İÇİNDEKİLER
Wuthering Heights (1992)
76.
Sayı ile tekrar birlikteyiz. Gölge e-Dergi'ye ulaşmak için http://golgedergi.blogspot.com Genel Yayın Yönetmeni: Mehmet Kaan SEVİNÇ Editör: Ahmet YÜKSEL golgeedit@gmail.com Yayın Kurulu: Sadık YEMNİ, Hasan Nadir DERİN, Gülhan D SEVİNÇ, Melahat YILMAZ, Mehmet Berk YALTIRIK, Masis ÜŞENMEZ, Ali ÖZTÜRK Grafik Tasarım: Gülhan D SEVİNÇ Redaksiyon: Ceren ÇALICI Kapak: Mustafa YAŞAR Pinup: Ahmet ŞAHİN Gölge e-Dergi internetten yayın yapan özgür ve özgün içerikli tam bağımsız bir dergidir. http://twitter.com/GolgeDergi http://issuu.com/GolgeDergi http://golgedergi/deviantart.com
04-05 Çizgi Roman İnceleme-Kızılmaske 06-07 Öykü- Kuzgun 08-10 Çizgi Roman - Gölgelerin Gizemi 11-14 Öykü- Hiç 15-22 Röportaj- Barış Müstecaplıoğlu 23-28 Çizgi Roman - Kagan 29-30 Sinema İnceleme-Districh 31-33 Öykü- İllet 34-35 Yazar'ın Kaleminden- Cimri Palyaço 36-41 Öykü- Fotonella 42-45 Çizgi Roman - Peri 46-59 Öykü-Terk Edilmiş Şehir 50-56 Çizgi Roman İnceleme-Vertigo Çizgi Romanları 57-60 Öykü- Ahmet Bey 61-63 Çizgi Roman Sinema-Görünmez Duvar 64-69 Öykü- Gündoğumu 70-74 Çizgi Roman İnceleme- Başka Yerden Hikayeler 75-77 Öykü- Sıfır Açı 78-82 Çizgi Roman - Bulut 83-85 Öykü- Ver Elini - Mutsuz Bir Adam 86-94 Sinema- Gezici Festival ile 19 Sene 95 Öykü- Sır Saklamanın Kayıp Sanatı 96 Pinup
Merhaba Sevgili Okur, Kimim ben acaba? Hiç yazmadım Gölge'ye şimdiye kadar. Bir yazımı okumadın, henüz. Ama ben, sen her ay Gölge'ye kavuşamadan yayınlanacak yazıları okuma ayrıcalığına sahip bireylerden biriyim; Gölge'nin redaktörüyüm. Yazıların mümkün olduğunca az (Hiçbir zaman “sıfır hata” olmuyor maalesef.) yazım hatasıyla yayınlanması için kendimce Gölge'ye katkı sağlayan biriyim. Zaten buradaki herkes de bunu yapmıyor mu? Gölge, kendi hâlinde, sessiz sedasız yolunda ilerleyen bir dergi. Her ayın 1'inde okurlarına en iyiyi sunma çabasındaki bir dergi. Arkasında bolca emek var. Hem de karşılıksız... İşte bu yüzden daha da değerli, hem okurlarının hem de yazıp çizenlerinin gözünde. 1 Ocak'ta yine keyifli okuyacağınız bir sayıyla karşılaşacaksınız. 2014'ün ilk Gölge'sinin açılış yazısı benden oldu. Belli mi olur sevgili okur, belki sonraki sayılarda uzun uzun hasbihâl ederiz. O zamana kadar bu sayının tadını çıkar. Keyifli okumalar... Ceren ÇALICI
3
ÇizgiRoman
ÇizgiRoman
Kızılmaske Her sanat dalının altın çağlarından bahsedilir. Çizgi roman alanında ise dillendirilen ve bu şekilde onurlandırılan çağ 1930’lara tekabül eder. Sonraki yılların usta adını alacak çizerleri ve senaristleri gençliklerinde coşkuyla en güzel eserlerini ortaya çıkarmışlardır. Ve bu eserlerde pek çok karakter belleklere kazınmış olup birçoğu etkisini veya popülerliğini bugün bile korumaktadır. İki yıl evvel MANDRAKE ile illüzyonistlerin dünyasına giren senaryosuyla 1905 doğumlu LEE FALK büyük sükse yapmıştı. 17 Şubat 1936 tarihinde ise bir başka ressam (RAY MOORE) ile işbirliği yaparak orman ve şehirde geçen başka bir macera serisine başlamıştı: THE PHANTOM yani bizdeki bilinen adıyla KIZIL MASKE. Söz konusu çizgi roman karakteri dergi ve albüm şeklinde günümüze kadar yetmiş civarında ülkede yayımlanmış olmasına karşın, hatta çizgiroman tarihinin ilk kostümlü karakteri unvanını taşımasına rağmen -bence- altın çağın en iyi eserleri arasında değildir. Macera türünün hakkını vermesine verir ama mukayese yapıldığında örneğin bir FLASH GORDON, TARZAN, BRICK BARDFORD ya da RICK KIRBY ayarında bir etki yaratamaz. Bu kişisel yargım üzerinde çok düşündüm, anatomik açıdan başarılı, hatta ileride seriyi alacak olan SY BARRY tarafından çok başarılı bir hâle getirilen bu orman ve neredeyse (!) süper kahraman örneğinde ne eksik diye. Belki TARZAN’ın ormana ilşkin söyledikleri daha zengin ve hayali açıcı niteliktedir, belki kara polisiye ve klasik polisiye unsurları da barındırmasına karşın bu türün öncülünün RICK KIRBY veya DICK TRACY olmasından. Kim bilir … İkinci Dünya Savaşı sonrasında Afrika ve Asya öğeleriyle doldurulmuş daha mistik bir orman fonu önünde gelişen seride o yılların okurlarını ilgilendiren asıl unsur ORMAN kavramıydı. Şimdiki gibi belgesellerin esamisi bile okunmazken okur için orman ve uzay iki bilinmezi oluşturuyordu ve her daim bir çekicilikleri vardı. ORMAN her türlü esrarengizliği barındırıyor ve gerçek ve hayal balta girmemiş ormanlarda birbirine karışıyordu (Tarzan’da ve yine kişisel düşüncem sonraki yılların en önemli fumetti’lerinden JUNGLA’da gerçek ve gerçek dışının her an baş gösterdiği orman görüntülerinde daima insanı heyecanlandıran ve çeken bir tür mıknatıs vardı.). Araştırmacı olarak benim ilgilendiğim unsurlardan birisi ise KIZILMASKE’de ve pek çok seride yer alan dişi karakterlerin durumuydu. O dönemlerin Amerika’daki sansür anlayışı ana karakterlerin bir sevgiliye sahip olmasını engelliyordu (Serbest kız profili çizen CONNIE ve BETTY BOOP karakterleri istisnadır.). Evlilik ise okur açısından heyecanı alıkoyan bir unsur olarak görülüyordu. Okur ana karakter ve onun sevdiği kadın arasındaki duygusal gelişmeye de tanık olmak istiyor ve merak ediyordu. Bunu sağlayabilecek en kabul edilebilir yol nişanlılık kurumuydu. SONSUZ NİŞANLILAR tabiri böyle oluştu. Bir türlü evlenemezlerdi, evlilik ana karakterin sonsuz gibi gözüken mücadelesine sanki sekte vurabilecek bir sosyal statü olarak değerlendiriliyordu. Nişanlı DIANA’nın, Mandrake’de NARDA’nın kaçırılmaları, tehlikeye girmeleri zaten bir maceranın başlaması için yeterliydi ama sonunda çağ değişti ve sonsuz nişanlılar birer ikişer evliliğe dahil oldular.
4
KIZILMASKE bir miras ve iktidar hikâyesidir. 400 yıl kadar önce pigmeler tarafından bir deniz kazasından kurtarılan asil RICHARD STATON’un soyundan gelenler onun BENGAL ormanlarında oluşturduğu adaleti ve barışı sağlama çabasını nesilden nesile devam ettirirler. Orada KIZILMASKE diye bilinen ve pek çok kesim tarafından sanki ölümsüz kabul edilen karakter, pigmelerin desteğiyle iktidarını oluşturur. Bunu günümüzün sistemleri içinde krallığa yakınlaştırabiliriz. Kurt köpeği ve pigmeleriyle adil bir krallık. Hâlbuki krallıkların böylesine adil kaldıkları pek görülmemiştir. Sömürgeciliğe kucak açar gibi görünse de belli belirsiz, KIZILMASKE’deki pigmelerin acımasız ve gururlu tavırları bu hissi okurdan hızla uzaklaştırır. KIZILMASKE veya tüm KIZILMASKE’lerin KURU KAFA mağarasında, kuru kafa görünümünde bir tahta oturmuş görüntüleri eğer ona âşık olan DIANA olmasaydı iktidardaki bir yalnızlığa (Tıpkı Kral CONAN’da olduğu gibi) tekabül edebilirdi. LEE FALK, macera ve mücadelenin olmadığı karelerde, tıpkı MANDRAKE’de olduğu gibi çok neşeli bir atmosfer oluşturur. Çizerlerin ustalığıyla iyice vurgulanan bu coşkulu ortam okuru son derece rahatlatan klasik bir çizgi roman yolculuğuna çıkarır. Bu tür çizgi romanlarda kostümlü karakter ve kostümsüz kimlik arasındaki bağ bana nedense iki kişilikli insanları çağrıştırır. KIZILMASKE’nin bana bu hissi duyurmamasının nedeni her iki hâlde de yüzüğündeki kuru kafayı varlığının işareti olarak canilerin yüz veya çenelerine bırakmasıdır. Altın Çağ’ın bu önemli serisinin yeniden ülkemizde basılması azımsanmayacak bir hizmettir. Hüsnü ÇORUK
5
Ertuğrul EDİRNE
İnceleme
İnceleme
Öykü
Kuzgun İki kuzgun birbirine bakıyor. Kan dolaşımı ideal düzeyde. Kanatları açılıp kapanıyor; siyah, ipek gibi, uzun ve kederli. Bakışları ürkek, ölüm dolu. Hafif esen rüzgârla gelen kokular gagalarını rahatsız ediyor anlaşılan. Onları gözetlemek zevk veriyor bana. Suçluyum ama kendimi de alıkoyamıyorum. Sevgi dolu bakışlarla gagalarını birbirine dokundurmaya başlıyorlar. Gözlerimi kapatıyorum. "Tak tuk" gaga sesleri arasında hayallere dalıyorum. Sanırım bir öpüşmeye tanık oluyorum. Tak, tuk, tak, tuk... "Samimiyetin tavan yaptığı" o akşam yemeklerinde tokuşturulan içki kadehleri geliyor aklıma. Ama bu ondan çok daha öte bir şey. Gözlerim kapalı derin bir nefes alıyorum. Hava aşk kokusuyla ağırlaşıyor. Sevgi ağır basıyor tüm duygulara. Tak tuk sesleri yerini kanat ve çırpınma seslerine bırakıyor. Anlaşılan öpüşme faslı bitmiş, iş bir üst seviyeye taşınıyor. Hafif bir tebessüm beliriyor dudaklarımda. Gözlerimi açarak bu ânı bozmak istemiyorum. Birkaç dakika hayallerde gezinip duruyorum. "Çok mu zor doğayı taklit etmek." diye düşünüyorum. Neden insanlar böyle... Neden biz de... Gök gürültüsüyle sıçrıyorum hayallerimden. Burnuma düşen soğuk bir yağmur damlasıyla açıyorum gözlerimi. İrkilerek tehlikenin geldiği yere, gökyüzüne bakıyorum. Büyükçe bir kara bulut başını arkadaşının omuzuna yaslamış, ağlıyor. Diğer bulut onu teselli ederken hüzünlenip o da ağlamaya başlıyor. Mavi, yerini siyaha bırakıyor. Şimşekler çakıyor ortamı aydınlık tutabilmek için. Gözlerim kamaşıyor. Çekiyorum bakışlarımı bulutlardan. Kuzgunları merak ediyorum. Son bir bakış atıp eve gitmek istiyorum. Aşk kokusunu hâlâ ciğerlerime çekebiliyorum. Hatta yağmurun sayesinde daha da etkileniyorum bu kokudan. Kuzgunlar ürkmesin diye kafamı yavaşça çevirip göz ucuyla bakmaya çalışıyorum. Kırık gaga parçaları yerde duruyor. Kuzgunlardan biri zorlukla ayakta duruyor. Ağzından, deşilmiş bağırsak uzantıları sarkıyor. Diğerinin cansız bedeninden çıkan sıcak dumanı içine çekiyor. Gagası çatlak, kanatları kırık, bir gözü oyulmuş ama o hala kazandığı zaferin büyüsünde gökyüzüne haykırıyor. Ölümle yaşam arasında kapı açma gücüne sahip olduğunu ispatlıyor âdeta. Ve ardından nefesi tükenince o da yere yığılıyor; bir ayağı yukarıda, vücudu kaskatı, gözleri donuk. Ölümü hissediyorum. Sırtımdan bir titreme iniyor aşağı. Çenemden damlayan sular yağmur mu, gözyaşı mı ayırt edemiyorum. Etmek de istemiyorum. Karanlığın hakim olmasını bekliyorum. Islak... Omuzlarımı kaldıracak gücüm yok. Bakışlarım yerde, evin yolunu tutuyorum sırılsıklam. Yazan: Bora AŞIK www.kafadan50.com
6
İllüstrasyon: Nida YİĞİTLER
7
8
9
Öykü
Yok Oluş Efsaneleri 2
Hiç İstanbul, 1729 Osmanlı’nın 300 yıla yakın süren parlak döneminin sonuna gelinmişti. Uzun yıllar tahtlarında kalıp kullarına hükmeden, düşmanlarına korku salan kudretli ve muzaffer padişahlar sayesinde sağlanan istikrarlı yükseliş yerini artık fazlaca hüküm sürmeye fırsat bulamadan, isyanlar ve şantajlar neticesinde tahtı bırakmak zorunda kalan, devlet-i aliyeyi sevk ve idarede ecdadının ustalığını ve iradesini gösteremeyen sultanların önünü alamadığı bir gerilemeye bırakmıştı. Şimdi tahtta halk arasında adı Boncuklu Deli İbrahim’e çıkmış, Mah-ı Peyker Kösem Sultan’ın oğlu olan Sultan 1. İbrahim’in torunu; saltanatı 39 yıl süren Avcı Mehmet namlı Sultan IV. Mehmet’in oğlu; orduları başında sefer eden son padişah olsa da tahttan cebren indirilen II. Mustafa’nın kardeşi III. Ahmet oturmaktadır. Sanata ve şiire pek bir meraklı haşmetli padişahımızın, Prut zaferiyle anılan Baltacı Mehmet Paşa, Venedik’in fethiyle şanlanan Damat Ali Paşa gibi gibi değerli vezirazamları olmuştu. Padişahın kıymetli bir kese içinde bulunan mührünü şu anda taşıyan ise Lale Devri’nin mucidi sayılabilecek Nevşehirli Damat İbrahim Paşa idi. Genel meylin aksi istikametteki tüm bu gelişmelere rağmen pek çok kişinin kellesine mâl olacak Patrona Halil Ayaklanması’na meydan verecek huzursuzluklar giderek artmaya başlamıştı İstanbul’da. Halk arasında iktidardakilerin lale bahçeleriyle bezenmiş köşklerde zevk-ü sefa alemlerine daldıkları için devlet işlerini savsakladıkları artık yüksek sesle dile getirilir olmuştu. Başa bela hayat pahalılığının kışkırtmasıyla ve mahallenin muhaliflerinin ipe sapa gelmez dedikodularıyla bu sesin şiddeti gün geçtikçe daha da artıyordu. Hünkarlarının ve onu sağ kolu olan sadrazam efendilerinin ecdatları gibi seferlere bizzat katılmak yerine haremlik selamlık mefhumu olmayan eğlencelerde nasıl günlerini gün ettikleri meyhanelerde, bitirimhanelerde ve kahvelerde en rağbet gören sohbet mevzusuydu. İşte o puslu günlerden birinde, İstanbul’un yüce fatihi kudretli Sultan II. Mehmet Han’ın ilk temellerini attırdığı 11 ana kapısında binlerce insanın karınca misali girip çıktığı Kapalı Çarşı’nın o alışında verişinde olan gündelik kalabalığı can hıraş koşan iki yiğit tarafından yarılıyor. Kimisi meraklı kimisi de endişeli gözlerle bu telaşenin sebebini anlamaya çalışıyorlar. Yangın mı var veyahut kavga mı? Yoksa Allah saklasın, bir cinayet mi? İki yiğit sıra sıra dizilmiş sahaf dükkânlarından birine dalıyorlar, kalabalık da sanki hiçbir şey olmamış gibi kendi gailesine devam ediyor. Tezgâhtaki adam önündeki kitap yığınından kafasını kaldırıp kendilerini nefes nefese dükkâna atan iki yiğite bakıyor. - Ne oluyor, bre? Kuduz itler mi koşturur peşinizden? Yiğitlerden daha ufak tefek olanı iki eliyle böğrüne tutar vaziyette, “Mürşitimizi görmeliyiz hemen?” diyor. - İbrahim Ethem Efendi Hazretleri yukarıda. Geçin. Yiğitler üst kata çıkan merdivene aynı anda atılınca birbirleriyle çarpışıyorlar. - Yavaş, lan, yavaş. Sıçtırtmayın çanağınıza…
