İÇİNDEKİLER
Wuthering Heights (1992)
89.
Sayı ile tekrar birlikteyiz. Gölge e-Dergi'ye ulaşmak için http://golgedergi.blogspot.com Genel Yayın Yönetmeni: Mehmet Kaan SEVİNÇ Editör: Mehmet Berk YALTIRIK golgedergimail@gmail.com Yayın Kurulu: Sadık YEMNİ, Ahmet YÜKSEL, Hasan Nadir DERİN, Gülhan D SEVİNÇ, Melahat YILMAZ, Ceren ÇALICI. Grafik Tasarım: Gülhan D SEVİNÇ Redaksiyon: Ceren ÇALICI Kapak: Rıza TÜRKER Pinup: Eren ERSOY Gölge e-Dergi internetten yayın yapan özgür ve özgün içerikli tam bağımsız bir dergidir. http://twitter.com/GolgeDergi http://issuu.com/GolgeDergi http://golgedergi.deviantart.com/
04-17 Haberler- Charlie Hebdo Özel Dosyası 18-19 Haberler- Gezegen Sahaf'ta Müzayede Öncesi Ten Ten Üzerine Yapılan Söyleşi 20-23 Korku Köşesi-Bin Belikli Kız 24 Korku Köşesi-Dehşetler AlbümüKara Korşak 25-26 Korku Köşesi-Hastahane 27 Korku Köşesi-Huysuz Hortlaklar Korosu 28-31 Öykü - Yurtsuz ve Gizemli Cinayetler 32 Haberler-Sinemanın Geleceği Aranıyor 33 Haberler- 2014 6. Türk Çizgi Roman Okurları Ödülleri Kategorileri 34-35 Öykü- Temizlik 36-41 Röportaj-Erhan TUNCER 42 Kitap İnceleme- Kaçak 43-46 Öykü- Günahların Bekçisi 47-53 Çizgi Roman Ön Okuma- Kelebek 54-55 Yazar'ın Kaleminden- Benim “KELEBEK, Bir Başka Dünyanın Efsanesi” Maceram. 56-66 Röportaj-Şahin KARAKOÇ 67-69 Öykü- Otel-Bölüm1-Oda 427 70-75 Çizgi Roman İnceleme- Süper Kahraman Oyuncakları 76-79 Röportaj- Emre ÖZDAMARLAR 80-85 Çizgi Roman - KAGAN 86-94 Sinema- 2015 Oscar Tahminleri 95-102 Çizgi Roman - Harry Kane 103 Pinup
Editör'ün Kalemi'nden
Gölge e-Dergi, doksanıncı sayısına yaklaşırken bizde hem bunun heyecanı hem de yeni bir sayıyı çıkarmanın heyecanı mevcut. Yine de heyecanımızı gölgeleyen şeyler de mevcut. Malumunuz olacağı üzere geçen ay vuku bulan Charlie Hebdo terör saldırısı, mizahçıların yaşadıkları acı olaylardan da öte, insan yaşamının hiçe sayıldığı sayısız acı olayı hatırlattı. Bu nedenle bu sayıda mizah dünyasından, sinemadan, edebiyattan bir nice ustamız, kalemdaşımız bu hususta yazılar kaleme aldılar. Bir nice öykü, şiir, dosya ve çizgi romanın yanı sıra bu hususla alakalı dosyalar da okunmak için sizleri beklemekte… Hayal gücünüz, hayal gücümüz hiç solmasın… Mehmet Berk YALTIRIK
3
Haberler
Charlie Hebdo
İllüstrasyon: Erdoğan KARAYEL
Özel Dosyası
Charlie Hebdo Olabilmek yada olmamak Bir mizah dergisi bütün dünyayı üzdü, Fransızları ağlattı. Neden böyle oldu, Charlie Hedbo’nun derdi neydi ya da Charlie Hedbo katliamını yapanların amacı neydi buna girmek istemiyorum. Zaten az sonra dosyamızda okuyacağınız yazılar size bu konuda bir fikir verecektir. Ben inanan bir kişi olarak ne dinimle peygamberimle alay edilmesini ne de dinim adına peygamberim adına böyle bir katliamın yapılmasını kabul edemiyorum. Ben şahsen herkesin dediği gibi Charlie Hedbo değilim yaptığı şeyi tasvip etmiyorum ama Allah’ın haram kıldığı cana kıyan o militanların da benim dinimden olduğunu da düşünmüyorum. Tabii bu benim düşüncemdir. Yine de insanlar düşüncelerinden dolayı, söylediklerinden dolayı, yazdıklarından dolayı, çizdiklerinden dolayı şiddet görmesin, can alınmasın... Kimse kardeşinin Kabil’i olmasın... Ahmet YÜKSEL
4
5
Haberler
NYT karikatüristi New York Times (NYT) karikatüristi Chappatte, “Bazen Charlie Hebdo aşırı provokatif olabiliyordu. Peygamber karikatürü yapmayı bir kenara bırakalım” dedi. International New York Times’ın karikatüristi Patrick Chappatte, “Bazen Charlie Hebdo mizah dergisini anlamakta güçlük çekiyordum, aşırı provokatif olabiliyordu” dedi. İFADE ÖZGÜRLÜĞÜNÜ, DİNİ AYRI TUTARAK SAVUNMALI’ “International New York Times”, “Le Temps” ve “Neue Zürcher Zeitung” gazetelerinin baş karikatüristi Chappatte, Fransa’nın başkenti Paris’te 7 Ocak’ta silahlı saldırıya uğrayan mizah dergisi Charlie Hebdo’nun tutumuna ilişkin değerlendirmelerde bulundu. Charlie Hebdo dergisine yapılan operasyonda 12 kişiyi öldürdüğü belirtilen Şerif ve Said Kouachi kardeşler öldürüldü. ‘Charlie Hebdo saldırganlarına terörist diyemeyiz’ Dinin kutsallığına dikkati çeken Chappatte, ifade özgürlüğünü, dini ayrı tutarak savunmak gerektiğini söyledi. Fransa Cumhurbaşkanı François Hollande ‘’Charlie Hebdo’ya tepki gösterilerinin olduğu ülkelerde ifade özgürlüğü yok’’ ‘HİÇ KİMSENİN SAVAŞININ ASKERLERİ OLMAK İSTEMİYORUZ’ Karikatüristlerin hiçbir kesim tarafından kullanılmaması gerektiğini ifade eden Chappatte, şunları kaydetti: “Şunu unutmayalım, karikatür toplumlar için çok önemli, ve toplumun sesi. Bu nedenle karikatürler özgür sesler olmalı. Ne aşırıcılar ne Müslümanlık karşıtları tarafından kullanılmalı çünkü bunun örneğini Batı ülkelerinde görüyoruz. Biz hiç kimsenin savaşının askerleri olmak istemiyoruz.” Chappatte, ifade özgürlüğünü savunurken başkalarının değerlerine de saygı duyulması gerektiğini vurgulayarak, “Peygamber karikatürü yapmayı bir kenara bırakalım” önerisini getirdi. Derginin saldırılar sonrasındaki ilk sayısında Hz. Muhammed’i tasvir eden bir karikatür yayımlamasının ardından ise dünyanın pek çok yerindeki Müslümanlar protesto gösterileri düzenlemişti.
6
7
Haberler
Haberler
Ronaldo'dan Paris Katliamı Yorumu
Yazar çizer düşüncelerinde özgür olmalı. Amaa…
Müslümanları Suçlamak Yanlış
Müslüman bir çizer olarak Üzgünüm... Yaşadığım gezegende ki zaman dilimini paylaştığım insanların bir çoğunu anlamakta güçlük çekiyorum. Bir normal ömre yakındır karikatür ve resim çiziyorum. Resimlli romancı olduğum için de senaryoculuk’ benim işim. Bu gün Paris’te mizah dergisine, dolayısıyla çizerlere yapılan saldırıyı esefle kınıyorum. Kulaktan dolma bilgilerle, taklidi bir inanca sahip olmadığım için bu olayı İslam ile bağdaştırmak mümkün değil. Ama ne tesadüf Tam avrupa da İslamafobi başlamış, cami’ ler içinde cemaatiyle birlikte yakılmaya çalışılırken birden yüzleri maskeli, siyah bilindik giysili çok rahat tavırlı üç kişi böyle bir olayı gerçekleştiriyorlar. Bizler de bir yığın kameradan aksiyon filmi seyreder gibi olayı izliyoruz.! İkinci sınıf insan muamelesine maruz bırakılarak Avrupa’dan dışladıkları ve bu insanların bir kısmıyla radikal örgütler kurup, orta doğu yu kan gölüne çeviren güçler profesyonelce olduğu bağıran bu vakayı ikinci bir 11 Eylül olarak kullanacaklar korkarım. Suriye de, Filistin de çoğu kadın çoluk çocuk insanlar vahşice katledilirken batı dünyasının, içimizde de İslama karşı olanların kılı kıpırdamadı neredeyse. Yazar çizer düşüncelerinde özgür olmalı. Hele kabullenemeyen sunumları şiddetle cezalandırılmamalı. Asla. İslamı bilmeyenler bilenlere sorsun lütfen. Amaa arkadaşlar, bu olay sonrası içimizden bu vahşi olayı kınayan bazı paylaşımcılar midemi bulandırdı. İki üç şartlanmış, inancını yanlış yorumlayan belki de derin devlet işi olan saldırıyı yapanlara değil, İslam’a mal ederek Yüce peygamberimize ve İslam değerlerine hakaret eden iğrenç çizgileri paylaşmaktan geri kalmamışlar.. Gerçekten yazıklar olsun. Bu şahısları paylaşımımım da engelledim. Bu saldırıya uğrayan ünlü mizah dergisi yanlız İslama değil, bütün inançlara karşı. Hz. İsa ‘yı rahibeleri de mizah konusu olarak işliyorlar ama her şeye rağmen karşı çizimler, yazılar var. Hukuk var. Sonuç olarak dışarda ve içer de İslam karşıtlarına çok güzel bir malzeme oldu bu olay. Bütün değerlere, inançlara saygılı sanatçı arakadaşlarımla birlikte olayı üzüntüyle hatırlayacağız. Allah daha büyük olaylardan korusun.
Real Madrid’in yıldızı Ronaldo, 7 Ocak’ta Paris’te meydana gelen terör saldırısıyla ilgili “Bu olayları tek bir din üzerine yıkıp müslümanları suçlamak yanlış olur” dedi. Dünya futbolunun Portekizli yıldızı Cristiano Ronaldo, ülkesinde yaptığı söyleşide, yakın zaman önce dünyada gündeme oturan Fransa’daki terör saldırısı ile ilgili sorulan soruya verdiği cevapla bir kez daha takdir kazandı. “MÜSLÜMANLARI SUÇLAMAK YANLIŞ” Fransa’da meydana gelen terör saldırılarıyla ilgili konuşan Portekizli yıldız, “Tam olarak ne söylenmeli bilmiyorum. Dünyanın her yerinde bu tür üzücü olaylar oluyor. Onları görmezden gelirken yayınevi saldırısındaki bu olayları tek bir din üzerine yıkıp onları suçlamak bana göre çok yanlış. Bu tür olaylar sadece müslümanlar tarafından yapılmıyor. Dünyadaki bütün ölümlere aynı şekilde tepki gösterilmeli, dostluk artırılmalı.” dedi. “SAĞDUYULU OLMAK GEREK” Futbol oynadığı ülkelerden örnekler veren Ronaldo, “İngiltere’de ve diğer oynadığım ülkelerde ve tabiki şu an Madrid’de herkesin böyle hissettiğini düşünüyorum. Portekiz, İngiltere ve İspanya’da gördüğüm kadarıyla bu böyleydi. Sağduyulu olmak gerek. Olayları tek bir din, tek bir ırk üzerine yüklememek gerek. Aksi takdirde ne kadar profesyonel olursanız olun provake edilebilirsiniz, bu engellenemez bir durum” ifadelerini kullandı.
Cemal Ragıp DERİN
8
9
Haberler
Haberler
Charlie Hebdo muyum? Öyleyim galiba! Erasmus başyapıtı “Deliliğe Övgü”yü 16. Yüzyılın başlarında yazdığında akıllıca bir yöntem kullanmış, başının vurulmasını da kurnazlığı sayesinde engellemiştir. “Gerçek bilgelik deliliktir, kendini bilge sanmaksa deliliğin ta kendisidir” mesajını verdiğini iddia eden, Erasmus dönemin yönetimini delilik üzerinden insanları okurken güldürerek eleştirmiştir. Soranlara da “Yooo, ben yönetimi eleştirmiyorum, deliliği anlatıyorum” demiştir hep. Batı Engizisyonunun en tehlikeli dönemlerinde gerçekleşiyor olay. Yobazlığın ve din tüccarlığının zirve yaptığı bir dönem. Fransız komedi tiyatro yazarı Moliere kendi zamanının en önemli yapıtlarını kaleme almış, “Tartuffe” gibi din simsarlarını eleştirdiği oyunun yanı sıra “Hastalık hastası”, “Cimri” gibi oyunları kaleme almış sahnelemiştir. Ona göre insanların kusurlarını düzeltmesini sağlamanın tek yolu onlarla alay etmektir. Bu nedenledir ki oyunlarında insan zaaflarını gözler önüne sermiş, onları yerden yere vurmuştur. Krallık döneminde gerçekleşiyor olay. Hem de Papalığın hayli etkin olduğu bir dönem. Öyle biri var mıdır tartışılır ama büyük yazar Shakespeare sahnelediği oyunlarında yönetimleri ve toplumları tarihi hikayeler üzerinden eleştirmiş zamanında. Ama aynı zamanda da eleştirdiği yönetimlerin himayesinde, desteğinde ve korumasında sürdürmüş sahne yaşantısını. Bir başka krallık dönemi. Keyfi yönetimlerin dönemi. Kelle koltukta gezinilen bir dönem. Leonardo Da Vinci ilk karikatür çizerlerinden biri sayılmasına sebep olan çizimlerinde birçok insanın portresini yapmıştır. Peki portreyse neden karikatür olsundu bu çizimler? Karikatürdü çünkü usta sanatçı kişilerin en belirgin özelliklerini ön plana çıkarmak için anatomileri deforme etmeyi seçmişti çizimlerinde. Haliyle karikatürün de babası olmuştu az biraz. Hem de Papalıktan üç-beş kilometre uzakta çizilmişti bunlar. Öyle bir dönem işte. …
10
Batının sanatçılarını ve toplumu, yönetimi, yobaz dini kesimini eleştiren yapıtlarını sıralasam muhtemelen sonu gelmez bir listeyle yüzleşmek zorunda kalırım. Bu yüzden o topa girmeyeceğim ve örneklerimi burada keseceğim. Tabi şu soruyu da sorarak tamamlayacağım bu konuyu: Bu adamlar sanatçıysa ve sanat tarihine yön verdilerse ve bizler de bunu onaylıyorsak aynı çizgide ilerleyen sanatçılara nasıl karşı olabiliriz? Hele de azıyla çoğuyla sanatın bir yanından tutuyor veya sanat yapıtı üretiyorsak! Kimsenin yerine yanıt veremem ama kendi adıma “Sanatçının düşüncelerine ipotek koyamayız!” diyebilirim büyük bir rahatlıkla. Diyebilirim çünkü sanatın ve sanatçının en büyük anlatım aracının zekası, yeteneği ve eserleri olduğuna inanırım ben. Bu nedenle bir düşünceyi seslendiren sanat yapıtına yanıtın da aynı araçla olması gerektiğini savunurum. Ve yine kendi adıma belirtmek isterim ki düşüncesine katılmasam bile sanatını üretmesi için her kesimden faşist, yobaz, gerici, çağ dışı kalmış her sanatçının en büyük destekçisi olmaktan bu bağlamda çekinmem. Sanat yapıtı bir görüşü aktarıyor, gerekli estetiği ve zekayı da barındırıyorsa sanat tarihindeki haklı yerini alırken onaylamadığı bir görüşü de eleştirerek yanıt verir. Bu şekilde eser sanatçının, belirli bir toplumsal bakış açısının, inancın veya ideolojinin eleştirisini de sunmuş olur. Şiddet! Sanatçıya fiziksel şiddet uygulanmasının kabul edilir yanı yoktur benim dünyamda. Hangi görüşü savunuyor olursa olsun sanat yapıtı barındırdığı zeka ve estetik kadar değerlidir. Onun sanat tarihindeki yerini zaten alıcısıyla eleştirmenleri verir. Ya aklıda kalır ya da unutulanlar arasına gider. Bu bağlamda onu üreten sanatçılara verilecek yanıtın şiddet yoluyla olmasının onaylanabilir bir yanı olamaz. Yanıtın aynı zeka ve estetikle gelmesi bence doğru eylemdir. Gayrısı yalandır. “Ama”lı bir cümle de bu düşüncemi değiştiremez. Yaşanan olaya bakarak söylüyorum, “ama”lı bir cümle ikiyüzlülüktür ve dolaylı olarak şiddeti onaylamaktır. Hayatta gri tonlar olması demek her olayda bu tonlara sığınılabilecek demek değildir. Bazı konular ya beyazdır ya da siyah. Net olmak, ilkeli olmak, prensipli olmak esastır. Şiddeti doğru bulan yaklaşıma katılmayacağım gibi “ama”ya da katılamam bu konuda. Özetle ben Charlie Hebdo olunması gerektiğine inanıyorum. Ben dini bir görüşü yapıtıyla savunuyor diye bir sanatçının vurulmaması için bu zamanda Charlie Hebdo olunması gerektiğine inanıyorum. Yine benim inancımı veya ideolojimi eleştiriyor, onunla alay ediyor diye bir çizerin zarar görmemesi için de Charlie Hebdo olunması gerektiğine inanıyorum. Sonra, benim değerlerimi aşağıladığı için estetik ve zeka dolu bir sanat yapıtı üretmiş bir sanatçının herhangi bir fiziksel şiddete maruz kalmaması için de Charlie Hebdo olunması gerektiğine inanıyorum. Charlie Hebdo olmanın saygıyla, inançla, değerlerle bir ilgisi yoktur bana göre. Sanatla ve sanata bakış açısıyla ilgisi vardır. Bir de ilkelerle. Dinime “sanatla” küfür eden Müslüman olacaksa amenna. Bunun dışındaki şiddet dolu her uygulama sadece terördür, sadece vahşiliktir. Hangi görüşü savunuyor olursa olsun, estetik ve zeka barındıran eserleri üreten sanata ve sanatçıya sansürle veya şiddetle ipotek konulabilir mi? Konamaz! Ben Charlie Hebdo muyum? Evet, işte bu yüzden öyleyim! Ümit KİREÇÇİ
11
Haberler
Haberler
Charlie Hebdo
Wolinski
Kahredici birşey oldu, bir beş yıldır falan olur mu olacak mı diye beklenen, korkulan şey gerçekleşti. Charlie Hebdo’ya saldırıldı ve üç ayrı kuşaktan ünlü çizerler, neşeli, sevimli, hınzır adamlar katledilldiler. Akıl alır gibi değil... Charlie Hebdo, yabancı düşmanlarını, bağnazlığı, sağ politikaları eleştiren bir dergidir. Derdi Müslümanlık değil bütün dinlerdir. Bilen var mı? Pek yok. Varsa yoksa iki karikatür gösteriliyor. İsrail politikalarına yönelik eleştirileri o kadar yoğundur ki, Türkiye’de o ölçüde eleştiri yapılmıyor örneğin. Kimin umurunda? Millet ciyaklıyor... Ne hakla üzülürsün Filistin’de insanlar ölürken nerdeydin filan... Yüreğim elvermedi, tek bir görüntüye bakamadım... Sesler geliyor, birileri konuşuyor vır vır... Duydukça tepem atmaya başladı. Neredeyse herkes cinayetleri kınıyor ve ama diye başlayarak pozcu cümleler kuruyorlar, söylediklerine inanmadıklarını gösteren samimiyetsiz ifadeler sarfediyorlar...Diyorlar ki inancın mizahı olmazmış. Niye olmaz? Bal gibi olur ve oluyor da... Türkiye’de Müslümanlık dışında diğer dinlerin mizahı yapılmıyor mu mesela... Demokrasi varsa, ki var, kanunlar çerçevesinde her türlü düşüncenin ifade edilebilmesi bir haksa, din hakkında da yazılır ve çizilir. Ceza kanunu ve ceza ile ilişkili içtihat geleneği, ayrıksı düşüncenin varlığının teminatıdır, belirleyicisidir. Charlie Hebdo, yerel mahkemelere götürülmedi mi? Eleştirileri yüzünden kendi ülkesinde eleştirilmedi mi? Ben bir fikre katılmayabilirim, sen katılmayabilirsin ama birileri de bu fikri söyleyebilmeliler. Lafa gelince herkes bu yazdıklarımı bir ağızda sıralıyor. E peki niye inancın mizahı olmaz? Charlie Hebdo, dinlere inanmıyordu, din adamlarına inanmıyordu. E böyle diye öldürüldüler, öldürülmeyi hak mı ettiler? Öldürülünce lafı evirip çevirip su testisi su yolunda kırıldı mı diyeceğiz? Bana bir Müslüman, Kur’an’da katli vaciptir emrini göstersin...Allahın verdiği canı alma hakkını kim veriyor bir anlatsın... Merhamet, öğrenilen ve öğretilen bir hissiyat, ben bu memlekette merhametin öğretilmediğini düşünüyorum. Yukarda yazdığım son derece basit argümana bile sahip değil insanlar... Çok kötü, çok üzgünüm... Alıntıdır: http://derinhakikatler.blogspot.com.tr/2015/01/charliehebdo.html
Dün Paris’teki hunharca bir terör saldırısında öldürülen Georges David Wolinski, Tunuslu Yahudi anne ve Polonyalı Yahudi bir babanın oğlu olarak 1934’te, o dönem Fransız sömürgesi olan Tunus’ta doğdu. Aile, 2. Dünya Savaşı sonrası Paris’e yerleşti. Askerliğini Cezayir’de yaptı. Mimarlık eğitimi alsa da karikatür ağır basınca bazı mizah dergileri için çizmeye başladı. Öğrenci olaylarının yaşandığı ‘68 Mayıs’ı rüzgarlarında “Faites l’amour, pas la guerre/savaşma seviş” tarzı çalışmaları L’Enragé, Harakiri, Libération, Paris-Match ve Charlie Hebdo gibi dergi ve gazetelerde yayınlandı. Wolinski ile 2005 yılında, jürisi olduğu Aydın Doğan Karikatür Yarışması’nın ödül töreninde tanışmış ancak ben Fransızca, o da İngilizce ya da Türkçe bilmediğinden pek sohbet etme imkanı bulamamıştık. Ancak o günün anısı olarak yarışmanın albümüne ünlü çıplak kadın karikatürlerinden birini çizip imzalayarak bana vermişti. 2005, 11 Eylül saldırısı sonrası Amerika’nın Afganistan ve Irak’a “demokrasi” götürdüğü yıllardı. Wolinski’nin de oy verip ödül almasına neden olan çalışmam da bu savaştan esinlenilmişti. Ödül töreni, tarihi Tophane-i Amire Binası’nda yapılmış ve İngiliz çizer Ralph Steadman, “bir zamanlar silah üreten bu yer şimdi sanat ve barış için kullanılıyor” demişti sahnede. Aynı günlerde, Ortadoğu’da hergün yüzlerce insan ölürken medeni dünyanın göbeği Paris’te başka bir olay yaşanıyordu. Şehrin kenar mahallelerinde futbol oynayan üç Kuzey Afrikalı çocuk polisten kaçarken elektrik santraline sığınmış ve burada ikisi feci şekilde yanarak ölmüştü. Haber kısa sürede gettolarda duyulmuş ve Fransız kültürüne “intégré” olamamış eskinin sömürgesi Afrikalı göçmenler tarafından ülke çapına yayılan bir isyana dönüşmüştü. Bu olay, gittikçe yaşlanan ve ekonomisi zorlaşan Avrupa’nın korkulu rüyası, sayıları hızla artan “barbare” Müslümanlar tarafından ele geçirilmeyi bir kez daha hatırlattı. O yıllardan beri araya “Arap baharı” denilen birşey sıkıştı ama bir milyon insanın öldüğü bölgeye demokrasi gelmediği gibi Fas’tan Pakistan’a kadar barut kokularından asla arınmadı. 2006’daki “Hz. Muhammet karikatürleri krizi” de yüzlerce yıllık yaraya tuz bastı. Kimine göre ifade özgürlüğü olan kimine göre kutsala hakaretti. Dün yaşanan kanlı Charlie Hebdo baskını “déjà vu” oldu bu anlamda. Bu fotoğraf, Wolinski’nin karikatür yarışması jürisi için İstanbul’a geldiğinde çekilmiş olmalı. Mekan büyük olasılıkla Hz. Muhammet’in arkadaşlarından Ebu Eyyûb El-Ensari’nin türbesinin bulunduğu Eyüp Sultan Camii. Başındaki işlemeli beyaz namaz takkesiyle şadırvana oturmuş, eskiz defterine birşeyler çiziyor ateist sanatçı, saygıyla. Belki o sırada okunan ezan sesi Tunus’taki çocukluk günlerine götürüyor onu…
Levent CANTEK Necdet YILMAZ
12
13
Haberler
Haberler
Ölümcül Sanat Mizah Mizah modern toplumlarda eğlence işinin bir parçası olarak gözükür ama distopik toplumlarda ise muhalifliğin, özgürlüğün, insanın sesidir. Mizahçıların aynı anda politikacıların ve teröristlerin hedefi olması tesadüf değildir. İnsanlığın en karanlık çağlarında mizah bilginin taşınmasında araç olmuştur. Umberto Eco’nun “Il Nome Della Rosa” (Gülün Adı) romanında bir manastırdaki cinayetler konu edilir. Aristo’nun Poetica’sının ikinci cildini okuyanlar ölmektedir. Katil, manastırda gizlenen bu kitabın sayfalarına zehir sürmüştür, zira kitap gülme, ironi, komedi üzerinedir. Oysa gülmek ve mizah “ölümcül” bir günahtır. Tarih boyunca karanlık ve aydınlık, cehalet ve bilgi arasındaki savaş sürmüştür. Kütüphaneler karanlığın ve cehaletin kuklaları tarafından sürekli hedef seçilmiştir. Meşhur İskenderiye kütüphanesi bir değil üç kez yakılmıştır. Mizahın silahı özgür insan beynidir ve yüzü çoktur: hikaye, masal, roman, şiir, çizgi, müzik, heykel ve tiyatro ile aktarılır. Yani sanat ile iç içedir. Tiranlar, ordulardan daha fazla kendileriyle dalga geçen şairlerden korkmuştur. Birçok hiciv ustası suikatçilerin, cellatların hedefi olmuştur. Bir toplumda ne kadar adaletsizlik varsa mizah o kadar güçlü, keskin ve ölümcül olur. Türk milletinin mizah duygusu güçlüdür. Osmanlı’dan beri mizah dergileri muhalif ses olmuşlardır. Neden mizah dergileri hedef alınır? Bu konuya dair çok tez yazılabilir ama ben kısa da olsa mizah dergisi deneyimlerimi anlatmak isterim… Mizah dergilerinin hayatımda çok özel bir yeri vardır. İlk öykümü bir mizah dergisine satmış ve aldığım parayla kendime pizza ısmarlamıştım. Pizzayı yerken bir an durmuş ve “Şimdi beynimi yiyorum,” diye düşünmüştüm. Hayal gücümle bir hikaye yazmış, onu satmış, somut bir ürüne çevirmiştim. İlk o zaman yazarlığı hayatımı kazanabileceğim bir meslek olarak gördüm.
