Gölge e-dergi 21. sayı

Page 1

HAZİRAN 2009 http://golgedergi.blogspot.com/

6. Çizgili Günler Şenliği Çizgi Roman Yapıyoruz ÇROP Çizgi Roman Atölyeleri Bilimkurgu Kadın Top 10 Uçan Süpürge


gö sa lge 21 yı

KAPAK İÇİ YAZISI

Geçtiğimiz günlerde farklı platformlarda çizgi roman üzerine konuşuldu, çizgi roman yapıldı ve çizgi roman hem akademik kitleye, hem halka ulaşmaya çalıştı. Karma Yayınevinden Özgür Kurtuluş ve Ozan Küçükusta Hacettepe Üniversitesi’nde Grafik Tasarım Çalıştayı’nda genç çizerlerle “Çizgi Roman Yapıyoruz” atölyesi kurdu ve çizgi romanlarını hep birlikte oluşturdular, hikâyesinden başlayıp balonuna kadar. Bir başka etkinlik Bilgi Üniversitesi’nin her yıl sonu yaptığı, gelenekselleşen Çizgili Günler Şenliği idi. Türkiye’de çizgi roman üzerine söz sahibi kişilerin üniversite gençleri ve konuklarla çizgi romanı konuşmaları, çizgi romanı anlatmaları, çizgi roman yapmaları güzel bir olay. ÇROP, Çizgi Roman Okurları Platformu da okullara gidiyor, halka iniyor, çizgi roman atölyeleri düzenliyor Türkiye’nin dört bir tarafında. Gölge e-Dergi’nin 9. sayısında tüm katılımcılara ücretsiz çizgi roman dağıtılan Amerika’daki Ücretsiz Çizgi Roman Günü’nü yazmıştık. Bilgi’deki Çizgili Günler Şenliği’nde de katılımcılardan Çapa Çizgi Roman Grubu yine fanzinlerini basmış, gelen konuklara ücretsiz dağıtıyordu. Nazım’ın dediği gibi “Çocuklar inanın, inanın çocuklar/ Güzel günler göreceğiz, güneşli günler”… Yaz geliyor, vakti olan kaçırmasın çizgi romanlı günleri. Çizgi roman okuyun, çizgi roman konuşun ve elinizden geliyorsa, çizgi roman yapın. Gölge’nin bu sayısında çizgi roman etkinliklerini değişik platformlarda yapanların kaleminden okuyacağız. 15 Haziran’ı da Gölge okurları ile Gölge için çizgi roman çizenlerin kavuşma günü olarak şimdiden duyuruyoruz. 15 Haziran’da Gölge e-Dergi Çizgi Roman Özel Sayısı’nda buluşmak ümidi ile şimdilik huzurlarınızdan ayrılıyoruz. Gölge ile ilgili her türlü görüş, öneri ve yorumlarınız için hayalsaati@gmail.com dan bize ulaşabilirsiniz A. Hamdi YÜKSEL Bu dergide yayınlanan tüm yazı ve çizimler yazarlarına-çizerlerine aittir. İzinsiz alıntı yapılamaz, yayınlanamaz. Yazıların içeriğinden yazarları-çizerleri sorumludur. http://golgedergi.blogspot.com/ Her zaman yeni yazar ve çizerlere ihtiyacımız var. Görüş, öneri, yorum, yazı-çizinizi yollayabileceğiniz adres hayalsaati@gmail.com Editör: A. Hamdi YÜKSEL Gölge Yayın Kurulu: Oğuz ÖZTEKER, Utku TÖNEL, Şükrü BAĞCI, Hasan Nadir DERİN, Rıdvan ŞORAY, Emre ÖZGEN Kapak: Bertan UÇAR http://style33.deviantart.com/ Sayfa Tasarım: Mehmet Murat DEMİRELLİ murat.demirelli@hotmail.com


04

08

13

18

23

27

31

40

Çizgi Roman Yapıyoruz

Bilimkurgu Kadın Top 10

44

Takım Elbiseli Adam III

60 Rio

6. Çizgili Günler Şenliği

Elest Bezmi

48 3M+T

65 Cepcepniler

ÇROP Çizgi Roman Atölyeleri

Zalres

52 Hayat Var

73 Hayal Cafe

Yeni Bir Deneyim

Gece Yarısı İşsizleri

54 Gidip Bir Kenarda

76 Uçan Süpürge


04 gölge haziran » çizgi roman yapıyoruz!

ÇİZGİ ROMAN YAPIYORUZ! Son iki yıldır yerli ve özgün çizgi romanlar üretmek isteyen yazar ve çizerler Kamra Yayıncılık çatısı altında çeşitli projeler üretiyorlar. 2007 yılının Nisan-Ağustos ayları arası yayınlanan Tam Macera Dergisi ve 2009’da birçok yazar-çizerin kolektif çalışmalarının sonucu olarak ortaya çıkan 224 sayfalık Deli Gücük: Osmanlı Taşrasından Dehşet ve Korku Hikâyeleri albümü bu projelerden bazıları. Yukarda saydığımız çalışmalara katılan yazar-çizerlerin çoğu ilk defa çizgi roman ürettiler. Bu anlamda her iş katılan yazar-çizerler için çizgi roman yapmayı öğrenmek ve deneyim kazanmak için bir fırsat yarattı. Daha iyi hikâyeler ve çizgiler üretmek için sadece yeteneğin değil sürekli üretmenin de gerekli olduğu fikrinden yola çıkarak her yeni proje bir öncekinden daha profesyonel, daha bilinçli ve daha heyecan verici oldu. Çizgi romana olan ilgi artırmayı da amaçlayan bu işler ülkemizdeki yayıncılık sektörü için başarılı sayılabilecek tirajlara ulaştılar. Dört sayı yayınlanan Tam Macera Dergisi küçük yayınevlerinin baş belası dağıtım problemlerine rağmen hatırı sayılır bir satış elde etti. Deli Gücük albümü ise sadece düzenli çizgi roman okuyucuları tarafından değil, bir zamanlar çizgi roman okuyan ya da hiç çizgi roman almayan okuyucular tarafından da ilgi gördü. Medya tüm çalışmalarla yakından ilgilendi. Hürriyet, Sabah, Vatan gibi gazeteler; Radikal Kitap, Tempo, Aktüel, NTV Tarih gibi dergiler çalışmalarımızı haber yaptılar. Bizden hikâyeler insanların çizgi romana olan ilgisini artırdı. Kültürel alandaki tüm üretimlerde olduğu gibi çizgi romanda da yerli olana ilgi, çeviri-telif eserlere göre daha fazla oldu. Ülkemizde çizgi romanın gelişmesi, ilginin artması için üretmenin zorunlu olduğu gerçeği bu projelerle de tekrar görülmüş oldu. Bizi yeni çalışmalar için heyecanlandırdı ve motive etti. Kamra Yayıncılık’ın genç yazar-çizerleri çizgi romana yöneltmeye yönelik çabaları sadece üretim projeleriyle sınırlı değil. Deneme ve tecrübe kazanma amaçlı çalışmalar, eskiz günleri ve atölye çalışmalarıyla çizgi roman üretimi desteklenmeye çalışılıyor. Bugüne kadar değişik etkinliklerde ve bir proje kapsamında yapılan denemelerde elliye yakın yazar-çizerle bu çeşit çalışmalar yürütüldü. Üniversitelerdeki şenliklerde, müzik festivallerinde ve çizgi roman buluşmalarında yazarlar ve çizerler bir araya geldi, imza günleri düzenlendi.


Hacettepe Üniversitesi Grafik Tasarım Çalıştayı “Çizgi Roman Yapıyoruz” Atölyesi Katılımcıları

çizgi roman yapıyoruz! « gölge haziran 05

Bunlardan sonuncusu geçtiğimiz ay Hacettepe Üniversitesi’nde yapıldı. Güzel Sanatlar Fakültesi bünyesinde düzenlenen Grafik Tasarım Çalıştayı kapsamında “Çizgi Roman Yapıyoruz!” adında bir atölye çalışması yapıldı. Kamra Yayıncılık’tan benim ve Ozan Küçükusta’nın yönetimindeki üç günlük çalışmaya on iki genç çizer katıldı. İlk gün genel olarak Dünya’da ve Türkiye’de çizgi roman üzerinde sohbet edildi. Çizgi romanın ne olduğu, bir hikâyenin çizgi roman olarak nasıl anlatılabileceği üzerine tartışmalar yapıldı. Genel görüşün aksine çizgi romanın bir grafik sanattan ibaret olmadığı, adına uygun olarak işin bir yanının çizgi diğer yanının ise roman (anlatı) olduğunun üzerinde duruldu. Çizgi romanda asıl derdin bir hikâye anlatmak olduğu ve çizginin çizgi romanın diğer parçaları (metin, balon, kareleme gibi) ile birlikte bunun aracı olarak kullanıldığı anlatıldı. Süre kısıtlı olduğu için ilk günün sonunda bir çizgi roman yapmak için gerekli olan ilk aşama yani fikir-hikâye-senaryo üzerine yoğunlaşıldı. Katılımcı çizerlerin bir kısmı ortak gruplar oluşturdu, bir kısmı ise yalnız çalıştı. İlk günün sonunda yedi çizgi roman fikri ortaya çıktı ve eskizler yapıldı. Atölyenin ilk gününde daha önce hiç çizgi romanla uğraşma-


mış olan çizerler sürenin de kısıtlı olmasından dolayı biraz tedirgindiler. Ancak çalışmalar kâğıt üzerinde somutlaştıkça bu tedirginlik yerini heyecana bıraktı. İlk günün sonunda tüm katılımcı çizerler ne yapacaklarını ve nasıl yapacaklarını biliyorlardı. Atölyenin ikinci gününde çizgi roman sohbeti devam ederken çizerler sayfa eskizleri üzerinde çalışmaya devam ettiler. Özellikle üzerinde durulan konu kareleme oldu. Karelemenin anlatının önemli bir parçası olduğu anlatıldı ve örnekler gösterildi. Atölye boyunca farklı ülke çizgi romanlarından örnekler çizerlerin ilgisine sunuldu. Sadece Amerikan (Comic), İtalyan (Fumetti), Fransız-Belçika (Frankafon) ve Japon (Manga) çizgi romanları gibi temel ekoller değil, daha underground örnekler de ilgi gördü. İncelenen örneklerin çizerlerin kafasındaki “çizgi roman böyle olur” önyargılarını kırdığı gözlemlendi. Çizgi romanın ne kadar geniş bir sanat dalı olduğu, farklı uygulamalara açık, her türlü hikâyeyi anlatmak için yeterli olanağı sunan bir alan olduğu anlaşıldı. Eskiz çalışmalarının ardından çizimlere geçildi. Ozan Küçükusta rehberliğinde kimi çizerler sadece karakalem ve çini üzerine yoğunlaşırken, kimileri ise bilgisayar (tablet) kullanmayı tercih etti. Günün sonunda yedi farklı çizgi romanın çoğu son halini aldı. Tamamlanmamış çalışmalar ise çizerlerin gece mesaisine bırakıldı. Üçüncü gün tüm çizgi romanlar son halini almıştı. Çalıştay sonucunda açılacak olan sergi için son hazırlıklar yapıldı: çizilen kareler montajlandı, boyamalar ta-


çizgi roman yapıyoruz! « gölge haziran 07

mamlandı, son rötuşların ardından çıktılar alındı. Çalıştayın yapıldığı alandaki panolara üretilen çizgi romanlar asıldı. Neredeyse iki günlük bir zaman diliminde toplam yirmi beş sayfalık çizgi roman üretildi. Hemen hepsi farklı tarzlarda çizgi romanların kimi üniversite öğrencilerinin sabah uyanamama, okula ulaşamama gibi günlük problemlerini mizahi bir dille anlattı, kimi origami sanatına ilgi duyan bir pastırma ustasını, kimi bir hanzoya âşık olan dişi bir robotu, kimi ise eski zamanlardan fırlamış bir Osmanlı “paranormal” vakalar dedektifinin birdenbire tehlikeli bir yaratığa dönüşen atıyla olan macerasını... Çalıştayın en çok ilgi gören çalışmalarının çizgi romanlar olması hepimizi sevindirdi. En çok eğlenen atölyenin de bizimkisi olduğu aşikârdı. Diğer atölyelere katılan öğrenciler sürekli atölyemize gelerek yapılan çalışmaları incelediler. Ancak daha da sevindirici olan atölyeye katılan genç çizerlerin çizgi romana olan bakış açılarındaki olumlu değişim ve çizgi roman okumaya ve yapmaya olan motivasyonlarındaki artış oldu. Son üç yılda yaşadıklarımız bize çizgi romanın özellikle gençler arasında bilinmediğini, bilinenin de çizgi romanın sadece belli türleri hakkında olduğunu gösterdi. Bu anlamda çizgi roman etkinlikleri yurt dışındakilerin aksine bir yayını, bir kahramanı tanıtmaktan öte çizgi romanı tanıtma işlevi görüyor. Neredeyse yüz yıllık bir sanat dalını, ülkemizde bir zamanlar yüz binler satan popüler kültür ürünlerini anlatmak kulağa biraz garip geliyor ancak maalesef gerçeklik böyle. Türkiye’de çizgi roman yapanların önce çevrelerine çizgi romanı anlatmaları yani işe en baştan başlamaları gerekiyor. Bu alanda hem kültürel hem de üretim anlamda bir birikimden söz etmek mümkün değil. Bugün hâlâ karikatür ile çizgi roman arasındaki farkı anlatmak durumunda kalıyoruz. Bu anlamda Kamra Yayıncılık istemeden de olsa çizgi romanı tanıtmak gibi bir misyonu da üstlenmiş durumda. Çizgi roman atölyeleri, imza ve eskiz günleri yaptığımız çalışmaları anlatmanın yanı sıra, çizgi romanı tanıtmanın, insanlarla buluşturmanın vesilesi oluyor. Kamra Yayıncılık olarak yeni atölyelere ve çizgi roman etkinliklerine her zaman açık ve hevesli olduğumuzu belirtmekte fayda var. İdeallerine sahip çıkan, üretmenin tüketmekten her zaman daha fazla heyecan ve haz verdiğini düşünen, birlikte çalışabilmeyi, kolektif işler çıkarabilmeyi becerebilecek yazar ve çizerlere deneyimlerimizi aktarmak, genç/olgun yeni çizgilerle tanışmak için her fırsatı değerlendirmek amacındayız. Çizgi roman okumak çok zevklidir, ama yapmak daha zevklidir, bunu hiçbir zaman unutmamak gerekir. Yazan: Özgür KURTULUŞ http://www.kamra.com.tr/


08 gölge haziran » 6. çizgili günler şenliği

6. ÇİZGİLİ GÜNLER ŞENLİĞİ ETKİNLİK RAPORU 12 MAYIS 2009 6. Çizgili Günler Şenliği (ÇG09) CAM, ART, MAP ve MAPpa hazırlık ve birinci sınıf öğrencilerinin tasarımı ve uygulaması ile 9–10 Mayıs tarihleri arasında İstanbul Bilgi Üniversitesi Santral Kampusunda gerçekleştirildi. Çalışma Dönemi ÇG09 için ilk buluşma çağrısı 11 Şubat 2009 için yapıldı. Toplantı web duyurusu, e-posta gönderimi ve afişleme yoluyla duyuruldu. CAM MA tanıtım toplantılarında gönüllü olarak çalışan ekibe ayrıca bir çağrı yapıldı. Katılımın sınırlı olduğu ilk toplantının içeriği ÇG’in geçmiş beş yılı ve bu yıl nasıl bir yol ve yöntem izlenebileceği üzerine genel bir bilgi alışverişiydi. Telif hakları konusunda önceki yıllardan daha özenli olunması ve içerikte olabildiğince özgün materyallere yer verilmesi prensip kararlarının alındığı toplantıdan ÇG konusunda sınıfın haberdar edilmesi, katılımın artırılması ve çizgi roman kültürü üzerine genel bir araştırma yapılması niyeti ile ayrıldık. 17 ve 24 Şubat’ta yapılan toplantıların sonunda programın içeriği belirmeye başladı, etkinlik tarihinin Mayıs sonu olmasına karar verildi. Beyin fırtınası sürecimizin etkinliğini göstermesi açısından bu dönemde ortaya atılan 15 başlıktan 10’unun gerçekleştirildiğini aktarmak yerinde olur. Bu toplantılar sırasında katılımcı sayımız kimi zaman 17’ye kadar çıktı. Mart ayında ÇG09 ekibi küçülerek gerçek boyutunu buldu. Bu aşamada toplan-


6. çizgili günler şenliği « gölge haziran 09

tılarımız seyrekleşti ancak gönüllüler ana başlıklar üzerinden olasılıkları değerlendirdikleri, görüşmeler yaptıkları bireysel araştırma sürecini yöneterek proje danışmanına düzenli bilgi aktardılar. Nisan ayına girerken kapsamlı bir toplantı ile edinilen bilgiler paylaşıldı bunların ışığında kimi önerilerden vazgeçilirken kimi yeni olasılıklar ortaya atıldı. Yapı Kredi Yayıncılık işbirliği ile düzenlenmesi planlanan Doğan Kardeş kapakları sergisi ile Ten Ten 80 yaşında ve popüler kültür ikonu olarak çizgi roman karakterleri konulu paneller bu aşamada elendi. Programın son halini alması ile ayrıntılı iş planı hazırlandı ve grup içinde iş bölümü yapıldı. Yine bu dönemde afiş görselimizin bir çizer tarafından bize özel yapılması fikrini benimsedik. Hoş tesadüfler sonucunda Piyale Madra afiş görselimizi çizdi. Programda yer almasını ilk toplantılardan başlayarak istediğimiz grafiti gösterisinin Nisan ayında belirginleşen bütçesi ÇG09’un toplam bütçesinin 1/5’ini bulan boyutuyla endişe verirken ABC Gıda ile yürüttüğümüz ikram pazarlığı da bütçemizi zorlayan bir diğer etmen oldu. Sonuçta grafiti gösterisini açılış kokteylimiz pahasına programda tutmaya karar verdik. Tanıtım çalışmalarımızın gecikmemesi hedefiyle programımız kesinleşmeden Facebook ve MySpace’te etkinliklerimizi duyurmaya başladık. Web sitemiz tamamen baştan tasarlandı, geçmiş yıllara ait bilgiler bu siteye aktarıldı. Basılı tanıtım malzemelerimiz programımızın değişkenliğine rağmen elden geldiğince erken tamamlandı ve dört koldan dağıtıldı. Basınla ilişkilerimiz BİLGİ tanıtım ofisi üzerinden sürdürüldü. Basında ilk ÇG09 haberi Birgün gazetesinde Nisan ayında yayımlandı. 9 Mayıs, Cumartesi CG09’un ilk günü dört konukluk bir panel olan ÇAPA Çizgi Roman Grubu: Türk Çizgi Romanında Bir Macera ile başladı. İkisi Ankara’dan gelen konuklarımızı dinlemeye Bursa’dan gelen katılımcılar vardı. Çok salonlu koşut etkinlikler olarak kurguladığımız programımızı katılımcılarımızı bölmemek için aynı salonda yürütme kararı alarak, kaligraf Şevki Sayışman’ın Çizgi Romanın Balonu söyleşisini de büyük salonda yürüttük. Çizgi romanın yok olmaya yüz tutan boyutu kaligrafiden, çizginin kendi kendini üretme aşamasına geldiği siber ortama Ali Murat Erkorkmaz ve Compishco ile geçtik. Erkorkmaz’ın günün en heyecan uyandıran konuklarından biri olduğunu salonu boşaltma zamanımız geldiğinde anladık.


10 gölge haziran » 6. çizgili günler şenliği

Büyük usta Yalçın Didman’ın Rodeo yayınlarının aynı serisinden ilk kitabı yayımlanan Cem Özüduru ile bir araya geldiği Bir Usta Bir Genç adlı paneli yayımcıları Murat Mıhçıoğlu bizzat yönetti. Panelin odağında genel olarak yayıncılığın özel olarak çizgi romanın Türkiye kültür politikasında yok sayılması vardı. Ardından Hakan Şaşmaz’ın usta Ersin Burak’ın kalemini İtalya’ya taşıdığı süreci sanatçı ve yöneticinin ağzından, iki farklı açıdan dinleme fırsatımız oldu. Ersin Burak’ın Bonelli yayınevinin bir çizgi serisini desenlemesi için götürülen teklifi ve uluslararası işbirliği ile ilerleyen sürecin yayınevi ve sanatçı arasında nasıl hünerle yönetildiğini gördük. Ersin Burak desenleme sürecinin çeşitli aşamalarını yanında getirdiği orijinal örnekleri göstererek katılımcılar ile paylaştı. Günlük Basında Çizgi hepsi uzun yılların karikatüristi olan üç ismi ağırladı: Kamil Masaracı, Ercan Akyol ve Tan Oral. Türk basınında çizginin yüzölçümünün giderek azalması ve dilinin yumuşaması sürecini bir basın tarihi dersi derinliğinde ele alarak çizginin ciddiyetini ortaya koydular. Günün son oturumu toplam iki saatlik sarkma ile 20’de başladı. Koleksiyon Nesnesi Olarak Çizgi Roman’ı ele alan Aslan Eroğlu, Sinan Gürdağcık ve Talat Güreli nesnenin fetişleşmesinden söz ederken eski defterler açıldı, Talat Güreli’nin Ercan Akyol’a önce verip sonra geri aldığı çizgi romandan, Tan Oral’ın bir kış boyu yakarak ısınmak zorunda kaldığı dergi ko-


6. çizgili günler şenliği « gölge haziran 11

leksiyonuna uzanan, dinlemeye doyamadığımız bir okuryazarlık serüvenine hem ev sahibi hem kulak misafiri olduk. 10 Mayıs, Pazar ÇG09’un ikinci günü kahvaltı ikramı ve Çocukluğumun Çizgileri ile başladı. Bu etkinliğin uzantısı olarak kurguladığımız Tırtıllar söyleşisi gerçekleştirilemedi. Tüm ısrarlarımıza karşın Tırtıllar’ın sahne korkusunun önüne geçemedik. Öte yandan 90’ların başında hipnotize olmuşçasına izlediğimiz filmleri bir kez daha görmenin bize verdiği keyif, yaşları 2 ile 9 arasında değişen çok sayıda küçük katılımcımızın da bizlerle aynı keyfi aldığını görmemizle katmerlendi. Küçük katılımcılarımızı her iki gün de yürüttüğümüz el ilanı dağıtma turlarımız sayesinde kazandık. Aynı gün okulda düzenlenen Deneme Sınavı bizim için büyük şans oldu. CG09’un şablon ve grafiti ağırlıklı bölümüne geçişi Bomb it! belgeselinin gösterimi ile yaptık. E4-303 nolu sınıfta düzenlediğimiz şablon atölyesi, şablon tekniğinin öğrenilmesi ve tişört üzerine uygulanmasını içeriyordu. İçerisi beklediğimizden çok ve çabuk doldu... Günün ve yılın son etkinliği grafiti gösterisi santralistanbul’un bahçesinde, Tamirhane’nin karşısındaki trafonun önünde gerçekleşti. Müzik eşliğinde iki grafiticinin gösterisi saat 18’de başladı ve 22’ye dek sürdü... İzleyicilerimiz giderek arttı...

Özellikle çocukların çok ilgisini çektik...


Öğrenci İşleri ve Stantlar Bu yıl öğrenci işlerini devamlı gösterim olarak E4-303 nolu sınıfta sunduk. Bahçeşehir Üniversitesi, Anadolu Üniversitesi ve Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi öğrencilerinin filmlerinden oluşan seçki, toplamda edindiğimiz altı saate yakın malzemenin iki saatlik bir bölümüydü. Ayrıca stant ve fuaye alanına Bahçeşehir Üniversitesi öğrencilerinin illüstrasyonlarından oluşan bir sergi de kurduk. Katılımcı Kayıtları Katılımcılarımızın sayısını takip edebilmek ve iletişimimizi sürdürebilmek için tüm katılımcılarımızdan iletişim formumuzu doldurmalarını istedik. İki günün sonunda kayıtlı 59 katılımcımız oldu. Öte yandan, bu sayının üzerinde bir kitleye ulaştığımızı rahatlıkla söyleyebiliriz.

Ekip (belirsiz bir sırayla) Gül Adıyaman: Bir Usta Bir Genç, Türk Çizdi İtalyan Okudu E. Emre Uçaray: Yayınevleri ve stantlar, film gösterimleri teknik Ayşegül Oğuz: Çizgi Romanın Balonu, Koleksiyon Nesnesi Olarak Çizgi Roman Kutlu Suytar ve Gizem Kalkan: Şablon Atölyesi, Grafiti gösterisi Melodi Şihmantepe: ÇAPA Türk Çizgi Romanında bir Macera Yağmur Ertekin: Basılı malzeme, ikram Yeşim Akyüz: Katılımcı takip ve ağırlama Can Turgay: Öğrenci işleri temini, sergileme Çağla Mısırlı: Kontrol Edilemeyen Çizgiler, Günlük Basında Çizgi Duygu İzdeş: AFCA Onur Ödemiş (VCD): Web tasarım ve uygulama

Teşekkürler ÇG ruhunu iki yıldır kaybetmeyen, CG09’da desteğini bizden esirgemeyen Cesi Menase’ye, Cumartesi gününü çizgili fotocu olarak geçiren ve sohbetlerin temposunun düşmesine izin vermeyen Erdem Dilbaz’a, yoğun temposunun onu durdurmasına izin vermeyip iki gün katılım gösteren, en kıdemli çizgili Aslı Şüküroğlu’na, arkadaşlarını toplayıp gelen Hülya Alkan’a ve ne kadar değerli olduğunu bildiğimiz zamanından çalıp bizi desteklemeye gelen Banu Pekol ve Ceren Özpınar’a kucak dolusu teşekkürler. Yazan: Ezgi ARIDURU http://cizgili.bilgi.edu.tr/


ÇROP « gölge haziran 13

ÇROP ÇİZGİ ROMAN ATÖLYELERİ 2006 senesinin başlarında konuşmak yerine üretmek fikrini yıllar sonra ikinci kez ortaya attığımda aklımda tam olarak neler vardı ben bile bilmiyordum aslında. İlk kez “üretelim arkadaşlar” dediğimde ellerinde senaryo olmayan bir grup amatör çizerle çizgi roman dergisi çıkarmayı hedeflemiştik. Olay somuttu ve senaryo da yazılınca üretime geçmiştik. Çizgi Roman Okurları Platformu (ÇROP) ise bir tür tepki olarak idi sadece. Forum alanlarındaki “konuşalım ve üreteni de aşağılayalım” yaklaşımına karşı çıkışı hedeflerken “üreteni destekleyelim sanatımıza sahip çıkalım” gibi soyut bir hayalin de peşindeydim açıkçası. 23 Nisan 2006’da yayınevlerine katılımın hayli düşük olduğu bir “teşekkür kartpostalı atma” projesinin ardından Türkiye’nin ilk “çizgi roman kitaplığını” kurma aşamasına geçtik. Derken “ücretsiz çizgi roman okuma stantları”, “çizgi roman yarışmaları” ve “çizgi roman atölyeleri” başladı. Atölye fikri yine doğaçlama gelişti birçoğunda olduğu gibi. ÇROP yahoo yazı grubu ve özel sohbetlerde laf arasında bir değinildi, az gelişti, “olur mu canım?” dendi sorgulandı ve bir gün bir de baktık çocukların karşısındaydık. 5. Çocuk ve İletişim Kongresinde “ÇROP ücretsiz çizgi roman okuma standı” kurmak ve Panel’de ÇROP adına konuşmak üzere davet edilişim atölyeyi hayata geçirmek için fırsat sunmuş oldu. S. Ozan Sarı ve eşi Emel Alp Sarı’nın çizgi desteğiyle bu işe kalkıştık: “ÇROP ve Çizgi roman atölyeleri aslında eşim Emel’le uzun süredir hayalini kurduğumuz bir düşünce idi ve ÇROP fikir babası ve kurucusu Ümit Kireççi bu hayali paylaşan ve büyük ölçüde gerçekleştiren dinamomuz oldu. Çizgi roman atölye fikri ÇROP toplantılarında ortaya atıldığında kendi adıma çok sevindim çünkü çizgi roman adına somut bir şey yapma fırsatı yakalamak zaten bambaşka bir heyecandı benim için. Eşim ve Ümit aslında bu projenin bel kemikleriydiler ancak bunun bir parçası olma fikri bambaşkaydı.