11
Öykü
Bu sinkaflı konuşmaya üst kattan davudi bir ses müdahale ediyor. - Rüstem! Rüstem Efendi, o koca adam azarlanmış bir çocuk gibi kıpkırmızı oluyor. - Affedersiniz, efendi hazretleri! Bu ikisi dükkânı yıkacaklar da başımıza… Mürşitleri üst kata çıkan yiğitleri önünde açık bir kitapla karşılıyor. - Yavuz, Selim? Hayırdır. İki kardeş ne işler peşindesiniz yine? Bu kez iri olan söze başlıyacak oluyor ama pat diye yere seriliyor. Mürşit İbrahim Ethem Efendi telaşlanıp ayağa fırlayacak gibi oluyor ama gardaşının başına eğilen Selim’in sözleri onu sakinleştiriyor. - Merak buyurmayın, efendimiz. Yalnızca bayıldı yorgunluktan. Eminönü’nden beri koşuyoruz tüm kuvvetimizle. Koca cüssesi dayanamadı zahar. - Nedir bu telaşın sebebi? - Size havadisleri tez elden iletmek istedik. Hafız Mustafa Efendi…. - N’oldu, Mustafa’ya? - Hafız Mustafa Efendi Hazretleri galiba fenafillah oldu, mürşit efendimiz. İbrahim Ethem Efendi’nin omuzları çöktü, gözlerine keder buğusu yerleşti. - Vay, gardaşım benim. Allah rahmet eylesin. Ama ne oldu, nasıl öldü? - Hayır, hayır. Yanlış anladınız beni. Ölmedi. Yani… Sanırım ölmedi. - Ne diyorsun sen, Selim? - Efendi hazretleri… Valla, ben de bilmiyorum. - Sen şunu anlat bana bir bakayım adam akıllı. - Şimdi. Biliyorsunuz bugün Cuma’dır. Hafız Mustafa Efendi Hazretleri Cuma’yı kıldırdıktan sonra cemaatle sohbete başlamış her zamanki gibi. Az biraz nefse hakim olmaktan söz etmiş. Nefse hakim olmak, dünyaya hakim olmaktan zordur ama yeğdir, diyormuş ki… - Eeeeee? - Birden susmuş. Cemaat söyleyeceği şeyi düşünüyor herhâlde derken. Hafız Mustafa Efendi Hazretleri şöyle derinden bir iç geçirmiş, “Allaaaah” diye. - Eeeee? - Ve fenafillah olmuş. - Ne diyorsun, oğlum? - Cemaatin gözü önünde çözülüp gidivermiş, yok olmuş. Cemaatten biri dedi ki, sanki içinde bir barut fırçası sessizce patlamış gibi en küçük parçalara dağılmış. Tuzla buz oldu dedi bir başkası. Kimisi bir ışık huzmesi görmüş, kimisi görmemiş. İbrahim Ethem Efendi bir anlığına da olsa bir kıskançlık kırıntısı hissetti içinde. Hemen kendini toparladı, haset etmek nefse yenilmekti. Eminönü’nde Yeni Cami’nin imamı Hafız Mustafa Efendi 20 yıldır öğrencisi, can yoldaşı ve kardeşi olmuştu. Mürşitliğini yaptığı, insan-ı kamil meretebesine erişmiş bu zat tam 20 yıl önce kapısını çalmıştı. Senin benden öğrenecek bir şeyin kalmamış dedi başta ama Mustafa kararlıydı. “Dildeki davaya elde hüccet-i bürhan gerektirir” diyordu da başka bir şey demiyordu. Yoluna baş koyduğu, iman ettiği davasını yürütmek için bir tür mezuniyet belgesi ihtiyacı hissediyordu ve bunu verebilecek kişinin de ancak gerçekten feyz alabileceği İbrahim Ethem Efendi Hazretleri gibi saygı duyulan, kerameti
12
13
Öykü
Röportaj
bilinen bir mürşit olduğuna inanmıştı. Niğde’den kalkıp gelmişti İstanbul’a. Aynı zaman da memleketlisi olan İbrahim Ethem Efendi’yi bulması zor olmamıştı. - Tez İbrahim Paşa’yı haberdar etmek gerekir bu durumdan. Nevşehirli Damat İbrahim Paşa ile Muşkara köyünden çocukluk arkadaşıydılar. İstanbul’a birlikte gelmişlerdi. Aynı inançları paylaşsalar da, zeka da ve çalışkanlıkta eş olsalar da, adaşı İbrahim kendine çok farklı, belki de inançlarıyla çok da uyuşmayan bir kariyer seçmişti. İstanbul’a kendilerinden önce gelip nüsus edinen hemşehrilerinden birini tavsiyesi ile 20 yaşında sarayın dış hizmet ocaklarından birinde çalışmaya başlamış, helvacılığı öğrenmişti. O zaman tahtta daha 19. Osmanlı padişahı IV. Mehmet Han vardı. Muşkara’nın hatırı sayılır ağalarından birinin oğlu olsa da tahsili zayıftı. Okuma yazma bilgisi bile kafi derecede olmayan bu yiğide okumayı iyiden iyiye söktüren İbrahim Ethem oluyordu. Okur yazarlığın üstüne giden İbrahim’in ocaklardaki hizmetleri beğenildikçe yükseldi. Harem ağalarının en rütbelisi sayılan Darüssaade ağasının* (yani kızlar ağasının) yazıcı halifesi olarak bulunduğu Edirne'ye gitti. Padişah Hazretleri de o sıralarda Edirne’de ikamet ediyordu. İbrahim orada Şehzade III. Ahmet olmak üzere saray erkanının gözüne girdi. 23. padişah olarak tahta çıkan III. Ahmet’ten mührü alıp birinci Sadrazam olduğunda yaşı artık 58’di. Padişah efendimizin 12 yaşıdan dul kalmış biricik kızı Fatma Sultan 14’üne bastığında onunla evlenerek adının başına “Damat”ı eklemiş, ardından da Osmanlı’nın yüz otuzuncu sadrazamı olarak veziriazamlığa getirilmişti. Devlet-i aliyenin yoğun meşgaleleri, saray meşgalelerine rağmen İbrahim Ethem Efendi ile irtibatını hiç kesmemişti Sadrazam efendimiz. Fırsat buldukça bir araya gelir sohbetler ederlerdi. Paşa’nın melami olduğunu pek fazla kimse bilmezdi. Melamilikte ibadet Cuma ve cenaze gibi toplu ibadetler dışında gizli yapıldığı için düşmanları arkasından onun eğlence düşkünü bir zındık olduğunu söyleyenler bile çıkıyordu. Oysa eğitimli, kültürlü, dini bütün bir insandı Paşa. Doğduğu köye camiler, medreseler yaptırmış, buraya başka yerlerden getirttiği ahaliyle köyü bir şehre dönüştürmüştü. Paşa’nın yaptığı hayırlı işlerden biri de, - tabii İbrahim Ethem Efendi’nin uyarısıyla - değerli kitapların yurtdışına çıkışını yasaklamasıydı. İbrahim Ethem Efendi uzun zamandır gavurların sahaflara gelip el yazması risaleleri, kuranları ya da başka diğer kıymetli kitapları son derece ucuza satın aldıklarını gözlemliyordu. Biraz araştırınca satın alınan bu yazma ve kitapların Avrupa’ya götürülüp çok yüksek fiyatlardan kolleksiyonculara satıldığını öğrenmişti. Bu durumu haber verdiğinde Paşa hemen duruma el koymuş ve bu tür kitapların yurtdışına çıkışını yasaklamıştı. İkinci emri ise tez elden kütüphaneler inşa edilmesi olmuştu. Sanatçı ruhlu, sanatçı dostu Padişah da desteklemişti bu icraatını. Ne yazık ki ne İbrahim Paşa ne de İbrahim Ethem Efendi bir daha Hafız Mustafa Efendi’den haber alamadılar. Zaten İbrahim Paşa bu olaydan kısa bir süre sonra patlak veren Patrona Halil İsyanı neticesinde öldürüldü. İbrahim Ethem Efendi de can dostunun ölümü üstüne öyle çok fazla yaşamadı. Eminönü Yeni Camii’nin gördüğü en kalabalık cenaze namazlarının birinin ardından Fatih’e defnedildi. Yazan: Ege GÖRGÜN www.tersninja.com
14
llüstrasyon: Devrim KUNTER
Barış Müstecaplıoğlu
“En çok ilham aldığımız şey kendi hayatımız” Leofold ve Guorin ile tanışalı neredeyse 8-9 sene oluyor. Kitabın kapağına bile bakmaya doğru düzgün fırsat olmadan yarısına kadar okumuştum. Bittiğinde uzun süre Perg Efsaneleri serisinin 2-3 ve 4. ciltlerini aradım, nedendir bilinmez (!) hiçbir kitabevinde yoktu. O sıralarda Barış Müstecaplıoğlu ile tanıştım, Bir Hayaldi Gerçekten Güzel’in yayınlandığı zamanlardı. Heyecanla sormuştum ‘nerden bulurum kitapların devamını’ diye. Ve sonrasında bulduğumda yine soluksuz okudum. Ve bir gün geldi Barış Müstecaplıoğlu yeni bir seyahate çıkıyordu ve bir okur olarak elimizden tuttu Şamanlar Diyarı’nda gezintiye çıkarttı. Yine tadı damağımızda kalan bir kitabın ardından Keşifler Zamanı geldi. Bu röportajı yaparken de Şamanlar Diyarı serisinin 3. kitabının yazılmaya başlandığını öğrendim. Siz bu röportajı okurken Barış Müstecaplıoğlu Perg’e doğru yeni bir yolculuğa başlamış olacak.
- Şamanlar Diyarı’ndan sonra Keşifler Zamanı’nı yazdınız ama biz döndük dolaştık Perg’e geri geldik. Perg Efsaneleri serisi nasıl ortaya çıktı? Perg benim ilk gençlik çağlarımda hayal ettiğim bir yer, ismi çok sonradan geldi ama cismi hep düşlerimdeydi. Denizi ve denizde geçen öyküleri çok sevdiğim için, Perg’i adalardan oluşan bir diyar olarak düşledim, böylece efsanevi kalyonlar, korsan limanları, uzun deniz yolculukları, derin mavilikte yaşayan deniz canavarları ve hayvanları yaratabildim. Ötekileştirme ve çoğunluğun azınlık üzerinde kurduğu baskılar üzerine bir dizi roman yazmak istiyordum, bunu Perg’de yapınca da ortaya Perg Efsaneleri çıktı. - Mesela Google’da Perg diye arattığımda Avusturya’da bir yerleşim yeri olarak görünüyor. :) Zaman olarak, mekân olarak neresi Perg diyarı? Gerçek dünya ile hiçbir zamansal ya da mekânsal bağı olmayan, tamamen hayal gücümle yarattığım bir yer. Perg’de hayalî bir lisan konuşuluyor, isimler de o lisana ait, dolayısıyla gerçek dillerden birindeki anlamları tesadüften ibaret.
15
Röportaj
Röportaj
hakkında derinlemesine bir inceleme yapmak kaçınılmaz oldu. - Fantastik edebiyat denildiğinde benim aklıma hemen gelen dünyalar Tolkien’in Orta Dünya’sı ve Howard’ın Hiborya Çağı. Hakkında milyonlarca şey söylenmiş, söylenmekte, hem ilham vermiş, hem araştırmalara konu olmuş dünyalar kurulmuş, ırklar yaratılmış savaşlar katliamlar yapılmış, çok şey yaşanmış yani. Perg Efsaneleri’ni de okuduğumuzda bu böyle aslında. Perg’de de harita, krallar, ırklar, ülkeler, savaşlar, kültürler yani başlı başına bir dünya var. Nasıl yaratılıyor böyle bir dünya? Hayalî bir diyar yaratmak için gerçek dünyayı iyi tanımak gerekiyor, çünkü hayal gücümüz de gerçek dünyadan besleniyor. Gerçek dünyanın coğrafyasını, haritasındaki tarihsel değişimleri, tarihini, mitlerini, hayvanlarını, bitki örtüsünü iyi tanımalısınız ki enteresan detaylar yakalayıp bunları hayalinizde fantastik bir şekle sokabilesiniz. Bu yüzden bol bol belgesel seyrederim, coğrafya kitapları, tarih kitapları okurum, bana ilham verecek değişik insanlarla tanışmaya, konuşmaya çalışırım. Bol bol seyahat ediyorum, Arabistan’dan Afrika’ya, Çin’den Avrupa ülkelerine, epey gezmişliğim var. İnandırıcı bir fantastik diyar, fantastik hayvanlar ve bitkiler yaratmak, zengin bir düş gücü kadar ciddi bir birikim de gerektiriyor. Perg Efsaneleri Alman Kapak
- Şamanlar Diyarı ile başlayacak 3 serilik roman fikri nasıl ortaya çıktı? Perg Efsaneleri’nden sonra hayal gücümü dinlendirmek istemiştim, kendimi tekrar etmek istemiyordum, yeni bir fantastik diyar yaratabilmek için yeni kaynaklara ve hayallere ihtiyacım vardı. Farklı türlerde üç roman yazdım, bu romanlardan birinde Mehmet Siyah Kalem isimli bir ressamın ve öykü anlatıcısının 13. yüzyılda yaptığı resimleri konu almıştım, bu resimler yılan kuyruklu enteresan yaratıklar ve o dönem Türklerin de yaygın olarak benimsediği Şamanizm üzerineydi. Kültürümüzde önemli izler bırakmış ama sonradan üzeri örtülmüş şaman geçmişimiz, şamanların ruhsal yolculukları ve hayvana dönüşme özellikleri yeni bir fantastik diyar yaratmak için hayal gücümü ateşledi. - Benim aklıma “şaman” dendiğinde bir çeşit rahip büyücü geliyor. Asya’ya baksanız, Kuzey ya da Güney Amerika’ya baksanız hep birbirinin aynı görünümlü insanlar.