14
1986 yılında İstanbul Üniversitesi İletişim Fakültesi’ni kazanarak ailemle bu büyük şehre göç etmiştim. Bartın’a Gırgır bir gün sonra gelir ve sabahın erken saatlerinde gazete bayii önünde beklediğim olurdu. Galip Tekin’in tekinsiz hikayeleri, Kemal Aratan, Suat Gönülay efsaneydi benim için. Benim için Gırgır ulaşılmazdı ama okulda Vedat Özdemiroğlu’nun yazıları çıkıyordu. Yeni yayınlanmaya başlayan Limon dergisi ise çok daha sert bir mizaha sahipti. İletişimin fakültesinin ilk günlerinde bir arkadaş komik öyküleriyle dikkatimizi çekiyordu. Geleceğin Gırgır yazarlarından biri olarak görüyorduk, o sırada Hürriyet Gösteri’de fotoğrafçı asistanı oldum ve okula sınav dönemleri gitmeye başladım. Birkaç ay sonra mizah yazarı olarak ünleneceğini düşündüğüm arkadaş, beni ve tanıdığım birkaç kişiyi öğrenci evine yemeye davet etti. Daveti kabul edip gittim ama daha birkaç hafta önce sürekli gülerken gördüğüm bu arkadaşdaki değişiklik dikkatimi çekmişti: çok somurtuk ve ciddiydi. Yemek ve sonrası evin bir tarikata bağlı olduğunu anlamıştım. Yemek daveti içimizden mürit devşirmek, kendilerine uygun öğrenci bulmak içindi. Bir ara arkadaşla yalnız kaldık. Merak ettiğim soruyu sordum: “Ya sen hep gülerdin, mizah öyküleri yazardın. Ne oldu?” dedim. “Artık yazmıyorum,” dedi. “Mizah ve gülmek günahtır.” Şaşkınlıktan hiçbir şey diyemedim, ona öyle bakakaldığımı hatırlıyorum. (Yıllar sonra dinci bir televizyonda yönetmen yardımcısı iken de, “Müzik günahtır,” dendiğini duyacaktım.) Hürriyet’te çalışırken sık sık Çarşaf dergisinde çalışan arkadaşım Metin Demirhan’ı ziyaret ederdim. Hatta benim bir esprimi çizip, ismimi yazdığındaki mutluluğumu hep hatırlarım. Zaman içinde birçok gazete ve televizyonda çalıştım ama yazar olmak hayalim vardı. Bir ara benim için ulaşılmaz olan Gırgır dergisinde hikayelerim bile yayınlandı. Birçok ödül kazanacak genç bir çizer olan Dağıstan Çetinkaya benim bilimkurgu öykülerimi çiziyordu. Mizah dergilerinde efsanevi çalışma gecelerini belki duymuşsunuzdur. Karikatüristler ve yazarlar bütün hafta çalışmaz, işlerini dergi matbaaya girmeden önceki iki-üç güne sıkıştırırlardı. Bu nedenle yoğun sohbet, uykusuzluğun verdiği saçmalamalar, çılgınlıklar olurdu. Mesela bir sabah dergiye geldiğimizde kapıdan başlayarak bant çekilmiş bulduk. Bantın ucu bir odaya gidiyordu. Odanın tavanında sarkarak Faruken Bayraktare’yi örümcek ağı gibi sarmıştı. Sabahlama sırasında geç saatlerde yemek için Cağaloğlu’nda gezer, sık sık yanmadan önceki eski Galata Köprüsü’nde Kemancı’ya gidip muhabbet ederdik. (O dönemi unutmam mümkün değil, hayatımın en güzel günleriydi.) Mizah dergilerini takip edenler sonuçları görür ama o işlerin üretim aşamaları bambaşkadır. Muhabbetlerin sınırı ve sansürü yoktur. Kendini sansürleyen biri mizah yapamaz. O nedenle eleme aşaması vardı. Espriler taslak halinde sunulur, kötüler yanında yasal veya şu be nedenle uyugun olmayanlar da elenirdi. Mizahın dogmaları yoktur. Bu nedenle mizah eskiden de bağnazlığın, karanlığın, cehaletin panzehiriydi, bundan sonra da olacak. Mizah eskiden de tehlikeli işti, gelecekte de ölümcül olacak çünkü bu dünyada her zaman insanları sömürmek, yönetmek, köle etmek isteyen insanlar veya gruplar olacak. Orkun UÇAR
15
Haberler
Haberler
Sinemada Din Konusu ve Tepkiler Geçtiğimiz ay yaşanan Charlie Hebdo saldırısı ile ilgili hazırladığımız dosyada konunun sinema dünyasından akla getirdiği örnekleri de incelemek istedik. Akla gelen ilk ve en kötü sonuçlanan örnek 2 Kasım 2004 tarihinde Hollandalı yönetmen Theo van Gogh’un öldürülmesi. Van Gogh, yaşamı boyunca ateist olduğunu açıkça belirten ve İslam dinine karşı fikirlerini kimi zaman oldukça sert biçimde dillendiren bir isim olarak biliniyordu. 2004 yılında yönettiği Submission adlı filmde Müslüman ülkelerde kadına karşı yapılan şiddet eylemlerini doğrudan Kur’an’a bağlıyor ve görüntülerde kadınların vücutları üzerinde Kur’an’dan ayetler gösteriyordu. Bir grup köktendinci Müslümanın tepkisini çeken bu film sonrası Van Gogh, çok sayıda ölüm tehdidi aldı ve sonuçta filmden birkaç ay sonra Van Gogh “kâfirlere karşı cihad” gerekçesi ile öldürüldü. Olayın devamında Hollanda’da camiler ve Müslümanlara ait okullar bombalandı, sonrasında da kiliselere saldırılar düzenlendi. Müslümanların Hz. Muhammed’in yüzünün gösterilemeyeceğine dair kuralları da sinema ve televizyon dünyasında da çeşitli tartışmalara yol açtı. Bunun en son örneği İranlı ünlü yönetmen Majid Majidi’nin bu yıl içinde gösterime girecek olan filmi Muhammed. Hz. Muhammed’in çocukluğuna odaklanacak olan bu film, çocuk yaşta da olsa Hz. Muhammed’in yüzünü göstereceği gerekçesiyle tepki ile karşılandı ancak Majidi kısa süre sonra filmde Sünni bakış açısına uygun şekilde Hz. Muhammed’in yüzünün gösterilmeyeceğini açıkladı. Her türlü pop kültür figürü ile birlikte tarihsel ve dinsel figürlere de komedi çerçevesinde yer veren, fırlama animasyon serisi South Park da benzer tartışmalardan nasibini aldı. Serinin yaratıcıları Trey Parker ve Matt Stone, serinin birkaç bölümünde Hz. Muhammed’i de kullandılar ancak bu bölümlerdeki sahneler çoğunlukla sansürlenmekten ya da tümüyle kesilmekten kurtulamadı. Theo Van Gogh cinayetinden bir süre sonra yayınlanan bu bölümler sonrası Parker ve Stone da çeşitli tehditler aldılar ama olay daha fazla büyümedi. Yine de bu bölümlerin South Park’ı yayınlayan kimi ülke televizyonlarında, mesela Türkiye’de, hiç gösterilmediğini de unutmayalım. Bu noktada benzer tepkilerin sadece Müslümanlardan gelmediğini vurgulamak lazım. Hemen her dinin köktendinci mensupları hoşlarına gitmeyen sanat eserlerine benzer tepkiler gösterdiler tarih boyunca. Örneğin Monty Python ekibinin elinden çıkan Life of Brian Hristiyan dünyası içinde çeşitli tepkilere yol açtı. Tümüyle Hz. İsa’nın hayatını ele alıp bunu komedi malzemesi yapan film, dini değerlere küfür olarak görüldü. Gösterime girdiği 1979 yılında İngiltere ve Amerika’da pek çok şehirde gösterimi yasaklandı, New York’daki gösterimi rahipler ve rahibeler tarafından protesto edildi. İrlanda’da sekiz yıl, Norveç’te de bir yıl
16
boyunca yasaklı kalan film bugün sinema tarihinin en iyi komedilerinden biri olarak kabul görüyor. Yine de kimi lokal yasaklar 2000’li yıllara kadar devam etti. Hatta 2013 yılında Almanya’da bir şehirde filmin gösterimi engellendi. Farklı dinlerin mensuplarından tepki toplamış bir film olarak Günaha Son Çağrı (The Last Temptation of Christ) filminin de adını anmazsak bu dosyayı eksik bırakmış oluruz. Filmin uyarlandığı Nikos Kazancakis’in aynı adlı romanı da pek çok tartışma ve tehdide neden olmuştu. Filmi de benzer tartışma, tehdit ve hatta saldırılara yol açtı. Martin Scorsese’nin yönettiği film, Hz. İsa’nın hayatının son dönemine kutsal kitaplardan farklı bir bakış açısıyla yaklaşırken onu cinselliği de yaşayan, günah da işleyebilen gerçek bir insan olarak gösteriyordu. Köktendinciler tarafından büyük tepkiyle karşılanan filmin gösterildiği kimi sinema salonları saldırıya uğradı. Bunun en büyük örneği Paris’teki Saint Michel salonuna yapılan saldırı. Film gösterildiği sırada sinemaya molotof kokteylleri ile yapılan saldırı sonrası dördü ağır şekilde olmak üzere on üç kişi yaralandı. Sinema ise neredeyse tümüyle yandı ve ancak üç yıl sonra tekrar açılabildi. Benzer durumlar farklı ülkelerde de yaşandı. Kutsal kitaplarda anlatılan olaylara farklı yaklaşım sadece Hristiyanların değil Müslümanların da tepkisini çekti. Örneğin Türkiye’de de seyirciler filmin ülkemizdeki tek gösterimine taş yağmuru altında girdiler ve film tekrar gösterilemedi. Aradan geçen yıllarda bu filme olan tepki azaldı belki ama Filipinler ve Singapur gibi ülkelerde halen yasak olduğunu unutmamak lazım. Farklı bir din tarafından tepki gören filmlerden birine bir örnek olarak da Deepa Mehta’nın Hindistan’daki çocuk evliliklerini konu ettiği Water filmini verebiliriz. Mehta’nın önceki filmlerinden Fire, lezbiyenliği konu olan ilk Hint filmlerinden biri olarak Hinduların tepkisin çekmişti. Water filminin daha çekimleri başlamadan film setini basan protestocular tepkilerini ifade etmekle kalmayıp seti yakıp yıkmışlardı. Bunun üzerine Mehta, filmi Hindistan dışında çekmeye mecbur kaldı. Bu örneklerin yanına Kevin Smith’in tümüyle dinsel figürleri kullanarak mizah yaptığı ve Tanrıyı bir kadın olarak karşımıza çıkardığı (Alanis Morissette oynamıştı hatta) Dogma, Vatikan’ın tepkisini çeken The Da Vinci Code gibi filmleri de eklemek mümkün. Aslında dini figürlerin alışılmışın dışında gösterildiği ya da dinle bağlantılı uygulamaların eleştirildiği yapıtlar her zaman belli bir kesim tarafından tepki görmüş. Burada önemli olan konu şu. Nasıl bir sanatçı ele aldığı konuyu nasıl işleyeceğinde, neler anlatacağında özgürse, inancınıza ters olduğunu düşündüğünüz konuda tepkinizi de gösterebilirsiniz. Bunu yazıp çizmek, tepkinizi barışçıl protesto eylemleri ile belirtmek kabul edilebilir eylemler. Ancak iş o sanat yapıtına sansür uygulamaya, filmin gösterildiği mekânlara saldırılar düzenlemeye ya da sanatçıların hayatlarını tehdit etmeye vardığı zaman onun sonuna kadar karşısındayız. Zaten yaşanan örnekler gerçekten güçlü sanat eserlerinin bu saldırılar sonrasında zamanın karşısında sonuna kadar dayandığını ve o saldırıları geride bıraktığını gösteriyor. Je suis Charlie! Hasan NadirDERİN http://sinemamanyaklari.com/
17
Haberler
Haberler
Gezegen Sahaf'da Müzayede Öncesi Ten Ten Üzerine Yapılan Söyleşi Hemen her yazıma kitap okuma tutkumdan söz ederek başlarım; bu defa da bu klişe başlangıç değişmeyecek. Kendimi bildim bileli okurum, okumayı bilmediğim zamanlarda bile okurdum. Nasıl mı? Bana okunan masalları ezberlerdim ve sayfası sayfasına sonra kendim okurdum. Seneler seneleri kovaladı kitaplar benim önce iç dünyamı zenginleştirdi ve sonra bir baktım ki bana kaliteli ortamlar ve de dostlar da sunmaya başlamış. Bundan yaklaşık üç sene kadar önce internette bir kitap müzayedesi duyurusu okudum. Hayatında hiç müzayedeye gitmemiş biri olarak ki müzayede konusu da kitaplardı, hemen o hafta sonu gittim. Ve müptelası oldum. Bir sahafta düzenlenen ve kaliteli insanlarla tanışma olanağı bulduğum Gezegen Sahaf Müzayedeleri ayrı bir yazı konusudur ama bu yazının yazılma sebebi olan Çağrı Çalışır ve Ten Ten Üzerine yapılan söyleşi de Gezegen Sahaf’ da gerçekleştiği için buradan Gezegen Sahaf’a içten bir teşekkür sunuyorum. Bu kış başından beri Gezegen Sahaf’ da hemen her hafta sonu müzayede öncesi kitap odaklı söyleşiler düzenleniyor. Bu haftaki konuk tanımaktan ve de arkadaşım demekten onur duyduğum bir çizgi roman sever, iyi bir koleksiyoncu, Türk değerleri ile Batı profesyonelliğini çok iyi harmanlamış, bir ayağı Doğu’da bir ayağı Batı’da yüzü geleceğe dönük iyi bir arkadaş olan Çağrı Çalışır idi. Bu kadar övgüyü arkadaşım olduğu için yaptığımı sanıyorsanız yanılıyorsunuz çünkü beni iyi tanıyanlar bilir ki hak etmeyen birine asla övgüde bulunmam. Çağrı ile bizim gibi büyümeyen çocukların sevdası olan çizgi roman tutkumuz sayesinde tanıştık. Ben daha Fumetti ve fantastik çizim ağırlıklı konularda bilgi sahibiyken; Çağrı Türk çizerleri, Türk çizgi romanları ve kendi özel sevdası olan TEN TEN hakkında inanılmaz donanımlıydı. Sonra zamanla tanıdıkça çok da iyi bir koleksiyona sahip olduğunu öğrendim. En iyi koleksiyonlar; sadece toplamayı değil, neyi topladığını bilerek, topladıklarını iyi koruyan kişilerin topladıklarıdır. Çağrı Çalışır işi gereği dünyayı gezerken, birikim sahibi biri olarak TEN TEN hakkında belki de TEN TEN’ in asıl vatanı olan
18
Belçika’daki herhangi birinden daha fazla malzemeye sahip olmayı başarmış. 31 Ocak 2015 Cumartesi günü Gezegen Sahaf’a kendisini dinlemeye gittiğimde şaşırdım, sevindim, hakkım olmayan bir gurur payı çıkardım (arkadaşım olduğu için). Ben bu tip söyleşilere biraz erken giderim ki işin mutfak kısmını da görebileyim; yine öyle yaptım ve gördüklerim, yukarıda yazdığım cümlelerin sebebi oldu. Neredeyse bir buçuk metre boyunda bir valizle gelmiş, bilgisayar ekranında görüntü verilebilsin diye sunumunun materyallerini CD’ye yazmış, önünde notlar alınmış bir kâğıt demeti, sunum yapacağı masanın üzerine dizilmiş muhtelif TEN TEN objeleri vs. Bu profesyonelliktir, bu paylaşmayı bilmektir, bu bilgi cimrisi olmamaktır. Sayfamda bir resmin üzerine yazmıştım, “ben olsam kıyıp evden çıkaramazdım”, diye. Helâl olsun, çıkarmış. Sonra sunum zamanı geldi, kaleminin kuvvetli olduğunu bildiğim arkadaşımın hitabet yeteneğine de hayran kaldım. Konusunu çok iyi bilen, sıkmadan anlatan bir dünya gezgini bana TEN TEN’ i öğretti. Türkiye’deki serüveni, bir tanesi Türkiye’de geçen TEN TEN filmleri, çakma TEN Ten’ler, TEN TEN’ in kapak olduğu dergiler, TEN TEN serüvenlerinden yola çıkarak hazırlanan gezi rehberi hatta bir çift pofuduk TEN TEN terliği. Zaman su gibi aktı, keşke daha fazla zaman olsaydı da daha fazla anlatabilseydi. Bu kadar çizgi romanım var ama hiç TEN TEN’ im yoktu. Çağrı sayesinde en kısa zamanda edinip okuyacağım. İşte bu da anlatımın gücüdür. Bir müzelik TEN TEN malzemesine ve bir kaç hayatlık TEN TEN bilgisine sahip arkadaşıma çok ama çok teşekkür ederim. Seni yetiştiren ailene de saygılarımı sunarım . Hep var ol, hep kitaplarla ve de sevdiklerinle ve de seni sevenlerle yaşa. Hayat seni hiç bozmasın arkadaşım. Zeynep BAYRAKTAR
19
KORKU KÖŞESİ
Korku Köşesi
Bin Belikli Kız Vaktiyle hanların mirzaların birbirlerine hediye olarak gönderdiği, ne savaşta ne hazarda üstündeki yiğidi utandırmaz, doğan güneşe aya “ya sen doğ ya ben doğayım” dercesine alımlı ve heybetli atlar yetiştiren bir oba varmış. Obanın atlarının namı cihanı tutmuş ki oradan yetişen seyisler, seyis yamakları dahi saraylara, kasırlara davet edilirler, kendi atlarını tımar etmeleri için beyler ve paşalar hazineler dökerlermiş. Namlı Celali başbuğlarından Köroğlu’nun meşhur Kırat’ı ile yenilmez Kiziroğlu’nun şöhreti cihana değer atı Alapaça’nın bile boy ölçüşemeyeceği, binit oldukları hanları mirzaları zafere taşıdıkları sağda solda anlatılan bu atların en iyisini, obanın beyi olan aile yetiştirirmiş. Vaktiyle hediye ettikleri atlar karşılığında hem padişahın hem şahın fermanıyla kimseler bu obaya ilişmezmiş. Bir gün bu obaya bir şer musallat olmuş. Her sabah bir başka ailenin atı, ya sabah vakti terli ve yorgun bir halde bulunuyormuş yahut yine aynı sebeple çatlamış bir vaziyette ölü bulunuyormuş. Bir-iki hadise olunca mukadderat demişler ancak birkaç at daha böyle telef olunca hayvanlarına bir fenalığın musallat olduğunu anlamışlar. Toplanıp dualar okusalar da bu musallat başlarından gitmemiş. Ta ki obanın en iyi atlarını yetiştiren ve obanın beyleri olan ailenin, mirzalardan birine ayırdıkları bir at da bu halde bulununcaya kadar. Bu ailenin yaşlıca hizmetkârlarından birisi atın yelelerindeki belikleri yani örgüleri gösterip, ardından diğer atların yelelerini göstermiş. Sonra da yelesi örülü bulunan atlara “at binen cin” diye bir varlığın musallat olabileceğini söyleyerek, beye bunun tedbirini de anlatmış. Bey çaresiz, hayvanlarına zeval gelmemesi için tedbirini kabul etmiş. Adamlarına emretmiş, atların yelelerine gece uyumadan evvel zift sürdürmüş, kendisi dâhil adamları da uyanık beklemeye başlamış. Gecenin en kör vaktinde birden ahırdan atların hep birden kişnedikleri, oldukları yerde tepinmeye, eşkinmeye başladıkları işitilmiş. Ellerinde tüfeklerle kandillerle ahıra girdiklerinde atları tek tek kontrol etmişler. Yine o mirzaya ayırdıkları atın sırtında bir kadının oturduğunu görünce yanına doğru seğirtmişler. Mirzaya ayrılan atın huzursuzca sağa sola sıçramasından yanına doğru dürüst yaklaşamıyorlarmış ama üstündeki kadını ayan beyan görmüşler. Dağlı gelinler misali giyinmiş kadının saçları da tıpkı üstüne bindiği atın yeleleri gibi bin belikli imiş. Örgüler kandillerin ışığında abanoz misali parıldıyormuş, gözleri de bir bakışıyla insanın yüreğine soğukluk salmaktaymış. At sakinleştirdiğinde bin belikli kız kendisini kurtarmaları için adamlara yalvarmış, yakarmış. Acıyıp yanına yanaşan olmuş ama kızın ayaklarının ters oluşunu görerek korkuyla geriye kaçmışlar. Yaşlı hizmetkâr elinde bir çuvaldızla beye yaklaşmış. Bu iğnenin kızın yakasına takıldıktan sonra esir edilebileceğini, böylece her işte kullanılabileceğini ancak bu iğneyi herhangi birisi çıkarırsa kaçacağını söylemiş. Bey, dualarla bin belikli kızın yanına yaklaşıp giysisinin yakasına koca çuvaldızı batırdıktan sonra adamlarına katranı temizlemelerini emretmiş. Ardından bütün obayı konağına çağırıp kızı göstererek “at binen cin”i yakaladıklarını, şayet ne kadar yalvarırsa yalvarsın yakasındaki iğneyi kimsenin çıkarmaması gerektiğini tembihlemiş. Böylece bin belikli kız diye çağırdıkları cin, o ailenin hizmetçisi olmuş. Su taşırmış, yemek yıkarmış, tarlada çalışırmış. Yakasındaki çuvaldızı çıkarması için kime yalvardıysa kimse yanaşmamış, bazen aile köyde bir iş gerektiğinde yardıma bu cin kızını gönderiyormuş bu nedenle işlerine de geliyormuş. Çocukları yanına yanaşıp da çuvaldızı çıkarmasınlar diye sürekli tembihliyor, korkutuyorlarmış. Onlar da zaten onun tuhaf gözlerinden ve ayaklarından korktuklarından yanına bile yaklaşamıyorlarmış. Dizlerine dek uzanan siyah saçlarını uzaktan gören çocuklar “bin belikli kız geliyor” diye sağa sola kaçışıyorlarmış.
20
21
Korku Köşesi Bir gün obanın çocuklarından birisi evlerinde un kalmadığından beyin evine gönderilmiş. Sabaha ekmek yapılacağından annesi geceden göndermiş. Çocuk evin hanımından bir ufak çuvalda unu alırken ahır tarafından gelen içli bir ağlama sesi duymuş. Kimin ağladığını sorduğunda, her gece “bin belikli kızın” ağladığını sorunca içine bir merak düşmüş. Bir gündüz vakti çeşmeden su alırken gördüğü bin belikli kızın yanına korka korka yaklaşmış, at binen cin de onun yaklaşmasına şaşırmış. Çocuk birkaç gece önce kaldığı ahırdan ağlama sesi işittiğini, neden ağladığını sormuş zira onu “cin” olarak anlattıklarından insanlar gibi ağlamasının tuhaf geldiğini söylemiş. At binen cin, insanlara yalvardığı halde göğsündeki çuvaldızı çıkarıp kendisini azat etmediklerini, onlara bir daha kötülük etmeyeceğine dair yeminler etse de insanların kendisini çalıştırmaktan vazgeçmediğini, ailesini, dostlarını, yerini yurdunu özlediğini birer birer anlatmış çocuğa. At binen cinden korkuyormuş çocuk ancak o haline çok acımış. Kendisinin başına da gelebileceğini düşünerek cinin göğsüne uzanıp çuvaldızı çıkarıp almış. Cin çocuğa onlarca teşekkürü, hayır duasını ettikten sonra kaybolup gitmiş. Çocuk, büyükleri kendisine kızmasın diye çuvaldızı elinden atıp evine geri dönmüş. Akşam olunca cinin kaybolduğunu gören aile bir şekilde onun çuvaldızdan kurtulup kaçtığına hükmetmiş, kimin yaptığı da ortaya çıkmamış. Gel zaman git zaman o küçük çocuk büyümüş. Bir sipahinin sancağı altında cebelu olmuş, cenk sahralarına yolu düşmüş. Sipahisi bir kabahat işleyip toprakları elinden alınınca onunla birlikte kaçak olup dağlara çıkmış, miktara hesaba gelmez harami taifesine karışmış. Günün birinde Dersaadet’ten bir elinde ferman bir elinde pala eşkıya takibine çıkar işgüzar paşalardan birinin sekbanları tarafından kuşatılmış. Dağların yücesinde, sık ormanların içinde tüfekli sarucalardan, sekbanlardan kaça kaça bir hal olmuş, öyle ki yakalanmasına ramak kalmış. Yakalanmamak için bir ağaç kovuğunun dibine çömelmiş, gece ilerleyince sekbanların peşini bırakacağına hükmederek beklemeye koyulmuş. Tam tüfekli sekbanlar kendisinin olduğu yere yaklaştığı sırada bir kadın peyda olmuş. Korkmamasını, kendisini saklayacağını söyledikten sonra uzun ve bin belikli saçlarıyla hem kendisini hem eşkıyayı örtüp saklamış. Böylece sekbanlar bir kimseyi göremeden geçip gitmişler. Eşkıya kadına teşekkür etmek istemiş ancak o esnada kadının ayaklarını ve saçlarını hatırlayarak korkuyla ürpermiş. Bu kadın kurtardığı bin belikli kız yani at binen cin’miş. Cin ona zamanında kendisine yardım ettiği için ailesiyle kaldığı ağaç kovuğunun dibine gelen eşkıyaya yardım ettiğini, ailesine döndüğü zaman intikam almak için obayı kana ateşe boğmak istemişlerse de kendisi nedeniyle onları alıkoyduğunu söylemiş. Ancak hala esaretinin kefaretinin ödenmediğini, böylece kendisini kurtardığı için bu esirliğin intikamının artık alınabileceğini ona itiraf etmiş. Eşkıya bir şekilde köyüne can atıp artık ihtiyarlamış beye ve köylülere durumu anlattığında hayretler içerisinde kalıp korkunç bir felaketin ucundan kıyısından kurtulduklarına şükretmişler. Lakin obadaki tüm atları nedensiz bir şekilde hep birden yeleleri örük ve ölü halde bulununca başlarına gelen felaketin nedenini bilmekteymişler… Öykü: Mehmet Berk YALTIRIK
22
23
İllüstrasyon: Mehmet Kaan SEVİNÇ
ÇC
Korku Köşesi
Korku Köşesi Dehşetler Albümü
Kara Korşak Erbil Türkmenlerinin inanışlarında varlığına inanılan bir cindir. Eşek, köpek, domuz, keçi kılığına girebildiğine inanılır. Gece kapıları çalıp, ev sahibinin tanıdığı bir ses ve kılıkla onu kandırarak çağırıp kaçırdığı, bu nedenle korunmak için cin kapıya geldiği zaman pantolonun düğmelerini açmak gerektiği söylenirmiş. Kaynak: Ayşe Duvarcı, “Türklerde Tabiatüstü Varlıklar ve Bunlarla İlgili Kabuller, İnanmalar, Uygulamalar”, Bilig, S. 32, Kış 2005, s. 127. İllüstrasyon: Mehmet Kaan SEVİNÇÇ
24
Hastahane Yaklaşık kırk beş dakikadır aynı yerde oturan, içlerinden biri bile doktorun odasına girememiş olan üç hastanın da aklından birbirlerine benzer cinnet düşünceleri geçsede, bulundukları ortamın “medeni” bir yer olduğunu akıllarının bir köşesine süper egoları tarafından sürekli fısıldandığı için kendilerini tutuyorlardı. Her hastayı en az yirmi dakika dakika içeride tutan doktor hanımın ne yaptığı, üç erkek için de akıllarında şüphe uyandıran bir soru olarak yükseliyordu. Genç olanlardan biri botlarını ikide bir sabırsızlıkla zemine vurarak takırdatıyor. Orta yaşlı olan kel adam iki de bir ya sabır ve Allah’ım sen büyüksün gibi sakinleştirici dinsel sözlerle zihnini uyuşturuyordu. Diğeri ise sessizce telefonunu kurcalıyordu fakat iki de bir kapıya bakmasından onun da aynı şeyleri hissettiği anlaşılıyordu. Olaya garip bir şey eklenmişti ki, son giren hastanın işi uzadıkça uzamasının yanında içeriden oraya buraya çarpma sesleri gelmeye başlamıştı. Şangır şungur metalik seslerin yanında birilerinin duvardan duvara çarpıldığına dair tok gürültüler, hastalarının bir kaşının kalkmasına sebep olmuştu. Birbirlerine birkaç saniye bakan adamlar, artık bu beklemenin dayanılmaz olduğuna sessizce karar verip ayağa kalkmışlardı. Kapıya doğru yürüdüler. Kel adam tedirginlikle birkaç saniye durup kapıyı tıklattı. Kısa süren sessizliğin ardından “Girebilir miyim?” sorusuna karşılık içeriden, tam kapıya geldiği belli olan bir darbe gürültüsüyle kapı neredeyse menteşelerinden fırlayacak gibi sarsıldı. Bunu, içerideki gencin feryadı da eklenince artık sabırlar taşmıştı, içeride hiçte normal olmayan bir şeyler döndüğü belliydi. Kel adam, yaşının da gerektirdiği inisiyatif içgüdüyle gerinip kapıyı şiddetle açtı. O anda şimşek hızıyla cereyan eden birkaç eş zamanlı olay, hastaların aklını kaydırmıştı. Kel adam içeri bir adımını atar atmaz, tüm vücudu vakumlanır gibi öne doğru bükülüp derilerinden çekilmiş, ardından çekme kuvvetine dayanamayarak bedeni odanın içine savrulmuştu. Korkunç böğürtüsü hastahane koridoruna yayılırken, kapının yan taraflarında bekleyen gençler birbirlerine dehşetle büyümüş gözlerle bakıyordu. Telefonuyla oynayan kirli sakallı eblek suratlı sivilce yanaklı hipster bozması bohemin yandan yemişi olan çocuk ciyaklayarak öbür tarafa doğru koşmaya başladı. Sessiz,sabırsız,at suratlı keçi sakallı at kuyruğu saçlı metalci bozması botlu çocuk da orada tek başına kalmakla kabadayılığa b.k sürmemek arasındaki erkekliğin yüzyıllardır süregelen ikilemini yaşarken her nasılsa odadan içeri bakmayı başardı. Belki de bazı kötülük tanrıları kulağına deliliğin fısıltılarını bir lanet gibi iletmişti. Gördüğü şey, ağzından salyalar saçarak açık kalmasına sebep oldu. Beyaz önlükler içindeki kadınımsı canlı, bir doktordan başka her şey olabilirdi. Üstelik buna insan dışı olma olasılığı da korkunç bir şekilde dahildi. Bütün bedeni kararmış köz gibi pullarla kaplı olan ucube yaratığın bir zamanlar kadın olabileceğine dair tek işaret, kuruyup sarkmış, diğer uzuvları gibi önlüğü yırtıp açığa çıkmış kapkara göğüsleriydi. Daha da iğrenci, yırtık pantalonunun bacak arasından boru gibi uzvu çıkmış, kendi iradesiyle havada bir kırbaç gibi dönüp duruyordu. Çift cinsiyetli bir dehşetle karşı karşıya olduğunu anlamıştı metalci çocuk. Canavarın saçlarının çoğu dökülmüş, kafası çoğunlukla dazlak kalmıştı. Orada da yanmış derisinden kızıl noktalar halinde saç kökleri görülüyordu. Tırnakları uzun,kırık ve sarı, elleri ve ayakları pençeliydi. Sipsivri dişlerinden çıkan uzun ve salyalı çatal dili, az önce içeri giren adamın gövdesinden ayrılmış kafasını yalıyordu. Dişlerinin arasında adamın kalan parçalarını da bir yandan tükürüklerle yerken, kulaklarında hala takılı olan, üzerinden kan damlayan stetoskop sağa sola sallanıyordu.