14 gölge haziran » ÇROP

Çizgi roman okurları olarak birçok yer ve zamanda çizgi romanın sorunlarını, şu andaki çıkmazını, geleceğini konuşur ve havanda su döverdik. Ancak ÇROP bunu sadece havada bırakmak istemedi. Önce Çizgi Roman Okutma günleri yaptık ve bunu takip eden Atölyelerle destekledik. Çok da iyi oldu. Harika sonuçlar aldık. Genç nesil inanılmaz istekli ve ilgili çizgi roman atölyelerine. Tabii şunu da belirtmeden geçemeyeceğim “Ümit’siz” bu tür bir organizasyonun altından kalkamazdık. Ümit Kireççi’ye ne kadar teşekkür etsek azdır. Türkiye’de Çizgi romanlarını sadece bayiden çizgi roman alarak bir yere varamayacaklarını fark etmelerini ve biraz daha aktif olmalarını istiyoruz. Artık sadece yayıncılara para kazandırmakla çizgi romanın bir yere gelemeyeceğini bilmeliler.” S. Ozan Sarı “Çizgi roman promosyon hediyelerin hediyesi değil asıl satın alınan şeydir” ana fikrinden yola çıkarak çocuklara satın aldıkları dergilere hangi gözle baktıklarını sorgulattık bu çalışmada. Çocuklar, içinde çizgi roman olan dergileri hediyelere ulaşmak için alıyor, onlarla oynuyor, paylaşıyor, dergiye de göz ucuyla baktıktan sonra dergiyi atıyorlardı. Oyuncaklar ise kırık dökük de olsa elde tutuluyordu. Bu bilinçsiz tüketici yaratma çabasını sekteye uğratmak gerekiyordu. Çizgi roman’ın üretim safhalarını yaşamaları en azından “emek” harcamanın ne olduğunu anlamalarını sağlayabilirdi çocukların. Öykü oluşturmak, onu vurgularına ayırmak, karelemeyi yapmak, çizmek, çizgi roman tekniğini uygulamak… Şu ana kadar istediğimizi elde etmiş gibiyiz. Atölyelere katılan çocuklar kadar anne ve babaları da ellerine kâğıt kalem alarak masa başına geçtiler ve 45 dakika olarak başlayan atölye 2 saat sürdüğünde bile eğlenerek ve üreterek sigara veya tuvalet molası vermeden çizdiler. Şimdilerde atölyelerimize katılan kişilerin çizgi romana yine aynı gözle baktığını sanmıyoruz. Ter akıtmanın, emek harcamanın, sanatsal bir eser ortaya koymanın ne olduğunun pekâlâ farkındalar. Sıradan bir çizgi romanda bile yer alabilecek ortalama 5 sayfadan 30 karenin hangi aşamalardan sonra çizildiğini artık biliyorlar. Kaldı ki katılımcılar sadece “1 sayfa” çiziyorlar. Ama yakından görmek gerek, “gerçekten, samimi duygular ve çabalarla, ter dökerek, isteyerek” çiziyorlar.


ÇROP « gölge haziran 15

Kimi zaman “kızım-oğlum yetenekli mi, gelecek vaat ediyor mu?” diye soruluyor bize. Doğrusu o anne ve babaları anlıyoruz ama bu atölyeler “çizer yaratma” amacı gütmüyor pek. Elbette çizimi iyi olanlarla çizer arkadaşlarımız yakından ilgilenerek ailelerini; diğer çocuklara fark ettirmeden, bilgilendiriyor, yönlendiriyorlar. Rıdvan Şoray, çocuklarla kendi çocuklarıymış gibi ilgilenmeyi seven çizerlerimizden mesela: “Çizgi roman atölyelerinde hep yeni bir heyecan vardır. Çünkü çocukların hayal güçleri çok geniş; ne zaman hangi karakterin geleceği, nasıl bir cümle söyleyeceğini asla tahmin edemezsiniz. Bu da her seferinde heyecanlı olmanıza sebep olur, çünkü daha önce hiç görmediğiniz bir karakter ile bir hikâye oluşturmak isteyebilir çocuklar. Çizgi filmlerle, çizgi romanlarla ne kadar iç içe olsanız da çocuklar kadar olamazsınız. Her atölyenin sonunda o çocukların artık çizgi romandan uzaklaşamayacağını görürsünüz. Nasıl olur diyorsanız bunu anlatması zor. Gelip görmeniz gerek derim. Bunda atölyenin sıkıcılıktan uzak olan, çocuksu yapısının payı büyük. Bu yapıyı oluşturan Ümit’in bir çocuk dehası olduğunu gösteriyor bence. O kadar pratik hale getirilmiş ki atölye, herhangi bir aktivite de 40 dakikalık bir aralığa sıkıştırılıp uygulanabiliyor. Tabii bunu herkes yapabilir olarak söyleyemem lakin Ümit’in enerjisine yetişebilecek bir adam daha tanımıyorum. Ümit’in bu çalışmalarında onunla birlikte olmak da ayrı bir zevk. O da başka bir çocuk. Bir süredir uzak kaldığım çocuk işlerine geri dönmek benim için ise tarif edilemez bir haz. Sanırım kaybetmekte olduğum o çocuk yanımı geri getirmeyi fazlasıyla başarabilen işler bunlar. Hem bu atölyelerde dahası oluyor. Anaokullarında İngilizce dersi; yine anaokulları, okul sahneleri veya alışveriş merkezlerinde çocuklarla yaptığım fen deneylerinde görmediğim bazı şeyleri görüyorum. Eğlenceli İngilizce derslerinde inanılmaz ses taklitlerine, deneylerde dahi çocuklara tanık oluyordum ama çocuklar için bir resim modeli oluşturmak çok ayrı bir lezzet. Sadece resim olsa yine iyi; bir sayfa çizgi roman! O çizgilerindeki netliği görmek, işte sen öyle çizmişsin ben de aynısını çizdim ya da benim hayalimde böyle o yüzden böyle çizdim demeleri öldürüyor insanı. Çocuklarımızda muhteşem bir cevher var. Bunu çeşitli açılardan görmüş birisi olarak çocuk işlerinden ayrı kalmak en fantastik çizgi romanda bile hayal edilemeyecek, en abuk rüyada bile görülemeyecek bir şey benim için.” Rıdvan Şoray


16 gölge haziran » ÇROP

Ancak ÇROP atölyelerinde belki de bizi en çok sevindiren şey çizgi romanın tabu olmaktan çıkmış olduğunu görmekti. Çizer-Sanat Editörü Erkin Ergin de o atölyelere katılmış çizerlerden biriydi: “Çok zamandır çiziyorum, bir sürü usta ile bir şeyler yaptık ama gerçekten yaptığımız işin ne kadar önemli olduğunu bu projenin içinde hissettim… Çocuklara çizgi romanın; artık, yasak olmadığını, gizli gizli değil açık açık yapmaları gerektiğini söyleyebilmek… Ümit’e ve tüm o mükemmel çocuklara, bir de o harika hayal güçlerine ne dense az… Çocuklarla çizgi roman yapmak mükemmeldi.” Erkin Ergin Bizi üzen şeyler de olmuyor değil tabii. Yakın zamanda ÇROP için benim üzerimden “çizgi romanı para kazanmak için kullanıyor” dedikodusu çıktığı geldi kulağıma. Muhtemelen profesyonel tiyatrocu olmamın ve her katıldığım etkinliğe ÇROP’u taşımamın yanlış yorumu olsa gerek bu. Şaka bir yana şu ana kadar dünyanın parasını harcadık ve ben sadece üç kez çizer arkadaşlara para çıkarabildim atölyelerden. Bu paralar da; biri hariç, atölyeye bütçe ayrılmadığından tiyatroya ödenenlerden aktarıldı kendilerine emeklerinin karşılığı olarak. Eh o kadar da olsun artık! Bir kısım insan “lak lakla ömür tüketirken” ÇROP atölyelerine katılan arkadaşlar Zonguldak, Ankara, Eskişehir, Denizli turnelerine katıldılar İstanbul ortamının dışına çıkarak. Kim bilir daha nerelere gidilecek çizgi roman için… Üç kuruşun lafı olur mu? Olacaksa da kendine yakıştıran buyursun dedikodusunu yapmayı sürdürsün! “ÇROP Çizgi Roman Atölyeleri” devam ediyor. “Çizgi Roman Senaryosu” adlı kitabımın baskısının tam da bu araya denk gelmesi hoş bir tesadüf olmakla birlikte “çocuk tiyatrosu ve çocuklara tiyatro hocalığı” yapmamın sağladığı deneyimlere eklenerek atölyelerdeki yetkinliğimi perçinledi. Atölye, günler süren “40 dakikada şipşak çizgi roman atölyesi nasıl yapılır?” araştırmalarımın her iki alandaki birikimimle ve çizer arkadaşların yönlendirmesiyle rayına oturdu nihayet. Yakın zamanda bu süre kısıtlamasını da aşarak “çizgi roman tarihi, çizgi roman yazarlığı, teknikler, çizim, boyama” aşamaları üzerine sevgili Rıdvan Şoray’la tam bir günlük atölye yapma fırsatı yakaladık İzcilerle. Muhteşem çalışmalar çıktı o etkinliğin sonunda. Yine de tüm anlattıklarımız yetmezse “ÇROP Çizgi Roman Atölyeleri”nin başarısını ölçmek gerekir denirse belki bana iki üniversiteden gelen okutmanlık ve kurs hocalığı teklifini dile getirmek gerekir. Okutmanlıklar bir yana Maltepe Üniversitesi MASEM kapsamında gerçekleşecek olan “Çizgi Roman Senaryosu Yazımı” kursuna katılanlara sertifika verilecek sözgelimi (kayıtları hâlâ devam ediyor, MASEM’ın internet sitesinden gerekli bilgilere ulaşılabilir). Birçok okul ve etkinlikten aldığımız teklife ek


ÇROP « gölge haziran 17

olarak alanında yetkin akademisyen hocalarımızdan gelen bu öneriler doğru yolda olduğumuz konusunda içimizi rahatlattı açıkçası. Böyleyken böyle. Basit bir macera, işgüzar bir eğilim, haybeye kürek sallama olarak görülen ve en fazla 3–5 ay ömür biçilen, ÇROP, 3. yaşını çizgi roman adına projeler üreterek ve uygulayarak kutlarken hanesine her gün yeni bir artı yazdırdı. “ÇROP Çizgi Roman Atölyeleri” şimdilik en zirve noktamız konumunda. Gelecek ne gösterir bilinmez. Bugüne kadar çeşitli yaşlarda çocuklar, gençler ve anne-babalar, üniversite gençleriyle bir araya geldik. Kısmet olursa bunu bir adım ileriye taşıyacak çalışmalara da başladık. Yolu düşen herkesi bekleriz… Hatta bakın bekliyoruz: “ÇROP ve Çizgi roman atölyeleri, benim, için çizgi romanı severek okumanın ötesinde bir şeyler yapılabileceğini herkese ama özellikle çocuklara gösterdiği için gerçekten çok heyecan verici ve eğlenceli bir deneyim oldu. Ben, miniklere çizgi romanın nasıl bir şey olduğunu anlatma kısmında yer aldım. Çocukların etkinlik süresince yüzlerindeki samimiyet dolu şaşkınlık ve sevinçlerini görmek hepimiz için inanılmaz keyifliydi. Bütün bu çalışmaların gerçekleşmesinde her şeye bıkıp usanmadan koşturduğu için en büyük teşekkürü Ümit Kireççi hak ediyor elbette. Hepimiz bu ortak çalışma sayesinde elimizden geldiğince herkese, çizgi romanın edebiyatta en az diğer türler kadar gerekli ve zevkle okunabilir değerli eserler olduğunu anlatmaya çalıştık. Çocuklara, bizim çocukluğumuzda yaşadığımız bu eşsiz tadı yaşatmak, çizgi romanı ülkemizde bir adım daha ileriye taşımak, her zaman bir çizgi roman projesi olup da çeşitli nedenlerden dolayı pes eden yazar ve çizerlerimizi gaza getirmek adına bir şeyler yapmaya çalıştık. Ve sonuç beklediğimizden çok daha güzel oldu. ÇROP ve Çizgi roman atölyelerinin kurucusu ve her şeyi Ümit Kireççi’ye ve katkıda bulunan, katılan herkese sonsuz teşekkürler. Bir sonraki ÇROP çizgi roman atölyesinde görüşmek dileğiyle...” Emel Alp Sarı “ÇROP Çizgi Roman Atölyeleri”nde bana eşlik eden çizer dostlara; sırasıyla, S. Ozan Sarı, Emel Alp Sarı, Nemci Yalçın, Erkin Ergin ve Rıdvan Şoray’la atölyelerimizi ziyaret eden veya dışarıdan destek veren tüm gönül dostlarına teşekkür etmek istiyorum. Çizgi Roman Okurları Platformu (ÇROP) adına, Yazan: Ümit KİREÇÇİ “Bize Çalışmak Yaraşır”


18 gölge haziran » yeni bir deneyim

YENİ BİR DENEYİM “Mükemmeldi,” diye fısıldadı. Gözleri hayranlıkla parlıyor, kalbi heyecanla çarpıyor, göğsü hızlıca havayla doluyor, sonra yeniden boşalıyordu, ağzı açık bir halde odasının tavanına bakarak uzanıyordu yatağında. “Bir kez daha,” dedi, “ne olur bir kez daha yapayım. Lütfen. Buna izin var değil mi?” Yalvaran gözlerle yatağının kenarındaki deri koltukta oturan uzun beyaz saçlı, sakalları göbeğinin üzerine uzanan baygın bakışlı yaşlı adama baktı. Adam gülümsedi. “Olmaz,” dedi. Mustafa on yedisindeydi. Zayıf, kahverengi dalgalı saçlı, yeşil gözlü bir çocuktu. Yeşil gözlerini mutsuzca devirdi, yaşlı adam ona “olmaz” deyince. Dudağını büktü. Yaşlı adamın gözlerinde ise hınzır bir gülümseme vardı. “Yepyeni bir deneyim seni bekliyor Mustafa,” dedi. “Ama önce bunu hak etmen gerek.” Yaşlı adamın bilge bakışlarının yanında Mustafa’nınkiler oldukça bilgisiz, acemi, şaşkın duruyordu. Nasıl yani? Ne yapması gerekiyordu Mustafa’nın? Bir şey anlamak olanaksızdı. Gerçi şimdiye kadar yaşadıklarının da çok mantıklı olduğu söylenemezdi ama bu yeni deneyimin ne olduğu, onu hak etmek için ne yapmak gerektiği, cevabının tahmin edilmesi imkânsız sorulardı. Yaşlı adam uzun asasını sağ elinde, deri koltuğun kenarında tutuyordu. Başını hafifçe yana eğdi, yüzüne şefkat dolu bir gülümseme yerleştirirken. Asasını yavaşça, arka arkaya üç kez yere vurdu. Mustafa şaşkın gözlerle onu izliyordu. Deri koltuğun üzerinde bir ışık parlamaya başladı. Öyle güçlü bir ışık ki, çıplak gözle bakmak olanaksızdı. Mustafa gözlerini kapattı, ışık daha da parlaklaştı. Şimdi Mustafa’nın içinde korku vardı. Hızla çarpan kalbini kontrol etmeye çalışarak gözlerini açtı, deri koltuğun arkasındaki odasının penceresini gördü. Perdeler rüzgârla savruluyor, gökte dolunay şimdi boş olan deri koltuğu aydınlatıyordu. Mustafa uykusuna devam etmek için gözlerini kapatmadan önce yatağının kenarında duran saatine baktı. Yaşlı adamın deri koltukta belirmesinden ve yaşadığı muhteşem deneyimin başlangıcından bu yana saatler geçmiş olmalıydı. Okula gitmeden önce kaç saat uyuyabileceğini merak ediyordu şimdi. Ama saate baktığında, yatağa yeni girmiş olduğu gece yarısını gösteriyor olduğunu şaşkınlık içinde gördü. Bu gece sürprizler bitmek bilmiyordu. Ya yaşlı adamın odada belirmesi ve sonra yaşananlar bir saniye içinde gerçekleşmişti -ki Mustafa öyle olmadığından emindi- ya da onun gelişiyle zaman durmuş, bu kavram anlamını yitirmişti. Şimdi ise yeni sorularla baş başaydı.



20 gölge haziran » yeni bir deneyim

Ertesi sabah uyandığında annesine kocaman bir gülümsemeyle “Günaydın,” dedi. Mutfağa gidip kahvaltı masasına oturdu. Bu yeni deneyimi hak etmeye kararlıydı, ama nasıl? Bu soru aklını kemirip duruyordu. Birden başını kaldırdı. Gülümsüyor, gözleri parlıyordu. Tabii ya, başka hangi yolla olabilirdi ki? Tüm güzel şeyler gibi bunu da hak etmenin yolu tekti: İyi bir insan olmak. İyi bir insan olmak için de insanlara iyilikler yapmak gerekirdi. İşte sonunda cevabı bulmuştu. Ağzı kulaklarında, okul çantasını alıp evden fırladı. Okula yürümeye başladı. Kımızı ışıkta bekleyen bir yaşlı adamı koluna girerek karşıya geçirdi. Enerji doluydu, koşarak okuluna gitti. Gülümsemesine engel olamıyordu. Okula vardığında, okul bahçesinde güzelliğiyle parıldayan, kırmızı çantalı, bal rengi saçları beline kadar uzanan kızı gördü. Onu görüp de heyecanlanmamak elde değildi, içini çekti. Koşarak yanına gitti. İyice yaklaştığında çekingen bir halde yanına yavaşça sokulmaya başladı. Beline sarılıp yanağına kocaman bir öpücük kondurdu “Günaydın Aslı.” Aslı’nın yüzünde mutluluk dolu bir gülümseme belirdi “Günaydın bebeğim.” Sarıldılar. Bu romantik an baş belası kimya öğretmeninin yaklaşmasıyla bozuldu. Ancak herkese iyilik yapmaya kararlı olan Mustafa kızmak yerine öğretmene çantasını taşımayı teklif etti. Öğretmen onu tersledi. Sınıfa gittiler. Mustafa o gün bir okul arkadaşına silgi hediye etti, eve dönerken alışveriş yapmış bir hanımın poşetlerini taşımasına yardım etti, eve gidince bahçedeki sokak kedisine süt verdi, evdeki çöpleri attı, odasını toparladı. Gece mutlu ve yorgundu. Bekledi, bekledi… Uykuya daldı. Sonraki gün hâlâ umutluydu. O gün ve sonraki günler, otobüste hamilelere yer verdi, çocukların ağaca takılmış uçurtmalarını onlar için ağaçtan indirdi, yaşlıları karşıdan karşıya geçirdi, anne babasının söylediklerini harfiyen yerine getirdi ve odasını hep temiz tuttu. Aradan haftalar geçti. Yaşlı adam görünmüyor, Mustafa yavaş yavaş umudunu yitiriyordu. Gece nöbetleri uzamış, uyku düzeni bozulmaya başlamıştı. Zayıflamıştı. Bedeni yoruldukça heyecanı yitiyordu. Aslı olanlardan habersiz, Mustafa için endişelenmeye başlamıştı. Bir gün Mustafa’ya iyi görünmediğini söyledi. Üstelik son zamanlarda onunla eskisi gibi ilgilenmiyordu da. Sınav dönemi de yaklaşmıştı. Mustafa’nın bu durumu hiç de iyiye işaret etmiyordu. Aslı sevdiği adamın yorgun gözlerine bakarak endişesini dile getirdi. Mustafa’nın gözleri öfkeyle parladı birden. Nasıl söyleyebilirdi böyle bir şeyi? Son zamanlarda Aslı’nın söylediğinin aksine daha da duyarlı olmaya başlamıştı. Aslı ne kadar çabaladığının farkında değil miydi? Nasıl bu kadar kör olabilirdi? Mustafa iyiden iyiye kendini kaybediyordu. “Hak etmem gerek,” diye bağırdı birden. Mustafa titriyor, Aslı ağlamaya başlıyordu. Arkasını dönüp gitti. Kendinden emin, yürüyordu. Evine giden yolda yardımcı olabileceği yaşlı bir adam, yükü ağır bir kadın, acıkmış bir köpek yavrusu aradı durdu. Ama nafile. Bugün o gizemli deneyimi hak etmesini sağlayacak iyilik karşısına çıkmayacaktı. Sıkıldı. Oflaya puflaya evine girdi. Evde annesini ziyarete gelmiş olan komşu kadınlarla karşılaştı,


yeni bir deneyim « gölge haziran 21

kimseler yokmuş gibi odasına çekildi. Bilgisayarını açtı, ama ne yapacağını bilmiyordu. Ne oyun oynamak istiyordu, ne de internette dolaşmak. Hayat hiç bu kadar zevksiz olmamıştı. Yatağının kenarındaki deri koltuğa oturdu. Cep telefonunu çıkardı. Bir çağrı, bir mesaj bekledi. Yoktu. Aslı hayatına girdi gireli, yani neredeyse bir yıldır, cep telefonu hiç bu kadar uzun süre suskun kalmamıştı. Aynı lisede, farklı sınıflarda okuyan bir kız ile bir oğlanın tanışması ne kadar sıradansa, o kadar sıradandı Mustafa ile Aslı’nın tanışması. Okulun bahçesinde, bir ortak arkadaş bahanesiyle… Bu tanışmayı ilginç kılan ise Mustafa’nın gülümseyişi, Aslı’nın bakışları, iki ergen kalbin çarpıntılarıydı. Ve o sıcak ekim gününde güneşin bal rengi saçlarda raksetmesiydi. Teneffüslerde, ders çıkışlarında birlikte olmaya başladılar. Mustafa onu evine bırakmaya bayılıyordu. Aslı’nın evi okula on beş dakika mesafedeydi ama üç saatte gidebiliyorlardı. Konuşacak öyle çok şeyleri vardı ki, buna kendileri de şaşırıyordu. Bir gün batan güneşe doğru yürürken el ele tutuştuklarını fark ettiler. Bir daha da o elleri asla bırakmadılar. Hâlâ sessizliğini koruyan telefonuna bakarken bunları düşünüyordu Mustafa. Aslı’yı özlemişti. Haftalardır onu özlemediğini fark edince suçluluk hissetti, pişmanlık duydu, acı çekti. Öyle ki, ağlamaklı oldu birden. Bu duygu çalkantısına bir de öfke eklendi. Yaşlı adama kızıyor, onu suçluyordu. Her şeyi berbat etmişti. O aklına sokmuştu bütün bunları. O başlatmıştı her şeyi. Yaşlı adam gelmeden önce ne kadar da güzel bir hayatı vardı. Mustafa şimdi öfkesinden ağlamaya başlamıştı. “Tabii ya,” dedi, “ne kadar da güzel bir hayatım vardı.” Bir anda saçmaladığını fark etti. Elinde asası olan bir yaşlı adam mı? Ne yani, “aksakallı dede” gerçek mi oluyordu? Hadi canım oradan, böyle saçmalık olur muydu? Tüm bunlar basit bir rüyadan ibaretti. Gece ilginç bir rüya görmüştü, hepsi bu. Fazla gerçekçi bir rüya… Telefona sarıldı. Bir yıldır gencecik beynine kazınmış olan numarayı hızlı hızlı tuşladı. Telefonun ekranında sevgilisinin adı belirince heyecanlandı, gülümsedi. Gözyaşlarının ıslattığı yanaklarını bir eliyle sildi. Şimdi Aslı’nın telefonu açmasını bekliyordu. Telefon çaldı… Çaldı… Bir kez, iki kez… Beş kez… Cevap yok. Moralini bozmadı, bir kez daha aradı. Telefon arka arkaya defalarca çaldı. Cevap yok. Şimdi yavaş yavaş meraklanmaya başlamıştı. Bu arada bir olurdu ama şiddetli bir kavgadan sonra değil. Yeniden aradı, sonra tekrar ve tekrar… Artık odasında oturmanın bir anlamı yoktu. Aceleyle dışarı çıkarken odasının kapısının arkasında asılı duran gri ceketini aldı, üzerine geçirdi. Annesinin ve konuklarının arasından hızlı hızlı yürüyerek çıktı. Henüz kurumamış olan göz pınarları yeniden boşalmaya başlamıştı. Annesi bunu fark etmedi. Evinin önündeki ağaçlı yolda hızlı adımları koşuya dönüşmüştü. Caddeye doğru koştu. Doğruca Aslı’nın evine gidiyordu. Bir elinde telefon, çaldırmaya devam ediyordu. Hâlâ cevap yoktu.


