacak mı? Gölge: Çok gereksiz insanlar çıkıyor. Galip: Bir defa herkesin bir şekilde haberi olmuştur ama bu insanlar çağ dışı kaldılar biraz. Dinozor gibi direnç gösteriyorlar. Yeni gelen şeyi göremediler. İnternet edebiyatı diye önce bize bir yafta vurdular daha sonra fantastik bu çocuklar genç işi ya da çocuk işi masal yapıyor dediler. Ben korku yazıyorum. 16 yaşından küçük bir çocuğun benim yazdıklarımı okuması beni rahatsız ediyor. Çünkü cinsellik var, çok ciddi şiddet var, korkunun kuralları var, podcastı dinlediysen orada bir tarifi var. Ben korku öyküsü yazıyorum, yeraltı öyküsü yazıyorum, bunları henüz karakteri oturmamış bir kişiye nasıl gidip anlatayım? Çok yanlış şeylere sebep olabilir, yanlış anlayabilir, iz bırakabilir. Çocuk edebiyatı diyor altında çocuk yok, gençler, üniversiteyi takip edenler, bir kısım fantastik dinlemişler bizi oradan kulp takacak bir yer bulmuşlar; Gölge’ye de bizim Anadolu Korku Öyküleri’ne de yapıştırıyorlar bunu. Direnç gösteriyorlar ama yeni gelecek olan bu; böyle bir edebiyat. Bunun okulu yok, insanlar kendini yetiştirdi. Ben şunu da iddia ediyorum; bu kültür otursun, bizim çalışmalarımız, bizden sonra gelecek insanların çalışmaları, gençlerin de yaşlıların da çalışmaları otursun, 10 sene sonra en büyük fantastik ya da en büyük internet edebiyatçıları şimdi bu insanların kitaplarını tanıtmayan, ismini anmaktan imtina eden kişiler olacak. Gölge: Peki şöyle bir derdiniz var mı; bu insanlar okumuyor, biz bunlara dinletelim, o da olmadı ilerde izletelim. İlla biz bunu bir şekilde şırıngaya alıp onların damarlarına enjekte edelim ama bu sırada da korku fantastiğin bir alt türü mü? Alt tür derken ben hala oradayım; korku polisiyenin bir alt türü mü? Öyle korku var ki siz Anadolu Korku Öyküleri’nde gulyabani falan filan işliyorsunuz ama biz arkamızda gelen sesten bile korkuyoruz. Kafamıza tuğla düşer mi diye yolun ortasından paranoyak paranoyak dolaşıyoruz. Galip: Psikolojik gerilim, psikolojik korku, türü yani korkunun. Gölge: İmdb’ye giriyorum korku diye yazdığımda polisiye de çıkıyor, çok sık çıkıyor. Bu günlerde Salem dizisi var, Sleepy Hollow dizisi var, karşıma çıkan şeylerin hepsi de onların korku karakterleri. Peki biz korku filminde ne anlatırız; komediye yakın şeylerle karşımıza çıkıyor Türk sinemacılar, diziciler. Galip: Bugün konuştuğumuz vampir hadisesi işte; Tirakula diye bir Laz vampir hikâyesi anlattım sabah. Demokan: Türk vampiri yaz internete bir Kutsal Damacana gelir bir de Laz vampir Tirakula. Burada işte Türk vampir sineması. Eskiyi geçtim, eskiyi hızla almışız Drakula İstanbul’da diye ağır önemi olan bir filim dönemine göre. Bunlar olmuş ama günümüze geldiğimizde iş komediye dönmüş.
42
Gölge: Zamanında Kerime Nadir bile yazmış zaten Dehşet Gecesi diye vampirle ilgili. Galip: Bir deneyip gitmiş. Profesyonel olarak: “Bu tarzı da bir denemek lazım, yükseliyor bu” gibi profesyonel bir çalışma yapmış. Dehşet Gecesi’nden başka da yok. Işın: Biz genel olarak bakacaksak korkuya da epey meraklı bir milletiz. Okuma açısından olmasa da sözlü efsaneler, söylenceler olarak baktığımızda; bizde herkesin anlatacak bir hortlak hikâyesi, bir yatır hikâyesi ya da yolda gezen yalnız kız hikâyesi, taş olma hikâyesi vs. vardır. Her şeyi çok rahatlıkla bulabilirsiniz. Galip: Bizim Anadolu Korku Öyküleri’nde en çok karşılaştığımız o. Masanın üzerine kitabı koyduğun anda her hangi bir buluşmada, insanlarla sohbet ederken “Benim ninemin başına da şu gelmiş biliyor musun”, “Benim dedemin dayısının başından şöyle bir şey geçmiş” gibi insanlarla etkileşiyor hemen. Işın: İştahlı iştahlı anlatıyorlar kişisel hikâyeleri. Hem dinlemeyi seviyorlar hem anlatmayı seviyorlar. Baktığınız zaman bizim milletimiz gerçekten korkuyu seviyor ama ne izliyor; bol gözyaşı, zengin adam fakir kız, drama, aşk ihanet para… Bizim şu anki durumumuza genel olarak baktığınızda düştüğümüz durum bu. Galip: Bütün bu türlere isim verilmesinin sebebi olan adam Edgar Allen Poe. Poe denilince aklına ne geliyor senin? Gölge: Hemen aklıma Kuzgun geliyor, şiir oda. Galip: Tamam, doğru. Karanlık gotik geliyor değil mi? Poe polisiye yazarıdır. Polisiyeyi başlatan adamdır. Suç, günah öyküleri yazan adamdır. Gotiği düzlem olarak kullanmış, öğe olarak kullanmış sadece. Bu türler birbirine çok yakın çünkü hepsinin içinde gerilim var. Polisiyede gerilim var. Korkuda gerilim var. Biz geçen hafta Alien’i konuştuk, Alien’i izle göreceksin. Film başından sonuna kadar seni tel gibi gerer. Her dakika diken üzerinde değilsen bile bir şey olacak diye beklersin. Gerilim dozu, tadı yaratır. Bunları birbirinden ayıramazsın. Demokan: Gerisi Hikâye ile yapmaya çalıştığımız şey; kendi öznel hikâyeleri olan insanlara, korkuyu aslında seven bu insanlara ulaşmak. Sadece onlara değil bir şeyler yazmak isteyenlere de. Dediğin gibi; okuyacak kitap yok, yerli kitap yok. Ekibimizde ikinci dil şansı var, İngilizce şansı var. Biz İngilizce kaynaklara ulaşabiliyoruz, onlara çalışabiliyoruz. Bunun avantajını yaymak istiyoruz. Ayrıca program süremiz bir saat. Bir saatte onlara bir başlık veriyoruz, bu başlık hakkında temel kaynakları koymak istiyoruz. Onları oraya koyuyoruz, altına da her programın kaynak listesini yazıyoruz. Her programı dinledikten sonra kaynakları da orada mevcut. Siz Hannibal Lecter ile her hangi bir şey merak ediyorsanız Gerisi Hikâye bölümünü dinledikten sonra sırf oradaki kaynaklarla Hannibal Lecter hakkında öğrenmek istediğiniz her türlü bilgiye ulaşırsınız. Bilgilenenlerin hap gibi alabilecekleri bir saatte, insanlardan para istemeden iyi ve kaliteli bilgiler sunuyoruz. Bunun için birer saatlik dersler vermek ya da panellerde konuşmak yeterli değil.
43
Röportaj
Röportaj
Işın: Sizin benzetmeniz üzerinden gideceğim; biz onlara bunu enjekte etmeye çalışmıyoruz, biz onlara vitamin olarak sunuyoruz bunu. Öğrenmek istedikleri, bilmek istedikleri, merak ettikleri şeyleri destek olarak almak için bir vitamin hapı olarak sunuyoruz. Tabii bir de bunu yaparken bizim kendi zevkimiz, kendi eğlencemiz, eğlenmemiz var. Galip: Bu eğlence biterse bir gün biz bu programları durdurabiliriz. Başından beri konuştuğumuz bir şey. Tamamen içimizden gelen bir heyecanla yapıyoruz biz bunu. Ekstra getiriler filan düşünmüyorum. Onlara yan getiriler gözü ile bakıyoruz. Demokan: Demin Beril’in dediği gibi her buluşmamızda bir Gerisi Hikâye çıkıyor bizden. Dedik ki; biz bunu kayıt altına alalım ki korku edebiyatı ile ilgilenen herkese bir faydamız olsun. Ne kadar faydamız olabilirse yani. Gölge: Ben bu yaptığınız işe şöyle bakıyorum; siz önce söylenceleri aldınız, bunları öyküleştirdiniz sonra tekrardan kendi söylencelerinizi kaydediyorsunuz. Kendi söylenceleriniz derken de; bu olmayan bir şey, ben Türkçe hiçbir kaynaktan bu bilgileri edinemiyorum. Birkaç dergide benzer bilgiler vardır, bir iki internet sitesinde yarım yamalak bilgiler vardır ama size baktığımda, tabii ben bunu kayıtlarınızı sözlü olarak tuttuğunuz yazmadığınız için söylence diyorum, peki bunun daha sonrasında bunları bir yayın evinden teklif geldiğinde deşifre edip, yazılı bir hale getirip yayınlatmak gibi bir düşünceniz var mı? Galip: Nehir söyleşi gibi oluyor aslında. Gölge: Kaynaksızlığın bir şekilde önüne geçilmiş de olur. Galip: Bugün biz vampir konuştuk. Orada söyledik. Çünkü biz vampir üzerine çok konuşuyoruz. Vampirleri çok seviyor ve düşünüyoruz. Şu konuyu ayrıca belirtmek lazım; bizim 2009 senesinde yapmış olduğumuz İstanbul Üniversitesindeki korku anlatılarında bahsetmiş olduğumuz o Vampirle Savaşmak makalesini bugün önünüze koyduğunuzda yeni bir yorumla bir daha anlatıyoruz. Dediğim gibi bu bilgiler internette yok, kitapta yok, şurada yok burada yok ama birden fazla yerde de olabilir bir diğeri de benim tamamen hüsnü kuruntum da olabilir, kendime ait bir yorumum da olabilir ki biz buna çok dikkat ediyoruz. “Bilgi tamam ama senin yorumun ne?” diyoruz. Çünkü birinin internette bulacağı kaynağa papağan gibi okumak; ben çok sinir oluyorum bu duruma. Açıyor vikipedianın ilk üç paragrafını anlatıyor üç saat. Bugüne kadar kaç söyleşiden, kaç panelden çıktık. Demokan: Gerisi Hikâye’de mümkünse vikipedia bilgisi çok nadiren geçiyor. Galip: Mesela Houdini’yi araştırırken de konuşurken de ne kadar uğraştık. Çok başat, öncü bir karakter ama Süperstar lafını Türkiye’de ilk kez Demokan söyledi Houdini hakkında. O kadar da düzgün, usturuplu bir tespit. Özel olması için uğraşıyoruz. Biz özellikle yorum yapan, gerekirse yapıyı bozup yeniden yapan insanlarız. Anadolu Korku Öyküleri’nde de öyle oldu. Yaşanmış olayları Sır Kapısı gibi toplayıp biraz da ucuz bir kurgu ekleyip çıkartamaz mıydık? Ayda üç tane çıkardı. Ama biz çağdaş öykü yazmaya çalıştığımız için 6 senede bir kitap çıktı. Şimdi inşallah iki senede bir çıkacak. Işın: Bugün bir şey araştırıyoruz, öğreniyoruz, bir bilgi edinimimiz var; yarın başka bir şey okuyup o bilgiye ekleme yapıyorsunuz. Bir başka gün okuduğunuz zaman o bilgileri tamamen ters yüz edici, bir şey
44
bulabiliyoruz. Biz bütün bu konuşmaları yaparken aslında kafa patlatıyoruz. Böyle mi- şöyle mi, buradan mı geldi-şuradan mı geldi, bunun noktası bu mu yoksa bu mu ya da buna atıf mı yapıyor; sürekli böyle dönen bir düşünce de var. Demokan: Bir de gerçekçi olduğumuzu düşünüyorum, devrin gerçeklerine de bakmak lazım. Biz bir saatte konuştuğumuz şeyi deşifre etsek kaynakları ile birlikte kaç sayfa çıkacak bilmiyorum. Ama bir saatte bizi dinliyor insanlar. Devir dinleme devri. Gölge: İş yaparken dinleyebiliyorum sizi. Galip: Yolda dinleyebiliyorsun. Demokan: Onlarca kişi bu cümleyle geliyor: “Abi iş yaparken iyi oluyor” ya da yolda giderken. Biz neden bir saat yaptık; siz yarın yolda giderken ayarlayacaksınız dinleyiciler olarak. Artık herkes ayarlıyor bir saat, bir saat on beş dakika süresini. Ben bunu bir buçuk saat yaparsam senin dinleme süreni bozacağım. Galip: Biz videolog gibi yapmadık bunu; çünkü insanlar dinlesin istiyoruz özellikle. Bu çok daha rafine bir iletişim tipi, anlatım tipi. Güzel de oldu. Youtube videoları ile artık uğraşmıyoruz. Kapağı sabitleyip kaydediyoruz. Çünkü amaç o değildi. Mesela radyo programı yapar mısın, yapacak mısınız diyorlar bize; amaç o değil diyoruz. Görüntülü çekelim biz bunu; amaç o da değil. Biz bunun dinlenmesi gerektiğini düşünüyoruz. En rahat dinlenme yöntemi, telefonlara yüklemek. Kulaklığınızı takıp yolda iken ya da çalışırken dinleyebilirsiniz. Işın: Ben bile programları iş yaparken tekrar dinliyorum. Ve gayet de algı açık oluyor o zamanlar. Bir yandan iş yaparken bir yandan da ilgi ile dinliyorsun. Demokan: Programı kaydederken hepimiz diğerinin söylediğini merakla dinliyor, diğerinin bilmediği, diğerinin kaçırdığı, diğerinin ilgilenmediği tarafı anlatıyor herkes. Ve kayıt sırasındaki düşünce şekli; ben zamanı kontrol ediyorum, ses seviyeleri ile ilgileniyorum birbirimize tempomuzu bozmadan: “şurada gireyim”, “şunu anlatayım” diye kendimizi düşündüğümüz için programı kaydederken aslında çok da iyi dinleyemiyorsun. Sonra program bitip montajlanınca: “aaa bak ne güzel şeylerden bahsetmişiz” diye ayrıca da dinlemek gerekiyor. Işın: Ben Houdini’yi iki defa dinledim. Galip: Houdini eğlenceliydi. Gölge: Ben korku üzerine öykü yazan sizden başka kimseye rastlamadım, var mı? Galip: Öykü gibi çalışan yok ancak roman yazan var. Roman yazıyorsa öykü de yazıyordur zaten. Gölge: İçinde korku unsuru barındıran pek bir öykü bulamadım internete baktım, hayaleti de komedi tarzında yazmış. Size korku edebiyatından anlayan kişiler olarak sorayım, öncelikle Işın hanıma. Bir korku kitabı okuyacaksanız korkuda aradığınız şey ne? Işın: Tekinsiz olmalı. Tüylerimi diken diken etmeli. Okuduğum hikâyenin gözümün önünde canlanabiliyor olması lazım. Bir şeyin olacağını tahmin edip onu beklerken, her ne kadar beklersem
45
Röportaj
Röportaj
damlalar tuhaftır, ışıklıdır, karanlık evin içinden terasa bakar ve oraya sığınmış olan çakalları görür. Dışarı çıkar onların arasında yürür ki biz ürkeriz, vahşi hayvan sonuç olarak, çakallarla aynı tedirginliği hissetmektedir, bu mesela benim tüylerimi diken diken eden sahnelerden biridir. Bilmiyorsunuz o yağmur nedir? Bir şey var o yağmurda ama siz tam olarak anlayamıyorsunuz ne olduğunu, ters giden bir şeyler var. Kokusunda, dokusunda, havanın hem sıcak hem soğuk olmasında, size ilk vuruşu o başlangıçta yapıyor. Beklentiye sokuyor sizi. Gölge: Bizim bir Korku Terimleri Sözlüğü’müz yok. Korku Yaratıkları Sözlüğü’müz yok. Neler olduğu ancak söylencelerle bize geliyor, yabancıların her şeyleri var sözlükleri, araştırma kitapları falanı filanı. Ben dün Sleppy Hollow’u seyrederken bir baktım benim sevdiğim kahramanlardan Solomon Kane, Solomon Kent olarak tekrar karşıma çıktı. Adamlar döndürüyorlar dolaştırıyorlar aynı kahramanları çıkartıyorlar karşımıza. Senin de Topraktan Gelen diye bir karakterin var. Bu da sizin Anadolu Korku Öyküleri kitabının 1. Cildinde vardı. Yeni bir kahraman çıkartırken, yeni bir karakter yaratırken, yeni bir korku öğesi kurgularken nasıl bir şey düşünüyorsun, nasıl düşünmek lazım? İhtiyacın olan bir şey miydi yoksa ‘ben bunu da yazayım da isim de şu olsun’ mu dediniz. Demokan: Ben hikâyelerimde hikâyenin ihtiyaç duyduğu şeyleri yapıyorum. Hikâye duvar gibi kurulur, bir tuğlayı bile çekersen yıkılıyorsa o hikâye iyi gidiyordur. O tuğlayı çektiğinde duvar hala yerinde duruyorsa zaten o tuğlaya gerek yoktur. Topraktan Doğan’ı da yazarken doğa unsurunu, köyü, Anadolu Korkusu’nu içimde hissettiğimde Topraktan Doğan benim içimde doğdu aslında. Benim için Anadolu topraktır, o hissiyattan, doğa ana kavramından ben Topraktan Doğan’ı çıkarttım. Topraktan Doğan ile birlikte Toprağa Bakan’da çıktı aslında. Onu da ikinci öyküde kullandım. Hem Topraktan Doğan’ı hem de Toprağa Bakan’ı yarattım. İkisinin de işlevi farklı ama dediğim gibi çıkma sebepleri öykünün buna ihtiyaç duyması ve Anadolu’nun bende hissettirdikleri.