25
Korku Köşesi
Korku Köşesi
Çakma metalci; Slayer, Anthrax, Metallica vb. agresif heavy metal gruplarından dinlediği bol gitarlı distortionlı hızlı şarkılarla kendini hep sert biri sanırdı. Fakat şimdi gerçekliğin iğrenç sureti, hangi dünyadan geldiği belirsiz bu şerle suratına çarptığında hissettiği tek şey pantalonunun arasına yayılan ıslaklıktı. Odanın duvarlarında, hasta masasında, ofis malzemelerinde boydan boya kan vardı. Az önce giren hastanın yüzlerce parçaya ayrılmış bedenininden sadece bir kol, bir bacak ve bir de göz kalmıştı. Yaratığın kollarından çıkan, vantuz gibi açılıp kapanan uzantılar, kel adamın parçalarını küçük küpçüklere ayırıp afiyetle ağzına atmaya başlamıştı. Anlaşılan Yaratık biraz maymun iştahlı olacaktı ki bir kurbanını tam bitirmeden diğerine geçiyordu. Metalci, sadece bir dakika bakabildiği bu iğrençliğe dayanamayıp kaçmaya yeltenecekti ki mide bulandırıcı kokularla dolu bir böğürtünün şiddetiyle yere çöktü. Yaratık doymuş olmalı diye düşündü. Çünkü böylesine devasa bir geğirik ancak bu ne olduğu belirsiz şer tohumu ucubeden gelebilirdi. Evet hayatında ilk defa bir canavarın geğiriğine maruz kalan metalci, yapabileceği en aptalca şeyi yaptı. Olabilecek en masum şekilde yaratığa bakarak “Sorun değil” deyip gülümsemeye çalıştı. Son gördüğü şey, gürültü patırtı üzerine gelen güvenlik görevlisinin daha henüz tabancasını çıkarırken, uzantılardan birinin suratını parçalayarak onu duvardan duvara atmasıydı. Esas olan ise, Yaratıktan çıkan iğrenç boru uzvunun, aynı işlevi gördüğünü düşündüğü kendi organına saplanmasıydı. Penisinden emilen kanı hissederken bütün hisleri öylesine uyuşmuştu ki , kendi hortum-organına giden kırmızı sıvıyla beslenen yaratığın zevkle dişlerini gösterdiği gülümsemesine karşılık kendisi de yaşadığı sersemlikle aptalca sırıttı. Kim bilir, belki de ölümü böylesine rahatça karşıladığı için Black Metal Tanrıları ona cehennemde küçük bir yer bile ayırabilirdi. Tam bütün enerjisinin bitip de her şeyin karardığı anda gözlerini açtı. Boynu arkasındaki duvara geri dayanmış halde ne kadar kaldığını bilmiyordu ama ağrıtmasına yetecek bir süre boyunca uyuyakaldığı olduğu belliydi. Bu iğrençliğin sadece rüya olduğunu fark ettiğinde bir an için neredeyse tanrıya bile şükredecek kadar rahatlamıştı, tek parçaydı ve yaşıyordu. Etrafına bakındı. Aynı iki kişi yanındaki bankta oturuyordu. Sabırsızlıkla oflayıp puflayan kel adam ve telefoncu hipsterı gördüğünde boğazında bir yumru oluştu. İçeriden metalik şangırtılar ve bir çığlık yükseldi. Kel adam, hipster ve metalci birbirlerine baktılar. Genç metalcinin söyleyebildiği tek şey kocaman bir “Has..tir!” oldu. Can ÇELİKEL
Huysuz Hortlaklar Korosu Uzak ülkeler bekler korkunç gürzlerimizi, Dehşetle bakakalmış savaşçı ölüleriz, Ok yaralayamaz, kılıç delemez bizi, Karanlıkta yol alır, kötülüğü gözleriz. Renksizdir gözlerimiz, duyulmaz sözlerimiz, Yakarız buzulları, kuruturuz denizi, Kanla âlem yaparız, her gün zehir içeriz, Yurdumuz yerin altı, dünyanızın dehlizi. Sarkar sadağımızdan kıvrak bir yılan gibi oklar, Nefesimiz kurutur, burnumuz ölüm koklar, Deryalara dalarız, bozkırlarda gezeriz, Gökyüzünü karartan bulutlara bineriz. Sessizlik savaşlarda bildiğimiz tek çığlık, Karanlık kalkanımız, geceler yoldaşımız, Çarklarından kan sızan o delici karanlık, Anıları hortlatır, kederlenir ağlarız. Mümin CAN
26
27
Öykü
Yurtsuz ve Gizemli Cinayetler 1. Bölüm: Ormanın Laneti Üzerinde bodur otların büyüdüğü, atların dört bir yana koştuğu bu bozkırda bir adam vardır. Uzun, iri , kıllı ve geyik boynuzlu olan bu adam bir insan ile geyik kırmasına benzer. Bu topraklarda ona Yurtsuz denir. Aslında ona bir çok isim verilmiştir ama ben en çok Yurtsuzu severim. Bu kelime onun sürüldüğü bu çorak topraklardaki yalnızlığını çok iyi anlatıyor. Yurtsuz... Neden ve ne zaman sürüldüğünü kimse bilmez. Yıllardır, belki asırlardır burada yaşar ve insanoğlu ve hayvanlara yardım eder. Bu kadar yardım sever bir canlı nasıl olur da yurdundan sürülür? Kimse bilemez. Bir gün beyaz atına binmiş kuzeydeki göçerlerin yanına doğru gidiyordu. Üzerinde deri ve kürklerden yapılmış hafif bir kıyafet vardı. Çoğu zaman bu kıyafeti giyerdi. Ağır bir zırh gerektiğinde metal örme zırhını giyerdi. Bu zırh bu topraklara ait değildi. Ne Türkler ne de Çinliler bu tarz zırh yapamaz. Yapmasını bilmez. Söylentiye göre Akdenizli bir usta bir demirci bu zırhı örmüş ve Yurtsuza hediye etmiştir. Belinde hep yanında taşıdığı uzun siyah yekpare topuzu vardı. Bu topuzun başı yaklaşık bir insan kafası kadardı. Yurtsuz bu bozkıra düştüğünden beri yanında bu silah vardı. Onunla kaç can aldı, kaç can kurtardı kim bilir? Yurtsuz, ovanın başında kurulmuş çadırları gördü. Atıyla hızla çadırların arasına girdi. Beyin çadırının önüne kadar gelip durdu. Gür sesi ile : “Yardım istermişsiniz. Geldim.” dedi. Bir adam çadırı aralayıp çıktı. Ellerini iki yana açıp “Hoş geldin obama ey bilge adam! Biraz geç geldin ama olsun. “ “Haberi alır almaz dört nala atımı sürüp geldim. Çabuk söyle derdini de hemen çözelim.” “Ormanda bir yaratık vardır. Haklımı öldürür ve hayvanlarını telef eder.” Bey, eliyle az ilerdeki ormanı gösterdi. Yurtsuz bir kahkaha basar ve “Siz Türk erleri bir hayvanı avlayamadınız mı? Namınıza leke düşürmüş oldunuz.” Bey istifini bozmadan “Sen önce yaratığı gör sonra gel, konuş.” dedi, sonra dayanamayıp sinirlendi ve “Zaten senin gibi keçi bozmasını niye çağırdıysam! Haydi Git! Biz hallederiz.” diye bağırdı. Yurtsuz topuzunu göğe kaldırıp, derinlerden gelen kadim sesi ile “Tamam. Sakin Ol!” dedi. Gözleri parlıyor, boynuzları titriyordu. “Ben kim istemişte yardım etmemişim.” Lafı biter bitmez atını çevirdi. Ormana doğru sürdü. Orman Yurtsuz ormana vardığında güneş batmış, gök kararmıştı. Ormandan iğrenç bir koku yayılıyor, ormanın içinden sürekli hayvanlar dışarıya doğru kaçışıyordu. Yurtsuzun atı da ormana girmek istemedi. Bizimki ne kadar ısrar etse de at girmedi bu karanlık ormana. Atını bırakıp, tek başına ormana daldı. Korkuyordu. Daha önce korktuğunu ne gören ne de işiten olmuştu. Topuzunu çıkardı, toprağa sürüyerek yürümeye başladı. Yerde kan izleri, et parçaları, leş kokulu dışkılar kısacası güzel olmayan her şey vardı. Yurtsuz yine derinlerden gelip göğü bile yaran, dosta cesaret
28
29
Öykü
Öykü
veren, düşmana korku salan o kudretli sesi ile konuşmaya başladı. “Ben sürgün yiyenim. Ben Yurtsuzum. Ben yurtsuz kılanım. Ben kuvvetli ve bilge geyik adamım. Ben birlik ve barış getirenim. Eğer beni tanımıyorsan vahşi yaratık ya yeni doğmuşsun ya da akılsızsındır.” Yurtsuz etrafına bakınıp konuşmasına devam etti. “Her ne olursan ol, benden kurtulman mümkün değil. Bu yaptıklarının bedelini ödeyeceksin. Ömrüm pek uzundur ve ömrüm boyunca benden kurtulan olmadı. Şimdi karşıma çık ve savaş benimle.” Tam o anda Yurtsuz’un önüne bir yaratık atladı. Dört ayağı üzerinde duran. Boz renkte kıllı bir yaratık. Gözleri vardı ateş saçan. Ağzı bir mağara gibiydi. Dişleri bir hançer gibi keskin görünüyordu. Kükreyerek iki ayağı üzerinde durdu. Ayağındaki pençeleri Yurtsuzun kara topuzundan bile korkutucu duruyordu. İki ayağı üzerinde fazla durmadı, hızla yere indi. Yer sarsıldı. Obadakiler bile bu sarsıntıyı hissetmişti. Yurtsuzun dengesi bozuldu, yere yığıldı. Bu fırsatla yaratık üstüne atıldı. Yurtsuz bacakları ile ittirip kendini kurtardı, ayağa dikildi. Topuzunu savurup yaratığa vuracakken onu gördü. Yaratığın üzerine vurulmuş olan mührü... Tanıdıktı hem de çok tanıdık. Aynı mühür kendi sırtında da vardı. Artık onu öldüremezdi, yıllar sonra kendi yurdundan birini bulmuşken onu öldürmezdi. Topuzunu kenara fırlattı. Yaratık hızla üstüne atılınca, boynundan tutup sarıldı. Yere yatırdı. Yaratık pençeleri ile sırtına vuruy-
30
ordu. O ise sarılmış hiçbir şey yapmıyordu. Sırtı kandan kıpkırmızı olmuştu. Biliyordu yaratık elbet yorulacak ve ona derdini anlatabilecekti. Bir saat ,iki saat , üç saat... Kim bilir ne kadar süre o şekilde kitli kaldılar. Yurtsuzun sırtından akan kanlar, yaratığın kılları kaplamış, kızıl renge döndürmüştü. Yaratık yorulunca, Yurtsuz hızla doğrulup iki parmağını yaratığın burun deliklerine sokup kendine doğru çekti. Gözlerinin içine bakarak: “Bana bak! Ben senin topraklarından geldim. Senden önce bu topraklara sürüldüm. Biz aynı yolun yolcusuyuz. Beni tanıman lazım. Ben Tikav’ın oğlu Kamçı. Size özgürlük getirdim diye sürgün yemiştim. Hatırla!” Tekrar ve tekrar “Hatırla!” diye bağırdı. “Hatırla!” Yaratığın gözleri birden açıldı. Belli ki tanımıştı. Yurtsuz yaratığı bırakıp ayağa kalktı. Ellerini üstüne silip “Burada ki insanlar dostumuz. Onlara böyle davranmamalısın.” Yaratık boynunu büküp, sağ pençesini kaldırdı. Yurtsuz yaratığın pençesini tutup “Seni affettim.” Hayvan yan dönüp, çöktü. Bu benim üzerime bin demekti. “Bu yaptıklarının bedeli olarak bana hizmet mi etmek istiyorsun?” Başını salladı. Yurtsuz bunu kabul etti. “Zaten benim gibi adama senin gibi bir binek yakışırdı. Sana bir isim lazım. Orman, sana bundan sonra Orman diyeceğim.” Yurtsuz, Orman’ı sürdü Türklerin toprağına doğru. Orman bir attan iki kat daha hızlıydı ve daha güçlü. Aynı zamanda bir attan daha kıllı. Artık bir ata ihtiyacı olmadığı için beyaz atını Türk beyine hediye etti. Türklerin derdi çözüldüğü için burada kalması için sebep kalmamıştı. Kendi yardımına ihtiyacı olan yerler için yola koyuldu. Artık eksisi kadar yalnız değildi. Yanında Orman vardı. Yolda , hayvanın kulağına eğilip, “Bana burada yurtsuz olduğum için Yurtsuz derler ama artık yurtsuz değilim. Benim yurdum sensin.” dedi. Doğrulup o yeri yaran, göğü basan, geceye ışık katan sesiyle bağırdı: “Yurdum sensin.” Hintli Yurtsuz, Orman’ın üzerine bulaşmış olan kanları temizlemek için bir nehir kenarına gitmişti. Hayvan ilk başta suya girmeyi ret etse de sonunda girmişti. Onu suyla yıkayıp, ovaladıktan sonra kızıla çalmış olan kılları öz rengi olan boza geri dönmüştü. Böyle çok daha güzeldi. “Sana bir eyer yaptırmak lazım.” Yurtsuz ayağına bir şeyin çarptığını fark etti. Dönüp bakınca nehirden aşağı, üzerlerine doğru, ceset parçalarını geldiği gördü. Bir kol , bir bacak, ne olduğu belli olmayan parçalar ve bir bacak daha... Tepeye doğru baktı. Ceset parçaları oradan atılıyordu nehre. Kimseyi göremedi. Tekrar nehirde akıp gelen parçalara yöneldi. Bir baş... Hızla atılıp iki eliyle kavradı. Göğe doğru kaldırdı. Uzun saçlı, sakallı , esmer bir adammış. Dişleri beyaz, gözleri siyah... Anlında kırmızı bir nokta var. Bir Hintli olmalı. Yurtsuz da böyle düşündü ve bağırdı: “Bir Hintli. Peki bu kadar kuzeyde ne işi var?” Öyü: Cevher Veli KARAKOÇ
31
İllustrasyon: Buğra Batuhan BERAH Turan DERTLİ
Haberler
2014
6. Türk Çizgi Roman Okurları Ödülleri Kategorileri
Basın Bülteni İstanbul Erkek Lisesi tarafından düzenlenen 12. Uluslararası Altın Boğa Kısa Film Yarışması‘na başvurular başladı. En iyi kısa film yönetmeninin “Altın Boğa Özel Ödülü”ne sahip olacağı yarışmaya lise düzeyindeki herkes katılabilir. Yarışmaya, düzenlendiği yıllar boyunca Türkiye’nin farklı illerinden ve kültürlerinden 800’ü aşkın kısa film katıldı. Yarışmanın önceki jürileri arasında Zeki Demirkubuz, Onur Ünlü, Hasibe Eren, Erkan Can, Atilla Dorsay, Yekta Kopan gibi pek çok alanında yetkin yönetmen, oyuncu ve sinema yazarı bulundu. Ayrıca her yıl sonunda organize edilen ödül törenlerinde genç yönetmenlerin ustalarla bir araya gelmesini sağlandı. Türkiye’nin dört bir yanından öğrencileri sinemaya teşvik etmek ve bu alanda başarılarını ödüllendirmek amacıyla düzenlenen yarışma, bu yıl uluslararası platforma taşınarak farklı kültürleri sinema çatısı altında bir araya getirmeyi hedefliyor. Son başvuru tarihi 1 Mayıs 2015 olarak belirlenen Altın Boğa Kısa Film Yarışması hakkında detaylı bilgiye, katılım koşullarına ve ön başvuru formuna http://www.ielsinema.com/ adresinden ulaşılabilir.
32
1 - En İyi Editör 2014 2 - En İyi Yabancı Yazar 2014 3 - En İyi Türk Yazar 2014 4 - En İyi Türk Çizer 2014 5- En İyi Grafik ve Uygulama 2014 6 - En İyi Yabancı Çizer 2014 7 - En İyi Çevirmen 2014 8 - En Favori Karakter 2014 9 - En İyi Comics Dizisi 2014 10 - En İyi Fumetti Dizisi 2014 11 - En İyi Frankofon Dizisi 2014 12 - En İyi Manga 2014 13 - En İyi Grafik Roman (Tek Sayılık Albüm) 2014 14 - En İyi Çr Basan Yayınevimiz 2014 15 - En İyi Okur İlişkisi Kuran Yayınevi 2014 16 - En İyi Kapak 2014 17 - En İyi Mizah Çizgi Romanı 2014
18 - En İyi Çizgi Roman Yayınlayan Mizah Dergisi 2014 19 - En İyi Mizah Çizgi Roman Çizeri 2014 20 - En İyi Çocuk Çizgi Romanı 2014 21 - En İyi Çocuk Çizgi Romanı Yayınlayan Çocuk Dergisi 2014 22 - En İyi Çizgi Roman Araştırmacısı 2014 23 - En İyi Çizgi Roman Araştırma Yazısı (Gazete, Dergi, İnternet) 2014 24 - En İyi Çizgi Roman Satış Noktası (Sahafiye, Kitabevi) 2014 25 - En İyi Çizgi Roman Haber-İnceleme Site/Blog 2014 (Aday olarak, online çizgi roman paylaşımı yapmayan site ve bloglar kabul edilecektir) 26 – En İyi Çizgi Roman Sitesi 2014 (Aday olarak, online çizgi roman paylaşımı yapmayan site ve bloglar kabul edilecektir) 27 - En İyi Çizgi Roman Facebook Sayfası 2014
Daha fazla bilgiye bu linkten ulaşabilirsiniz. http://cizgiromanokurlariplatformu.blogspot.com.tr/2015/01/6-turk-cizgi-roman-okurlar-odulleri.html
33
Öykü
Temizlik
“İşte geliyorlar!” dedi öğretmen. Öğrenciler başlarını gökyüzüne çevirdiler. Bulutların arasından çıkan uzay gemileri ateş etmeye başlamıştı bile. Işınların ilk hedefi köpeğini gezintiye çıkaran yaşlı bir kadın oldu. Kadından geriye giysilerinden ve altın yüzüğünden başka bir şey kalmadı. “Anne! Anne!” diye bağırdı bir çocuk sevinç içinde. Bademciklerini yeni aldırmıştı. Üzerinden geçen gri diske el salladı. “Hey! Hey!” Bir saniye sonra dondurması kaldırımda eriyordu. Çocuk gitmişti, diğer milyonlarcası gibi. Saldırı başlayalı iki dakika bile olmadan insan nüfusu yarıya inmişti. Öğrenciler heyecan içinde olup bitenleri izliyorlardı. Ne kadar da şanslıydılar. Bu kez yalnızca yirmi öğrenciye tanıklık izni verilmişti. Gri diskler hiç ıskalamıyordu. Ne saklanacak yer, ne kaçacak zaman vardı. Işınlar yağmur gibi yağıyordu. İnsanlar hiç var olmamış gibi yok olup gidiyorlardı. Saldırı üç dakika kırk altı saniye sonra son buldu. İnsan ırkı yeryüzünden silinmişti. Uzay gemileri de tıpkı insanlar gibi yok oldu. Bulutların arasına dalıp gözden kayboldular. Arkalarında bıraktıkları dünya sessizliğe gömülmüştü. Öğretmen alnına dokunup zihin transferini sonlandırdı. O da, öğrencileri de Altair 4 gezegenindeki bedenlerine geri döndüler. “İnsanlar tamamen mi yok edildi?” “Evet,” dedi öğretmen. “Kozmos Çeşitlilik Komisyonu evrenin insan ırkından arındırılmasına karar verdi. Onlar hastalıktı çocuklar. Tehlikeliydiler.” “Birbirleriyle savaştıkları doğru mu?” “Doğru. Zekâları gelişip teknolojileri ilerledikçe birbirlerini öldürecek yeni yöntemler keşfediyorlardı. Gezegen ve diğer türler için büyük tehdittiler. Tüm bunlar yetmezmiş gibi Mars’a yerleşmenin hayalini kuruyorlardı. Atalarımızın gezegeni olan Mars’a çocuklar. Buna izin veremezdik.” Kapı vızıldayarak açıldı. Gezegen Temizlik Filosu’nun kaptanı sınıfa girdiğinde büyük bir gürültü koptu. Çocuklar bir kahramanı yakından görmenin heyecanı içindeydiler. Kaptanı, spagettiye benzeyen kollarıyla selamladılar. İleride bu filoya katılmak hepsinin hayaliydi. “Selam olsun sana!” “Dünya barışın hüküm sürdüğü bir gezegen artık!” diye bitirdi konuşmasını kaptan. Tezahüratlar eşliğinde sınıftan ayrıldı. Ders bitmişti. Çocuklar evlerine dağıldılar. İçlerinden ikisi turuncu göğün altında ilerliyordu. Yaşadıkları tecrübeyi ailelerine anlatmak için sabırsızlanıyorlardı. “Ne gündü ama!” “Babam bunu çoktan hak ettiklerini söyledi. Zaten İkinci Gezegen Savaşı'nı çıkardıkları gün yok edilmeleri gerekiyormuş.” “Baban Evrensel Kültür Bakanlığı’nda çalışıyordu, değil mi?” “Evet,” diye yanıtladı diğeri. “Kültür Bakanlığı, yüz on altı dünyalı yazar belirlemiş. Bu yazarların eserleri Evren Kütüphanesi’ne katılacak.” “Okumak için sabırsızlanıyorum.” “Harika kitapları var. Babam dünyalı yazarların kitaplarına bayılır. Doğum günümde Poe isimli bir yazarın kitabını hediye etmişti bana. Muhteşemdi!” “Ne garip bir isim. Dünyalılar gerçekten tuhaf canlılardı.” “Evet. Zamanlarının çoğunu savaşmaya harcamışlar.” “Büyük kayıp,” dedi diğeri. “Poe’nun kitabını okumak isterdim.” “Tabii ki! Sana ödünç verebilirim. Bayılacaksın.” Turuncu gök birden karardı. Öğrenciler başlarını göğe kaldırdılar. Kültür Ürünlerini Toplama Gemisi üstlerinden geçiyordu. Gemi, seçilen dünyalı yazarların eserlerini Evren Kütüphanesi’ne taşımaktaydı. Öykü: Kadri Kerem KARANFİL
34
İllüstrasyon: Cihan Oğuz DEMİRCİ
35
Röportaj
Röportaj
Erhan TUNCER
Bir Yadigar Ejder Kitabı... Belki de bu kitaba şehir efsanesinin ölümü de diyebiliriz. Sağolsun Erhan Tuncer bizim yerimize tüm meraklarımızı gidermiş. Yadigâr Ejder yaşasa ve Türkiye’de filmlerin televizyon gösterimlerinden telif alabilse 200’ün üzerinde filmde rol alan bir efsane bu durumlara düşmezdi derdik ama söze ne hacet her şey O kitapta yazılı aslında. Hep röportajı okuyun derler ya bu sefer kitabı okuyun diyorum… Bir Yadigâr Ejder Kitabı bir efsanenin parlayışını ve yitip gidişini, şehir efsanelerinin yıkılışını anlatıyor. Ben de kitabın yazarı ve üçüncü adam bloğunun kurucusu Erhan Tuncel’le bu güzel kitap hakkında röportaj yaptım… Bize birkaç cümle ile Erhan Tuncer kimdir, anlatır mısınız? İstanbul-Üsküdar doğumlu, Güzel Sanatlar Sinema bölümü mezunu, sinemaya ve edebiyata tutkuyla bağlı biriyim. Yazmaya, yönetmeye, üretmeye çalışıyorum. Hayata dair söyleyeceklerim var ve bu nedenle mesleğimi en iyi şekilde sürerek, nitelikli-özgün eserler üretmek uğruna hevesle mesai harcıyorum. Sinema sevginiz nereden geliyor? Ufacık, ama dipsiz kuyu gibi bir soru bu… Hayatı algılamaya ve anlamaya çalıştığımdan beri film izlemeyi hep sevdim. Aile bireylerim –ve özellikle bizimle birlikte yaşamakta olan halam- sayesinde öncelikli olarak yerli filmlere oldukça ilgi duyar hale geldim. Yaşım ilerledikçe dünya sinemasına dair eserler de izleyerek, bu işin bir ‘sanat’ olduğunu ve oldukça kuvvetli bir anlatım aracı olduğunu gördüm. Babamın aldığı ufak bir el kamerası ile 2002 yılında, mahallemde-parkımda deneme çekimleri yapmaya başladım. O dönemler adına ‘kısa film’ onlarca görüntü kaydettim. Kameramı televizyona bağlayarak, çektiğim ilk görüntüleri izlediğim zamanı hatırlıyorum; büyülenmiştim. Üsküdar-Doğancılar Parkı’nda bir çocuk yürüyor, başka bir çocuk da ona mantar tabancası ile ateş ediyordu. Vurulan çocuk yere düşüyor, vuran çocuk korkuyla kaçıyordu. Şimdilerde gülümseyerek izlediğim o görüntülerin çekimi esnasında elime aldığım kamerayı hala bırakmadım. Bırakmayı da düşünmüyorum.