22 gölge haziran » yeni bir deneyim

Caddeye vardığında karşıdan karşıya geçmeye çalışan bir yaşlı bayanın yanından geçti. İlgisini çekmedi. Kavşakta koşarak ilerliyordu. Bir çocuğun çığırması gibi bir fren sesi geldi, sonraki sahnede Mustafa’nın dizlerine bir otomobilin tamponu dokunuyordu. Ayaklarının yerden kesildiğini hissetti. Belinden yana kıvrılarak kaputun üzerine sertçe vurdu. Otomobil hareketine devam ediyordu, üzerinde Mustafa’yla birlikte. Durdu. Mustafa kaputun üzerinde kayarak devam etti harekete, ayakları yeniden yere bastı, sırtının üzerine düştü, başını asfalta vurdu. Gözlerinin yeşilliği gencecik göz kapaklarının arasından dünyayı son kez görme çabasındaydı. Yeşil yavaş yavaş solmaya başladı, dünya ise kararmaya. Başına üşüşen insanların sesini duysa da, görüntü yoktu. Yalnızca siyah. Kalbinin atışlarının yavaşladığını hissetti. Siyahın içinde bir ışık göründü. İşte sonunda oluyordu. Hep bahsettikleri ışık. Onu götürmek için geliyordu birileri. Hep sözü edilen birileri. Işık giderek parlaklaştı. İçinde bir adam belirdi. Uzun boylu, uzun beyaz saçlı, sakalları göbeğinin üzerinde uzanan, uzun asası sağ elinde yaşlı bir adam. Asasını yere vurarak Mustafa’ya doğru yürüyordu. Mustafa yaşlı adama “Geç kaldın,” dedi. “Artık ölüyorum. Hak etmek için çok çalıştım. Başaramadım. Ben vazgeçtim. Sadece benim olan hayatı istiyorum, yani istiyordum. Ama artık o da yok. Şimdi git.” Yaşlı adam, o gece deri koltuktan baktığı gibi Mustafa’ya bakıyordu. “İkinci deneyimin ne olduğunu merak etmiyor musun?” “Etmiyorum,” dedi Mustafa. “Hadi git artık. Ölürken bari rahat bırak beni.” “Ölmüyorsun Mustafa. Rahatla. Yeni bir deneyimi hak ettin.” “Deneyimlerin senin olsun.” Mustafa sinirlenmeye başlamıştı. İlginç bir şekilde canlı hissediyordu kendisini. Durdu birden. Meraklandı. “Yeni deneyim neydi?” “Yeni deneyim… İkinci bir şans. Artık birinin kalbini ikinci kez kazanmanın değerini biliyorsun. Sen ikinci şansı hak ettin Mustafa” O gece olduğu gibi Mustafa yine şaşkın şaşkın bakıyordu yaşlı adama. Adam başını hafifçe yana yatırıp yine o şefkatli gülümsemesini yerleştirirken yüzüne, asasını yavaşça üç kez yere vurdu. Siyahlığın ortasında bir ışık parlamaya başladı. Öyle bir ışık ki, çıplak gözle bakmak imkânsızdı. Mustafa gözlerini kapattı… lardı.

Gözlerini açtığında yatağında yatıyordu. Yanında da Aslı… Birbirlerine sarılmışYazan: Hakan Günay AYDINOĞLU İllüstrasyon : Galip KARADENİZ http://gailee.deviantart.com/


bilimkurgu kadın top 10 « gölge haziran 23

BİLİMKURGUNUN EN KARİZMATİK KADIN FİGÜRLERİ Liste yapmak nedense hep hoşuma gitmiştir. Sevdiğim şeyleri listelemek zaman geçirmek için sık sık başvurduğum bir yol. Ekşi sözlük buna anket yapmak diyor. En sevilen “x”ler gibi başlıklar altına her yazar kendi listelerini giriyor. Toplum olarak listelemeyi seviyoruz sanırım. Belki de o yüzden yöneticilerimiz de bizi fişliyordur. Sırf bu listeleme sevdasından yani. Bu ay sizlere Kurgu Bilim dünyasının en güçlü, en karizmatik, en seksi on kadınını tanıtmak istedim. Listemi kanlı canlı kadın karakterlerden oluşturdum. Animeleri hesaba katmadım, rollerin önemine göre eleme yaptım. Ufak rollerde gönlümüzde yer eden Monica Bellucci’nin The Matrix Reloaded’daki Persephone’u gibi roller bu durumdan nasibini aldı. Yoksa sinema tarihinde bir kadın listesi yapılıyorsa Tabii ki Monica Bellucci en üste konup diğerleri arasında listeleme yapılmalıdır. Tabii ki bu liste kişisel zevklerden oluşmuştur. Atlanan gözden kaçan hatunlardan şimdiden özür diler gönüllerini almak için ne isterlerse yapabileceğimi buradan tüm dünyaya duyururum. Dergimizin sembolü Gölge Kızı’nın da etkisi ile yapmış olduğum listeyi aşağıda beğeninize sunuyorum; 10. Kate Beckinsale / Selene (Underworld) Tamam, Underworld serisi çok sığ bir Kurtadam/Vampir savaşı üçlemesi ancak deriler içinde Kate Beckinsale’i görmek için bile en azından ilk film seyredilmeli derim. Selene karakteri ile hafızamıza kazınan Beckinsale silahın eline en çok yakıştığını düşündüğüm güzellerden biri oldu bu seri ile. Bazı sahnelerde Trinity’i çok fazla taklit etse de Matrix Reloaded’a kadarki sürede bullet in time aksiyon açlığımızı hafif de olsa aldığı için kendisini saygıyla anıyorum. Beckinsale benzer bir rolü daha sonra Van Helsing ile aldı. Orda da güzelliği oyunculuğunun çok üstünde idi. Umarım ikisini dengede kullanabildiği bir karakterle de bir gün karşımıza çıkar.


24 gölge haziran » bilimkurgu kadın top 10

9. Carrie Ann Moss / Trinity (The Matrix) The Matrix’i ilk kez seyrettiğinde, polisten kaçan siyah parlak deri kıyafetli kızın bir anda havada durarak attığı o tekmeyi gördüğünüzde ne hissettin sevgili okuyucu? Ben ağızım açık uzun süre kala kaldım. Trinity bence serinin en önemli karakteridir. Keşke seçilmiş kişi o olsaydı da Neo uyuzu ile hiç muhatap olmasaydık. Neo’yla aşk yaşamasına ise hiç girmiyorum, hâlâ atlatabilmiş değilim o görüntüleri. Carrie Ann Moss Trinity’den sonra birkaç bilim kurgu filminde daha oynadı ise de aynı etkiyi yaratacak bir karaktere şimdiye kadar ulaşamadı. 8. Gillian Anderson / Dana Scully (The X-Files) Dana Scully denince akan sular durur. Gillian Anderson’ın kariyerinde fazlaca yer etmiş olan Scully bilimkurgu fanlarının kısa sürede fantezi kadını konumuna gelmiştir. Bu şüpheci bilim insanı, kızıl saçlı tıp uzmanı FBI ajanı seksapelin sadece dar elbiselerden değil bir bakıştan, bir gülüşten ya da çoğumuzun altına ettirecek olaylar karşısındaki soğukkanlılıktan da yakalanabileceğini gösterdi. Geriye dönüp baktığımda çılgın vatkalı ceket ve uzun renksiz etekler içinde bu kadını şimdi görsem beğenir miydim diye sorsam da kendime Scully her daim gönüllerimizin sultanı olacaktır. Zaten geçtiğimiz sezon sinemalarımızda gösterilen The X Files: I Want to Believe ile tekrar karşımıza çıkan Scully ilerleyen yaşına rağmen hem seksapelinden bir şey kaybetmediğini hem de sonunda Mulder ile sıcak temas kurabildiğini bizlere gösterdi. 7. Milla Jovovich / Leeloo (The Fifth Element) 1997 çıkışlı The Fifth Element’i sinemada izledikten sonra aklımda tek kalan şey Jovovoich’in güzelliğiydi. Luc Besson’un Milla Jovovich’i bir Hollywood yıldızı haline getirdiği film olan Beşinci Element bilimkurgunun kadınları arasına bir de Leeloo adlı bu süper insan/elementi katmış oldu. Aslen bir süper model olan Jovovovich’in filme olan katkısı güzelliğinin yanında kendi yarattığı 400 kelimelik kadim uzaylı dili oldu. Bu rolünden sonra


bilimkurgu kadın top 10 « gölge haziran 25

özellikle 2002 yılında başrolüne oturduğu Resident Evil ile ününün devamını sağlayan bu dünya güzeli yaratık aksiyon bilim kurgu türünün her daim kadın yıldızı olabileceğini gözler önüne serdi. 6. Natalie Portman / Padme Amidala (Star Wars: The New Trilogy) Yine bir Luc Besson keşfi olan Natalie Portman ilk büyük rolü Leon ile çocuk yıldız statüsünde girdiği sinema dünyasında genç kızlık çıkışını Star Wars ile yaptı. Bebek yaştaki Anakin’i istemeden de olsa ayartarak Anakin’in karanlığa yolculuğunda hem en büyük aşkı hem de düşmanı oldu. Padme Amidala elinden geleni yapmasına rağmen Anakin’i yolundan döndüremese de sithlere karşı savaşta ön cephede yer alarak eski üçlemedeki kızı Leia’nın rolünü başarıyla oynadı. 5. Linda Hamilton / Sarah Connor (The Terminator) Terminatör terminatörü Sarah Connor, Skynet’in başına gelen en büyük felakettir kesinlikle. Linda Hamilton’un ellerinde şekillenen Sarah ilk başta kendi canını sonrasında çocuğunu kurtarmak için girdiği savaşta Arnold’un kasları altından sıyrılarak güçlü karizmatik bilimkurgu kadınının nasıl olması gerektiği ile ilgili sinema tarihçilerine bir ders vermiştir. Tabii bu role Terminatör serisinin yaratıcısı James Cameron’un müthiş zekâsının da katkısı büyüktür. 4. Sigourney Weaver / Ellen Ripley (Alien) İşte Alien’ın baş düşmanı ama tek dokunmaya kıyamadığı insanoğlu olan Ripley! Bir seri boyunca hem onlarca Alien’la baş etmiş, hem süper robotlara kafa tutmuş, hem iç çamaşırları ile gözlerimizi bayram ettirmiş, hem de istediği ile yatarak özgür kadın imajını bilimkurgu dünyasına kazımıştır. Kendisi ile ilgili uzun bir incelememi hem derginin eski sayılarında hem de öteki sinemada (http://www.otekisinema.com/?p=151) bulabilirsiniz. Sigourney Weaver’ın en önemli rolü olan Ripley günümüzde hâlâ aksiyon sinemasında kadın karakterlere ilham kaynağı olmaktadır. 3. Natasha Henstridge / Sil (Species) Bir uzaylı/insan kırması sonumuzu getirecekse, o, Sil olsun; en ön sıraya geçmesem adam değilim sevgili okur. Henstridge’ı bir modelden bir yıldıza çeviren Species filmi “böyle uzaylı istilasına can kurban” dedirten hafif erotik içeriği ile hafızalarda


26 gölge haziran » bilimkurgu kadın top 10

yer etti. Özellikle Henstridge’a MTV en iyi öpüşme ödülü kazandıran dili ile partnerinin kafasını uçurma sahnesi unutulmaz sahnelerinden biridir. 2. Carrie Fisher / Princess Leia (Star Wars: The Original Trilogy) Onun için ne denebilir ki? Star Wars evreninin en güzel yaratığı, ilginç saç stili, efsanevi altın bikinimsi kıyafeti ile hafızalarda yer etmiştir. Daha ilk sahnede Darth Vader’dan kaçırmaya çalıştığı R2D2 ile kontrolü zor, dediğim dedik bir karakter olduğunu gösteren Prenses, Han Solo ile yaşadığı nefret/aşk ilişkisi ile seyirciyi eğlendirirken asilerin yanında saf tutarak imparatorluğa açtığı savaş ile anasının kızı sözünü anmamızı sağlamıştır. 1. Jane Fonda / Barbarella (Barbarella) Belki bazılarınız için bir numarada Jane Fonda’nın olması yadırganabilir ancak Barbarella kesinlikle en sevdiğim kült klasiklerden biridir. Jane Fonda’nın Kocası Roger Vadim tarafından yönetilen ve JeanClaude Forest’in yarattığı Fransız Barbarella çizgi romanlarından esinlenen film açılış sahnesinde Jane Fonda’nın yerçekimsiz ortamda soyunmasını göstererek sinema tarihine geçmiştir. Aslına bakılacak olursa bu erotik bilimkurgu filmi 1968 yılında çıktığında eleştirmenler tarafından yerden yere vurulmuş, seyirci de bulamamıştır. Ancak VHS videonun evlere girmesi ile 1977 yılında bir kez daha şansını deneyen film bir anda büyük bir patlama yapar ve Jane Fonda’yı bir seks idolü haline getirir. Zaten sırf 80’lerin en başarılı pop gruplarından Duran Duran’a adını verdiği için bile Barbarella kült mertebesini hak eden bir filmdir. Yazan: Masis ÜŞENMEZ http://www.otekisinema.com/


elest bezmi « gölge haziran 27

ELEST BEZMİ Karanlık bir sonsuzluğun içinde, kendince ıssız, biraz şekli bozuk bir küre. Issızlığın içinde kendini arayan, tanımaya, sıfatlandırmaya, nesnelendirmeye, adlandırmaya çalışan bir gezegen. Durumunun ciddiyetinin farkına varması için; kendine, O’nun – Koca Tanrı’nın – gözlerinden bakması gerekmişti. Baktı da… Ama durumun vahametinin farkına varması için, ille de nefes alamaması gerekiyormuş. Soluksuz kalmak onun için bir uyarıydı. Yalnızca bedeninde iki gözenekten nefes alıp veriyordu ve bu durum bir gezegen için ölüm demekti. Ölüme çok yakındı. Yaşlanmıştı artık. Ve bu ihtiyarlık süreci normalden daha uzun sürüyordu. Yüzyıllardır iki gözenekten nefes alarak yaşamaya çalışmak bir gezegen için zorlayıcı bir durum olsa gerek. Üstüne üstlük çevresindeki 8 gezegen de onu terk etmişti –Venüs ilk başlarda gitmek istemedi, ama Dünya, Mars’ı her zaman kendine daha yakın tutmuştu, bunu içten içe kaldıramadı, dünyanın yalnız kalmayı hak ettiğini düşündü ve gitti – . O bir hastalıktı artık. İstenmeyen kişiydi. 8 gezegen ve güneş başka bir düzlemde, dünyanın yerini dolduracak başka bir gezegenle yeni bir sistem kurdular - Ay bile gitmişti. O her zaman, dünyaya bak ben de varım diyen, küçük, sevimli dedecik. Bahanesi, son zamanlarını daha huzurlu geçirmek istemeseydi. Hastalıksız, sağlıksız. O da bırakıp gitti! –. Dünyanın görüş alanında, ona nispet yaparcasına. Ama bu hikâye bu hastalıklı gezegenle ilgili değil… Nedeni yoktu. Bütün canlılar sırayla, birbirilerine hürmet edercesine öldüler – herkes sırasına sadıktı – ... İlk başta her birkaç yüz yılda bir tekrarlanan salgınlardan biri sanıldı. Toplu ve acılı ölümler… Ama din adamlarının bile anlamlandıramadığı derecede arttı bunlar. Din adamları… Onlar da ölmeye başlayınca bunun sadece ‘Koca Tanrı’nın insanlara bir şeyleri hatırlatmak için, o her zaman yaptığı şeylerden biri olmadığını anladılar – çünkü o, bunu hep yapıyordu – … Adına canlı denen her şey yeryüzünden siliniyordu. Ve kimsenin elinden hiçbir şey gelmiyordu. Hiç kimse bunun nedenini anlamıyordu. Ölecek canlıların tüm vücudu, gövdesi, hücreleri – artık adı her neyse- garip bir renge bürünüyordu. Açık mavi bir renkti bu. Ve gökyüzüne kafalarını kaldırdıklarında yavaşça yok oluyorlardı. Ölenleri izleyenler için bu muhteşem bir görüntüydü kuşkusuz. Önce gökyüzüyle aynı renk oluşları ve ona karışmaları… Ama hikâyemiz dünyalıların yok oluşlarıyla ilgili değil… Çünkü her şeye rağmen o 2 kişi henüz ölmemişti. Ölememişti. Ve diğer insanların ölmesinin üzerinden de uzun zaman geçmişti. Yani çok uzun zamandır yalnızdılar. Onlar.. Yeryüzünde kalan son canlılardı. Biri kadın, biri adam… İkisi de vampir. Ya da vampir olmak zorunda kalmış – havada asılı iki ruh –. Ve varlıklarını sürdürebilmeleri için birbirlerinin kanından beslenmeleri gerekiyor. Bunu başardılar. Yüzyıllardır, yeryüzünde yalnızlar. Ve birbirlerini beslediler. Aşkla, sevgiyle, tutkuyla ve bencilce. Çünkü ikisi de bir diğeri için yaşamak zorunda. Birbirlerini deli gibi seviyorlar, evet. Ama yaşamaları için ihtiyaç duydukları tek şey, kan, diğerinin damarlarında akıyor. Ve diğerinin kanını emmesi için, kendi kanını diğerine vermeli… Bu böyle asırlarca sürebilir.


28 gölge haziran » elest bezmi

Bu hikâye yeryüzünde kalan son iki canlıyla ilgili… ADAM: Biz birbirimiz için yaratılmıştık, klişesi üzerine yoğunlaşmalıydık. Dünyanın farklı yerlerindeydik. Olabildiğince büyüktü aramızdaki mesafe – ben bağırdığımda sesimi duyamayacak kadar uzağımda –. Ölümler başladığında, ben, içi küçük insanlarla dolu odamda delirmeye çalışıyordum. Odam küçük bir kutudan yapılmıştı. İçinde – benimle birlikte – 800 kişi yaşayabiliyordu. Turuncu küçük insan, hışımla bir gün kutuya geldi ve mavi küçük insana, alaylı bir şekilde ‘dışarıdaki her şey sana benzemeye başladı’ dedi. Anlamadım ne demek istediğini. Onlar da anlamadı. Birkaç gün sonra, turuncu küçük adam tekrar aynı hışımla kutuya girdi. Maviydi artık. ‘Her şey sana benzedi’ dedi mavi küçük insana, ağlayarak. Ertesi gün, gözümü açtığımda odamda – yani kutumda – 799 tane küçük mavi insan vardı. Korktum, ben de mi mavi olmuştum? Teker teker hepsinin gözlerinin içine bakarak kendimi görmeye çalıştım. Gözlerinin içleri de maviydi. Ya da ben de mavi… Hayır, hayır. Bunu kabul edemezdim. O kutu içinde çözemeyeceğimi anladım bunu. Ve hayatım boyunca, ilk kez o kutudan çıktım. Daha büyük bir kutu beni bekliyordu artık… KADIN: Biz gerçekten birbirimiz için yaratılmıştık diye düşünüyordu o. Ama öyle değildi. Şartlar yollarımızın kesişmesini sağlamıştı. Hepsi o. Ama bu sevgiye engel değil tabi ki. Gücümü sudan alıyordum o zamanlar. Suyun içinde yaşıyordum. Senelerce diğer insanların tenlerine anlam veremedim. İnsan, istemezse teni buruşmaz. Ben istemiyordum… Suyun içinde bir hayatım vardı. Evim içindeydi. Boyumu geçmiyordu asla su – uyurken boğulmak korkutucu bir son olsa gerek –. Ölümleri suyun içinde izledim. Tüm insanlar, gözlerimin önünde önce mavi oluyordu. Sonra, puuffff. Uçuyorlardı. Tüy gibi. Bana neden bu hastalık geçmedi hiçbir zaman anlamadım. Belki bu bir hastalık bile değildi. Bu bence, benim dünyamla; O’nun dünyasının birleşmesi için aradaki ayrıntıların ortadan kaldırılmasıydı. Koca Tanrı tarafından yapılmış harika bir plan. O bizi çok seviyor. ADAM: Çok susamıştım. O’nu içmeye çalıştığımda, bana ‘dur’ dedi. Durdum. Konuşmasını bekledim. Konuşmadı. Annesi küçükken yabancılarla konuşmamasını tembihlemişti. Ve bir sene öylece durduktan sonra, artık bir yabancı değildik. KADIN: Evet, doğaldı hareketlerim. Çünkü onu tanımıyordum. Ve beni içmeye kalkmıştı. Hemen onun içine giremezdim değil mi? Bir sene, iki insanın birbirlerini tanıması için uygun bir zaman bence. ADAM: 1 sene sonra onu içmeme izin vermişti. Ama susuzluğum geçmişti artık. KADIN: İçmedi beni. Etkilenmiştim.



30 gölge haziran » elest bezmi

ADAM: Seneler sonra bir kan emici olduğumuzu anladık. Tadı güzeldi. Ve yaşamamızı sağlıyordu. Zaten hep geceydi. Sanırım vampir olmayı istemiştik ve olmuştuk. KADIN: İlk kanı ben döktüm. Parmak uçlarımı kesmiştim ve O, bir damlasının bile yere düşmesine izin vermeden kanı durdurdu. Dudaklarıyla yaptı bunu. Sonra kendi kanından ikram etti bana. Yüzyıllar boyu böyle yaşadık Hayır, hayır bu hikâye onlarla ilgili de değil… Fonumuza dikkat et. Kıpkırmızı olmasına özen göster… Sese de kulak ver. Güzel bir senfoni… Bileklerini son kez kesiyorlardı… Yeryüzünde kalan son canlılardı. İkisi de vampirdi. Varlıklarını sürdürebilmeleri için birbirlerini kanlarıyla besliyorlardı… Ama bunun artık bir son olmasına karar verdiler. Kadın, Adam’ın kolunu kestikten sonra; elin, bileğe bağlı kalmasını sağlayan tek şey küçük bir deri parçasıydı... Adam, Kadın’ın boynundan özenle, büyük bir parça kopardı. Böyle böyle, Kadın Adam’dan; Adam Kadın’dan bir sürü parça kesti. Her kesilen parça yok oluyordu. Ta ki Adam yalnızca ‘ağız’, Kadın da yalnızca ‘sırtının küçük bir parçası’ kalana dek birbirlerini kestiler. Plana göre; Adam, Kadın’dan kalan son parçayı yiyecekti ve intihar edecekti. Böylelikle sonsuz bir birliktelik yaşayacaklardı… Ama son parçalara geldiklerinde, Koca Tanrı artık müdahale etme gereği duydu. Adamın ‘ağzı’ndan ve Kadın’ın ‘sırtının küçük bir parçası’ndan bir ‘şey’ yaratmayı teklif etti. Yine aynı bedende yaşayabileceklerini öngören mükemmel bir anlaşmaya benziyordu. Kabul ettiler… Bir ‘şey’ yarattı Koca Tanrı. Adam’ın ‘ağzı’ ve Kadın’ın ‘sırtının küçük bir parçasının’ olduğu bir ‘şey’. Artık yeryüzünde yaşayan son canlı oydu. Tek canlı. Bir süre tek başına yaşadı. ‘Ağız’, zamanla bütün vücudunu yemeye başladı. ‘Sırtındaki küçük bir parça’ dışında her şeyi yedi… Durdu ve onu da yedi… Bu ‘ağız’ ve ‘sırtın küçük bir parçası’yla ilgili bir hikâye…

Yazan: Mehmet ARAS İllüstrasyon: Celalettin CEYLAN http://robocat58.deviantart.com/











GECE YARISI İŞSİZLERİ Hayatımda bazı şeyler yolunda gitmiyordu. Zamanla hepsi farklı yönlere dağıldılar. Sırayla hepsini denedim beni nereye götüreceklerini merak ederek ve daha fazla dağıldım. Bir kadın için hoş bir durum olmadığını söylüyorlar.


gece yarısı işsizleri « gölge haziran 41

Çevremde yerini koruyan az sayıdaki insandan birisi bir gün beni bir partiye davet etti. Alkol tüketmek dışında başka bir ortak yönleri olmayan, bu sebeple sınırsız alkol tüketen bir grubu çağırmış. Kendimi evden atmaya karar verdim ve geleceğimi söyledim. Geleceği hakkında hiç de olumlu düşüncelere sahip olmayan ben, sözümü tuttum da. Gittim. Partide beklediğim gibi karışık bir insan topluluğu ile karşılaşmadım. Herkes birbirini önceden tanıyor gibiydi. Konuşmasalar bile bakışları sık sık kaçıyor ve buluşuyordu. Kimseye görünmeden bakışların izini sürebiliyordum. Geceye dair izleri silen aydınlık bahçeden kendimi içeriye attım. Ayaküstü sohbet edenler, alkol sırasına girenler, sızanlar, yalan söyleyenler ve bir sürü başka şey vardı. Boş bir odaya sığınmam çok da zor olmadı. Kapıyı kilitleyip kendimi yatağa attım. İçeride genelde yatak odalarına konan küçük televizyonlardan vardı. Televizyonu açıp gündüzden kalma bir çizgi filmi izlemeye başladım. İçtiğim iki votkanın etkisiyle göz kapaklarım televizyonun üzerine kapanmakta zorlanmadı. *** Uyandığımda saat 05:06’yı gösteriyordu. Üzerime aldığımı hatırlamadığım battaniyenin içi sıcak, oda ise buz gibiydi. Ayağa kalkıp pencereye gittim. Aşağıda kâğıt bardak ve şişelerle dolu, büyük ve boş bir bahçe vardı. Boşalmanın acısına dayanamayan bir mide gibi uğulduyordu. Gece sanki az önce bitmiş gibi uzaklardan gürültüsü geliyordu. Uykusunu erkenden almış biri olarak yavaşça odadan çıktım. İddialı bir horlamanın önünden geçip kendimi karanlık salona attım. Köşesinde ışıklı bir mutfak olan salonun arka köşesine geçip bir koltuğa yayıldım. Yalnız değildim, mutfakta alkol aradığını sandığım loş bir adam da bana bakıyordu. Bayılırım loş adamlara. Odaya dönmekle, evden kaçıp gitmek arasında bir sinyal gidip geldikten sonra yüzüme saçma ve gizemli bir gülümse yayarak karşımdakine bakmaya başladım. Uyku kaçaklarının her zaman konuşacak bir şeyleri vardır diye düşündüm. Kendimde konuşmak için tuhaf bir enerji buldum ve onun tadını çıkarmaya karar verdim. Karşımdaki ezik suratlı adam, dağınık saçları ile aklı içkide kaldığı için kısa bir uykunun ardından mutfağa gelmiş gibiydi. İlk lafı ben attım. Tam ortamıza düştü. “Erken sızanlar uyanıyor herhalde. Parti nasıldı?” Gözlerimin yerini arar gibi şaşkın şaşkın baktı. Önündeki şişeyle ilgileniyordu. Devam ettim: “İçki durumu nedir? Bana kadar çıkar mı?” Uykusunu almış biri olarak önümdeki koltuğun üzerinden sıçrayarak yanına gittim. Kaptırmamak ister gibi hızla elini viski şişesine attı. Yanından geçip buzdolabına gittim. Şaşkın ve sarhoş gözlerle kâbustan uyanmak için bana bakıyor gibiydi. Daha önce benzerini görmediğim kadar komik ve çekingen bir havası vardı. Sevişme ihtimalimizi düşünmüş ve bundan utanmış gibiydi. “Ben partilerin en çok bu saatlerini seviyorum,” dedikten sonra biranın kapağını açtım. “İyi de herkes uyuyor. Parti marti kalmamış.”