- İlk Türk fantastik romanı deniyor Perg Efsaneleri için. Sanırım benim okuduğum ilk yerli fantastik roman Dünya Çocukların Olsa’ydı. İlkokul son sınıftaydım sanırım. Gülten Dayıoğlu yazmıştı. Belki bu soru daha önce çok defa sorulmuştur ama bir kere de ben yenileyeyim; Perg Efsaneleri’ne ilk derken bu neye göre ilk? Coğrafyası, tarihi, hatta tanrıları ile tamamen hayali bir diyar yaratıp orada geçen öyküler anlatma anlamında bir ilk sanırım. Yoksa gerçek dünyaya fantastik unsurlar ekleyen çok yazarımız olmuştu zamanında. Perg gibi bir diyar yaratan ise daha önce olmamış sanırım. Kitaplar yayınlandıktan sonra edebiyat eleştirmenleri tarafından bu yönü vurgulandı. Çok da önemli bulmuyorum, benim için kitaplarımın ilk olmasından çok ne kadar iyi oldukları önemli. İlk ama çok kötü denmesine sevinecek değildim. Neyse ki umduğumdan da iyi eleştiriler aldılar, şu an Almanya’dan Çin’e birçok dilde okunuyorlar, bu türün ilk örneği olarak güzel bir başlangıç yapmak sevindirici.
Yıllar önce Carlos Casteneda’nın Don Juan’ın Öğretileri’ni okumuştum. Siz uzun bir ara verince 1.kitapla 2. kitap arasında, internetten yeniden bu kitabı bulup azıcık göz gezdirme ihtiyacı hissettim. Bir okur olarak ben bile sürprizlere kendimi hazırlamaya çalıştım: Roman yazarken gerçek hayata da sadık kalayım diye şamanlar üzerine araştırmalar yaptınız mı? Nasıl bir yolculuk romanlarınızın hazırlığı? Elbette, bir roman sadece hayal gücüyle yazılmıyor, hayal gücü yoktan bir şey var etmek değil, bize ilham verecek kaynaklara ihtiyacımız var. Yazdığım kitaplarda şamanları fantastik bir diyara götürmüş olsam da gerçek şaman ritüellerine, kıyafetlerine ve eşyalarına sadık kalmak istiyordum, o yüzden şamanizm
- Perg Efsaneleri’nde her kitap ayrı bir macera olduğu kadar ayrı bir seyahatti de. Şamanlar Diyarı ve Keşifler Zamanı’nda da bu seyahatler sürdü. Nedir bu fantastik dünyayı keşfetme tutkunuz? Onlarca fantastik ırk, hayvan, bitki ve mekân yarattıktan sonra, bunu okurlarla paylaşmak istiyorsunuz, bir ansiklopedi yazmadığınız için bunları ancak öykünün içine katarak okura tanıtabilirsiniz. Okuru yarattığınız diyarda yolculuğa çıkarmalısınız, oradan oraya gezdirmelisiniz ki hayallerinizi onlarla paylaşabilesiniz. Tüm olaylar aynı köyde geçse, diğer ülkelerde yarattığınız ırkları ve hayvanları nasıl görebilirler? Günümüzde gerçek dünyada keşfedilecek bir yer kalmadı, ama iyi bir diyar fantazyası okurken,
16
17
Röportaj
Röportaj
Columbus’un Amerika’yı keşfettiği günlerin heyecanını yaşıyoruz. Karakterlerle beraber bir adaya doğru yelken açarken, o adada nasıl canlıların yaşadığını, nelere inandıklarını, nasıl şehirlerin olduğunu, bilmiyoruz, bu merak ve keşif duygusu, diyar fantazyası romanlarının en çekici yönlerinden biri bence.
adına bu zulümlere son vermeyen bir tanrıdansa, her şeye gücü yetmeyen bir yaratıcıyı tercih ederim. Kadim Güçler her şeye güçleri yetmediği için bu tür acıları durdurmak adına kahramanlarımıza ihtiyaç duyuyorlar. Bu da romanlardaki karakterlerime büyük bir sorumluluk veriyor.
Türk fantastik romanı dediğimizde hani sizin de “Amanın bir Türk fantezi yazmış! Acaba kahraman Elf’in adını ne koydu? Recep? hahaha” türünden yorumlara tebessümle baktığınızı biliyoruz. Yine de kahraman isimlerinizi yer ve diyar isimlerinizi nasıl koyuyorsunuz? Melkara = Karamel demek değil, değil mi? :) Özel bir tekniğim yok, başlangıçta sadece aklıma ilk gelen isimleri koyuyordum, daha sonra isimler çoğaldıkça dilin kendi içinde bir melodisi olmaya başladı, yeni isimleri bu melodiyi takip ederek koydum. Perg ve Şamanlar Diyarı Delkarna, hayalî diyarlar oldukları için orada kullanılan isimler de Türkçe ya da farklı bir dünya dilinden olamazdı. Tek kıstas buydu. -Tolkien Elfler için bir dil oluşturdu. Siz hiç Perg diyarı için böyle bir “dil oluşturayım” gibi bir düşünceye girdiniz mi? Hayır, benim edebiyattan beklentim bu değil. Tolkien’ın roman yazarlığı dışında bir de dil profesörlüğü yönü var, bu yüzden bundan keyif aldığını düşünüyorum. Bense romanlarımda öyküye ve karakterlere önem veriyorum, odağım mümkün olduğu kadar zengin ve güçlü bir kurgu yaratmak oluyor. - Gazetede geçen gün Karamanoğlu Mehmet Bey üniversitesinin bir ilanı vardı. İslami İlimler Fakültesi’ne alacakları yardımcı doçent için aradıkları özellik “Ütopyalarda din ve siyaset ilişkisi üzerine çalışmaları olmak” yazıyordu. İlginç bir konu ama sürekli birileri tüm edebiyat kollarını olduğu gibi fantastik kitapları da inceliyor. Buradan yola çıkarak; sürekli kitabınızda dinî konularda adı geçen Kadimler’i nasıl yarattınız? Kadim Güçler ne? Kadimler Diyarı neresi? Yeni bir dünya yaratırken, dinini kurgularken neleri göz önünde bulundurdunuz? Bu konuda çok fazla şey söylersem, kitaplardaki birçok sürprizi bozmuş olurum, kitaplarımı henüz okumayanları düşünerek yuvarlak bir cevap vermek durumundayım. Kadim Güçler, gerçek dünyada bize dayatılan “her şeye gücü yeten” tanrı kavramından epey farklı, benim için çok daha sevilesi “yaratıcılar”. - Merderan’ın bir sözü var “Kadimlerin de bazı şeylere gücü yetmez,” diyor Kadimler Diyarı’nda gezerken. Kadimlerden üst makam mı var? Her şeye gücü yeten tanrı kavramı bana soğuk geliyor, tecavüze uğrayan çocukları, işkence gören insanları, açlıktan kıvrananları gördüğü, bunu engellemeye gücü yettiği hâlde, yarattığı düzeni korumak
18
- Atalar Kitabı denilen şey ne kutsal kitap mı? Hayır, adı gibi sadece bir “Atalar Kitabı”, Atalar’ın hikmetli sözlerinden oluşuyor. Atasözlerinin önemli bir yer kapladığı bir kültürün yazarıyım ne de olsa! - Merderan, Sadık isminde bir atla dolaşıyor Kadimler Diyarı’nda, bu seyahati planlarken Hz. Muhammed’in Burak’la Mirac’a çıkmasından mı ilham aldınız? Dediğim gibi, içinde yaşadığımız kültür elbette ilham kaynaklarımdan bir tanesi, ama bire bir kullandığım bir şey yok. Anadolu masallarından 1001 Gece Masalları’na, batı kaynaklı fantazyalardan Çin mitolojisine, dinlediğim, okuduğum, seyrettiğim her şey hayal gücümü besliyor. Bakmasını bilirseniz, sıradan görülen hayatın kendisi bile başlı başına bir ilham kaynağıdır. - Yerdeniz serisinin sizin üzerinizde etkisi var mı? Okuduğum ilk diyar fantazyası serisi Yerdeniz’di. O kitapları çok sevmiş olmam, bu türde bir eser verme heyecanımı tetikledi. İlk okuduğum kitaplar kötü örnekler olsaydı, belki diyar fantazyası yazma isteğini çok daha geç duyardım. - Fantastik edebiyat yazarı olarak ülkemizde fantastik edebiyat üzerine hiç baskı hissettiniz mi? Elbette. Ülkemizde farklı bir şey yapmayı, o güne kadar pek denenmemiş bir yoldan gitmeyi deneyen herkesin yaşadığı süreçleri, manevi baskıları ben de hissettim. Ama bu beklemediğim bir şey değildi, çok zorlamadı beni. Siz yaptığınız şeye yürekten inanıyorsanız, başkalarının sözleri ya da yorumları sizi yolunuzdan saptırmaz. - Röportajın içinde geç kalmış bir soru ama olmazsa olmaz: Size göre fantazyanın tanımı ne? Birkaç ana dala ayıracak olsak başlıkları ne olur? Diyar fantazyasını ben tamamen yazar tarafından kurgulanmış, hayalî ve fantastik bir diyarda geçen öyküler olarak tanımlıyorum. Fantastik edebiyat ise çok daha geniş bir terim, içine Shakespeare’in Bir Yaz Gecesi Rüyası da girer, Kafka’nın Dönüşüm’ü de girer, Dracula da girer, Alice Harikalar Diyarında da girer. Bu kadar geniş bir türü dallara ayırmak bir yazarın değil, belki bir akademisyenin işi olmalı.
19
Röportaj
Röportaj
-Fantastik edebiyatta mesaj verme kaygısı var mıdır? Ya da olmalı mı? Mesaj verme kaygısı derken okura ders vermeyi kastediyorsanız hayır, edebiyatın böyle bir kaygısı olmamalı. Ama yazarın gerçekten içtenlikle inandığı doğrular, idealler varsa, bunların yazdığı kitaplara sızmaması mümkün değil. En çok ilham aldığımız şey kendi hayatımız, hayallerimiz, duygularımız ve hassasiyetlerimiz. Yarattığımız karakterlerin hepsine bizden bir şeyler katıyoruz, onları kendi duygularımızla yoğuruyoruz. Dolayısıyla bir insanın kitaplarında idealist karakterler olması bir tür mesaj kaygısından değil, içtenlikle bu ideallere inandığı için de olabilir.
Gezi Parkı’nda pek çok şey oldu, ama sorunuz özelinde cevap verirsem, o cümlede belirttiğim şekilde Gezi Parkı’nda birbirinden çok farklı düşüncelere ve inançlara sahip insanların aynı evrensel idealler ve özgürlük tutkusu üzerinde buluştuğu günler yaşandı. Benim kitaplarımdan birinde yarattığım Özgür Bölge’ye ve Özgür Bölge’yi kuranların ideallerine çok benziyordu. Sonradan Gezi Parkı pek çok siyasi oyunun merkezi de oldu, ama ben parktaki o kısa süreli özgürlük keyfini yaşayabildiğim için kendimi şanslı hissediyorum.
- Kitaplarınızla sık sık okullara konuk oluyorsunuz. Yardımcı ders kitabı olarak okunuyor Perg Efsaneleri. Okullarda öğrenciler size en çok neyi soruyorlar? En çok ilgilerini çeken konu ne? Bu türde yazmaya hevesli pek çok genç arkadaşla tanışıyorum, sizin de sorduğunuz gibi nasıl yazdığımı, nasıl hayali diyarlar yaratabildiğimi soruyorlar en çok. Onun dışında ağırlık olarak şunu soruyorlar diyemem, her okurumun kendi beğenisi ve hassasiyetleri doğrultusunda merak ettiği farklı farklı konular oluyor.
- Yine roman ve gerçek hayatı yan yana getirirsek Sera Om Talse, “Gözbebeklerim beyaz olduğu için, benden nefret ettin,” diyor. Oysa “Farklı dillerde konuşsak da aynı rüyaları görüyorduk. Farklı şarkılar söylesek de aynı özlemleri duyuyorduk.” ‘Şamanlar Diyarı’, sırf farklı yerlerde doğdukları için, biçimleri, göz renkleri birbirinden farklı olduğu için birbirlerinden nefret eden insanların hikâyesini anlatıyor. Bu kitap benim ülkeme benziyor mu? Türk’ün Kürt’le, Ermeni’yle, Müslümanın Yahudiyle, Hristiyanla, Ateistle Şamanla yaşadığı sorunlar mı var aslında geri planda? Bizim ülkemize de benziyor, dünyadaki diğer ülkelere de benziyor. Çünkü çoğunluğun ya da güçlü olanın azınlığa ya da güçsüz olana yaşattıkları dünyada tek bir ülkeye özgü değil. Bulgaristan’da Jivkov döneminde Türkler çocuklarına Türkçe isim koyamazdı mesela, Amerika’da önce kızılderililer sonra siyah tenliler zulüm gördü, Çin’de Türkmenlerin yaşadıkları, Japonların dünya savaşları sırasında Çinlilere yaptıkları, Almanya’da Yahudilere yapılanlar, İsrail’de Yahudilerin Filistinlilere yaptıkları, birbirine o kadar benzer ki. Tarihin bir döneminde zulüm görenin tarihin diğer döneminde başkalarına karşı zalim olduğunu da görebiliyoruz. Ama her zaman için, bu zulümler yaşanırken bunların yanlış olduğunu söyleyen, zulme uğrayanların yanında duran iyi insanlar da olmuş. Fantazyanın gücü bu zaten, dünyanın her yerinde, tarihin her döneminde yaşanabilen olayları, fantastik bir diyarda, hayalî ırklar ve karakterler aracılığı ile işleyerek, her okura kendi kültüründen ve geçmişinden olaylar hatırlatabilmesi, belli bir kesimi suçlamadan, kavramlar üzerinden düşünmeye sevk etmesi.
-Aynı zamanda kitaplarınız fantastik edebiyat üzerine tez çalışmalarına da konu oluyor. Bu yaratıcı sürecinizde sizi olumlu ya da olumsuz etkiliyor mu? Yazım sürecime herhangi bir etkisi olmadığını söyleyebilirim. Ama duygusal olarak, bu kadar emek harcadığınız eserlerin böylesine sevilmesi, önemsenmesi, elbette insana bir sonraki kitabı yazmak için güç veriyor.
-Kitaplarınız Çince dahil pek çok dile çevrildi. Kitaplarınızla Çin’e kadar gittiniz. Türkiye’de hâlâ “Bir Türk fantastik roman mı yazmış,” diye burun kıvırırlarken yurt dışında nasıl okuyucu buluyorsunuz? Ajansım aracılığı ile kitabımın İngilizce çevirisini okuyan yabancı editörler kitabı beğenirlerse telif haklarını satın alıp kendi dillerine çevirtip basıyorlar. Çin’deki imza günüm Türkiye’dekinden daha renkli geçti, daha uzun bir kuyruk oldu, yazarlarımıza kendi ülkemizde daha az değer verdiğimiz bir gerçek.
- Haziran ayında Facebook’ta yazdığınız bir yazı vardı “Gezi Parkı, Bataklık Ülke isimli romanımda hayal ettiğim, ormanın içine kurulu, farklı düşüncedekilerin birbirine saygı ve sevgi göstererek birlikte yaşayabildikleri “Özgür Bölge”ye benziyor şu an, gerçekte yaşanabileceğini tahmin etmezdim,” diye yazmıştınız. Gezi olayları Türkiye için yeni ütopyaların-distopyaların yolunu açtı. Ne oldu “Özgür Bölge”de, ne oldu Gezi Parkı’nda?