bekleyeyim hazırlıksız olmalıyım karşıma çıkacak olan şey için. Ben kendim yazarken bile öyle. Kendimi diken üzerinde tutayım, yazıp yazıp ilk düşündüğüm şeyi sonuna geldiğimde çok daha farklı da ortaya çıkartabiliyorum. Yazarken ben yazdığımı tekinsiz bulmaz, ürpermezsem, yazdığım şeyin tatminini yaşamazsam yazmam daha iyi. Demokan: Bence korkuda esas mesele gerilimdir, korkuyu sağlayandır, korkuya bizi götürendir. Korku bir sonuç, gerilimse bir süreçtir. Ben de süreci sevdiğim için bence gerilim olmalı. Bana birinci dakikada canavarı göstermemeli, beni merakta bırakmalı. Işın: Ben de katılıyorum buna, gerilim en önemlilerinden biri. Galip: İyi bir korku öyküsü beni bir defa şoka ve paniğe sokmalı önce. İyi bir korku öyküsü adamın yüzüne tokadı basandır. Beni şaşırtmalı; iyi bir fikirle, iyi bir akışla, iyi bir hikâyeyle gelmeli. Kahramanlarına baktığım zaman “EVET” demeliyim, tutarlı olmalı; öyküden bahsediyorum. Korkuda da o canavarı görmeyeceksin. Ya da o canavar karşısında kahramanın hissettiği acziyeti hissedebiliyor muyum? Beni korkutuyor mu? Ben o atmosfere girebiliyor muyum? Clive Barker’in bazı öykülerinden bahsedip duruyorum, sayfayı çevirdikten sonra kendimi rahatlamış hissettiğim öyküleri, romanları var üstadın. ‘Oh be geçti nihayet o oda sahnesi’ filan gibi. Böyle bir şey olması gerekiyor. Gerilim de tamamen bambaşka bir şey. O tansiyonu tutmazsan kimse seni okumaz zaten. Işın: Yanlış hatırlamıyorsam Dean R. Koontz, İstila romanıydı, orada bir başlangıç sahnesi vardır; bir yağmur yağar, gecenin bir yarısı kadın uyanıp aşağı iner, yağmur yağıyordur ama çok tuhaf bir yağmur,
46
Gölge: Anadolu Korku Öyküleri ekibine katılan oldu mu, ekibe yeni arkadaş geldi mi? Galip: Kitabı gelecek ay teslim edeceğiz. Murat Başekim katıldı ekibe. Ekipte eksikler var, yetişemeyenler var. Gölge e-Dergi olarak bize vakit ayırdığınız için teşekkür ederiz. Röportaj: Ahmet YÜKSEL
47
48
49
CizgiRoman Ön okuma
Tanıtım Bülteni
Şehzade Yangını 2014 yılında Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi Grafik Tasarım Bölümü’nden mezun olan ve 2009 yılından beri çeşitli reklam ajansları ve dergiler için illüstrasyon çalışmaları yapan Selçuk Ören’in yazıp çizdiği “Şehzade Yangını”, 1768 yılında İstanbul’un günah yeri Galata’da başlayan yangının içinde kalan iki kabadayının hikayesi. “Galata, Adem’in ısırdığı elma kadar günahtır. Sokağına adım atmak bile cehennem denen dipsiz kuyuya düşmen için yeterlidir. Şeytan bile burada yedi kere hacca gitmiş imam gibidir. İstanbul’u kadına benzetirler. Yanlıştır. İstanbul, semt semt mahalle mahalle cinsiyet değiştirir. Bir sokağa saparsın cennetlik bir hacıdır, bir sokağa girersin Bitli Şaziye’nin evinde bir sermayedir. Galata’da İstanbul, boynuna atlayan, kucağına oturup kulağına seni istiyorum diye fısıldarken sakalını sıvazlayan bir kadındır. Hem de ne kadın… Onun için evini işini telef edersin de yine yetiremezsin. Bu sokaklara bey paşa girip sadakaya muhtaç dilenci olarak çıkan kaç adam gördük. Kaba saz eşliğinde bir elde rakı kadehi diğer elde barbut zarı…”
Yazar-Çizer : Selçuk Ören
Karton Kapak
Editörler: Yavuz Yıldırım, Sima Özkan Yıldırım
16 x 24 cm
ISBN: 978-605-85495-4-8
96 Sayfa, Renkli Yayın Yeri: Sırtlak Kitap
50
51
Öykü
Günahların Bekçisi BÖLÜM 9 – Sağır Oda "Lanet olsun, bu da neyin nesi böyle?" Bolvadin karşısındaki parçalanmış et yığınına bakıyordu, bir zamanlar bir bütün olan bu et parçalası en iyi adamlarından biriydi. "Nasıl bir yaratık böyle birşey yapabilir?" Kancalara asılmış organ parçaları, soyulmuş derisi ile anlaşılmaz bir vahşet karşısında duruyordu. Uzun zamandır insanları öldürürdü ama daha önce böyle bir vahşete tanık olmamıştı. Resmen mezbahadaymışcasına doğranmıştı. Parçalara bakan adamlarına göz gezdirdi, önce Şiyar sonrada Fırat, en güçlü iki adamı vahşice öldürülmüştü, artık sadık adamları korkmaya başmalıyorlardı, korku felaketin başlaması demekti. O güçlü olduğu sürece adamları yanında dururdu, eğerki onları koruyamacaklarını düşünürlerse sadakatleri azalır ilk fırsatta da onu arkasından vururlardı. Telefonunu eline alıp arayıp aramamak için bir süre düşündü. Önemli konular hariç irtibat kurmazlardı, eğer onu sinirlendirirse bir anda tarih olurdu. Olayın acileyetine karar verip numarayı çevirdi. Telefon çalarken titremeye başlamıştı, onunla daha yeni konuşmuştu, Şiyar'ın ölümü konusunda kendisine neden haber vermediğini ve cesedine ne olduğunu sormuştu, Bolvadin'i sessizce dinledikten sonra cevap dahi vermeden telefonu yüzüne kapatmıştı. Telefon açıldı ama karşıdan konuşan kimse olmadı. Onun orada olduğunu biliyordu, kendisine cevap vericek kadar dahi önem vermezdi. "Bir adamım daha öldü. Hemde en güçlü adamlarımda. Bizi tek tek avlıyor, eğer onu bulamazsak adamlarım bana olan güvenlerini kaybedicek ve parçalanıcaz." Cümlesini bitirir bitirmez telefon suratına kapandı. Bolvadin artık korkmaya başlamıştı, bu pisliğe nasıl battığını düşünüyordu, hapishanede yalnız başına otururken hücresine o gelmiş ve ona krallığında bir koltuk vaad etmişti. Önünde diz çöküp pantolonunun paçası öptüğü anda bütün dünyası değişmiş, hapsaneden çıkmış, bütün rakipleri sanki bir sihirli değnek değmiş gibi teker teker ortadan kaybolmaya başlamıştı. Çok kısa bir sürede Ankarada ki bütün kaçakcılık şebekesi kendisinin olmuştu, kendisi gibi başkaları da vardı, uyuşturucu, insan taciri hepsinin başında kendisi gibi ona sadık biri vardı. Şimdi biri çıkmış yıllardır verdikleri uğraşı bir çırpıda yok etmek istiyordu, biri onu avlamak istiyordu. *** "Senin o gözlüklerle derdin ne? Okuma gözlüğün numarasız, Kapalı havada güneş göslüğü takıyorsun, şimdi de evin içinde gözlükle dolaşıyorsun." Tolga elini kaldırarak Cemil'e durmasını işaret ederek "Gözlük bilgelik sembolüdür, gözlüklü birini gördüğünde onun zeki olduğunu bilirsin. Yolda yürürken hey şu adama yolu sarayım kesin biliyordur dersin, güneş gözlükleri ise dikkatleri senin üzerine toplarken gözlerindeki aptallığı örter. Ünlülere bak hepsi güneş gözlükleri ile dolaşır, güneş gözlüksüz konuştuklarında hey bu ne diyor dersin ama gözlüğü taktığında portakallı kek tarifi bile versen senin atomu parçaladığını sanarlar. Aynı zamanda sana gizem katar, o gözlüklerin altında ne olduğunu merak edersin ve hayal kurarsın, karşında kendi yakışıklı erkeğini görürsün." dedikten sonra gözlüklerini işaret ederek "bu yakışıklı kesin mavi gözlüdür." dedi. Cemil bu anlamsız konuşmayı daha fazla sürdürmecekti, Tolga'nın mantıksız mantığı ile tartışmaya hiç niyeti yoktu. Bolvadin'in malikanesine girdiklerinden beri neredeyse her köşede bir koruma vardı. Koridorda yürürken pencereden avluda oynayan çocuklara baktı, bütün ailesini buraya getirmiş olmalıydı,
52
53
Öykü
Öykü bu şekilde onları daha rahat koruyacağını düşünüyor olmalıydı. Birşeyden korktuğu belliydi, sadece bir adamı öldürülen birinin yapacağı birşey değildi, bilmediği başka cinayetlerde işlenmiş olmalıydı. Malikane tam anlamı ile kale gibiydi, içeride birçok gizli tünel ve panik odası olmalıydı, yoksa Bolvadin ailesini bir araya getirip tek hedef olma riskine girmezdi. Çalışma odasına geldiklerinde Bolvadin onları bekliyordu. Oda bir mafya babasının odasından çok bir iş adamının odası gibiydi. Çok sade ve bartısız ama son derece pahalı eşyalar ile doluydu. Koridor boyunca birçok kamera görmüşlerdi ama Bolvadin'in odasında hiçbir kayıt cihazı görülmüyordu, belkide bu yüzden bukadar boş bir oda seçmişti, böylece büyük işlerini bu odada konuşurken müşterilerine herhangi bir kayıt cihazı olmadığını göstermiş oluyordu, aynı şekilde kendiside kaydedilmemiş oluyordu. Ortam dinlemesine karşı bir tedbirde almışmı diye cep telefonunu çıkardı ve telefonun bu odada çekmediğini gördü. Burası tam manası ile bir Sağır Odaydı. Bolvadin'in en güvenli yeri, bir suçlu bukadar gizli ne yapabilirdi ki? Bolvadin kazınmış saçları ile son derece iri ve kaslı bir adamdı. Cemil ve tolga'ya kızgınir şekilde "Ne istiyorsunuz?" Diye sordu. Tolga "Kaybettiğin birşey olabilir diye yardıma geldik. Aynı senin gibi iri birşey, Ş ile başlayan." diyerek cevap verdi. Bolvadin'in siniri yüzünden okunuyordu, bir suçlu karşısında polisleri görünce onlara sarılarak hoş geldiniz buğün nereyi aramak isterdiniz diye sormazdı, ama Bolvadin'in siniri son derece ölçüsüzdü, bukadar sinirlendiğine göre Tolga doğru kelimeler ile başlamıştı. "Benimle oynamayı bırakın, Şiyar'ın öldüğünü nereden biliyorsunuz?" Tolga güneş gözlüğünü parmağı ile iterek "Sevgilisi öldürüldükten sonra ortadan kayboldu, öldüğünden şüpheleniyorduk ama sen onayladığına göre bizi yormadan cesedin nerede olduğunuda söylersin." Dedi. Bolvadin aniden köpürerek ayağa kaltı ve işart patmağını Tolga'ya doğrultarak "Bana bak küçük sürtük, benimle filmlerde gördüğün basit laf oyunlarını oynamaya kalkmaya. Buraya geldiğiniz saniyede zaten öldüğünü biliyordunuz şimdi beni köşeye sıkıştırma numarası yaparak beni daha fazla sinirlendirmeden ne istediğinizi söyle ve sonrada buradan defolup gidin." dedi. Cemil o donuk sesi ile "Sakin ol, buraya seni sorgulamaya gelmedik. Birkaç soru sormak istiyoruz." dedi. Bolvadin derin bir nfes alıp koltuğuna oturdu, ama bakışları halen tolga'nın üzerindeydi. Cemil bu bakışı biliyordu, Tolga'ya sen artık yürüyen bir ölüsün diyordu. Cemil Masanın üzerindeki viski şişesini alarak "Müşterilerin bayağı önemli kişiler olma." Dedi. "Toplantı zamanlarında rakı masaya konulup her daim ikram edilebilecek bir içki değil, çalışma arkadaşlarım ve müşterilerim çok önemli kişiler, ve şu arkadaşın gibi filmlerden etkileniyorlar, bir bardağı tüm günde zor bitirdikleri halde masanda mutlaka bir viski şişesi olması onlar için önemli bir iş adamı oladuğunu gösterir." Viski şişesini masaya koyduktan sonra "Çok hızlı büyümüşsün." Dedi "Mütevazi olmaya gerek yok, küçük bir adamdım ama doğru zamanda doğru bağlantılar kurarak bu ğüne geldim." "Nasıl bir bağlantı seni bukadar hızlı yükseltebilir ki?" "Güçlü bir bağlantı." Tolga masadan viski şişesini alıp incelemeye başladı, bu sırada Cemil bolvadin'e Alev Taşkın cinayetini anlatıyordu. Bolvadin iç çekerek "Şiyar'ı bulduğumuzda tanınmıycak haldeydi, eğer biz bir tedbir almadan öldüğü yayılırsa bölgelerini ele geçirmek isteyenler arasında çatışma çıkardı, cesedini asitle eritip kanalizasyona
attık." Dedi. Bu sorada tolga'nın küfür savurarak ayağa fırladı. Cemil ne oluyor demek üzereydiki Tolga'nın viski şişesini üzerine dökmüş olduğunu gördü. Bolvadin "Gözlüklerini çıkarırsan daha iyi görürsün." Dedikten sonra "Misafir Tuvaleti koridorun sonunda" diye ekledi. Tolga dışarı çıktıktan sonra Cemil'e "Sen ve arkadaşlarının başına gelenler için üzüldüm. hastanede yatarken sana çiçek göndermiştim." Dedi. "Teşekkür ederim." "Dün gece bir adamım daha öldürüldü, onu kurbanlık koyun gibi doğramış, her yer et parçası doluydu, hayatımda böyle bir vahşet görmedim." "Etrafta herhangi bir not varmıydı?" "Hayır sadece kan ve et parçaları." "Ve şimdi senin peşinde" "Evet, ve bununla gurur duymuyorum. Bana ulaşmasının imkanı yok ama yüzünü bilmediğin bir düşman seni tedirgin ediyor işte." "Sen nasıl bir pisliğe bulaştın?" Bolvadin tebessüm etti. "Güç okadar kaypak birşeydir ki seni kendine bağımlı eder, benimde başıma da bu geldi, bana biri güç teklif etti bende onun gösterdiği yolu takip ettim. Şimdi ise kendimi kurtaramıyorum." "Bana bir konuda yardım etmeni istiyorum." "Üzgünüm bunu yapamam." Cemil kaşlarını çattı. Bu odaya neden böyle yaptığımı merak etmiyor musun? "Müşterilerin için olduğunu düşünmüştüm." "Hayır burası ondan saklanabildiğim tek yer."
54
55
Devam Edecek Öykü: Kıvılcım ARDUÇ
İllüstrasyon: Umut CAN
56
57
58
59
Öykü
Öykü
Katılaşmış Takip “Beyin sinyalleri normal seviyeye geriliyor. Kan basıncı düştü.” “ Tepkiler ne durumda?” “Hâlâ zamanında tepkiler veriyor.” Nefes nefeseydi. Arenanın bir ucundan diğer ucuna yorulmak bilmeden koşan bir boğa hırsıyla ilerliyordu. Kendisinden kaçan adamın peşindeydi. Nedeni meçhuldü. Yakalayınca ne yapması gerektiği konusuna bir fikri yoktu. Durmaması gerekiyordu zira takip ettiği adamın değil durmaya, yavaşlamaya dahi niyeti yok gibiydi. Kaderin idrakten uzak kimi tuhaf dengeleri yollarını buluşturmuş olmalıydı. Bazen sebepsizliği açıklamanın en kolay yolu buydu. Cihangir sokakları boyunca süren takip onları sonunda İstiklal caddesine çıkardı. Caddenin kalabalığına karşın adam yavaşlamadı. Önüne çıkanı yıkıp geçen bir tank gibi insanları ittirerek kaçmaya devam etti. Serhat da yoluna çıkan herkesi omuzlayarak önünü açtı. İnsanlar bağırarak yere düşüyor, küfür ediyor, önlerinden çekiliyordu. Şükür ki Serhat adamı gözden kaçırmamayı başardı. Bir an daha fazla dayanamayacağını ve pes edeceğini düşünmüştü. Adam sonunda ara sokaklardan birine daldı ve binalar, mekânlar hızlıca aktı. Eşsiz güzelliğiyle Pera onları kucakladı. Aslında kendisinden kaçan kişi eski arkadaşı Bekir’di. Bu kendisine söylemişti. Üniversitede tanışmışlardı. İlk yıllarda Serhat okula düzenli gidemediği için üniversiteden pek arkadaşı olmamıştı. Okulun son senesinde ve sonrasında bir yazılım firmasında karşılaşmalarıyla arkadaşlıkları da ilerlemişti. Ancak yıllar geçmiş ve tüm o zaman boyunca Bekir’i bir daha görmemişti. Bu akşama kadar. SERHAT BEY. İÇERİ GİRİN. GÖRDÜĞÜNÜZ HİÇBİR ŞEYİ YADIRGAMAYIN. DEDİKLERİMİ YAPMANIZ YETERLİ. Serhat kendini, sıfırdan başladığı bir hayata çat kapı girmiş gibi aniden bir binanın önünde buldu. Daha önce neredeydi? Ne yapıyordu? En ufak bir fikri yoktu. Eski Ermeni mahallelerindeki gibi taş oymalar ve işlemeler ile bina sade ama büyüleyiciydi. Uzun saksıların bulunduğu girişin gerisinde cam, iki taraflı yüksek bir kapı bulunuyordu. Kapıyı aralayarak hole girdi. İçerisi sade döşenmişti ve 18. yüzyıldan kalmanın ihtişamıyla parıldayan avizeler ile ahşap döşemeler dört bir yanı aydınlatmaktaydı. Serhat temkinli adımlarla holü geçerek resepsiyona vardı. Görevli onu görmezden geldi. Görevliyi geçerek geriye doğru uzanan salonun eşiğinde durdu. Etraftaki masalara, duvarlardaki eski İstanbul tablolarına, bir kenarda duran eski telefona baktı; kulaklarında yankılanan hafif blues müziği dinledi ve salonun antika kokan havasını içine çekti. Tüm gördüklerinin yarattığı şaşkınlıkla karışık irkilmeye karşın düşündüğü tek şey, Ben buraya daha önce geldim, oldu. GELDİNİZ, SERHAT BEY. O YÜZDEN BURADASINIZ. Serhat şaşırarak etrafa bakındı. Dönerek resepsiyon görevlisine baktı: Kendisini görmezden gelmeyi sürdürüyordu. Sadece o değil, yanından geçen garsonlar hatta kimse kendisini dikkate almıyor gibiydi. O zaman kim konuşmuştu? ŞU AN KİMSENİN SİZİ DUYAMAYACAĞI, GÖREMEYECEĞİ VE HİSSEDEMEYECEĞİ BİR YERDESİNİZ SERHAT BEY. RAHAT OLUN VE DEDİKLERİMİ YAPIN.