36
Üçüncü Adam blogu nasıl ortaya çıktı? Bilinçli bir şekilde okumaya başladığım ilk yıllardan beri Sait Faik’i, Orhan Veli’yi, Orhan Kemal’i sevdim ben. Çok sevdim hem de… Yazdıklarını defalarca okudum. Esnaf bir ailenin çocuğu olduğumdan dolayı da onların yazdığı insanları neredeyse her gün dükkânımızda görüyordum. Kendimi bildim bileli insanları gözlemlediğimden ve ‘büyük’ hikâye ve kişilerin değil de, ‘küçük’ hikâye ve kişilerin peşinde olduğumdan, aklımın bir yerlerinde tutkunu olduğum sinemamızın karakter oyuncularına dair ‘bir şeyler’ yapmak isteği, günden güne gelişiyordu. 2009 yılında, benim gibi sinemamıza tutkun, grafiker arkadaşım Gürkan Bayar ile birlikte kurmuş olduğum blok, başlarda bir ‘hobi’ olarak başlasa da, sinemaseverlerin ilgisi ile yıllar geçtikçe bir ‘misyon’a dönüştü. Onlarca karakter oyuncumuzun aileleri, arkadaşları ve hayranları bize ulaşmaya başladılar ve Üçüncü Adam gitgide büyüyerek, ayda ortalama 50 bin kişi tarafından ziyaret edilen bir blog haline geldi. Bizlerden ilgisini esirgemeyen tüm okurlarımıza, sizin vesilenizle bir kez daha teşekkür ederim. Üçüncü Adam sitesinde onca karakter oyuncusu hakkında bilgi yazmış-araştırma yapmışken neden Yadigâr Ejder kitabı yaptınız? Özellikle sevdiğim ve özel yaşantılarını merak ettiğim birkaç karakter oyuncumuz var. Bunların en başında Yadigâr Ejder geldiğinden, ‘Taksim parkında açlıktan donarak öldü…’ haberleri içimi acıtıyor, ‘Nasıl olur da kimse yardım etmez?’ diye düşünüp duruyordum. Onun trajik sonunu detaylarıyla öğrenmek adına bir dizi araştırma yapmaya başladım 2012 yılında. Meslektaşları ve onu tanıyanlarla yaptığım röportajlar doğrultusunda ‘donarak öldü’ haberinin gerçeği yansıtmadığı kanaatine vardım. Vardım ama bu durumda da ortaya başka sorular çıkmaya başladı. Niçin böyle bir haber yapmışlardı ve ölümü ile ilgili niçin net bir bilgi yoktu? Bu soruların da cevaplarını öğrenmek adına yoğun bir araştırma yapmaya başladım. Araştırmalarım esnasında Üçüncü Adam vasıtasıyla bana ulaşan, Yadigar Ejder’in yeğeni Özlem Erdoğan Çelik, birçok sorunun cevaplanmasına ve onun yaşamını tüm detaylarıyla öğrenmene sebep oldu. Özlem Hanım’ın annesi –Yadigâr Ejder’in kız kardeşi- ile yapmış olduğum röportaj da, kitabımın temelini oluşturdu ve böylece ‘Bir Yadigar Ejder Kitabı’ okuyucuyla buluşabilecek olgunluğa geldi. Peki, bilgi kirliliği ve şehir efsaneleri sizi kitabı yazarken ya da blogu yaparken nasıl etkiledi? Bahsettiğiniz tüm yalan-yanlış bilgiler ve efsaneler, onları çürütmeye çalıştığım için kitaba ve bloğa olumlu anlamda katkı sağladı diyebilirim. ‘Deniz dalgalanmadan durulmaz’ misali, sıkı bir araştırma neticesinde, tüm bilgi kirliğinin altından, temiz bir gerçeklik bulduğuma inanıyorum. Yalnızca Yadigâr Ejder
37
Röportaj
Röportaj
ile ilgili çalışmalarımda değil, Üçüncü Adam’daki tüm çalışmalarım için geçerlidir bu. İstanbul’a geldiğinde Memduh Ün’e söylediği ”Kan davasından yattım”, sonra başkalarına anlattığı “askerde komutanımı vurdum”, Hocaya tokat attım öldü”, “Sevdiğim kızı vermediler kaçırdım”… Peki, sizin kitabı yazarken tanıdığınız Yadigâr Ejder Hasan Erdoğan’ın anlattığı kadar korkak mıdır aslında? Onu tanıyan tüm dostları ve Hasan Erdoğan’la röportaj yaparken yanımızda olan tüm aile fertleri, tanıdıkları Yadigâr Ejder’in ürkek ve çekingen bir insan olduğunu önemle belirttiler. İstanbul’a geldiği ilk yıllarda, yeni girdiği ortamlarda kendini korumak ve etrafına korku salmak adına bu tarz hikâyeler uydurduğunu çeşitli örneklerle öğrendim. Bu örnekler neticesinde ikili ilişkilerinde ‘korkak’ diyemesek de, ‘biraz ürkek’ diyebiliriz zannediyorum. Gerçekte oynadığı filmler sinematografisinde sizin de yer verdiğiniz gibi 224 mü yoksa bir yerlerde kaydı tutulamadığı için tam olarak bilinemiyor mu hala? Kitabın ‘filmografi’ kısmında da belirttiğim üzere, zannediyorum ki henüz ulaşamadığımız onlarca filmi var. Bu filmlerin de büyük bir kısmı 80 sonrası video filmler. Sizin de kitabınızda yer verdiğiniz oyunculuğunun bitmesindeki Kemal Sunal faktörü, gerçekten Kemal Sunal’la işini etkileyecek kadar ciddi bir problemleri olmuş mu? Kitapta bu konuyu ‘rivayetler’ olarak belirttiğim için, herhangi bir ‘Kemal Sunal faktörü’nden net bir şekilde söz etmek mümkün değil. Kitapta yazdığım iki olayın da somut bir kaydı yahut şahidi yok. Lakin tüm bunların ötesinde Yadigâr Ejder’e son yıllarında ciddi bir ambargo uygulandığı açık bir gerçek. Nedenini kendisi son röportajında ‘Yapımcıların tümüyle kavgalıyım…’ olarak belirtse de, ne nedenlere kavgalı olduğu bilinmiyor. Yadigâr Ejder film yapmadığı zamanlarda o yıllarda nasıl geçiniyordu? Başka bir mesleği yaptığı iş, bir geçim kaynağı var mıydı? Sağdan soldan –sıklıkla oyuncu arkadaşlarından- borç alarak günlerini geçirdiğini biliyorum. Aralıklarla İstanbul’da yaşayan akrabalarına gitse de, tam manasıyla hiçbir akrabası ile uzun süreli vakit geçirmemiş. Yani halk tabiri ile kimseye ‘eyvallah’ı olmamış. Aldığı borçlarını da eline geçtiğinde sadakatle ödemiş. Yalnız yaşamayı kendi tercih etmiş biri ayrıca. Son yıllarında TRT’nin televizyon filmlerinde, şov programlarında ve Ferhan Şensoy’un kısa komedi dizilerinde ufak roller aldığından aralıklarla para
38
kazandığını biliyoruz. Bir de yine son yıllarında bakanlık şimdinin parası ile 700 TL gibi bir para vermiş kendisine. O parayı da birkaç hafta içinde bitirdiğini öğrendim yakın dostlarından. Oynadığı filmlerde neden farklı kişiler seslendirmiş Yadigâr Ejder’i? O’nun gerçek sesini duyabileceğimiz bir filmi var mı? Gerçek sesini TRT için yapılmış olan, başrolünü Mehmet Ali Erbil’in oynadığı Himmet Ağa’nın İzdivacı adlı televizyon filmi ile, Ferhan Şensoy’un 1988 yapımı Köşe Dönücü adlı filmde duymak mümkün. Vücut yapısının zıddına oldukça kibar ve naif bir ses tonu var kendisinin. Kitapta siz de hayali bile olsa Yadigar Ejder’le röportaj yapıyorsunuz. Nasıl yaptınız röportajı, “yarın öbür gün bu da şehir efsanesi olur” düşüncesi var mı? Hayal ettim… Sadece hayal ettim ve içimden geldiği gibi yazdım. Biyografisinde yer vermediğimin birkaç anekdotu da eklemeye özen gösterdim. Kitabın yazım sürecinde şehir efsanelerini ve rivayetleri ne kadar çok sevdiğimizi en açık haliyle gördüm. Bu nedenle bir yerlerde ‘son röportajı’ diye okursam şaşırmam. Ben de 1988 yılında geldim İstanbul’a, ne zaman İstiklal caddesine çıksam yüzlerce-binlerce insan içinde fark edilir bir şekilde uzun boyu ile dolaşırdı caddede. Yanında her zaman 2-3 arkadaşı olurdu, bazen küçük çocuklar onu görünce korkar ağlardı sokakta. Bazen de insanlar gülerek bakar şakalaşırdı. Genelde de şakalaşırdı. Benim gördüğüm Yadigâr Ejder böyle birisiydi. Peki, yaşadığı yer nasıl bir yermiş? Hayatının neredeyse tamamının ucuz otellerde geçtiğini, sadece Kemal Sunal filmlerinden para kazandığı dönemde lüks otellerde yaşadığını biliyoruz. İstanbul’a gelip film piyasasına girdiği ilk yıllarda, yapım şirketlerinin malzeme depolarında ve Sivaslı gazino sahiplerinin yardımıyla gazinonun belirli mekânlarında yattığı da yakın dostlarından öğrendiğim önemli bilgiler. Bir de siz kitabı ilk “çıkıyor” diye duyurduktan sonra sanki biraz geciktirdiniz. Bunun bir sebebi var mıydı? Kitabımın gecikmesinin 2 temel sebebi var. Birincisi kitap normalden daha kaliteli, sarı, pürüzsüzparlak bir kâğıda basıldı. Kitabın baskısı Ankara’da yapıldığından ve orada bu tür bir kâğıt bulunmadığından, İstanbul’dan sipariş edildi. Kâğıdın gelmesi belirli bir süre aldı. Bir diğer neden de kitabı baskıya yolladığım gün, kişisel facebook hesabıma ‘Ben Yadigâr’ın yakın arkadaşıyım, birlikte çekilmiş fotoğraflarımız var,
39
Röportaj
Röportaj dilerseniz yollayabilirim.’ yazılı bir mesaj geldi. Hevesle mesaja cevap yazdım ve gördüğüm 3 fotoğraf karşısında oldukça duygulandım. Çünkü Yadigâr’ımızın kişisel fotoğraflarının sayısı oldukça azdı. Bu yeni fotoğraflar, onun sosyal yaşantısını daha iyi anlayabilmemizi sağlayacaktı. Hemen yayıncımı arayıp, baskıya başlamadılarsa biraz daha beklemeleri gerektiğini söyledim. Mesaj atan beyefendiyle de iletişimimi sıklaştırıp ondan mümkünse anılarını da yazmasını istedim. Sağ olsun, var olsun, oldukça ilgili davrandı ve 3 sayfalık altın değerinde anılarını kitap için yazdı... Fotoğraflar ve o altın değerindeki anı, Servet İnan adına kitapta yer almakta. Bu iki nedenden ve yayınevinin iş sırasından kaynaklı sebeplerle biraz bekledik. Umarım okurlarımızın beklediğine değmiştir.
Belgeselin devam bölümleri çekildi ve TRT Belgesel ile aylar önce sözleşmesi imzalandı. Birkaç evrak probleminin aşılmasının ardından sırasıyla; Hakkı Kıvanç, Yavuz Karakaş, Necdet Kökeş, İhsan Gedik, Hasan Yıldız ve Mehmet Uğur bölümleri önümüzdeki aylarda izleyici ile buluşacak.
Türk sinemasının 100. Yılında çıkarttınız bu kitabı. Üçüncü Adam bloğu hala devam ediyor, iyi de gidiyor. Bundan sonrası için yeni bir kitap düşüncesi var mı? Şimdi isim vermek doğru olmaz lakin iki karakter oyuncumuz için daha ön hazırlıklara başladım diyebilirim. Çalışmalarım olgunlaşınca Üçüncü Adam’dan gerekli duyuruları yapacağım.
Birkaç yıl önce birkaç defteri bulunan ve bunlar Kaldırım Destanı olarak fanzin tarzıyla yayınlanan Masist Gül’le ilgili pek bir bilgi bulamadım blogda umarım yakın bir zamanda onu da eklersiniz. Çalışmalarımız arasında ismi var. Uygun bir zamanda kendisi ile ilgili bilgiler paylaşmaya çalışacağım.
İnternet bir tüketim ortamı, Üçüncü Adam gibi gerçek içerik üreten bloglar ise tamamen içerik üretenlerin kişisel çabaları ile ayakta duruyor. Üçüncü Adam ve benzeri blogların araştırarak kafa patlatarak oluşturduğu metinler bulduğu resimler kaynak gösterilmeden alıntılanıyor ya da çalınıyor. Böyle şeyler başınıza geliyor mu sizin de? Hevesinizi kırıyor mu? Birçok çalışmamız ve belirli bedeller ödeyerek edindiğimiz lobi kartlarından faydalanarak hazırladığımız fotoğraflarımız kaynakça belirtilmeden alınıp muhtelif blog ve facebook gruplarında kullanılmakta. Bu konuda kullanıcıları uyarmak maalesef kar etmiyor çünkü karşınızda çoğu kez gerçek bir kişi değil, sahte bir hesap bulunuyor. Bu durumda da ne yazsanız, ne söyleseniz kar etmiyor. Benzer durumlar karşısında hevesim kırılıyor diyemem. Çünkü verdiğim emeğe saygı duyanların sayısı, bu tarz saygısızca paylaşımda bulunanlardan çok daha fazla.
Bu kitabı ve bloğunuzu yazarken size çok ilginç gelen durumlar vardır elbette, röportajı bitirirken bu anılardan birini anlatır mısınız? İlginç -ve bir o kadar da trajik- olan en önemli durum, 200’den fazla filmde oymamış Yadigâr Ejder’imizin vefatı ile ilgili neredeyse her arkadaşının farklı bir olay anlatmasıdır. Kitabın yazım sürecinde yaptığım röportajlar sonucunda, her gün farklı bir vefat bilgisi ile karşılaştığımı hiçbir zaman unutmayacağım.
Bize zaman ayırdığınız için teşekkür ederiz. Ayrıca sizi çocukluğunuzda sinemaya karşı bilgilendirenilgilendiren halanıza da saygılarımızı sunarız. Allah uzun ömür versin. İlgi ve alakanız için ben teşekkür ederim. Size ve tüm sinemaseverlere de keyifli okumalar dilerim… Röportaj: Ahmet YÜKSEL
Sinemamız zamana ayak uydurup değişirken yeni Üçüncü Adam’lar yetişiyor mu? Mesela sizin site içeriğindeki oyuncuların yaşı 60 üzeri ya da vefat etmiş kişiler. Sizin gözünüze takılan “iyi” karakter oyuncuları, üçüncü adamlar çıkıyor mu? Yoksa sadece bir nostalji bloğu mu Üçüncü Adam? Üçüncü Adam, karakter oyuncularımızdan hareketle sinemamız üzerine araştırmalar yapan bir blogdur. ‘Nostalji bloğu’ olarak algılanmasında, çoğu vefat etmiş karakter oyuncularımızın yer almasının payı büyük olsa da, bloğun temel dinamiklerinin ‘nostalji’ kavramının çok ötesinde olduğunu belirtmek istiyorum. Blogdaki çalışmalarım, belgesel projem ve kitabım, sinemamız üzerine yapmakta olduğum arkeolojik kazıların bir ürünüdür. Vaktim el verdiğince bu uğurda daha çok mesai harcayacağım ve çok üreteceğim. ‘Yeni Üçüncü Adamlar yetişiyor mu?’ sorunuza cevabım ise; maalesef hayır. Karakter oyuncularımızın neredeyse her filmde bazen farklı, bazen aynı konumda boy gösterdiği o dönem artık bitti. Üçüncü Adamlara dair diye de bir belgeseliniz var TRT’de yayınlanan. Hem senaristliğini hem de yönetmenliğini yapmışsınız. Yine bu tarz çalışmalar olacak mı?
40
41
Kitap İnceleme
Öykü
Günahların Bekçisi
KAÇAK Komiser Tahsin’i Bilir misiniz?
BÖLÜM 8 – Kırılma Noktası
“Biz uyuyunca, rüyalar uyanır.” Grillparzer Detaycılıktan hoşlanır mısınız? Benim gibi satır aralarına bakıp birşeyleri görmekten hoşlanan biriyseniz eğer «Kaçak» tam size göre bir roman dostlarım. «Kaçak» biraz bilim kurgu, biraz polisiye ama çoğu zaman siyasi polisiye ve hayal dünyamızı sarsacak kadar gerçekçi izler taşıyan olay örgüsüyle bizlere «hoşgeldiniz» diyor. Parapsikoloji belki biraz da gerilim. Heyecan ile süslenip servis edilmiş. “Kaçak”ı okurken yaşayacağınız deneyimleriniz lüks bir restorantta sevdiğiniz ama beraber tatmadığınız lezzetleri içeren bir servisten farksız olacaktır. Bitmiş olmasının verdiği hazla daha çok fazlasının açlığı. İlk satırından itibaren kendinizi merak içerisinde okurken bulacağınızı garanti ediyorum. Ve öylesine mükemmel bir son ile karşılaştırıyor ki yazar bizleri, etkisi uzun soluklu oluyor. Öylesine mükemmel bir son ile karşılaştırıyor ki yazar bizleri, etkisi uzun soluklu oluyor.
“Hiç Lucid Dreaming’i duydunuz mu?” – Prof Atılhan Saygın Öyle bir rüya içerisinde hayal edin ki kendinizi, uçsuz bucaksız bir evren içinde tüm kontrol düşüncelerinizde, tek yapmanız gereken kontrol altına almak. “Lucid” rüya bunu verir size, herşeyin kontrolü sizdedir, belki “Tanrı”sınızdır o rüyada, her istediğiniz olur ve gerçekliği yaşamak istemezsiniz belki de artık. Kaçak’ı okurken her polisiye romanına yaptığınız muameleyi yaparsınız yanılırsınız, zira bu romanda karşılacağınız olay örgüsü “gerçek dünya” mahalinde olmayacak. Belki gerçek hayattır orası ve belki de o gerçek sandığımız hayat; dünyada uyuduğumuzda gördüğümüz rüyalardır? Berkin. Bu ismi hala bilmeyenleriniz var ise şayet sizler bu kitabı okuduğunuzda ve Berkin adını gördüğünüzde asla hissettiklerimi hissedemeyeceksiniz. Zaten hala Berkin adını duymadıysanız ve hala merak etmiyorsanız, sizin kırk fırın «Ekmek» yemeniz gerektiğini söyleyebilirim. Berkin güzel bir rüya içerisinde hala uyuyor ve belki de büyüyordur, kim bilir? Yazarımızın bu duyarlılığı - ki bir yazarın yapması gerektiği gibi; kalemi ile destek vermesi durumunu çok içten şekildetakdir ettiğim bir detay oldu. Teşekkürler Alper Kaya. Berkin ismini her okuduğumda içimdeki sızıyı canlı tutmayı başardığın için... Komiser Tahsin›i bekleyen olaylar silsilesi karşısında, soğukkanlı yönünün ön plana çıkışını görüyoruz. Karşısında mücadele edilmesi çok zor ve güçlü insanların olması Komiser Tahsin ve yardımcısı Necip pes etmemelerine şahit olacaksınız. Komiser Tahsin ve Necip›i çok fazla göremiyoruz sayfalar arasında. Bu rahatsız edici bir durum değildi benim için. Kaçak ismine aldanıp önyargılı şekilde kitaba yaklaşmamanızı öneririm. Genelde kitabın ismi ile uyumlu bir öykü okumayı diliyoruz. Bu kitap için geçerli olmayan bir durum. Kitabın verdiği hissiyat ile kitabın adı örtüşmüyor. Belki de bu yüzden şaşkınlığımız beklentilerimiz dışında gelişen olayları okuduğumuz içindir. Çünkü yazarımız okuyucularını kukla gibi istediği şekle sokuyor ve istediği biçimde düşünmemizi sağlıyor. Yazar’ın aklındaki çok parlak bir soruyu sorgulamış roman. “Lucid rüyalarda beraber olsaydık, ne olurdu?” ve «Bizler katil olarak mı doğuyoruz yoksa sonra mı katil oluyoruz?» Beklenmedik bir finali yanlış tahminler yapmaya itmeden okura sunan olay örgüsü ile “Kaçak”, günlerce sorgulamanıza sebep olacak fikirler dolduracak beyninize, kim bilir, belki de Freud haklıdır. Kulağınıza fısıldayacağım bir şey daha var. Yaklaşın, yaklaşın... Serinin ikinci kitabını da okumak ister miydiniz?
Sana hikayemi anlatmak istiyorum. Gerçek deliliği tadana kadar kendini deli sanan bir adamın hikayesi. Her şeyin bir başlangıç birde kırılma noktaları vardır, başlangıç noktası hikayenin başladığı nokta değildir sadece kimsenin umursamadığı o sıkıcı giriş kısmıdır ama kırılma noktası senin gerçek başlangıcındır. Aynı annenin rahmine düşüp doğumuna kadar geçen süre gibi, senin hikayen anne rahmine düştüğün zaman değil doğduğun zaman başlar. Benim kırılma noktama giden süreç gökyüzünde gürleyen şimşeklerin sesi ile uyanmamla başladı. Yüzükoyun çamurun içinde yatıyordum, ellerimden kuvvet alarak doğrulmaya çalıştım. Yüzümü çamurdan çıkardığım an bedenimi dayanılmaz bir acı kapladı. Sağ elimi yüzüme bastırdım ve elimdeki sıcaklığı hissettim. Hafızam yavaş yavaş yerine geliyordu, bu noktaya varmadan önce ikimizde ağaçların arasında deli gibi koşuyorduk. Deli dediysem mecazi anlamda değil, bazı anlar vardır, neler olduğunun farkındasındır ama hareketlerini kontrol edemezsin. İşte bizde o andaydık, gerçek deliliğin olduğu anda. İkimizde sevdiklerimizi kaybetmiştik, ikimizde birbirimizi suçluyorduk ama orada asıl olanı ikimizde fark etmiyorduk. Gerçek hep gözünün önündedir ama çok geç olana kadar onu göremezsin işte bizde öyleydik tek istediğimiz birbirimizi öldürmekti. Üzerime atladı ve beraber göle yuvarlandık, biraz boğuştuğumuzu hatırlıyorum, sonra eline geçirdiği bir taşı suratıma vurdu, işte gerçek deliliğin güzelliği de buradadır, delilik anında acıyı hissetmezsin sadece bir darbe ve etinin ezildiğini hissedersin, acı sana çok sonra ulaşır. Bir makalede okumuştum, eli kesilen bir insan kesik elini görene kadar şiddetli bir acı hissetmezmiş, kesik eli gördüğü zaman beyin şok dalgası yarar ve acı içinde çığlık atmaya başlarmış. Ama bu çığlıkların büyük kısmı acı değil korku çığlığıymış. Belki de delilik anında aldığın yarayı fark etmediğin için acı hissetmiyorsundur, ya da beyin o yarayı umursamıyordur. Her neyse önemli olan deliliğin sana verdiği güç ve cesarettir. Yüzüm dağılmıştı ama buna aldırmadan bende ona bir darbe vurdum ve suya düşüp başı kayaya çarptı ardından o tatlı ve huzur dolu karanlık geldi. Ne kadar zaman geçti bilmiyorum tek bildiğim uyandığımda halen gece olduğuydu. Sonrasını biliyorsun yüzümün parçalandığını fark ettim, nerede olduğumu anlamak için etrafa bakınırken gölün diğer tarafından gelen polis sirenlerini duydum. Onlar beni bulmadan kaçmam gerekiyordu, ormanın içinde uzun süre yürüdüm ve Konya yoluna çıktım. Orada kendimi bir arabanın önüne attım, adamcağız çok yardımcıydı, beni gölde içki içen serserilerin bu hale getirdiğini sanıyordu, halbuki bu zamana kadar böyle bir olay hiç yaşanmamıştı ama söz konusu içki olunca kim ne derse inanırsın. Neyse benim arka koltuğa uzanmama yardım etti sonrada şoför koltuğuna geçip gaza basarak en yakın hastaneye göttik. Dikişler atılıp yüzüm sarıldıktan sonra polislerin gelip soru sormak istediğini hatırlıyorum, eğer başınıza gelenler medyaya düşmediyse yaptıkları tek şey budur, soru sorarlar, eşkâl alırlar, sonra savcı gelir bir kaç soruda o sorar, o zamana kadar akıllı bir katil bütün izleri yok etmiştir bile, işte sana çözülemeyen bir cinayet. Polislerin beni görmesini göze alamazdım yerimin ortaya çıkmaması gerekiyordu o halen hayattaydı peşimden gelecekti, hastaneden kaçmanın bir yolunu bulmalıydım. Hiç gece acile gittin mi bilmiyorum inanılmaz bir kalabalık vardır, aklına gelebilecek her türlü yaralanma ve hastalık için gelirler. Bir tane nöbetçi
Salih AŞIK & Öznur BAYCAN
42
43
Öykü doktor yüzlerce hastaya bakmak zorundadır, tam bir hengâme yaşanır eğer ciddi bir rahatsızlık olduğunu anlarsa polikliniklere sevk eder ve orada uzman doktorlar sana bakar. Yüzü parçalanmış ve yeni ameliyat olmuş biri yoğun bakım dışında bir yerde tutulamazdı tabi ki. Yoğun bakımların güzelliği ise acillerin tam tersine sessiz olmasıdır, istediğin gibi rahatça hareket edebilirsin ve istediğin her yere ulaşabilirsin. Tabi benim yüzüm sargı içinde olduğu için fazlası ile dikkat çekiciydim. Ama bu yeni bir kimlik almamı sağlayacaktı. Önce eşkâli bana benzeyen bir hasta aradım, bayağı zor oldu ama başardım, kimliğini aldım, üzerime uyan eşyalar ile biraz para ve tabi birde çakmak aradım. Ardından ilaç dolabına giderek üzerinde yanıcı ve parlayıcı işareti olan her şeyi alarak yoğun bakımdaki diğer hastaların üstüne döktüm. Çakmağı çakıp üzerlerine attığımda hiçbiri uyanmadı sanki mangaldaki bir et parçasıymışçasına yandılar. Hastane o kadar kalabalıktı ki acile gittiğimde artık görünmez olmuştum ya da öyle olduğumu sanıyordum, dışarı çıktığımda her yerde polis arabaları vardı, başta benim için geldiklerini sandım biraz düşündükten sonra aynı hastaneye gelebilecek diğer önemli hastayı hatırladım. Cemil de bu hastanedeydi. Geri dönüp onu öldürmek istedim, fakat yangın benim kaçmamı sağlarken onunda daha sıkı korunmasını sağlamıştı. Polisler onun için etten duvar örüyorlardı. Artık kovalamaca bizim için bitmişti. Sabah haberlerde o geceki katliyamdan bahsediyordu Cemilin komada olduğunu öğrendim, kafasını çok şiddetli çarpmıştı, hastanede 17 kişi ölmüştü, içlerinden birin. Bense bütün bu olanlar için onu suçluyordum, eğer benim üstüme bu kadar gitmeseydi, Günahlarını kabullenip cezasına razı olsaydı bunlar yaşanmıycaktı. O suçluydu ben ise masumdum. Hatalarımızı kabullenmemek insanların doğasında olan bir şeydir, ayağımızı sandalyeye çarpsak ilk suçlayacağımız yakınımızda olan biri ya da yolumuzun üzerinde durduğu için sandalyedir, benim hatamdı ya da dikkatsizdim demeyiz. Bende aynen bu şekilde yaptım bütün suçu Cemil’e attım insanları rahatça öldürmeme izin vermeliydi ama o dayanamayıp peşimden gelmişti. Televizyonlar boy boy onun kahramanlıklarını anlatıyordu, evinde onu nasıl tuzağa düşürdüğüm, Leyla’nın tavandan nasıl üstüme düştüğü, Cemil’in parçalanmış bir kol ile beni nasıl takip ettiği, ve Eymir de Mustafa ve Tufan'ın ölüşü, ardından Tufan'ın oğlu Yiğit'in kaçmasını ama benim onu bulup Cemil ile beraber yakarak öldürmeye çalışmam her şey bütün haber kanallarında her gün yarım saat boyunca anlatılıyordu, ben ise en fazla 10 dakika anlatılıyordum. O kahraman bir polisti bense cinayetlerine kılıf uyduran günahların bekçisi. Hiçkimse gerçeği göremiyordu, ben olmasam o kahraman olamayacaktı, her şeyini bana borçluydu bense kaybettiğim her şeyi ona borçluydum. İşte deliliğin dağılıp her şeyin bir anda parlak bir ışıkmış gibi belirdiği o an geldi, yani kırılma anı. Cemil'in hiçbir suçu yoktu oda benim gibi yapması gerekeni yapıyordu, ben Leyla’yı tavana çivilemek gibi saçma ve mantıksız bir şey yapmasaydım kendine geldiğinde aşağıya düşmek için çırpınmasa bile eninde sonunda çiviler onu daha fazla tartmayacak ve üstüme düşürecekti. Kendimi yaratıcı olmaya çok fazla kaptırmıştım, neler yaptığım hakkında en ufak bir fikrim dahi yoktu sadece insanları değişik şekillerde öldürerek tarihe geçmek istemiştim. Leyla’yı tavana çivilemek ne kadar zor bir işti anlatamam işte bu benim yaptığım ilk hataydı. Önemsiz bir katil olup çıkmıştım, yeni bir sansasyonel haber gelene kadar belki 1 hafta daha manşetlerde kalırdık sonrasında ise zaten unutulup giderdik. O an egomun çöktüğünü hissettim, bunca şeyi bir hiç uğruna yapmıştım, sadece insanları öldürmekten zevk aldığım için kendime bir amaç verdiğime inandırmıştım. Bu şekilde devam edersem sonunda hapisteki o önemsiz katillerden biri olup çıkacaktım. Ama benim istediğim yıllar sonra dahi efsane olarak anılmaktı. Artık yapmam gerekeni biliyordum, efsane olup yüreklere gerçekten korku salmak için ne yapmam
44
45
Çizgi Roman Ön Okuma
Öykü gerektiğini biliyordum. 6 yıl boyunca bütün hamlelerimi planladım, bütün taşları düzenledim, her şeyin defalarca tek tek üstünden geçtim, hatta bunun için Cemil'in yanına gidip ondan yardım dahi aldım ve artık ölümsüz olmak için hazırım. Bekçi bıçağını çıkarıp karışında bağlı duran adamın göğsünde gezdirmeye başladı. Öldürmek istediğim biri var, hem de çok istediğim biri. Bıçağımın onun göğsünü yardığında çıkardığı sesi duymak istiyorum, kalbini avucuma alıp sıktığımda korku ile çarptığını hissetmek istiyorum, gözlerinde hayatının sönüşünü görmek istiyorum, çaresizliğin kokusunu almak istiyorum, ölüm onu alırken bıraktığı soğukluğu tatmak istiyorum. Beni engelleyecek tek şeyin Cemil olduğunu düşünüyorlar, fakat Cemil benim için bir engel değil, o benim avıma ulaşmam için gereken en önemli basamak. Herkes benim nihai amacıma hizmet edecek ama hiçbiri bunu bilemeyecek. Nefesim enselerinde ölüm gibi dolaşılacak, ben onları alana kadar orada olduğumu dahi bilemeyecekler. Kurbanı bekçinin dudaklarında beliren o korkunç sırıtıştan hikaye faslının artık bittiğini anlaşmıştı. Birçok katil görmüştü, birçok infaza şahit olmuştu ama etrafına böylesine korku salabilen birini ilk kez görüyordu. "Neden ben?" diye sordu. Satranç da şah'ın önünü açmak için önce piyonları öldürmen gerekir. Sen insanları öldüren korkak bir piyondan başka bir şey değilsin. Yanında arkadaşların olmadan kaç kişi ile yüzleştin? Kalabalık halde gidip zavallı kurbanını alıp elini kolunu bağladıktan sonra ona işkence yapıp öldürürken kendini erkek mi sanıyordun? Senden korkak bir fare bile olmaz, ben seni tek başıma avladım, hem de hiçbir hile olmadan. Gece tam karşına çıktım ve seni kolayca yere serdim. Gerçekten güçlü olsaydın bana karşı koyabilirdin, ama sen arkasındakilere güvenen korkak bir domuzdan başka bir şey değilsin. İzin verirsen artık sana gerçek korkunun ne olduğunu göstermek istiyorum. Hayatımız boyunca hep bilmediğimiz şeylerden korktuğumuzu sanırız, mesela karanlıktan korkarız, karanlığın içinde saklanmış katiller, canavarlar olduğunu sanırız, aslında korktuğumuz şey karanlık değildir, katilleri ve canavarları gerçekten görmekten korkarız. Dışarıda kopan fırtınadan çok fırtınanın bıraktığı hasarı gördüğümüzde korktuğumuz gibi. Bekçi eline bir kask aldı ve kurbanının başına geçirdi. Adam ne olduğunu anlamamıştı, kendini bir anda odanın diğer uzunda kendisine bakarken bulmuştu. “Başına taktığım kaskın içinde basit bir LCD ekran var.” Yürüyerek odanın diğer ucundaki kamerayı aldı ve başına geçirdi. Artık bekçi başını nereye oda çevirirse orayı görüyordu. Bekçi alet tezgahının önüne gitmiş bıçakları ile oynamaya başlamıştı. “Kurbanlarını öldürürken aldığın zevki düşünmeni istiyorum, onları doğrarken yüzlerindeki o yalvarış ifadesinden aldığın zevki bir düşün. Peki onların yerinde sen olsaydın ben seni parçalarken kendini görseydin aynı zevki alırmıydın? Ya da şöyle sorayım, seni nasıl kestiğimi göremesen daha az acı ve korku mu hissederdin. En ince bıçağını alıp adamın yanına gitti, "Sana sadece bir delinin cevap verebileceği bir soru sormak istiyorum." Kurbanının kulağına eğildi, sıcak nefesi kurbanının sol kulağını yalarken karşısındakinin kanını donduracak şekilde fısıldadı. Delilik nedir? Öykü: Kıvılcım ARDUÇ
46
İllüstrasyon: Ali Eren ŞAHİN
47
48
49
50
51
52
53
Yazar'ın Kaleminden
Yazar'ın Kaleminden
Benim "KELEBEK, Bir Başka Dünyanın Efsanesi" Maceram … Kelebek, bir başka dünyanın efsanesi çizgi romanının senaryosunu yazışımı hiç unutmam. Bir bahar sabahına uyandım Ankara’da. Evdeydim. Açıp pencereden dışarı baktım. İlham verici bir atmosferdi. Yemyeşil çimler, kuş cıvıltıları, uçuşan kelebekler… Şöyle dedim kendi kendime “Oğlum yeter salladığın yaz şu öyküyü yoksa unutacaksın o olacak!”. Oturdum yazdım. Bugüne ulaştık. KELEBEK, Bir Başka Dünyanın Efsanesi çizgi romanının ilk senaryosunu işte bu şekilde kaleme aldım. Kaleme aldım almasına ama onu bir türlü hayata geçiremedim. O zamanlar çocuk tiyatrosu yapıyor, animasyon gösterilerinde yer alıyor, çocuk ve çocuklar için sanat konularında yoğun çalışmalarda bulunuyordum. Yaratıcı drama seminerleri, atölyeler, kurslar hep peşlerinden koştuğum şeylerdi. Bir de başta Anadolu olmak üzere dünya masallarıyla mitolojileri. Ha, bu kadar iş arasında bir de fanzin olarak çizgi roman dergisi çıkarıyor hayalimi gerçekleştirerek çizgi roman yazarlığı yapıyordum. Ama dedim ya kısmet olmadı o zamanlar KELEBEK’i çizdirmek. Sene 1998 ve ben hayli kafa karışıklığı yaşayan, birçok konuda ders alan ama hayatını ne şekilde devam ettireceğini bir türlü kestiremeyen genç bir adamdım. Gerçekten yazarlık yaparak yaşamımı sürdürebilecek miydim? Mümkün müydü ki öyle bir şey? Hem de çizgi roman yazarlığı yaparak? Değildi, olmadı! KELEBEK, Bir Başka Dünyanın Efsanesi… Bu çizgi romanımın spoilersiz özeti olsun: Kelebek, cinsiyetsiz bir çocuk çizgi romanda. Kendi türündekiler gibi ölümsüz ve sonsuz güçlere sahip. Hatta öyle güçlü ki kendi dünyalarındaki bütün hayvan ve böcek türlerine akıl ve evrim bahşetmişler. Ancak onların karşılıksız sevgisine akıllanan ve uygarlık (!) kuran yaratıklar savaşla karşılık vermişler. Hatta çocuk Kelebeklerden birini öldürerek diğerlerinin kırgınlık yaşayarak dünyayı terk etmesine sebep olmuşlar. Derken günlerden bir gün bir kozadan bir çocuk Kelebek geri dönüvermiş dünyasına. Sonra da dolu dolu bir macera yaşamış, bu süreçte de tek kelime etmemiştir. Konuşmuyor çocuk Kelebekler anlayacağınız. Sözcüklere gereksinim duymuyorlar. Çocuk deyince aklıma cinsiyet gelmiyordu hiç onu fark etmiştim o yıllarda. Gerçi hala da öyle. Çocuk bana göre cinsiyetsiz bir mucize. O yüzden çocuk Kelebekleri o şekilde hayal ettim hep. Aslında çıplak çizilmesini de çok istedim ama “yanlış anlaşılır” denilerek giydirildi. Sonra çocukların konuşmalarından yetişkinlerin beklentisine uygun bir konuşma beklemiyordum ben. Çocukça bir konuşma bekliyordum. Hatta konuşmalarını da beklemiyordum çok. Çocuğun çocuk olarak sadece varlığıyla dünyamıza kattığı neşeyi, sevgiyi, hoşgörüyü, sabrı, eğlenceyi hissediyordum ve sözcüklerin bu hislere ihanet edebileceğinden endişe ediyordum. Konuşturmadım bu yüzden Kelebek’i hiç. Gerek yoktu sözcüklere. Bir de çocuğun varlık olarak mucize oluşu vardı ki o da onun sınırsız hayal gücüyle gerçekleşen gizem ve sihirlerin kaynağıydı bana göre. Bu nedenledir ki çocuk Kelebek sınırsız sihrin sahibiydi hikayemde. Ama büyüyordu da çocuklar göz açıp kapayana kadar. Çabucak. Bu yüzden kahramanımın adının Kelebek olup kozadan doğmasını istedim ben.