42 gölge haziran » gece yarısı işsizleri

Sesini duyduğuma sevindim. Alkolü daha bir keyifle diktim. “En güzel parti biten partidir. Akşamdan kalanları götürmek işin en keyifli kısmıdır.” Bira şişelerini kucaklayıp ışığa ve misafire arkamı dönerek koltuğa geri döndüm. Koltuk tarafında evin soğuğu daha çok hissediliyordu. Geceleri sıcak bir bedensiz kalmamalı insan. “Garip,” dedi gece ortağım. Kendi sıkıntılarıma esir düşmemek için sevimli şaşkını tutmak için ağlarımı örmeye başladım. “Geceleri pek uyuyamıyorum. Eskiden beri kafam geceleri çalışır. Bu aralar kafama ihtiyacım var.” Elinde viski şişesiyle odanın soğuk ve karanlık köşesine geldi. Benim olduğum tarafta mevsim farklıydı. “Ne iş yapıyorsun abla sen?” “Abla mı? Senin yaşın kaç?” Rezalet. “31” “Sensin abla! Ben daha 31 çekmedim. Profesyonel işsizim. Peki ya sen?” “Ben de öyle takılıyorum işte. Çalışmıyorum.” “Çalar saat kullanmıyorsun yani.” Sessizlik filleri ağır bir geçiş yaptı. Şişeyi elinden bırakmadan bir sigara yaktı. Bir anda sigaranın dumanı odayı doldurdu. İnsan aradığı cevapları hiç ummadığı zamanlarda bulurmuş. Karşımdaki tuhaf adamla sohbetimi derinleştirmeye karar verdim. Ama hemen değil. Adım adım. Adımların dolanmasını beklemeden tabii. “Karar veremediğin zamanlar ne yaparsın?” “Nasıl? Ne kararı?” “Herhangi bir karar. Bir iş var. İçinden çıkamıyorsun. Bataklık gibi. İçine de çekmiyor, öyle takılıyorsun.” “Sorun ne?” “Zaman... Çabuk geçiyor. İstediğim gibi olmuyor bazı şeyler. Bir gün bir bakacağım, yaşlanmışım. Yapacak gücüm kalmamış.” “Yaşında ne var? Her taşı kaldırırsın.” “İyi de, ya o taşın altındaki gitmişse. Beklemiş, beklemiş, uçmuşsa...” İçkilerimizi hatırladık. “İşin tek taşa kalmışsa, zaten baştan yanlış yapmışsın.” Ani bir gürültü ikimizi de sıçrattı. Arkamızdaki balkon kapısı rüzgârla birlikte açılmıştı. Yerimden kalkıp kapıya gittim. Sabah soğuğu yüzüme çarptı. Soğuğun en sert yüzüdür bu. Geceki ya da gün içindeki soğuğa benzemez. Geri döndüm yeni bir soruyla: “Çalışmamak sende hiç başarısızlık duygusu yaratmıyor mu?” “Yok ya. Esas başarısız olan hayat be!” “Güzeel... Kendine haksızlık etmemeni sevdim.” Kendime gömüldüm birden. Uyku değil, aniden uyanan bir sıkıntıydı beni saran. Onun sorusu olmasa, bir şey söylemeden kalkar giderdim. Kilitlerdim kendimi odaya. “Seni gecenin bir vakti buraya getiren nedir?” “Gerçekleri duymak ister misin?”


gece yarısı işsizleri « gölge haziran 43

diye.”

Kendime ciddi olduğumu ispat etmek ister gibi ses tonumu değiştirdim: “İnsanlara dayanamıyorum. Hele kalabalıklara hiç!” “Neden geldin peki bu eve?” “Bilmiyorum. Evimden başka bir yerde uyumak istedim, belki bir yararı olur

Keyifle kahkaha attı. Samimi ama kaba bir kahkahaydı. “Çok komiksin!” Sarhoş olmaya başlamıştı. Sesi sallanarak çıktı. Sessizlik fillerini ben çağırdım. Evim yakın olsa kaçar giderdim. Ortağım ise içmeye devam ediyordu. Alkolle ilişkisi benden bile düzenliydi. O da benim gibiydi, insanlara değil eşyalara yakındı. İçki şişelerine. “Sarhoş olursan seni dinlemem,” diye bağırdım. “Senin kafanı yakalamaya çalışıyorum!” Onda gerçekten sahici bir şeyler vardı. Fakat daha da ileriye gittiğini görmek istiyordum. “Bunun için boktan bir hayat geçirmen lazım!” İlk defa bıraktı elindeki şişeyi. Bir eli havaya kalktı: “Benim kadar kimse sürünmemiştir!” Karanlıkta öne eğildim. Sesim büyüdü: “Ne yaşamış olabilirsin ki?” “Uygun olmaz şimdi, anlatamam...” Kestirip attı. Onu öksürüğünle baş başa bırakıp sıcak yatağıma geri dönmeyi düşündüm. Bu sıkıcı olandı. Rastgele bazı kapıları açıp odaya bağırmak mesela fena bir fikir değildi. Aslında en sıkı fikir, çekip gitmekti. Kaçmak işe yaramamıştı. Anlaşılan çözülmeyi bekleyen sorularımı evde bırakmıştım. Son yudumu dikip en yakındaki odaya doğru yürüdüm. Kapıyı açıp, koridor ışığında odayı izledim. Beyaz saçlı bir adam ve gece giysisi ile yatmayı tercih etmiş iki kadın aynı yatağı paylaşıyordu. Aklıma gelen bir sözcüğe hayat verip odayı terk ettim. Odadaki üçlü şimdi “Anne” gürültüsünün kaynağını görmek için karanlık odaya bakıyordu. Anneniz sizi çağırıyor parti hayvanları! *** Güneş ben yokuş aşağı inerken geldi. Az sonra günün ilk taksisini getirdi bana. Taksici, evdeki gizemli yabancı ile birlikte büyümüş gibi, aynı ses tonuyla konuşuyordu. Eve attım kendimi, tavanı seyrederken uyuyakalmışım. Telefon çaldı, arayan beni partisine davet eden düşünceli arkadaşımdı. Sesi korkuttu beni. “Neslihan? Neslihan, uyuyor muydun? Baksana… Sen sabah erken çıkmışsın evden. Gece korkunç bir şey oldu, çıkarken kimseyi gördün mü? “Günaydın! Ne oldu? Gördüm mü? Bilmem…” “Eve hırsız girmiş, salonda ne var ne yok toplamış. Hatta içki bile götürmüş...” Partinin başaramadığını bu telefon başarmıştı. Kendimi günler sonra iyi hissediyordum. Çılgınlar gibi gülme isteği geldi ve aniden hat kesildi. Telefonu ben kapattım aslında. Aferin aslanıma! Yazan: Serdar KÖKÇEOĞLU


44 gölge haziran » takım elbiseli adam

TAKIM ELBİSELİ ADAM III İNSANLAR “Nereye gidiyoruz peki?” “Bu soruyu ne kadar çok duyuyorum bir bilseniz!” “Sizi de anlıyorum ama gerçekten bundan sonraki birkaç milyon yılımı nerede geçireceğimi merak ediyorum.” “Birkaç mı? Birkaç mı?” “Sadece tahmin…” 73 yaşındaki kısa boylu, beyaz saçlı, şık giyimli bayanın bir adım kadar önünde yürüyen takım elbiseli ve fötr şapkalı adam, purosundan bir nefes daha çektikten sonra duygusuz bir ses tonu ile devam etti. “Lütfen aşağı bakmayın, bu sizi heyecanlandırabilir.” Hafif eğimli, uzun ve düz, saydam bir yolda ilerliyorlardı. Kadın dayanamadı, gözlerini ağır ağır hareket ettirerek aşağı baktı. İnanamadı! Aşağıda, bulutların arasında Dünya uzanıp gidiyordu. Koskoca Dünya gezegeni ayaklarının altındaydı işte, aşağıdaydı. Öyle pürüzsüz, öyle temiz, öyle saf ve yakın görünüyordu ki, elini uzatsa tutacak, avucunda kavrayacak gibiydi. Bir an duraksadı yaşlı kadın ama adam hiç bozuntuya vermeden yürümeye devam etti. “Şaşırmayın lütfen, sizi daha güzel bir yere götürüyorum. Aşağısı yeterince kirlendi. Buradan güzel görünüyor?, ama bir söz vardı uzaktan sesi hoş gelirmiş, bir şeydi, neydi? Her neyse…” Yürüyüş uzun sürmüştü. Yol boyunca kaç puro yaktığını hatırlamıyordu Takım Elbiseli Adam. Yaşlı kadının gereksiz şaşkınlığı onun canını sıkmıştı. Aynı yolun geri dönüşü vardı ve bir kişiye daha eşlik edecekti. Tabii bu şaşkınlık kime göre gereksizdi? Ölüm meleğine mi, yoksa yanında cennete götürdüğü yaşlı kadına mı? *** Sağ kolundaki dijital saate son kez baktı genç Chandra. Bu kısa boylu, tıknaz Hint genci evinde son anlarını yaşıyordu. Altından kalkamayacağı çok fazla derdi olduğuna


takım elbiseli adam « gölge haziran 45

karar vermiş ve kolay yolu seçmişti. Elinde, sahip olduğu en değerli şey, birkaç ay önce kaybettiği dedesinden kalma İngiliz ürünü bir Flintlock vardı. Bu antika tabancayı da kumarda kaybetmişti. Önemsiz bir insandı o… Ölmeye karar vermişti ve ölümü farklı olsun istemişti. Silahı doldurmak pek kolay olmamıştı. Üç aydır kirasını ödemediği evinde Flintlock’u başına dayadı, tetiği çekti… Şakağında derin bir çukur meydana gelmişti. Üstelik çıkan kıvılcımdan başının sol tarafındaki saçların bir kısmı tutuşmuştu. Son nefesini vermeden, yaşamsal belirtilerini yitirmeden önce bu kesif kokuyu hissetmişti. Yere yığıldığında hiçbir şey görmüyor, duymuyor ve hissetmiyordu. Birkaç saniye süren bu bitkisel hayat duyduğu bir ayak sesiyle son buldu! “Yazık sana! Çok yazık!” Ölüm meleği Chandra’ya doğru yürüyordu. Elini tuttu ve yerden kaldırdı. Chandra diğer birçoğu gibi tepki göstermedi. Bembeyaz bir yerdeydi. Sınırsız uzanan beyaz bir çöl… “Şaşırmadın genç adam.” “Böyle beklemiyordum açıkçası.” “Ah siz Budistler!” “Sen Azrail’sin değil mi? Hani şu Amerikan filmlerindeki?” “Azrail olduğum doğru ama aptal herifler sadece bilinçaltlarını tatmin etmek için o denli korkunç bir görüntü veriyorlar bana. Arkanda uzanan merdivene doğru, lütfen yavaşça ilerleyelim…” “Nereye gidiyoruz peki?” “Off, tamam bu kez söyleyeceğim. Sizi cennete götürüyorum.” “Cennet ha! Vay canına! Ben 28 yıllık hayatım boyunca bunların hepsini Batı’nın zırvaları sanırdım. Tüm o filmler, çizgi romanlar, kitaplar falan.” “Zırvalıyorlar, evet. Ticaret…” Bu kez gökyüzüne doğru uzanan saydam ve fazla dik olmayan bir merdiven çıkıyorlardı. Chandra sanki her şeyin nasıl şekilleneceğini biliyor gibi durdu ve şöyle dedi: “Biraz soluklansak mı?” “Nefes almıyorsun ki!” “Farkındayım ama manzara gerçekten harika!” Kollarını merdivenin korkuluklarına dayayıp aşağıda uzanan yeryüzünü seyre koyuldu. “Bak genç adam fazla bekleyemeyiz.” “Senin zaman kavramın olduğunu sanmıyordum.” “Çok hazırcevap birisin.” “Evden yükselmeden önce yazdığım on iki dosyalık fantastik ıvır zıvırlara göz atmalıydın dostum.” “Vay, dost ha? Kimse beni dost olarak nitelememişti daha önce.” “İnsanlar işte… Ne beklersin ki onlardan ha ölüm meleği? Aynı yola çıkan binlerce kapıları var ve bu kapılardan hangisini kullanacaklarına karar veremedikleri için birbirlerini öldürüyorlar. Sonuçta, yorulan sen oluyorsun.”


çizgi roman özel 15 haziran’da sayısı golgedergi.blogspot.com’da


takım elbiseli adam « gölge haziran 47

“Ben yorulmam genç adam.” “Biliyorum dostum, Nefes almıyoruz şu anda! Bu duruma alışmam uzun sürecek. Ama haksız mıyım? İnsanlar… Bak, İstanbul’da doğmuş olsaydım bir peygambere ve onu aracı olarak görevlendirmiş mutlak bir yaratıcıya inanacaktım. Ama Hindistan’da doğdum ve manevi yolumun ne olduğunu az önce sen de söyledin. Amaç ne? İnsan mutluluğu, benim mutluluğum. Ama ben, bizler ne yapıyoruz? Dua ediyoruz. Ne için? Arzularımızın gerçekleşmesi için. Arzular… Sürekli bir şeyler arzuluyoruz ve bunu bizden üstün olduğuna inandığımız birinden umuyoruz. Hayatta istediği her şeye sahip birinin samimi bir dua ettiğini en son ne zaman gördüm ya da duydum, bilmiyorum. Çıkarı için dua ediyor insan, ama işin özü nedir?” “Bütün bunları neden bana soruyorsun, benim görevim seni bundan sonraki yaşamını gerçekleştireceğin yere götürmek Chandra!” “Azrail ile sohbet ediyorum dostum! Daha ötesi olabilir mi? Ne diyordum, insan, kendi çıkarlarını her şeyden önde tutuyor, hep böyle. Dua etmezse, ibadet etmezse ne olacağını biliyor. Alevlerin arasına değil mi, artık buna eminim. Ama benim neden cenneti hak ettiğimi anlayabilmiş değilim. Kumar oynadım, iyi bir evlat olmadım, iyi bir torun da olmadım. Ne bileyim yirmi sekiz yılımı sefalet içinde geçirdim ve şimdi bir insan için daha öte bir hediye olamayacak yere gidiyorum.” “Bunun cevabını vermek benim görevim değil. Dediğim gibi, görevim seni cennete götürmek. Evet, benimle sohbet ediyor olabilmek senin için olağanüstü bir şey olabilir ve yine evet, insanlar konusunda da haklısın, ama Patron’un emri ile hepimiz sizin mutluluğunuz için çalışıyoruz.” “Bizim çıkarlarımız için!” “Yanlış düşünüyorsun.” “Neden?” “Yanlış, çünkü aşağıda milyarlarca insan var ve sırayla hepsi kendine uygun bir törenle hak ettiği yere gidecek. Oysa hepsi aynı değil. Hepsi bir değil. Evet, bazıları onlara öğretilen cümleleri ezbere okuyor, bazıları sadece istekleri için dua ediyor ama bazıları gerçekten samimiler. Kendileri ve etraflarındaki insanlar için en iyi olanı yapmaya çalışıyorlar ve bunun için dua ediyorlar.” “Neden bana bu –samimi– insanlardan biri denk gelmedi hiç?” “Cevap veremeyeceğim sorular sormayı lütfen bırak. Bir yerlerde doğru bir şey yapmışsın ki şu anda seninle bu merdivendeyiz.” “Kendimi öldürmek mi doğru olandı? Annem şu anda tutuşan saçlarımın havasını kirlettiği odamda benim için ağlıyor olmalı.” “Annenin ne hissettiği ya da yaşadığı önemli mi?” “Değil mi?” “…” “Püf, tamam, anladım sende de bazı cevaplar yok. Haydi, bir an önce gidelim. Ben de cevaplarıma kavuşayım, ne dersin dostum.” “İşte bu beklediğim bir cümleydi.” Yazan: Mustafa Emre ÖZGEN me.ozgen@windowslive.com






52 gölge haziran » hayat var

HAYAT VAR

A Ay’dan Beş Vakit’e bir Reha Erdem panoraması… 90’lı yıllarda film çekmeye başlayan başarılı bir jenerasyonun içinde yer alan Reha Erdem, sanırım Derviş Zaim’le birlikte bu jenerasyonun en yaratıcı ve şahsına münhasır yönetmenlerinin de başında geliyor. Kuşağının diğer yönetmenlerinden farklı olarak gerçekçi filmler çekmek yerine, gerçekliği bozarak yeniden şekillendiren ve konvansiyonel sinemanın haricinde kendine yeni bir sinema dili geliştirmenin peşinde olan yönetmen, son filmi Hayat Var’da A Ay’dan beri süregelen farklı yönelimlerini de tek bir potada birleştiriyor. A Ay’da Yekta’nın her şeyin yarım olduğuna inandığı bir dünya üzerine kurulan tekinsiz ve karanlık atmosfer, Korkuyorum Anne’de ataerkil düzenin alegorisini sunan “becerikli kadınların ve sakat erkeklerin” dünyası ve Beş Vakit’in boşluklarla dolu, seslerin ve kadrajın dışarısında kalan unsurların filmi tamamladığı anlatı yapısı Hayat Var’da bir araya geliyor. Sadece hikâye olarak değil, karakterin film içinde geçirdiği süreç açısından da Robert Bresson’un Mouchette filmini anımsatan Hayat Var; tıpkı Bresson’un yaptığı gibi seyircilere boş alanlar bırakarak hikâyesini anlatıyor. Boğaz’ın kenarında bir gecekonduda yaşayan Hayat’ın gözünden anlatılan hikâye, yoksul bir ailenin yaşamından çok bizlere sevgi yoksunluğu içinde büyüyen bir genç kızın hayata tutunma çabasını, hayattan umduklarıyla buldukları arasındaki farklılıkları gösteriyor. Ayrı yaşayan anne-babasından beklediği sevgiyi ve ilgiyi bulamayan, hayatında bunun eksikliğini hisseden ve nihayetinde de bunu değiştirmek için eylemde bulunan Hayat, başına gelenlere rağmen umudu da elden bırakmıyor. Filmin hikâyesinin ağırlığına ve atmosferinin gerginliğine karşın Hayat’ın umudu belki de filmin en belirgin özelliği oluyor. Ses bandında çalan Orhan Gencebay’ın Dert Bende Derman Sende ve Seveceksin şarkıları da bunu destekliyor. Hayatın acımasızlığı içinde tüm sevgi yoksunluğuna karşın, her zaman bir umudun ve çıkış yolunun da olduğu bu şarkılarla da açığa vurulmuş oluyor. “Her filmin ritmi kendine aittir.” Reha Erdem Reha Erdem’in filmlerinde diyaloglar ve görüntüler filmin anlatımı için ne kadar önemliyse müzik kullanımı da o derece önem taşır. Hayat Var’ın arka planında çalan arabesk parçalar bu anlamda hikâyenin gergin atmosferinden sonra Hayat’la birlikte izleyicilerin de nefes almasına imkân tanıyor ve Hayat’ın soğuk ve şiddete meyilli görünüşünün altında gizlenen insani yanlarının da açıklayıcısı oluyor. Filmin müzikleri dışında, Erdem’in filmde kullandığı sesler de filmin atmosferini tamamlama konusunda çok fayda sağlıyor. Beş Vakit’te olduğu gibi Hayat Var’da da Erdem bir kez daha ses tasarımıyla filmin anlatımına yeni bir boyut katıyor. Karakterlerin karşılaşmaları sırasında bir şeylerin olacağı hissini veren uçak sesleri, babanın gemiye yaklaştığında gerilimi arttıran yük gemilerinin motorlarından gelen uğultular, polis sirenleri


hayat var « gölge haziran 53

ve Hayat’ın annesi bebeğini severken, Hayat’ın içinde kırılan parçalara tercüman olan cam kırılma sesi hep bu ses tasarımının anlatıma etki eden, atmosferi oluşturmada filmi destekleyen unsurlar olarak göze çarpıyor. Karakterlerinin terk edilmişliklerini ve yoksunluklarını olabildiğince az diyalog kullanarak aktaran yönetmen, görsel yapısını da yine Beş Vakit örneğinde olduğu gibi kadrajın dışarısında bıraktıkları üzerine kuruyor. Hayat Var’ın anlam dünyasında kameranın odağındaki karelerden çok, kadrajın dışarısında kalan karanlıklar aslında filmin anlatımı için bizlere daha çok ipucu veriyor. Bu tercih filmin kendi ritmini bulmasında da önemli bir rol oynuyor. Denizle kıyının köşesinde, karanlıkla aydınlığın arasında, var olmakla yok olmanın ortasında hep bir belirsizlik hissiyle ilerliyor Hayat Var. Filmin herhangi bir kategorinin içine dâhil edilemeyecek derecede belirsiz yapısı, bir yandan da karakterin yaşadığı değişimi anlamlandırmamızı zorlaştırıyor. Yönetmenin hikâye anlatmadaki tercihleri ve filmde bırakılan boşluklar Hayat Var’ın akışını ve kendi ritmini bulmasını kolaylaştırırken; öte yandan da seyircinin karaktere olan ilgisini kaybetmesine yol açıyor. Filmin atmosferinden dolayı sürekli bir şeylerin olacağı hissiyle Hayat’ın gezinmelerini izlerken, bir şey olduğunda da olan biteni kaçırmış oluyoruz. Yönetmen olan biteni göstermek yerine, bunu seyircilere hissettirmeyi tercih ediyor. Belki de bu sayede Hayat’ın yaşadıklarını tasavvur etmek seyirci için daha zor oluyor. Denizle kıyının arasında, İstanbul’a farklı bir yerden bakan Erdem, karakterine de bu iki noktanın arasında kalmışlığın getirdiği muğlâklığı ve gerilimi taşıyor. İçten içe sürekli çevresindeki insanların, özellikle de ailesinin kendisine olan katı ve soğuk tutumuna kırılan, öfkesi her sahnede bir şekilde yönetmenin tercihleriyle dışarıya aktarılan Hayat’ın şiddete meyilli görünüşünün altında yatan sevgi yoksunluğu ve yaşadığı boşluk arabesk parçalarla bir nebze hissettirilirken; yaşadıklarına karşın taşıdığı umut da filmin sürükleyicisi oluyor. Gencebay ses bandında Hayat’ın değişimini hayatın olağan düzeni içinde açıklarken; Bresson’un Mouchette’si gibi büyüyüp de küçülmüş izlenimi veren Hayat’ın yolculuğu da mutlu olmasa bile umutlu bir şekilde devam ediyor. Yazan: Barış SAYDAM http://avrupasinemasi.blogspot.com/


54 gölge haziran » gidip bir kenarda

GİDİP BİR KENARDA Gidip bir kenarda, bitlerini dökmeliydi. “Ne vardı sanki biz de bir evde yaşıyor olabilseydik” dedi oturur gibi yaparken ıslak asfalta. Kafasıyla ileriyi işaret etti. İkisi de kafasını kaldırmış, önlerindeki apartmanın perdeleri açık halde tüm ışıkları yanan giriş katının içini izliyorlardı. Ara sıra sağlarına sollarına da bakıyorlardı ki, içinde bulundukları özentiliğin zavallılığını kabullenmiş acınır hallerini etrafta dolanan diğerleri fark etmesin. Özendikleri yaşamı nasıl içten özlediklerini kabullenmiş olmaları, kendilerince, kendi içlerinde yeterince küçük düşürücüydü. “Abi,” dedi az evvel söze giren ve akıllardan geçen şeyi ilk dile getirmiş bulunan, “şimdi ne sıcaktır içerisi, değil mi?” “Sıcaktır ya,” diye cevapladı diğeri, gözlerini evin ihtişamlı ışıklarından hiç ayırmadan, ağzının kenarından salyası akıyordu. “Sofraya geçecekler az sonra, her gün bu saatte yiyorlar. Oturdular mı, saatlerce kalkmıyorlar. Ancak yatacakları vakit. Ertesi gün sabah körü geliyor hizmetçi, masayı topluyor söylenerek.” “Bilmez miyim?” “Bilirsin be abi, fakat anlatması bile güzel.” “Görmemişlik etme be eşşoğlueşşek.” “Görmemiş, ben mi görmemiş? Kimin ağzının suyu akıyor bıyığının kenarından, kılkuyruk?” Gülüşerek debelendiler ıslak asfaltta bir süre. Eğleniyorlardı. Evden gelen ışığın ve sıcaklığın sızıntısı yetiyordu altı karışlık zaman için eğlenmelerine, mutlu olmalarına. Bir dakikalığına hayat güzeldi, yaşanırdı, değerdi her şeye, her şeye rağmen. Yanlarından tehlikeli bir serseri geçti ağır ağır salınarak, normalde korkar sinerlerdi. Takmadılar. Geldi geçti. Yürüdü gitti işte. Üstlerine gelmiyordu hiçbir şey, hiç kimse. Biri, evden gelen ışığın ıslak asfalttaki yansımasında bir gölge fark etti. “Lan kılkuyruk,” dedi, “seninki pencerede.” Bıraktılar kudurmayı, ikisi de tekrar evi, bu sefer yalnız pencere kenarındakini izlemeye başladılar. Kılkuyruk az daha öne çıktı, eve daha yaklaştı. Ne de olsa evin kızı başından beri onundu, ilk o görmüştü. “Taranmış, süslenmiş yine,” dedi diğeri. “Sus lan, tırmalarım kitapsızım,” dedi kılkuyruk. Kızmış gibi yaptı. Bir de şu ağzının kenarını silmeyi unutmasaydı. Yine akıyordu bıyığına doğru kıvrılarak. Kız, bedenini pencere kenarındaki kalorifer peteklerine yaslamış, dışarıyı izliyordu, onlara doğru döndü. Görüyordu elbet izlendiğini, imrenildiğini. Güzelliğinin eşsiz bir ışık huzmesi gibi evinden dışarı taştığını, erkekleri pencere kenarına topladığını. Fakat


gidip bir kenarda « gölge haziran 55

onları pencere kenarına toplaştıran kızın şansıydı asıl. Öyle ya, o evin kızı olmasaydı da, diğerleri – izleyici olanlar – gibi sokaklara, sokaklarda doğmuş olsaydı, böyle güzel kokar mıydı misler gibi, böyle parıldar mıydı evinin ihtişamlı ışıkları altında, böyle eda naz işve akar mıydı oturuşundan, dışarıyı süzüşünden bile. Kuruldukça kuruldu pencerenin kenarında, yayıldıkça yayıldı. Yemeğin rehavetini sindirmek üzere salıyordu kendini belli ki, zevkle. Sanki bilir gibi erkeklerin içini geçirdiğini bu halleriyle, abarttıkça abartıyordu ağır hareketlerini. Daha da yavaşlıyordu bembeyaz bir çerçeve içinde, kılkuyruğun aklını alıyordu. Öyle ki kılkuyruk fark edemedi çerçevenin içine giren yabancıyı. Evin kızının sevgilisini, sevgilisi değildiyse de, olacaktı, en azından içine girecekti onun, kesin girecekti, bağırtarak hem de, kesindi, kesin girecekti, içine girecekti. Misafirdi belli ki, masada da yabancılar vardı. Belli ki kızın sevgilisi, misafir ailenin oğluydu. Pencerenin kenarına usulca geldi, sevgilisinin kalorifer peteğine yaslayıp ısıttığı bedenine yaklaştı, aynı sıcaklıkta erimek üzere. Birbirlerine nasıl da arzulu sokuluyorlardı. Kılkuyruk öne doğru attığı adımları geri çekip yine uzaktan, arkadaşıyla aynı hizadan izlemeye başladı olup biteni, gözyaşları içinde. “Utanmıyorlar da,” dedi sessizce, “hadi beni geçtim, ana babalarının yanında! Utanmazlar.” “Boş ver be abi” dedi diğeri, yanaştı avutmak istercesine, gözlerine baktı. Fakat kılkuyruk fena bozum olmuştu, yıkılmıştı. Kendine gelemezdi daha. Pencere kenarındakiler birbirlerine sırnaştıkça, ana babalar zevkten ihya oluyorlardı. Birbirlerine bıyık altı tebessümler fırlatıp, kızın yaptığı işveleri takdir ediyor, oğlanın yanaşma girişimlerini destekleyerek eğleniyorlardı. Kılkuyruk tutamadı kendini bağırdı, “Ya, ne güzel de girecek içine değil mi? Bu mu ulan kutladığınız?” “Şşşşşş” dedi diğeri, arkadaşını sakinleştirmek istedi. Diğeri susacak gibi değildi, “Biliyorum, girecek, içine girecek!” “Sus abi, gözünü seveyim sus, duyacaklar şimdi, kovacaklar sonra!” “Kovsunlar be, kovsunlar ne çıkar, soktuğumun zenginleri.” “Yürü abi gidelim.” “Gidelim ya, gidelim de rahat rahat yamasınlar kızlarını yavşağın evladına, gidelim de rahat rahat girişsinler birbirlerine!” “Abi gözünü seveyim sus.” Ağlamaya başladı kılkuyruk hıçkırarak, “Girecek abi, kesin içine girecek. Onun dölünü doğuracak, biliyorum. Ama ben, ben başkayım, başka sevdim onu. Yan bakmadan sevdim, edasını sevdim, dokunmadan. Ah be abi, içine girecek...” “Yürü dost, bakarız çaresine.” “Yürümem, bir adım ileri gitmem. Gözyaşları içinde izleyeceğim olacak biteceği, bir adım uzağa gitmem.” “Abi ne işin var el âlemin kızının evinin önünde, az durduk baktık bitti. Yürü şimdi kendi çöplüğümüze dönelim. Yakışmaz bize.”