60
Aklına gelen ilk şey bir kaynar su misali içini yaktı ve Serhat’ın dudaklarından döküldü. “Yoksa öldüm mü!” MERAK ETMEYİN, İYİSİNİZ. SADECE KATILAŞMIŞ GERÇEKLİK YAŞIYORSUNUZ. BURASI SİZİN ANILARINIZDA YER ALAN BİR YER. BURAYA DAHA ÖNCE GELDİNİZ. BUNDAN SENELER ÖNCE, BU AKŞAM. ETRAFINIZA DİKKATLİ BAKIN. GÖRECEKSİNİZ. Serhat heyecanlanmıştı. Tanıdık olduğu bir his değildi bu. Salonun içinde ilerlerken masalara baktı. Kadınlara, erkeklere. Konuşanlar, bir şeyler okuyanlar, yemek yiyenler... Ve gördü! Bir arkadaş grubuyla arkalardaki masalardan birindeydiler. Şimdi hatırlamıştı; okuldan birkaç kişi kendi aralarında veda yemeği düzenlemişlerdi. Cihangir’di burası. O sıralar hoşuna giden Esra da oradaydı. Uzun yıllar önceydi. Kendini görür görmez durdu. Saklanmak istermiş gibi etrafına bakındı. “Ya fark edilirsem?” KORKMAYIN SERHAT BEY. KİMSE SİZİ GÖREMEZ. KATILAŞMIŞ GERÇEKLİK’TE HİÇBİR ŞEYİ DEĞİŞTİREMEZSİNİZ. HER ŞEY OLMUŞ BİTMİŞTİR. AYNI ŞEKİLDE KATILAŞMIŞ GERÇEKLİĞİN İÇİNDEKİ HİÇBİR ŞEY DE SİZE MÜDAHALE EDEMEZ. KENDİNİZİ BİR GÖZLEMCİ GİBİ DÜŞÜNÜN. “Pekâlâ.” İçinde bulunduğu koşulları anlamaya çalışıyordu. “Neden buradayım peki?” GÜZEL SORU. ESKİ BİR ARKADAŞINIZ BEKİR BİRAZDAN ARANIZA KATILACAK. GÖREVİNİZ BU AKŞAM ONU NE OLURSA OLSUN KAYBETMEMEK. Serhat omuzlarını silkti. Nedenini anlamasa ve pek mantıklı gelmese de kolay işti. İşte akşam böyle başlamıştı. Şimdi Pera’nın arka sokaklarında koşmaktaydılar. Bekir yorulmadan koşmayı sürdürdü. Kendisiyse iki kere önüne çıkan insanlara çarparak yere düşmüş, güç bela kendini toplamıştı. Tuhaf bir şekilde darbe hissetmemişti ama ikinci düşüşünden sonra kalkarken bir şey görmesiyle, o akşam boyunca ilk defa korku hissi kontrolsüzce içine işledi ve bir daha da kaybolmadı. Sokağın geride kalan kısmı bulanıktı. Büyük bir is duvarının gerisindeydi sanki. Yollar, binalar, ışıklar; her şey titriyor, flulaşıyordu. “Neler oluyor?” diye bağırdı. Bir yandan da koşmaya devam etti. “Geçtiğim yerlere bir şey oluyor!” BEKİR’İN BİLİNCİ SİZİ KENDİSİNDEN KORUMAK İSTİYOR. O YÜZDEN SİZDEN KAÇIYOR. BU OLURKEN, O AN’DAN ÖNCE GERÇEKLEŞEN ANLAR GEÇMİŞTE KALIYOR. “Bu da ne demek şimdi?” O sırada Bekir bir motelin kapısından içeri daldı. Serhat da peşinden içeri girdi. Bekir merdivenlerden üst kata yönelmişti. Hayır! Asansöre biniyordu. Geç kalmıştı. Merdivenleri çıkmaya başladı. Her merdivenin başında asansörü kontrol etti. Asansör en üst kata kadar çıkmıştı. Sonunda kendisi de terasa vardı. ZAMANI BİR İP GİBİ DÜŞÜNÜN, SERHAT BEY. GERÇEKLEŞEN AN BİR NOKTACIKSA, O NOKTA HER İLERLEDİĞİNDE BİR ÖNCEKİ YER GEÇMİŞTE KALIYOR. NOKTA KENDİSİNDEN UZAKLAŞTIKÇA AYNI YER DAHA DA UZAK BİR GEÇMİŞTE KALIYOR. GÖRDÜĞÜNÜZ BUYDU. YAŞADIĞINIZ ŞU ANDA HER ŞEY CAPCANLIYKEN GEÇMİŞ BULANIKLAŞIYOR. “Peki, Bekir’i yakalayıp ne yapacağım?” Serhat bir yandan da ileriye bakındı. Bekir terasın ucuna doğru koşmaktaydı. ŞU AN SADECE GERİDE KALMAMAYI DÜŞÜNÜN. BEKİR’İN GERÇEKLEŞEN AN NOKTACIĞINDAN UZAKLAŞMAYIN. ONA OLABİLDİĞİNCE YAKLAŞIN. Serhat da bir panter gibi ileri atıldı, atılırken içinden Neden ve nasıl? diye sordu. Derken Bekir’in ortadan kaybolmasıyla kafasındaki düşünceler dağıldı. Koşarak terasın kenarına vardı. Binanın gerisinde karanlık bir deniz Galata boyunca uzanıyordu. Bekir yan binanın çatısına atlamıştı. Serhat da korkulukların üzerine çıktı, atlamadan evvel son kez geriye dönüp baktı. Terasın yarısı şimdiden bulanıklaşmıştı ve koyu
61
Öykü
Öykü bulut kendisine doğru gelmekteydi. Aşağı atladı ve çatının üzerinde koşmayı sürdürdü. Restoranın içi hareketliydi. Garsonlar sürekli koşturuyorlardı. Serhat ise bu yoğun enerjiden muaf bir şekilde masayı yakın bir köşede beklemekteydi. Bir yandan da masayı gözlüyordu. Son birkaç dakikadır öteden gelen ses kesilmişti. Arkadaşlarına tek tek baktı. Esra çaprazında oturuyordu. Arada birbirlerine bir şeyler anlatıyor, bakışıyor, gülüşüyorlardı. Yanındaki Özlem olmalıydı. Diğeri de Burak. Birden hepsine dair anıları canlanmıştı. Yine de Serhat o akşamı hâlâ çok az hatırlayabiliyordu. Birden köşede Bekir belirdi ve durdu. Salona girmek için tereddüt ediyor gibiydi. “Bekir geldi. Şimdi ne yapacağım?” diye yüksek sesle sordu. ŞU AN BEKİR’LE OLAN ANILARINIZ KESİŞTİ. ORTAK ANILARI YAŞADIĞINIZI DÜŞÜNÜN. BERABER AYNI ÇİZGİ ÜZERİNDE GİTTİĞİNİZİ DÜŞÜNEBİLİRSİNİZ. ORTAK HAFIZA BİLİNÇTE DE ORTAK BİR ALAN YARATIYOR. BU ALANI KULLANARAK BEKİR’İN BİLİNCİNE, DOLAYISIYLA ONUN GEÇMİŞİNE GEÇİŞ YAPABİLİR, DEYİM YERİNDEYSE ATLAYABİLİRSİNİZ. BUNUN İÇİN YAPMANIZ GEREKEN TEK ŞEY BEKLEMEK. Sesin dediğini yaptı. Hiçbir şey yapmadan beklemeye başladı. Saniyeler, dakikalar boyunca Bekir kapının girişinde durmuş içeri bakıyordu. Sonunda belli belirsiz göz göze geldiklerini fark etti. Yoksa kendisini fark etmiş miydi? Serhat şüpheli bir ses tonuyla “Beni fark edecek mi?” diye sordu. BEKİR’İN ALT KİŞİLİĞİNİN HÂKİM OLDUĞU ALANA GİRMEYE ÇALIŞIYORSUNUZ. BİLİNÇ, BU ŞEKİLDE ALANINA GİREN FARKLI BİR BİLİNCİ KOLAYLIKLA FARK EDECEK. YANİ SORUNUZUN CEVABI EVET. “Sanırım onunla az evvel göz göze geld…” Bekir aniden kayboldu. Serhat anlamadan masadakilere baktı. GÖZ GÖZE Mİ GELDİNİZ? Serhat ne diyeceğini bilemeden “Gitti bile,” dedi. “Sanırım dışarı çıktı.” Ses her zamankinden güçlü, ama aceleci bir şekilde yükseldi. KOŞUN SERHAT BEY, PEŞİNDEN KOŞUN! KAÇMASINA İZİN VERMEYİN! Takip böyle başlamıştı. Bekir kâh duvarların üzerinden atlayarak kâh tırmanarak binaların çatıları boyunca ilerlemeyi sürdürdü. Serhat da onu izledi. İleride Galata Kulesi’nin ışıltısı gecenin içinde müthiş bir şekilde parlamaktaydı. Sürekli Bekir’i nasıl yakalayacağını düşünüyordu. Henüz ona yaklaşamamıştı bile. Bu daha ne kadar böyle sürecekti? Koşarken Bekir çatının kenarına vardı ve birden kayboldu. Serhat en kenara varana kadar ne olduğunu anlayamamıştı: Binalar burada bitiyordu ve dar bir sokağın diğer tarafında devam ediyordu. Bekir karşı tarafa atlamış, uzaklaşmaktaydı. Serhat beklemeden kendini ileri attı. Havada süzüldü. Çatının kenarına indi ve düşmemek için var gücüyle tutundu. Kendini yukarı çekmeye çalıştı. Ancak bedeni bir gülle kadar ağırlaşmıştı. Bütün gücünü harcayarak bir ayağını kenara attı ve ondan destek almak için kendini zorladı. Ancak duvarlar, zemin, gökyüzü; her yer çoktan titreşerek bulanıklaşıyordu. Kulaklarını bir uğultu sardı. Sesin söylediği şey oluyordu. Serhat sonunda doğruldu ama büyük bir korkuyla donakalmıştı. Her neyse, bu lanet şeyden kurtulmalıydı. Var gücüyle koşmaya başladı. Bu sefer başaracaktı. Bekir’i yakalayacaktı.
içerisinde yaptığı işte ünü artınca Türkiye’den ayrılarak Doğu Avrupa’ya yerleşmişti. İnterpol’ün takibine alınması çok uzun sürmemişti. Türk istihbaratı ile hakkında bir dosya oluşturulmuştu. Kendisi hakkında toplanan tüm kişisel bilgiler arasında zayıf bir özelliği bulunmalıydı. Bu sırada Serhat’la olan ortak geçmişinin farkına varmışlardı. Ve talihsiz adam yakalanıp bayıltılarak özel bir yere götürülmüş, istihbarat için çalışan doktorlarca bilincinin derinliklerine inilmişti. Bu şekilde Bekir’in anılarına geçiş yapacak, geçmişte yaptığı her şeyi göreceklerdi. Bekir’in bilinci Serhat’tan kaçmıştı. Bu, varlığını korumak istemesi sonucu verdiği doğal bir tepkiydi. Ortak alan Serhat tarafından işgal edilmişti. Başka bir bilincin baskın hale gelmesi halinde geri çekilecek olması, Bekir’in ciddi sinirsel sorunlar yaşamasına, hatta komaya bile girmesine neden olabilirdi. Kaçmak tüm bunların farkında olan Bekir’in bilinci için en beklenebilir tepkiydi ve Serhat’ın aksine, onu bilinçaltındaki bu takibe yönlendirenler böyle olacağını başından beri biliyorlardı. Olayın Serhat’a anlatılmayan bir yönü daha vardı: Bu olanlar sadece Bekir için değil, kendisi için de riskliydi. Çünkü ortak alandan çıkmaları sonucu Serhat’ın tutunacağı tek yer olarak Bekir’in bilinci ile olan görünmez bağ kalmıştı. Doktorun bahsettiği örnekteki gibi, ipin üzerinde giden noktadan geride kalması durumunda Serhat’ın bilinci katı gerçeklik alanında hapsolacaktı. Bu da Bekir gibi kendisinin de komaya kadar varan kötü sonuçlarla yüzleşmesi demek oluyordu. Serhat için geri dönmek için Bekir kendisini fark etmeden salondan çıkarak binayı terk etmek gerekiyordu. Ancak böyle bir şey olmamıştı. Kaçan Bekir’in peşinden dışarı çıkması sonucu geriye bir yol kalmıştı: Bekir’i yakalamak. Diğer olasılıklar bilim için bir kara delik gibi açıklanmaktan uzaktı. Serhat koştuğunu düşünürken birden her şey dondu kaldı. Ve siyah bulutun içinde hapsolmuş haldeyken Serhat bu gerçeklerin hiçbirinin farkında değildi. Muhtemelen asla da olmayacaktı. “Kalp atışları yavaşladı. Nabız düştü. Beyin sinyallerinin tepkimesi yok denecek kadar azaldı.” “Yüksek doza yanıt vermemeyi sürdürüyor mu?” “Evet.” “Pekâlâ. Bütün sistemleri kapatın. Gerisiyle çocuklar ilgilenir.” Öykü: Volkan Levent SOYLU
Bekir henüz öğrencilik yıllarında yasadışı örgütler için para karşılığı çalışmaya başlamıştı. Serhat’la tekrar karşılaştığı yazılım firmasında kısa bir süre çalışmış, daha sonra bir örgüte katılmıştı. Birkaç sene
62
63
Çizgiroman İnceleme
Çizgiroman İnceleme
Drizzt Efsanesi “Ne bir yıldız taçlandırır burayı bir şairin pırıltılı gizemiyle Ne de güneş gönderir ılık ve hayat dolu ışıklarını Burası; Karanlıkaltı… Unutulmuş diyarların telaşlı yüzeyinin altında ki gizli dünya Burası gökyüzü duygusuz kayadan oluşan bir tavandır Duvarları ise buraya yolu düşen akılsız yüzey canlılarının taşıdığı Meşalelerin ışığında ölümün soğuk griliğini yansıtır Burası onların toprağı değil… …burası ışığın dünyası değil Davetsiz gelenlerin çoğu geri dönemez Burası karanlıkaltı” R.A. Salvatore’un efsane kitap serisi Kara Elf Üçlemesi çizgi roman severler için çizgi roman formatında yeniden yayınlanıyor ilk kitap “Anayurt” Temmuz 2014 te çıktı bile. Kitaptan çizgi romana uyarlayan; Andrew Dabb, Çizen; Tim Seeley, Çinileyenler; Andrew Pepoy, Marco Galli, Derek Fridolfs, Dennis Cristosmo, Serge Lapoime. Renklendiren: Blond, Çeviren ise Bahadır Zaimoğlu. Tim Seeley daha önce G.I.Joe, Lovebunny & Mr. Hell, ve Halloween gibi çizgi romanlarda kalem sallamış hem yazar hem çizer olarak. Kara Elf Üçlemesini Tüyap 33. Kitap fuarında edinmiştim ne yazık ki ilk kitap yoktu daha sonra onu da edindim ve R.A. Salvatore adlı yazarın karanlık dünyasına girdim. Çizgi romanı çıkınca ise hayli heyecanlandım çünkü efsane gözüyle bakıyordum. O mertebeyi hak ediyordu bu üçleme hakkında onca şey yazılıp çizilmişti tabii ki etkilenmiştim.
64
Hikâyeyi anlatmadan önce Kara Elfler ve onların karanlık dünyasından bahsedeyim. Kara elfler eskiden yeryüzünde yaşayan daha sonra Karanlıklatı dedikleri yer altına sürülen elflerin bir türü. Ne yazık ki yeryüzü elfleri gibi iyi asil ve soylu değiller. Sürgünden sonra karanlıkaltında yaşıyorlar Yeraltının devasa şehri Menzoberranzan da, burası tam bir distopya. Var olan bir can taşıyan kimse burada girmekk istemez çünkü entrikanın, cinayetin, rüşvetin her türlü kötülüğün merkezi burası. Kaos tanrısı Lloth’a tapıyor kara elfler Lloth ise tanrılar arasında çıkan bir savaş sonucu lanetlenen ve örümcek şeklinde bir iblise dönüşen kaos tanrıçası. Kuralları çok katı mesela birini öldürmek intikam amacı yaşıyorsa yasal olarak görülüyor tanrıça Lloth ve Kara elf meclisine göre. Hatta bazı evler(Menzoberranzan’ da evler kale gibi askerleri, hizmetçileri vs. var ve kalabalık aileler bu evlerde yaşıyor) askerlerini toplayıp diğer evleri basıp tanrıça Lloth’un gözünde yükselmek için gözünü kırpmadan bir başka evi yok edebiliyor. Menzoberranzan çok sert kötülüğün ve kaos un hakim olduğu bir yer. İşte böyle bir dünyada doğuyor başkahramanımız; Drizzt Do’Urden, Do’urden evi büyük bir savaşta ve Devir evini yok etmekle meşgulken. Kara elf kurallarına göre bir evde doğan üçüncü çocuk tanrıça Lloth’a kurban edilir Drizzt doğunca kurban edilmek isteniyor ama abisi ölünce kurban verildi diye düşünülüp vaz geçiliyor. Ölümün ucundan dönüyor kahramanımız babası Zaknafein ise kara elflerin kötü adetlerini ve tüm karanlığını reddediyor aynı zamanda bir kılıç ustası kendisi. Drizzt i usta bir savaşçı yapıyor. Drizzt büyü eğitimi de alıyor akademide ve yenilmez bir savaşçı oluyor ama o da ustası zaknafein gibi kötülük yapmayı reddediyor ve iyi biri olmak istiyor. Hikâye bunun üzerine kurulu kara elf mirasını reddeden bir aykırının maceraları. Bu kitabın isminin Anayurt olmasının sebebi Drizzt’in Karanlıkaltında ki maceralarını konu olması. İkinci kitabın ismi Sürgün orada evinden ve Karanlıkaltından uzaklaşıyor. Üçüncü ve üçlemenin son kitabı Göç ile de tamamen yer altından çıkıp yeryüzüne gidiyor. Hayatımda en sevdiğim üçlemelerden biri olan Kara Elf Üçlemesini çizgi roman olarak görmek beni gerçekten heyecanlandırdı. Çizimlere diyecek bir şey yok tam hayal ettiğim gibi çizmiş tüm karakterleri Tim Seeley. Çizimlerde mor, kahverengi, gri ve siyah ağırlıklı gotik tarzda çizilmiş çizgiler çok hoş özellikle kapağa hayran kaldığımı belirtmek isterim. Drizzt in sürekli peşinden ayrılmayan sadık panteri Guenhwyar ile birlikte çizilmiş pozu gerçekten büyüleyici. Bu çizgi romanı Kara Elf Serisi ni seven herkese tavsiye ederim. İlk defa okuyacaklar ise harika bir hayal gücü le karşılaşacak. Hayal gücü biz edebiyat ve çizgi roman severler için bulunmaz bir hazinedir. Yusuf GÜRKAN
65
Öykü
Öykü
Otel Oda 931 ...hayatın her zaman güzel olacak ya da güzel ilerleyip gelişecek diye bir koşulun olmadığını biliyordum. Her güzel şeyinde biteceğinin farkındaydım. Genelde insanın başına gelen kötü şeyler en harika anında olur. Karımı ve çocuğumu mükemmel bir yaşam sürerken ve daha yaşayacak çok şeyimiz varken kaybettim. Herkes “Geçer” dedi. Kimileri “Yeni birini bulmadan unutamazsın.” dedi. Ben karımı ve çocuğumu seviyorum. Yaşama sebeplerim onlardı. Neden unutaydım ki? İnsan unutmak için sevmez ki, unutmamak için sever. Onları tekrar görebilmek için bir çok halüsinojen ilaca bulaştım ama işe yaramadılar. Bu acı beni delirtiyordu. Ben de şehir şehir dolanmaya başladım. Fiziksel yorgunluk biraz da olsa hem acımı hafifletiyordu hem de geceleri düşünmeden uyumama yardımcı oluyordu. Burası son şehrim olacaktı. Artık kesin kararımı vermiştim. Yaşamamın bir anlamı yoktu. Şehri turladıktan sonra bir otel odası tuttum. Hem de en iyisinden. Öldükten sonra paraya ihtiyacım olmayacaktı nasılsa. Otelin döner kapısından içeri girdim. Mavi gömlekli kadın resepsiyon masasında oturmuş bilgisayarda bir şeyler yapmaktaydı. Kadının yanına gittim. “Merhaba, adıma bir oda ayırtmıştım.”dedim. Kadın donuk yüzüyle yüzüme baktı. “İsminiz?” dedi. “Nuri D.” dedim. Klavyeye tecavüz eder bir şekilde rezervasyonum olup olmadığına kontrol etti. Ardından aynı donuk ifade ile tekrardan yüzüme baktı. “Oda 031. Buyurun dijital anahtarınız.”dedi. Kabul etmedim. “Şehirde daha yeniyim ve gece şehri izlemek istiyorum. Daha üst katlardan, aynı ya da daha iyi rahatlıkta bir oda verebilmeniz mümkün müdür?” dedim. Mavi gömlekli kadın ikinci kez klavyeye tecavüz edip odaların boş olup olmadığına baktı. Yüzünü ekrandan ayırarak bana çevirdi. Eğer bu kadar acı içinde olmasaydım onu tavlamaya çalışabilirdim. Güzel bir kadındı. “Oda 931. Yeteri kadar yüksek mi?” dedi. “Evet. Atlamak istemeyeceğim kadar yüksek.” dedim ve gülümsedim. Verdiği dijital anahtarı aldım. Resepsiyonist kadın arkamdan seslendi. “Sakin Oda 247 ye…” dedi ve duraksadı. “Efendim?” dedim. “Boş verin. Sadece bir şikâyetiniz olursa ben burada olacağım demek istemiştim.” dedi. “Teşekkür ederim.”deyip asansöre doğru yönlendim. Asansöre binip 9. Kata bastım. Asansörde “Barıştık mı? – Luna” çalıyordu. Pek kimsenin bilmediği ama harika olan bir şarkıydı. Tam istediğim rahatlık vardı bu şarkıda. 931 numaralı odaya gidip kapısını açtım. İçeride karım ve çocuğum çift kişilik yatağın üstünde oturmaktaydı. Ya kullandığım ilaçlar etkisini şimdi gösteriyordu ya da gerçekten de buradaydılar. Gözyaşlarıma hakim olamadım. Olduğum yere yığıldım ve onlardan gözlerimi ayırmayıp ağlamaya devam ettim. Sonra dört yaşındaki kızım bana şunu dedi.