Çabuk biten çocuklukla bir günlük hayata sahip Kelebek’in aynı yaşam süresine sahip olduğunu göstermek istedim bir yandan. Elbette içimizde yaşattığımız çocukluğumuzun da ölümsüz olduğunun altını çizmeyi hedefleyerek. Ve bu yoğun düşünceler nasıl hayat bulacak, nasıl bir kurguyla bir araya gelecek diye kara kara düşünürken bir çizime denk geldiğimi hatırlıyorum. Çizime uzun uzun baktım ve “Tamam” dedim “Yazılabilir ve çizilebilir”. Hemen yazdım. Aylarca düşündükten, plan yaptıktan sonra bir defada. Çizerlerle görüşmek, onlara bu senaryoyu okutmak ve çizdirmek zor oldu diye hatırlıyorum. Birçok kişi üzerine atladıysa da ilk sayfalardan sonrasını getiremediler çoğunlukla. Özellikle çocuk Kelebek’i çizdirmek tam bir karmaşaydı. Kanatsız, duyargasız bir çocuk Kelebek çizmek istemedi çoğunluk. Haliyle her deneme hüsranla sonuçlanıyordu. Buna bir de çizerlerimizin günlük ruh durumuna göre değişen çizgileri de eklenince proje hepten hayaller çöplüğüne doğru yol alıyordu. Derken sevgili Necmi Yalçın çoğu çizerden daha uzun süren bir dirençle bazı karakterleri oluşturdu, bazı sayfaları çizdi ama iş yarım kaldı o yıllarda. İş sarktı. Ek olarak Ankara’dan İstanbul’a taşınmam, ajansımı açmam, iş-güç peşinde koşturmam, işleri oturtmam, “Çizgi Roman Senaryosu” tezimi/kitabımı yazmam hep bu paralelde gerçekleşti. Koşullar gereği öncelik sırası da değişti. Derken kafam rahatlayınca ben ilk senaryoyu bir kenara bırakarak yeni bir hikaye kaleme aldım. Bu sefer tek öyküyü yedi bölüme ayırmayı tercih ettim ama. Böylece her bölüme bir çizer yetecekti ve çizerlerin uzun soluklu bir çalışmada solukları kesilmezken ruh halleri de çizgiler üzerinde etkili olacak zaman bulamayacaktı. Üstelik ben her bölümün mesajına uygun bir çizer de bulabilecektim bu sayede. Tam da arzu ettiğim gibi oldu. Önce yeni hikayeyi Necmi Yalçın’a pas ederek karakterleri çizmesini rica ettim. Konuşa konuşa çocuk Kelebek, savaşçı Bog ve ozan Kemancı’nın tiplemelerini oluşturduk. Ardından da çizer görüşmelerine başladım. Tayfun Sezer, Emrah Çıldır, Emre Çıldır, Sibel Bozkurt ve Erinç Kaan yaklaşık bu sırayla dahil oldular projeye. 2009 yılında bu kadro çizimlerine başladı. Fırat Yaşa ise 2011’de katıldı kadroya ve hızla çıkardı sayfalarını. Bize sürekli destek olan ve KELEBEK, Bir Başka Dünyanın Efsanesi’ni basacağını bildiren bir de yayınevimiz vardı o yıllarda. 2012’de basılacağına kesin gözüyle baktığımız kitap bazı gerekçelerle yayınevinden geri dönüverince büyük hayal kırıklığı yaşadık desem yalan olmaz. Kitap elimde öylece kaldığımı hatırlıyorum bir de. Hatta bir süreliğine yıldığımı da hatırlıyorum beri yandan. Ama şu oldu bu oldu 2014 yılı Kasım ayında Çizgi Düşler ani bir kararla çalışmayı basmaya karar vererek ciddi bir sürpriz yaşattı bizlere. KELEBEK, Bir Başka Dünyanın Efsanesi basılalı hepi topu 3 ay oldu. Etkinlikler, atölyeler, okul görüşmeleri, çizgi romanın duyurusu daha tam oturmadı. Planlamalar ve organizasyonlar ancak oturuyor. Satışlar ne durumda hiçbir bilgimiz yok. İşin komik yanı ise okuyanların devamını talep eden mesajlarını ve maillerini alıyor olmamız. Devamı olacak mı, hiç öngöremiyoruz. Şimdilerde benim Bomonti’de oyun sergilediğim kültür merkezinde çizgi roman atölyeleri hazırlanırken Çizgi Düşler – D&R işbirliğiyle çizgi roman atölyeleri düzenleniyor. Atölyelerde Erinç Kaan, Necmi Yalçın, Sibel Bozkurt’la ben yer alıyoruz. Önümüzdeki günlerde çeşitli üniversitelerde de KELEBEK, Bir Başka Dünyanın Efsanesi çizgi roman etkinlikleri gerçekleşecek, çizgi romanımızın aşamaları alana ilgi duyan genç arkadaşlarla paylaşılacak. … Böyleyken böyle. 1998’den günümüze akıp gelen bir çizgi roman KELEBEK, Bir Başka Dünyanın Efsanesi. Ben yazdım, onlar çizdi, şunlar bastı, bunlar okudu, bazıları da hani bunun devamı diye sordu… Özetlemem gerekirse diyeceğim odur ki “Arkadaşlar yılmayın, inançla işinize sahip çıkın, çizgi roman hayallerinizi gerçekleştirin. Sonra haber verin hep birlikte okuyalım.” Ümit KİREÇÇİ
54
55
Röportaj
Röportaj
Şahin KARAKOÇ
Çizgi Roman'ın Altın Yıllarının Bir Tanığı Gölge’de Aslan Şükür ile başlayıp Yücel Köksal ile devam ettiğimiz kapak çizerleri üçlemesini Şahin Karakoç ile bitirelim istedik. Malum kendisi Teks’in efsane yayıncısı Çetin Karakoç’un oğlu ve çizgi romanın altın yıllarının bir tanığı. Yine Fatih Okta ve Mehmet Kaan Sevinç’ten biraz soru desteği alarak fotoğraf sanatçısı arkadaşım Mustafa Cambaz ile birlikte Şahin Karakoç’un Kadıköy’deki stüdyosuna gittik, hoş bir sohbet ettik.
Siz Teks çizgi romanlarının Türkiye’deki efsane yayıncısı Çetin Karakoç’un oğlusunuz, bize çizgi romanla nasıl tanıştığınızı anlatır mısınız? İstanbul’a ilk geldiğimizde babam Teks mecmuasının yayınına yeni başlamıştı, ben çok küçük olduğum için büyük ustaların, Yücel Köksal’ın, Cemal Dündar’ın, Abdullah Turhan’ın yanına gidip onların çalışmalarını izlerdim sürekli. Bana ödev verirlerdi, şunu çiz-bunu çiz derlerdi. Yaz tatillerinde de birçok kitabı alıp, birçok dergiyi yüklenip plajda satardım. İlk defa orada çizgi roman satarak para kazandım, çok keyifli bir şeydi. Sonra da ister istemez bu işin içine gömülüyorsunuz. Peki babanızın yanında nasıl bir çizim eğitimi aldınız? Benim ilk çizim denemem şöyle olmuştu: Babam beni Abdullah Turhan’ın stüdyosuna götürdü, Abdullah Ağabey bir kare çizdi,“Buraya şu resmi yerleştir”dedi. İstediği resim Hayat Mecmuası’nın ortasından kesilmiş, Fatih’in İstanbul’un fethinden sonra surlardan şehre girişini gösteren bir tabloydu. Şaşırdım tabii, korkunç kazık bir iş. Küçücük de bir kare. “Ben şimdi yemeğe gidiyorum, geldiğimde bu bitmiş olsun,” dedi. Gitti, bir saat sonra döndüğünde ben resmi bitirmiştim, çok beğendi. “Ne kadar zamanda yaptın bunu?” dedi, “Gittiğinizden beri çalışıyorum,” dedim. “Çok yavaşsın,” dedi. Fark ettim ki beni yanına almayı düşünüyormuş o sırada, ben henüz 14-15 yaşlarında falandım. Çok güzel bir deneyim olmuştu benim için. Sonrasında Cemal Dündar’ın yanına gittiğimde de resimlerim vardı, çıkarttım portfolyoyu, baktı; “Bir kâğıt al oradan ve karala,” dedi, “Ne karalayayım abi?” dedim, “Karala,” dedi tekrar, “al eline kalemi şöyle (daireler çizerek) karala,” dedi, “Niçin ağabey?” dedim, “Bileğin açılsın,” dedi. Sonrasında bana yumurta resmi yaptırdı. Baya akademik bir eğitim verdi bana kısa bir süreçte. Tabii sonradan rakip olacağımızı bilse herhâlde bunu
56
yapmazdı. (gülüşmeler) Tabii onlar çok iyi ustalardı, tabii çok faydaları oldu bana. Böyle başladı macera. Bu işe profesyonel olarak girişim, orta son sınıfında Nil Yayınlarının sahibi Adnan Şakrak, Altın Kanat ve Rakar diye iki çizgi çizgi roman çıkartmaya başladı. Beni gördü, “Sen Çetin Karakoç’un oğlu musun?” dedi, “Evet,” dedim. “Ben duydum, sen resim de yapıyormuşsun,” dedi, “Yapıyorum abi,” dedim, “Peki bunlara kapak yapar mısın?” diye sordu. Ben şok oldum. Çizgi roman kapağı yapmak inanılmaz bir şey o zamanlar. “Yaparım,” dedim. Yaptım dört tane kapak ve bastı bunları. Babama götürdüm, masasının üstüne koydum. “Bunlar ne?” dedi, dedim “Bak bakalım.” Açtı baktı, altında imzamı gördü “Bunları sen mi yaptın?” dedi, “Evet,” dedim. “O zaman Teks mecmuasına kapak yapar mısın?” dedi. Teks mecmuası o zamanlar çok büyük bir dergi olduğu için “Yaparım tabii,” dedim, çok sevindim. “Ne kadara yaparsın?” dedi, “Baba senden para mı alacağım ben?” dedim. “İş başka dostluk başka, beğendiğimi alırım beğenmediğimi almam,” dedi. Teks gibi bir dergiye de lise birde kapak yapmaya başladım. Peki, kapak yapmayı siz kimden devraldınız? O sırada Yücel Ağabey de kapak yapıyordu, Cemal Ağabey de. Ağırlıklı olarak onlar yapıyordu. Ben de okuldan fırsat bulursam çiziyordum. Yatılı okuyordum o zamanlar, yatılı okulda yapıyordum. Yaptığım kapakların çoğunu da alıyordu babam. Belki babalık hissiyle, bilemiyorum tabii. 78-79’lara kadar bu böyle sürdü, sonra kitap kapağı yapmaya başladım yayınevlerine; Altın Kitaplar, Kelebek yayınevi, İnkılap Kitabevi, Cep kitapları. Bunlar daha özgün işlerdi, benim kitapları okuyup ortaya bir şeyler koymam gerekiyordu. Kitapları okuyup ya da çok geniş bir özet alıp resimlemek için günlerce düşündüğüm oluyordu. Benim için çok özgün ve keyifli işlerdi. Peki iyi bir çizgi roman okuru muydunuz? Mesela Tommiks’i çok severdim. Teksas’ı da çok severdim Çelik Blek’i. Sezen Yalçıner, Tay Yayınlarının sahibi, çıkarttığı ilk çizgi roman Tom Braks’tı. Tom Braks; Teksas, Tommiks ve Kinova’dan sonra çok büyük bir yenilikti ve çok tutuldu ilk başlarda. Sezen Yalçıner’in yanında çalıştım o sıralarda. Kaligrafiyi öğrendim, Ferdi Sayışman’la tanıştım. Ustaları ilk tanımam babam yayıncılığa başlamadan önce Sezen Yalçıner’in yanında başladı. Sezen Yalçıner’in bu mesleğe girmemde etkisi babam kadardır neredeyse. Amca dediğim, çok sevdiğim bir insandır. Siz kapak çizmeden önce kaligrafi mi yaptınız? Hayır, kapak çizdiğim zamanlar Teks’in, Swing’in, Zembla’nın kaligrafilerini yaptım uzun bir süre.
57
Röportaj
Röportaj
Biraz da babanız Çetin Karakoç ve yayıncılığından bahsedebilir misiniz? Babam Çetin Karakoç. Adapazarı’nda yaşarken babamın çok yakın dostu Sezen Yalçıner, annemin de sınıf arkadaşıydı aynı zamanda, çizgi roman yayıncılığına başlamaya karar veriyor ve Tom Braks’ı çıkartıyor. O sırada telif almaya gittiğinde eline başka dergiler de geçiyor, bu Teks dergisi de geçiyor. Erdoğan Egeli o sırada yayıncısı Türkiye’de Ceylan Yayınları. Sezen Yalçıner’e çok geliyor bu kadar çeşit çizgi roman dergisi, zaten çok fazla kadrosu da yok. Babama teklif ediyor dergi çıkartır mısın diye. Babam masabaşı adamıdır ve zeki bir adamdır. Çok kitap okur. Sezen Yalçıner’in teklifi babamı keyiflendiriyor, İstanbul’a gelip Teks mecmuasını çıkartmaya başlıyor. Bir çeşit rakip oluyorlar aslında. Güzel bir rekabet sürüyor. Babam Teks’e çok emek verdi, İtalya’ya gitti, iyi ressamlarla çalıştı, İtalya’dan gelen misafirlerini ağırladı, Bonelli’yi ve sanıyorum Calep de geldi bir dönem. Çok severek yaptı bu işi. Dürüst bir adamdı, sanatçılara, ressamlara, kaligraflara son derece dürüst davrandı. Fakat nedense çok çizgi romana girmedi, Eylül Yayınları altında yayıncılığa devam etti, roman yayınladı. Teks’i Türkiye’de 480 sayı çıkartmak da az bir şey değil. Kuşe kapaklı, çok iyi bir baskı kalitesiyle başarılı bir dönem geçirdi. Hâlâ şöyle duyuyorum; En iyi Teks yayıncısı Çetin Karakoç, derler. Tabii o dönemde Swing’de Zembla’da çok kaliteli çıkıyordu. Okur çoktu tabii. Hatta o sıralar Teks’in filminin yapılmasını bile önerdiler babama ama bilemiyorum finansal kaynaklar mı engelledi. Hatta birtakım görüşmeler de olmuştu, sanıyorum İskender Doğan diye bir oyuncu var, Teks’e çok benzetirdi babam ve onun oynaması için de bir takım görüşmeler de yaptı. Böyle bir süreçti. Peki siz Babıali’de çalıştınız mı? Babıali ressamlığı döneminiz oldu mu? Kapak ressamlığı dönemimde bir atölyem olsun istedim, bir arkadaşımla ortak İstanbul Valiliği’nin karşısında bir binanın en üst katında küçük bir büroda çalışmaya başladık. Sonrasında yaptığım işler çoğalınca daha iyi bir yere geçtim. Birkaç arkadaş aynı büroyu kullandığımız zamanlarda oldu, bunlar arasında Ragıp Derin, Yalçın Dağlı gibi arkadaşlar vardı. Almanya’da yaşayan illüstratör arkadaşımız Ertuğrul Edirne gelip birkaç arkadaşla birlikte bir grup kurmamızı istedi. Bir grup kurup Almanya’ya çalışmaya başladık. Ben Almanya’ya yaklaşık 480 tane dergi kapağı yaptım. Bunlar banliyö dergileriydi, dört tanesini bir araya getirip cilt de yapıyorlardı, bunlar romandı; western, science fiction, korku romanlarının kapaklarını yapıyorduk ve posta yolu ile gönderiyorduk kapakları. Beğenilenler alınıyor ve anlaşmalı yayınevlerine dağıtılıyordu. Çoğu kapağımız kabul ediliyordu, geriye dönüş çok az oldu. İlk başlarda guaj isteniyordu sonrasında yağlıboya, akrilik isteniyordu. Bütün teknikleri denedik orada. Bu iş de epey uzun sürdü. Tabii biz bunları yaparken buradaki piyasayı kaybetmek gibi bir handikap da vardı. Ve buradaki piyasayı da
58
kaybettik. Çünkü bize oradaki arkadaşlarımız “Ya bize yoğun olarak çalışın ya da Türkiye’deki piyasaya çalışın” diye bir alternatif sundular. Biz de getirisi daha fazla olduğu için Almanya’ya çalışmayı tercih ettik. Almanya piyasasının işi azalmaya, bitmeye başlayınca yeniden yerli piyasaya dönmeye başladık. İşte o zamanlar Altın Kitaplar, İnkılap Kitabevi, Cep kitapları, Nil yayınlarına çalışmaya başladım. Çizgi roman kapağı yapmak daha ikinci planda kaldı benim için. O sıralarda hiç çizgi roman çizdiniz mi? Hayır. Hiç çizgi roman yapmadım. Sadece deneme aşamasında kaldı. Yurt dışına renkli bir çalışmaydı o da, 10 sayfalık bir şeydi. Oraya götürülüp lanse edildi ama tamamlanmamış bir şey olduğu için hayata geçmedi. Sizin film afişleriniz de var. Film afişi çizmeye ne zaman başladınız? Film afişi çizmeye Özen Film’le birlikte başladım. 1987-88 yıllarıydı sanıyorum. Özen Film’in sahibi beni aradı, herhâlde kitap kapaklarında filan ismimi görmüş olmalı ki “Film afişi yapar mısın bize,” dedi. Bir illüstratör için en keyifli işlerden biridir. Hem büyük boyutlu çalışıyorsunuz, görsel bir bombardımandır film afişi. Artistleri çiziyorsunuz, konuyu anlatıyorsunuz, yaptığınız iş bazen daha da büyütülüyor; dev gibi görüyorsunuz, sinemalara asılıyor. Çok keyifli bir şey. Beyoğlu’ndaki sinemada da oynuyor, Kadıköy’deki sinemada da oynuyor. Her yerde kendi afişlerinizi görebiliyorsunuz. Tual Film, Film Pop, Avşar Film’le de çalıştım. Güzeldi film afişi yapmak. Sonra reklam ajansları ile çalışmaya başladım. Tabii bunlar diğer mecraları görerek sizi arıyorlar. Bir arkadaşın vasıtasıyla “Şöyle bir iş var, yapar mısın reklam ajansına Şahin?” dendi. “Ben hiç anlamam, reklam bilmem, nasıl olcak bu iş?” dedim, “Sana konu vereceklar, yapacaksın, sadece biraz daha özen göstermen titiz çalışman lazım. Reklam aynı anda çok kişiye ulaşan, çok çabuk ulaşan ve çok çabuk tüketilen bir şey olduğu için süre de çok kısıtlı”. Güzel Sanatlar Reklam Ajansı’ydı ilk sanıyorum. Onlara bir iş yaptım sonrasında bütün reklam ajansları ile çalışmaya başladım. Reklam ajansları ile çalışırken yaptığım işin karşılığını aldığımı düşünüyordum. Reklam şirketlerine iş yapmanın sadece bir handikapı var; imzanız yok orada. O zamanlar hiç yoktu, şimdi reklam ödülleri var, Kırmızı ödüllerinde, Kristal Elma’da illüstrasyonu kimin yaptığı, fotoğrafı kimin çektiği imzanızı atmasanız bile artık biliniyor. O dönemlerde illüstrasyona airbrush girdi, illüstrasyona bir hacim getirdi, büyü getirdi, onu da denedik. Sonra ne yazık ki bu iş gitgide dijitale dönmeye başladı. Ne yazık ki diyorum ama dijitalin biz de çok faydasını gördük tabii ki. Arşivleme açısından, doküman açısından çok yararını gördük ama reklam şirketleri daha fotografik, daha Photoshop büyüsü ile yapılan işler tercih etmeye başladılar ve piyasadaki birçok illüstratör arkadaşımız, fırça ve boya ile çalışan, airbrush ile çalışan pek çok arkadaşımız dijitale dönmek zorunda kaldılar. Şimdi bana reklam ajanslarından sadece Photoshop’un yapamadığı, fotoğrafının çekilemediği
59
Röportaj
Röportaj
işler gelmeye başladı. Bu da iş potansiyelini oldukça azalttı. Ama bu tabi bizim gibi ülkelerde geçerli bir şey. Şöyle bir örnek vereyim, Amerika’da bir illüstratör arkadaşım “Nasıl olur da Türkiye’de illüstrasyon bu kadar çabuk dijitale dönebilir? Mesela Amerika’da çıkan bir Eşek dergisi var, bu aylık çıkar, dedi. Bu derginin tamamı illüstrasyondur, dedi. Amerika’nın pek çok ünlü, başarılı illüstratörleri buraya eşek resimleri çizerler, dedi. Mesela atıyorum; Arizona’nın çift toynaklı eşekleri, Colorado’nun kısa kulaklı eşekleri gibi. Bir çiftçilik ülkesi olduğu için de müthiş bir tirajı var ve böyle pek çok dergi var ve bunların tamamı illüstrasyon,” dedi. Tabii orası dev bir piyasa, burada öyle bir şey mümkün değil. Türkiye’de tamamı illüstrasyon olan, bir zamanlar Bütün Dünya diye bir dergi çıkardı. Sonradan İnkılap Kitabevi yayınlamaya başladı bunu. Benim çocukluktan beri ilgimi çeken mükemmel bir dergiydi. Karikatürler, illüstrasyonlar vardı içinde. Öyle bir dergi bir daha çıkmadı. Bir zamanlar Doğan Kardeş vardı, bilirsiniz. O da mükemmel bir dergiydi. Yerli çizgi romanlar da, telif çizgi romanlar da vardı içinde. Çok keyifliydi ama şu anda yok. Öyle bir dergi yok. 1001 Roman çıkardı. 1001 Roman bizim hastalığımızdı çocukluğumuzda. Bir de kurucularından olduğunuz İllüstratörler Derneği vardı. İllüstratörler derneği neden kuruldu, neden ihtiyaç duyuldu? Daha çok reklam ajanslarına çalışan illüstratörler bir araya geldik, haklarımızı korumak adına, illüstrasyonu tanıtmak adına, Türkiye geneline daha çok yaymak adına bir dernek oluşturalım dedik. Bir fiyat birlikteliğimiz olsun dedik. Üç arkadaş girdik bu işe, bunu hayata geçirmek için belli bir illüstratör sayısına ihtiyaç vardı, bunu oluşturduk. Çok uzun süreli toplantılar yaptık. Ben başkanı olmadım, kurucusuydum, hep yönetim kurulunda bulundum. Başkanlığı hep bizden daha büyük ağabeylerimize verdik. Bir ara 5060 kişiye kadar çıktı sayımız. Bursa’dan gelen arkadaşlar da vardı; Anadolu’nun bir başka köşesinden gelen arkadaşlarımız da. Reklam ajansları İllistratörler Derneği’ni muhattap aldı, şöyle bir işte kimi çalıştırmak lazım, şöyle bir işte kimle çalışmak lazım, diye danıştılar. Ama yine bir süre sonra kopmalar başladı, tabii bunda en önemli etken mali kaygılar. Dernek olarak çok ses getiren çok katılımcılı çok büyük sergiler de açtık. AKM’deki sergimizde 300 tane orijinal illüstrasyonu sergiledik. Çok iyi bir katılım oldu. Biz derneği kurduğumuzda İllüstrasyonun adı bile bilinmiyordu. Bilgisayarla, Google ile bu deyimler dilimize yerleşti. Ve bir gün kapattık İllüstratörler Derneği’ni. Hâlâ telefonla arayıp “İllüstrasyoncular Derneği mi?” diye soranlar var. Derneğe basındaki, çizgi roman piyasasındaki, kitap kapağı çizen illüstratör arkadaşlarımızı da davet ettik ama onlar bir türlü gelemediler bir türlü ısınamadılar. Çocuk Çizerleri Derneği var, Grafikerler Meslek Kuruluşu diye bir örgüt var bunun da içinde illüstratörler var. Kitaplar çıkartıyorlar, ödüller veriyorlar, çok başarılı ve büyük bir örgüt. Ama sonradan öğrendim ki bütün dünyada bu böyleymiş. Amerika’da İllüstratörler
60
Derneği var mesela buraya etamin işleyenler de üye olabiliyormuş, o da illüstrasyona giriyor. Çok geniş kapsamlı bir örgüt. Türkiye örgütten korkan bir toplum olduğu için biz bunu Türkiye’de yapamadık, genç arkadaşlarımız da götüremediler. Tabii bunların hepsi bitti ve ressamlığa döndünüz. Ne zaman karar verdiniz Teks kapağı değil de resim çizmeye? Bir de resim maceranızı dinleyelim sizden. Resim hep benim içimde ukde olan bir şeydi aslında. Zaten hep küçük küçük denemelerim oluyordu ama dedim ki kendime; Benim artık belli bir yaştan sonra resme ağırlık vermem lazım. Belki 75 yaşında illüstrasyon yapamayabilirsiniz ama resim yapabilirsiniz. Resim çok daha farklı bir boyut. Resim sadece sizin beyninizden çıkan bir şey. Size ait olan bir şey. Bir seri ile başlayayım dedim bu işe ve müzisyenlerle ilgili bir seri yaptım. Onla bir sergi açtım. Sonra sanat fuarlarına katıldım. Baktım ki resim beni daha da çok çekti içine. Tabii reklam ajanslarından gelen işleri geri çevirmiyorum, film afişi de gelse yaparım, kitap kapağı da gelse yaparım ki geliyor ara ara. Bırakmadım bunları da, sevdiğim bir şeyi neden yapmayayım? Resim maceram biraz oğlumun da girişimiyle yurtdışına taşındı. Amerika’ya gittim, orada birçok galeri gezdim, birçok müze gezdim. Birçok tanıdığım, yaşayan artistlerin orijinallerini gördüm galerilerde. Bu beni daha da fişekledi. O piyasaya girmiş sayılmam ama orada resim de sattım. Resim yaparak tanınmak, bu işten para kazanmak çok hoş bir şey. Bundan sonra da herhâlde böyle gidecek. Peki ilk serginiz neredeydi? İlk sergim çok keyifli bir sergiydi, Göztepe’de Pastoral Sanat Galerisi’nde. Açtığım ilk sergi olmasıyla da çok önemli bir sergi benim için. Ankara Sanat Fuarı’nda iki defa bir galeri ile birlikte çalıştım. Karma sergilerde görüldü çalışmalarım, fazla bir kişisel sergi yapmadım. Bir seriniz daha var bunu Amerika’da sergilemeyi düşünüyorsunuz galiba. Amerika’da sergilemeyi düşünüyorum ama buradan da gelecek tekliflere açığım. Amerika’da anlaştığımız galeriler var bayağı da iyi galeriler bunlar. Bunun şöyle bir handikabı var; bu resimlerin hepsinin şaselerinden çıkartılıp rulo yapılıp yurt dışına toplu olarak çıkacağı için akademiye götürüp bunlara “Tarihî eser değildir” diye damga vurduruyorsunuz, tüm resimlerin üzerine kendi fotokopileri yapıştırılıyor. Tarihî eser kaçakçılığından, antika kaçakçılığından şüphelendikleri için böyle bir prosedürleri var. Sonra Amerika’da yeniden şaselere çakılıyor. Bu resim için yıpratıcı bir süreç. Türkiye’de de birkaç teklif var, önce bunu değerlendireceğim, sonra oraya taşıyacağım sergiyi. Ya da tam tersi olacak.