gidip bir kenarda « gölge haziran 57

“Yakışmaz ya, yakışmaz, doğru. Bize yakışmaz. Kimiz ki ulan? Kim? Şu züppe yavşak kadar olamadık ki caka satalım pencere kenarlarından, taze koynunda. Bak nasıl da sürtünüyor ibne! Şeytan diyor git şimdi yapış pencereye!” “Aman dur abi, bak fena sıkıştım ben, az ayakyoluna kadar gidip gelelim şu topraklığa, sonra tekrar dönüp izlersin tazeni, olmaz mı?” “Olmaz, her saniyesini kazıyacağım beynime bu aldatışın.” Aldanış olmalıydı doğru kelime. Fark edemiyordu, her şey onun kafasında olup bitmişti şimdiye dek. Zengin evinin taze kızına sulanıyordu fakat ne haddineydi yahu? Olacak iş miydi? Arkadaşı bile dalgasını geçiyordu da bizimki kara sevdadaydı, ne çare. Yaşamlarının yegâne formu açlığın, fakirliğin, perişanlığın benimsenmiş, bundan ötesi içselleştirilmiş haliydi. Nadiren bu durumun dışına çıkmak ihtiyacı duyulurdu. Çünkü bu çıkış çoğu zaman bir hayalden ibaretti; bir piyangoydu bu, zordu, çok zor. Hayalinin kurulması bazen ayıp da kaçardı. Sokaklara doğmuşlardı, sokaklarda. Sokaklarda yaşayacak, sokaklarda öleceklerdi. Pencere kenarındaki aşk kıvılcımları dışarı taşıyordu. Sürtünüyorlardı birbirlerine büyüklerin imrenen ve daha ileri gitmelerine teşvik eden bakışları içinde. Kılkuyruk deliriyordu gözyaşlarını akıtmaya devam ederek. Diğeri onu sıkıştırıyordu: “Bilirsin kıçın tıpası yok. Bir yol gidelim de işimi göreyim. Sonra söz, döneriz evin önüne. Doya doya izlersin yine.” “Sen git.” “Gideyim de naralara boğ sokağı değil mi? Bir yere gitmem seni burada bırakıp. Benimle gel.” “Gelmiyorum.” “Geliyorsun, yürü düş önüme.” “Beni derdimle bırak birader. Bırak izleyeyim deyyusları. Varsın gözüm görsün rezilliklerini, arkamdan iş çevirteceğime. İzleyeceğim an be an. Girsin içine, girsin kahpenin!” “Yine bağırmaya başlama, altıma sıçacağım zati, üf, ne pis de geldi melet. Seni de bırakamam burada, linç ettireceksin kendini. Geçen günkü gibi kaynar suyu boca edecekler tepemizden. Topraklık da yok burada, şuracığa ediversem.” “Git dedim ya, git gör işini. Buraları pisleme. Rezilliğim bana yeter. Bir de bokunun rezilliğini ekleme.” Pencere kenarındakiler işi ilerletmişti. Açık perdelerden tüm sokağa izletiyorlardı kendilerini. Evin içinde şenlik havası esiyordu. Oğlanla kız birbirine sürtündükçe, evdeki diğerleri coşup coşup alkışlıyorlardı sevişmelerini. Dudaklarını okuyordu kılkuyruk büyüklerin, hepsinin ağzından bir “Hadi!” yükseliyordu pervasızca. “Ne de sapkınlar,” dedi içinden kılkuyruk, “para sapıttırmış hepsinin imanını.” Kendileri zevk alacakmışçasına bekliyorlardı oğlanın kızın içine girmesini. “Oh!” nidaları yükselmeye yüz tutmuştu. Oğlan kavradı kızı belinden, az kalmıştı. Kılkuyruğun ömründen ömür gidedursun, arkadaşı tutamıyordu kendini, bırakmaya hazırlanıyordu içindekini ıslak asfaltın üzerine.


58 gölge haziran » gidip bir kenarda

“Ulan kılkuyruk,” dedi, “huyum değil ya, ediyorum pisliğimi şuracığa. Al bu da sana benden hediye olsun.” Yaklaştırdı kıçını ıslak asfalta, önce bir koku sardı yolun o tarafını. “Git ulan, başka yere pisle. Bir bokun eksikti,” dedi kılkuyruk. Demesiyle görmesi bir oldu oğlanın kızın içine girişini pencere kenarında. Evdekilerin hepsi ayaktaydı. Coştukça coştular. Alkışlarla sarstılar evin pencerelerini, titrettiler sevinçten. Kılkuyruk bıraktı tüm bedenini soğuk zemine, içinden içi gitti. Kendini bıraktığı yerde bir sıcaklık duydu aniden. Gözlerini çekememişti karşı evin penceresinden, görememişti pisliği. Karşısında sevdalandığı kızın içine elin zengininin piçi giriyor, yanında da arkadaşı yola pisliyordu. Çerçeve karardı. Düştü kılkuyruk. Gidip bir yerlerde bitlerini dökmeliydi. Temizlenip paklanmalı, adama dönmeliydi. Ne farkı vardı o züppeden? Sevdalandığı kıza pencere kenarında, ev halkının bakışları ve alkışları eşliğinde kayan züppeden. Belki bir façası vardı yüzünde fazladan. Ama eksiği? Cık. Yoktu. Onun gibi olabilirdi, öncelikle yapması gereken şey bir evde yaşıyor olmaktı. Sonrası kolaydı. Bir evi oldu mu, yıkanacak bir banyosu da olurdu. Yemek yiyecek, yatacak, oturacak, keyif çatacak bolca mekân. Sıcak mı sıcak. Evet, işe bir evde yaşıyor olmakla başlamalıydı. Başlamalıydı da, nasıl? Dostuna bir sorsaydı, o bir yol yordam bilirdi. Bir eve nasıl kapak atılır, o söylerdi. Madem bilirdi de o neden sokaklarda yaşardı? Garip biriydi, sokakları seçmişti. Üstelik eskiden bir evde yaşadığı söylenirdi. O günlerden hiç bahsetmezdi. Belki de bu yüzden kılkuyruk onun bir zamanlar bir evde yaşadığına inanmazdı. Kılkuyruğun onu son görüşü, o yola büyüğünü bırakırken, sevdiceğinin içine elin... Neyse, en son o akşam görmüşlerdi birbirlerini. Kızmıştı ona, gözlerini açtığında bok deryasının içinde bulmuştu kendini. Baygın gözleri, ağlamaktan tıkalı burnu bir süre tanımlandıramamışlardı nerede ne yapmakta olduğunu. Sonra sonra zihni yerine oturdu da, bir güzel posta koydu dostuna. Şimdi neredeydi, kafası bozulduğunda takıldığı küçük mahallede mi? En iyisi oraya bir bakmaktı. Buldu onu, bir kenarda gelip geçene laf atarken buldu. Yani her zamanki halinde. Bir hal hatır merasimi. Ardından konuyu açtı: “Abi, benim bir hayalim var.” “Söyleme biliyorum. Zor be kılkuyruk.” “Neden? Elbet vardır bir yolu. Eğer doğruysa sen bir zamanlar...” “Deme, biliyorum soracağın naneyi. Çok meraklıysan git bir kenarda temizlenip paklan önce. Kendini adama döndür. Sonra git zenginlerin mekânında gez dolaş. Şımarık zengin karılarına türlü şirinlikler yapıp kendini sevdir, dayanamazlar. Elbet bir tanesi sonunda götürür seni. Buruş kırış suratlı bir kocakarı seni beğenip evine kapatana dek takıl ortalıkta. Şanslıysan genç güzel olanına denk gelirsin.” “Sonunda olur diyorsun yani?” “Elbet olur, olur da... Sen neden istiyorsun bunu?” “Biliyorsun, sevdalıyım.” Bir kahkaha patlattı dostu. “Ulan dangalak, sen zengin evine girdin mi, bir daha çıkabileceğini mi sanıyor-


gidip bir kenarda « gölge haziran 59

sun? Ya oradasın, ya dışarıda. Bak bana. Seçimimi yaptım.” Sonra daldı aniden, sıçrar gibi irkildi, devam etti: “Neyse, beni boş ver. Sevdalandığın gibi unutmasını da bileceksin. Olmayacak duaya âmin deme. Doğduğun gibi yaşa. Aklınca caka satacaksın seninkilere. Olmaz o iş.” Kılkuyruk dinlemedi. Gitti, kafasını saatlerce bir duvara sürttü. Bir güzel döktü bitlerini. Dün geceki canhıraş yağmurdan kalan dev su birikintisinde iliğine kadar temizlendi. Saatlerce süsledi kendisini. Asfalta çıktı. Yerdeki bir parça kırık camda yansımasını izledi. Hakikaten değişmişti, yakışıklıydı. Kendine güveni geldi bir parça. “Almasınlar da görelim” dedi, kıs kıs güldü. Aklında sevdalandığı, gözünde zengin evleri, dolanmaya başladı. Saatlerini geçirdi zengin mahallesinde. Yorulmuş, susamıştı. Pes etmeye yakındı. “Olmayacak,” dedi içinden. “Rüya görmüşüm.” Dönmeye yeltendi. Poposunu yola çevirdi, durdu. Kendi fakir mahallesine ağır ağır seğirtecekken onu arkadan gören kadınların şen sesleriyle irkildi. Ondan bahsediyorlardı: “Şuna bak, ne tatlı!” Gülüşüyorlardı. Yaklaştılar. Pervasızca davet ediyorlardı onu kendilerine doğru. Dostu doğru söylemişti, sonunda oluyordu. İçlerinden biri elini uzattı, kılkuyruğun göğsünü okşamaya başladı. Yüzüne doğru iyice yaklaştı: “Ne tatlı şeysin sen.” “Götürelim mi onu?” dedi kadın yanındakine. Diğeri “Sen bilirsin,” diye cevapladı kıskanç gözlerle. Demek ki onu o da istiyordu. Belki de ilk o görmüştü. Seslerini ayırt edemiyordu kılkuyruk, yüzleri de benziyordu. Belki de kardeştiler. Belki de ikisinin de olacaktı. Belki de onun için kavga edeceklerdi. Belki de tatlı tatlı paylaşacaklardı. Kılkuyruk arada kaldı, bir birine, bir diğerine baktı. Sonunda olmuştu. Sıcak bir evde, yemeği önünde, yatağı altındaydı. Kılını kıpırdatmadan yaşayıp gidiyordu. Bu bir rüya mıydı? Sokakta burnuna bir kez olsun ilişmemiş kokular onu kendinden geçiriyor, şimdiye dek tatmadığı lezzetlerle yattığı yerden ihya oluyordu. Bir de koca evde çoğu zaman yalnız kalmak zorunda olmasaydı... Kız kardeşler sabah çıkıp gecenin bir vakti dönüyorlardı. Bazen sabaha karşı. Eve geldiklerinde kız kardeşler sırayla koyunlarına alıyorlardı onu. Sonra yine gidiyorlardı, kılkuyruk yine yalnız. İlk günler bir cenneti andıran yaşantısı, bir süre sonra sıkmaya başladı onu. Sevdiceği ve dostu düştü aklına. Ne yapıyorlardı? Kafasında eski yaşantısından anımsadığı iyi kötü zamanların resimleriyle pencere kenarına ilişti. Tıpkı sevdiğinin evinde olduğu gibi, kalorifer mazgalları pencerenin bitişiğindeydi. Gövdesini dayadı. Isındıkça ısındı. Düşlediği bu değil miydi? Sıcak bir ev. Şimdi tam oradaydı. Fiyaka istiyordu. O da olmuştu. Yediklerinden olacak, gürbüzleşmiş, semirmişti. Şimdi istediği gibi caka satardı. Ancak buradan nasıl gidecekti? Kız kardeşlere ne diyecekti? Belki de en iyisi sessizce kaçmaktı. Kararını verdi, pencerenin aralığından dışarı süzüldü. Aşağı atladığı an üzerine doğru gelmekte olan devasa zengin jipini fark etmedi. Kılkuyruğun kuyruğu, onun kaçmasına izin vermedi. Gözlerini kapatırken anladı, bir sokak kedisi âşık olamazdı. Yazan: Gözde KURT İllüstrasyon: Mehmet GÜLERYÜZ http://guleryuzmehmet.deviantart.com/


60 gölge haziran » rio

RİO Adını okula veren hayırsever bir işkadınının birkaç sene önce devasa bir arazi üzerinde yaptırdığı Aygül Öztekin İlköğretim Okulu’nun üçüncü katındaki bir sınıfta ufak tefek bir çocuk camdan bakıyordu. Ders saati olmasına rağmen istediği gibi pencereden bakabilmesi beden dersinde sınıf nöbetçisi olarak kalması sebebiyleydi. Okulun soyunma salonları o an için yetersiz olduğundan erkek öğrenciler sınıfta, kız öğrenciler aşağıdaki salonda değiştirirlerdi üzerlerini. Ve sınıfta herhangi bir hırsızlık olayı olmaması için her derste bir öğrenci nöbetçi olarak bırakılırdı. O günkü nöbetçi, ne yaparsa yapsın düzelmeyen dağınık sarı saçlarıyla yeşil gözlerinin çok sevimli kıldığı, sınıfın en kısa boylusu ve en kalın gözlüklüsü olan, aynı zamanda okul birinciliği için yarışan 1612 numaralı Ertan’dı. Arkadaşları okulun devasa bahçesindeki koca futbol alanında çift kale maç yaparken sınıfta boş boş oturmak hiç de hoşuna gitmiyordu aslında. Bugün nöbetçi olacağını bildiği için yanında kitap getirmişti ama okumaya hiç isteği yoktu. Dışarıda oynanan maça dalmış ve düşüncelerini unutmuşken, sınıf kapısının gıcırtılı sesini duydu. Arkasını dönüp gelenin kim olduğuna baktığında gözleri fal taşı gibi açıldı, yutkundu, terledi. Gelen Demir’di. 8-F’nin üç sene sınıfta kalmayı başarmış serserisi. Ertan onu şahsen tanımıyordu ama namını çok duymuştu. Sınıfta onunla iyi geçinen serseri tipler onun gücünden, karizmasından ve yaptıklarından bahsetmekten geri durmazlardı. Yaptıkları aslında gasp, tehdit, hırsızlık, taciz gibi her biri ayrı ayrı suç sayılan onlarca şeydi. O ana kadar Ertan’a bulaşmışlığı yoktu. Sadece bir keresinde okulun arka bahçesinde bir ilkokul çocuğundan zorla para alırken görmüştü Demir’i. Demir ona sert sert bakınca hızlı hızlı yürüyüp uzaklaşmıştı. İdareye belki de onlarca kez şikâyet edilmesine, bir sürü de ceza almasına rağmen uslanmak gibi bir niyeti yoktu bu baş belasının. Okulu bitirmek de istemiyordu herhalde, çünkü dersleri umursamadığı gibi, dersin ortasında her istediğini yapabildiği söylentileri dolaşıyordu. Hatta bir keresinde matematik öğretmenine yumruk atmışlığı vardı. Ama büyük hataydı bu, çünkü matematik öğretmeni de söylenene göre İzmir’de bir okulda öğrencilerine dayak attığı için tayini çıkan meşhur Haşmet Serter’di. Demir ona yumruk atmış, ama Haşmet Hoca yememişti. Yumruğu havada yakalayıp bükmüş, Demir’i sürükleyerek dışarı çıkarmış, kimsenin bilmediği bir yerde söylenene göre öldüresiye dövmüştü. Bunu Demir’in bir hafta okula hiç uğramamasından anlamıştı çocuklar. Bir haftalık bir rahatlıktan sonra serseri geri dönmüştü ama artık Haşmet Hoca yoktu. Nasıl olmuşsa Demir’i dövdükten iki gün sonra yine tayini çıkmıştı. Artık yine Demir’e karşı en ufak bir saygısızlık edilmiyor, edilemiyordu. “Ooo, naber delikanlı?” dedi burnunu çekerek. Kravatı boynunda çözülmüş şekilde iki yana sarkıyor, gömleği pantolonunun dışında düzensizce salınıyor, saçları yoğun jöleyle parıl parıl parlıyordu. Bir ortaokul öğrencisinde olması imkânsız sakallara sahipti, öyle ki sıradan bir yetişkinden farkı yoktu. Zaten sokakta gören biri on sekizinden aşağı olmadığını düşünürdü. Üç yıl sınıfta kalmasının dışında, genleriyle ilgili de bir sorunu olduğu belliydi. Ama bu onun işine geliyor, öğrenciler üzerinde otorite kurmasına yardım ediyordu.


rio « gölge haziran 61

“İyiyim,” dedi incecik sesle. Henüz ergenliğe girmediğinden sesinde en ufak bir kalınlaşma belirtisi yoktu Ertan’ın, bu çelimsizlikle daha birkaç senesi olduğunu da belli ediyordu aslında. “Sizinkiler dışarıda herhalde,” dedi serseri. “Evet, bedendeler,” dedi sağ eliyle camı göstererek. Yüreği küt küt atıyordu, çünkü Demir soru sordukça yavaş yavaş yaklaşıyordu. Sağ eli cebindeydi ve her an bir şey çıkaracak gibiydi. Bir şey yapmaz ki bana, niye yapsın? diye düşünerek kendini avutmaya çalışmaktaydı sarışın çocuk. Keşke Rio burada olsaydı. “Senle tanışmıyoruz değil mi? Gerçi duymuşsundur adımı.” “Evet, Demir’sin, biliyorum.” “Senin adın ne bakalım?” “Ertan.” “Yüksek sesle konuşsana, anlamadım.” Artık yanındaydı. Sol elini çocuğun omzuna koymuştu. Ertan, onun gür sakallarını tıraşlı olmasına rağmen net bir şekilde görebiliyordu. Gözleri her daim tehditkâr bakmaya alışmıştı ve yine öyleydiler. Ertan gözlerini onun gözlerinden kaçıramadı, çünkü karşısındakinin nereye baktığını bilmek ona güven veriyordu. “Ertan,” dedi bu kez daha yüksek bir sesle. “Daha önce hiç birinden dayak yedin mi Ertan?” Çocuk bayılmak üzereydi. Dizlerinin hafifçe titremeye başladığını hissediyordu. Şu an burada olmaktansa cehennemin dibinde olmayı yeğlerdi. Başını iki yana salladı. “Sen kimseyle kavga da etmemişsindir.” Yine aynı tepkiyi verdi. “Hımm, kuşun kalkıyor mu peki?” Ertan bunu anlamamıştı ve anlamadığı için kahroluyordu. Beyni fena halde çalıştığı halde bulamıyordu cevabı. “Anlamadım,” dedi sonunda cılızca. “Kuşun kalkıyor mu dedim. Şeyin lan, anlasana. Ohoo, senin daha kırk fırın ekmek yemen lazım. Gerçi seninki daha benim küçük parmağım kadar bile değildir.” Ertan koltuğunun altından ter süzüldüğünü hissetti. Koca bir damla yavaş yavaş pantolonuna doğru indi, üstelik iki koltuğundan birden. Dudağı da kurumuştu. Sanki ağzındaki su, ter olarak dışarı kaçıyordu. Bir şey söylemedi. Zaten cevap bekler gibi görünmüyordu serseri. Sınıfa göz gezdiriyordu. “Şşt, ne diycem,” dedi sonra. “Sizin sınıfta güzel telefonu olan var mı?” “Ahmet’in var,” dedi hemen. Bildiği bir soru olduğu için sonucunu hiç düşünmeden söylemişti bunu. “Nerde oturuyor bu Ahmet?” “En ön sırada. Ne yapacaksın?” “Şşt, karışma. Ödünç alacağım telefonu. Burada mı oturuyor?” “Evet, ama… Öğretmen…” “Bir şey olmaz,” dedi Ahmet’in beden çantasındaki pantolonunun ceplerini karıştırırken. “Ben görmedim, dersin. Kim nerden bilecek?” “Ama…” “Sus lan!” dedi aniden. “Hele bir öt, senin ağzını burnunu dağıtırım. O ötmeyen kuşunu da keserim!”


62 gölge haziran » rio

Ağlamak istiyordu. Muhtemelen serseri sınıftan çıkınca ağlayacaktı, sonra bedenden dönen arkadaşları neden ağladığını soracaklar, o da cevap veremeyecekti. Sonra Ahmet telefonunu bulamayacak ve suçu ona atacaktı. Hatta belki parasını ona ödetirlerdi. Ama o ödeyemezdi ki. Annesi çalışmıyordu, babası da o ay işten çıkarılmıştı. Zar zor yemeğe para buluyorlardı. Ayrıca onlara bu utancı yaşatamazdı. “Dur, yapma, götürme,” dedi aniden, ondan beklenmeyecek bir sesle. Demir telefonu bulmuş sırıtarak inceliyordu o sırada. “Sana mı soracağım lan? Kendi işine bak sen,” dedi ve yaklaşan çocuğu bütün gücüyle ittirdi. Ertan ciğerlerine bastıran bu elle nefesi kesilince daha da kötü oldu. Başka bir evrende gibi hissediyordu kendini. Keşke Rio burada olsaydı. “Ya bırak o telefonu, lütfen,” dedi yine kısılan sesiyle. Gözyaşları hafifçe dökülmeye başlamıştı. “Siktir lan, ne bırakacağım! Kaç para eder bu biliyor musun! Tam benlik telefonmuş ha, kendim mi kullansam…” “Öğretmene söylerim,” dedi ne dediğini bilmeden. Demir gözünü elindeki telefondan kaldırıp doğruca çocuğa dikti. Öfkeyle üzerine yürüdü. Yakasından tutup tahtaya yapıştırdı. Tahtanın alt kısmındaki tebeşirlerin konulduğu çıkıntı fena halde beline batıyordu şimdi. Korkudan kalbi duracak gibiydi. “Hele bir söyle,” diye tısladı on santim üzerinden. “Senin parçanı bulamazlar burada.” “Seni Rio’ya ısırtacağım!” “Haha, bir köpekten mi tırsacağımı sanıyorsun, geri zekâlı. Bende doberman var oğlum. Seninkinin Allah’ı gelse bir bok yapamaz. Çocuğa bak ya, köpekle tehdit ediyor.” Ertan gözyaşlarını artık durduramıyor, belini delen tahta çıkıntısına dayanmaya çalışıyordu ki Demir sağ cebinden bir şey çıkardı. “Bunu görüyor musun? Elime bak elime! Gördün mü? Ne bu? Çakı! Şimdi senin karnına sokayım mı? Ha? İster misin?” “Anne,” diye inledi hafifçe. Gözyaşları sel gibiydi, burnundan da akıyordu artık. Bıçağın sivri ucunu göbeğinin sol tarafında hissediyordu. Belki de kanıyordu artık. *** Bir karartı kapladı havayı. O ana kadar bahar güneşiyle olabildiğince aydınlanan sınıf gölgelendi. Bir bulutun güneşin önüne geçmesinden daha da ani olan bu değişim Demir’in, hatta ölümün eşiğinde olduğunu düşünen Ertan’ın bile dikkatini çekmişti. Demir bir an gözlerini çocuktan ayırarak pencereye baktı. Az önce çocuğun dışarıdaki maçı seyrettiği camın tülleri sonuna kadar açık olduğundan dışarısı net bir şekilde görünüyordu. O an Demir’in gördüğü manzara, ömründe tanımadığı bir duyguyu en yoğun şiddetle yaşamasına sebep oldu: Korku. Ayak parmağının tırnağından saç telinin ucuna kadar her zerresinde hissetti korkuyu. Lovecraft’ın öykülerinden çıkıp gelmiş gibi görünen simsiyah iri bir yaratık - bu benzetmeyi Demir yapamazdı, çünkü ömründe kitap okumuşluğu yoktu - gökyüzünden pencereye doğru süzülüyor, metrelerce uzunluğundaki kanatlarını her çırpışında daha da büyüyüp yüceleşiyormuş gibi görünüyordu.