66
“Baba bizi neden öldürdün?” Hıçkırıklarıma hakim olamıyordum. Ardından biricik karım bana “Ne istedin bizden? Ölmesi gereken sendin biz yaşamalıydık.” dedi. “Keşke…” diyebildim sadece. Ağlamam ve hıçkırıklarım konuşmama izin vermiyordu. Onları gördüğüm için mutluydum. Onların görüntülerini kafama kazımaya çalıştım. Gözlerimi bir an olsun onlardan ayırmadım. Paramparça halleri aklımdan gitmiyordu. Onları tek parça olarak hatırlamak daha acısız ve güzel olacaktı. “Baba, kendini öldür ve bizim yanımıza gel.” dedi kızım. “Eğer kendini öldürürsen seni affederiz ve daha mutlu oluruz.” dedi karım. “Peki. Sizin için her şeyi yaparım. Sadece sizinle olmak istedim ben.” dedim. Karım ve çocuğum yanıma gelip beni yerden kaldırdılar. Ayakta durmakta güçlük çekiyordum. Yavaş adımlarla balkona doğru karım ve kızımın eşliğinde gittim. Tırabzanlara çıktım ve arkamı dönüp karıma ve çocuklarıma baktım. “Bizi seviyorsan atla. Bizimle birlikte olmak istiyorsan atla.” dedi karım bana. “Seni çok özledim baba.” dedi küçük kızım. Gözümü kırpmadan kendimi aşağı bıraktım. Atladığım anda zaman yavaşladı. Otelin yansımasından kendimi gördüm. Birden otelin baktığım cephesi şeffaflaştı. Gözüm bir alt kattaki odaya ilişti. Kadın yatağa bağlanmış bir vaziyetteydi ve çıplaktı. Panda maskotunun başlığını takmış bir adam yatağa bağlı kadınla ilişkiye girip, onu hızlı bir şekilde bıçaklıyordu. Yedinci kat seviyesine geldiğimde doğuştan iki kafalı olan bir adamın kendini ortadan ikiye yarışını izledim. Altıncı kat seviyesine geldiğimde bir kadın, elindeki pompalı tüfeği, elleri kolları bağlı olan çıplak bir adamın anüsüne sokup, ateş ettiğini. Beşinci kat seviyesine geldiğimde, bir kadının çığlıklar içinde şişip patladığını gördüm. Dördüncü katın balkonunda küçük bir kız bir elinde oyuncak ayısı, diğer elinde kanlı bıçağıyla dışarısını izliyordu. Göz göze geldik. Gözleri kapkaraydı. Üçüncü katta bir kadın ve bir adam yemek yiyorlardı. İkinci katta kadın odaya yeni girip bavulunu bırakmıştı. Birinci kattaki oda boştu. Sanırım bana vermeye çalıştığı fakat benim kabul etmediğim odaydı bu. Bu hızda düşersem ölmeyeceğimi düşündüm. Şimdiye kadar çoktan ölüp karım ve kızıma kavuşmam gerekliydi. Dokuzuncu kattan birinci kata sanki bir asır geçmiş gibiydi. Birinci katı gördükten sonra zaman birden hızlandı ve gözlerimi kapatıp beynimin çektiği karımın ve kızımın fotoğrafına baktım. Ardından yere çakıldım. Her yerimden kanlar içindeydi. Otelin döner kapısından mavi gömlekli resepsiyonist kadın çıkıp yanıma geldi. “Oda servisi.” dedi ve güldü. Beni kollarımdan tutup otelin döner kapısından içeri sürükledi. Otelin önünden geçen insanlar bizi görmüyor gibiydi… Öykü: Uğur DEMİRKAYA
67
Röportaj
Röportaj
Talat GÜRELİ
Hızır Bey’in yaratıcısı ve Türk çizgi roman tarihine adını altın harflerle yazdıran çizgi roman üstadı Türkiye’de çizgi roman adına emek vermiş, çizgi romanın Altın Yıllar’ını görmüş çizerlerimizle konuşmaya devam ediyoruz. Bu sayıda da Talat Güreli ile konuştuk o güzel yılları. Talat Güreli’yi genç nesil tanımaz belki ama yaşı 30’u geçen her kime “Hızır Bey” derseniz durur ve “gazete bayiinin önünde çok beklemiştim Türkiye Çocuk Dergisi için, Hızır Bey için” der. İşte Hızır Bey’in yaratıcısı ve Türk çizgi roman tarihine adını altın harflerle yazdıran çizgi roman üstadı ile sohbetimizi değerli fotoğraf sanatçısı dostum Mustafa Cambaz görüntüledi. Çizgi roman çizmeye ne zaman başladınız, çizmek ne zaman sizin için bir tutku oldu? Talat Güreli: Babam amatör bir ressamdı, karakalem resimler yapardı, duvarlara asardık. Çocukken ondan etkilenmiş olmalıyım ki ben de çok ama çok ufak yaşta; kendimi bildim bileli, okuma öğrenmeden resim çizmeye başladım. Dediklerine göre etkili, beğenilen resimler yapmaya başladım. Çizgi romanları da sevdiğim için çizgi romancı olmaya karar verdim. Bizim dönemimizde çizgi roman çok yaygındı, herkes çizgi roman okuyordu ve yerli çizgi roman çok azdı. 1960’lı yıllarda Suat Yalaz Karaoğlan’ı dergi formatında yayınlayarak çok önemli bir hamle yaptı. Türk çizgi roman tarihi açısından bir dönüm noktası diyebiliriz buna. Tabii bunun ardından da Türkiye’de ne kadar çok resme meraklı kişi olduğunu gördük. Belki de Türk toplumunun yarısı ressam, öyle diyeyim. Bu bir gerçek, hiç abartı filan değil. Ve önüne gelen sayfalar dolusu çizgi roman çizerek o zamanın gazete merkezi olan Babıali’ye bir dosyaya koyup koltuğunun altında getiriyordu. Nereye giderseniz, hangi yazıhaneye uğrarsanız; o yazıhaneden bir iş çıksın çıkmasın oralara sayfalarca çizgi roman getiriliyordu. Bu getirenler arasında çok çok gençler ve çok yaşlılar dahi vardı. Ben o sıralar çocukluktan yeni çıkmıştım ve etrafı gözlemlerken ne kadar çok çizgi roman yapılıyor diye de şaşırıyordum. Fakat deneyimsiz gözümle bile o çizimlerin yetersiz olduğunu görüyordum. Daha o zamanlar yeterli çizginin çizmek için ne kadar önemli olduğunu anladım.
68
Lise yıllarında mı karar verdiniz çizer olmaya? Talat Güreli: Alman Lisesinde okuydum. Ben o zamanlar Futbolcu olmak istiyordum. Beşiktaş futbolcu seçecek diye duyduk. Biz ne kadar arkadaş varsa kimi futbol ayakkabısıyla, kimi spor ayakkabısıyla, eşofmanlarla Beşiktaş’ın Şeref stadı vardı o zamanlar; şimdi yok oldu. Baktık trafik durmuş stadın önünde. Kartal, Maltepe, Pendik, Çengelköy’de ne kadar genç varsa duymuş gelmişler. Çoluk-çocuk, anası, babası, dedesi kim duyduysa almış yanına da ailesini. Kapıları açmadılar, yol tıkandı inzibat birliği geldi, polis de yetmedi. Yol açılmıyor, gidecek yer yok, denize mi düşsün millet. Müthiş bir kalabalık ve stata girilmiyor. O hengâmede oyuncu seçmenin ne anlama geldiğini düşünün. Ondan sonra da futbolcu olma düşüncesini bıraktım. Güzel çizim nasıl yapılır? Talat Güreli: Güzel çizim zamanla öğrenilmez, zamanla ayrıntılar öğrenilir. Zamanla güzelleşebilir çizginiz ama çok hızlı öğreneceksiniz. Yani yapınız çok hızlı olarak güzel resmi ortaya çıkartacak. Yavaş yavaş çalışarak güzel resme ulaşamazsınız. Bir hamlede bütün aşamaları geçip resminizi, çiziminizi oturtmanız lazım. Tabii bu yetenek, bilinç dışı olan bir şey. Öğretilerek başarılı olunamıyor. Resim öğretilmez değil, elbette öğretilir ama yeteneğin çok hızlı gelişmesi lazım. Bu da insanın kendi doğası ile ilgili; ya vardır ya da yoktur. Yeteneğe hocaların sağlayacağı her hangi bir katkı yok. Çizgi romanın en önemli öğesi resim olduğu için elbette resim ön planda ama bunun bir de yazı tarafı var. Yazı da çok önemli, yazı da hiç resme benzemeyen bambaşka bir şey. Resmin bir okulu olsa bile hikayenin, senaryonun böyle bir okulu yok. Senaryo tamamen yetenek. Bunu kendiniz öğrenmek zorundasınız. Profesyonel olarak ilk çizimleriniz neydi? Talat Güreli: Askerden geldikten sonra, 1970 senesinin başıydı, Babıali’de bir büro açtım. Orada çeşitli dergilere, kitaplara kapak çizmeye başladım. Çizgi romancı olmayı düşlemedim bile çünkü çok zordu. Bir yere girip bir şey yapmanın çok zor olduğunu görünce; bu zorluğu kıramayacağımı düşündüm ve kafamdan sildim attım. Zaman içerisinde de o civarda kim varsa ressam, yazar, yayıncı, reklamcı hepsi ile ahbap oldum. Onlar bizim yazıhanemize geliyordu, biz onların yazıhanesine gidiyorduk; bir çeşit kahve gibi oluyordu ortam. Öyle güzel günler geçti. Abdullah Turhan’ın yazıhanesi vardı oraya Süleyman Turan gelirdi, Suavi Sualp gelirdi. Böyle bir sürü insan gelirdi yazıhanelere. Bir de sizin Gırgır geçmişiniz var. Talat Güreli: Bizim mahallemizde Güngör Ağabey dediğimiz bizden büyük bir ağabeyimiz vardı. Bu, Oğuz Aral’ın şoförlüğünü yapıyormuş. Ben hiç bilmiyordum ne yaptığını. Oğuz Aral’la birlikte mahalleye de geliyordu ama ben tanımıyordum. “Bu ressam” diye tanıştırmıştı beni çok küçükken, çok sevinmiştim, çok seviyordum Oğuz Aral’ın çizimlerini. Güngör Ağabey bir gün “Oğuz Aral bir dergi çıkartıyor Gırgır diye. Çalışır mısın” dedi. Yazıhanemi kapatıp Gırgır’da çalışmaya başladım. Gırgır’da çalışırken de gazete ortamını
69
Röportaj
Röportaj öğrenmiş oldum. Gırgır Günaydın Gazetesi’nin bir yan ünitesiydi ve orada bir sürü şey öğrendim ve Oğuz’dan da bir sürü şey öğrendim. Çevre insana okul oluyor zaten. Bir süre çalıştıktan sonra Günaydın Gazetesi’nden de bir sürü adam tanıdım. Gırgır’da ne çizdiniz? Talat Güreli: Gırgır’da bir şey çizmedim. Gözlemci gibi oturdum Oğuz bize iyi kötü bir maaş veriyordu. Beni de Güngör’ün aracılığı ile işe aldığı için benimle hiç muhatap olmuyordu. Ne yaparsam yapayım ilgilenmiyordu. Gırgır’dan bir asma koridorla Günaydın Gazetesi’ne geçiliyordu, ben günümün çoğunu Günaydın’da geçiriyordum. Gırgır’da da çizimlerim yayınlandı ama benim çizim hayatımda devede kulak kalır. Benim çalıştığım dönemde Haldun Simavi gazeteye hiç uğramıyordu. İşlerine daha çok damadı Vahit Çelikbaş bakıyordu ve ben o sırada onunla arkadaş oldum. Gırgırda çalışmam bu şekildeydi, Oğuz Aral sanki benim akrabam, ben de gazetede öylesine dolaşan bir vatandaşım. O sırada Oğuz’a dedim ki “Gazete için bir çizgi roman yapayım”, “Yap” dedi. 15 sayfa çizdim, gösterdim “Bunu al götür Necati’ye dedi. Böylece çizgi romana adım attınız yani? Talat Güreli: Bütün ilk işlerde mutlaka bir aksaklık oluyor. Bu her şey için geçerli. Ben de çizgi romancı olmaya karar verdiğimde çok deneyimsizdim. Mesela bilgisayar programlarını ele alalım. Windows 98 çıkıyor, bakıyorsun bir aksaklık var. Windows 99 u çıkartıyorlar bakıyorsun önceki aksaklı giderilmiş ama onda da başka bir aksaklık var gibi. Günaydın Gazetesi’nde Necati Zincirkıran’a götürdüm çizgi romanı; “Ben bunu basacağım” dedi, “ismi ne?” diye sordu. Daha isim bile koymamıştık. “Bunun adı Cüneyt Alp olsun” dedi. Cüneyt Arkın o sırada çok ünlüydü, onun adını çağrıştırarak söyledi, ben de “Peki olsun” dedim. Günaydın, Gün, Saklambaç gazeteleri birlikteydi, Gün gazetesinde başladı çizgi roman. O sıralar televizyon yayınları yeni başlamıştı, yoktu her yerde, bir hafta boyunca radyoya ilan verdiler. Her gün radyoda “Yepyeni bir kahraman; Cüneyt Alp geliyor, şudur, budur…” diye. Ben kendi çizgimi seven, beğenen biri de değilim, ne oluyor diye şaşırıyordum. Ben buna layık değilim diye de bir duygu taşıyordum. Kolay elde ettiğim şeyleri sevmiyorum ben, bu da öyle bir anda oldu. Cüneyt Alp adı tuttu ama çizgi roman tutmadı çünkü senaryo konusunda deneyimli değildim. Çizgilerim iyiydi, çizgi roman akışı da güzeldi fakat konu okuyucunun istediği gibi değildi. Şöyle diyeyim senaryo yüzde elliydi, yüzde yüz değildi, yüzde seksen de değildi. Tabii başarısızlıklar da insana ders oluyor. Fakat gazetenin sahibi Haldun Simavi benim çizgilerimi çok beğenirmiş. Bir gün toplantıda Haldun Simavi’ye demişler ki (amca derlermiş ona) “Amca bu Cüneyt Alp’i kaldıralım, konusunun ne olduğu belli değil” o da “Tamam tamam gitsin siz onu ellemeyin, devam etsin” demiş. . Mehmet Kemal vardı gazetede bana o anlattı. Ben de baktım ki olay bir yere varmıyor “Ben biraz dinleneceğim” dedim, Necati Zincirkıran kızdı. “”sana bir koltuk veriyorum, neden bırakıyorsun” diye. “Bırakmayayım, başka bir şey yapayım” dedim o da “Tamam başka bir şey yap” dedi. Ben de Kılıçaslan’ı çizmeye başladım.