61
Röportaj
Röportaj
Peki, yine en başa dönecek olursak; biraz bize Sezer Yalçıner’den bahsetseniz. Sezen Yalçıner beni daha 13-14 yaşlarımdayken çağırmıştı. “Şahin gel yaz tatilinde, ben Tom Braks diye bir dergi çıkartıyorum, bana burada yardımcı ol, hem de bir çizgi roman dergisi nasıl çıkartılır gör” dedi. Resme meraklı olduğumu biliyordu tabii. Yanında hiç kimse yoktu, bir tek sekreteri vardı o da bu işle ilgileniyordu. Bir de ben… Tom Braks öyle çıktı. Ben 13 yaşında bir çocuk olduğum için sadece getirgötür işleri yaptım. Önce yurtdışından Bonelli firmasından satın alınmış, telifleri ödenmiş, sayfalar Türkçeye çevrilir. Bunlar filme çekilir. Ferdi Sayışman kaligrafisini yapacak “Bunları al Şahin Ferdi Sayışman’a götür” derdi. Götürürdüm. Çevirileri kim yapıyordu? Sümer Gükrer diye bir hanım yapıyordu, sonradan Teks mecmuasını da o çevirdi. Ay Barka da Teks çevirdi. Acaba bayanlar mı iyi çizgi roman çevirisinde? Yok, çok iyi İtalyanca bildiği için. Sonra Ayla Düz çevirdi. O da bayan. (gülüşmeler) Doğru. İnci Aslıer var, o da Büyülü Rüzgâr’ı çevirdi. Ay Barka daha sonra çalışmaya başladı çevirmen olarak ama o sanırım kadrolu olarak çalıştı. İşte böyle başladı, Sezer Yalçıner “Şahin git Yücel’den kapağımızı al” derdi, tabii bunlar çizgi romanın basım aşamaları, tabii ben bu arada Ferdi Sayışman’ı çok iyi tanıdım, Yücel Köksal’ı çok iyi tanıdım, Cemal Dündar’ı tanıdım ve hayran oldum Cemal Dündar’a. Bunlar benim için çok önemli insanlardı tabii. Sezen Yalçıner de severek bu işi yaptı ve büyüyebildi. Demek ki babamdan daha fazla sevmiş ki bu işi çok büyüdü yani. Çok kaliteli işlere imza attı, sanıyorum piyasaya bilgisayarın girmesi ile o da ayak uyduramadı ve satışlar azaldı, tirajlar düştü yavaş yavaş bırakmak zorunda kaldı. Peki Abdullah Turhan dediniz, onunla nasıl tanıştınız? Mesela Abdullah Turhan’ın atölyesi nasıldı o zaman? Benim gittiğim atölyeler çok küçük atölyelerdi. Mesela Abdullah Turhan’ın atölyesi; bir filmci ile birlikte kullandığı Sebat Mat ile birlikte kullandığı küçük bir büroydu. Abdullah Ağabey’in bir küçük masası, tarama ucu, fırçası ve çini mürekkebi vardı. Başka hiçbir şeyi yoktu. Tabii kitapları, kâğıtları ve malzemeleri, işte o kadar. Yücel Köksal’ın da aynı şekilde bir büro. Atölye denildiğinde insanın aklına daha başka şeyler geliyor. Mesela Amerika’da illüstratörler kitap kapaklarını büyük boyutlu tablo olarak çalışıyor. Sonra dijital ortamda toparlanıyor, belki daha fotografik etki versin diye dev gibi çalışıyorlar. Yağlı boyayla çalışıyorlar. Bizde öyle bir şey yoktu; guaj boyalar, birkaç tane fırça. Fakat şunu unutmuyorum inanılmaz yi malzemeler vardı. Örneğin 600 gram şöhler vardı mesela. Üzerine resim yaptığımız kâğıt. Böyle bir kâğıt bulunuyordu mesela. Şimdi yok piyasada. İnanılmaz kalitede fırçalar vardı; şimdi o kalitede fırçalar da yok. Boyalar da yok. Bu konuda size bir anımı anlatayım, Cağaloğlu’nda atölyemde çalışırken kapıdan bir adam girdi, bir adres sordu. Yanında da sakallı garip kıyafetli bir adamcağız. Sordukları bir desinatördü, bilmiyorum dedim. O garip adam baktı atölyeye, “Ne yapıyorsunuz burada, resim mi?” dedi, “Evet” dedim. Çok ilgilendi girdi, gezdi, kartını verdi. Oturdu çantasından bir kitap çıkarttı; büyük boyutlarda kendi albümü. Kapağı açtım,
62
Ziya Ül-Hak ile (o zamanın Pakistan devlet başkanı) birlikte sarmaş dolaş çekilmiş samimi fotoğrafları. Adam meğerse Şefik adında Pakistanlı çok tanınmış bir ressammış. Burada da Şale Köşkü’nde sergi açtı. Ben de gittim sergisine. Adam beni görünce kırk yıllık dostu gibi sarılarak karşıladı. Adam atölyede malzemelerimi inceledi “Bu fırçaları mı, bu boyaları mı kullanıyorsunuz, bunlar 2. sınıf, 3. sınıf malzemeler” dedi. Bizim kullandıklarımız o sırada Türkiye’deki en iyi guaj boyalar. “Peki, kaça alıyorsunuz bunları?” dedi, şu kadar, dedim. “Bunlar Pakistan’da dörtte bir fiyatına. Ben zaten yurt dışından birinci kalite getirtiyorum,” dedi. Biz o zaman kullandığımız malzemeyi çok beğeniyorduk. Biz şimdi o zamanki 2. sınıf, 3. sınıf sayılan malzemeyi bulamıyoruz ki şu an kullandığımız 4. sınıf malzemeymiş. İşte bizim o zamanki atölyelerimiz bu şekildeydi. Cemal Dündar’ın da aynı şekildeydi. Tabii çok keyif alırdım ben gittiğimde. İnanılmaz keyif alırdım. Genelde de ben ya da başka biri atölyeye girdiğinde, mesela Cemal Dündar rahmetli, içeri kim girerse girsin hemen resminin üzerini kapatırdı. Yani bir bilgi aşırma, teknik aşırma olmasın diye. Onlarda böyle de bir korku vardı. Mesela babam beni yollar “Cemal ağabeyine söyle bir kapak yapsın” derdi, tabii acil. Cemal Ağabey bir saat sonra arar kapak hazır derdi. Ben şok olurdum, Cemal Ağabey bir saat içinde kapak hazırlardı. Tabii bu benim için o zaman inanılmaz bir şeydi. Böyle bir ustaydı Cemal Dündar. Bir saatte her şeyiyle kapağı teslim ederdi. Ben de askerden gelince Hürriyet Gazetesi’nde çalışmak istiyordum. Belki çizgi romana orada geçebilirdim kalsaydım. Fakat orada çok geniş bir kadro vardı, Ethem Çalışkan’a gittim ilk önce. Ethem Çalışkan bana dedi ki; “Şahin seni daha iyi bir yere göndereceğim. Burada kadro çok geniş, belki çok fazla çizme imkânı bulamayabilirsin, seni Hayat Mecmuası’na göndereceğim” dedi. Ben de Hayat Mecmuası’na gittim, hayat mecmuasında çizmeye başladım. Tefrika resimlemeye başladım. Çok muhteşem bir şeydi.
63
Röportaj
Röportaj
Hayat mecmuası da o zamanın en çok satan dergisi. İlk çizdiğim sayısından gidip 100 tane mi aldım parayla… Herkese dağıttım. Sonra tabii pek çok dergiye çalıştım. Yıllar Boyu Tarih dergisine, Kumbara dergisine çizimler yaptım tabii pek çok dergi. Peki sizde bir alaylılık var, büyük ustaları görerek başladınız illüstrasyon sanatına, bunun bir eksikliği veya bir artısı oldu mu? Çocuklarınız da sanat okullarını bitirdiler, okul şart mı sanatçı olmaya? 1974 yılında amcam Almanya’da yaşıyordu ve bana dedi ki “Seni Almanya’da bir sanat okuluna göndermek istiyorum, sen çok yetenekli bir adamsın mutlaka akademi okuman lazım.”, “Nasıl olacak bu iş” dedim. Ben o sırada özel bir lisede okuyordum. “Sen Türkiye’den bir sanat okuluna gidip, bir sanat lisesine gidip bu okulda okumuştur diye belge alman lazım” tabii o zamanlarda Türkiye’de lise seviyesinde bir sanat okulu yok. Sadece Haydarpaşa Sanat Enstitüsü var. “Tamam, ismi sanatsa olur” dedi, orada okuyan bir arkadaşım vasıtası ile böyle bir belge aldım. Almanya’da Münih’te bir akademiye gittik. Bir sanat okulu diplomam olduğu için imtihana aldılar ve imtihanı kazandım. Bana dediler ki önce 9 ay Goethe Enstitüsü’ne gideceksin, 9 ay. Tabii orası korkunç bir para, ben de böyle bir maliyeti karşılayamayacağımızı söyledim. Oradan Türkiye’ye dergi kapağı yapmaya devam ettim. 6 ay kaldım ve akademiyi okumadım. Alaylılığa gelirsek; daha çabuk bu işin içinde oluyorsunuz, akademide daha başka yere yönelebilirsiniz. Ya ilk başta reklam şirketlerine adapte olursunuz ya resme adapte olurdunuz. Benim gönlümde bu olduğu için daha kolay oldu. Bir çok ressam tanıdım, ustalar akademik eğitim olanağı sundular bana. Yücel Ağabey’in yanına gitmek, Cemal Ağabey’in yanına gitmek bir genç için akademik bir eğitimdir. Boyayı tanıtıyor size, guaj boya nasıl kullanılır bunu öğretiyor. Benim zamanımda akademide branşlaşma yoktu. İllüstrasyonla ilgili bir bölüm yoktu, onun yerine afiş bölümü vardı. İllüstrasyon diye bir şey orada bile bilinmiyordu. Hatta hâlihazırda bile akademik çevreler illüstrasyonu biraz küçük görürler. İllüstrasyon kelime anlamı itibariyle bir konuyu resimle betimleme anlamına geldiği için. Yani size bir konu verilecek, siz bunu çizeceksiniz, dergilere kitaplara basılacak. Akademik çevrelerde hâlâ bu küçük görülür, böyle bir mantalite hâlâ var. Ama akademiyi bitirseydim ne olurdu; iş daha çabuk olurdu, daha kolaylaşırdı, daha hızlanırdı. İçimde o sevgi varken ve akademik bir sanat eğitimi aldığım zaman bu iş daha kolaylaşırdı. Bu yaptığım işleri 30 yaşındayken, 35 yaşındayken yapıyor olabilirdim. Çocuklarım benim sayemde sanatla ilgilenmeye başladılar. Anneleri de grafiker, kızım da çok resme meraklı, yetenekli, oğlum da resme yetenekli ama grafik okudu. Kızım resim bölümü seçmek istedi ama fotoğraf okudu. Akademiyi bitirip işlerinde başarılı oldular. Akademi okumanın elbette pek çok artısı var ama benim işe başladığım yıllarda herkes alaylıydı. Örneğin Mengü Ertel, grafik sanatçısı, o da akademinin lise kısmındandı. Elbette keşke okusaydım dediğim zamanlar oldu ama İbrahim Tatlıses’in dediği gibi, Oksford vardı da biz mi okumadık? Vardı aslında… (gülüşmeler)
Peki siz Teks’in İtalyan olduğunu ne zaman öğrendiniz? Mesela ben 10 sene önce öğrendim. Tabii benim babam çıkarttığı için ben başından beri biliyordum.
Biraz da Teks’den bahsedelim. Kaç satıyordu? Tommiks Teksas daha çocuksu, daha naif çizgi romanlardı, Teks daha ciddiydi. Teks’i hakikaten çok ciddiye alanlar vardı, Teks hastası adam biriktirmiş dergileri, Teks gibi giyinen insanlara rastladık biz. Babam Ankara’ya Teks hastası bir adamın daveti üzerine gitti. Adamın bir pasaj içinde mağazası varmış, babamı Teks kıyafeti ile karşılamış. Bu bir hastalık tabii. Teks’in hastaları vardı. Ama düzeyli bir çizgi roman. Teks 20 kişiyi döven bir kahraman değil, hatta dayak yiyen bir kahraman. İlk filmi yapılan kahramanlardan biri ayrıca, Teks’in filmi var. Daha ciddi, daha gerçekçi, diğer spagetti filmler gibi düşünebiliriz ama Teks spagetti değil. Teks’teki hikâyeler çok güzel, senaryolar çok güzel, Teks’in muhteşem çizerleri var; Ticci, Galep. İtalya’da da çok satıyordu ama ben Türkiye’de 50 bin satışın üzerine çıktığını pek hatırlamıyorum. Belki de satışların bu seviyede olması daha düzeyli bir okur kitlesi olduğu içindir.
İki sene önce Milazzo Türkiye’ye geldiğinde bir röportaj yapma, sohbet etme imkânım olmuştu. Neden italya’da değil de Amerika’da geçiyor maceralar dediğimde bana “Aslında İtalya haritasını alıp Amerika haritası üzerine koyduğunuzda bizim şehir devletlerimiz onların eyaletleri var, aslında bire bir aynıyız. Ama maceralar İtalya’da geçiyor desek bize kimse inanmaz, satamayız, bunun yerine Amerika’nın gizemine sığınıp İtalyan maceraları anlatıyoruz. Amerika’da her şey gerçek olabilir, vahşi batı orası” dedi. Çok doğru. Elbette bu biraz hayal dünyası. Çizgi roman budur zaten. Resim de odur. Siz bir şeyi resimle betimliyorsunuz. Bir olayı çizgi ile anlatıyorsunuz. Bir senaryoyla anlatıyorsunuz. Siz yönetmensiniz, iyi bilirsiniz, açılarıyla perspektifiyle çok önemli bir şeydir. Tabii hayaldir, her şeyi koyabilir içine. Ne bileyim bir Vampirella hayal ürünü, her şeyi yapabiliyorsa Teks için de yapabilir. Tabii orada biraz western’i, KuzeyGüney savaşını öne çıkartmışlar. Aslında Amerika’nın fazla içine girmişler, orada inanılmaz bir konu genişliği bulmuşlar. Belki mafyayı da yapabilirlerdi, yaptılar tabii ki de. Bu kadar uzun süren bir western, bir çizgi roman furyası hiç olmadı dünyada. Amerikan çizgi romanları gibi. Teks, Kinowa… Kinowa diye bir adam, Pekos Bill diye bir adam, Tom Braks diye bir adam. Hepsi Amerikalı bunların. Belki gidilmesi çok uzak bir yer “Vahşi Batı”, belki daha cazip geldi. Şimdi vahşi batıyı bulamıyorsunuz, ancak film stüdyolarına gidince Universal stüdyolarında görüyorsunuz vahşi batıyı. Size bir anekdot anlatayım; birkaç sene önce Amerikan
64
65
Röportaj
Öykü
yerlilerini temsilen, Kızılderililerin haklarını arayan bir grup Türkiye’ye geldi ve burada bakanlarla görüştü. Bir bakan konuşma esnasında “Tommiks’i tanıyor musunuz?” diye sormuş. Adamlar sadece birbirlerine bakmışlar, nerden tanısınlar, hiçbir şey de anlamamışlar. Yani Amerika ne Tommiks’i tanıyor ne Teksas’ı tanıyor ne Teks’i tanıyor. Böyle dergilerin bile varlığından haberdar değiller. Çok ilginç; orada böyle bir şey yok. Ben Amerika’da çok western çizgi roman aradım ama bulamadım. Maskeli Süvari! Var elbette ama onların süper kahramanları var. Örümcek Adamları var vs. İtalya başka bir dünyaya sürükledi bizi, belki bütün Avrupa’yı bilemiyorum, belki sadece bizim gibi ülkeleri. Belki de Avrupalılarla İtalyanlarla aynı hayali görüyoruz. Aynı hayali görüyoruz belki de. Öyle bir savaş yaşamadık çünkü biz. Öyle bir iç savaş yaşamadık. O savaşlarda çok karamanlar oldu, filmlerini seyrediyoruz onların, o savaşlarda çok kahramanlar çıktı. Ama Western, kovboy; sığır çobanı. Sığır çobanının nesi kahramandır? Hepsine kovboy dergisi diyoruz biz. Kovboy sığır çobanı demek. Ama bu bir hayal dünyası, kurgular çok güzel, çok başarılı, muhteşem. Peki, baktığımızda bir Tarkan’ımız, bir Karaoğlan’ımız var ama dünya çapında “bu bizim” diyebileceğimiz bir çizgi romanımız yok. Neden bizim kahramanlarımız-çizgi romanımız yok? Belki de batıya iyi entegre olamadığımızdan. Batı bizim için çok büyük, çok dev çok inanılmaz bir yerdi. Suat Yalaz burada Karaoğlan’ı çizdi, muhteşem çizdi. Çizgisi olağanüstüdür. Çok çabuktur. Sonra Fransa’ya gitti Sony Ringo’yu çizdi. Belki de batı onu istiyor diye onu çizdi. Belki de gönlünden geçen o değildi. Karaoğlan yapmaktı ama batıda kimse ilgilenmiyordu Karaoğlan’la. Sezgin Burak’ın Tarkan’ı da kimseyi ilgilendirmiyordu batıda. Onlar ancak yurt içinde sattılar, tanındılar. Şimdi Bonelli birçok Avrupa ülkesine bir çok dergi satabiliyor. Onlar bu işi bir sanayiye dönüştürmüşler; burada böyle sanayiye dönüşmüş çizgi roman olmadı. Burada biri tek başına oturuyor, kafasında kuruyor ya da bir senaryo bulup resimliyor pazarlıyor kendisi. Batıda Bonelli firması dev firma, bir sürü senaristleri var, bir sürü çizerleri var, bir sürü konuları var ellerinde. Bir sanayi oluşturmuşlar. Burada bir sanayi yok, ferdi… Kimse tek başına bir şey yapamadı. İllüstratörler derneği bir çizgi romancılar derneğine dönüşseydi o zaman sanayileşebilirdi belki de. O zaman “Karaoğlan’ı 10 kişi çizsin”,” Tarkan’ı 5 kişi çizsin” diyerek sanayileşebilirdik. Ama ne yazık ki olmadı. Artık daha da ferdiliğe dönüştü iş. Ben görüyorum Türkiye’de 3-5 sayfalık çizgi romanlar, adam muhteşem çiziyor ama bilemiyoruz devamı gelecek mi? Ferdi olduğu için belirsiz. Artık dijitale döndü çizgi roman. Dünyada da bu böyle. Bu işi yapan arkadaşlarımız var hâlihazırda. Onlar da dev şirketlerin birer elemanı hâlinde çalışıyorlar. Mutlular, karşılığını alıyorlar ve verilen konuyu çiziyorlar. Yayınlanacağı, gideceği mecra hazır. Siz bir çizgi roman yapsanız, ben bir çizgi roman yapsam burada nereye götüreceğiz? Ancak 3-5 sayfalık çizgi romanlarımızı pek çok çizgi roman içeren bir dergiye verebiliriz. Bir kitaplık çizgi romanı ya kendim basmam lazım ya da bir yayınevine götüreceğim onlar da bana “Kusura bakmayın, çizgi roman dergisi satmıyor, o yüzden basamıyoruz” diyecekler. Dünya artık farklı bir yerde, kitaplar dijital ortamda satılıyor. Basılmıyor. Bu güzel sohbet için çok teşekkür ederiz. Röportaj: Ahmet YÜKSEL
66
Otel Oda 427 …aslında hayal gücünü kullanan yazarlardan değilimdir. Hani hep derler ya “Hayatımı, yaşadıklarımı bir anlatsam sana, roman yazarsın.” diye. Ben de aynen bunun yapıyorum işte. Başkalarının hikâyelerini değil de, kendi hikâyelerini yazıyorum. Başkalarını da, hayatıma dahil oldukları için dolaylı yoldan yazıyorum. Yazdığım her şey yaşadıklarımın abartılmış hali yani. Şu an da yazıyor olduğum bu kitap, diğer kitaplarım gibi yine kadın erkek ilişkileri hakkında. İlişkiler hakkında yazmayı sevmesem de, kendi ilişkilerimi yazmak beni rahatlatıyor. Sanki onca yaşadığım anıyı kâğıda dökünce üstümden bir yük kalkıyor, ferahlıyorum. Hem zihnimi oyalıyorum hem de daha çabuk unutuyorum yaşadıklarımı. Kitabımdaki otel sahnesinin daha da gerçekçi olabilmesi için, internetten rastgele bulduğum bir otelden oda kiraladım. Devasa ve muhteşem bir oteldi. Aynı zamanda kaçamak ilişkiler için de muhteşem bir kale gibi görünüyordu. Tereddüt bile etmeden odayı kiraladım. Otelin döner kapısından içeri girdim. Mavi gömlekli bir kadın resepsiyonda otelin işleri ile uğraşmaktaydı. Bavulumla birlikte resepsiyon masasının önüne geldim. “İyi günler hanımefendi. Adıma bir oda ayırtmıştım.” dedim. “Peki efendim. Hemen kontrol ediyorum.” dedi kadın. Bilgisayarda bir şeyler yaptıktan sonra odanın dijital anahtarını bana doğru uzattı. “Buyurun efendim anahtarınız. Oda 427.” dedi. “Teşekkür ederim.” dedim ve bavulumu sürükleyerek asansörün önüne geldim. Asansörü çağırma tuşuna bastım. Resepsiyondaki kadın koşturarak yanıma geldi. “Affedersiniz, özür dilerim. Resepsiyondayken sizi tanıdım ama cesaret edip imzanızı isteyemedim. Rica etsem kitabınızı benim için imzalar mısınız?” dedi ve aşırı yapmacık bir gülümseme ile benden kitabımı imzalamamı bekledi. “Resepsiyonda o yüzden adımı sormadın demek ki. Hâlbuki o kadar bilinen bir yazarda değilimdir ama.” dedim. İmzalama işlerine alışkın olmadığım için bir süre ayakta öylece dikildim. “İmzalamayacak mısınız?” dedi. “Böyle şeylere alışkın değilimdir. Kusura bakmayın. Memnuniyetle imzalarım. Biraz dalgınım bu sıralar.” dedim ve onun takındığı gülümsemenin aynısını takınarak ceketimin cebindeki kalemi alıp kitabımı elinden aldım. Hangi kitabımı imzaladığımı merak ederek kitabın kapağına baktım. “Uğruna Romanlar Yazdığım Kadını Nasıl Öldürdüm?” yazıyordu. İlk önce kadına sonra kitaba sonra tekrardan kadına baktım. “Bu kitaptaki olayların gerçek olduğu bilselerdi. Her şey çok değişik olurdu benim için. Belki de şu an hapishane de tecavüze uğruyor olurdum.” dedim ve gülümsedim. Espri yaptığımı ummasını istedim. Kitabı imzalayıp kadına uzattım. “Çok şakacısınız.” dedi ve içten bir kahkaha attı. Asansörün, katta olduğunu belirten sesi duyuldu ve kapısı açıldı. Bavulumla birlikte asansöre bindim. Resepsiyonist kadın hala bana bakıyordu. Asansörün kapısı yavaş yavaş kapanırken söyle dedi. “Lütfen Oda 247' den uzak durun. Sizinle alakalı hiçbir şey o odada mevcut değil. İlginize teşekkür
67
Öykü
Öykü eder harika bir gün geçirmenizi dilerim.” dedi ve asansörün kapısı cümlenin bitişiyle senkronize bir şekilde kapandı. Asansörde “Wedding Singer” filminin şarkılarından olan “Somebody Kill Me Please” çalıyordu. Sevgililerim beni terk ettiğinde dinlediğim şarkılardan birisiydi. Keşke bir tanesi bile benimle mutlu olsaydı da diğer ölümlere sebebiyet vermeseydiler. Şarkıya, odamın bulunduğu kata çıkana kadar eşlik ettim. Odamın kapısı bip sesi ve yeşil ışığın birleşimiyle açıldı. Geniş ve ferah bir odaydı. Vakit kaybetmeden bavulumun içindeki bilgisayarımı çıkartıp açtım. Kaldığım yerden yazmaya devam edebilirdim artık. Yazacağım sahnede farklı kişilerle evli olan kadın ve erkeğin ilişkiye girmek için bir otel odası kiralamış olması ve ilişkiye girecekleri sırada kadının hissettiklerinden bahsedip yasak ilişkilerine son vermesi hakkındaydı. Ceketimi çıkarttım ve olayları düşünmeye başladım. Kelimeler adeta beynimden bilgisayarımın ekranına akıyordu. Kesintisiz yazıyordum. “Adam ve kadın otel odasından içeri girdi.” yazdım ve odamın kapısı bip sesi ile açıldı. Kapıya doğru dönüp baktım. Bir adam ve bir kadın odama girmişti ve beni görmüyor gibiydiler. “Adam kadını duvara yaslayıp fütursuzca öpmeye başladı.” yazdım. Odamda da adam aniden kadını duvara yaslayıp fütursuzca öpmeye başladı. Şu an bilgisayar ekranında neyi betimliyorsam gerçek oluyordu. Sahneyi yazıp aynı anda izlemek bir kitabın filminin kitaba sadık kalarak birebir halde ve eksiksiz çekilmesi gibiydi. “Keşke kameramı da getirseydim.”dedim ve yazmaya devam ettim. “Adam ve kadın öpüşmelerine devam ederken bir yandan da soyunmaya çalışıyorlardı. Kadın adamın gömleğinin düğmelerini hızlıca açmaya, adamda kadının elbisesini çıkartmaya çalışıyordu. Gömlek ve elbiseyi çıkarttıktan sonra yatağa yavaş ve arzulu bir şekilde uzandılar. O sırada kadın öpüşmeyi bırakıp adamın yüzüne baktı. “Seni ne kadar çok arzuladığımı biliyorsun ama ben artık bunu kocama yapamam. Ben bugün buraya bu ilişkiyi bitirmek için geldim.” dedi. “Adam kadının üstünden öfkeyle kalktı ve hiçbir şey söylemeden odayı terk etti. Kadın yatakta tek başına ağlamaya başladı.” yazdım. Yazdıklarımın hepsi birebir gerçekleşmişti. İnanılır gibi değildi. Bu şekilde olması yaptığım şeyi daha heyecanlı kılıyordu. Yazdığım şeyleri kaydettikten sonra bilgisayarı kapattım ve oturduğum masadan kalktım. Kadın hala yatakta ağlıyordu. Bilgisayarıma baktım. Masaya oturdum. Bilgisayarımı açıp tekrar kapattım. Kadın hala yatakta ağlıyordu. Ne yapacağımı bilmiyordum. Bir anda yatakta ağlayan kadın, bana doğru çığlık çığlığa bağırmaya başladı. “Bu ne biçim bir hikâye! Neden sevişmemize izin vermedin! Böyle saçma hikâye mi olur? Sen kavuşmadın diye, hikâyelerinin de mi böyle olmasını istiyorsun? Ben adamı seviyorum.” dedi. Korkudan yerime mıhlanmış bir şekilde yarattığım karakterin bana bağırmasını izliyordum. Yaşadığım şeyleri yazıyor olmamda korkuma korku katıyordu. Yazdığım kitabın karakterlerinden birisi olmuştum. Odanın kapısı tekrardan bip sesiyle açıldı. Adam içeri hışımla girdi. “Böyle saçma hikâye olmaz. Ben kadını seviyorum. Onun için karımdan boşanacağım. Oda kocasından boşanacak. Senin yazdıkların gerçek olmayacak! Kadınla birlikte olmak için her şeyi yaparım, yapacağımda!” diye bağırdı ve saçlarımdan tutarak kafamı duvara vurdu. Kafam duvara vurduktan sonra
yere düştüm. Kalkmaya çalışsam da oracığa serilmiş bir halde kalakaldım. Adam ve kadın hala söyleniyordu. “Sen kavuşamadın diye biz de mi öyle olmak zorundayız embesil yazar seni!” dedi. Kadın bir anda çok sevdiğimden öldürdüğüm kadına dönüştü. Adam ise tıpatıp aynım oldu. Adam tekrardan saçlarımdan tutup kafamı defalarca duvara vurdu. Doğrulup karşı koymaya çalışsam da gücüm yetmiyordu. Gözlerimi darbeler arasında açıp baktığımda görebildiğim tek şey kanımın duvarı kıpkırmızı sıvayışıydı. Kandan gözlerimi açamaz hale geldim. Kafamdan kırılma sesleri geliyordu ama bir türlü ölemiyordum. Bana dönüşen adam bir süre sonra yorulduğu için kafamı duvara vurmayı bıraktı ve sevdiğim kadının koynuna girdi. Bense hareketsiz yere yığılmış yatıyordum. “Esas sahne şimdi başlıyor.” dedi ve benzerim olan adam beni kaldırıp yatağın üstüne koydu. “Her şeyi daha net görebileceksin.” dedi sevdiğim kadına benzeyen kadın. Benim kanlar içinde ve beynimin dışarıda olmasına aldırmadan, sevdiğim kadını öpüp, soymaya başladı. Şimdi gözümün önünde sevdiğim kadın ve bana benzeyen adam çılgınlar gibi sevişiyordu. Hissetmeyi unuttuğum tüm acıları tekrardan hissediyordum. İnlemeler acımı katlıyordu. Beynim dışarıda olmasından bile daha çok acı veriyordu bu durum. Onlar bağırış ve iniltilerle sevişmelerine devam ederken, ben yatakta kanlar içinde yatıyordum. Kapı çaldı. “Oda servisi.” dedi. Ses resepsiyondaki kadının sesine benziyordu. İçerden ses gelmeyince kapıyı kendi açarak içeri girdi. Beni yatakta sevişenlerle birlikte gördüğüne şaşırmadı. Yatakta sevişmekte olan adama ve kadına baktı. “Sevişmeyeli o kadar uzun zaman oldu ki.” dedi kendi kendine ve iç geçirdi. Eli ile boynunu okşamaya başladı. Birden bu hareketini kesip bana döndü. Beynimi kafatasımın içine kısmen ve düşmeyecekmiş gibi yerleştirdikten sonra boynumdan tutarak beni odanın dışına çıkarttı. Oda 427’nin kapısını kapatmadan evvel tekrardan içeri girdi. Biraz daha sevişmelerini izledikten sonra odanın kapısını kapattı. Beni boynumdan tutarak asansöre doğru sürükledi.