rio « gölge haziran 63

Afrika’nın en ücra köşelerinde belki rastlanabilecek devasa bir timsahınkine benzeyen kafası, yüzlerce sivri beyaz dişin kara ve kaygan deriyle oluşturduğu tezat, gövdesindeki pulların, ışığı aldığı açıya göre farklı şekilde parlayarak ışık oyunları sergileyen yapısı ve bu bedenin arkasından uzanan devasa kuyruğun havayı bir kırbaç gibi yararak süzülüyor olması… Bunlar birleşince ömründe kedi, köpek ve kuş dışında hayvan görmemiş bir insanoğlunu korkunun doruklarına taşıyabilirdi. Nitekim Demir’e olan da buydu. Kimsenin rüyasında bile görmediği kırmızının en canlı tonuyla bakan gözleri ve dünyanın en iri boğasından alınıp yapıştırılmış gibi duran boynuzları, Demir’in o sıcak sıvıyı pantolonundan aşağı salmasında en büyük etkenlerdendi. Eğer biri ona bu ejderin boyunu sorsaydı titrek bir sesle ‘uçak kadar’ cevabını alabilirdi, ama gerçekte on beş metrelik bir kanat açıklığı ve başından kuyruğa kadar on sekiz metrelik boyuyla dünyanın en iri kuşundan daha büyük olsa da bir uçakla yarışmayacağı aşikârdı. Bu devasa ejderha tam da Demir’in korktuğu gibi doğruca oraya bakıyor ve kanatlarını halı çırpma sesine benzer bir sesle çırparak doğruca üzerlerine geliyordu. Bir an sonra okulun camını paramparça ederek başını içeri soktu. Ardından dinozorunkilere taş çıkaran pençelerini yere geçirip kanatlarını topladı ve tüm bedenini sınıfa sokmayı başardı. Bu sırada Demir Ertan’ı da sürükleyerek sınıfın en uç köşesine kadar çekilmişti. Bıçağı hâlâ elindeydi ama bunun farkında bile değildi. Zaten ejderhanın ilk adımıyla düşürdü yere. O an Ertan kendini serseriden kurtardı. Bu canavarın gelmesi onu hiç korkutmamış gibiydi. “Rio!” dedi burnunu çekerek. “Senin ne işin var burada kızım?” Canavar ona dönüp başını hemen önünde yere koydu. Bir buçuk metrelik başı yere değerken okulu titretmişti. Çocuk, bir adım daha atarak ejderhaya iyice yaklaştı. Başının üzerini okşamaya başladı. “Uslu kızım benim,” dedi yavaşça. Bir yandan hâlâ burnunu çekiyordu. Bacağının titreyişi durmamıştı, kalbi yavaşlamaya başlamışsa da halen korkutucu derecede acıtıyordu göğüs kafesini. Bu sırada ejderha gözünü kırptı, zevkle homurdandı ve koca bir nefes verdi burnundan. Rio, sınıfın bir duvarından diğer duvarına uzanan bedeni de kendini rahatlatmak için sıraları ittirdiğinden sınıfta epey gıcırtı vardı. Bu gıcırtı sırasında sınıfın kapısının açıldığının farkına varmamıştı Ertan. Oysa kapının önüne yığılan bir sürü öğrenci merakla birbirini ittiriyordu. “Isırtayım mı seni Rio’ya?” dedi Demir’e. “İstersen dobermanını da getir.” Ejder, onu anlamış gibi başını kaldırdı ve Demir’e yöneldi. Ağzını açıp ısırma numarası yaptı. Demir korkudan altına sıçarak duvar boyunca koşup sınıf kapısının önündeki öğrencilere çarpa çarpa kaçtı. *** İşte yeryüzünde bir ejderhanın ilk kez topluca görülmesinin hikâyesi budur. Hayır, hayır, dünya çapında yankı falan bulmadı bu olay. Hiç kimse koca siyah yaratığın fotoğrafını çekmek gibi bir şeyi akıl edememişti. Zaten öğretmenler de böyle bir şeyin yayılması taraftarı değillerdi. Öğrenciler bunu elbette yaydılar etraflarına, ama ejderhayı gerçekten gören öğrenci sayısı topu topu yedi idi zaten. Onlardan biri de


Demir’di. Ha, bu işte onun da katkısı olduğunu söylemeden geçmeyelim. Bu ejderha mevzusundan okulda tek kelime edilmesini yasaklamıştı serseri. Bir tek kez kulağına bu konuda bir laf gelirse oradaki herkesin kuşlarını keseceğini söylüyordu. Ah Demir… Hâlâ aynıydı. Yazan: Gökcan ŞAHİN İllüstrasyon: Rıdvan ŞORAY http://ridvan.deviantart.com/


cepcepniler « gölge haziran 65

CEPCEPNİLER

Çifte delik (Double Slits) deneyi kadar kuantum tekinsizliğini açığa vuran ve paralel evrenlerin varlığını belli eden başka bir örnek mevcut değildir. Fred Alan Wolf Parallel Universes The search for other worlds

“Babaanne sen ölüyor musun?” Neriman altı yaşındaki torunu Arzu’ya sevgi ve özlemle bakarak gülümsedi. “Daha 63 yaşındayım, ama ruh kabım eskiyiverdi.” “Kap eskiyince ölünür mü hep?” “Şu ana kadar daima öyle olageldi kızım. Sen benim yaşıma geldiğinde daha genç duracak ve inşallah çok çok daha uzun yaşayacaksın.” Beyaz elbise giymiş çıplak ayaklı kız, kadının sağ elini tuttu. “Öldükten sonra seni bir daha hiç göremeyeceğim değil mi?” Kadın küçük kızın gözlerindeki elem nedeniyle içi titreyerek, “Rüyalar ve...” dedi. “Ve de... “Ama babaanne rüyalar yetmez ki.” Neriman uzun zamandır aklında olan, bu sabahtan beri neredeyse elle tutulurluk kazanmış fikrin çekimini yeniden bütün gücüyle hissetti. Torunun gözleri dolmuştu. Ağlamak üzereydi. “Arzu bak sana bir şey diyeceğim. Hatırlıyor musun, 3 yıl önce falandı. Senle beraber deniz kenarında gezinmekteydik. Eski Foça’da. Kocaman pırıl pırıl bir taş bulmuştuk. Alacalı bulacalı renkliydi. Diğerlerinden çok başkaydı.” Küçük kızın gözleri hevesle parladı. “O taş. Kaybolan taş.” “Evet. Nasıl kaybolmuştu?” “Düşmüştü. Benim elimden. Sonra bulamadık.” “Nereye düşmüştü?” “Yere. Ayaklarımızın dibine. Kumların üstüne.” “Niye bulamadık sence?” Arzu düşünürken alnı hafifçe kırışmıştı. “Yok olmuştu. Şeytan aldı götürdü bulamadı getirdi, demiştik. Yer yarılıp içine girmişti değil mi babaanne?” Neriman içinde güçlenen umut ışığını kaybetmekten korkarak başını salladı. “Baban sana bir oyuncak ev almıştı. Geçen yıl. Beş yaşına basmıştın.” “Çok seviyorum o evi hâlâ. İçinde her şey var. Sadece dizi film yok. Bir de okul yok.” “Bir gün senle oynarken bir şey kaybolmuştu.” “Evet. Sarı halı. Oturma odasının halısı.” “Küçük evin bütün eşyalarını yeni yerleştirmiştik. Bakıyorduk vardı. Sonra gözümüzü kapattık açtık yoktu. Her yeri aradık yoktu.” Küçük kızın gözlerinde kaybolan nesneleri düşünmekten ötürü dalgın bir bakış belirmişti. Neriman bu bakışı iyi tanıyordu. Gizemi hissediyor, ama henüz buna şaşma aşamasını yeterince güçlü yaşamıyordu. Uçan halılı, sihirli lambalı, cinli, perili, mutantlı, X-menli çizgi filmler izlediği çağdaydı.


66 gölge haziran » cepcepniler

“Peki, bodrumda ne kaybolmuştu bu kış?” “Ütü. Eski ütü. Kablosu şeyliydi.” “Kırçıllı.” “Ondan işte, çok korkardım. Büyük bir tırtıl gibiydi. Babaanne o kaybolan şeyler nereye gidiyorlar?” Neriman’ın da en çok merak ettiği soruydu bu. İçinde büyüyen yabanıl enerjinin gücünü hayra yormaya devam ederek, “Başka neler kaybolmuştu?” dedi. “Neleri hatırlıyorsun?” Kız birkaç saniye düşündü. “Anahtar, musluk şeyi, annemin kırmızı şalı ve de...” “Elma koçanı, bahçedeki günebakanlardan en uzunu.” Kızın yüzünde ilk şaşkınlık ifadesi belirmişti. “Bu kaybolan şeyler nereye gidiyorlar babaanne?” İnşallahvaristan’a diye düşünen kadın içini çekerek, “Şimdi sana bir şey daha soracağım, ama çok iyi düşün cevap vermeden önce,” dedi. “Tamam mı?” Arzu sırrın çekiminde hevesle başını salladı. “Bu tür şeyler, kaybolmalar, hiç sen yalnızken ya da başkalarıyla beraberken oldu mu?” Kız uzun uzun düşündü. Bir kez evet şu olmuştu diyecek gibi bir mimik yaptı, ama arkasını getirmedi. “Hatırlamıyorum. Annemle, babamla, ya da arkadaşlarımla böyle şeyler olmuyor. Hiç olmuyor. Kaybolan şeyleri geriye buluyoruz.” Daha önce de üzerine konuştukları bir konu olduğu için kızın aklının içindeki gezintisi kısa sürmüştü. “ “Bu şeyleri kim alıyor? Cepcepniler mi?” Cepcepniler Neriman’ın uydurduğu küçük yaratıklardı. Smürflerden bile küçük, ama karınca kadar güçlüydüler. Bunlar bu dünyadan tırtıkladıkları irili ufaklı şeyleri kendi dünyalarında depolarlardı. Çocuk iki yaşından beri onun bu doğaçlamayla uydurduğu masallarla büyümüştü. Şimdi Neriman ölmek üzereydi ve kendince çok önemli bir şey için Cepcepnilere’e acil gereksinimi vardı. Neriman başıyla olumlayınca kız bilmiş bilmiş gülümsedi. “Bu şeyleri nereye koyuyorlar peki. Yeraltında değil. Gökte değil. Suda değil. Ve burnumuzun ucu kadar yakın.” Neriman’ın onlarca defa yinelediği bir şeydi bu. Burnunun ucu kadar yakın, ama dokunulamayan yer. Neriman iki yıl önce emekli olana dek 39 yıl liselerde tarih öğretmenliği yapmıştı. Aklı fiziğe çok ermezdi, ama garip bir şekilde sırra kadem basan nesnelerin sayısının çokluğu nedeniyle kafasında bir model geliştirmişti. Cepcepni adını verdiği şeyler her neyse gerçekten vardılar ve sadece irili ufaklı nesneleri değil, düşüncelerinden, rüyalarından, kısacası belleğindeki çeyiz sandığından da apartmalar yapmaktaydı. İki kişinin gözünün önünde yiten giden bir şey bellek delikleriyle izah edilemezdi. Bunama bile toptan taşınma demek olabilirdi pekâlâ. “Cepcepniler bu şeyleri neden geri vermiyorlar babaanne? Hırsız mı onlar?” “Tam değil. Bu şeyleri, nesneleri depolara koyuyorlar.” “Niçin?” “Yeni bir dünya kurmak için. Belki yani.” “Bu dünya nerede peki?”



68 gölge haziran » cepcepniler

Küçük kız bunu derken sol elinin işaret parmağıyla burnunun ucuna dokunmuştu. Neriman umut soluyordu yeniden. İnce barsak kanseriydi. İki kez ameliyat geçirmişti. Şu anda metastas vardı. Doktor açıkça söylememişti, kendi bu hastalıktan ölen tanıdıklarından iyi bilmekteydi. Dört beş haftalık ömrü kalmıştı. Yirmi altı yıllık kocası Remzi bir sabah bu yatakta uyanamamıştı. Sabaha karşı kalbi duruvermişti çünkü. Adamın yarı aralık gözleriyle tavana bakışı belleğine kazınmıştı. Aradan geçen on üç yıla rağmen bütün berraklığıyla gözünün önündeydi. Şimdi sıra ondaydı. İki günde dört kez 250 miligram morfin alarak acıya dayanabilmekteydi. Neriman bugünün ilk morfin tabletini içmemişti. Aklının iyice başında olması gerekmekteydi. Vücudunun karın boşluğunda binlerce karınca yürüyormuş gibi bir duygu hissetmekteydi, ama değerdi. Balina karnı büyüklüğünde bir umudu vardı. “Sana ilk kez iki ayna arasında kaç tane Arzu’nun olduğunu gösterdiğimi hatırla. En son iki ay kadar önce yaptık. Küçücük bir yerde ne çok Arzu ve babaanne vardı değil mi?” Kız başını salladı. Gözleri yine dalmıştı. Aklı gizemin büyüklüğünü yeterince deşifre edemiyordu, ama derinlik başını döndürmekteydi. Sonsuzluğun tadını çok sevdiği vişneli dondurma gibi zihninin damağında hissediyordu. “Öyle bir yer işte.” Neriman torunuyla birlikte yaşadığı kaybolma vakalarını çocukken İhsan adlı ilkokul arkadaşıyla da yaşamıştı. Bilyeler, mendiller, kurutulmuş çiçekler, hatta eski bir şeyin üzerindeki pas tabakası bile kaybolur giderdi. İhsan’ın ailesi ilkokul sonrasında başka bir şehre taşınınca sırra kadem basma vakaları sonlanmıştı. Yıllar sonra torunuyla aynı durum tekrar başlayınca kadın İhsan’la yaşadığı şeylerin bir çocuk muhayyilesinin ürünü olmadığını anlamıştı. Neydi peki? Yıllar önce seyrettiği Paralel Evrenler adlı bir belgesel aradığı cevaba avaz olmuştu. Eğer böyle bir şey gerçekten varsa. İki evrende de birer Neriman varsa yani. Belki her şey tıpa tıp buradaki gibi olmayabilirdi. Kusursuz bir tıpatıplığı bozan bir şeydi Cepcepniler. Bir şeyleri bir yerden diğerine geçiriyorlardı. Böyle bir trafik varsa, o zaman bir umut da vardı. Neriman belki de kullandığı morfinin etkisiyle Nil’e düşenin timsaha sarılması gibi sarılmıştı bu fikre, ama denemekle ne kaybederdi? “Bak Arzu şimdi senden bir şey isteyeceğim. Beni çok iyi dinle. Şimdi bu gece yatağa gittiğinde uyumadan önce Cepcepniler’den bir şey iste.” “Ne isteyeyim?” “Onlara de ki, Cepcepni kardeşler, babaannemden bir şey alın ve götürün. Ama elbise değil. Eşya değil. Mesela Remzi dedenden hatıra kalan gümüş kakmalı çakmağım değil. Benim vücudumdan bir şey olsun. Küçük bir şey. Yüzümdeki kırışıklar, alnımdaki ben, tırnağım, saçımın bir teli...” Sol elinin içini gösterdi. “Avuç çizgileri gibi bir şey.” “Alırlar mı ki babaanne?” “Belki alırlar kızım. O zaman belki...” Neriman kendini zorlayarak içini yakan isteği kelimelere dönüştürmedi. Bunu yaparsa hem ağlayacak, hem de şu anda billurlaşmış olan büyülü ortamı bozacaktı. İçini çekti ve küçük kıza baktı. Kendine çok benzeyen koyu kahverengi gözleri babaannesinin düşüncelerine endeksli bir uyumla parlamaktaydı. “Sadece bu akşam değil. Her gün, aklına her gelişte düşün. Çok derin düşün ama. Söz mü?


cepcepniler « gölge haziran 69

Kız eğilip tuttuğu eli öptü. “Söz babaanneciğim.” Neriman bir süredir tuttuğu gözyaşlarını engelleyemedi. Yüce yaratıcı Allah evrenin yasalarını çok boğumlu, çatallı, sayısız geçişli ve sınırsız katmanlı olarak teşkil etmişti. Umut vardı yani. Yoksa iki ayna arasına bu kadar görüntü sığar mıydı hiç? *** Neriman uykudan derinlerden yükselen bir şamandıra gibi yüzeye yaklaştıkça hızlanan bir şekilde sıyrıldı. Bir dizi kasvetli rüya görmüş ve ruhu daralmıştı. Ölüm döşeğinde yatıyordu. Kanser olmuştu. Saatleri sayılı durumdaydı. Belki bu bir yakın gelecek uyarısıydı. Gün ağarmıştı. Başucundaki dijital saate baktı. 7.03’dü. Bir pazar sabahı için erkendi henüz. Aklından hızla geçen flaşvari görüntüler nedeniyle başını çevirip sol taraftaki komodinin üzerine baktı. Yarısı dolu bir limon kolonyası şişesi ve mide asidini absorbe edici hap kutusu. Başka ilaç kutusu yoktu gördüğü düşte olduğu gibi. Rüyalardan fazla etkilenen bir tip değildi, ama kanserden ölüm döşeğinde yattığını, ziyaretçilerini, üzüntülü yüzlü kızını, kullandığı ilaçları, işemesi için sidik torbasına boru taktıklarını bütün ayrıntılarıyla hatırlayabilmekteydi. Örtündüğü yorganı çekip kokladı. Hastalık, çürümüşlük, ölümün yaklaşan adımları kokmuyordu. Hafiflemiş lavanta kokusu içini yeterince ferahlatmamaktaydı. Belki de yakında kanser olacak ve bu yatakta ölüp gidecekti. Kocası Remzi neredeyse on beş yıl önce bu yatakta geçirdiği kalp krizi nedeniyle ağaran günü görmeden ölmüştü. Sıra ondaydı şimdi. Birden rüyadaki yaşını hatırladı. Ziyaretçiler kendi aralarında fısıldaşmaktaydılar. Kendisini aldığı morfin haplarının etkisiyle kendinden geçmiş sanmaktaydılar besbelli. “Altmış üçüne yeni basmıştı yazık.” “Genç daha ayol. Bu zamanda.” 63 sözcüğü iki düzine ferahlık hapı gibiydi. Kader geriye doğru çalışmazdı. Emekli tarih öğretmeni Neriman Uzunçay dört ay beş gün önce 65 yaşına basmıştı. Ya yanlış hatırlıyorsa? Hayır. 63’tü. 63 demişlerdi. Peki, bu kadar ayrıntı neydi Allah aşkına? Böyle başka bir rüya gördüğünü hiç hatırlamıyordu. Buluğ çağındayken, çocukken belki. O da bu odaydı. Gelen ziyaretçilerin çoğu kendi gibi emekli öğretmen arkadaşlarıydı. Aralarında tanımadığı bir iki kişi vardı, ama bu düş senaryosu gereği de olabilirdi pekâlâ. Neriman tam yataktan kalkacağı sırada kapı açıldı. Gelen torunu Arzu’ydu. Gözleri biraz uykuluydu, ama heyecan ışımaktaydı. “Babaanne, babaanne... Rüyamda seni gördüm.” Neriman’ın içi cız etti. Hasta yatağında gördüm derse moralce yıkılacaktı. İki kişi aynı rüyayı eşzamanlı olarak boşuna görmezdi çünkü. Bu oluyorsa acil bir durum var demekti. Üç yıl önce genel bir sağlık testinden geçmişti. Safra kesesi teklemesi hariç hiçbir şeyi yoktu. Hapla idare edilebilen bir rahatsızlıktı. “Ben çok büyümüştüm. Koskoca kız olmuştum. Boyum çok uzamıştı. Annemden daha uzundum. Evleniyordum. Düğünde sen lacivert bir elbise giymiştin. Çok yakışmıştı. En çok göze batan sendin. Sağa da baksam, sola da baksam seni o tarafta görüyordum. Bir ara yanıma geldin. Bana şey dedin. Ha biliyor musun... Kimle evleniyordum? Ethem’le.”



cepcepniler « gölge haziran 71

Ethem komşunun haşarı oğluydu. Arzu’yla aynı sınıftaydılar. Çok zeki ve yaramaz bir çocuktu. “Ben büyüyünce Ethem’le evlenmek istemiyorum babaanne. Onun eşek şakalarını hiç sevmiyorum.” Neriman başka bir şeyi merak etmekteydi. “Bu rüya kızım,” dedi sabırsızca. “Peki, ne dedim sana?” Kız heyecanla bu sahneyi unutmuş gibiydi. Arzu alnını kırıştırınca kadının içi titredi. Bu rüyada bir iş vardı. O sözcükleri duymak istiyordu. “Hatırladım... Ben burada mıyım gerçekten dedin.” “Orada mıydım peki?” “Evet. Nereye baksam seni görüyordum.” Neriman memnuniyetle gülümsedi. Torunuyla özel bir ilişkisi vardı. Bazen ikisi yalnızken ufak tefek eşyalar belirirdi çevrelerinde. Bir saç tokası, boş bir kibrit kutusu, bir taş parçası, eski bir ütü falan. Bir keresinde bahçede çimenlerin üzerinde kocaman bir ayçiçeği bulmuşlardı. Yeni kopartılmış gibi tazeydi. Nereden ve nasıl geldiği belli olmayan bu şeyleri bir kutuda biriktirirlerdi. Cepcepniler getiriyor derlerdi. Aralarında sırdı. Anlatsalar da kimse inanmazdı zaten. Neriman aynı şeyi Arzu yaşındayken İhsan adlı bir arkadaşıyla yaşamıştı. İkisi beraberken bir sürü şey bulurlardı. En büyük zevkleri boş çekmece açmaktı. Beş defa boşsa, altıncıda içinde bazen bir şey olurdu. Çoğu kez de olmazdı haliyle. Boşu boşuna aranır dururlardı. Neriman sonradan kızı 35 yaşında çocuk sahibi olunca Cepcepniler’i torununa öykü haline getirmişti. Sonra da torunuyla İhsan’la olduğu gibi aniden beliren nesneler bulmaya başlamışlardı. Bunlar neydi? Kim getiriyordu? Komşu dünyalar arasındaki posta bağlantısı mı vardı? Kesin bir fikri yoktu, ama bu sır torunuyla aralarındaki bağı çok kuvvetlendiren, sıradan hayatı sırlayan bir giz büklümü haline dönüşmüştü. “Bu gece ben de bir rüya gördüm. Seninki gibi şey değildi.” Kızın gözleri hayretle büyüyünce Neriman sözlerine devam etmedi. “Babaanne. Alnında ne var öyle?” Neriman elini alnına sürüp parmaklarının ucuna baktı. Kız bir lekeden söz ediyor sanmıştı. “Kocaman bir ben.” Neriman yataktan kalkarak dolabın aynasında yüzüne baktı. Alnında gerçekten bir ben vardı. Parmağıyla kazır gibi bir hareket yaptı. Gerçekti. “Gece mi çıkmış babaanne. Bende de çıkar mı acaba?” Neriman ağzı bir karış açık bene bir kez daha dokundu ve ‘Yaşayacağım, torunumun düğününü göreceğim.’ diye düşündü. Bu şu an için sabahın en önemli mesajıydı. Geri kalanları idrak etmek, sindirmek ve içselleştirmek için bayağı zaman vardı önünde. Birden aklına gelen diğer bir şeyle ağzı yine apışıklıkla aralandı. “Gel Arzu senle bodruma gideceğiz.” “Niçin babaanne?” “Anlatacağım.” Neriman Hanım geceliğinin üstüne limon sarısı bir jile geçirip çocuğun elini tuttu. İkinci katın merdivenlerinden indiler. Kızıyla kocası sabah ondan önce kalkmazlardı.


72 gölge haziran » cepcepniler

Tombiş kedileri Sarman divana kurulmuş yalanmaktaydı. Onları görünce miyavca bir şeyler söyledi ve divandan atlayarak yanlarına geldi. Üçü birlikte holden açılan merdivenlerden bodruma indiler. Bu ev Neriman’ın baba eviydi. Eskiydi haliyle, ama bu zamanda şehrin neredeyse göbeğinde müstakil ve bahçeli bir evde oturmak büyük bir lükstü. Damadı bodrumu beş yıl kadar önce ciddi bir tamirden geçirdiği için eski salaş halinden sıyrılmıştı. Bahçeye bakan tarafta kendine bir hobi yeri inşa etmişti. Kibritlerden gemi maketleri yapmaktaydı. İki kez uluslararası ödül kazanacak kadar becerikliydi bu konuda. Böylece merdivenler artık gıcırdamıyor, üç ampul her yeri aydınlatıyor, toz ve küf kokmuyordu. Ama örümcekler her şeye rağmen kararlıydı. Ağlarını kurup sinek bekliyorlardı. “Babaanne bende de ben çıkar mı? Bir sabah kalkınca. Şurada yanağımda çıksa bir tane. Anneminki gibi.” “Belki çıkar.” “Çok iyi olur. Buraya ne yapmaya geldik babaanne?” Sarman, basamakları önden inmiş, yerleri koklamaya başlamıştı. Bodrumda eskiden fare vardı. Damadının sözleriyle etkin mücadele başarılı olmuş Sarman’ın en büyük hobisi elinden alınmıştı. Neriman köşede bir yerde duran eski makarna kutusunu işaret etti. “Kutunun içine bakacağız kızım.” “Cepcepniler’in kutusuna mı?” “Evet.” Haki renkli mukavva kutunun üstünde duran on beş, yirmi kadar Virgül dergisini kaldırıp bir kenara koydu. Kutunun kapakları biraz tozlanmıştı. Torunuyla en son küçük mavi bir mum bulmuşlardı. Altı ay kadar önceydi. Kutuda şu ana kadar buldukları her şey yoktu. Bu şeyleri biriktirmeye iki yıl önce karar vermişlerdi. Arzu merakla kutunun kapaklarını açınca babaanne ve torun bir şok dalgasıyla daha sarsıldılar. Kutu boştu. Kızı bu kutuya verdikleri önemi biliyordu. O böyle bir şey yapmazdı. “Neden yoklar babaanne? Geriye mi almışlar?” Neriman göğüs kafesinde ağır akışkan bir huşu macunu dolmuş gibi hissetmekteydi. Gözleri dolmuştu. Cepcepniler şu ana kadar getirdikleri şeyleri alıp gitmişler ve yerine alnına bir ben bırakmışlardı. Neriman parmağının ucuyla alnındaki bene dokundu. “Bir şey getirdiler ve karşılığında bunları aldılar.” Arzu sol elinin işaret parmağıyla kendi alnına dokundu. “Bende ne zaman ben çıkacak babaanne?” Rüya kötücül değildi. Yaşayacağı ve torununun düğününü göreceği müjdelenmişti. Nişanesi de bu bendi. Kadın elinin tersiyle gözlerini silerek içini çekti. “Bir gün ansızın olacak,” dedi ve küçük kıza sımsıkı sarıldı. “Ansızın.” Yazan: Sadık YEMNİ (Mayıs 2009) İllüstrasyon: Altuğhan Sinan AYDINOĞLU


hayal cafe « gölge haziran 73

HAYAL CAFE BÖLÜM 1: Gerçeklerle düşlerin birbirinden ayrıldığı ince çizginin üzerinde bir şehir vardır. Gerçeklikten kaçmak isteyen insanlarla gerçekliğe özlem duyan hayallerin bir arada mutlu mesut yaşadığı, her şeyin mümkün olduğu bir şehirdir. Belirli bir adı yoktur; şehirde yaşayan herkes kendine göre bir isimle anar onu... Şehrin meydanında, mutlu insanlar ve hayallerle dolu caddelere nispeten daha tenha kalmış küçük bir çıkmaz sokağın sonundadır Hayal Cafe... Şehrin sakinleri çoğunlukla fark etmezler burayı. Kendi düşlerine o kadar kapılmış olurlar ki çevreleri pek umurlarında olmaz. Ancak bazıları diğerlerinden daha dikkatli, daha sosyaldir. Onlar hemen fark ederler burayı. Koşa koşa gelir bir fincan sıcak çay eşliğinde benimle muhabbet ederler. Sonra birçoğu dostum olur. Dostlarım o kadar çoktur ki sayısını ben bile anımsamam. Buraya geldiğinize ve benimle dertleştiğinize göre sizinle de yakında dost olacağız demektir. Bu arada buralarda beni Marco Usta diye çağırırlar. Herkes bilir esnaf arasında. Ha ne diyorduk? Evet, dostluklardan bahsediyorduk. Bu şehirde dostluk karşılıksız ve anlıktır. Ancak tarafların birbirlerinden bir şeyler öğrenmesi gerekir tabi. Ama duydum ki senin geldiğin yerde böyle değilmiş. Dostluk da ayağa düşmüş aşk da. Kimin ne olduğunun anlaşılamadığı başıbozuk bir karmaşaya dönüşmüş sosyal ilişkiler. Zaten eminim seni de bu şehrin yollarına düşmeye sürükleyen etken budur. Sıkıldın değil mi yaşadığın dünyadan? Çekinme, bu hepimizin başına geldi. Bu şehirdeki herkes bu yollardan geçti. Hepimiz bu buhran dönemlerinden geçtik. Şimdi senin sıran hepsi bu… Öncelikle şunu unutma ki bu şehir sandığın yanılsama sadece sen, ben ve diğerleri hayal ettiği için var. Bu gördüğün şirin kafe de öyle. Demek ki nedir? Hayal edebildiklerimizi yaşayabiliriz de. Bu dediklerimi iyi belle, bundan sonraki hayatında ne zaman sıkıntıya düşersen bu dediklerimi hatırla ve mutlu bir şeyler hayal et. Şimdi konumuza dönecek olursak. Dostluktan ve hayal etmekten bahsediyorduk sanırım. Şu köşedeki masada oturan yaşlı çifti görüyor musun? Tam elli yıldır evliler ve aradan geçen elli yıla rağmen birbirlerine olan sevgilerini hiç kaybetmediler. Sevgi; sadakati, sadakat; saygıyı, saygı; sorumluluğu, sorumluluk da mutluluğu getirdi onlara. Bu basit formül sayesinde elli yıldır birlikteler. Artık yaşlandılar ve eskisi gibi değiller ama tutkularını kaybetmemekte direndikleri sürece fiziksel gençliğe ihtiyaçları da yok. Evet, belki de tekrar genç olup şöyle deniz kıyısında uzun uzun yürüyüşler yapmayı, gezmeyi, eğlenmeyi isterler sorsan. Ama bunların yokluğunu da umursadıkları söylenemez. Bu yaşlı çifti iyi kazı aklına. Ömrün boyunca silinmeyecek şekilde hem de. Bunu yaparsan o unutmamanı söylediğim o basit formülü uyguladığında sonucun sonsuz bir mutluluk olduğunu unutmaz, hiçbir zorluk karşısında pes etmezsin.