- Bugünlerde X-Men takımının yeni maceralarını çizen Mahmud Asrar’la bir röportajımızda ‘Kapak satışı etkiler mi?’ diye sormuştum. ‘Elbette etkiler,’ demişti. Şimdi sizin Metis’ten İthaki’ye geçişinizle Perg serisinin de kapakları değişti. Perg Diyarı’nın kapıları daha aralandı, daha görülür oldu. Yeni kapaklarınızı nasıl buluyorsunuz?
20
21
Röportaj
Yeni kapakların tümü Ertaç Altınöz tarafından çizildi, Ertaç’ın çalışmalarını uzun zamandır takip ediyordum, kendisine bu projede birlikte çalışmayı bizzat önerdim. Sağ olsun, çok güzel işler çıkardı. Ben sonuçlardan gayet memnunum. - Sizce bir kitabın kapağı satışını etkiler mi? Elbette etki eden unsurlardan biridir. Ama satışa etkisinden daha çok, benim için sanatsal bir değeri var bu kapakların. İnsanın çocuğuna güzel bir kıyafet giydirmek istemesi gibi duygusal bir şey. - Sizin de yönetiminde bulunduğunuz Fabisad’ın sürekli etkinliklerini duyuyoruz, Fabisad nasıl gidiyor? Etkinliklerini, yarışmalarınız ve kitaplarınızla istenilen yere ulaşıyor mu Fantazya ve Bilim Kurgu Sanatları Derneği? Dernekteki tüm dostlar, hem ekmek parası için belirli bir işte çalışıyor hem de yazarlık, çevirmenlik, çizerlik gibi sanatsal bir uğraşı içinde. Dolayısıyla derneğe üçüncü bir uğraş olarak çok sınırlı vakit ayırabiliyoruz. Buna rağmen son iki yılda önemli işler yaptığımıza inanıyorum. Önümüzdeki sene, derneğe üyeliği kolaylaştıracağız, ülkemizde hayal gücünün sanatla buluşmasına değer veren herkese açık hâle getireceğiz. Derneğin üye sayısı arttıkça ve üye profili zenginleştikçe, daha da büyük işler yapacağını umuyorum. - Zaman ayırdığınız için teşekkür ederim. Ben teşekkür ederim. Röportaj : A. Hamdi YÜKSEL
22
23
24
25
26
27
Sinema
İnceleme
DISTRICT- 9
(Yasak Bölge- 9) 2008 Yapımcılığını Peter Jackson’ın üstlendiği, yönetmenliğini Jackson’ın öne çıkan kalemlerinden Neill Blomkamp’ın sırtladığı 2008 mahsulü bilimkurgu filmidir. Film taslağını yine Blomkamp’ın yazdığı ve yönettiği “Alive in Joburg” adlı kısa filminden alır. Konusu kısaca şöyledir: 1982’de Güney Afrika Cumhuriyeti’nin Johannesberg kentinin semalarında beliren uzay gemisiyle (tanımlanamayan cisim) başlar. Ne yapacağını bilemeyen insanoğlu gemiyi bir müddet seyreder ve bekler ki uzaylılar “Merhaba Dünyalı biz dostuz!” desin ve müthiş teknolojileriyle topraklarını adımlasın. Fakat bekleme süresi uzayınca ve yukarıdaki gemiden ses çıkmayınca karar verirler gemiye bir delik açıp içine girmeye. Gördükleri manzara beklediklerinden çok çok farklıdır. İçeride liderleri ve şaşalı kıyafetleri olmayan, açlıktan perişan olmuş binlerce uzaylı yaratıkla karşılaşırlar. Başlangıçta ne yapacaklarını bilemeyen hükümet yetkilileri sonunda onlara “District-9” adı verilen gettovari bir bölge ayırır. Bölge zamanla dikenli tellerle çevrilir ve çeteler dışında kimse uzaylıları istemez (Çetelerin amacı da onlardan kedi maması karşılığında silahlarını almak ve yaptıkları vudu büyüleriyle bu teknolojiye hâkim olmaktır. Lakin uzaylı misafirlerimiz bize efsanevi dizi Alf’i hatırlatırcasına kedi ve kedi maması düşkünüdür.). Tamamen dışlanırlar ve yaşam koşulları kötüleşmeye başlar. Aradan yirmi yıl geçer. Zamanla kötüleşen bu koşullar insanoğlunun “karides” ismini verdiği bu yaratıkların saldırganlaşmasına ve içeride varlıklarını onların üzerinden sürdüren çetelere benzemelerine sebep olur. Halkın bu yaratıklara karşı ırkçı davranışları ve saldırgan tavırları da duruma eklenince hükümet karar verir. Bölge Afrika’nın atıl bir yerine taşınacak ve uzaylılar insan ırkından tamamen uzaklaştırılacaktır. Planlar yapılır, formaliteler tartışılır ve görevin başına karidesleri aşağılayan, korkak, kayınpederi sayesinde geldiği yeri korumaya çalışan bir beyaz olan Wikus van de Merwe getirilir.
28
29
Sinema
Öykü
İnceleme Wicus “Multinational United- MNU” adlı şirkette çalışmaktadır. Şirketin amacı görünüşte uzaylılar ile insanların ilişkilerini ve uzaylıların yaşam koşullarının iyileşmesini sağlamaktır. Fakat amaç çok daha başkadır. Şirket aslında uzaylıların dünya dışı silah teknolojilerinin sırrını çözmeye çalışmaktadır. Araştırma ve deneylerini son hızla devam ettirmekte olan şirket bir noktada tıkanmıştır. Silahlar sadece uzaylı DNA’sına cevap vererek çalışmaktadır. Tam da bu sırada Wikus uzaylıların sözde yeni yaşam yerlerine (toplama kampı) kendi rızaları ile gittiğini belirten imzalarını almak için hazırladığı bir ekiple bölgede çalışmaya başlar. Eline aldığı bir tüp ona uzaylı DNA’sını bulaştırır ve Wikus nefret ettiği ve aşağıladığı uzaylı ırkına dönüşmeye başlar. Avcıların başında olan adam bir anda av ve denek olur. Yapım, başarılı bir bilimkurgu, aksiyon olmasının yanı sıra son dönemlerde çok kullanılan sözde belgesel tekniği ile aksiyon sahnelerinin ve kurgu kısmının çok güzel harmanladığı bir yapım. Belgesel olarak görülen kısımlarda işin rivayet kısmını bilirkişilerden reality show tadında öğrenirken maceranın içine de filmin kurgu bölümüyle dâhil olabilirsiniz. Yönetmen yapıma olan hakimiyetini kanıtlıyor ve bu iki kısmı seyirciyi rahatsız etmeden, hikâyeden koparmadan aktarmayı başararak üstlendiği görevi layığıyla bitiriyor. Lakin filmin tek başarısı bu değil! Yapım uzaylıların mağduriyetinden ve onlara gösterilen tavırdan yola çıkarak, çetelere, hükümete, yapılanla gösterilenin bir olmadığı siyasete ve ırkçılığa mükemmel göndermeler yapıyor. Öyle ki dikenli tellerle çevrilen bir bölgeye atılan ve istenmedikleri her şekilde gösterilen uzaylılar âdeta beyaz ırkla, siyah ırk gibi. Âdeta gettolarıyla ari ırk rüyalarına dalan ve hâlen çıkamayan güruhu resmediyor. Ve onlardan biri olan Wikus bir anda bir ırktan bir ırka geçiş yaparken aslında gerçek canavarın kim olduğuyla acı bir şekilde yüz yüze geliyor. Parçalanıp incelenmek isteniyor, kaçıyor, saklanıyor, her yerde suçlu gibi gösterilip kendi ırkının ihanetine uğruyor hem de onları memnun etmek için çıktığı bir görev uğruna. Wikus hakkı ve haklıyı en acı şekilde öğrenirken bize de mesajlar veriyor açık bir şekilde. Dilimize Yasak Bölge-9 olarak çevrilen yapım yaklaşık 107 dakika boyunca maceranın dozunu yerinde tutarken bize çok daha başka metinleri böylece okutuyor. Bizi bize kırdıran ve dünya tarihi dediğimiz şeyi yazan metinleri. Siyahı, beyazı, kırmızıyı ve hakimiyet hırsını… İzlenmesi gereken bir yapım olarak sinema tarihine düşebileceğimiz yapım ucu açık bir sonla bitiyor. Bu da bize devamının gelebileceğinin işareti oluyor. Hâlâ izlemeyenler varsa mutlaka bir göz atın derim ben. İyi seyirler… Melahat YILMAZ
30
Genetiği de değiştirilmiş Masallar:
Kırmızı Başlıklı Kız Kırmızı başlıklı kız kanayan midesini tuttu. Artık hayatında hiçbir şey eskisi gibi olmayacaktı. Ormana adımını attı. Orman uçurumun kenarındaydı. Gölgelerin içinden bata çıka geçen bu kırmızı başlıklı kızın büyükannesine gitmesine hiçbir şey engel olamazdı. Ancak… Derlerdi ki ormanda bir hain kurt yaşardı. Bu kurt her gün büyükannesine börek, çörek, taze çiçekler ve ormanın öte kıyısına doğalgaz bağlatamadığı için çay demleyemeyen kadına bir termos dolusu çay götüren kızın çoktan peşine düşmüştü. Kız da ormandaki ağaçların her birinin gölgesinin derinliğini kurt kadar biliyordu. Kurt bu yüzden kızla ormanın derinliklerinde baş edemeyeceğini kavradı. Onunla ya onun kendini yüzde yüz güvende hissettiği köyün ortasında karşılaşacaktı ya da… Kırmızı başlıklı kızın her gün büyükannesinin evine gitmekten başka yapacak bir sürü işi daha vardı. Köyün okulundaki çocuklara müzik öğretmenliği yapıyor, köyün kedi ve köpeklerini tek tek isimleriyle çağırarak bu detone ama mutlu çocuk korosuna katılmalarını sağlıyordu. Her çocuğun öğlen yemeğinden gönüllü kopardığı birer lokma ve kızın kasap dükkânından her gün yalvar yakar istediği ama sonunda kasabın insafa gelip bir torbaya doldurarak verdiği ciğer sayesinde tüm kedilerin karnı da doyurulmuş oluyordu. Köyün köpeklerine gelince onları doyurmak kediler kadar kolay olmuyordu. Müzik dersi biten kırmızı başlıklı kızı köyün her köşe başında usulca bekleyen köpeklere, her gün bir yenisi ekleniyordu sanki. Dağlarda iki tane kocaman kangal köpeğiyle gezen çoban, kırmızı başlıklı kızın köpeklerle ilgili çaresizliğini görünce ona bir akıl verdi. Kız artık her gün değirmenciye buğday çuvallarını taşımasında yardım ediyordu. Bunun karşılığında da her gün yarım çuval yulaf unu alıyordu. Sonra bu unu suyla karıştırıp çobanın kangal köpeklerini beslediği gibi yal yaparak köyün köpeklerini doyuruyordu. Hain kurt çalıların arasından kapıların menteşesinden sızarak kırmızı başlıklı kızın her gün tam olarak nereye gittiğini ve kimlerle ne yaptığını ezberlemişti. Onu takip ederken nefes dahi almıyor, takibi esnasında yanından salına salına geçen tavuklara, yakalanırım korkusuyla yan gözle bile bakamıyordu. Kurt kafayı kıza takmıştı. Gel gelelim kıza kafayı takan sadece hain kurt değildi. Kızın her gün köpekleri doyurmak adına canla başla çalıştığı değirmendeki değirmencinin oğlu da kıza sırılsıklam âşıktı. Ve çobandan bahsetmemize gerek yok sanırım. Kırmızı başlıklı kız annesine, büyükannesine gidecek börek ve çörekleri yapmada yardım ederek, çocuklara müzik dersi vererek, kedi ve köpekleri doyurarak günlerini yaşayıp gidiyordu, ta ki… Kırmızı başlıklı kız günlerden bir gün her zamanki gibi müzik dersini bitirmiş, kedileri doyurmuş ve değirmenin yolunu tutmuştu. Değirmene vardığında aylardır kıza olan ilgisini içine ve dışına atmaktan çılgına dönen değirmencinin oğlunun artık canına tak etmiş olmalı ki sonunda kıza saldırdı. Kız daha ne olduğunu anlayamadan oğlan üzerine çullandı. Kırmızı başlığı çıkarıp attı, oğlan kızı zorla öpmeye çalıştı. Kız o gün değirmenden yulaf alıp köyün köpeklerini doyuramadı. Kırmızı başlıklı kız o günden sonraki hiçbir gün değirmenden yulaf alıp köyün köpeklerini doyuramadı. Zaten o günden sonra değirmenci ve oğlunu da gören olmadı. Gerçek şu ki o adamla alçak oğlunu kimse umursamadı.