68
69
Öykü: Uğur DEMİRKAYA
Çizgiroman İnceleme
Çizgiroman İnceleme
Süper Kahraman Oyuncakları Süper kahraman silahları, alet-edevatları ( veya daha geniş anlamda oyuncakları) incelendiğinde oldukça farklılık gösterir. Karakterler gerekirse tanrısal güçlere sahip olsunlar ( Superman) gerekse hiç süper güçlere sahip olmasınlar ( Green Arrow) hepsi zaman zaman kötü durumlara düşmüşlerdir, bu yüzden oyuncaklara gerek duymuşlardır. Bu oyuncaklar şu şekilde kategorize edilebilir. • Süper güçleri olmayan kahramanların kullandığı oyuncaklar: Bir süper kahraman olmanın en büyük zorluklarından biri ilk başta güçlerinin neler olduğunu çözmek ve onları nasıl insanlık yararına kullanacağını öğrenmektir. Peki ya en büyük hayali süper kahraman olmak isteyen birinin süper gücü yoksa ? İşte o zaman süper güçlülerle dövüştüğü zaman avantajı sağlamak için kendini silahlandırma kısmı devreye girer. Bazı kahramanlar düşmanlarını farklı oyuncaklarla şaşırtmayı sever. Buna en iyi örnek Batman olarak verilebilir. Sürekli kullandığı
70
bumerang-shuriken arası bir silah olan batarang’lar den tutun da , gaz maskelerine, duman bombalarına kadar bir sürü farklı oyuncağı “alet-edevat” kemerinde bulundurur. Bir diğer örnek, okçu karakter olan Green Arrow ve Hawkeye’dir. Çok klasik bir silah olan ok ve yayı, okların ucuna ses bombası, gaz bombası, yağ fışkırtma cihazı gibi farklı aletler ekleyip rakiplerini şaşırtan farklı ve tehlikeli silahlara dönüştürürler. Bazı kahramanlar ise farklı oyuncaklar yerine gayet bilinen silahları kullanmayı tercih ederler. Bunun en iyi örneği Punisher’dir. Piyasada bulunan tüm silahları kullanan, hatta öldürdüğü adamların silahlarını da kendi cephanesine ekleyen ilk anti-kahramanlardan biridir. Yine Marvel’in kahramanlarından Iron Fist, bir uzak doğu savaşları üstadı olmasına rağmen ara ara nunchaka,mızrak, sopa gibi klasik silahları da kullanmaktadır. Bir de bazı kahramanlar vardır ki, kullandıkları oyuncaklarla kendilerine neredeyse tanrısal güçler kazandırırlar. Bunun en büyük örneği Iron-Man ‘dir. Kalbinden yaralanıp eline düştüğü kişilerden kurtulmak için demirden bir zırh yaptıktan sonra, “Playboyum ama para bende” felsefesiyle sürekli zırhını güncelleyen ve her güncellemeyle daha da güçlü hale gelen bir kahramandır Iron-Man. Stark bu zırh sayesinde uçmakta, derin denizlere dalmakta, ellerinden ve göğsünden ışınlar saçmaktadır. • Süper güçleri olan kahramanların kullandıkları oyuncaklar Farz edelim ki süper güçleriniz var ve bir süper kahraman olmayı başardınız. Fakat yine de savaşırken avantajı sağlamak ve gücünüzü en üst derecede kullanmak istiyorsunuz. İşte bu gibi durumlarda da iyi kullanabileceğiniz oyuncaklara ihtiyacınız olacaktır. Süper gücü olmayan kahramanlarda olduğu gibi standart dışı oyuncakları olan kahramanlar vardır. Bunlara en iyi örnek Kaptan Amerika verilebilir. Standart bir insandan daha güçlü ve hızlı olması dışında bir özelliği olmayan bu eski askerin en büyük avantajı o meşhur kalkanıdır. Kalkanını hem savunma hem de saldırı olarak kullanabilen Kaptan’ın kalkanı olmasaydı şu anki popülaritesine ulaşabileceğini hiç zannetmiyorum. Örümcek adam’ın Ağ fırlatıcıları yine çok iyi bir örnektir. Ağ fırlatıcıları sayesinde binalarda Tarzan gibi sallanarak dolaşan ve kötüleri ağ içine sarmalayan Peter Parker’i bu oyuncaksız hayal edebiliyor musunuz ? Duvarlara yapışan ve yürüyen devasa ve rengarenk bir hamamböceği … Iyyyy… Süper gücü olan kahramanlardan bazıları tuhaf oyuncaklar kullanmak yerine aynı Punisher gibi standart silahlarla idare etmeyi tercih etmektedirler. Yine en iyi örnek sürekli vücudunu yenileme gücüne sahip olan ve Marvel’in yeni gözdesi Deadpool’dur. Deadpool sürekli yanında otomatik silahlar ve bir katana taşır. DC evreninden Hitman yine iyi bir örnektir. X ışın bakışlı gözlere ve düşük derecede telepatik yeteneğe sahip olan Tommy Monaghan güçlerini çok kullanmayı sevmediğinden ( ve de bir kiralık katil olduğundan) sürekli yanında silah taşır. • Silahları “değişim” gibi farklı amaçlara hizmet edenler:
71
Çizgiroman İnceleme
Çizgiroman İnceleme
Bazen kahramanların yanlarında taşıdıkları oyuncaklar aslında süper güçlerini ortaya çıkartmaya yarayan aletlerdir. Bu özellikle Japon Animelerinde “Sihirli kız” janrasında çokça görünen bir temadır. Katolik okul kız üniformasında cebinde taşıdığı kalemi sihirli bir sözcükle aktive eden kızımızın elbiseleri değişir ve kalemi de bir silaha dönüşür. Eskiden Thor’da da sürekli görünürdü. Doktor Donald Blake bastonunu yere vurduğunda Thor olarak ortaya çıkar ve bastonu da çekice dönüşürdü. Çekici 60 saniyeden fazla elinden bıraktığında ise yine Donald Blake’e dönüşürdü. Popüler bir çizgi film olan Ben10’de de yaklaşık aynı tema vardır. Ben kolundaki saate benzer cihazı kullanarak değişik uzaylıların kimliklerine bürünebilen bir çocuktur. Fakat burada saat herhangi bir silaha dönüşmez, sadece dönüşüm için kullanılır ve Ben uzaylı kılığına girdiğinde saat aynen olduğu gibi kalır. • Süper gücü silah manipilasyonu olanlar ve tecnopath’ler Bazı kahramanların süper gücü direk bu oyuncakları yapmaktır. Buna en iyi örnek eski X-Men’lerden Forge olarak verilebilir. 90’lı yıllarda oldukça popüler olan ( ve Storm’un sevgilisi olan) bu karakter bir macerasında kendi gücünü “Tom Edison ve Tom Swift’in bir araya gelmiş hali” olarak özetler. Forge’un bir eli ve bir bacağı biyoniktir ve bunları da kendisi yapmıştır. Tecnopath ise biraz daha farklı bir süper güçtür. Tecnopath’lerin süper gücü makinelerin üzerinde üstünlük sağlamak ve makinaların kendi istediklerini yapmaları için onlara hükmetmektir. Heroes dizisindeki küçük zenci çocuk Mikah bir Tecnopath’ti ve yerel seçimde oyların bir adayda toplanması için gücünü kullanmıştı. (Seçim zamanı ülkemizde de bir sürü tecnopath’in çalıştığı konusunda ciddi şüphelerim bulunmakta) Bu ikisinden farklı olarak kısa bir yayın hayatı olan Gunfire karakterinden de bahsetmek isterim. Gunfire’ın süper gücü dokunduğu “ucu sivri” herhangi bir aleti tabancaya çevirmek ( fiziksel olarak bir
değişim olmuyordu ama mesela bir sopaya dokunduysa sopanın ucundan kurşun fışkırıyordu) ve “yuvarlak” aletleri de bombaya dönüştürmekti. (Hitman’ın kara mizahi bir macerasında Gunfire’in gücünü ele geçiren bir karakteri dizlerinden vurmuştu. Karakter bunun üzerini güçlerinin kontrolunu kaybetmiş, acıyla kendi kalçasını ellemiş, onu bombaya çevmiş sonra da kendisini havaya uçurmuştu) • Çok zor durumda kalınca oyuncak kullananlar Bazı kahramanlar ya çok güçlü olduklarından ya da etik değerleri yüzünden silah kullanmazlar. Fakat çok ters durumlarda oyuncaklara ya da silahlara başvurdukları olur. Mesela Superman’ın güçsüz düştüğü durumlarda kullandığı, tüm güçlerini birebir taklit etme özelliğine sahip bir Supermobil’i vardır. Bu oyuncak çok az ortaya çıksa da Superman’in başını beladan kurtarmıştır. • Oyuncakları direk silah olmayanlar Bazı kahramanları sürekli aynı oyuncaklarla görürüz. Bunlar aslında silah olarak kullanılsalar da birebir silah değildirler. Mesela kozmik güçlere sahip olan Silver Surfer’in sörf tahtası birebir böyle bir oyuncaktır. Esas işi kahramanı gezegenden gezegene götürme amacı güden bu sörf tahtası, gerektiği zamanlarda Silver Sufer’in elinde ölümcül bir silaha da dönüşebilmektedir. • Oyuncakları mistik güçlere sahip olanlar Kahramanlar eğer mistik güçlere sahipse genellikle oyuncakları da mistik güçlere sahip olurlar. Mesela DC evreninden Dr. Fate’in kullandığı Mısırlı Büyücü Nabu’nun başlığı tam anlamıyla böyle bir oyuncaktır. Nabu’nun başlığını kullanan kişiler uçabilirler ve mistik güçlere sahip olurlar. Image’den Witchblade yüzyıllardan beri var olmuş mistik bir eldivendir. Kullanan kişinin elinde bir silah olduğu gibi, tüm vücudu kaplayıp bir zırh haline de gelebilir. Marvel’in meşhur büyücüsü Dr. Strange’in kullandığı Agamatto’nun gözü adlı tılsım da mistik dünyalara kapıları açar ve kullanıcısına bir sürü güç bahşeder. • Oyuncakları artık vücutlarının bir parçası olanlar. Her kahraman Iron-Man gibi vücutlarının dışına bir zırh giymek yada silahla kuşanmak kadar şanslı değildir. Bazı süper kahramanlarınsa geçirdikleri trajik bir olaydan sonra vücutlarının bir parçası artık bir
72
73
Çizgiroman İnceleme
Çizgiroman İnceleme oyuncak haline gelmiştir. En son Kaptan Amerika filminde önemli bir rolü olan Bucky ( Winter Soldier ) bir patlamada
ara ara kullanırlar. Namor’un gerektiğinde emrine dev balıkları çağırabildiği denizkabuğundan yapılma bir
sağ kolu koptuğu için sağ kolu biyonik bir kolla değiştirilmiş
Wonder Woman da yine dünyada var olan farklı bir medeniyetten gelmiştir ve yanında bir “doğruluk
bir kahramandır. Ondan çok evvel Iron Fist’in uzatmalı
kemeti” taşır. Kementin özelliği, insanların bu kementle bağlandığında doğruyu söylemek zorunda
sevgilisi olan bir Harlem detektifi Misty Knight’ın da bir kolu
olmalarıdır.
boru, buna en iyi örnektir.
biyoniktir. Teen Titans grubundan Cyborg’un ise vücudunun
• Silahlarını güçlerini ortaya çıkartmak için kullananlar ( Gambit, Silver Samurai, Ghost Rider’in zinciri)
çok ciddi bir kısmı robotiktir ve etten,kemikten, kandan olan
Listemizdeki son madde ise , güçlerini ancak silahları sayesinde ortaya çıkartan kişilerle alakalıdır.
kısmı çok azdır . X-Men ‘lerden Cable’in ise durumu çok daha
Mesela X-Men’lerden Gambit’in gücü dokunduğu eşyaya enerji yüklemektir, bu eşyalar daha sonra
trajiktir. Henüz tedavisi olmayan bir tekno-organik virüs
çarptıkları yerde patlarlar. Gambit bunu yanında hep taşıdığı iskambil kartlarını kullanarak yapar. Enerji
vücudunun bir kısmını ele geçirdiğinden vücudunun bazı
yüklediği kartların ara sıra keskinleştiği, ağırlaştığı da çizgi romanlarda görülmüştür. Yine aynı evrenden
kısımları mekanikleşmiştir. Cable telepati gücünü sürekli bu
Silver Samurai de dokunduğu nesneleri inanılmaz derecede keskinleştirme gücüne sahiptir ve yanında
virüsle savaşmakla kullanmaktadır. Bu sayede virüs vücudunu
taşıdığı kılıç sayesinde mutant gücünü açığa çıkartır. Marvel’in kahramanlarından Ghost Rider ‘da en son
tamamen ele geçirememektedir. Bu tarz androidik karakterler
enkarnasyonunda, cehennem alevini ortaya çıkartmak için yanında taşıdığı bir zinciri kullanmaktadır.
görsel
açıdan
daha
zengin
olduklarından
televizyon
Bu oyuncakları genel olarak kategorize etmek çok doğru olmayabilir. Çünkü eninde sonunda
dünyasında çok daha sık görünmektedir. Bunlara en iyi örnek
bazı kahramanların oyuncakları birden fazla kategoriye girebilmektedir. Yine de elimizden geldiği kadar
olarak Inspector Gadget ( insan mı robot mu olduğu hala tam
sadeleştirirsek elimize geçen liste budur.
belli olmayan aklı havada dedektif ) , Robocop ( vücudunun
Tunç Pekmen / Buz adam gücüne sahip olmayı isteyecek kadar sıcak bir Ağustos günü… 2014
çoğu robotik parçalarla donatılmış olan bir polis) ve Star Trek’teki Borg ırkı ( Tekno-organik virüs) örnek olarak verilebilir.
Not : Yazı konusunda bana fikir veren Togay Tolgahan Akbaş’a teşekkür ederim.
• Dünyadışı varlıkların oyuncaklarına sahip olanlar ( Man O War, Green Lantern) ) Bazılarıysa şanslı (?) olarak doğarlar. Valiant grubunun en iyi satan çizgi romanlarından olan X-O-
Tunç PEKMEN
Manowar, Aric Dacia adında 5. Yüzyılda doğmuş bir savaşçıydı ve uzaylılar tarafından kaçırılmıştı. Uzay gemilerinde uzun süre köle olarak yaşadıktan sonra Shanhara adlı en kutsal eşyalarını çalan Aric, onun yaşayan bir zırh olduğunu fark ederek uzay gemisinden zar zor kaçabildi ve uzayda zaman farklı geçtiğinden döndüğü dünyanın 21. Yüzyılda bulunduğunu fark etti. İlk başta genel olarak Iron-Man kostümünün uzaylı versiyonu gibi görünse de yaşadığı zaman farklılığından doğan çelişkilerin karışıklığı, kendisine doğru düzgün arkadaş, yoldaş, sevgili bulamaması ve uzaylıların onun peşini bırakmaması ( ve tabii ki zırhını nasıl kullanması gerektiğini zamanla öğrenmesi) gibi birbiri içine geçen konularla popülerliğini hiçbir zaman kaybetmedi. İkinci bir örnekse kesinlikle Green Lantern’dir. Bir uzaylı’nın bir dünyalıya hayal ettiği her şeyi gerçekleştirebileceği bir yüzük vermesi ve bu kişini hem evrensel bir polis teşkilatına üye olması hem de kendi dünyasında süper kahraman olmasını konu alan maceraları herhalde hepiniz duymuşsunuzdur. • Farklı medeniyetlerin oyuncaklarına sahip olanlar Çizgi romanlarda uzaylılar, gelecekten gelenler, zaman yolcuları gibi kavramlarına çok rastlandığı gibi paralel evrenler veya aynı dünyada ama farklı medeniyetlerde yaşayanlar temalarına da sıkça rastlanır. Hem DC hem de Marvel evreninde Atlantis aslında hala var olan bir medeniyettir ve su altında mdeniyetlerine devam etmektedirler. DC’de Aquaman, Marvel’da da Namor bu medeniyetteki oyuncakları
74
75
Röportaj
Röportaj
Emre ÖZDAMARLAR
İsveç'de Irkçılığın Resmini Bir Türk Çizdi İddialı bir başlık. Aslında olay İsveç‘de yaşayan çizerimiz Emre Özdamarlar‘ın Raquel Lozano ve Mattias Elftorp‘un yazdığı ırkçılığı konu alan bir çizgi romanı çizmesi ve bunun İsveç‘de yayınlanması. Emre geçtiğimiz günlerde İstanbul‘a gelince biz de çizgi romanları Bekele ve Undoubtables hakkında biraz konuştuk konuştuk.
Bize Emre Özdamarlar kim kısaca anlatır mısın? 1980 senesinde Muğla’da doğdum. 2005’de İTÜ Bilgisayar Mühendisliği’ni bitirip İsveç’e çalışmaya gittim. 4-5 yıl mühendislik yaptıktan sonra istifa edip çizim yapmaya başladım. Nasıl tanıştın çizgi romanla? Net hatırlamıyorum ama büyük ihtimalle 80’li yıllarda gazetelerin verdiği Tommiks, Teksas, Red Kit ve TenTen’i kaçırmadan takip ettiğimi biliyorum. Çizgi roman çizmeye ne zaman karar verdin? Lise yıllarında ilerde bu işi yapmam gerek diye düşünmeye başlamıştım ama İstanbul Fen Lisesi’nde okuyordum ve mühendis olma yolunda hızla ilerliyordum. Çizmeye ne zaman karar verdin? Kendimi bildim bileli hep çizerdim. İlk ne zaman kendi çizimlerini beğendin, bir öyküsü olasını ne zaman istedin? Yine lise yıllarındadır tahminim. Çizgi romanda kendi çizgilerimi beğenmekten çok çizim aşamasındaki eğlenceli dakikalar daha çekici olmuştur benim için. İlk çizgi romanınız TheUndoubtables, var mı bundan daha önce yayınlanmış bir şey? İlk çizgi romanım bu. Bundan önce fanzin olarak çizdiğim daha otobiyografik bir şeyi çizgi roman festivalinde satmışlığım var. Stockholm’de her sene Mayıs ayı gibi uluslararası bir çizgi roman festivali
76
yapılıyor. Orada bir masa kiralayıp kimseyi tanımadan utana sıkıla gidip masada oturmuştum gün boyunca, beklediğimden de fazla ilgi görmüştü fanzin. Yani bu ilk çizgi romanınız. Nasıl teklif geldi, nasıl anlaştınız? Siz İsveç’tesiniz, yazar Amerika’dan. Yayıncı da İngiliz. Markosia İngiliz bir yayıncı, İngiltere’de yayınladı ama Amerika’da da satılıyor, dağıtım yapılıyor. Digitalwebbing diye bir site var, orada insanlar benim bir öyküm var çizecek artist arıyorum ya da ben çizerim, bana hikâye yazacak birilerini arıyorum gibi mesajlarla birbirlerini buluyorlar. Ben de Wess’in çizer arıyorum ilanını gördüm, kendisi ile iletişime geçtim. Biraz çizdiklerim vardı gösterdim, beğendi sonra 5 sayfasını çizdim çizgi romanın, hikâyenin ilk beş sayfası değildi, maceranın ortasından 5 sayfalık bir banka soygunu sekansı. Wess bu çizimleri alıp farklı yayıncılara başvurdu, İngiltere’den AAW/Markosia’dan olumlu cevap aldı. “Tamam, biz basarız,” demişler sonra bana sordu “Çizer misin bütün kitabı,” diye. Olur, dedim. O zaman İsveç’te çizgi roman okulunun 2. senesine başlayacaktım, birinci sınıftan sonra 2. sınıf için tekrar başvuruluyor ve o sene için bir kitap projesi yapılması gerekiyor, ona göre seçiliyordu öğrenciler, kabul edildim. İkinci senemde okulda oturup kitabı çizdim. Kitabın da hikâyesi bu şekilde. Benim de birkaç hafta önce elime geçti. Yazarı ile tanışmam 3 sene önceydi ama kitap işte ancak… Kitabın içindeki hikâyede ne var? Polisiye herhâlde. Dört banka soyguncusu arkadaş var. İlk başta bunlardan biri hapisten kaçıyor ve kendisini hapse gönderen insanlardan intikam almaya çalışıyor, intikam alacağım derken olaylar daha da büyüyor. Hafif bir komedi, hafif macera, hafif şiddet şeklinde bir banka soygunu mafya hikâyesi. Çizgi romana, çizgi roman piyasasına baktığında çizgi romanın geleceğini nasıl görüyorsun? Bence İnsanlar çizgi roman okuyor ve çizgi romandan para kazanmak da gayet mümkün. Tabii bunun için çizer olarak çok çalışıp çok iyi bir seviyeye gelmek lazım. Ben kendimi henüz o seviyede görmüyorum, daha fazla çalışmam lazım, daha fazla
77
Röportaj
Röportaj saatimi bu işlere vermem lazım. Şu an mühendisliğe geri döndüğüm için sadece akşamları 2-3 saate düştü günlük çizme sürem. Bu kitabı üretirken günde 10 saat masa başında çizim yapıyordum o zaman çok daha fazla şey üretebiliyor insan, çok fazla şey öğrenebiliyor. Benim amacım çizgi roman üretmeye devam etmek, daha iyi olup hayatımı tamamen bu şekilde kazanmak şeklinde. Hayalim mühendisliği bırakmak. Yayıncılar yeni çizerlere şans tanıyorlar mı? İyiysen tanırlar. Senin düzenli okuduğun, takip ettiğin çizgi roman serileri, kahramanları var mı? Genelde yok. Ben sevdiğim çizer ya da yazar olursa takip ederim. Sean Murphy çizerse alırım, Ed Brubaker yazarsa alırım, ne yazarsa okurum gibime geliyor. Yani bir kahramanın peşinden gideyim duygusu yok! Yok. Pek Amerikan çizgi romanlarını okuyamıyorum. İtalyan çizgi karakterlerden Julia var, Ken Parker var. Peki İsveç’te bir İtalyan çizgi romanını bulmak kolay mı? Değil, ben Türkiye’den alıp götürüyorum, Kadıköy’den alıp götürüyorum. (gülüşmeler) İsveç’te çizgi roman okumak kolay, çizgi roman kütüphaneleri var istediğiniz her şeyi alabileceğiniz.
İleriye dönük yapmayı planladığın çizgi roman var mı? İsveç’te bir kitap yapmıştık The Undoubtables’dan sonra. O biraz daha politik, siyahbeyaz daha karikatürize tarzda bir kitaptı. Onun devamını yapacağız. İsveç medyasında da güzel övgüler aldı epeyce. Adı Bekele. Bekele’nin hikâyesi ne? Bekele Etiyopya’dan İsveç’e taşınan bir kızın hikâyesi. İsveç’in göçmen politikalarını eleştiren, gündelik hayatta yaşanan ırkçılığı eleştiren kısa bir kitap. 60 sayfa kadar. Ben onu daha çok seviyorum hikâye olarak. Avrupa’da son yıllarda ırkçılık yükselişte. Sebebi ise her ülkede neoliberal politikalarla beraber yaşanan özelleştirmeler, üretimin daha ucuz işgücünün bulunduğu Asya ülkelerine kayması ve sonuç olarak Avrupa’da görülen işsizlik ve ekonomik sıkıntılar. Ekonomi krize girince de kabak her zaman önce göçmenlerin başına patlıyor doğal olarak. İsveç hâlen en sosyal demokratik ülkelerden biri olsa da son seçimlerde ırkçı parti %13 oy alarak herkesi şaşırttı. Irkçılık arttıkça ülkelerin göçmenlik yasaları zorlaşıyor, insanlar sokakta ten, saç renginden dolayı kimlik kontrolüne tabii tutuluyorlar. Bunun yanında hâlen her gün haberlerde Afrika’dan kaçak göçmenleri taşıyan tekneleri görüyoruz. Kitabımızda da bu tip sıkıntılara değinmeye çalıştık hafifçe. Bekele oldukça iyi ilgi gördü İsveç’te. Gazete ve edebiyat dergilerinde ktabımız hakkında makaleler çıktı.