74 gölge haziran » hayal cafe

Ha bir de bu sohbetimizde öğrendiklerinin faydasını gördükten sonra Hayalci Marco Usta’yı da an... De ki dilerim Marco Usta hep benim gibi mutlu ol... Böylece ben de senin ve sayısız dostumun iyi dileklerinin tılsımıyla hep mutlu olurum... Eh bu günlük bu kadar sohbet yeter bize... Kapatayım yavaş yavaş, sonra gider Aksakal’ın meyhanesinde bir kadeh şarap içer biraz da yaşlı dostumla laflarım... Dur! Gitmeden önce söyle bakalım, dost muyuz? BÖLÜM 2: Oo! Hoş geldin genç dostum. Ben de tam başka bir dostumla ettiğim küçük bir sohbetten sonra, çay hazırlamaya gidiyordum. Sen geç şöyle otur soluklan biraz. Ben de çayları demleyip geliyorum. Sıcak sıcak içer muhabbetimize devam ederiz. Çaylar hazır! Al bakalım için ısınsın. Bu gün çok güzel bir konuya çekeceğim sohbetimizi. Tabii kişiye göre değişir bu. Belki sana göre pek de güzel bulunacak bir konu değildir. Ama benim için güzel bir konu ve ben sana bugün bunu anlatmak istiyorum. Öncelikle bana şu sorunun cevabını ver; bir insanı diğer canlılardan ayıran temel faktör nedir? Bir diğer deyişle seni hayvanlardan üstün kılan nedir? Zekân? Aklın? Mantığın? Kendi türünle ortak çalışman? Kesinlikle bunlardan biri olamaz... Bunlar hepsi bir arada olmasa da farklı farklı birçok canlıda bulunan özellikler ve bunlar seni hayvanlardan farklı kılmaz. Kısacası daha büyük bir beynin olması vahşi yaşamda sana daha güçlü bir konum sunabilir ama seni bir orangutandan ayırmaz.


hayal cafe « gölge haziran 75

Peki, nedir o zaman? Kasların? Reflekslerin? İçgüdülerin? Duyularının daha gelişmiş olması? Dızzzzzzt! Yanlış! Bunlar da seni bir hayvandan farklı kılmıyor. Hatta vahşi doğada bile bir işine yaramazlar çünkü hayvanların çoğu bu tip fiziksel özellikleri bizden kat be kat üstün kullanıyorlar. Bu durumda bizi hayvanlardan ayıran ne? Söyleyeyim, bizi hayvanlardan ayıran şey basitçe insan olarak taşıdığımız değer(ler)dir. Bir hayvan bizden daha hızlı olabilir, daha güçlü olabilir, ekip olarak çalışırken bizden daha verimli olabilir, hatta daha zeki de olabilir ki burada yunus balıkları örnek verilebilir. Ancak asla bizim insan olarak taşıdığımız değerleri taşıyamaz. Bu değerleri üretemez. Bizim insan olarak taşıdığımız bir değerimiz/değerlerimiz var. Peki, hayvanların değerleri yok mu? Bence yok, neden dersen onu da anlatayım. Hiçbir hayvan ahlak kurallarına uymaz çünkü ahlaki değer taşımaz, hiçbir hayvan onurlu yaşamaya çalışmaz çünkü etik değerlere sahip değildir. Hayvanlar atalarına saygı duymazlar çünkü gelenek anlayışları yoktur. Onlar evlenmezler, sadece ürerler çünkü aile ve sadakat değerleri yoktur. İşte dostum seni, beni, o yaşlı çifti, gelip giden müşterileri, bu şehirde yaşayanları ve kendine insan diyen herkesi diğer canlılardan ayıran budur. Değer yargılarımız olmasaydı biz de diğer ilkel canlılardan farklı olmayacaktık. Sanırım anladın... Şimdi benim bunları anlatmaktaki amacım şunu fark etmeni sağlamaktı; değer yargılarımızı köreltirsek, insan olarak taşıdığımız değeri koruyamayız. Bu durumda da hayvandan farkımız kalmaz. Bütün insanlar için geçerlidir bu. Bak mesela bir toplumda hayat kadınları, sokaklarda sürtmekten başka şey yapmayan serseriler, cahiller, zorbalar, katiller, tecavüzcüler, uyuşturucu tacirleri gibi kişiler o toplumun bireyleri değildir. O toplumda diğer insanlarla bir arada yaşamalarına rağmen o toplumun birer bireyi olamazlar. Çünkü bu ve buna benzer sebeplerle toplumdan dışlanmış kişiler ya kendi değer yargılarını yozlaştırmakta ya da yaptıkları şeyler toplumun değer yargılarını asimile etmektedir. Kısacası eğer yaşadığın toplumda saygın bir yer ve mutlu bir yaşam istiyorsan yozlaşma ve asimilasyona asla kendini bırakmayacaksın. İnsan olarak taşıdığın değere, değer yargılarına, yaşadığın toplumu oluşturan diğer insanların ortak değerlerine önem vereceksin. Neyse bu günlük burada bırakalım olur mu? Yine geç oldu ve burayı kapatıp dostum Aksakal’a uğrama vaktim geldi. Bir gün belki seni de tanıştırırım onunla. Ben nasıl senin hayali bir dostunsam o yaşlı meyhaneci de benim için öyle bir dosttur. Bu yüzden belki Aksakal’ı kendin de bulabilirsin belli olmaz. Umarım küçük sohbetimizin sana faydası dokunur. Umarım yaşlı Hayalci Marco Usta’yı ihmal etmez, yine uğrarsın buraya... Yazan: Bilge YAMAN


76 gölge haziran » uçan süpürge

UÇAN SÜPÜRGE 2009 GÜNCESİ Bu yıl 12.si düzenlenen Uçan Süpürge Kadın Filmleri Festivali’ni 10. kez takip ediyorum. 2000 yılında askerlik, 2002 yılında ise daha festivalin 2. gününde filmden filme koştururken geçirdiğim kaza nedeniyle takip edememiştim (bu festivalin her adı geçtiğinde bu kazadan bahsederim, çünkü o yıl kaçırdığım filmler hâlâ içime oturmuştur). Bu yıl 7 – 14 Mayıs tarihleri arasında gerçekleştirilen festival yine ağırlıklı olarak kadın yönetmenlerin filmlerini ve birkaç erkek yönetmenin kadın hikâyelerini anlattığı filmleri başkent seyircisi ile buluşturdu. 12 yılda kendisine sabit bir sinema salonu bulamayan festival, bu yıl da geçtiğimiz yıl olduğu gibi ağırlıklı olarak Kızılırmak Sineması’nda konuşlanmış durumdaydı. Bunun dışında Alman Kültür Merkezi ile Ankara, Bilkent ve Orta Doğu Teknik Üniversiteleri’nde de gösterimler yapıldı. Ayrıca Alman Kültür Merkezi’nde bu yıl hiçbirine katılma fırsatı bulamadığım çeşitli söyleşiler de düzenlendi.

Firaaq

7 Mayıs tarihinde festivalin açılış töreni olduğunu belirterek 8 Mayıs’tan itibaren bu yılın güncesine başlayalım. 8 Mayıs 2009 Cuma: 19:00 – Festivalin ilk günü hem işten izin alamadığım hem de o gün için gitmeyi düşünebileceğim Sürgün Şangay (Exile Shanghai) filminin 275 dakikalık süresini göze alamadığım için iş çıkışı gittiğim Firaaq filmi günün tek filmi oluyordu. Hindistan’da 2002’deki Müslüman-Hindu çatışmasının sonrasını anlatan film daha en başındaki kamyonlardan boşaltılan cesetler gibi etkileyici pek çok sahneye sahipti ve konusu itibariyle de dikkat çekiyordu ama toplamda çok başarılı bir film etkisi yaratmadı bende. Yine de festival boyunca konuştuğum pek çok festival takipçisinin en iyi filmleri arasında yer aldığını da belirtmeden geçmemek gerek. Aslında geceyi daha önce de izlediğim Bağdat Kafe (Bagdad Cafe) filmi ile bitirmek ihti-


uçan süpürge « gölge haziran 77

mal dâhilinde idi ama bütün gün çalıştıktan sonra arka arkaya iki film izlemenin bünyeye fazla geleceği düşüncesi ile enerjimi bir sonraki güne saklamak üzere günü bitiriyordum. 9 Mayıs 2009 Cumartesi: 12:00 – Cumartesi sabahı bu yıl toplu gösterisi düzenlenen Ulrike Ottinger’in filmlerini izlemek için Alman Kültür’ün yolunu tutuyordum. Filmden önce yönetmen de aramızdaydı ve filme dair birkaç bilgi verdi. Bu arada yine Alman Kültür’de sergilenen fotoğraflarından da bahsederek sinemaya fotoğrafçılıktan gelerek başladığını, bu nedenle görüntüye büyük önem verdiğini ve senaryolarında klasik senaryo unsurlarının yanında çok büyük defterlere çizilmiş sahne eskizlerinin de beraberce yer aldığını söyledi.

15:00 – Bu seansta Kızılırmak Sineması’nda, festivalin konuklarından Antonia San Juan’ın bir kısa, bir uzun filmi vardı. Ancak hesaplarıma göre bir önceki seanstan ucu ucuna yetişebilecekken filmden önce yönetmenin konuşması ve filmin süresinden dolayı 2 kez de ara verilmesi nedeniyle zamanında yetişmem mümkün olmadı. Neyse ki bu festivalde diğer bazı festivallerde olduğu gibi geç kalanları almama uygulaması yok da yarım saat kadar geç kalmama rağmen filme girebildim ama bu arada China (La China) isimli film çoktan bitmiş, Sen Seç (Tú Eliges) ise başlamıştı bile. İspanya’da bir grup insanın başından

Tú Eliges

Hemen arkasından ise 165 dakikalık Moğolistan’ın Jan Dark’ı (Johanna D’Arc of Mongolia) filmini izlemeye başladık. 7 batılı, modern kadının Moğolistan’ın ortasında bir grup Moğol kadın savaşçı tarafından alıkonmasını anlatan filmin ilk yarısı tamamen trenin içinde geçiyor ve stüdyoda çekilmiş, ikinci yarısı ise Moğolistan’ın uçsuz bucaksız bozkırlarında çekilmiş. Doğrusu yönetmen çok başarılı planlar kurmuş. 1989 yapımı filmin kopyası da son derece temiz ve yepyeni duruyordu. Özellikle iki kültürün karşı karşıya geldiği bölümler yani filmin ikinci yarısı çok daha başarılıydı. Ama süresi gerçekten uzundu ve bu uzun süreyi Alman Kültür’ün rahatsız sandalyelerinde geçirmek bir süre sonra insanın kaba etlerinde olumsuz bir etkiye yol açıyordu.

Johanna D’Arc of Mongolia

Bu konuşmadan sonra, önce yönetmenin ilk filmi olan belgesel niteliğindeki 1973 tarihli Berlin Ateşi (Berlinfieber) filmini izledik. Doğrusu katalogdaki tanıtımını okumadan ne anlatıldığını çok da anlayamadığım bir film olarak bir kenara bırakmayı tercih ediyorum.


78 gölge haziran » uçan süpürge

geçenlerin anlatıldığı bu filmi çok beğenmedim doğrusu ama hem geç kalmam hem de zaten nefes nefese kalmış bir şekilde izlemeye başladığım için dikkatimi toplamakta epey zorlanmam nedeniyle bir yorum yapmamın yanlış olacağını düşünerek geçiyorum.

17:00 – !f festivalinde elimde bilet olduğu halde giremediğim Sita Blues Söylüyor (Sita Sings the Blues) filmini nihayet izleme fırsatı buldum. Doğrusu daha önceden okuduklarımdan, belki de fena halde izlemek isteyip izleyemediğimden dolayı beklentim yüksekti, o beklenti tam anlamıyla karşılanmadı ama yine de gayet başarılı bir animasyondu. Yönetmenin muhtemelen kendi yaşam öyküsünden yola çıkarak anlattığı 2000’li yıllardaki kadın-erkek ilişkisi ile M.Ö. tarihlerinde geçen kadın-erkek ilişkileri arasında kurulan paralellik ve pek de bir şeyin değişmediğinin gösterilmesi hoştu. Ayrıca gayet sevimli karakterler ve eski Blues şarkıları ile dolu soundtrack sayesinde film keyifle izleniyordu. Her şeyini sevdiği adama adamış kadın karakter yorumu hele günümüz için biraz abartılı idi ama zaten filmin geldiği nokta da bu durumu onaylayan bir nokta değildi. 19:00 – Hızla ve apar topar yemek yedikten sonra bir sonraki film İyi Mal (Good Dick) isimli bir Amerikan bağımsızı idi. İlk iki günün en iyisi olmasının dışında festival bitince de benim için yarışmanın da iyi filmlerinden biri olarak kaldı. Filmde bir video dükkânında çalışan bir adamla düzenli olarak bu dükkândan erotik filmler alan bir kadın arasındaki tuhaf aşk hikâyesi anlatılıyor. İlişkinin dinamikleri çok kendine özgü ve sıra dışı ama bir yandan da karakterlere çok uygun, bu yüzden tuhaf gelmiyor. Mesela beraber erotik film izlerlerken kızın koyduğu kural, adamın, nasıl diyelim, vücudunda beklenmedik (ya da beklenen) değişimlerin olmaması oluyor ya da beraber aynı yatakta yatabilmeleri için kızın şartı adamın penisinin filmdeki adamdan büyük olması oluyor. Bu tip yönlerine rağmen yanlış da anlaşılmasın, filmin erotik herhangi bir yanı da yok. Gayet başarılı bir romantik film aslında.

Good Dick

Sita Sings the Blues

Film sonrasında Antonia San Juan ile bir söyleşi vardı. Kısa sürede pek bir şey konuşulamadı ama bir şekilde konu İspanya’daki tiyatro ortamına geldi ve öğrendik ki dünyanın hiçbir yerinde durumlar farklı değil. Orada da yerel yönetimler kendilerine ait tiyatrolarda kendi görüşlerini yansıtan oyunlar oynatırken muhalif özel tiyatroların yoluna taş koyuyorlar.


uçan süpürge « gölge haziran 79

10 Mayıs 2009 Pazar: 12:00 – Bir gün önce Alman Kültür’de 3 saat oturmak yeterince yormamış olacak ki bu kez yine Ottinger’in Dorian Gray’in Magazin Basınındaki Portresi (Dorian Gray im Spiegel der Boulevardpresse) filmini izlemek üzere tekrar oraya doğru yollandım. Ama bu kez karşımda Ottinger’in festivalde izlediğim en iyi filmi vardı kanımca. Filmin çekildiği 1984 yılında medya şimdiki kadar kötü bir durumda değildi belki ama anlatılanlar bugünleri çok güzel tarif etmiş. Ortada tek bir yere bağlı olan bir medya var ve artık önceden ünlü olmuş insanların yaptıklarını anlatmakla yetinmeyip tamamen kendileri bir figür yaratıp hatta yaşadıklarına da kendileri yön verip o sayede gazete ve dergileri sattırmak peşindeler. Filmde ölmek üzere olduğunu gördüğümüz gazeteciliğin 3 erdemi aradan geçen zamanla tamamen öldü herhalde. 150 dakikalık süresine rağmen keyifle izlenen bir filmdi ama filmde kullanılan çok sayıda simge rahatsız etti biraz beni. Yine de Ottinger’in aynı gün izlediğim diğer filmini görünce bu filmdeki simgeler çok da fazla değildi aslında. 14:30 – Yine dünkü gibi ilk filmde ara verilince Kızılırmak Sineması’ndaki bu seanstaki filme gecikmek durumunda kalıyordum. Ama bu kez beğendiğim bir film çıktı karşıma. Clara (Geliebte Clara) adlı bu film, Robert Schumann, karısı Clara Schumann ve Johannes Brahms arasındaki ilişkiye odaklanan iyi bir biyografi filmi. Özellikle bestecilerin hayatlarını anlatan benzer filmlerden hoşlanan klasik müzik tutkunları mutlaka seveceklerdir. Yine de yeni bir tarafı olmadığını da söylemek ve Clara’yı oynayan Martina Gedeck’in son derece başarılı olduğunu da eklemek lazım. Filmin sonunda daha yazılar sırasında, üstelik görüntüler de hâlâ akmaya devam ederken ışıklar açıldı diye tartışma çıktı ve hatta epeyce büyüdü ve festivalin ilk sıkıntısı da yaşanmış oldu. İtiraz edenler gayet haklıydı elbette ama yazılar devam ederken bu itirazı, hem de gürültü ile devam ettirmek yazıları izlemeye devam etmek isteyen benim gibi seyircilere de bir saygısızlık idi aslında.

Clara (Geliebte Clara)

Dorian Gray

Festivalin Cumartesi günkü programı benim için bu filmle bitiyordu, çünkü Iron Maiden’ın bir turnesini anlatan Flight 666 filminin tek gösterimi de aynı gündü ve ona göre programını ayarlamıştım. Bu nedenle günü Kadın Filmleri Festivali’nde bir alternatif olarak Iron Maiden’le bitirecektim.


Les plages d’Agnès

Freak Orlando

Finnischer Tango

80 gölge haziran » uçan süpürge

17:00 – Günün bir sonraki filmi, yarışma filmleri arasında da yer alan ve Almanya’dan gelen Fin Tangosu (Finnischer Tango) adlı filmdi. Türk asıllı olduğu anlaşılan Buket Alakuş’un yönettiği bu film başından geçen olaylar sonucunda gidecek bir yeri ve işi olmayan bir yandan da peşindeki adamlardan saklanması gereken bir gencin epilepsi hastası numarası yapıp özürlülerin yer aldığı bir tiyatroda iş bulması ve yine özürlü bir grup arasında yaşamaya başlamasını anlatıyordu. Çok önemli bir özelliği olmasa da zaman zaman hüzünlü, zaman zaman komik yapısı ile keyifle izlenen hoş bir filmdi. 18:30 – Bir önceki filmin hemen arkasından girdiğim film ise yine bir Ulkire Ottinger filmi idi. Ucube Orlando (Freak Orlando) adlı bu film diğer Ottinger filmlerinden kısa olsa da yine de 126 dakika idi. Bu kez Ottinger kullandığı simgeleri iyice arttırmış ve adeta hikâyesiz bir film yapmıştı. Din ve politika üzerine yaptığı bin bir göndermeyi ve simgeyi yakalamak gerçekten de yorucu idi. Ama film asıl başka bir yönü ile aklımda kaldı. Sinema çalışanları ile yaşadığımız sinir harbi nedeniyle. Filmin odak ayarı bir türlü yapılamadı, perdenin yarısı bulanık gözüküyordu, öyle ki bir ara neredeyse hiç izlenemez hale geldi. Ben kişisel olarak iki defa uyardım, hatta ilkinde yapacak bir şeyimiz yok filmden kaynaklanan bir şey cevabını aldım. Benim dışımda da aynı konuda uyaranlar, düzelmeyince çıkıp gidenler oldu (bir kısmı da filmi beğenmediği için çıktı ama). Kopya çok eski falan gibi cevaplar aldık ama sorun tam olarak düzeldikten sonra gayet temiz bir film izledik. Filmin kopyasından ziyade film makinesinden ya da makinistin olayı çözemediğinden kaynaklandığını düşünüyorum doğrusu. 21:00 – Bir önceki sinir harbinden sonra şöyle sessiz sakin bir filme ihtiyaç vardı. Öyle de oldu. 1928 doğumlu Agnès Varda almış kamerasını, kendi hayatı üzerine bir belgesel çekmiş. Hayatının geçtiği yerler dışında, filmlerini çektiği mekânlara da tekrar gitmiş ve Agnes’in Plajları’nı (Les plages d’Agnès) anlatmış bizlere. Varda’nın filmografisini de az buçuk takip edenler için güzel bir belgeseldi. Varda’nın eski filmlerinde pek çok ünlü oyuncunun gençlik halini görmek de cabası. Philippe Noiret, Gérard Depardieu falan beklenen isimlerdi ama Varda’nın Amerika’da hippilerle takıldığı yıllarda Harrison Ford’un bile ilk deneme çekimlerini yaptığını görmüş olduk.


14:00 – Atıf Yılmaz’ın Ölü Bir Deniz filmi ile 80’lerin Türk filmleri devam ediyordu. İstanbul’da gayet rutin ve sıkıcı bir yaşam süren modern bir kadının bir haftalık tatilinde yaşadığı kısa ama tutkulu ve önemli ölçüde cinselliğe dayalı aşkı anlatıyor film. Aslında bu kadının kocasını ilk aldatışı değildi, İstanbul’da beraber olduğu bir erkek olduğunu da görüyoruz ve kocası da onu aldatıyor. Ama tıpkı evliliği, ailesi ya da işi gibi bu ilişki de çok rutin ve sıkıcı. Çekildiği dönem ve özellikle Türkan Şoray için cesur bir film. Cesur ama Fransızların yıllar önce yaptığı bu tip filmleri biz 1989’da yapmaya başlamışız. Hem mesela adamın kadını teşhircilikle suçladığı bir sahne var ki kadının yaptığının teşhircilikle hiç alakası yok aslında. O sahne bir Fransız filminde olsa kadın en azından üstsüz hatta tamamen çıplak olurdu büyük ihtimalle.

Transe

Her iki filmi de ne yazık ki çok kötü kopyalardan izledik ve bu da filmlerden alınacak keyfi önemli ölçüde zedeledi. Bunda festivalin bir kabahati yok tabii, keşke eski filmlerimizi restore edecek bir yapı olsa bizde de. 17:00 – Bugünkü programımda nasıl olduysa arada bir saat kadar boşluk vardı. O boşlukta karnımı doyurduktan sonra Kızılırmak Sineması’nda bir Portekiz filmi olan Trans’ı (Transe) izlemeye yollandım. Bir genç kızın seks ticareti çarkına girip oradan oraya savrulmasını anlatan bir filmdi Trans. Doğrusu gayet başarılı tasarlanmış sahneler, sağlam planlar ve başarılı bir görüntü yönetimi vardı ama toplamda bir bütünlük sağlanamamış ve bölük pörçük kalmış hissi verdi. Ama jüri benimle aynı görüşü paylaşmamış olmalı ki festival sonunda büyük ödül bu filme gidecekti.

Ölü Bir Deniz

11 Mayıs 2009 Pazartesi: 12:00 – Hafta içi izin alınca tüm günümü festivale ayırma fırsatım oldu. Pazartesi sabahını da festivalin 80’ler bölümündeki Türk filmlerine ayırdım. Sabahki ilk gösterim Alman Kültür’de Sinan Çetin’in ilk filmlerinden biri olan 14 Numara idi. Çetin’in sosyal gerçekçi diyebileceğimiz döneminde çektiği bu film, dönemin genelevlerinden başarılı bir kesit yansıtıyordu. Hakan Balamir dengesiz bir kişilik olan Arap rolünde gayet başarılı bir performans çiziyordu, bir tek baş ağrısı sahneleri biraz abartılı idi. Hatta başkarakter olarak Serpil Çakmaklı dahi kendinden beklenmeyecek kadar iyiydi. Film bir yandan gayet gerçekçi idi ama bir yandan da Çakmaklı’nın karakterinin film boyunca yaşadıklarından hiç ders almayıp sürekli aynı saf genç kız modunda olması bu gerçekçiliği fena halde zedeliyordu.