70
Çizgi romanı nasıl çiziyordunuz Cüneyt Alp’i, manken mi kullandınız, resimlerden mi faydalandınız? Talat Güreli: Ben ilk çizgi roman denemelerimi hep kafadan yaptım. Kafamda poz verdirtip kahramana ona göre uydurarak çiziyordum. Hiçbir yere bakmıyor, hiç kimseyi model almıyordum. İlk çizgi roman sayfalarımı Suat Yalaz’a götürdüm, Suat Yalaz bana “Tamam, dedi. Yeteneğin olduğu kesin, güzel de çiziyorsun ama bir yerlerden kopya çekerek yap. Böyle olmaz, devam edemezsin” dedi. Ve beni yanlış yönlendirdi. Ben pek dinlemedim, yarısını diğer resimlerden bakarak diğer yarısını da kafamdan uydurarak öylece çizdim. Ama hiçbir resmi alıp birebir kullanmak da bana anlamlı gelmiyordu hiç birebir almadım. Çok saçma bir şey birebir kopyalamak. Cüneyt Alp’de senaryoda eksik var dediniz, neydi eksik olan? Talat Güreli: Senaryoda eksik şöyle; polisiye roman olsun, macera romanı olsun, fantastik roman olsun her hikayenin bir çatısı var. Bu çatıyı güzel kurmak lazım. Örnek veriyorum, kişileri yerleştiriyorsun, 8 tane kişi var, her kişiyi birbiri ile ilişkilendiriyorsun. Bu ilişkiler ya iyi oluyor ya da kötü. Gerilim oluyor, şu oluyor, bu oluyor ve olay belli bir sonuca varıyor. Giriş gelişme sonuç. Bunu önceden hesaplamayarak yanlış yerlere götürürsen boş yere dönmüş oluyorsun. Vakit kaybediyorsun. O tür aksaklıkları vardı. Olay yine gidiyordu ama benim istediğim gibi çok seri ilerlemiyordu. Kıyafetler nasıl oluyor? Talat Güreli: Ben müzelere gidip kıyafetleri inceledim. Askeri müzeye gittim, o dönme ait ne kadar malzeme varsa topladım. Zaten çocukluktan beri meraklıydım ve topluyordum toplamaya devam ettim. Almanlarla çalışırken bana 16. Yüzyılda Almanya’nın bilmem ne şehrinde geçen bir hikâye senaryosu gönderdiler. Buyurun buradan yakın. Nasıl yapacağım? O şehrin adını bile bilmiyorum. Gittim Alman Kültür Merkezi kütüphanesine orada Alman bir kütüphane memuru ile konuşuyoruz “Ben de bilmiyorum öyle bir şehir” dedi “al kütüphane senin, ne bulursan al” dedi. Sizin epeyce belgesel çizgi romanınız var. Talat Güreli: Hürriyet gazetesinden belgesel çizgi roman teklifi geldi Hürriyet’in Almanya baskısı için. Kanije savunmasını çizmemi istediler. O sıralarda tarihi çizgi roman yapmak her dönemi bilmek anlamına da gelmiyor. Her dönemin kılık kıyafeti şusu busu ayrı. “Peki” dedim ama o dönemin kılık kıyafetini bilmiyorum. Bana bir ay süre verdiler. Bir ayda yapıp teslim etmem gerekiyor, şu fiyata. Parası fena değildi ve hızla başladım çizmeye. Kanije savunması çok iyi ses getirince Mohaç’ı çizdim daha pek çok belgesel çizgi roman çizdim. Kut’ül Amara’yı da çizdim, Tercüman istedi verdim ama onu Tercüman basmadı. 30 bin İngiliz’i esir aldığımız bir savaş olduğu için Amerika güdümlü Tercüman gazetesi onu basamadı. Malı aldılar, parasını verdiler ama basamadılar. O sırada benim de çizgilerim iyice oturmuş ustalaşmıştım. Hürriyet gazetesinden rahmetli Metin soysal geldi. “Ben tarihi bir çizgi roman hazırlıyorum, bana yardımcı olur
71
Röportaj
Röportaj
musun” dedi. Ben de “Adam gibi bir para verirseniz elbette olur” dedim. O sırada Hürriyet sayfa başı 150200 lira civarı para veriyordu, ben de 500 lira istedim. 500 lira çok büyük paraydı o zamanlar. Normal bir çalışanın maaşının 800-1000 lira olduğu zamanlardı. “Peki” dedi ama bir daha da cevap gelmedi. Bu sırada Almanya’dan bir iş çıktı. Bastair yayınevi Spuk Gespenster adında iki dergisi için korku ve fantastik hikayeler yazan-çizen arkadaşlar aramaya başladığını duyurdu. Biz de başvurduk. Adamlar çizgilerimizi de hikayelerimizi de beğendi ve çalışmaya başladık. Hiç alışmadığımız şaşırtıcı bir para vermeye başladılar. O sırada enflasyon birden bire yükseldi, mark 8 liradan 12 liraya çıktı, bu yayınevi de bir sayfa çizgi romana 120 Mark veriyordu. Türkiye’de hiç kimsenin alamadığı ve alamayacağı bir para verdiler. O zamanlar Feriköy’de bir dairenin fiyatı 60 bin liraydı. Siz Almanca biliyorsunuz ama o dönem nasıl iletişim kurdunuz Alman yayıncılarla? O dönemde mail de yok? Talat Güreli: Mektupla. Acele posta servisi vardı işleri verdiğimizde yazışma yaptığımızda hemen gidiyordu. Kaç sayı sürdü, kaç sayfa çizdiniz Almanya’ya? Talat Güreli: 2-3 sene sürdü bu iş. Dergide yayınlanan çizgi romanlar 8 ila 12 sayfa oluyordu. Çizgi romanların yüzde doksan beşini ben uyduruyordum. Dediğim gibi bir o senaryoyu yolladılar bir de değişik bir senaryo yolladılar o kadar. Benim yapıp yolladığım çizgi romanların senaryoları için de ilk zamanlarda “Bu senaryo başkasınınsa başımız büyük derde girer” dediler. Ben de “Yolladığım çizgi roman Knut Thompson’un bir hikâyesinden uyarladım” dedim ama bambaşka bir hale soktum. “Bu olur ama güncel bir şey kullanmayalım” dediler, tabii ben tüm çizgi roman senaryolarını kafadan uydurdum. Bir şeye kafanızı takınca bir de iyi para gelince mecbur yapıyorsunuz. Çizgi roman biraz da şuna benziyor; bir futbolcu iki maç güzel oynuyor, sonraki üç maçta da kötü oynuyor, millet sesini çıkartmıyor o iyi oyuncu diye. Çizgi romanda böyle bir şansınız yok, her maç iyi oynamak zorundasınız. O sayı beğenmedi mi bir daha almıyor dergiyi. Hele gazetedeyseniz binlerce telefon mektup geliyor. Çok dikkatli olmak zorundasın, her gün oyalamak zorundasın, her gün yeni bir merak içinde bırakmak zorundasın. Onun formülünü çok çabuk öğrendim. Bir ilgi bitti mi, dağıldı mı, okunmamaya başladı mı sen de kapının önüne konuyorsun. İstediğin kadar iyi başla, istediğin kadar popüler ol iş iyi devam etmezse ertesi gün olmuyorsun. Çok uzun bir aradan sonra Metin Soysal geldi bana, “O işi kabul ettirdim” dedi. Metin iyi para verecekti ama yine de Almanlar Metin’in verdiğinin üç katı para verdiği için kabul etmedim. Metin de ölene kadar benimle konuşmadı. Almanlarla çalışmamız 2-3 sene sürdü. Sonra benim canım mizahi çizgi roman yapmak istedi. Deneyim kazana kazana da hızlı çalışmayı öğrendim. Hem hızlı hem tecrübeli hem de ortalarda olmanız lazım ki sizi işe çağırsınlar. O dönemde Kara Kedi diye bir mizah dergisi çıkıyordu. O dönem Kara Kedi’nin kurucusu Erdoğan Okçu geldi “Seni bu derginin başına getiriyorum” dedi, “Bir yer tutalım, kadroyu kur”. O gün yer aramaya başladık ve çok güzel bir yer de bulduk şansımıza. Benim mizah
72
çizimi ve mizah senaryosu ile tanışmam da orada oldu. Büyük sükse yaptı orada çizdiğimiz çizgi romanlar. Bir çizgi romanın adı Terso Kemal’di, bizden sonra 4 farklı mizah dergisinde daha Terso adı ile başlayan çizgi roman yayınlandı, ben gördüm. Bir şey tuttu mu devam ediyor. Ondan sonra da Şak Şak diye bir başka mizah dergisi çıkarttım. O da çok tuttu. 4 sayı çıkarttık, devamı çıkabilirdi ama ortaklardan biri paraları alıp kayboldu. Şakşak’da hep ünlüleri karikatürize ettiniz, Zeki Alasya, Metin Akpınar, Zeki Müren falan filan. Nasıl aklınıza geldi böyle bir kadro toplamak? Talat Güreli: Biz Şakşak’ı çıkartmadan önce Kilyos’a tatile gitmiştim hanımla birlikte bir haftalığına. Orada karikatürist Öznur Kalender’e rastladım. O da beni üç Fransız çizerle tanıştırdı. Birinin adı Morshe’ydi diğerlerini hatırlamıyorum şimdi. Ben bunlarla ahbab oldum, onlar 15 günlüğüne gelmiş ben de tatili uzattım. Onların Pilot diye bir dergileri var, orada bütün ünlülerin karikatürlerini yapıp yayınlıyorlardı. Tabii bu karikatürlerde tipleri aşırı derecede bozuyorlardı, buna rağmen o kişinin kim olduğunu anlıyordunuz. Bunu nasıl yapıyorsunuz diye sordum, “Bir lastiğe mi çiziyorsunuz da lastiği geriyorsunuz”, “Formül şu” dediler, “adamın 5-6 değişik açıdan fotoğrafını buluyoruz, ona 5-10 dakika bakıyoruz sonra hepsini atıyoruz. Kafamızda ne kadıysa onu çiziyoruz” , dedim “Bu çok zor değil mi?” “Zor gibi görünür ama yaparsan kolay olduğunu görürsün”. Benim mantığıma uymadı. O zamanlar epeyce Fotoroman çıkıyordu, Eve gidince aldım 5-6 tane fotoromanı, önüme açtım, baktım. Bakınca karakteristikayı çıkardım. Birini çıkartınca mesela önce Cüneyt Arkın’ı çizdim, tak tak tak bakmadan çizdim. Baktım oldu. Diğer karakterleri de aynı şekilde çizdim olunca da adamlara hak verdim. Bunun bir formülü de buymuş. Zor bir formül ama benimle örtüştü o formül. Ondan sonra da sanat hayatında ne kadar ünlü varsa onları koydum okuyucunun da yerli tipleri görmek hoşuna gitti, onlar da çok tuttu. Dergi biraz pahalı olmasına rağmen ilk sayısı 25 bin sattı.Bunlar çok iyi rakamlar tabii. Ama ben Almanya’ya gittiğimde o korku fantastik dergilerinin yayıncısı “Her Güreli” dedi, “bu dergilerden biri 200 bin satışın altına düşerse onu hemen kapatırım”. Tabii bu bilgisayar öncesi bir dönem. Bilgisayardan sonra her şey bambaşka oldu ve çizgi roman öldü. Türkiye Gazetesi maceranız nasıl başladı? Talat Güreli: Benim Babıali’ye inen yokuşta bir yazıhanem vardı, Ogan adında genç bir arkadaş vardı. Geldi yazıhaneye “Abi işin yoksa gelebilir misin, seni bizim gazeteden çağırıyorlar, bir görüşür müsün” dedi. “Niçin?” dedim, “Sen gel!” dedi. Peki, dedim, yanında da İsmail diye bir arkadaş vardı, gittik orada “Bize çizgi roman yapmanızı istiyoruz” dediler. Fiyatı söyledim” Başlayalım” dediler, çizdim götürdüm, beğendiler ve yayınlanmaya başladı. İlk defa orada bir çizgi roman kahramanımın tutması olayı ile karşılaştım. Her maç kazanmak zorunda olduğum bir işti bu, her maç kazanacaktım ve her sayı güzel olacaktı. İyi de para verilince tabii uğraşıyorsunuz. Hızır Bey’i nasıl ortaya çıkarttınız? Talat Güreli: Marifet aferin ister. Parayı verince insanın kafası bir çalışıyorsa otuz çalışmaya başlıyor. Başkalarının yapamadığı bir işi yapman lazım. Benzerin olmaması lazım. Ben girdiğimde Türkiye Çocuk abonelerle birlikte Üç Bin Beş Yüz satıyordu. Dört Bin değildi yani. Ben dedim ki “Sadece Hızır Bey ile olmaz, dergiyi yeniden yapılandıralım, şekil verelim” dedim. “Tamam” dediler, hakikaten lafımı dinlediler çatıyı kurdum, çok ama çok kısa bir zamanda Milliyet Çocuk’u da Tercüman Çocuk’u da batırdık. Çünkü pasta
73
Röportaj
Öykü
belli, iki dergi de batınca bütün tirajı biz aldık satışlar Yüz Seksen Beş Bin’e çıktı. Net satış rakamı. O zaman için çok iyi bir şey, şimdi bin saymıyor hiçbir şey. Çarşaf’ta da çalıştınız. Talat Güreli: 80’li yılların başında Türkiye Gazetesi’nde çalışırken Çarşaf’tan teklif geldi, 92 yılına kadar oraya da mizah senaryoları yazdım. Türkiye Çocuk Dergisi, Türkiye gazetesi ve Çarşaf dergisine günlük ve haftalık olarak sürekli yazdım çizdim. Bütün bunlara nasıl zaman yetiştirdiğimi inanın ben de bilmiyorum. Bu arada eğlenceye de vakit buluyordum, sosyal hayatım da vardı. Çarşaf’a Yengeç Ali diye bir çizgi romanla başladık. Her sayıda da değiştirdik. Kahramanlardan biri Metin Milli’idi.Metin Milli’yi boksör yaptık ve Rocky’e karşı dövüştürdük. Metin Milli varlıklı bir adamdı anladığım kadarı ile, Türkiye’de değil Avrupa’da bulunmayacak cins bir kağıda bir teşekkür belgesi yazdırmış. Zannedersin kral yollamış. Çok inanılmaz bir şeydi ama o da kayboldu gitti. O macera çok tutmuştu, halk da çok sevdi onu. Kemal Sunal ile ilgili de çok çizgi roman çizdim. Yaptık da yaptık. Bize zaman ayırdığınız için gölge e-dergi olarak teşekkür ederiz. Röportaj: Ahmet YÜKSEL
Tanre Günceleri
Benim Tanrı' ya karşı manevi rahatlamama sebep olan bu güzel mabette artık başka insanların günahkar ruhlarını Tanrı'nın kollarına bırakmaları için eğitiyordum. Bir zamanlar da buranın büyük kutsal bilgesi beni manevi huzura ulaşmam için eğitmişti. Ve o ölmeden önce bana üstünde dinimizin ayetleri olan bir pelerin verip; "ben öleceğim yakın bir zamanda, tanrımız yaptığım bu kutsal görevin bedelini ödemek için beni yanına çağırıyor en yakın zamanda onunla beraber olacağım benim artık bu somut dünyadan çekilmem gerekecek ve sen benden sonra bu görevi devam ettireceksin tanrı senin de görevinin son bulduğunu söylediğinde bu pelerini en iyi şekilde ibadetini yapan başka birine devredeceksin" dedi. O pelerini alıp giydiğimde manevi bir huzur kapladı beni. Artık bu mabedin bilgesi bendim ve yüze yakın müridim vardı en iyi şekilde manevi huzura ve topluma kazandıracağım iyi insanlar yetiştirecektim. On yıldır burada müritlerimi eğitiyordum daha genç olmama rağmen Tanrı beni erken yanına çağırmaya karar vermişti. Bir gece rüyama giren beni eğiten bilge insan benimle karanlık bir odada gülümseyerek mutlu bir şekilde konuşuyordu onu o kadar huzurlu gördüm ki gitmem lazımdı benim en yakın zamanda bilgemin yanına;" Tanrı seni görmek istiyor dinimiz için yaptığım bütün mücadeleni çok taktir etmiş seni tanımak için sabırsızlanıyor" dedi. Bugün pelerinimi vereceğim müridime önerilerde bulunacak yapması gerekenleri anlatacaktım. Bu mabette kimse kimsenin adını bilmez ibadetlerini eder dini konuşmalar yapar ve çıkar giderlerdi. Ama ben pelerinimi vereceğim müridimin adını ve birçok şey biliyordum. Çünkü üç yıldır onu takip ediyordum. Ona kendi hayatımı nasıl burada bilge olduğumu anlatacaktım. Çünkü beni bu manastıra lider seçen bilgede pelerini vermeden bana bütün hayatını anlatmıştı. "Tanre şehrinin doğuya bakan dağ yamacına kurulmuş gizli bir manastırdı burası ama buraya gelmeden önce Tanre şehrinin merkezinde bir gökdelenin en tepesinde borsa işleri ile uğraşıyordum o zamanlar daha yirmi yaşındaydım ve iki yıl zorlansam da üçüncü yıl borsada sürekli kazanmaya başladım. O kadar çok kazanıyordum ki Tanre de borsa işi ile uğraşan herkesten daha güçlü olmaya başladım. Tabi bunların hiçbiri şans veya Tanrı'nın yardımları ile olmuyordu tamamıyla kendi başarımdı. Tanre şehrinin bağlı olduğu ülkenin başkanlık ofisinde tanıdığım güzel bir kadın vardı ve o oradaki bilgileri bana sızdırıyordu. Ekonomi bakanı elektronik malzemelere faiz uygulamaya karar vermiş diyordu bende elektronik malzeme satan şirketlerdeki hisseleri alıyor veya satıyordum . Bir hafta sonra bu durum gerçekleşiyordu ve ben kazanıyordum. Kazandığım parayı dünyevi hazlara harcıyordum içiyor, geziyor, sevişiyor, pahalı malzemeler araçlar alıyordum. Ne kadar harcasam da bitmiyordu. Bulunduğum gökdelende ki ofislerin hepsinde borsacılar vardı Tanre şehrinin zenginleri bu gökdelenden toplanmıştı. Kazanıyor kaybediyorlardı bu gökdelende ama ben hep kazanıyordum. Tanre şehrinin bulunduğu ülkenin başkanlığında ki hatunum bana büyük bir bilgi sızdırdı tabi devletle alakalı değildi bu tamamıyla borsa ile alakalıydı. Tanre şehrinin taşrasında yetişmiş bir kadın daima sosyalizm yanlısıdır oda öyleydi sol bir örgüt Tanre şehrinde ki gelir dağılımın eşitsizliğinin tek sebebinin bu şehirde bulunan gökdelenden kaynaklandığı kanısına varıp gökdelene uçakla sabotaj düzenlemeye karar vermişlerdi ve iki günde gerçekleşecekti. Bütün hisselerimi satıp ertesi gün o gökdelene hiç gitmedim. Olay hatunun söylediği gibi olmuştu. Hisselerimi sattığım için hiçbir kaybım olmadı ve hayatımı sonsuza kadar iyi bir şekilde yaşayacağım kadar param vardı elimde. Hiç çalışmıyor elimdeki parayı harcıyordum. Bitmiyordu. Bir kış günü bir bara gidip çok fazla viski içip bardan çıktım önümü göremiyordum o kadar sarhoştum ki Tanre şehrinin arka sokaklarına girmişim
74
75
Öykü
Öykü yanlışlıkla ve bu şehrin en tehlikeli yerleri arka sokakları. Tinercisinden tut, fahişesine, psikopatından tut esrarkeşine bir sürü saplantılı insan. O kadar sarhoştum ki bu yere nasıl geldiğimi hangi yoldan girdiğimi hiç hatırlamıyordum. Etrafıma bakıyor bir çıkış yolu tanıdık bir tabela arıyordum ama gözlerim hiç görmüyordu. Etrafımda elinde esrar sarılı sigara içen fahişeler ellerinde bir poşet ile tiner çeken çocuklar. Yüzünde kocaman çizikler olan ellerinde nerdeyse bir kol uzunluğunda bıçaklar daha doğrusu kılıçlar olan psikopatlar. Hepsi bana bakıyor fahişeler benim kolumdan tutup çekiştiriyor. Ellerinde falçata olan travestiler bana tehditkâr bakıyordular. Oradan kurtulamayacağım kesindi. Öldüreceklerdi beni ya bir travestinin falçatası ya da bir psikopatın kılıcı ile hayatıma son vereceklerdi. Tehditkâr bakışlar ilerlediğim cadde boyunca beni takip ediyordu. Tam karşımda gözüme devasa büyüklükte bir adam çıktı. Işık adamın arkasından vurduğu için adamın yüzünü seçemiyordum. Bana doğru geldi bana yaklaştığında sanki daha da devasa oluyordu. Tam karşımda durdu ve adamı daha net görüyordum. Çok iri biriydi tombul yüzü vardı kafasında tek bir saç yoktu, kazıtmıştı. Kafasının sağ ve sol taraflarında algılayamadığım harfler ile yazılar yazılmıştı, en az uç tane ben edecek bir iriliği vardı. Elinde uzun kocaman bir kılıç, kılıcın ucu sağ omuzumun üstündeydi keskin tarafı boynuma değiyordu. Ölecektim bu iri adam beni acımadan öldürecekti. O anda parlak bir ışık ara sokağın tamamını aydınlattı herkes ve ben dâhil o ışığa baktık. Sonra yaşlı sakallı ve üstünde pelerin olan adamı gördüm o beni bu canilerin elinden kurtarmıştı. O artık benim kurtarıcımdı. Ama beni nasıl bu canilerin elinden kurtardığını hiç anlatmadı. Bayılmıştım. Uyandığında kendi mi bu divanın üzerinde uzanırken buldum. Beni o iri kıyım adamın elinden kurtaran yaşlı adamı tekrar gördüğümde çok mutlu olmuştum. Ona yapabileceğim bir şey varsa elimden gelenin en iyisini yapmaya hazır olduğumu söyledim. Gece sabaha kadar konuştuk onunla o kadar içten ve samimi konuşuyordu ki benimle bu manastırda onunla kalmaya ve müridi olmaya karar vermiştim. Bana maneviyatın kutsallığını Tanrı inancının sonsuz huzurunu sunmuştu. O benim kurtarıcımdı Tanrı'nın beni kurtarması için gönderdiği kurtarıcı dünyevi hazların gelip geçici olduğunu öğretmişti. Onunla beraber kutsal inancımızı tüm Tanre halkına anlatmak için çok çalıştım. Bizim inancımıza karşı olanları ve bizim inancımızı benimseyen müritlerinizi katleden bazı topluluklardan intikam aldık. Beraber inancımızı yaymak için bize karşı olan bazı tarikatların kökünü kuruttuk. Öldürdüğümüz insanların hiç birinde günah işlemiş sayılmayız. Tanrı bunları bizden istiyordu bizde emirleri yerine getiriyorduk. Benim adım neden "Kuul" biliyor musun ben tanrının “kuul”uyum ve bir tane fazladan "u" var buda benim manevi olarak iki defa tanrının kulu olmam manasına geliyor. Bana bu adı pelerinini verdiğinde bilge kurtarıcım verdi. Ve bu pelerini sana veriyorum..." Müridi Kuul'u dikkatle dinliyordu. Kuul oturduğu yerden kalktı ve müridine onu arkasından takip ederek küçük adımlarla ilerliyordu. Kuul: "Beni takip et evlat!" dedi, müridimin yüzüne bakmadan. Kuul kahverengi ince bir bez ile çerçeveye çivilenmiş genişliği bir metre boyu iki metre olan kapının önünde durdu. Kahverengi bez ince olduğu için kapının öbür tarafındaki ışıklar belli oluyordu. Mürit heyecanlanmıştı. Beş yıldır buradaydı ve müritlerin bu odaya girmesi yasaktı. Ama artık o çok merak ettiği odayı görecekti. Kuul kapıyı açtı kapı bir ray sistemi üstünde olduğundan sağa doğru itildiğinde açılıyordu. İçeride mumlar yanıyordu geniş bir oda değildi. Mumlar beyaz renkli duvarlara monte edilmiş eski zamanlardan kalma demir avuçiçi kadar genişlikte olan tepsi gibi düz bir tabakanın üzerinde yanıyordu. Pek gösterişli bir görüntüsü yoktu. Odanın sağ tarafındaki duvarda altı tane bir metre boylarında kılıç vardı parlıyorlardı mum ışığında. Kuul kırmızı tutacağı olan kılıcı eline aldı. Ve odanın dışında gözleri şaşkınlıkla bakan müridini yanına çağırmak için kafasını eğerek yanına gelmesini istedi. Müridi geniş adımlarla saniyeler içinde yanında bitiverdi ve elindeki kılıcı müridine uzattı. Daha sonra dizlerinin üzerine çöküp karşısında ayakta elinde kılıçla duran müridine baktı.