31
Öykü
O gün olanları bir bilen de kızı kurtla beraber ama kurttan habersiz uzaktan uzağa izleyen çobandı. Çobanın beşik kertmesi vardı. Allah’ın emri olarak o kızla nişanlanmıştı. Ve gelenek gereği bu nişanlısıyla evlenmesi şarttı. Yine de erkek aklı olarak ‘evlenmeden önce şu kırmızı başlıklı kızı bir de ben değirmende öğütsem kim küser sanki’ demekten kendini alamadı. Lakin… Kırmızı başlıklı kız zorla çıkarılıp atılan başlığının yırtılan kısımlarını yamadı. Annesiyle beraber yaptıkları börekleri, çörekleri, taze çiçekleri ve bir termos çayı sepetine doldurdu. Çok geçmeden uçurumun kıyısındaki ormanın içinden geçip büyükannesine gidebilmek için hazırdı. Büyükannesinin evinin kapısına vardığında kapının aralık olduğunu fark etti. Ama hava o kadar güzel o kadar güzeldi ki temiz havayı çok seven yaşlı büyükannesinin içeri biraz hava girsin diye kapıyı aralamış olabileceğini düşündü. Getirdiklerini tezgâha sıraladı. Börekler, çörekler, taze çiçekler ve çayı tepsiye güzelce yerleştirdi. Azıcık hava almak için de olsa yatağından kalkınca hâlsiz düşmüş yaşlı kadına moral verebilmek amacıyla yatağın başucuna yaklaştı: - Büyükanne, senin gözlerin neden bu kadar büyük? - Seni daha iyi görebilmek için… - Büyükanne senin ellerin neden bu kadar büyük? - Seni daha iyi kucaklayabilmek için… - Ama büyükanne senin ağzın neden bu kadar büyük? - Seni daha iyi öpebilmek için… Kızı ve büyükannesini kurtla beraber ama kurttan habersiz uzaktan uzağa izleyen çoban bu son cevapta içindeki arzuyu bulmuş olacak ki harekete geçti. Büyükanneyi tek bir hamle ile yataktan aşağı atıp kırmızı başlıklı kız daha ne olduğunu anlayamadan üzerine çullandı. Kırmızı başlığı çıkarıp attı, çoban kızı zorla öpmeye çalıştı. Başlık savrulunca içinden dişi bir kurt çıktı. O sırada yataktan yere düşen kişi ise hain erkek kurt postuna bürünmüş kırmızı başlıklı kızdı. Aslında annesi ve büyükannesi, ormandaki hain erkek kurt tarafından parçalanan kırmızı başlıklı kız, bu dişi kurt tarafından korumaya alınmıştı. Kurt kırmızı başlığından kurtulunca çobanın başına da değirmenci ve oğlunun başına gelenin aynısı geldi: - Bütün sihirbazlık numaralarının üç bölümü vardır. İlk bölüm “Vaat” bölümüdür. Size sıradan bir şey gösterir: Değirmenci ve oğlu. İkinci bölüm “Dönemeç” bölümüdür. Sihirbaz olağan bir nesneyi alır ve olağanüstü bir şeye dönüştürür: Değirmenci ve oğlunun ortadan yok olması. Şimdi siz sırrı arıyorsunuz fakat onu bulamazsınız. İşte bu yüzden her sihirbazlık numarasında “Prestij” dediğimiz üçüncü bir perde vardır: Kırmızı başlıklı kızın değirmencinin oğlundan hamile olması. Senin ilüzyonun ise ne yazık ki iki aşamalı… Dişi kurt bir pençe darbesi vurdu. Çobanın mide ve bağırsaklarını ortaya savurdu. Kırmızı başlıklı kız kanayan midesini tuttu: - Elveda, dedi çobana. Bir daha kimseyi zorla öpmeye çalışma. Ya da öptükten sonra gitmeye… Artık istese de hayatında hiçbir şey eskisi gibi olmayacaktı. Aklının tutturduğu şarkı beyninde yankılandı: “Bu aşk burada biter… Yazan: B A L I K H A F I Z A http://tugbaturan.com
32
33
llustrasyon : Jennie Harbour 1921
Yazarın
Yazarın
Kaleminden
Kaleminden
Cimri Palyaço Urfa’yı konu edindiğim Cimri Palyaço adlı roman özellikle Urfa şehriyle ile ilgili fantastik romanın ilk örneklerinden biri. Romanda klasik aşk anlayışının dışına çıktığımı söyleyebilirim. Cimri adında bir bayana âşık olan başkahraman (Haci), roman boyunca kadim bir arayışa sürüklenir. Sürüklenir diyorum çünkü kahramandan başka herkes Cimri’nin var olmadığını iddia eder. Başkahraman da Cimri’nin var olduğunu söyler ve roman boyunca Cimri’nin varlığını kanıtlamaya çalışır. Tam da bu noktada romanın da bölümlerini oluşturan diğer karakterler başkahramanı engellemeye, onu kandırmaya, oyalamaya çalışırlar ve sürekli ona yanlış adresler verirler. Bir yandan gerçek hayattaki insanlar Cimri’nin olmadığını, olamayacağını iddia ederken beri taraftan uzaydan yeryüzüne düşen kötü varlıklar da Şam Şeytanı, Şubat Karısı gibileri de aslında Cimri’nin var olduğunu ve Cimri’nin adresini bildiklerini iddia ederler ve başkahramanı kandırmaya çalışırlar. Gerçek hayattaki gerçek insanlar ile gökten inen varlıklar arasında sürekli ikilemde kalan kahraman her iki cepheyle mücadele etmek zorunda kalır. Aslında burada konu edindiğim bu aşk hikâyesi bölgemizde yaşanmış karşılıksız aşklara da ince bir göndermedir. Bu konuda bölge insanının hiç de şanslı olduğunu söyleyemem. Anadolu, Mezopotamya ve Ortadoğu kavşağında bulunan Urfa şehrinde; aranan, özlenen ve yaşanması umulan bir aşkı böyle işlemem gerekiyordu. Nedeni ise bölgenin günümüzde bile devam eden aşiret yapısı, tutuculuk ve gelenek… İster istemez aşklar bu yapıdan etkilenecek ve ifadesiz, karşılıksız kalacak. Yaşanmayacak. Ayrıca Roman; Göbeklitepe buluntularından başlayıp günümüzün gerçek dünyasına kadarki geçen 13 bin yıllık bir tarihi, kesintisiz bir sentezle, günümüzün gerçekliğine kadar indirgiyor. Roman yedi bölümden oluşuyor 1- Başlayan Kıvılcım 2- Şam Şeytanı 3- Şubat Karısı 4- Tuhaf Sohbetler 5- Kara Evli 6- Göreler 7- Tek Sayfalık Günler Romanında yaptığım bir diğer değişiklik ise üslup… Tiyatro dilini roman diline yaklaştırmaya çalıştım.
34
Bölgedeki mizah anlayışlarını tiyatro sözcüklerine sıkıştırıp anlam yoğunluğu oluşturmayı hedefledim. Tabii ki bu hedefe en uygun dil ise tiyatro diliydi benim için. Oyun dili mizah için uygun olur diye düşündüm. Ayrıca romanda geçen mekânlar tamamen bölgenin tarihi ile ilgili. Atargatis Kültünden, Hz. İbrahim’e, Harran’daki sabilerden, Gümrük Hanı Kıraathanesine, Balıklı Göl’den kiliselere kadar… Neredeyse Urfa sınırlarında yaşamış tüm uygarlıkların izlerini bu romanda bulmak mümkün ve de günümüze kadar uzanan tarihini… Kitabın içeriğindeki kötü diye adlandırdığım karakterlerin varlığını gökyüzüyle ilişkilendirmeye özen gösterdim. Gökyüzü ile yeryüzünü ortak bir noktada karakterler üstünde ifade ettiğimi söylemeliyim. Ayrıca uzayın insanoğlu için gelecek bir amaç olduğunu belirttim. Bunun için tarihimizde önemli bir yeri olan bir söylemi kullanmayı tercih ettim. Bu amaçla uzay seyahatleriyle, yıldızlar seyahatleriyle alakalı olarak Evliya Çelebi’nin ‘’Seyahat Ya Resul Allah’’ sözünü ilke edindim. Ve bunu ilgi çekmeyen diyaloglar arasına sıkıştırdım. Şam Şeytanı, Şubat Karısı karakterleri geçmişten bugünü gelen halk söylenceleri olsa da bunları kadın sorununa ve uzayda yaşayan milletlere indirgedim. Ayrıca bu karakterlerle de başkahramanı yolundan saptırmaya çalıştım. Aslında yazdığım roman ve karakterler klasik roman örgüsüyle işlenmemiştir. Daha çok karmaşanın olduğu olaylar silsilesi gibi vermeye çalıştım. Okuduğum romanlarla benim yazdığım romanı karşılaştırdığım zaman yazdığım romanın aslında farklı bir tür olabileceğini de düşündüm. Belki biraz tiyatro belki biraz şiir belki biraz da bir felsefe kuramı… Yazdığım kitaba tam anlamıyla bir roman demek zor. Masalsı özellikler de var. Sonuç olarak bir genç âşık oluyor ve sevgilisini arıyor. Genç adam roman boyunca âşık olduğu insanın var olup olmadığını ispatlama problemi yaşıyor. Bu problemler giderek ağırlaşıyor. Kitabın her bir bölümüne adını veren karakterler bu genin sevgilisinin olup olmadığı konusunda genç adamı sürekli oyalıyor ve yanlış adreslere yönlendiriyor. Ancak genç en sonunda sevgilisini Hz. İbrahim’in ateşe atıldığı Balıklıgöl makamında buluyor. İki âşık gölün kutsal suyuna girip kayboluyorlar. Bu çeşit vuslat anlayışı kültürümüzün bilinçaltına işlenmiştir ve ben bu kültürü kullandım. Kitabın İçeriğinden Bazı Bölümler 'Ben cin taifesinden bir zatı hürmetliyim. Derler ki bana Şam Şeytanı… Çoban külahı, tarla faresi… Ben ki kırmızı havadan yaratılma, gökten zembille inme, cadıların süpürgesinde bir tel! Ağızlarda arsızca şaplatılan bir sakız… Ben Şam Şeytanı. Çoban külahı, tarla faresi, burun kılı, soğan kabuğu… Ben, kara yerin dibinden gelme bir ifritim!' Şeytan'a çok öfkelenmiştim. Ona cevap vermem gerekiyordu. Son bir hamleyle; 'Elif… Lam… Mim… Ra… Sen ki huzuru ilmiyeden kovulmuş faydasız bilgi. Âdem'e itaat etmeyen bunak ışık… Âdem ile Havva'nın aşkını kıskanıp bizi cennetten kovan koca karı! Hayallerime şekil veren zihnimden derhal uzak dur! ' dedim. ----Üstümde çok büyük bir ağırlık vardı. Bana sesleniyorlardı... Uyan Boya ... Güzel bir devre giriyoruz. Devir Anadoluluların, Mezopotamyalıların ve Ortadoğuluların devri... Devir Ak Deliklere ve Kara Deliklere seyahatler devri... Bunun için ayağa kalkıp ''Seyahat Ya Resul Allah'' demekten başka çaren kalmadı.... Halil ANLI
35
Öykü
FOTONELLA Fauton Serisi 2
“Aylin! Şiişşt Aylin. Nerde kaldı senin pizza ya?” Aylin televizyondaki kadına bakakaldı. Divanda sağ tarafına uzanmış durumdaydı. Kısık sesle televizyondaki popüler bir evlilik programını dinliyordu. Uykunun ısrarcı olmayan tülden kollarının etkisini hissediyordu, ama henüz bilinci yerindeydi. Tam gözlerini kapattığında bunu demişti kadın. Oysa ona sorulan şey ailesiyle ilgiliydi. Babası kızının bu programa katılmasına karşıydı. Annesi ve abisi ise destekliyordu. “Bence gelmez artık. Gitti senin pizza. Hem pizzan, hem de Pisa Kule’n. ” Kendini talip olduğu yakışıklı genç adama beğendirmek için uzun simsiyah saçlarına saatler harcamış hoş bir genç kadındı. Aylin ona bakarken göz göze geldiler. Kadın sağ elinin işaret parmağıyla bileğindeki altın kaplama saatinin kadranına dokundu. “Eğik kuleler an gelir, pattadak devrilir.” Aylin kadının direkt olarak kendisine hitap ettiğinin bilinciyle dirildi ve ok gibi yerinden doğruldu. Ayakta televizyonun karşısında durdu. Onun bu hareketi programı yapanları da etkilemişti. Arka fonda canlı müzik yapan orkestra hareketsiz kalınca oda sessizleşti. Programın sunucusu olan kızıl saçlı kadın başını çevirip Aylin’e baktı. Seyircilerde önce kımıldama olmuş, ardından onlar da ‘tıp’ denmiş gibi hareketsiz kalmışlardı. Aylin’in damarlarında fink atan korkulobinin etkisiyle ağzı kurumuştu. İlk düşüncesi, ‘Kafayı tırlattım,’ oldu. İkinci düşüncesi daha rahatlatıcıydı göreceli olarak. İyi saatte olsunların tasallutuydu bu. Delirmektense paranormal parazitlerle cebelleşmeyi yeğlerdi. Çocukluğundan beri karanlıktan, hayaletlerden korkmayan biriydi. Cinlere inanırdı, ama kendisine hasım olmaları için bir neden hayal edemezdi. “Ara şu numarayı da bırak yakamızı Aylinciğim. Peder bey hatta bekliyor. Bana sitemlerini arz edecek.” Aylin sehpanın üstünde duran uzaktan kumandayı alıp kapatma düğmesine bastı. “Telefonu dedim ya! Hadi çabuk ol! Kırk yılda bir milletin önüne çıktım. Şimdi reva mı bu yaptığın?” Bu arada ekran, seyircileri, sunucuyu, orkestrayı da göstermekteydi. Hemen herkesin yüzünde ‘Hadi denileni yap yahu’ ifadeleri kıpırdaşmaktaydı. Aylin etrafına bakındı. Telefon az önce başını koyduğu yerdeydi. Eğilip aparatı aldı. P harfinden Pizzacım’ı buldu ve hattı açmak için yeşil düğmeye bastı. Düğmeye basınca birkaç şey birden oldu. Önce ekranda donuk duran orkestra çaldıkları parçaya kaldıkları yerden devam etti. Aylin uyuklama eşiğinde yatarken ‘Dalgalandım da Duruldum’ adlı parçayı çaldıklarını hatırladı. Çok sevdiği bir şarkıydı. Siyah uzun saçlı kadın sunucuya bakıyordu. Seyirciler ve sunucu hanım da bakışlarını ondan çekmişti. Artık kimse kendisine bakmıyordu. Aylin her şey normale döndü diye düşünürken televizyon kendi kendine kapandı. Aylin saniyelerce kıpırdamadan durdu. Televizyonun kendi kendine açılmasını bekledi. Bu olmayınca etrafına bakınırken sağ elinde tuttuğu telefonun ekranında, Aradığınız Numara Devrilmiş yazdığını görerek apışıp kaldı. Damarlarında korkulobin zerrecikleri artmaya başlamıştı yine. Menüden tekrar P harfine gitti. Pizzacım’ı buldu ve arama tuşuna dokundu. Bir sonraki saniyede olanları ifade etmek zordu. Genç kadının elindeki iPhone 7 siyah renkliydi. Birden genişledi. Rengi siyahtan,
36
37
Öykü
Öykü
kızarmış ekmek rengine döndü ve ısındı. Aylin derin şoktaydı. Avucunu ısıtan şeyin bir pizza olmaya çalıştığını, ama Salvador Dali’nin erimiş saatlerine benzediğini düşünürken sonunda kasları harekete geçti ve avucunda bir fare varmış gibi eliyle o nesneyi uzaklaştırmak için azami bir kas gücü uyguladı. Bir zamanların gözde aparatı olan kem nesne bir parabol çizerek oturma odasının girişine iniş yaptı. Yere dokunduğunda metal ve bakalit karışımı bir ses çıkardı, ama görünüşü hâlâ kötü bir pizza taklidi şeklindeydi. Aylin bu arada kararını vermişti. Evde durum normal değildi. Biraz bu mekânı terk edip düşünecek ve sonra ne yapacağına karar verecekti. Hol tarafına gideceği sırada ani bir hisle oturma odasının penceresine gitti. Camı açtı. Dışarıda sıcak bir yaz gecesi vardı, ama gece sadece sıcaktan ibaret gibiydi. Midesi kasılmıştı bu defa korkudan. Dışarıda elektrikler sönmüştü. Ne sokak lambaları ne de evlerde tek bir ışık belirtisi yoktu. Caddeye bakan bir apartmanın birinci katında oturuyordu. Yarım ayın sayesinde caddedeki nesneler biraz seçilebilmekteydi. Arabalar vızır vızır geçiyordu, ama farları yanmıyordu. Bu ne demekti Allah aşkına? Hissettiği korku nedeniyle paniğe kapılmak üzereydi. Bir an önce evden çıkacak ve bir yakınına gidecekti. Acilen normalleşmeye ve garip oluşumlara mantıklı cevaplar bulmaya gereksinimi vardı. Odayı hızlı adımlarla geçti.‘Estağfurullah’dedi ve o garip nesnenin üzerinden atlayarak portmantonun olduğu yere gitti. Rahat makosen ayakkabılarını giydi. Eve geldiğinde pantolonunu çıkarmadığı için memnundu. Giyinmekle zaman yitirmek istemiyordu. Üzerine askılıkta duran gül kurusu renkli kot ceketini geçirdi ve sokak kapısını açtı. Apartman sahanlığı arı kovanı gibiydi. Bu uğultu, kanat çırpmalarından değil çok sayıda kimsenin konuşmasından kaynaklanıyor gibiydi. Aradan seçebildiği sözcükler vardı. ‘Kule devrildi. Zaman firelendi. Takatsız fakatsız final. Sarmallı ihmal.’ Aylin içinden Fatiha suresini okuyarak ışıklandırmanın düğmesine bastı. Sahanlıkta lambalar yanmamıştı, ama kendi evindeki ışıkların tümü sönmüştü. Bu düğmeyle bunu yapmak imkânsızdı. Diğer yandan karanlıkta basamaktaki ayakların seslerini duyar olmuştu. Onlarca, belki yüzlerce ayak sesi... Yaklaşıyordu. Aylin içeri girdi ve karanlık holde koşmaya başladı. Sol ayağı biraz sertleşmiş omlet gibi bir şeye basınca hızını artırdı. Kayıp düşmediğine bin şükrederek açık bıraktığı pencereye vardı. Dışarısı bıraktığı gibiydi. Merdivenlerdeki ayak sesleri holde belirdiğinde dehşetle geriye baktı. Karanlıkta iyi görmüyordu, ama insan suretindeki karaltılar belirmişti odanın girişinde. Aylin pencereden sarkarak birinci katın başlangıcındaki çıkıntıya bastı. Buradan kaldırım en fazla üç metre yüksekliğindeydi. Genç kadın hafif ve çevik bedenine güveniyordu. “Dur AY - 10 24 ! Dur dedim.“ Aylin geriye döndü, yüzünü seçemediği erkek suretli silüete baktı. “Ne dedin sen bana?” “Ben Fauton Kaçakları’nı toplayan üniteyim.” Aylin’in içinden bir ses ‘Dinleme onu kızım. Kendini acilen yerçekiminin kollarına sal,’ diyordu, ama “Neymiş bu Fauton?” diye sormadan duramadı. “Kendileri foton üreten akıllı fotonlar. Bunlara Fauton deniyor. Fotonlar elektromanyetik alanların teşkili dahil evrendeki her şeyden sorumludur. Fautonların sayısı çok azdır. Bunlar bazen hayatlara öngörülmeyen, program dışı şekillerde müdahale ederler. Bunlara ancak belli bir dereceye kadar göz yumuluyor. Fautonların elektromanyetik dalga salınımlarında da bir sınır var. 10 21 Hertz en üst sınırdır. Zetta Hertz yani. Bu aşılınca geri toplanmaları gerekir. Yönetmelikte böyle yazıyor.”