14 Numara

uçan süpürge « gölge haziran 81


Vatandaşlık Halleri

Sedmikrásky

Het Zusje van Katia

82 gölge haziran » uçan süpürge

19:00 – Trans’ın 2 saatten uzun süresi nedeni ile hiç ara vermeden bu filme giriyorduk. Bu kez Hollanda’dan gelen Katia’nın Kızkardeşi (Het Zusje van Katia) adlı bir film vardı karşımızda. Bu film Hollanda’ya Rusya’dan gelmiş tümüyle bayan üyelerden oluşan bir aileyi anlatıyordu. Anne fahişelik yapıyor, büyük kardeş bir striptiz barında çalışıyor. Küçük kardeş ise daha çok küçük ve masum. Anneanne ise kendi âleminde. Hepsi de kendine göre yaptıklarında haklı aslında. Genelde tüm film küçük kardeşin gözünden anlatılıyor ve gayet de başarılı bir film ama sinema olarak bir yenilik sunmuyor ve izlendikten sonra çok da iz bırakmıyordu. 21:00 – Günün son seansında önce Büyük Planlar (Grosse Pläne) isimli kısa ve sevimli bir animasyon izledik. Sonra da festivalin “En İyisi” bölümde yer alan bir Vera Chytilová filmi olan Papatyalar’ı (Sedmikrásky). Genellikle festivallerde önceden izlediğim filmlere gitmiyorum ama bu film hafızamda canlı da olmasına rağmen tekrar izlemek istediğim bir filmdi. Ama ne anlattığını bu küçük alana sığdırmak son derece zor. Filmden önce bunu soran bir kişiye verebildiğim tek cevap “iki kız arkadaşın çılgınlıkları” oldu. Adeta film dilini yenileyen bu yapımı izlemek lazım. Çünkü bu tip filmler anlatılmaz izlenir diyelim. Ama yine de bulma fırsatı olanlara Mayıs ayının Altyazı dergisinde bu filmle ilgili yazıyı da tavsiye edelim. 12 Mayıs 2009 Salı: 11:00 – Salı gününden itibaren tüm festival programını Kızılırmak Sineması’na taşıdım ve güne belgesellerle başladım. Seansın ilk filmi Türkiye’deki azınlık vakıflarının yıllar içinde edindikleri mülklerin ellerinden alınmasını anlatan, bunun yanında 6 – 7 Eylül olayları ve Hrant Dink’in öldürülmesi gibi konulara da hafiften değinen bir belgesel olan Vatandaşlık Halleri idi. Doğrusu temel olarak anlattıklarına katıldığım bir belgeseldi, çoğunlukla filmlerle ilgili bu film bizi kötü gösterdi gibi takıntılarım da yoktur ama bu filmi dışarıdan izleyen birinin Türkiye’de azınlıkların fena halde dışlandığı ve ezildiği şeklinde bir fikir edinebileceğini sanıyorum. Durum o kadar da kötü değil benim gördüğüm kadarıyla ya da ben yaşadığım ortam itibariyle olaya fazla iyimser bakıyorum.


Aynı seanstaki ikinci film ise Ankara Film Festivali’nde de izlediğim Şairin Ölümü adlı belgeseldi. Belgesel, Laz şair Hasan Helimişi’nin hayat hikâyesini kısaca anlatıyordu ama 18 dakikalık süresi yetersiz kalıyordu doğrusu.

Şairin Ölümü

uçan süpürge « gölge haziran 83

15:00 – Bu seansta izlediğim, daha doğrusu tam anlamıyla izleyemediğim Olduğumuz Gibi (The Way We Are) filmi ile ilgili çok yorum yapmak istemiyorum. Çünkü ya ben çok yorgundum ya film çok kötüydü bilinmez ama ben açıkça uykuya teslim oldum bu filmde. Festival takipçilerinden

The Way We Are

13:00 – Bir önceki seansa fazladan bir film sıkıştırılınca biraz gecikmeli olarak başlayan Amina festivaldeki belgesellerin en çarpıcı olanlarından biriydi. Belgesel, Yemen’de 11 yaşında evlendirilen Amina ile tanıştırıyor bizi. Amina, 15 yaşında kocasını öldürmekten hüküm giyiyor ve idama mahkûm oluyor, iki kez hapisten kaçıyor, ikinci kaçışında tekrar hamile kalıyor (daha önceden iki çocuğu var zaten). Yakalandığında cezasının infaz edilmesi için çocuğunun 2 yaşına gelmesi bekleniyor. Tam bu sırada bu film çekilmeye başlıyor ve yönetmenin kendi çabalarıyla önce kocası öldürüldüğü tarihte Amina’nın reşit olmadığı kanıtlandığı için idam cezası kaldırılıyor, sonra kocasının ailesine kan parası verilerek hapisten çıkarılıyor. İdam cezasının kalkması ve hapisten çıkış film çekildikten sonra oluyor ama sonradan filme yapılan eklerle bunları da görüyoruz. Yönetmen de söyleşi için Ankara’daydı. Belli ki Amina’nın hikâyesi onu da çok etkilemiş (zaten o da 11 yaşında evlendirilmiş bir kadın). Hapisten çıktıktan sonra da tehditler devam ettiği için yine kendi çabaları ile Amina’yı başka bir Afrika ülkesine kaçırmış ve maddi olarak da o destekliyormuş. Çarpıcı bir yaşam hikâyesi gerçekten ve ne yazık ki benzerleri hâlâ pek çok yerde yaşanıyor.

Amina

Normalde bu seanstaki program bu iki filmden oluşurken Şiddet Artık Bu Evde Oturmuyor isimli belgesel de bu seansa dâhil edildi. Çünkü bu filmle ilgili konuklar gelmiş o gün. Gerçekten de film sırasında tam arkamda oturan ablaların “ah, bu benim kızım”, “ah canım, ne severim bu kızı” şeklindeki nidaları ile filmi izlemek farklı(!) bir deneyim oldu. Filme gelince, bir belgeselden ziyade filmle aynı adlı kampanyanın tanıtım filmi tarzında bir yapımdı. Sinema olarak pek değeri yok ama şiddete uğrayan kadınların neler yapması gerektiğini anlattığı için bu konuda faydalı olabilir.


84 gölge haziran » uçan süpürge

18:30 – Yine uzunca bir ara verdikten sonra günün sonraki filmi benim için festivalin de en iyi filmiydi. Doris Dörrie yeni filmi Kiraz Çiçekleri’nde (Cherry Blossoms) resmen döktürmüş. Keşke yarışma filmlerinden biri olsaydı da kimsenin tartışmasına gerek kalmadan hakkıyla ödülünü alıp gitseydi. Her ne kadar festival kataloğunda filmi izlemeden önce bilmenin pek hoş olmayacağı detaylar anlatılmış olsa da ben burada filmin yaşlı bir Alman çifti anlattığını söylemekle yetinip, filmin en başında doktorların birinin hayatının sona ermek üzere olduğu teşhisini koyduklarını, bunun üzerine onların da çocuklarını ziyaret etmek, yıllar önce gittikleri kumsala tekrar gitmek gibi şeyler yapmaya başladıklarını, ama Japonya’da olan çocuklarını görmeye beraberce gidecek kadar vakitleri olmadığı detaylarını vermekle yetineyim. Gerek sinema dili, gerek seyircide uyandırdığı duygular ile son derece başarılı bir film. Keşke gösterime de girse de bir kez daha izleyebilsek. Bu arada bu film çok dolu olduğu için programda 3. salonda gösterileceği ilan edilmesine rağmen son anda 1. salona alındı ve bilet numaraları falan bir işe yaramadı. İsteyen istediği yere oturdu. Doğrusu kişisel olarak ben yine her zaman oturduğum yere yakın bir yerde oturdum, filmi de programdakinden daha iyi bir salonda izledik. Sonuçta benim için daha iyi oldu ama 1. salonda oynatılacağı söylenen film de 3. salona alındı ve eğer o grupta olsaydım rahatsız olacağımdan eminim. Ki sonradan öğrendiğimize göre haklı olarak bu durumdan şikâyetçi olanlar da çıkmış. 21:00 – Günün son filmi yine önceden izlediğim bir filmdi, Agnès Varda’nın 5’den 7’ye Cleo’su (Cléo de 5 à 7). Bu film de tıpkı bir önceki gün izlediğim Papatyalar gibi yine “En İyisi” bölümünde yer alıyordu. Ama bu kez daha önce izlediğim zamanki keyfi vermedi nedense. Tahlil sonuçlarını beklerken Paris’in sokaklarında dolaşan bir kadının gerçek zamanlı hikâyesi pek bir durağan geldi bu defa. Ama klasiktir elbette, en az bir kere izlenmelidir. 13 Mayıs 2009 Çarşamba: 11:00 – Gün yine bir belgesel ile başlıyordu. Bir dönemin sayılı sinema yazarları arasında yer alan Giovanni Scognamillo’nun hayatı üzerine bir belgesel olan Bir Sinema Aşığı,

Cléo de 5 à 7

Cherry Blossoms

edindiğim genel izlenim de filmin çok sevilmediği yönünde ama yine de burada bir yargıda bulunmam yanlış olur.


Aynı seansa festivalin “Kısaca Dünya” bölümünde yer alan 5 kısa filmle devam ettik. Aslında bu kısa filmler 11:00 ve 13:00 seansını da birleştirmiş oldu bir anlamda. Burada tüm kısa filmlerden bahsetmek zor ama en dikkat çekici olanlarının televizyonun içinde yaşayan bir adamın cansız bir mankene âşık olmasını anlatan Pencere (The Window) ve bir savaş belgeseli havası veren Kuleşov Etkisi (Cousas de Kulechov) olduğunu belirtmeli. Bu filmde hangi savaşın anlatıldığını anlayamadım bir türlü, zaten asıl çarpıcı olan da buymuş. Film gerçek bir savaşı anlatmıyor, tamamen bambaşka olaylardan bir takım görüntüler alınmış ve öyle bir kurgulanmış ki seyirci bir savaş belgeseli izlediğini zannediyor. Filmin sonunda görüntülerin alındığı olayları görüyoruz tek tek. Mesela bizim ceset olarak gördüğümüz bedenler bir şarap festivali sonrası sızmış insanlarmış vs. vs. Hem sinemanın neler yapabileceğine, hem gerçeğin nasıl kurgulanıp nasıl çarpıtılabileceğine hem de savaş denen şeyin aslında zaten büyük bir kurgu olduğuna dair son derece başarılı bir kısa filmdi. Aynı seansta bir sonraki film ise yine bir belgeseldi: Ölüm Elbisesi. Kumalık üzerine olan bu belgesel bilmediğimiz şeyler anlatmıyordu belki ama özellikle birden fazla eşleri olan adamlarla yapılan röportajlar çarpıcı idi. Bunlar iki karıları olduğunu o kadar rahat söylüyorlardı ki adeta Türkiye’de medeni hukuk gibi bir şey yok sanırsınız. Adil davrandıkları sürece 2, 3, 4 karılarının olmasında bir sorun olmadığını, biri ölürse diğe-

Ölüm Elbisesi

Cousas de Kulechov

onunla ve dostlarıyla yapılan söyleşilerden ve üstadın sevdiği filmlerden kısa kısa görüntülerden oluşuyordu. Belgeselde Scognamillo’nun ilgi alanı dolayısıyla elbette özellikle bilimkurgu ve korku filmlerinden bahsediliyor. Scognamillo, eski kuşak bir sinema yazarı olarak yeni nesil sinema yazarlarına ve yönetmenlere zaman zaman haklı eleştirilerini yapmaktan da çekinmiyordu. Mesela zamanında biz çok yakın olduğumuz yönetmenlerin filmlerini bile çok ağır eleştirirdik, kimse de olayı kişisel algılamazdı diyor. Ya da günümüz sinema yazarlarının bir kısmının filmlerin basın bültenlerindeki bilgileri alıp üç-beş cümle ekleyip altına imza attıklarından bahsediyordu. Bir de özel efekt olayı girdi korku filmlerinde mertlik bozuldu diyerek mesela Testere serisini izleyen seyircileri sado-mazo olarak niteledi ki haksız da değildi doğrusu. Bu arada belgeselin en şaşırtıcı ve üzücü anları da Metin Demirhan’la yapılan söyleşilerdi. Zaten belgesel de 2007’de ölen Demirhan’a adanmış.

Bir Sinema Aşığı

uçan süpürge « gölge haziran 85


86 gölge haziran » uçan süpürge

rinin yedekte olduğunu da hiç çekinmeden söylediler. Hatta birinin o kadar doğal bir şekilde “ne yani biri ölürse açıkta mı kalayım ben” deyişi vardı ki adama hak vermemek mümkün değildi adeta.

Patrik 1,5

Bu filmi tam olarak bitiremeden diğer salona inmek zorunda kaldım, çünkü bilet aldığım diğer film başlamak üzereydi. 14:30 – Kızılırmak Sineması’nın 3. salonunda izlediğim yeni film Patrik, Yaş 1,5 (Patrik 1,5) idi. Bu film, mahalleye yeni taşınan yeni evli bir çiftin evlat edinmek üzere bir çocuk araması üzerine kurulu. Sonunda başvurdukları kurumdan 1,5 yaşında Patrik adında bir çocuğun onlar için de uygunsa kendilerine verileceğine dair bir belge geliyor onlar da kabul ediyorlar. Ufak bir sorun var ama, belgedeki nokta işareti fazla olmuş. Patrik 15 yaşında. Bunun üzerine gelişen olayları izliyoruz filmde. Aslında benzerlerini çok fazla izlediğimiz ve nereye varacağını çok rahatlıkla tahmin edebileceğimiz bir hikâye. Getirilen yenilik, yeni evli çiftin homoseksüel olması. Keyifli bir film ama yine sinemadan kaynaklanan sorunlar akılda kaldı.

The Anarchist’s Wife

Önce film başladı ama ses geldiği halde görüntü gelemedi, bir süre sonra görüntü gelince tabii ki filmin başını izlemediğimiz için baştan başlatıldı. Bu kez de görüntünün yine büyük bir bölümü bulanıktı. Şöyle diyelim, filmin alttan dörtte birlik bölümü netken, geri kalan kısmı bulanıktı. Bir ara yine çıkıp uyarmayı düşündüm ama durum daha önce benzer durumu yaşadığımız Ucube Orlando filminde olduğu kadar vahim değildi ve çıksam anlayamayacaklarını ve zaten düzeltemeyeceklerini düşünerek vazgeçtim. Ama ne yazık ki aklımda artık Kızılırmak Sineması’nın en azından 1. salonu dışındaki salonların film izlemek için hiç uygun olmadığı fikri iyice oturmuştu. Pek çok Avrupa filmini izlememe vesile olan ve bir zamanlar Ankara’daki hemen hemen her festivalin mekânı olan sinema hakkında olumsuz şeyler yazmak beni üzüyor ama görünen o ki hem sinemanın ciddi bir yenilemeden geçmesi lazım hem de çalışanlarla oturulup konuşulması gerek. Özellikle festival seyircisinin kimi duyarlılıkları tekrar anlatılmalı onlara. 17:00 – Bir sonraki film neyse ki 1. salonda idi ve gösterimde herhangi bir sorun yaşanmadı. İspanya İç Savaşı’nda yaşananları bir ailenin hatta daha çok ailenin kızının bakış açısından anlatan Anarşist’in Karısı (The Anarchist’s Wife) başarılı bir dönem filmi idi. Klasik bir sinema anlayışı vardı ama ele aldığı konuyu başarı ile anlatıyordu. Bir tek, yaklaşık 10 yıla ya-


uçan süpürge « gölge haziran 87

21:00 – Günün son filmi ise festivalin en iyilerinden biri idi benim için. Yarışma filmlerinden de biri olan Öfke (La Rabia) eğer oy verme şansım olsaydı benim oyumu da alan film olurdu. Kırsalda yaşayan iki çocuk ve onların aileleri çevresinde gelişen olayları anlayan film, kimi anlarıyla gerçekten sarsıcı bir filmdi. Film boyunca çocukların şiddetin ve cinselliğin en saf ve ilkel haline yakinen tanık olduklarını ve yaşamları boyunca belki de bunu yaşamlarının doğal bir parçası olarak gördüklerine şahit oluyorduk. Kimi sahneler özellikle seyirciyi çarpsın diye çekilmiş gibiydi adeta ama filmdeki çocukların bunları gayet rahat izlediklerini düşününce onların durumlarına ortak olabilmemiz için bizim de bu sahneleri izlememiz gerekli idi belki de. Çok fazla bir şeyi açık etmemekte fayda var ama insan-doğa ilişkisi ve insanın en temel dürtüleri hakkında çok başarılı bir film ile günü bitirdiğimizi söylemekle yetineyim. 14 Mayıs 2009 Perşembe: 11:00 – Festivalin son gününü yine bir belgesel filmle açıyordum. Geçen yıl AKP’li bir belediye başkanının gösterimini engellemesi ve yönetmenleri de kovması ile gündeme gelen Son Kumsal’ı o günden beri merak ediyordum doğrusu. Belgesel, Karadeniz sahil yolu projesi ile Karadeniz kumsallarının yok olmasını anlatıyor ama çok doyurucu bir yapım olmamış bana kalırsa. Bölgede yaşayan insanlarla yapılan röportajlar ve bölgeden çeşitli görüntülerden oluşan belgesel belli ki konuya duyarlı insanlar tarafından hayata geçirilmiş. Ama bana üzerinde çok araştırma yapılmadan, sadece belgeselin çekildiği gün gidilip karşılaşılan insanlarla konuşulmuş, bir yıl sonra bir gün yine aynı şey yapılmış hissi verdi. Keşke bunun dışında alternatif projeler perdeye yansıtılsa, sahil yolu projesinin şu anki halini savunanlar ile de konuşulup onların söyledikleri somut şekilde belgesel içinde çürütülse idi.

Son Kumsal

La Rabia

19:00 – Bu seansta yer alan, görünürde bir kadının geçirdiği (ya da geçirmediği) bir araba kazası sonucunda hafızasını kaybetmesi sonucu yaşadıklarını anlatan ama yoruma açık bir film olan Başsız Kadın (La Mujer Sin Cabeza) bana uzaktan uzağa bir Lynch etkisi verdi nedense. Ama ilerledikçe etkisini yitiriyordu ne yazık ki ve festivalin vasat filmlerinden biri olarak kalıyordu benim için.

La Mujer Sin Cabeza

yılan bir dönemi anlatan bu filmde, başrolde yer alan María Valverde rolü için fazla genç geldi bana. Şöyle ki, başka kimi filmlerde duru güzelliği ile dikkatimi çeken Valverde 1987 doğumluyken, kızını oynayan Ivana Baquero ise 1994 doğumlu. Sadece 7 yaş var aralarında yani.


88 gölge haziran » uçan süpürge

Seansın ikinci filmi ise Gökkuşağının Ötesinde (Passing the Rainbow) adlı, Afganistanlı kadınların oluşturduğu değişik topluluklar ile gerçekleştirdikleri etkinlikleri anlatan bir belgeseldi. Tanınmaktan korktukları için kimilerinin yüzlerini bile göremedik ama istenirse en baskıcı toplumlarda bile insanların bir şekilde gerçekten istediklerini başarabileceklerini gösteren iyi bir belgeseldi ama sonrasına çok iz bırakmadı.

To See If I’m Smiling

13:00 – Hemen arkasından izlediğim belgesel ise festivalin en başarılı belgesellerinden biriydi. Gülümsüyorum, Bak (To See If I’m Smiling) isimli bu belgeselde, askerliğin kadınlar için de zorunlu olduğu İsrail’de Filistinlilerle iç içe olan bölgelerde görev yapmış, kimi çatışmalara dâhil olmuş, ölümlerle iç içe yaşamış altı kadın askerin tanıklıklarını dinliyoruz. Epeyce ödül almış bir belgesel ve gerçekten de bu ödülleri hak etmiş. Kimisi yaptıkları bazı davranışlardan çok pişman bugün, kimisi belki hâlâ doğal karşılıyor yaptıklarını ama hepsi de büyük bir açıklıkla yaşadıklarını anlat-

mışlar. Ama şu çok net bir şekilde görülüyor ki öyle bir ortamda yaşamak normal bir durum değil, bir şekilde gerçeklikle, kendi değer yargılarınla bağlantını koparmak zorunda kalabiliyorsun, başka türlü yaşaman mümkün değil. Böyle olunca sadece sana dik dik baktığı için birini çırılçıplak soyup taciz edebiliyorsun ya da bir arkadaşın öldüğü için olayla hiç ilgisi olmayan bazı insanları sadece Filistinli diye güneşin altında saatlerce bekletip şınav çektirebiliyor veya ölü bedenlerle hatıra fotoğrafları çektirebiliyorsun. Filmin adı da buradan geliyor aslında. Bugün o zamanlar yaptıklarından çok pişman olan askerlerden biri, acaba o fotoğraflarda gülümsedim mi diyor. Filmin çarpıcılığı dışında dikkat çekilmesi gereken bir nokta daha var. Film, bölgede İsrail ordusunun yaptığı pek çok insanlık dışı davranıştan açıklıkla bahsediyor ama festivalde gösterilmesi İsrail Büyükelçiliği’nin desteği ile yapıldı. Biz olsak böyle bir filmi baştan reddetmiştik muhtemelen.


uçan süpürge « gölge haziran 89

Gelelim filme. Aralarda yaşanan durumlar nedeniyle dikkatlerin dağılmasını bir kenara bırakırsak gerçekten başarılı bir filmdi Jamila. 1958 yapımı bu filmin sinema anlayışı günümüze göre epey eski kalmış, hatta belki de yapıldığı zamana göre bile eski sayılabilir ama önemli ve çarpıcı bir hikâye anlatıyor ve bu da sinema dilinin eskimişliğini bir kenara bırakmayı sağlıyordu. Film Jamila adlı direnişçinin gerçek hikâyesi üzerinden Cezayir’in bağımsızlık savaşını anlatıyor. Jamila kendi halinde bir öğrenciyken giderek bilinçlenerek Fransız işgaline karşı duruyor, çeşitli eylemlere katılıyor ve sonunda yakalanıyor. Yakalandıktan sonra çeşitli işkencelerle arkadaşlarını ele vermesi isteniyor, bir şekilde uğradığı bu işkenceler dünya basınına yansıyor ve tüm dünyada onun için kampanyalar düzenleniyor. Bunun üzerine de sonu başından belli bir mahkeme kuruluyor Jamila için. Bu sahnelerde yönetmen Yusuf Şahin büyük ihtimalle Jan Dark’ın Tutkusu’ndan esinlenmiş. Daha Cezayir bağımsızlığına kavuşmadan çekilmesi ile daha da önem kazanan film, yukarıda da belirttiğim gibi özellikle politik tavrı nedeni ile önemli. Filmin ilk gösterimine Ankara’ya konuk olarak gelmiş olan başrol oyuncusu Magda da gösterime katılmıştı. Onun filme dair bugün neler dediğini de duyma şansım olsaydı sevinirdim doğrusu. 16:30 – Yaklaşık bir saat gecikmeli olarak başlayan Herkes Ölür, Ben Hariç (Everybody Dies But Me) de festival içinde izlediğim filmler arasında üst sıralara koyacağım filmlerden biri oldu. 15 – 16 yaşlarındaki üç genç kızın arkadaşlıklarını, aileleri ile yaşadıklarını, bir an önce büyümek istemelerini anlatan başarılı bir filmdi. O ilk gençlik hallerini, genç kızlıkla kadınlık arasında kalma durumunu başarılı bir şekilde anlatıyordu film. Aynı zamanda çok da gerçekçi idi. Film boyunca sürekli olarak sallanan bir omuz kamerası kullanılması da bu etkiyi güçlendiren bir unsurdu. Bu arada yönetmenin de çok genç, henüz 24 yaşında olduğunu eklemek gerek. Anlattığı döneme çok uzak değil yani.

Jamila

14:30 – Festivalin son günü yine 3. salonda gösterilen Jamila filmimde bir takım sorunlarla karşılaştık. Ne yazık ki filmden önce bu sorunlardan bahsetmek durumundayım. Gösterim sırasında bir festival klasiği olarak bobinler karıştı ve fark edildikten sonra düzeltildi. Böyle olunca izlediğimiz kimi yerleri yeniden izlemek durumunda kaldık. Ama zaten film geç başlamıştı, bir de bunlar olunca 16:30’da bitmesi gereken film yaklaşık 17:30’da bitti ve tüm seanslar kaydı bu nedenle. İnsanlar 1 saat kadar dışarıda bekletildi. Ben sonraki seansta da aynı salonda aynı yerde idim. Bu yüzden salondan hiç çıkmadan 5 saat boyunca aynı yerde oturmuş oldum. Bu tip durumlar her festivalde olur, bu da festivalin nazar boncuğu olsun diyeceğim ama bu tip nazar boncukları bu yıl çokçaydı ne yazık ki. Üstelik ilk gösterimde de bobinlerin karıştığını öğrendik sonradan. İkinci gösterimde de aynı şeyin olması şanssızlık dışında bir şekilde açıklanmalı. Ayrıca filmin sonunda daha filmin bitmesine 5 dakika kadar kala kapının açılması ve çıkış ışığının yakılması da tepkilere neden oldu ve kapı tekrar kapatıldı.


La Historia Oficial

19:00 – Festivalin benim için son filmi yine politik açıdan önemli bir filmdi. Arjantin’de askeri darbenin 7 – 8 sene sonrasında geçen Resmi Tarih (La Historia Oficial) filmi, o günleri çok daha sorunsuz geçiren bir ailenin zamanla darbe nedeni ile ülke dışına çıkmış arkadaşlarının geri gelmesinin de tetiklemesi ile o günlerde yaşananları daha iyi anlaması, özellikle kadın kahramanımızın giderek bilinçlenmesini, o günlerde evlat edindiği kızının kökenlerini sorgulamaya başlamasını anlatıyor. Gayet başarılı bir film. Yaşı biraz büyük festival takipçilerinden öğrendiğim kadarıyla film zamanında bizde de gösterime girmiş, hatta bizde gösterime giren ilk Arjantin filmiymiş. Bizdeki darbenin üzerinden 7 – 8 yıl geçtikten sonra gösterime girmiş olması ayrı bir etki yaratmış olmalı. Festivalin son gününde seansların sürekli kayması ve filmlerin arasında hiç ara kalmaması nedeniyle aç susuz bir gün geçirerek festivale nokta koydum. Şöyle ki: Seansları denk gelince Resmi Tarih filminden hemen sonra başka bir sinemada gösterilen vizyon filmlerinden Nokta’ya giderek günü bitirdim. Yaşanan kimi sorunlara rağmen bu yıl da iyi bir Kadın Filmleri Festivali geçirdik aslında. İleriki yıllarda bu sorunların da aşıldığı daha iyi festivaller izlemek umuduyla. Yazan: Hasan Nadir DERİN http://www.sinemamanyaklari.com/

Everybody Dies But Me

90 gölge haziran » uçan süpürge



Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.