Kuul: "Biliyorsun evlat Yüce Tanrı bize silah kullanmayı haram kılmıştır bizim silahımız vicdanımız ve kılıcımızdır." Müridi dikkatlice dinliyordu Kuul'u. Kuul: "Ve yine biliyorsun ki Tanrı bizi yanına çağırdığında seve seve gitmeliyiz Tanrı iyi olan kullarını yanına çağırır ve buradaki her müridi tanrı yanına çağıracaktır. Büyük bilge benim rüyama girdiğinde ve Tanrı'nın beni yanına çağırdığını söylediğinde erken olduğunu söylesemde bilgemin beni çağırırken ki yüzü huzur ve nur doluydu gitmeliydim. Seni bu manastırın yeni lideri, efendisi olarak seçtim ve sen bu fedakârlığımın karşılığını beni öldürerek vereceksin çünkü tanrı beni çağırıyor ne kadar erken olsa da gitmek zorundayım." Mürit tedirgin olmuştu, ne yapacağını nasıl davranacağını ne söyleyeceğini bilmiyordu. Gözbebekleri korkudan bir büyüyüp bir küçülüyordu. Kuul: "Yap evlat bu elindeki keskin kılıçla boynumu gövdemden ayır ve beni Tanrı'ya ulaştır." Mürit: "Ama ben yapamam." Kuul: "Yapabilirsin evlat, yapmalısın seni seçmemin nedeni gözlerinin ateş gibi parlıyor olması korkusuz bir bakışın olması senden başkası bunu yapamazdı…"
76
77
Mürit elindeki kılıcın kabzasını sıkıca kavradı önce efendisinin gözlerine sonra kılıcının keskin yerine baktı. Gözlerini kapadı kılıcın kabzasını o kadar sert tutuyordu ki beyaz elleri kırmızıya dönüşüyordu. En sonunda kılıcı salladı ve efendisinin kafası kılıçların bulunduğu sağ duvarın altına yuvarlanarak gitti. Gövdesi ise hala düşmemiş dizlerinin üstünde duruyordu boyunun kesildiği yerde kanlar beyaz duvara ve kılıçların üstüne fışkırıyordu. Mürit efendisinin hala dizlerinin üstünde duran gövdesine bakıyordu. Yüzünde efendisin kesilen boynundan fışkıran kanların sıcaklığını hissediyordu sol kolu ile yüzünü sildi, sağ elindeki kılıcı yere attı efendisinin gövdesi yere düştü artık dizleri üstünde durmuyordu. Fısıltılarla dua okumaya başlamıştı manastırın yeni efendisi… Öykü: Taner PALDAR
Sinema
Dokuzuncu 2. El Film Festivali Mart Ayında Ankara’da Ankara Kısa Filmciler Derneği tarafından bu yıl dokuzuncu kez düzenlenecek olan Ön Elemede Elenmiş Filmler Festivali- Uluslararası 2. El Film Festivali, 13- 14- 15 Mart 2015 tarihlerinde, Ankara- Kızılay Büyülü Fener Sinemaları’nda sinemaseverlerle buluşacak. Kültür ve Turizm Bakanlığı Sinema Genel Müdürlüğü ile ANKAmall Alışveriş Merkezi ana sponsorluğunda gerçekleştirilen festivalde film gösterimleri başta olmak üzere galalar, atölyeler ve söyleşilere yer verilecek. Festivale Rekor Başvuru! Festival bu yıldan itibaren online başvuru ve online kabul sistemi ile film başvurusu alanında Türkiye’deki önemli bir yeniliğe daha imza atıyor. Filmleri kargo, posta, kurye gibi gönderim sağlayan araçlar olmaksızın online kabul eden festivale 13 Ocak- 13 Şubat 2015 tarihleri arasında toplam 167 uzun ve kısa metrajlı film başvurusu yapıldı. Filmler arasından teknik yeterlik şartını sağlayan (Teknik Yeterlilik Şartları: Filmin istenilen formatta yollanması, gönderilen videolarda ses ve görüntü kaybı olmaması, başvuru formunun eksiksiz doldurulması ve 2007 yılından itibaren daha önce en az bir film festivalinde elenmiş olması) 84 kısa metraj, 2 uzun metraj ve 7 belgesel film festival programında yer alacak. Dönüşüm Başlıyor, Festivale Koş! Bu yıl ‘Koşmak’ teması ile düzenlenecek festivalde, Türkiye’nin ilk ultra maraton koşuşucu unvanına sahip Uşaklı atlet Akın Yeniceli festival açılışı için Uşak’tan Ankara’ya koşacak. Yaklaşık 368 kilometrelik mesafeyi koşarak tamamlayacak olan Yeniceli bitiş çizgisini göğüsleyerek festival açılışını gerçekleştirecek. Festival Peyk Belgeseli ile Açılıyor! Yönetmenliğini Fahrettin Ünlü’nün yaptığı, Sinema Genel Müdürlüğü tarafından desteklenen Peyk Belgeseli’nin galası ile festival perdelerini dokuzuncu kez açacak. Peyk; hızlı olmak anlamına gelen ve Osmanlı Devleti’nde uzun mesafeleri çok kısa sürede kat etmesi ve haber taşıması ile bilinen dönemin habercilerine verilen bir ad. Detaylı araştırmalara ve titiz incelemelere dayanarak çekilen belgeselin galası, 13 Mart Cuma günü saat 19.00’da Yönetmen Fahrettin Ünlü’nün katılımı ile Kızılay Büyülü Fener Sinemaları’nda gerçekleşecek.
78
79
Öykü
Tipi
Koğuşta tam doksan yedi can vardı. Yüz altmış bidon kaçak mazotla yakalanmışlardı. Buna rağmen, doksan yedisi de masum olduklarını iddia ediyordu. Beraber yakalandıkları İranlıların ifadesi hemen alınmıştı; ama sıra onlara gelince sorgusuz sualsiz içeri atılmışlardı. O günden bu yana aradan elli gün geçmişti. Ve bu süre içerisinde ne mahkemeye çıkarılmış, ne de sorgulanmışlardı. Hapishane duvarlarının harcı hüzün ve gözyaşından ibarettir. Bu yüzden sıvaları çabuk dökülür. Dökülen her sıvanın içi binlerce kahırla doludur. Anlatılan her öyküyle birlikte hapishanedeki hava biraz daha ağırlaşır. Ve o hava solundukça yüreklere bir kasvet çöker Zaman artık ağırlaşmıştır. Kimsenin canı konuşmak istemez. Sessizce yerlerinden kalkıp yataklarına uzanırlar. Sarı bir ampulün aydınlattığı koğuşta, gözler tavanda belirsiz bir noktaya kilitlenirken, doksan yedi can yüz doksan dört gözle özgürlük hayalleri kurardı. İşte o an; zaman taşlaşır ve hayat dururdu. Neden sonra içlerinden birisi dayanamayıp yerinden doğrulur ve “Ahh gahpe feleg ahhh. Yahtın ülen bizi.” diye nara atardı. Bu haykırışla birlikte koğuştaki sessizlik yemini bozulur ve doksan yedi canın isyan sesleri koğuş duvarlarını sabaha kadar döverdi. Kendilerinden başka gördükleri tek canlı gardiyanları Perviz’di. Diğerlerinin aksine suçsuz olduklarına inanırdı Perviz, ama elinde yetki olmadığından bu hiçbir işlerine yaramazdı Her sabah uyanır uyanmaz Perviz’in yanına koşup umutla gözlerinin içine bakarlardı. Onları görünce, “Bugün de bir haber yok çocuklar. Anlaşılan sizi burada unuttular.” der gibi gözlerini kaçırırdı. O zaman boyunlarını büker ve Perviz’e “Ne olirsin bırah bizi. Bırah…” dercesine bakarlardı. Tutuklanmalarının elli beşinci gününde de doksan yedisi birden Perviz’in dört bir yanını sarıp yüz doksan dört gözle bir kez daha yalvardılar. Perviz bu bakışları görmemek için gözlerini sıkıca yumup başını iki yana salladı ve “Ne olursunuz anlayın beni. Elimde olsa sizi gerçekten bırakırım, ancak bende bir emir kuluyum. Ama üzülmeyin. Suçsuzluğunuzu bu cahil halimle ben bile anladıysam, büyüklerimiz hayda hayda anlar. Fakat devlette dert çok. Sıra size gelene dek sabredin.”dedi. Doksan yedisi birden ısrarla ses çıkarmadı, ama gözlerini de Perviz’den ayırmadı. Bu ısrarlı bakışlar sonunda “Tamam” dedi “bugün telefonla arayıp soracağım. Belki karar çıkmıştır da benim haberim yoktur. ” Perviz yanlarından ayrılır ayrılmaz her zamankinin aksine koğuşlarına dönmeyip avluya çıktılar. Masmavi gökyüzüne özlemle bakıp derin bir iç geçirdikten sonra Memo, “Bah yeminle söyliyem bunlar bizi oyaliyir. Mohkemeye bile çoğarmadan işimizi bitirecehler.” dedi. “Bunu da nereden çikarttin?” diye sordu Abdo. “Görmiysen aoradan geçmiştir elli beş gün, doha da ifademizi almomişlerdir. Neyle suçloniriz, o bile belli değil.” dedi Memo. “Neyle olecek, gaçah mazotla.” dedi Miho. “Gaçah mazotmuş… Nah gaçah mazot. Onlar bizim değel İranlilarindi. Bilmiysen?” dedi Memo. “Ben biliyem. İranlılar da biliy. Ancoh boşğa da bilen yohtir. Bu durumda kim suçli oliy? İranlilar mı biz mi?” diye sordu Remo. “Toabi ki İranlilar.” dedi Abdo. “Bah sorimi tekrarliyem. İyi düşünesin ve bir kere de cevap veresin. İranlilar kimdir?” diye sordu Remo. “İnsandir.” dedi Abdo. “Ya jondarma?” “Onlar da insandir.” “Bah bu da doğridir. Şimdi uzmanliğ sorini soriyem. Biz gimiz?” “Gatır.” “Anan gimdir?”
80
81
Öykü
Öykü
“At.” “Buban?” “Eşeg.” “Yani eşeg görünümlü atsin.” “At görünümlü eşeg diyelim. Böylesi kulağa daha hoş geliy.” “Ülen veledi zina, insan insana inaniy gatıra değel?” “Ama doğri söyliyem.” “İnsan olmadigtan sonra bi boha yoramaz doğri söylemen?” “Essoah mi?” “Esoah.” “Bohi yemişiz desene.” “Ha bunu bilesin.” “Emme Perviz’de insandir.” dedi Miho. “Doğri. İnsandir. Ne olmiş?” diye sordu Remo. “O bize inaniy.” dedi Miho. “Doğri inaniy. Çünkü o da bizim gibidir.” “Yohsam o da mi at görünümlü eşeğtir. Bah bugüne deg heç anlamamişem.” “Ülen Miho genlerinde eşeg tarafin fazladir senin. Oğlim Perviz gatır değildir. İnsandir. Emme bizim gibidir. Yoani eyidür. Oni demişem. “ “Mohkeme boş iştir bence. Garar çokten bellidir.” dedi Memo. “Ulan yohsa yorgiçlari mi tanirsen? “ diye sordi Abdo. “Soaçmolama.” dedi Memo “ bu gatır halimle nereden toaniyayim yorgıçları? Sadece tahmin ediyem. Besleyeceglerine soallandıracahlar bizi dinime imoanime.”dedi Memo. ““Soallandıracaglarmiş... De get lan. De get…” dedi Miho “Doğri söyliyem. “dedi Memo. “Boh doğridir. Soallanan ağacin dalidır. Gatır değil.” dedi Abdo. Abdo ile Miho şiddetle itiraz ettilerse de Memo ve Remo geri adım atmadılar. Mahkeme kararını beklemek veya kaçmak arasında ikilemde kalmışlardı. Karar verebilmek amacıyla kendi aralarında oylama yaptılar. Sonuç yarı yarıyaydı. Hangi yöne gideceklerini belirleyememiş olmalarının kızgınlığıyla homurdanırlarken Remo, “Biz dogsan yedi gatır değil miyiz?” diye sordu. Hep bir ağızdan “Hee öyleyiz” dediler. “O zaman sonuçlar yaru yaruya nasil çikiy? Oylamaya gim goatilmadi?” Kimin eksik olduğunu anlamak için birbirlerine baktıkları sırada Hamo sallanarak içeriye girdi. Herkes bir ağızdan “Nerdeydin Hamo?” diye sordu. “Heloada.” “Ne işin vardi heloada?” diye sordu Abdo. “Sıçiydim. Bu da mu suçtir?” “Yooo.” dedi Remo ve konuyu kısaca anlattı. Ardından “Gime oy veriysen?” diye sordu. “Gararsizim.”dedi Hamo “Hamo ver bir garar.” dedi Memo. “Gararim gararsizlihtir. Gararima saygı duyoasiniz” dedi Hamo. “Hay gararina siçayım inatçi gatır.” dedi Abdo. “Güfretme lo. Demohratik hakkmi kullanmişem.” “Ne yapçahız şimdi?” diye sordu Memo. “Bilmiyem.” dedi Remo “en iyisi birgaç gün behlemek.”
Sessizce beklediler. Ancak değişen hiçbir şey olmadı. Ne Perviz yeni bir haber getirdi, ne de doksan yedi katır bir karara varabildi. Elli dokuzuncu günün sabahında Remo ve arkadaşları artık dayanamayacaklarını söylediler. Ne pahasına olursa olsun firar edeceklerdi. Abdo ve arkadaşları bu düşünceye tüm güçleriyle karşı çıktılar. “Dellendiniz mi? Jonderma aninda yoakalar sizi.” “Yoagalasin. Soniçta biz yoagalanacağiz. Size ne oliy?”dedi Remo “Ula boh yiyenin evladi öldirirler sizi.”dedi Miho “Özgürlik için fedoa olsin canimiz.”dedi Memo “Ya biz?” diye sordu Abdo. “Size bir şey olmiycek. Aha burada eskisi gibi osirip yatacegsiniz.”dedi Remo. “Boh yatariz. Eşeg oğli gatırız oğlim biz. Ni dimek şimdi bu? Yani hepimiz goardaşız dimek. Joenderme sizi öldirirse biz de o saat gederden öliriz. Bunu bilmiysen?” diye sordu Miho. “Biliyem bilmesine emme bunlar bizi çohtan gözden cigarmişler. Ya şimdi goaçariz ya da …”dedi Memo. “Mohkeme sonucuni beglesek.” dedi Abdo. “Ne mohkemesi babo? O insanlar içindir biz gatırlar için değel. Gelin etmeyin inoat. Birlikte goaçalim.” “Bilmiyem.”dedi Miho. “Garasizliğimin artıg bitti.” diye araya girdi Hamo. Doksan altı katır birden “Eeee” dedi. “İnsanoğli bu gader acimasiz değildir. Öldirmeye niyetleri olsoaydi çohtan işimizi bitirirlerdi. Bu gadar zamandir besleyip bahtiklarina göre elbet bizi serbest biragacahlar. Behleyelim diyorum. Son gararimdir.” dedi Hamo. Sonunda eşitlik bozulmuştu. Remo ve arkadaşları bundan hoşnut olmasalar da mecburen çoğunluğa uydular. Kararın belli olmasıyla birlikte ahıra tam bir sessizlik hâkim olmuştu. Erkenden içeriye girip samanlarına uzandılar. Hava o gün yeniden soğumuştu. Sabah erken saatlerde başlayan kar yağışı her geçen saat hızını ve şiddetini artırıyordu. Yatmaktan sıkılan Remo ve Abdo küçücük pencereden dışarıyı seyrediyorlardı. Gözün görebildiği her nokta bembeyaz bir örtüyle kaplanmıştı. O sırada kapı açıldı ve Perviz içeriye girdi. Yüzü sararmıştı. Küçücük solgun gözleri ise hiç görmedikleri kadar sönük ve üzgündü. Perviz’in içeriye girdiğini gören diğer katırlar da yerlerinden doğrulup ayaklandılar. Sırtını kapıya dayayan Perviz ellerini göğsünde birleştirdiğinde doksan yedi katırın doksan yedisi de etrafında toplanmıştı. Onların sorgulayıcı bakışlarından kurtulmak istercesine başını öne doğru eğdi. Neler olduğunu öğrenmek istemelerine karşın, duyacaklarından korkuyorlardı. Bu yüzden tek bir soru bile sormadılar. Fırtınanın savurduğu kar tanelerinin damı dövmesinden başka etrafta bir ses yoktu. Neden sonra Perviz başını kaldırıp yüzlerine baktı ve “Üzgünüm.” dedi. Bu sözle birlikte doksan yedi katırın doksan yedisi de aynı anda konuşmaya başladı. Yükselen sesler birbirlerine karışıp büyük bir uğultuya dönüştü. Kargaşayı Remo’nun sesi bastırdı. “Bi susun. Boagalım niye üzgündir. Belği bizimle aloagasi yohtir.” “Boh yohtir… Perviz’in işi gucu yohtir da özel sorinlerini mi anloatacag bize.” dedi Abdo. “Aha buğün anlatiy. Hem biliysen avradi Perviz’i evden kovmiştir… İşte bu yüzden üzgün değelse gel tükür yüzime.” dedi Hamo. “Heç bir yere ayrilma geliyem yanina.” dedi Memo. “Susun artıhın. Susun da meseleyi anloayalim.” Remo’nun bağırmasıyla uğultu yavaş yavaş kesildi. Perviz göğsünde kavuşturduğu ellerini çözdü ve öne doğru birkaç adım attı. Ardından durup uzun uzun sakalını kaşıdı. Gözlerini katırların üzerlerine dikti ve “Az önce ilçeden telefon geldi. Karar belli olmuş. Sizi…” dediyse de sözünü tamamlayamadı. Katırlar çıldırmış gibiydiler. Hep bir ağızdan “Ne yoapacahlar bizi?” diye haykırdılar.