Peki İsveç’te çizgi roman satışı nasıl? Çok küçük bir pazar orası da. İsveççeye çevrilen yayınlar var ama ağırlıkla İngilizce çizgi roman okunuyor. Türkiye kadar bir piyasa yok kesinlikle Türkiye’de daha çok çeviri var daha çok Türkçe çizgi roman var. İsveç zaten kendisi küçük bir ülke, o kadar büyük bir alıcı kitlesi yok.
Başka proje var mı? Kendi yazdığım bir proje var, onu çizmek istiyorum. O Amerikan tarzı bir çizgi roman olacak. İlk 10 sayfayı ya da birinci sayısını çizersem yayıncılarla görüşmeye başlayacağım. Ona göre devam edeceğim. Bekele’nin ikinci bölümünün yazılması 2-3 ay daha alır, ben o arada kendi çizgi romanımın çizilecek kısmını çizmiş görüşmelere başlamış olurum, aradan çıkartırım diye düşünüyorum.
Çizgi roman bulunurluğu bakımından? İsveç’te çizgi roman kütüphaneleri çok iyi. İsveç’in kütüphaneleri olmasa ben hiçbir şey bilmiyor olurdum çizgi roman hakkında. Sadece ana akım değil underground çizgi romanlar da bulunuyor. Sadece İngilizce değil her dilin, her ülkenin çizgi romanları bulunabiliyor.
Röportaj: Ahmet YÜKSEL
78
Bize zaman ayırdığın için çok teşekkür ederiz. Ben teşekkür ederim Ahmet Abi.
79
80
81
82
83
84
85
Sinema
Sinema
2015 Oscar Tahminleri Şubat ayı gelip çattığına göre bir kez daha Oscar tahminlerimizi yapmak lazım. Bu yıl karşımızdaki tablo geçtiğimiz yıllara göre daha net gibi gözüküyor. Pek çok dalda favoriler çok net. Diğer yandan şöyle bir durum da var. Akademi, Oscar adayları listesinde birkaç büyük sürpriz yaptı (The Lego Movie ve Turist’in aday olmaması gibi). Ödül listesinde de benzer sürprizler olur mu? Doğrusu sürprizsiz bir ödül töreni çok monoton oluyor. Umalım ki akademi birkaç kategoride bizi şaşırtsın. Geçtiğimiz yıllardaki notumu yinelemekte fayda var. Filmler ülkemizde vizyona girmediği ya da festivallerde gösterilmediği sürece İnternet’ten indirip izlemeye karşı olduğum için bu yıl da adayların bir kısmını izlemeden bu yazıyı yazıyorum. Ama hep söylediğimiz gibi Oscar tahmini için filmi izlemek gerekmiyor. Ortamı doğru koklayabilmek daha önemli. Hatta bazen filmleri izlemek tahminlerin yanlış olmasına yol açabiliyor. Bir filmi çok seviyorsunuz ve aslında o filmin ödül almayacağı kesinken tahminlerimiz o yöne doğru kayıyor. Sevmediğiniz bir film için de tersi geçerli elbette. İşte kategorilere göre adaylar, tahminler ve yorumlar: En İyi Kısa Film: Adaylar: Aya, Boogaloo and Graham, Butter Lamp (La Lampe Au Beurre De Yak), Parvaneh, The Phone Call Kısa filmler ve belgeseller her zamanki gibi Oscarların kıyıda köşede kalmış kategorilerinden. Bu yıl bu kategorideki filmlerin ikisini izleme fırsatı buldum. Parvaneh, Avrupa’daki mülteci problemine dikkat çeken başarılı ama benzer örneklerini gördüğümüz bir film. Butter Lamp ise Tibet’te bir fotoğrafçının farklı arka planlar kullanarak fotoğraflar çekmesini anlatıyor. Çok ödüllü bir kısa film olmasına rağmen ben fazla ısınamamıştım. Ödüle yakın olarak gördüğüm film ise Sally Hawkins ve Jim Broadbent gibi akademinin sevdiği iki ismin oynadığı ve duygusal konusuyla da ilgi çekebilecek olan The Phone Call. En İyi Animasyon (Kısa): Adaylar: The Bigger Picture, The Dam Keeper, Feast, Me and My Moulton, A Single Life Bu kategorideki filmlerin hemen hepsi değişik festivallerde ödül almış filmler, üstelik bambaşka tarzda animasyon teknikleri kullanmışlar. Akademinin bu kategoride hangi yıl hangi tarzı daha çok seveceği belli olmuyor doğrusu. Ancak adaylar arasında tek izlediğim film olan Feast’in bir köpeğin bakış açısından bir ilişkiyi irdeleyen hikâyesi ve animasyonu gayet başarılıydı. Oscar’ı alabilir diye tahmin ediyorum. En İyi Belgesel (Kısa): Adaylar: Crisis Hotline: Veterans Press 1, Joanna, Our Curse (Nasza Klatwa), The Reaper (La Parka), White Earth
86
Kısa belgesel dalında ilk dikkat çekici nokta, Polonya’dan iki filmin aday olması. Bu filmlerden Our Curse’ü izleme fırsatı bulmuştum. Bir anne/babanın oğullarının hayatını tehdit eden hastalık süresince ailelerinin hikâyesini tüm depresif anlarıyla birlikte çektikleri filmin etik olarak durduğu nokta konusunda kafamda soru işaretleri var ama etkileyici bir film olduğu kesin. Yarım saat boyunca ağlayarak izlemeniz mümkün. Akademi bundan etkilenirse Oscar alabilir ama ben tahminimi intiharın eşiğindeki gazilerin aradığı yardım hattını anlatan Crisis Hotline: Veterans Press 1 filminden yana kullanıyorum. American Sniper’a da çok sayıda adaylık geldiğini düşünürsek akademinin ilgisini çekecek bir konu olduğu açık. En iyi Belgesel (Uzun): Adaylar: CitizenFour, Finding Vivian Maier, Last Days in Vietnam, The Salt of the Earth, Virunga Uzun belgesellerin aday listesi ödül sezonunu takip edenler için büyük bir sürpriz içeriyordu. Amerika’nın belki de en ünlü film eleştirmeni Roger Ebert’in hayatını anlatan Life Itself’in listede olmasına kesin gözüyle bakılıyordu. Ödül için de favorilerden biri olarak görülen bu filmin en ciddi rakibi CitizenFour idi. Amerika’nın gizli olarak ele geçirdiği kimi kayıtları ortaya çıkaran ve büyük bir skandala sebep olan Edward Snowden üzerine olan bu belgesel şu anda rakipsiz gözüküyor. Yine de Wim Wenders faktörü nedeniyle The Salt of the Earth’ü de aklımızın bir kenarında tutalım. Wenders’in üçüncü Oscar adaylığını da bir belgeselle aldığını da ilginç bir not olarak belirtelim. En İyi Makyaj ve Saç: Adaylar: Foxcatcher, The Grand Budapest Hotel, Guardians of the Galaxy Uzun metraj kurmaca filmlere en iyi makyaj ve saç kategorisi ile başlayalım. Adayların üçünün de makyaj ve saç konusunda başarılı oldukları açık. Ancak Guardians of the Galaxy’nin çok da iddialı olacağını düşünmüyorum. Oyların verilmesinde filmlerin ne kadar sevildiği de belirleyici olacaktır. Foxcatcher da, The Grand Budapest Hotel de çok sayıda adaylık aldığına göre her iki film de eşit derecede iddialı gibi gözüküyor. Yine de Foxcatcher’da Steve Carell’e yapılan makyajdan ziyade Tilda Swinton’u bambaşka bir hale getiren makyaj çalışması ile The Grand Budapest Hotel’i ödüle daha yakın görüyorum.
87
Sinema
Sinema
En İyi Görsel Efekt: Adaylar: Captain America: The Winter Soldier, Dawn of the Planet of the Apes, Guardians of the Galaxy, Interstellar, X-Men: Days of Future Past Bu yıl görsel efekt kategorisi neredeyse tümüyle bilim-kurgu filmlerinden oluşuyor. Daha da ilginci adayların üçü çizgiroman uyarlaması, hatta Marvel çizgiroman uyarlaması. Teknik açıdan baktığımızda Groot ve Rocket karakterlerini tümüyle görsel efekt ile karşımıza getiren Guardians of the Galaxy çok güçlü bir aday. Yine de ödül sezonunun başlarında bu yılın Gravity’si olur mu diye düşündüğümüz ama neticede önemli dallardan hiçbirinde aday olamayan Interstellar’ı da bir köşeye atmamalı. Bu filme ödül vermek isteyecek akademi üyeleri için en ideal kategori burası. Bu nedenle Interstellar diyorum. En İyi Ses Kurgusu: Adaylar: American Sniper, Birdman, The Hobbit: The Battle of the Five Armies, Interstellar, Unbroken Doğrusunu söylemek gerekirse ses ile ilgili kategoriler fazlasıyla teknik kategoriler. Ancak akademi üyelerinin büyük çoğunluğu için de bu durum böyle olduğu için bu kategorilerde de en az filmin teknik başarısı kadar ne kadar sevildiği de önemli. Öncelikle Interstellar’ın ses bandının en çok eleştiri alan yönlerinden biri olduğunu söyleyerek onu eleyelim. Bu durumda adaylık sayısı olarak fazla olan American Sniper ve Birdman öne çıkıyor. American Sniper’ın ses dışında diğer dallarda iddialı olmadığını da hesaba katarsak bu filmin adının anılacağı alan ses kurgusu olabilir. En İyi Ses Miksajı: Adaylar: American Sniper, Birdman, Interstellar, Unbroken, Whiplash Tıpkı geçen yıl olduğu gibi bu yıl da en iyi ses kurgusu ve en iyi ses miksajı kategorilerinin adayları bir fark dışında aynı. Ses kurgusu kategorisinde yer alan son Hobbit filmi burada yerini Whiplash’e bırakmış. Aslında ses kurgusu ve ses miksajı için aynı cümleleri kurmak mümkün ancak bu kategoride adayların arasında yer alan Whiplash’in müziği çok başarılı kullanımının onu öne çıkaracağını düşünüyorum. En İyi Kostüm: Adaylar: Milena Canonero (The Grand Budapest Hotel), Mark Bridges (Inherent Vice), Colleen Atwood (Into the Woods), Anna B. Sheppard, Jane Clive (Maleficent), Jacqueline Durran (Mr. Turner)
88
Son yıllarda en iyi kostüm kategorisinin adayları arasında en sık gördüğümüz iki isim Colleen Atwood ve Sandy Powell. Geçen seneyi bu iki isim de boş geçmişti. Bu yıl Atwood’ın adını adaylar arasında görebiliyoruz. En iyi kostüm en görkemli kostümdür diyen akademinin Atwood’a dördüncü Oscar’ını vermesi sürpriz olmaz. Ancak çok daha sevilen bir film olarak The Grand Budapest Hotel ile Milena Canonero ödüle daha yakın. Üstelik onun da üç Oscar’ı var. En İyi Sanat Yönetmeni: Adaylar: Adam Stockhausen, Anna Pinnock (The Grand Budapest Hotel), Maria Djurkovic, Tatiana Macdonald (The Imitation Game), Nathan Crowley, Gary Fettis (Interstellar), Dennis Gassner, Anna Pinnock (Into the Woods), Suzie Davies, Charlotte Watts (Mr. Turner) Teknik kategorilerde genellikle daha önceden bol adaylığı hatta Oscar ödülü olan isimlere rastlarız. Listeye yeni isimlerin dâhil olması çok kolay olmuyor. Bu yıl ilginç bir şekilde sanat yönetmeni kategorisindeki isimlerin önemli bir kısmının ilk adaylıkları. Aralarından daha önce Oscar olan tek isimse Dennis Gassner (ki o da 1991 yılında Bugsy ile almış). Bu durumda akademi şu ismi sever, ona verir diyebileceğimiz bir durum yok. Bu yıl çok görkemli tasarımlara da rastlamıyoruz belki ama The Grand Budapest Hotel’in Wes Anderson’un her türlü görsel takıntılarını ince ince yansıtan çalışmasının çok başarılı olduğunu söylemeliyiz. Oscar’ı kazanması sürpriz olmayacaktır. En İyi Kurgu: Adaylar: Sandra Adair (Boyhood), William Goldenberg (The Imitation Game), Barney Pilling (The Grand Budapest Hotel), Tom Cross (Whiplash), Joel Cox, Gary Roach (American Sniper) En iyi kurgu ödülünü kazanan filmin çoğunlukla en iyi film ödülünü de kazandığı bir şehir efsanesi değil, istatistik olarak böyle bir gerçek var ama bu yıl bu kuralın işlemeyeceğini düşünüyorum. Eğer akademi üyeleri 12 yıl boyunca çekilen görüntüleri çok iyi birbirine bağlamış demezlerse Sandra Adair’in Boyhood ile çok şansı olduğunu düşünmüyorum. En iyi film dalındaki diğer favori Birdman ise bu kategoride yok zaten. Bu durumda American Sniper ve Whiplash favoriler olarak göze çarpıyor. İlk izlediğimden beri Whiplash’in müzik ve görüntüleri muhteşem şekilde birleştiren kurgusu ile Tom Cross’un Oscar’ı kesinlikle hak ettiğini düşünüyorum. Akademinin de farklı bir karar vermeyeceğini umuyorum. En İyi Görüntü Yönetmeni: Adaylar: Emmanuel Lubezki (Birdman), Robert
89
Sinema
Sinema
D. Yeoman (The Grand Budapest Hotel), Dick Pope (Mr. Turner), Roger Deakins (Unbroken), Lukasz Zal, Ryszard Lenczewski (Ida) Yıllardır en iyi görüntü yönetmeni kategorisinde Roger Deakins’ın Oscar almasını bekleyip duruyoruz. Bu yıl onikinci adaylığını alan bu muhteşem görüntü yönetmeni henüz şeytanın bacağını kırabilmiş değil. Eğer Unbroken biraz daha sevilen bir film olsaydı belki bir şansı olabilirdi ama bu yıl yine geceden eli boş ayrılacak gibi gözüküyor ne yazık ki. Karşısında yine geçen yılki rakibi Emmanuel Lubezki var. Geçen yıl Gravity ile Oscar kazanan Lubezki, yedinci adaylığında ikinci Oscar’ına çok yakın. En İyi Müzik: Adaylar: Alexandre Desplat (The Imitation Game), Alexandre Desplat (The Grand Budapest Hotel), Hans Zimmer (Interstellar), Jóhann Jóhannsson (The Theory of Everything), Gary Yershon (Mr. Turner) Bu yıl en iyi müzik kategorisinde çok net bir favori yok. Eğer Alexandre Desplat, iki filmle birden aday olmasaydı akademinin bu yıl ona ödül vereceğini düşünebilirdik. Ancak oyları bölünecek gibi duruyor. Gary Yershon da Mr. Turner ile ciddi bir alternatif olarak gözükmüyor. Bu durumda elimizde iki favori kalıyor. Adaylar arasında daha önce Oscar almış olan tek isim Hans Zimmer ve ilk adaylığını alan Altın Küre galibi Jóhann Jóhannsson. Bu iki isimden herhangi birinin galibiyeti beni şaşırtmayacak ama madem her kategori için bir tahmin yapıyoruz, Altın Küre’yi baz alarak Jóhann Jóhannsson ve The Theory of Everything diyorum. En İyi Şarkı: Adaylar: “Everything is Awesome” Söz - Müzik: Shawn Patterson (The Lego Movie), “Glory” Söz - Müzik: John Stephens, Lonnie Lynn (Selma), “Grateful” Söz Müzik: Diane Warren (Beyond the Lights), “I’m not Gonna Miss You” Söz - Müzik: Glen Campbell, Julian Raymond (Glen Campbell: I’ll Be Me), “Lost Stars” Söz - Müzik: Gregg Alexander, Danielle Brisebois (Begin Again) En iyi şarkı kategorisindeki filmlerin adlarına diğer kategorilerde neredeyse hiç rastlamıyoruz. Sadece Selma en iyi filme de aday olmuş. En iyi film adayı olmuş bir yapımın diğer tek adaylığının şarkı dalında olması apayrı bir tartışma konusu. Zaten şarkının iyi ya da kötü olması bir yana, Selma’nın neredeyse görmezden gelinmesi nedeniyle filmin sevenleri bu kategoride oylarını Selma’ya göndereceklerdir. Bir başka görmezden gelinen film, The Lego Movie’nin de şansı olabilir mi? Belki, ama çok tahmin etmiyorum. Yabancı Dilde En İyi Film: Adaylar: Ida (Polonya), Leviathan (Rusya), Tangerines (Estonya), Timbukti (Moritanya), Wild Tales (Arjantin)
90
Bu yıl yabancı dilde en iyi film kategorisinde önce 9 filmlik kısa listenin, sonra 5 filmlik aday listesinin açıklanmasında sürekli olarak sürprizler yaşadık. Kış Uykusu, Mommy, İki Gün ve Bir Gece, Turist gibi bu kategoride Oscar’ı zorlayabileceği düşünülen adaylar son listeye kalamadılar. Bu durumda pek çok eleştirmen birliği ödülünden zaferle dönem Ida en büyük favori gibi gözüküyor. Ancak Leviathan da Altın Küre’yi alarak ağırlığını hissettirdi. Her iki film de beni şaşırtmayacak ancak Ida’nın şansının hala daha yüksek olduğunu düşünüyorum. Yine de akademinin son anda bir sürpriz daha yaparak diğer üç filmden birine Oscar verme ihtimalini de unutmayalım. En İyi Animasyon (Uzun Metraj): Adaylar: The Boxtrolls, Big Hero 6, How to Train Your Dragon 2, Song of the Sea, Kaguyahime no Monogatari (The Tale of the Princess Kaguya) The Lego Movie’nin bu kategoride adaylık alamaması belki de tüm aday listesinin en şaşırtıcı noktasıydı. Bu filmin yokluğunda epik hikâyesi ve başarılı animasyon teknikleri ile How to Train Your Dragon 2 rakipsiz gözüküyor. Akademinin bilgisayar animasyonu sevmeyen üyelerinin Song of the Sea ya da Princess Kaguya’yı ön plana çıkarma çabasının yeterli karşılığı göreceğini pek tahmin etmiyorum. En İyi Özgün Senaryo: Adaylar: Richard Linklater (Boyhood), Alejandro González Iñárritu, Nicolás Giacobone, Alexander Dinelaris, Armando Bo (Birdman), E. Max Frye, Dan Futterman (Foxcatcher), Wes Anderson, Hugo Guinness (The Grand Budapest Hotel), Dan Gilroy (Nightcrawler) Hep söylediğimiz gibi en iyi senaryo kategorileri akademi üyelerinin takdir ettiği ama en iyi film ya da yönetmen ödülünü vermeyecekleri filmler için ideal bir kategori. Özellikle ilginç fikirler, gerçekten iyi senaryoların önüne geçebiliyor. Bu yıl, en azından özgün senaryo kategorisinde bu formülün işleyip işlemeyeceği şüpheli. İçimden bir ses, 12 yılda çekilen Boyhood’un bu kategoride de ipi göğüsleyeceğini söylüyor. Ancak filmi çok sevmeyen biri olarak tahminimi Birdman’den yana kullanıyorum. Ama bu kategoride sürprize açığım. Tutkunu oldukları herhangi bir filmin daha büyük bir ödül kazanamayacağını düşünen akademi üyeleri bu kategorideki dengeleri değiştirebilirler. En İyi Uyarlama Senaryo: Adaylar: Jason Hall (American Sniper), Paul Thomas Anderson (Inherent Vice), Graham Moore (The Imitation Game), Anthony McCarten (The Theory of Everything), Damien Chazelle (Whiplash)
91
Sinema
Sinema
Özgün senaryo için belirttiğim bakış açısının orada işlemese bile uyarlama senaryo kategorisinde işleyeceğini düşünüyorum. Whiplash çok kişinin sevdiği bir film ama en iyi film kategorisinde şansı yok. Burada karşısında çok kuvvetli adaylar da yer almayınca Oscar’a ulaşması mümkün. Whiplash’in uyarlama senaryo kategorisine alınması pek çok eleştiri almıştı ama görünen o ki bu durum filmin lehine işleyecek ve Damien Chazelle, Oscar’ı alacak. En İyi Yardımcı Kadın Oyuncu: Adaylar: Patricia Arquette (Boyhood), Laura Dern (Wild), Keira Knightley (The Imitation Game), Emma Stone (Birdman), Meryl Streep (Into the Woods) Oscarlarda bu yıl oyuncu ödülleri önceden belli gibi. Çok büyük bir sürpriz olmazsa dört oyuncu ödülünden üçüne kesin gözüyle bakmak mümkün. Kendi adıma normalde sevdiğim bir oyuncu olan Patricia Arquette’in Boyhood’da çok iyi bir performans çıkarmadığını düşündüğümü çeşitli vesilelerle belirttim. Ancak önceki ödüllere baktığımızda seveninin çok fazla olduğunu görebiliyoruz. Ayrıca Boyhood’un oyuncuları arasından Oscar şansı olan tek isim şu anda. Filmi sevenlerin oyları Arquette’i kolay bir zafere ulaştıracaktır. Kim sürpriz yapabilir derseniz çok düşük bir ihtimalle Emma Stone’a derim. Bu arada Meryl Streep’in 19. Oscar adaylığı olduğunu da not olarak düşelim. Seneye yirminci adaylığında daha fazla şansı olabilir belki! En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu: Adaylar: Robert Duvall (The Judge), Ethan Hawke (Boyhood), Edward Norton (Birdman), Mark Ruffalo (Foxcatcher), J.K. Simmons (Whiplash) Bu kategoriye J.K. Simmons yazıp geçmek mümkün. Aylar öncesinden o kadar belli bir ödül ki diğer adayların sadece beş kişilik aday listesini doldurmak için yazıldığını söyleyebiliriz. Bir de ilerde Oscar adaylığı sayıları artacak. Sürpriz olur mu? İmkan, ihtimal yok. Bu arada Edward Norton’un Oscar alacağı günü de merakla beklediğimi not olarak düşeyim. En İyi Kadın Oyuncu: Adaylar: Marion Cotillard (Deux Jours, Une Nuit), Felicity Jones (The Theory of Everything), Rosamund Pike (Gone Girl), Julianne Moore (Still Alice), Reese Witherspoon (Wild) Yukarıda J.K. Simmons için kurduğumuz cümleleri burada da Julianne Moore için kurabiliriz. Eğer film daha çok sevilseydi Gone Girl ile Rosamund Pike’ın da şansı olabilirdi. Ancak şu anda Moore rakipsiz görünüyor. Zaten ufak birkaç istisna hariç oynadığı her rolde çok başarılı olan Moore’un Oscar alma sırası geldi de geçiyor bile. Beşinci Oscar adaylığında heykelciğe ulaşamaması için hiçbir neden yok.
92
En İyi Erkek Oyuncu: Adaylar: Steve Carell (Foxcatcher), Benedict Cumberbatch (The Imitation Game), Bradley Cooper (American Sniper), Michael Keaton (Birdman), Eddie Redmayne (The Theory of Everything) Oyunculuk kategorileri arasında çok net olmayan tek kategori. Her ne kadar Eddie Redmayne, Stephen Hawking rolüyle en büyük favori olsa da Michael Keaton’ın Birdman’deki başarısını da unutmamalıyız. Akademinin bazı üyeleri, oyunculuğu hiç bırakmamış olsa da yıllardır vasat filmlerde gördüğümüz Keaton’ın geri dönüşünü bir Oscar’la taçlandırmak isteyeceklerdir. Yine de Redmayne’in özürlü rolü oynamanın avantajını da kullanarak Oscar’ı alacağını düşünüyorum. En İyi Yönetmen: Adaylar: Richard Linklater (Boyhood), Alejandro González Iñárritu (Birdman), Bennett Miller (Foxcatcher), Wes Anderson (The Grand Budapest Hotel), Morten Tyldum (The Imitation Game) En iyi yönetmen kategorisinde daha önce Oscar almamış beş isimle karşı karşıyayız. Boyhood’un 12 yılda çekilmesi akademi üyelerine çok çekici gelmiş gibi gözüküyor. Kişisel olarak Linklater’ın yıllar boyunca bu projeyi takip etmesinin takdir edilmesi gerektiğini düşünsem de filmdeki yönetmenlik becerisinin çok fazla olmadığını düşünüyorum. Ama benim düşüncem çok fazla bir şey değiştirmeyecek, Richard Linklater Oscar’ı alacak gibi gözüküyor. Karşısındaki en güçlü aday ise Alejandro González Iñárritu. Açıkçası tahminim değil ama isteğim bu yönde. Hem geçen senenin galibi Alfonso Cuarón’un kankası Iñárritu’ya Oscar’ı takdim etmesi çok şık olur. Şubat ayı içinde verilecek olan Yönetmenler Birliği Ödülleri dengeleri değiştirebilir mi, göreceğiz.
En İyi Film: Adaylar: American Sniper, Birdman, Boyhood, The Imitation Game, The Grand Budapest Hotel, Selma, The Theory of Everything, Whiplash Geldik en iyi film kategorisine. Tıpkı yönetmen kategorisinde olduğu gibi bir kez daha Boyhood mu, Birdman mi sorusuyla karşı karşıyayız. Boyhood yine favori ama Birdman sürpriz yapabilir. Yapımcılar Birliği’nin bu sürprizi gerçekleştirip en iyi film olarak Birdman’i seçtiğini unutmayalım. Ama bu yazının yazıldığı tarih itibariyle ben çok bayılmasam da Boyhood Oscar’ı alır diyorum halen. Bu durum gerçekleşirse şöyle enteresan bir durum da olacak. Yaptığım araştırmalara göre en iyi film Oscar’ı alıp da ülkemiz sinemalarında vizyona girmemiş en yeni film 1983 tarihli Sevgi Sözcükleri (Terms of Endearment). Bu tarihten
93
Sinema sonra en iyi film Oscar’ı alıp da vizyon yüzü görmeyen bir film olmamış. UIP Türkiye’nin Boyhood’u vizyona sokmama kararı yaklaşık 30 yıl sonra ilk kez böyle bir durum yaşamamıza neden olacak gibi görünüyor. Bu yıl Oscar ödül töreni 22 Şubat’ı 23 Şubat’a bağlayan gece gerçekleşecek. O güne kadar yeni gelişmeler olabilir elbette. Tahminlerimin değişmesi durumunda her zaman olduğu gibi blogdan, sosyal medyadan yeni tahminlerimi de paylaşırım. Bakalım bu yıl Oscar oyununda tahminlerimiz ne kadar tutacak?
Hasan NadirDERİN http://sinemamanyaklari.com/
94
95
İşin ilginç tarafı tavşanın polislerden kaçmaması. Sanki tavşanlar onları oyalıyor gibi...
GÜM
Pardon
BREAKING
Kaçan tutuklu trafikte kausa yol açtı.
Ooo... çocuğu tavşan havada kalsa iyi olur. Yere inecek olursa onun kıını tekmeleyeceğim.
96
Polis tutuklunun yarım saat kadar önce Dogwood sokağındaki polis aracından kaçtığını bildirdi.
97
Sonunda tavşanı kamera ile görüntüledik.
Polis araçları binanın her tarafını sarmış bulunuyor.
zıpladı.
Kötü hissettiğimde fotoğrafına bakardım.
a Dah ysa a sonr öbetinee. n nc geceadan ö çıkm
Artık zaman doluyor ve mekana yaklaşıyor.
Bu mümkün değil. Tavşan hızla arabaya tutundu.
Çık ortaya. Ortaya çık ve bana her şeyin büyük bir yalan olduğunu söyle.
Epimelise ise her gece bana yol gösterirdi. i sana d m i Ş rum. o y i n sesle lis!.. e m i Ep
98
Durun! Durun bir değişiklik oldu! Bizim "Süper" tavşanın bir binaya girdiği söyleniyor.
lenen y ö s a Am ymuş u r ğ o d her şey çalar r a P . . . ve sen mişsin. y e d n i l ha 99
Ben... Neler oldu ki? Neoluyo lan!...
Naaptınız lan bana böyle.
Şimdi beni iyi dinle Harry. Senin dosyalarını okumak bana çok acı verdi. Olanları sana anlatmakta bir o kadar zor olacak.
Ama işin en zor tarafı senin üstüne düşüyor Harry. Çünkü sen kendin bile bilmediğin hikayeni dinlemek zorundasın. Sende kimsin? Ne oluyor? Naptın elime piç kurusu!... Sakin ol Harry... Şimdi gerçekten de ne olduğunu bilmek ister misin?
100
ŞİMDİ Dinlemeye Hazır mısın?
Sen Epimelis Planeti'nden olan Harry Natani el Kane'sin. Kendi Planeti'nden bir cinayet nedeni ile kovuldun. Buraya geldikten sonra polis olmaya karar verdin. İşinde başarılı oldun. Galiba o kadar çok başarılı olmuşsun ki birinin canı senin yüzünde çok sıkılmış. 101
Evet... Hazırım...
Pin-up
102