“Ben şimdi Fauton muyum yani?” “Evet. İnsan formu almış akıllı foton kümesi. Dişilere Fotonella deniyor espriyle. Üstelik frekansın 1024 Hertz. Yotta Hertz deniyor. Buna izin yok. Çok sakıncalı bir seviye. Sen insan değilsin. Sandığın gibi bir geçmişin yok. Aylin kendini boşluğa saldı. Ayak uçları yere değdi, kadının kasları yaylanarak düşmeyle ortaya çıkan enerjiyi, enerjisini azalttı. Yukarı baktı. “Orada dur AY 10 24 . Sen bir kopyadan ibaretsin. Bozunma katsayın çok düşük. Tahribat çapınsa büyük. Bu nedenle seni alıp esas ait olduğun yere götüreceğim.” Aylin çok merak etmişti. “Neresiymiş orası?” dedi. “Bunu ben izah edemem.” dedi camdan aşağıya bakan suret. “Ben sadece gelir, alır ve götürürüm. Bilgim ve görgüm vardığım yeri, yani nihai kaynağı çözümlemekten acizdir. ” “Hadi hoşçakal o zaman.” Aylin ana cadde yönüne doğru koşarken karartmanın bütün semti kapsadığını hissetti. İçinden bir ses sadece İstanbul’un bu yakası değil, bütün İstanbul, Türkiye ve hatta dünya diyordu. O gizemli suret kendisini AY 10 24 diye çağırmıştı. Fotonella hoş bir isimdi aslında. Yakınlarda şöyle bir karıştırdığı Çözücü adlı kitapta bölüm başlığı olarak gördüğünü hatırladı. Tevafuk. Bu anlara işaret. Aylin bunları düşünerek koşarak ana caddeye çıktığında yeni bir şok dalgasıyla karşılaştı. Farsız hareket eden arabalar vızır vızırdı, ama gözüne hiçbir yerde bir yaya ilişmiyordu. Topyekûn bir ıssızlık hüküm sürmekteydi. Dahası sol tarafında bulunduğu yerden on metre kadar ötede yarı şeffaf bir sınır vardı. Caddenin geri kalanı görünmüyordu. Sağ tarafında da aynı oluşum mevcuttu, ama elli metre kadar uzaktaydı. Takip eden var mı diye arkasına bakınca aynı cinsten duvarın iki metre kadar ardında durduğunu görerek irkildi. Birden meseleyi çaktı. Fauton polisi midir nedir, takibi bu şekilde yapıyordu. Pacmanvari bir şekilde bulunduğu mekânı kısıtlıyor, yolları kapatıyordu. Niyeti kendisini bir fare gibi sıkıştırmaktı. Aylin ani bir hareketle karşı kaldırıma doğru koştu. Farsız arabalardan birinin önünden son yarım saniyede sıyrıldı. Direksiyonda kapkara, yüzü müzü olmayan bir suret oturmaktaydı. Sol dirseğini camdan dışarı çıkarmıştı. Sağ koluyla da yan koltukta oturan kadına sarılmıştı. Arabayı nasıl sürmekteydi acaba? Genç kadının kalbi deli gibi atıyordu. Kaldırımda durup hemen yakındaki sokağa saptı. Dar sokakta kimsecikler yoktu. Park etmiş tek bir araba olmayan sokağın bitiminde sola dönemedi. Duvar köşede pusuya yatmıştı. Sağa doğru koştu. Biraz gittikten sonra ilerideki duvarı gördü. Nefes nefese kalmıştı. Durup arkasına baktı. Arkada bıraktığı köşeyi göremedi. Önce bunu karanlığa yordu, ama sonra duvarın ona doğru yaklaştığını anladı. Farkında olmadan nefesini tutarak etrafına bakındı. Binalar karanlıktı. Camlarda tek bir yüz yoktu. Sıcağa rağmen hepsi sımsıkı kapalıydı. İşi bitmişti. Duvarlar yaklaşacak ve onu içlerine çekecekti. Gözleri doldu. Bu hayatı istiyordu. Kendisi ne olursa olsun bu isteği gerçekti. Kalpten arzuluyordu. Kalbi gerçekti, heyecanla gümbürdüyordu. O bir varlıktı. İptal edilmek istemiyordu. İçinden bildiği bütün duaları okurken zihninde bir düşünce patladı. Haydi Aylin sağlama yapıcaz. “Ne sağlaması.?” Ne kadar varlıksın görelim bakalım. Zaman az. Çevrendeki kapan mükemmelleşiyor. Hayatın nasıldı? Hepsini gözünün önünden geçir. Yıldırım hızıyla ama. Yaklaşan varlık soğurucu setlerin şakası yok. Aylin bir şey diyecekti, ama iki yanındaki duvarın beşer metre ötesinde durduğunu görünce kalbi yeniden koşuşturmaya başladı. Çok az zamanı kalmıştı. Gözlerini yumdu ve zihnini tek bir noktaya
38
39
Öykü
Öykü
yoğunlaştırdı. Aylin 26 yaşındaydı. Mekatronik bölümü mezunuydu. Üç yıldır Arges firmasında araştırma ekibinde çalışıyordu. Eskişehir doğumluydu. Üç yaşındayken ailesi İstanbul’a göçmüştü. Feneryolu denen yerde büyümüştü. Annesi ve babası şu anda aile ziyareti için Eskişehir’deydi. Erkek arkadaşı Ufuk’tan ayrılalı iki hafta olmuştu. Sabık sevgilisi telefonu açmamasına rağmen günde iki kez aramaya devam ediyordu. Bunların hepsi gerçekti. Gözlerini araladığında duvarların ikişer metre yakınında durduğunu gördü. İlk kez ısılarını hissetmişti. Soğuktu yüzeyleri. Korkulobin zerreleri zihnini yavaşlatabilirdi. Gözlerini yumdu, düşüncelerini maziye yolladı. İki yaşındayken sol dizine sıcak su dökülmüştü. Canı çok yanmış ve ağlamıştı. Bu nedenle hatırlıyordu. En eski anıydı. Sıcak bir anıydı. Soğuğa inat. İlk kanamasını on üç yaşında geçirmişti. Midesinin bulantısını, gelip giden baş ağrısını düşündü. Bunların hepsi gerçekti. Babaannesi Neriman hanım o on bir yaşındayken ölmüştü. Hayatında gördüğü ilk ölüydü. Gözleri yarı aralıktı. Yetmi iki yaşındaydı. ‘Aklı bu dünyada kaldı’ demişlerdi. Aklı bu dünyada kalmak tutunulacak bir daldı. Kaybı için duyduğu elem gerçekti. Aylin gözlerini açmaya korkarak iki elini yanlara doğru açtı. Duvarların ne kadar yakınlaştığını görürse morali bozulacaktı. Elle hissetmek daha dayanılır olabilirdi. Parmak uçları hiçbir şeye değmedi. Soğuk da algılamadı. Bu sevindirici bir şeydi. Belki de durmuşlar ve hatta gerilemişlerdi. Erken sevinmeye korkarak gözlerini açtı. Tam önünde gördüğü şey nedeniyle yanlara hemen bakamadı. Bir kafenin önünde duruyordu. İçeride ışıklar yanıyordu. Çok kalabalık değildi. Duvarlar iki yanında bir metre kadar yakındı. Bu nedenle içeriyi daha iyi görebilmek için kapıya yaklaştı. Altı masadan sadece ikisi doluydu. İki orta yaşlı kadın ve liseli tipli bir delikanlıdan ibarettti müşteriler. Barın arkasında kısa siyah saçlı, buğday tenli bir adam ellerini göğsünde kavuşturmuş ona bakıyordu. Siyah bir gömlek giymişti. Yüzünü birine benzetiyordu, ama hemen hatırlamamıştı. Tuzağın bir başka şekli olabilir miydi? Aylin duvarların işini bitirmek üzere olduğunu düşünerek içeriye girmeye karar verdi. Eliyle tokmağı döndürdü kapı açılmadı. Duvarlar homurtuyla hareket etmişti. Hımbıl bir şekilde üzerine doğru geliyorlardı. Aylin, “Hayat tecrübem tümüyle gerçek. Allah aşkına ben bir varlığım.” diye mırıldandı ve kapıya iyice abandı. Soğuk duvarlar iki noktadan omuzlarına değdiğinde kapı açıldı ve içeriye adeta balıklama daldı. Az kalsın yere kapaklanacaktı. “Hoşgeldiniz hanfendi. ” Aylin adama gülümsedi ve başını çevirerek geriye baktı. Camlar ayna gibi olmuştu. Dışarısı hiç görünmüyordu. Duvarlar her yeri örtmüştü besbelli. “Merak etmeyin burası muhkem bir yerdir.” Genç kadın içeri apar topar girişini sıradan bir şeymiş gibi kabul eden, kendisine özel bir ilgi göstermeyen üç müşteriye bir göz attı ve “Kahveniz var mı?” “Filtre kahve. Az sütlü ve şekersiz. Hemen hazırlıyorum. ” Aylin’in kahve tadı buydu. Başını salladı. “Teşekkürler.” Adam arkasını ona dönüp kahve hazırlarken Aylin etrafına bakındı. Müşteriler kendi hayatlarını yaşıyordu. İki kadın alçak sesle sohbet ediyor, öğrenci tipli delikanlı da telefonuyla zaman geçiriyordu. Birini bekliyordu muhtemelen. Bu arada camlardan dışarısı görünmemeye devam ediyordu. Bundan sonrası ne olursa olsun yalnız değildi. Dahası hücrelerinde bile hissediyordu, umut yeriydi burası. Bar kısmındaki içki etiketleri, mobilyalar, ışıklandırmadaki optik zekâ, tahta aksamın estetiği… Bu adını bilmediği kafe gerçeklik ve zevk ışıyordu. “Buyrun efendim. Kahveniz.”
Aylin mor gül desenli geniş fincanı ve altlığını pek beğenmişti. Evden apar topar çıkarken yanına çantasını almamıştı. Burada normal para geçtiğini pek sanmıyordu, ama nezaketen sorması gerekliydi. “Şey… Yanımda para yok da. Evden öyle bir çıktım ki.” Adam gülümseyince düzgün, ama biraz sararmış dişleri göründü. “Merak etmeyin. Krediniz neredeyse sınırsız.” Aylin o kadar çok şey sormak istiyordu ki içini çekti ve kahvesinden ihtiyatlı bir yudum aldı. Bunu yapması gereksizdi. Isısı tam içilebilir derecedeydi ve tadı harikaydı. Bir yudum daha aldı ve “Benim bir fauton olduğum doğru mu? Fotonella türünden.” Siyah saçlı adam dostça gülümsedi ve “Bir yudum daha alın lütfen.” dedi. “Bütün cevaplarınız size açılacak.” Aylin, otomatik olarak denileni yaptı. O muhteşem tadı hissederken zihni dalgalandı. Algısı hızla kafe ortamından sıyrıldı. Bayılmak gibi değildi. Zihni hızlı ve kategorileştirilmesi mümkün olmayan algı katmanlarını geçiyordu. Hız nedeniyle bir nesne seçebilmek, cismin çerçevesini çizebilmek imkânsızdı. Sonunda her şey karardı ve sadece seslere yer kaldı. Gözlerini açtığında divanda olduğunu ve evlenme programının seslerini duyduğunu kavradı. Simsiyah uzun saçlı bir kız babasına neden bu programa katılması gerektiğini anlatıyordu. Adam kızının bunu yapmasına karşıydı herhâlde. Uzaktan kumandayı ararken kapının zili çaldı. Aylin çevik bir hareketle doğrulup oturma odasının açık duran penceresinden aşağıya baktı. Kırmızı kasalı motoru ve kasklı delikanlıyı görünce ısmarladığı pizzayı hatırladı. Karnının zilinin de çaldığını fark etmişti bu arada. Masanın üzerinde duran deri çantasından cüzdanını aldı ve kapıya doğru yürüdü. Bu arada başından geçen her şey aklındaydı. Önce pizzayı yiyecek, sonra ne yapacağına karar verecekti. Genç kadın holdeki boy aynasının önünde durup endamına baktı. Kestane rengi uzun dalgalı saçları, beyaz tişörtü ve siyah daracık kotuyla kendine pek parıltılı göründü. Bu parıltıda Morfeus’un mavi nefesi gizliydi. Kapıyı açtığında az önce yaşadığı korkulu serüvenden tek bir ayrıntıyı bile hatırlamıyordu.