82
83
Sinema
Öykü Perviz en yakınında bulunan katırın başını sevgiyle okşarken,“Keşke konuştuklarımı anlayabilseydiniz. O zaman gerçekten çaresiz olduğumu bilirdiniz.”dedi. Bunun üzerine Abdo,“Yine soaçmaliy. Anloamadığimizi nerden çıkartiy?” diye sordu. “Normoal. Alt tarafi insandir. Gendileri gibi aptal sanir bizi de. Sen anlat gurban. Biz her bohu anlarih” dedi Miho. Perviz’in gözleri uzaklarda belirsiz bir noktaya kilitlenmişti. Daha sonra kendi kendine konuşurcasına dudakları hareket etmeye başladı. “Az önce jandarma komutanı aradı. Mahkeme hakkınızdaki kararı bu sabah vermiş. Güya insan ve hayvan sağlığını tehdit ediyormuşsunuz. “ “İftiroadır lo.” diye haykırdı Memo. “Olmaz öyle şey. Altmış gündür onlarla yaşıyorum. Bir mikrop taşımış olsalardı çoktan hastalanırdım diye itiraz ettim.”diye mırıldandı Perviz. “Çok doğri söylemişen. Efferin sana.”dedi Hamo “Komutan, “Anlıyorum seni, ama ben de emirleri uyguluyorum.” dedi. Bunu üzerine ona “Kararı bir okuyuver. Belki bir açık nokta yakalarız.” dedim.” “Eee yoagaladin mi bari” diye sordu Miho. “Okudu. Ama bir şey anlamadım. Bunun üzerine kararı yazdırdı bana. Nerdeydi o kâğıt?” dedi ve tüm ceplerini karışırdı. Aradığını ceketimin iç cebinde buldu. Eline alıp tane tane okumaya başladı. "Ülkemizin morfolojik özelliklerini taşımayan bu katırlar insan ve hayvan sağlığı açısından risk taşıyabilirler. Aynı zamanda egzotik karakterdeki hayvan hastalıklarını ülkemize sokup hayvanlar arasında yayarak büyük kayıplara neden olabilirler. Bu nedenle kaçakçılar tarafından yük hayvanı olarak kullanılan ve kaçakçılık zannı ile yakalanan tek tırnaklı hayvanların derhal itlaf ve imha edilmesi uygun görülmüştür" “Egzotik nedir loa?” diye sordu Miho. “Mohkeme diyor öldürin hepsini, bizim gerzek diyor egzotik ne?” dedi Memo. “Uzun lafın kısası yarın sabah doksan yedinizi birden öldürecekler.” diye mırıldandı Perviz “Goaçalım demedim mi size? Yoh goararsizim. Yoh behleyelim. Ha ne oldi şimdi?” diye sordu Remo. “Ne olcek. Sıçtıg…” dedi Abdo. “Böyle bir vebalin altına hayatta girmem. Bu yüzden kaçıracağım sizi. Ama öyle bir yol bulmalıyım ki, hem sizin canınız kurtulsun hem benim başım belaya girmesin. Ama nasıl? Neyse gece uzun illaki bir şey bulurum.” diye mırıldandı Perviz. O gece sabaha kadar düşünüp durdu. Doluya koydu; kendi canını kurtaramadı, boşa koydu; katırlar öldürüldü. Çaresizlikten bunalınca kapının önüne çıktı. Kar tüm şiddetiyle yağmaya devam ediyordu. Başını kaldırıp çatıya baktı. Tamamen karla kaplanmıştı. “Böyle yağarsa çatı bu yükü kaldıramaz” diye düşündü. O an birden gözleri parladı ve “Tabi ya çatı yıkılır.” dedi kendi kendine. Ardından “Çatı yıkılır… Çatı yıkılır...” diye haykırarak içeriye koştu. Öğlen saatlerinde Perviz jandarma komutanını telefonla arayıp “Yoğun tipi nedeniyle ahırın çatısı çöktü ve hayvanlar kaçıp sınırın diğer tarafına geçtiler. Köylüler olarak arkasından gittik, fakat mayın ve İran askerleri korkusundan diğer tarafa geçemediğimizden dolayı onları geri getiremedik.” dedi. Öykü: Atilla BİLGEN
84
İllüstrasyon: Mehmet Kaan SEVİNÇ
KuirFest ile Dördüncü Yıl Pembe Hayat LGBTT Dayanışma Derneği’nin düzenlediği KuirFest dördüncü yılında Ankara’nın merakla beklenen film festivallerinden biri olmaya başladı bile. Kimi festivallerin adeta vizyon filmleri için bir ön gösterim platformuna dönüştüğü günümüzde, vizyonda görme şansımızın hemen hemen hiç olmadığı filmlere yer veren KuirFest farklı bir yerde duruyor. Belki diğer festivaller kadar çok film gösterilmiyor ve yoğun olmuyor ama bir hafta boyunca zihin açıcı filmler gösteriyor. 15-22 Ocak 2015 tarihleri arasında Ankara’da düzenlenen festival bu yıl Başka Sinema’nın da desteğiyle ilk kez İstanbul’da da gösterimler düzenledi. 23-25 Ocak arasında da İstanbul ayağı gerçekleştirildi. Ankara’daki gösterimler Büyülü Fener sineması, Tayfa Kitap Kafe ve Mek’an Sahne’de gerçekleşti. Festivalin Ankara günlerine bir göz atalım: 15 Ocak Perşembe: 20:00 – Genellikle festival açılış ve kapanışlarına gitmeyi çok tercih etmiyorum ama geçen yıl olduğu gibi bu yıl da KuirFest’in açılışını kaçırmak istemedim. Bunun en önemli nedeni açılışta gösterilecek filmin festivalin sonraki programında yer almaması idi. Ancak açılış töreninin sıkıcı bir havada olmaması da önemli bir etkendi. Ayta Sözeri’nin sunduğu törende çevirmen Müge Atala’nın sahnede rol çalıp adeta şov yapması ile festivale gayet eğlenceli bir giriş yaptık. Açılış filmi Onur (Pride), 1984 yılında İngiltere’de maden işçilerinin grevini destekleyen gey ve lezbiyenleri konu ediyordu. Gerçekten yaşanmış bir olaydan yola çıkılarak yapılan film dönemin havasını çok iyi yansıtmakla beraber hem eğlenceli hem de gaz verici bir film olmayı başarıyordu. Filmin çıkışında maden işçileri, LGBT bireyler ve egemen otorite tarafından önemsenmeyen pek çok grup için sokakta slogan atıp yürümeye başlamak geliyordu insanın içinden. Filmin bazı yerlerinin gerçeğin biraz yumuşatılmış hali olduğu düşünülebilir. Örneğin maden işçilerinin bir kısmının eşcinselleri filmde gösterildiği kadar kolay kabul ettiklerini sanmıyorum ama filmin amaçladığı etkiyi yaratması için gerçek olaylarda biraz değişiklik yapılması kabul edilebilir bir uygulama. Burada da neticede ortaya rahat izlenen, başarılı bir film çıkmıştı.
85
Sinema
Sinema
16 Ocak Cuma: 19:15 – Cuma günü için izleyebildiğim tek film Mala Mala isimli belgeseldi. Porto Riko’da yaşayan dokuz trans bireyin hayatına bakan film sadece konuşan kafalar belgeseli olmanın ötesine geçerek söyleşilerin yanına sağlam bir görsellik de ekliyordu. Film sonrasında yönetmenin katıldığı söyleşide de belirtmiş olduğu gibi seçilen 9 kişi, trans bireyler ile ilgili farklı durumları anlatması açısından da başarılıydı. Her bireyin ayrı ayrı hikâyelerini anlatacak gibi gözüken film bir noktadan sonra bazı hikâyeleri birleştiriyor kişisel hikâyelerden çok trans bireylerin sorunları ile ilgili verdikleri mücadeleye odaklanıyordu ki bu da başarılı bir seçimdi. 17 Ocak Cumartesi: 13:00 – Günün Tayfa Kitapkafe’deki ilk seansında iki kısa belgesel vardı. Şöhr@ (Studlebrity) adlı 40 dakikalık belgesel, sosyal medyada fotoğraf ve videolarını paylaşarak kendilerine belli bir takipçi ve hayran kitlesi yaratmış olan eşcinsel erkekleri konu alıyordu. Öncelikle biçimli vücutları ile dikkat çeken bu kişiler zamanla kendi hayat görüşlerini de paylaşmaya başlamışlar, kimileri de belli sınırlar içinde aşklarını da sosyal medya üzerinden paylaşmış. Aslında sosyal medyanın yarattığı şöhretler üzerine daha geniş kapsamlı bir film olabilecekken biraz yüzeysel kaldığını söyleyebiliriz. Stavros Olmak (Being Stavros) ise bir kısa belgeselden ziyade biraz uzun tutulmuş bir haber bandı gibiydi. Aslında anlattığı konu ilginçti. Stavros kilosu epey fazla olan bir eşcinsel. Biraz da erkek arkadaş bulma umuduyla bir gey güzellik yarışmasına katılıyor. Onun dışındaki tüm yarışmacılar “kaslı eşcinsel erkek” klişesine uyarcasına biçimli vücutlara sahipler. Ama seyircilerin oyları Stavros’a gidiyor ve yarışmayı kazanıyor. Ancak yarışmanın sponsorlarından biri olan iç giyim firması Stavros’un kendi ürünlerini giyemeyeceğini anlayınca onu diskalifiye ettiriyor. Belgeselde izlediğimiz tek şey de bu yarışmadan görüntüler ve Stavros ve bir jüri üyesi ile yapılan kısa söyleşiler. Halbuki iktidar tarafından dışlanan bir grubun sırf belli güzellik kalıplarına uymuyor diye kendi içlerinden birini dışlaması üzerine farklı noktalara giden bir film çıkabilirdi ortaya. 14:00 – Bu seansta ise uzun bir belgesel yer alıyordu. Yönetmen J. Jackie Baier’in yıllar boyunca aralıklı olarak takip ettiği, Berlin’de seks işçiliği yapan Litvanyalı bir trans bireyi karşımıza getiren Julia adlı belgesel kişisel olarak çok içine girebildiğim bir film olmadı ama ilginç bir yerde durduğunu söylemeliyiz. Genellikle tek bir karakterin hikâyesini anlatan belgesellerde o kişinin kötü anları pek gösterilmez. Burada yönetmen belli ki bilinçli bir şekilde Julia’nın en dibe vurduğu anları bile seyirciden gizlemiyor. En depresif anlarını, uyuşturucu kullanmasını
86
vs. görebiliyoruz. Bu nedenle seyirciden de biraz çaba istiyor. Ancak filmin asıl sıkıntılı noktası ise yıllara yayılan çekim sürecinde ilk yıllarda bunun bir film olacağının kararının verilmemiş olduğu izlenimi vermesi. İlk yıllara ait görüntüler çok kısa ve savrukken ilerleyen yıllarda daha derli toplu ve planlı bir filme dönüşüyor. 16:00 – Gün belgesellerde devam ediyordu. Bundan sonraki iki seanstaki filmler sinemasal değerleri çok fazla olmasa da tarihsel belge olarak önemli filmlerdi. Bu filmlerden ilkinin adı bile bu filmi izlemeliyim dedirtiyordu: İntikamcı Lezbiyenler Ateşi de Yutarlar (Lesbian Avengers Eat Fire Too). 90’larda Amerika’da kurulmuş olan İntikamcı Lezbiyenler grubunun o yıllarda yaptığı eylemlerden örnekler sunan belgesel bu grubun üyeleri tarafından çekilmişti. Özellikle o yıllarda öldürülen eşcinsellerin ardından yapılan anma eylemleri ve büyük “dyke” yürüyüşüne odaklanan film tarihsel olarak önemliydi. Film sonrasında İntikamcı Lezbiyenler grubunun üyelerinden Kelly Cogswell ile yapılan söyleşide de belirtildiği gibi polisin müdahalesi vardı ama ülkemizde yapılabilecek benzer eylemler ile karşılaştırılamayacak kadar hafifti. Örneğin filmin en başında bir ilkokulun önünde çocuklara lezbiyenlik kavramını hakkında farkındalık kazandırmak için balon dağıtılması eyleminin bizde herhangi bir ilkokul önünde olabileceğini pek düşünemiyorum. 18:00 – Devamında gelen Kadrajdaki Gençlik: Genç Sapkınların İntikamı (Framed Youth: The Revenge of the Teenage Perverts) on yıl daha geriden gelen bir belgeseldi. Yine bir gey ve lezbiyen grubu tarafından yapılan belgeseli izlerken o yıllarda Amerika’da bile eşcinsellik kavramının tam olarak anlaşılamadığı ve homofobinin çok daha yaygın olduğu anlaşılıyordu. Sokaklarda yapılan röportajlarda kendisiyle konuşan kişinin eşcinsel olduğunu anladığında çığlık atarak uzaklaşanlar, lezbiyense mutlaka kendine sarkıntılık edeceğini düşünen kadınlar sıklıkla gördüğümüz görüntülerdi. Yine de oğlum geçenlerde karısından ayrıldı, karısı erkek arkadaşı yüzünden olduğunu söylüyor derken muzipçe gülümseyen anne gibi figürleri de görmek güzeldi. Bir sonraki filme yetişmek için tümüyle izleyemediğim Herkes Açılsın! Dulais’de Dans (All Out! Dancing in Dulais) ise açılış filmi olarak izlediğimiz Onur’da anlatılan olayların yine o yıllarda çekilmiş bir belgeseliydi. Bu filmi izleyince Onur filminin yapım ekibinin bu filmi mutlaka izlemiş olduklarını anlıyordunuz. Maden işçilerinin önünde yapılan konuşmalar, karakterlerin hal ve hareketleri ile giyim tarzları için belli ki bu filmden faydalanılmış. Birbirini tamamlayıcı iki film olarak önemliydi. 19:15 – Geçen yıl izlediğimiz Trans Salyangozlar filminin yönetmeni Ester Martin Bergsmark’ın yeni filmi İnceldiği Yerden Kopsun (Nånting Måste gå Sönder / Something Must Break), KuirFest’te bu yılın öne çıkan filmlerinden biriydi. Bergsmark bu kez daha rahat izlenen bir filme imza atmıştı (elbette homofobik değilseniz). En basit özetiyle Sebastian ve Andreas’ın aşkını anlatan film yine cinsel kimlikler üzerine farklı açılımlar getiren bir
87
Sinema
Sinema
filmdi. Sebastian kendini kadın olarak hisseden ve Ellie olarak adlandıran bir kimliğe sahipken, Andreas ise heteroseksüel bir erkek olduğunu düşünüyor ve belki de aşkını kendisine bile itiraf etmek istemiyordu. Zaman zaman gayet yıkıcı olabilecek bir aşk hikâyesini incelikli bir şekilde anlatan film güçlü oyunculardan da destek alıyordu. Özellikle Ellie’yi oynayan ve gerçekte de trans bir oyuncu olan Saga Becker’ın başarılı oyunu dikkat çekiyordu. Zaten İsveç Oscarları olarak anılan Guldbagge ödüllerinde de en iyi kadın oyuncu ödülünü almış (bu ödülü alan ilk trans oyuncu). Bir tek filmin finalinde bir karakterin çıkıp özlü bir söz söyleyip sahneden çekilmesini gereksiz bulduğumu söyleyebilirim. Festivalin konuklarından olan yönetmen ve senaryo yazarı nedense fazla konuşmak istemiyorlardı. Sorulara çok kısa ve yüzeysel cevaplar verdiler. Belki de, işte filmimiz bu, biz zaten anlatacağımızı orada anlattık diyorlardı. Bu arada yönetmenin nasıl filminde cinsel kimliklerin farklılıkları üzerine gidiyorsa filmin öncesinde sahneye çıktığından “erkek” kıyafeti içindeyken film sonrasında gayet şık bir “kadın” kıyafeti ile karşımıza çıktığını not olarak düşelim. 18 Ocak Pazar: 13:00 – Hemen her festivalde olduğu gibi KuirFest de kısa filmlere ayrı bir yer ayırmayı ihmal etmiyor. Festivalin temasına uygun 8 kısa filmden oluşan bu seçkide yer alan filmlerin hemen hepsi belli bir seviyenin üzerindeydi. Öne çıkan birkaç tanesinden bahsedelim. Bendik ve Canavar (Bendik & the Monster), annesinin yeni erkek arkadaşından çekinen çelimsiz bir çocuk ve onun yatağının altındaki canavar üzerine hoş bir animasyondu. Önyargılara dokunan bu animasyon, korkutucu canavarın şarkı söyleyip dans etme isteği ile yanıp tutuşabileceğini, güçlü kuvvetli korkusuz bir erkeğinse kadın kıyafeti giymiş bir çocuktan ölesiye korkabileceğini gösteriyordu. Aykan Safoğlu’nun yönettiği Kırık Beyaz Laleler ise iyi bir arşiv çalışması ile kişisel tarihten ülke tarihine doğru yol alan başarılı bir yapımdı. Belki 24 dakikalık süresi biraz azaltılabilirdi. Festival ekibinden Gizem Bayıksel’in ikinci kısa filmi Çocuk Oyuncağı tadı damağımızda kalan bir film oldu. Genç bir çiftin sırlarının bir tesadüf sonucu aileleri tarafından öğrenilmesini anlatan film sanki daha uzun bir hikâyenin sadece başını anlatır gibiydi. Esme Madra ve Nazlı Bulum gibi genç kuşağın iki iyi oyuncusunun başrolleri paylaştığı filmden günün birinde bir uzun metraj çıkabilir belki de. 14:30 – Yine kısa filmlere ayrılmış bu seansta Atina Avangart Film Festivali’nden bir seçki yer alıyordu. Festival konuklarından Nina Veligradi’nin hazırladığı seçkide yer alan filmlerin epey zorlayıcı olduğunu itiraf etmem lazım. Avangart filmler denince beklenen bir durumdu aslında. Ama festivallerde zorlayıcı filmler izlemenin tadı da bir başka zaten. Bu filmlere de birkaç örnek verelim. Yarım saate yakın süresinde sürekli olarak görüntü ve ses bandının tekrarlanması ile oluşan Keşiş Luis de Sousa, seyirciye sürekli olarak şu an izlediğim sahne biraz önce izlediğim sahnenin bire bir aynısı mı, yoksa ufak farklar var mı sorusunu sorduruyordu. Mondial 2010 ise eşcinsel bir çiftin yolculuklarını video kameralarından izlediğimiz bir film. Ortadoğu’da gerçekleşen bu geziyi el kamerası ile takip eden yönetmen çoğunlukla konuşmalarda coğrafyada eşcinselliğin suç olmasından İsrail-Filistin meselesine kadar pek çok farklı konuya değiniyordu.
88
16:15 – Bu seansta da Atina Avangart Film Festivali seçkisine devam ettik. Bu kez karşımızda uzun metrajlı bir yarı belgesel vardı. Dadaana’nın Şarkılı Filmi (The Filmballad of Mamadada) ismiyle dikkat çeken filmlerden bir diğeriydi. Filmde 1900’lerin başında dada hareketinin içinde yer alan belki de tek kadın olan Barones Elsa von Freytag-Loringhoven’in hayatı anlatılıyordu. Ancak bunu yaparken klasik bir belgeselden ziyade filmin anlattıklarına uygun olarak dada akımını anımsatan bir yöntem seçilmişti. Her ne kadar çoğunlukla arka planda bir anlatıcının sesi olsa da film içinde animasyondan canlandırmaya kadar pek çok farklı teknik kullanılmıştı. Bir önceki seansa göre daha rahat izlenen bir film olduğu söylenebilir. Film sonrasında Nina Veligradi ve Cemal Akyüz’ün Avangardın Kuir Kökleri başlıklı bir paneli vardı. Her ne kadar sonraki filme yetişmek için paneli erken terk etmem gerektiyse de Veligradi’nin avangardın tarihi hakkında verdiği bilgilerle Akyüz’ün Yunanistan özelinde verdiği bilgilen doyurucuydu. 19:15 – KuirFest, kÜLT bölümünde ilginç filmleri karşımıza getirebiliyor. Bu yıl Canan Gerede’nin Robert’in Filmi adlı yapımı vardı karşımızda. 1990’ların başından gelen bu film, ortak yapımcılarla ilgili problemlerden dolayı o yıllarda çok kısa bir süre gösterildikten sonra ortadan kaybolmuş. KuirFest uzun yıllar sonra filmin ilk gösterimine vesile oldu. Film Robert adında bir fotoğrafçının İstanbul’da geçirdiği zaman süresince bir gece klübünde şarkı söyleyen Gogo isimli genç bir kadınla geçirdiği günleri anlatıyor. Aslında festivalin temasına uygun olan kuir temaları çok fazla yoktu ama Beyoğlu’nun arka sokaklarının bir portresini çizerken o dünyaya da ufak bir kapı aralıyordu. Büyük bir çoğunluğu İngilizce olarak çekilen filmin (zaten İngilizce diyaloglar Türkçe diyaloglardan çok daha iyiydi) çeşitli sorunları olsa da o günlere dair hatırlattıklarıyla farklı bir duygu uyandırıyordu. Kamera önü ve arkasında gördüğümüz kimi isimler de bu duyguya katkıda bulunuyordu. Yavuzer Çetinkaya’yı ölümünden çok kısa bir süre önce rol aldığı bu filmde izlemek, Meral Çetinkaya ve Menderes Samancılar gibi isimleri o yıllardaki halleriyle görmek, yapımcılar arasında Onat Kutlar’ın, asistanlar arasında ise Zeki Demirkubuz’un adlarına rastlamak hoştu. Genellikle iyi oyunculuklar izlediğimiz filmde (oyuncu olarak gördüğümüz Sinan Çetin hariç) özellikle Aslı Altan dikkat çekiyordu. Sadece duruşuyla bile “arıza kadın” havasını verebilen Altan’ı keşke daha fazla filmde görebilseydik. Elbette aynı şey Canan Gerede için de geçerli. Yerli sinemanın en az seyirci çeken dönemlerinde üç film çekip köşesine çekilen Gerede’nin yeni filmlerini izlemeyi isteriz. Filmin sonundaki söyleşide bu konuda sorduğum soruya film çekmeyi çok arzu ettiği ama bütçe bulmanın çok zor olduğu yönünde cevap veren Gerede’nin bu zorluğu aşmasını umalım. 21:30 – Yoğun bir Pazar gününün son filmi Atlantida idi. Bizi 1980’lerin sonlarında Arjantin’de yaşayan iki kız kardeşin hayatlarına götüren film, festivalde benzer örneklerini gördüğümüz çocukluktan gençliğe, gençlikten yetişkinliğe geçiş dönemlerini konu alan filmlerden bir diğeriydi (kardeşlerin yaşları dolayısıyla her iki dönem de anlatılıyordu). Küçük kardeş
89
Sinema
Sinema
Elena, bacağı kırık olduğu için ablasına sürekli olarak naz yapmakta ve arkadaşları ile onu adeta emir erleri gibi kullanmaktalar. Abla Lucia da kardeşinin başına gelenlerden dolayı kendisini suçlu hissettiği için onun isteklerini yerine getirmeye çalışmakta. Ama bir yerden sonra iki kardeşin birbirinden farklı hikâyelerini izlemeye başlıyoruz. Yönetmen Inés María Barrionuevo bu ilk uzun metraj filmiyle çok dikkat çekici olmasa da umut verici bir filme imza atmayı başarıyor. 19 Ocak Pazartesi: 16:45 – Pazartesi gününün ilk filmi olan Oğlanlar (Jongens / Boys) için eşcinselliğini keşfeden gençler filmi klişesi diye bir tanımlama yapılabilirse bu klişelerin tümünü kullanan bir film diyebiliriz. Bir spor takımında tanışan iki genç zamanla birbirlerine yakınlaşırlar. Gençlerden biri baştan eşcinsel olduğunu kabul ederken diğer bunu kabullenmek istemez. Ayrıca ailesi ile de çeşitli sorunları vardır. Doğrusunu söylemek gerekirse filmde bu özetten sonra aklınıza gelecek her şey var ama fazlası yok. Yine de genç oyuncuların başarısı ile kendini izlettiriyor. 21:30 – Atina Avangart Film Festivali seçkisinden bir başka film vardı bu seansta. Yabancı (Xenia) adlı bu film iki saati aşkın süresi ve bu seçkideki diğer filmlerin çok da seyirci dostu olmaması ile ufak bir endişe oluşturmuştu doğrusu. Katalog resminde yer alan dev tavşan da epey sıradışı bir film izleyeceğimizi düşündürüyordu. Hâlbuki gayet rahat izlenen, neredeyse ana akım bir filmmiş. O dev tavşan da film içinde yer alan az sayıda rüya sahnesinden birine aitmiş. Film, Yunanistan’da yaşayan Arnavut kökenli iki kardeşin babalarını arama çabalarını anlatıyor. Kardeşlerden birinin eşcinsel olması Yunan toplumu açısından hem Arnavut hem eşcinsel olarak iki kere öteki/yabancı olma vurgusu yapıyordu. Film içindeki “Yunan Starı” yarışması hoş bir dokunuşken rehin alma hikâyesi biraz fazlaydı.
16:30 – Bu seansta yer alan Çember (Der Kreis / The Circle) filmi için doküdrama tanımlamasını yapmamız uygun olur sanırım. 1950’lerde geçen bir hikâyeyi anlatan film o yıllarda yaşananları kurmaca bir film olarak ele alırken hikâyenin kahramanları ile bugün yapılan söyleşilere de yer veriyor. 1940’larda kurulan Çember isimli eşcinsel içerikli dergi ve bu dergiyi yayınlayanların 2. Dünya Savaşı’nı atlattıktan sonra 1950’lerde bir eşcinsel cinayeti sonrasında üzerlerinde hissettikleri baskıyı derginin yeni üyelerinden ikisinin arasındaki aşk çevresinde anlatan film iki farklı türü başarıyla iç içe geçiriyordu. Ernst ve Röbi’nin aşkının ilk tomurcuklarını kurmaca bir yapıda izlerken yıllardır bir arada yaşayan ve artık evlenmiş olan ikilinin bugünkü gerçek hallerini görmek de güzel bir deneyimdi. 19:15 – Hemen her sinemasever Al Pacino’nun muhteşem bir performans sergilediği Köpeklerin Günü (Dog Day Afternoon) filmini izlemiştir. O filmde anlatılan olayın gerçek olduğu da bilinir belki ama Al Pacino’nun oynadığı karaktere ilham olan John Wojtowicz’i pek tanımayız. İşte Çakal (The Dog), onu anlatan bir belgesel. Filmden bildiğimiz hikâye, Wojtowicz’in kadın olmak için ameliyat olmak isteyen sevgilisine para bulmak için banka soygununa yeltenmesi yönünde. Önceden bir kadınla evli olduğunu da biliyoruz. Belgeselde bunlar doğrulanıyor. Hatta Köpeklerin Günü’nün gerçeğe epey yakın bir film olduğunu da görüyoruz. Ancak Wojtowicz filmde görülenden çok daha renkli bir kişilik belki de. Her ne kadar eşcinsel olsa da (aslında kadınlarla da birlikte olduğuna göre biseksüel dememiz gerek) son derece erkek egemen bir dil kullanıyor. Buna rağmen oturup muhabbet etmenin keyifli olacağı bir kişilik. Hapse düştükten sonra orada da bir sevgili edinmesi ve onunla evlenmesi, çıktıktan sonra ise filmden kaynaklanan şöhretini kullanarak para kazanmaya çalışması hayatındaki önemli noktalar. Çakal, 2006 yılında hayatını kaybeden bu renkli kişiliği başarılı bir şekilde anlatan bir film.
20 Ocak Salı: 14:30 – Festivalin bir başka kısa film seçkisi de Kuir Lizbon Film Festivali’nden geliyordu. Bu seçkide yer alan beş kısa film içinde Kral’ın Bedeni (O Corpo de Afonso / The King’s Body) ve Kızanlar (Boys) filmleri dikkat çekiyordu. Kral’ın Bedeni, efsanevi Portekiz kralı Dom Afonso Henriques’in bedeni ile ilgili farklı çağrışımlardan yola çıkan ve vücut geliştirme ile ilgilenen erkeklerle yapılan söyleşilerden oluşuyordu. Kızanlar ise bir futbol takımının çalışmaları ve maçlarının görüntüleri üzerine yedirilmiş iki takım arkadaşının yaşadığı cinselliği tüm ayrıntıları ile gösteren görüntülerden oluşuyordu. Gösterim sonrasında seçkiyi hazırlayan Ana David’den öğrendiğimiz kadarıyla maçlarını izlediğimiz futbol takımı da tümüyle eşcinsel oyunculardan oluşuyormuş.
21:30 – Günün son filmi olan Kuzey Ülkesi (Nordland), her ne kadar lezbiyen bir baş karaktere sahip olsa da büyük çoğunluğuyla bir yol filmi. Daha filmin başında kız arkadaşı tarafından terk edilen Eleni’nin kendini yollara vurmasını anlatan yapım çok iz bırakmamış doğrusu. Festivalden bir süre sonra bu yazıyı yazarken, neydi acaba bu film diye IMDB’de bakma ihtiyacı hissettiğime göre üzerine çok fazla yorum yapmaya gerek yok.
90
91
21 Ocak Çarşamba: 18:30 – Çarşamba günü için seçtiğim ilk seansta yönetmen Daniel McIntyre’ın Arslanlı Seri olarak adlandırdığı kısa filmler yer alıyordu. Aslında yönetmenin KuirFest’in temasına daha uygun olan filmleri bir önceki gün gösterilmişti ama o filmleri programıma uyduramamıştım. Arslanlı Seri’de çoğunlukla Çernobil
Sinema
Sinema kazası ve onun çevreye etkileri incelenirken bir yandan da film dokusuyla oynayarak adeta radyasyonun etkilerini somut olarak filme yansıtıyor. Bu bölümdeki filmler toplu olarak bir tema oluştursa da ayrı ayrı da izlenebilecek filmlerdi. Perdede gördüğümüz şey görsel olarak keyif verse de deneysel yapısı yarattığı duyguyu kelimelere yansıtmayı güçleştiriyor. Bir yerlerde yönetmenin filmlerine rastlarsanız bir şans verin derim. 21:30 – KuirFest’in çok yoğun bir festival olmadığından bahsetmiştim. Çarşamba için seçtiğim ikinci ve son seansta Futuro Plajı (Praia do Futuro / Futuro Beach) filmi yer alıyordu. Film, cankurtaranlık yapan Donato’nun boğulmakta olan iki adamdan birini kurtarırken diğerini suların derinliklerinde bırakmak zorunda kalması ile açılıyor. Kaybolan arkadaşı arama çalışmaları sırasında Donato ve kurtardığı adam arasında bir yakınlaşma başlıyor. Yönetmen Karim Aïnouz, iki ülkeye yayılan filmde soğukkanlı bir anlatım tuttururken geçmişi ile hesaplaşan iki adamın hikâyesini başarılı bir şekilde aktarmış. 22 Ocak Perşembe: 19:15 – Festival sona ererken günün programında yine iki film vardı. İlk film olan Kızlar Çetesi (Bande de Filles / Girlhood), her ne kadar festivalin temasıyla çok uyumlu olmasa da haftanın iyi filmlerinden biriydi. Önceki festivallerde Tomboy filmini izlediğimiz yönetmen Céline Sciamma, bu kez Fransa’da göçmen ailelerin yaşadığı bir mahallede kurulan kız çetelerinin dünyasına götürüyor bizleri. Filmin başında çekingen bir lise öğrencisi olarak gördüğümüz Marieme, okuldaki kız çetelerinden birine girdikçe sertleşmeye başlıyor. Süreç içinde çevresinden ve ailesinden daha çok saygı görüyor, hoşlandığı çocuğa daha rahat açılıyor. Ancak zamanla suç dünyasına da yavaş yavaş adım atıyor. Film boyunca temelde Marieme’in genç kızlıktan kadınlığa adım atışını görsek de dört kişilik çetenin lideri Lady’nin hayatına da ucundan kıyısından tanıklık ediyoruz. Her ne kadar ekip dışarıdan çok sert görünen kızlardan oluşsa da yaşıtları olan kızlardan o kadar da farklı olmadıklarını bir otel odasında güzel kıyafetler giyip Rihanna’nın Diamonds şarkısına eşlik ettikleri sahnede görebiliyoruz. Tüm oyuncu kadrosu gayet başarılı olsa da başroldeki Karidja Touré’ye ayrı bir parantez açmalı. Daha önce hiçbir oyunculuk deneyimi olmayan Touré son derece doğal ve tüm filmi sürükleyen bir performans çıkarmış. Üstelik tüm oyunculara gerçekten de sokaklardaki kızlar arasında yapılan seçmelerle karar verilmiş.
haline getirmelerini izliyoruz. Özellikle cinsiyet değişimi sürecinde dikkat çeken şey annenin kararını yakın çevresinin de hiç garipsememesi ve desteklemesi. Ayrıldığı eşi ve erkek kardeşi bu süreçte sürekli onun yanındalar. Cinsiyet değiştirme süreci fiziksel ve psikolojik olarak zorlu bir süreç olacağı için anne, Billie’nin bu süreçte onunla beraber yaşamasının ona zarar verebileceğini düşünerek bir yıl için ayrıldıkları eşinde kalmasını istiyor. Ama her Salı okul çıkışı bir araya gelmeye söz veriyorlar. Filmin adı olan 52 Salı da buradan geliyor zaten. Bazı Salı’larda olay bitmeyip Çarşamba gününe sarksa bile bizim gördüğümüz kısmı tam gece 12’ye kadar olan kısmı oluyor, asla Çarşamba’ya geçmiyoruz. Filmin ilginç konsepti de burada ortaya çıkıyor zaten. Çekimler de gerçek zamanlı olarak bir yıl boyunca sadece Salı günleri yapılmış. Nasıl annekız sadece Salı günleri buluşuyorsa film ekibi de sadece Salı günleri buluşmuş. Bu durum yılın sıkça adı geçen filmlerinden Boyhood’un 12 yıllık çekim sürecini anımsatıyor. Her ne kadar o kadar uzun süremese de benzer bir emek var ortada. Üstelik kişisel fikrim 52 Salı’nın Boyhood’dan daha iyi olduğu yönünde. Bir KuirFest de böyle geçti işte. Her ne kadar festivalin özellikle sonlarına doğru gripten kırılsam da filmleri izlemeyi ihmal etmedim. Yine de bazı filmlerde ilaçlardan dolayı kafamın yerinde olmadığını itiraf etmeliyim (yazıya dönüp bakarsanız hakkında fazla detay veremediğim filmlerden hangi günler daha hasta olduğunu anlamanız mümkün). KuirFest’ten kısa bir süre sonra ekibin Berlin Film Festivali’ne gittiğini öğrendik. Önümüzdeki yıl tekrar güzel filmlerle karşımıza çıkacaklarına şüphemiz yok. Nasılsa o güne kadar festivaller bitmeyecek. Hasan NadirDERİN http://sinemamanyaklari.com/
21:30 – Festivalin belki de en iyi filmlerini son güne bırakmışım. Avustralya yapımı 52 Salı (52 Tuesdays) hem konusu hem oluşturduğu konsept ile ilgi çekici bir film. Bir gün eve geldiğinde annesinin artık erkek olmaya karar verdiğini öğrenen Billie’nin ve annesinin hikâyesini anlatan film isminden de tahmin edilebileceği gibi bir yıllık bir sürece odaklanıyor. Bir yandan annenin erkek olma sürecine ayrıntıları ile tanıklık ederken bir yandan da 16 yaşındaki Billie’nin arkadaşları ile kendi cinselliklerini keşfedişlerini ve bunu kameraya çektikleri bir oyun
92
93
GÜM, GÜM
94
Altı yıl önce sen ve üç polis arkadaşın yerli çeteler 95 tarafından hücuma maruz kaldı.
Hepiniz acımasızcasına işgence edildiniz.
Sağ kolunda
Ve sonunda sol gözün. Bıçak beyninde zarar vermişti.
Seni kurtarabilecek teknolojimiz yoktu. O yüzden seni buz makinesine kapattık.
İnanılmaz kötü durumdaydın. Ama nefes alıyordun.
96
ğın i. a l Ku lmişt i kes
97
Peki ya Sullivan Kardeşleri ve köpek Jake'e ne oldu?
Sen de vuruldun Hanry, ama yüreğin sol göğsünde değildi Yüreğin sağ göğsündeydi.
İşgencenin yanısıra hepsi yüreklerinden kurşunla vuruldu.
98
Bu da demek oluyor ki, sen nesillerinin çoktan tükendikleri sanılan "Kırmızı kuyruk" türündendin.
Sırr sonunda ortaya çıktı ha. Başka neyi dinlemem gerekiyor?
Buz makinasının ücretleri Epimeliste yaşayan genç bir bayan tavşan tarafından ödendi.
99
Devamı var.
Pin-up
100