40
41
Aralık 2013 - Balçova
Yazan: Sadık YEMNİ
İllüstrasyon: Enver Gökhan ALTUN
42
43
44
45
Öykü
Terk Edilmiş Şehir Mardin’den Diyar-ı Bekr’e dağların arasından geçen eski bir yol uzanırdı. İnsanların tekinsiz fısıltılarla yâd ettiği eğri büğrü bir yol… Artukoğlunun Selçukoğlunun açtırdığı yoldan da eski, menzile tez varmayı dileyenlerin saptığı unutulmuş bir yol… O yolun orta yerinde dağların böğründe adı unutulmuş, terk edilmiş bir şehir vardı… Şam’dan kalkıp gelen deve kervanlarının, Diyar-ı Bekr’den inen çerçi katırlarının, dervişlerin, âşıkların, öşürcülerin, onlardan da evvel paşa kapularıyla tüfekli derbentçilerin, ak börklü ehl-i örf çerilerinin çiğnediği herkese ayan yolun yanında, dağların ortasından geçer diye kısa sayılan üstünü otlar ve söylenceler bürümüş bir kestirmeydi yol. Ancak namını işiten hiçbir yolcunun yolunu düşürmek istemediği bir yerdi ki yolun ağzından geçerken bile sus pus olup kafalarını eğerek geçerlerdi. Namını bilmeden o yola sapanlar, terk edilmiş şehrin sokaklarından geçip gidenler ise anlatılan söylencelere yenilerini ekleyen korkulu hatıralarla ayrılırlardı. Yolda kadimden yolcuların ruhlarından arta kalan korkulu anıların, kanlı eşkıya söylencelerinin tesiriyle bir soğukluğun bulunduğunu söylerler ardından kimin yaptığı oturduğu bilinmeyen şehri anlatırlardı. Adını çoktan unuttukları ya Dikranlılardan ya Süryanilerden kalma kasvetli konaklar, harap bahçeler, baykuş namelerinin süslediği ıssız sokaklar ve ortasındaki koca kule… İnsanların bilinmez bir nedenle elini eteğini çektiği, cinlerin perilerin yuva bellediği, ejderlerin ve akreplerin bekçilik ettiği kadimden kral mezarlarını soymaktan çekinmez haydutların girmeye çekindiği kapısı hep örtülü o şehrin sadece ortasından geçip giderler, arkalarındaki uğultulara, gıcırtılara dönüp bakmadan yoldan biran önce çıkmaya bakarlardı. Ezkaza bir pencere gördükleri hangi Ermeni beyinin altın takılarla süslü güzel kızının hayaletini, bir bahçede güya kendince bir türkü mırıldanır Süryani hanımın hayalini ve kuleden insanları seyrettiği söylenen Dicle teknelerinin yelkenleri misali kocaman saçları olan peri kızını anlatır dururlardı. Dönemin Diyar-ı Bekr paşasının acayip hayallere meftun bir oğlu vardı. Garp memleketlerinde tahsil gördüğü senelerde akranları ilim ve fenle uğraşırken o kalkıp edebiyata meyletmişti. Ancak bu çelebilerin muasır felsefi ve siyasi edebiyatı değildi, ecnebilerin acayip mekânlar ve tuhaf insancıkların etrafında anlattığı ecinnili, kanlı dehşetli, kocakarı masallarından hâllice kıssalardan mülhem “gotik” mevzusu ile hemhâldı. Edebiyat cemiyetlerinde hor görülüp geriye itilen, kimsenin adını dahi zikretmediği bir türde hem okuduğundan hem yazdığından dolayı aşağılanır, “Boş işlerle uğraşıyorsun azizim!” denilerek insanların sayısız akıl vermelerine o kalırdı. Babası Diyar-Bekr’e fermanla gönderildiğinde ardına takılıp gelmiş, İstanbul’un iğneleyiciliğinden taşranın bilinmezler âlemine sığınmıştı. Hayatta yegâne emeli “gotik” nevinden acayip kıssalar yazmak, bunun içinde nedensiz bir melankoli arayışı içinde olmasıydı. Paşa oğlu olup her türlü imkâna haiz olduğundan ruhuna ilham üfürecek melankoliyi bulamadığını düşünürdü. Ta ki yolu bir gün Diyar-ı Bekr’de taş sokakların arasında rastladığı eski bir kahvehaneye düşene kadar… Ömrü Frenk memleketlerinde geçtiğinden, Fındıklı’daki köşkünden Beyoğlu’nun birahanelerinden öteye pek çıkmadığından mütevellit ona arada bir denk geldiği ahşap evlerden daha değişik gelen taştan yapısıyla bu kahve ve renkli camları dikkatini çekmişti. İçeriye girdiğinde senelerce aradığı ilhamı bulduğuna kanaat getirdi. Duvarlarda asılı yılan bedenli rengarenk pullu cam altı Şahmeranları, birden fazla suretiyle nakşedilmiş cinlerin anası Şehretünnar’ın baş köşeye asılmış siluetini, adı yabancı köylerden binbir çeşit inci boncuğu, kalyondan Zümrüdüanka’ya başka cam altı tasvirlerini, bakır fincanları, gümüşten yüzükleri ve
46
47
Öykü
Öykü köstekleri ilk defa görmüş gibi seyretti. İlgisini en çok çeken ise insanların konuştukları olmuştu. Beyoğlu’nun ışıltılı âlemlerinden çok farklıydı anlattıkları. Tılsımlı definelerden, lanetli gömülerden, geceleri kendiliğinden çanların çalındığı terkedilmiş kiliselerden, yolda gulyabani görmüş kervancılardan bahsediyorlardı. Senelerdir aradığı şeylerin yanı başında, bu denli yakınında olmasının şaşkınlığı içerisindeydi. Bulunduğu yerden bir-iki adım uzaklaşsa demek ki önüne hikâyeleri için aradığı sayısız ilham dökülecekti. Her gelen yolcunun anlattıklarının öylesine tesirinde kaldı ki onların bu define koruyucusu yılanlara, dağ diplerinde uyuyan ejderlere ve çölde gezinen cinlere olan kesin inançları, masallar âleminde yaşar hâllerine özendi. Ah ne vardı bu anlatılarla büyüyebilse, onlara dokunabilse? İnsanlarla konuştuğunda aksanlarından anladığı kadarıyla başka hikâyeleri olup olmadığını soruyordu, dinlediği her hikâyeyi de anlayabileceği şekilde yanında bulundurduğu defterine yazıyordu. İlk başta bu yaptığından ötürü insanlar onu padişahın hafiyelerinden biri sanmıştı ancak her hikâye dinleyişinde şeker bulmuş çocuk gibi sevindiğini gördükçe daha fazla şeyler anlatmaya başlamışlardı. Hikâye anlatmadık yolcunun kalmadığına kanaat getirince biran önce hikâyelerini yazmaya başlamak üzere kahveden çıkmaya niyetlendiğinde ihtiyar kahveci “Terk Edilmiş Şehir”in hikâyesini dinleyip dinlemediğini sordu. Bunu duyan paşa oğlu yeniden sedire kurulup kahvecinin anlattıklarını dinledi. İnsanlar tarafından uzun süre önce terk edilen şehri, insanların ürperdiği yolu, acayip sesleri duyar duymaz tüm yazdıklarını unuttu. Aradığı en büyük ilham kaynağına ulaşmıştı. Tekinsiz ve iç karartan binalar ve hatta en çok merak ettiği göründüğü söylenilen hayalet güzeller ve peri kızları… Üstüne bir de şehrin Mardin yolunda olduğunu öğrenince yerinde duramadı. Sabah vakti erkenden yola çıkmayı kafasına koydu, tekinsiz hikâyeleri orada yazmak için… O gece hiç uyuyamadığından sabahı bekledi. Sabah ezanı okunurken sadece defterini ve yanında hep taşıdığı Amerika’dan getirttiği dolma kalemi haricinde Osmanlı usulü divit okka takımını da yanına alıp, odasındaki kandille birlikte vali konağından ayrılıp üzüm bağlarına giden Süryani bağcıların arasına karışıp şehrin asırları devirmiş surlarından dışarıya çıktı. Mardin’e inen çerçi katırlarının peşine takılıp dağ yollarından patikalarından ilerledi. Çerçilerin korkulu hâllerini görünce terk edilmiş şehre yaklaştığını anlattı. İhtiyar kahvecinin anlattığı şekilde ıssız, üstünü otlar bürümüş, kayalık bir boğaza giren patikaya saptığında çerçiler dilleri döndüğünce onu vazgeçirmeye çalıştıysa da onları dinlemeden şehrin yolunu tuttu. Bir müddet sonra dağların kalbine kurulmuş kayıp şehri uzaktan gördü. Uzaktan uzağa şehrin beyaz taşları üzerinde parıldayan gün ışığını ve kahvecinin korkuyla anlattığı kilise kulesini seyretti. Şehrin kapılarının ardına kadar açık olduğunu görünce öylesine yürüyüp geçti. Harap sokaklara bakınıp çınlayan sesini dinledi. Ürpertici ancak yalnız ve hüzün dolu bir hâli vardı. Harap bahçeleri gezerken, boş şarap fıçılarını ve yalnız sandalyeleri gördükçe bir nice ilham doluştu zihnine. Baykuş sesleri bile kulağına şarkı gibi geliyordu. Hele o terk edilmiş kilise! En son oraya bakacaktı. Ondan evvel güneş tepeye yükselene kadar şehrin tüm evlerini, konaklarını dolaştı. Onlardan kalan duvar resimlerine, camları çatlamış Şahmeran tasvirlerine, eşyalara dokundu. Gözünü kapatıp mezar sessizliğini ve baykuş uğultularını dinledi. Girdiği iki katlı bir köşkün balkonundan hem dağları hem ıssız şehri görüyordu, kilise kulesi ayan beyan karşısındaydı. İran şairlerinden Hakanî’ye atfedilen ve Tursun Beg’in Fatih Sultan Mehmed’in Kostantiniyye’ye girdiğinde Bizans’tan yadigar Ayasofya’ya bakarak okuduğu rivayet edilen “Bûm nevbet mî-zened ber tarêmi Afrasyab! Perdedâri mi-küned der kasr-ı Kayser ankebût!” beytini mırıldandı. “Baykuş Afrasyab’ın kulesinde nevbet vuruyor! Örümcek kayserin sarayında perdedarlık ediyor!” Ah! Şu manzarayı görseydi de öyle okusaydı
Sultan Mehmed, görseydi de öyle kaleme dökseydi Hakanî! Oturup kendisi yazdı, cinler sultanının mehteranı baykuşların ötüşleriyle vurdukları nevbeti, her köşkte her bahçe harabesinde kendisini karşılayan asırların tozunu tutar gibi görünen perdedarlık eden örümcekleri tasvir etti. Ardından bu çok beğendiği konaktan ayrılıp esrarını merak ettiği kilise kulesinin yolunu tuttu. Koca binanın önüne geldiğinde bunun bir kilise olduğunu ancak uzun süre önce bir konağa dönüştürüldüğünü gördü. Üstündeki melek tasvirlerinden, kabartmalardan anlaşılıyordu. Ancak çan kulesindeki çan sökülmüştü ve girişten bakıldığında içeride ev eşyaları görünmekteydi. İçeriyi gezdiğinde kilisenin sunağının dahi bırakılmadığını gördü. Duvarlara asılı bazı paslı kılıçlardan buranın kadimde konağa çevrildiğini anladı. Kuleye tırmanana dek sanki asırlar geçti… Paşanın oğlunu günler sonra Mardin’in bağlarında buldular. Giyiminden yabancı olduğunu anladılar, vali paşanın oğlunun kaybolduğunu öğrenince haber verdiler. Paşa oğlunu bulduğunda ölü bulmayı yeğledi. Karanlıktan, şarkı söyleyen baykuşlardan, ters ayaklı peri kızlarından bahsediyordu. Toptaşı Tımarhanesi’ne gönderildi çift süvari jandarmayla yaylı içinde, vali paşa üzüntüsünden verem olayazdı… Mardin’den Diyar-ı Bekr’e dağların arasından geçen eski bir yol uzanırdı. İnsanların tekinsiz fısıltılarla yâd ettiği eğri büğrü bir yol… Artukoğlunun Selçukoğlunun açtırdığı yoldan da eski, menzile tez varmayı dileyenlerin saptığı unutulmuş bir yol… O yolun orta yerinde dağların böğründe adı unutulmuş, terk edilmiş bir şehir vardı… O şehir asırlar da geçse yeni kurbanları bekleyecekti…
48
49
SON Yazan: Mehmet Berk YALTIRIK
İllüstrasyon: Erdinç KALAFAT
ÇizgiRoman
ÇizgiRoman
İnceleme
İnceleme
Vertigo Çizgi Romanları (ya da... Anne? Niye bu çizgi romanda kovboylar yok ama silahlar, seks ve küfür var?) 2000 yılında Singapur’a staja gittiğimde çizgi romanlar konusunda bayağı bir bilgi kazanmıştım. Image dergisinin yarattığı çizgi roman patlamasından sonra yaratılan suni çizgi roman borsasının çöküşü üzerine, çoğu çizgi roman satan firma ellerindeki çizgi romanları zararı kurtarmak için “50 tane çizgi roman 20 $, 100 $ üzerinde alışveriş yapan herkese de ayrıca 15 $’lık çizgi roman hediye” şeklinde dağıttıklarından DC ve Marvel dışında Malibu, Valiant, Image, Dark Horse, EC gibi bir sürü çizgi roman firmasının çıkarttığı yayını okumuştum. Artık iyilerin kötüleri dövdüğü ve donlarını elbiselerinin dışına giyen süper kahramanların hikâyelerinden, dolgun göğüslü ve kalçalı hatunların ve de bir Jip büyüklüğünde göğüs kasları olan erkek süper kahramanların maceralarından iyice sıkılmış ve Amerikan çizgi romanlarına karşı tüm inancımı yitirmiştim. Staj esnasında mühendis bir arkadaşımın tavsiyesi üzerine Asya’daki en büyük kitapçı olan “Kinakuniya”yı ziyaretimde raflara bakınırken tuhaf bir çizgi roman gördüm. Kapaktaki kahraman bir kostüm giymiyordu. Onun yerine sırtında bir trençkot vardı, tamamen kırışıklar içinde ve kirli bir gömlek giyiyordu, gevşekçe bağlanmış bir kravat Vertigo’nun “esas oğlanı” John Constantine. Vertigo’nun en gömleğin üstünden sarkıyordu ve umursamaz bir uzun sürekli yayını olan Hellblazer 300. sayıda okuyuculara şekilde sigara içiyordu. Daha da çarpıcı olan ise arka veda etti, fakat “Constantine” adında daha yumuşak bir çizgi roman DC Comics adı altında çıkmaya başladı. plandaki Amerika Özgürlük Heykeli alevler içinde yanıyordu. O yıllara göre oldukça iddialı olan bu kapak gördüğüm ilk Vertigo çizgi romanıydı ve adı da “Hellblazer”dı. Hızlıca hikâyeyi karıştırdım ve içinde seks, uyuşturucu, vudu büyüsü, başkan Lincoln ve Kennedy ile ciddi ciddi dalga geçmeler, iblisler bol bol sigara ve içki görünce beynimden vurulmuşa döndüm. Bu nasıl bir çizgi romandı böyle? Hemen onu aldım ve bir solukta bitirdim. Vertigo firmasıyla tanışmam aynen böyle oldu ve hâlâ da büyük bir keyifle Vertigo okumaya devam ederim. Vertigo’nun “esas oğlanı” John Constantine. Vertigo’nun en uzun sürekli yayını olan Hellblazer 300. sayıda okuyuculara veda etti, fakat “Constantine” adında daha yumuşak bir çizgi roman DC Comics adı altında çıkmaya başladı.
50
Vertigo’yu anlatmak için önce biraz geriye dönmemiz gerekiyor. 26 Şubat 1958 yılında Karen Berger adlı şirin bir kız çocuğu dünyaya geldiğinde ciddi ciddi çizgi roman piyasasında değişiklikler yapacağını kendisi de dahil olmak üzere herhâlde kimse tahmin etmiyordu. Karen Berger, 1979’da Brooklyn Üniversitesi’nden İngiliz Edebiyatı ve Sanat Tarihi dallarından mezun olduktan hemen sonra DC firmasına girdi ve Paul Levitz’in altında asistan editör olarak çalışmaya başladı. Berger süper kahraman janrasına hiçbir zaman tam olarak ısınamadı ve editörlük yapmaya başladığında sadece keyif aldığı çizgi romanlarda editörlük yapmaya başladı. İlk editörlüğünü yaptığı çizgi roman 1981 yılında “House of Mystery” çizgi romanının 292. sayısıdır. Kitabın yazarı ve çizeri onu jest olarak burada resmeder. Karen Berger daha sonra Wonder Woman çizgi romanında editörlük yapınca orada da görünür.
Karen Berger, Cain ve Wonder Woman ile beraber
Karen Berger, 80’li yılları “Wonder Woman” ve “Ametyst” gibi kadın kahramanların editörlüğünü yaparak geçirirken bir yandan da kafasında bazı fikirler belirmeye başlar. 1987 yılında “yeni yetenekler keşfetmek” için çıktığı yolculuklardan birinde Britanyalı bazı yazarlarla tanışır. Bunlar Grant Morrison, Peter Milligan ve Neil Gaiman’dır. Kendi deyimiyle “İngiliz yazarların fikirlerinin Amerikan yazarlarına göre çok daha cüretkâr, farklı ve de zekice buldum,” diyen Berger, üçüne de farklı çizgi romanlar yazdırmaya karar verir. DC evreninde evvelden de çizgi roman yazan bir İngiliz yazar olan Alan Moore’u da kadrosuna katan Berger, bu yazarlara Animal Man, Doom Patrol, Shade, Black Orchid, Sandman ve de Swamp Thing çizgi romanlarını çizdirir. DC’den özel izin koparan Berger, yazarlara ciddi özgürlükler tanır ve bu çizgi romanlar DC logosu altında “Yetişkinlere Çizgi Romanlar” adıyla çıkarlar ve normalde “CC Approved” (Comic Codes Approved: Çizgi roman standartları tarafından kabul edilmiştir, logosu. Bu standart çizgi romanlara bir sansür uygular ve düşük yaş gruplarının da çizgi romanı okumasına izin verir.) logosunu da bu çizgi romanlardan kaldırırlar. Farklı şeyler arayan okuyucu tarafından anında fark edilen bu çizgiromanlar, Vertigo çizgi romanlarının temel taşlarını oluştururlar ve hayranları tarafından “Berger evreni” anlamına gelen “Berger-verse” diye adlandırılırlar. Berger-verse’de hiç denenmemiş çok şey ilk defa gerçekleştirilir. Örnek verecek olursak; Sandman’ın 75 sayı boyunca kapağını farklı teknikler kullanarak çizen Dave McKean, ilk defa hiç denenmemiş bir şey yapmayı teklif eder. Çizgi romanın ismi Sandman’dir ama o her zaman kapakta Sandman çizmeyi istememektedir. Hatta kapakta bazen Sandman ile alakalı hiçbir şey olmamasını istemektedir. Bu o zamana
51
ÇizgiRoman
ÇizgiRoman
İnceleme
İnceleme
Vertigo çıkmadan evvelki DC Comics’in ısındırma turları Berger-verse çizgi romanları
kadar denenmemiş bir fikirdir ama Berger bu fikre bir şans vermeyi kabul eder ve sonuç tam bir başarı olur. Belli bir süreden sonra tüm Vertigo hatta DC ve farklı firma kapak çizerleri bile Dave McKean’ı taklit etmeye başlar. 1992 yılı çoğu yayıncı ve çizgi roman hayranı olarak hatırlanmak istenmeyen bir yıl olarak geçer. Marvel’in 7 top çizeri ayrılarak kendi firmalarını kurarlar ve hem kendi popülaritelerine güvenerek hem de çizimlerini inanılmaz derecede süsleyerek ve ne yazık ki ellerine geçen her fırsatta Marvel’a da çamur atarak ciddi bir sansasyon yaratırlar. Wizard dergisinin gücünü de arkalarına alan Image, ciddi bir çizgi
52
roman patlaması yaratır ve bir anda parayı bulan tüm yayıncılar bir de çizgi roman basmaya başlarlar. Marvel ve DC gibi büyük iki yayıncı çok zor durumda kalır. Kahramanlarında radikal değişiklik yapma yoluna giderler. Marvel bütün az satan çizgi romanlarını kaldırır ve onun yerine çok satan çizgi romanlar olan Örümcek Adam ve X-Men’e yüklenirler. DC farklı bir yol güder ve tüm süper kahramanlarını ortadan kaldırır. Superman ölür, Batman’ın beli kırılır, Wonder Woman istifa eder ve yerine kızkardeşi gelir. Karen Berger bu toz bulutunun ortasında DC firmasını yan bir dergi kurmak için zorlar ve “Vertigo” dergisi doğar. DC’de yayınlanan tüm “Yetişkin için çizgi romanlar” ismindeki çizgi romanlar Vertigo firmasına transfer olur. Yukarıda saydığım kahramanlar dışında mini seri olan 4 sayılık Death (Sandman’ın kızkardeşi) ve sadece 8 sayı süren ve değerinin çok altında satış miktarına ulaşan Enigma çizgi romanı da bu çizgi romanlara katılır. İronik olarak Vertigo firmasının hayata atılmasında çizgi romanlarında yarattığı yazım stilinin çok etkisi olan Alan Moore, bu firmada yer almaz. Vertigo’ya hayranların uzun bir süre “Moore’un inşa ettiği ama içinde oturmadığı ev” deme sebepleri de buradan gelir. 1992 yılında Karen Berger editörlüğünde Vertigo’nun ilk duyumu verilir ve tüm çizgi İlk Vertigo çizgi romanı “Enigma” ve uzun yıllar boyunca romancılarda “Vertigo Preview” adında bir çizgi kullanılan ve diğer tüm çizgi romanlardan ayrılmasını roman görünür. Bu aslında 1993 yılında piyasaya sağlayan solda ve dik olarak verilen “Bilgi Formatı” çıkartılacak olan Vertigo yayınevinin tanıtım Vertigo amblemi üzerinde DC logosu net şekilde sayısıdır. İçinde 13 çizgi romanın 4-5 sayfalık görülüyor kesitleri ve kısa tanıtımları yer alır. Vertigo çizgi romanları resmî olarak Ocak 1993 yılında raflarda yer alır. Bir teknik aksaklıktan dolayı tüm çizgi romanların kapaklarında Mart 1993 yazmaktadır. İlk çıkan Vertigo’ların kapak formatı bile standart DC ve diğer çizgi romanlardan çok farklıdır. Tüm çizgi romanlarda üstte yer alan bilgiler, Vertigo’larda solda ve dik olarak yer almaktadır. DC Vertigo’ya büyük paralar yatırmıştır ve amaçları bir çizgi romancıya ya da gazete bayiisine gidildiğinde Vertigo çizgi romanlarının uzaktan bile anlaşılması istenmesidir. Vertigo çizgi romanları süper kahraman janrası dışında farklı, değişik ve entelektüel konuları ile aşırı süslü olmayan çizimleriyle, yetişkinlere yönelik bir firma olarak ön plana çıkar. Tarihte belki de bir çizgi roman firmasında, ilk defa yazarlara çizerlerden daha fazla önem verilmiştir.
53
ÇizgiRoman
ÇizgiRoman
İnceleme
İnceleme
1993 yılında raflarda yüzlerce çizgi roman arasında yerini alan Vertigo, farkını hemen hisettirir. Artık süper kahraman temaları dışında temalarda gezinen Animal Man, DC evreninden çıkıp mitoloji-korkugerçek hayattan kesintileri içinde barındıran Sandman, Garth Ennis’in zehirli kalemini ilk batırdığı karakter olan Hellblazer, şizofren bir uzaylı olan Shade gibi tuhaf karakterler, eski “Berger-verse”çiler dışında da okuyucu kitlesinin dikkatini çeker ve Vertigo firması çizgi roman kargaşasından hem eski hayran kitlesini koruyarak hem de yeni bir hayran kitlesi edinerek çıkar. Vertigo’nun getirdiği başka bir yenilikte yaratıcıların karakterin tüm haklarına sahip olmasıdır. Buna çizgi roman piyasasından İngilizce “Creator-based Project” denir. DC ve Marvel evreninde karakterlerin tüm haklarına çizgi roman firması sahipken ve yazar çizer sayfa başına standart bir ücret alırken, Vertigo tüm hakları yaratıcılara bağışlar ve sayfa başı ücret yerine satılan çizgi roman adetinden belli bir yüzde verir. Böylece çizgi romanın başarı sağlaması ve tabiri caizse para basması tamamen yaratıcıların başarısına ve popülaritesine bağlı olur. O zamana kadar fazla tercih edilmeyen TPB (trade paper back- yani fasiküllerin birleştirilip cilt hâlinde piyasaya sunulması) işini Vertigo oldukça ciddiye alır ve popüler bir sürü çizgi romanını TPB olarak tekrardan satışa sunar. Kazanılan başarı Vertigo’nun bu işi belli aralıklarla ve sık sık tekrarlamasına sebep olur. Şu anda çizgi roman piyasasındaki TPB alışkanlığını Vertigo’nun bu konudaki ısrarına borçlu olduğumuzu unutmamak gerekir. 1994- 2000 yılları arasında Vertigo saflarına yeni çizgi romanlar katılır ve bu arada Vertigo’yu başlatan (ve Vertigo’cular arasında 3 “S” diye bilinen) Shade, Swamp Thing ve Sandman çizgi romanları son bulur. Bu da yayıncılık tarihinde bir ilktir, çünkü genelde yayınevleri çıkardıkları karakterlere sonuna kadar tutunurlar. Ama Vertigo bu 6 sene içersinde oldukça ciddi projelere imza atar. Uyuşturucu, alkol, diğer her tür kimyasal ve büyüyle kafası kesinlikle farklı bir boyutta çalışan yazar Grant Morrison, tüm hakları kendinde olan ilk çizgi romanı “Invisibles”i çıkartır. Invisibles beş tane birbirleriyle alakası olmayan karakterin tarihi düzeltmek için yaptıkları maceralardan ve büyüden bahseden oldukça karışık bir çizgi romandır. Hellblazer evreninden çıkan ve Tim Hunter’in başrol oynadığı “Books of Magic”de oldukça ses getirir. Bu gözlüklü, fakir bir aileden gelen Londralı genç erkek büyücü, daha sonraları tarzının uzaktan yakından alakalı olmadığı Harry Potter’dan esinlenildiği öne sürülse de ilk Tim Hunter öyküsü 1990 yılında yani Harry Potter’dan 7 sene evvel önce çıkmıştır. Vertigo’dan yaklaşık 10 yıl önce Marvel’in bir yan kuruluşu olan “Epic” çizgi roman firmasının da inanılmaz güzel çizgi romanlar çıkardığını hatırlayan Berger o yaratıcılarla görüşür ve bazılarını Vertigo adı altında ve yeni kapaklarla tekrar basar. Moonshadow adlı çizgi roman bunlardan ilki olur. Eski Hellblazer yazarı Garth Ennis’in yazdığı ve oldukça cüretkâr bir çizgi roman olan “Preacher” müthiş sükse yaratır ve Sandman’den bayrağı devralır. Preacher, tanrıya inancını yitirmiş bir papazın, onun kız arkadaşının ve bir vampirin tanrıyı arama ve bulma yolundaki maceraları konu alır.
Vertigo 1995 yılında bir ilke daha imza atar ve bir film için promosyon çizgi romanlar çıkartır (Şu anda sıkça yapılsa da 90’lı yıllarda bu bir ilktir.) Film hem ticari hem de sanatsal olarak başarısız olan Tank Girl’dir, fakat antlaşma gereği Tank Girl’in 2 tane mini serisi Vertigo’dan yayınlanır. Filmin başarısızlığı Tank Girl’in sonu olur ve yaratcılar farklı projelere girerler. Vertigo o sene kendi karakterlerinden yola çıkarak Vertigo: Tarot destesini çıkartır. 1997 yılında, Image’ın yarattığı ve Wizard’ın pompaladığı suni piyasa çöküşü ardından Vertigo risklere girmez ve standart yayınlarına devam eder. Bu arada “Creator based Project”lere önem verir. Neil Gaiman, Garth Ennis ve Grant Morrison’un yazdıkları mini seriler de 1997 yılını destekler. Bunun dışında Vertigo her sene 15-20 tane fazla tanınmayan yazar ve çizerin de mini serilerini yayınlar. DC’nin başka bir yan firması Helix’in batmasıyla başka bir İngiliz yazar olan Warren Ellis, bilimkurgu politika çizgi romanı Transmetropolitan ile Vertigo’ya geçer ve o senenin yıldızı olur. Neil Gaiman’ın başka bir projesi olan Stardust (Daha sonra filmi de çekilir.) ve Sandman evreninden çıkan Lucifer yine Vertigo’nun oldukça popüler çizgi romanlarından olur. Vertigo genelde İngiliz yazarlardan değişik eserler çıkartırlarken bu sefer şanslarını bir Amerikalı yazar olan Brian Azarello’dan kullanırlar ve sonuçta yine ortaya bir şaheser çıkar. Brian Azarello’nun 100 Bullets adlı çizgi romanı müthiş sükse yaratır. 2000 yılından sonra Vertigo yayınlarında durulma yaşanır. Mini seriler ve TPB’ler dışında cesur hamleler yapmazlar, sürekli yayınları olan Transmetropolitan, 100 Bullets, Hellblazer ve Lucifer satışları onlar için tatmin edicidir. Fakat 2002 yılında Vertigo tekrar bir atağa geçer ve bir sürü başarılı yayına imza atar. Bunlar dünyada bir salgın sonucunda tek kalan erkeğin konu edildiği ve kadınlarla dolu bir dünyada verdiği yaşam savaşını anlatan bir çizgi roman olan “Y: The last man on earth” ve çocukluğumuzdan bildiğimiz fablların günümüze uyarlanarak ve diğer masallarla harmanlanarak anlatıldığı çizgi roman olan “Fables” olur. Bir sene arkasından çıkan ve militarist bir grubu anlatan “Losers” çizgi romanı da orta derece bir başarı yakalamayı başarır. 2005’te DMZ daha ciddi bir başarı yakalar ve Vertigo tekrardan hayranlarını mutlu eder. Brian Azarello yine dehasını gösterir ve “Loveless” ile “Scalped” adlı çizgi romanlarını da çıkartır.
2. Jenerasyon Uzun Soluklu Vertigo Çizgi Romanları
Ne yazık ki 2010 yılında DC firmasının verdiği bazı kararlar Vertigo’yu derinden etkiler. DC evreninde bir renevasyona gidilmesiyle, DC-Vertigo ortak evrenini paylaşan bazı minör DC karakterleri, Vertigo evreninden tamamen çekilme durumunda kalırlar. 2011 yılında Vertigo’nun satış kontratında yapılan Vertigo’ya sonradan dahil olan uzun soluklu Vertigo çizgi romanlarından bazıları
54
55
ÇizgiRoman
Öykü
İnceleme
değişiklikler “creator-based projects”lerin azalmasına yol açar ve 2011 yılında hiç uzun soluklu bir çizgi roman çıkartılmaz. 2012 yılında Karen Berger’in DC’den istifa etmesi ve Vertigo’da çalışan bazı yazarların da oradan ayrılmasıyla Vertigo evreni iyice bir sallanır ve hayranların canları bir hayli sıkılır. 2013 yılında geldiğimizde Vertigo’yu en fazla etkileyen olayın Hellblazer çizgi romanının 300. sayısıyla bitmesi olduğunu görüyoruz. Fakat 2013 yılında Vertigo şaşırtıcı bir kararla yine çok fazla çizgi roman yayınlar. Bunların bazı yazar-çizer ekiplerin para kazanmamayı göze alarak yaptıkları bir çılgınlık olduğu mu, yoksa bazı tanınmış yazar-çizer ekiplerine kontratta imtiyazlar verildiği konusundaki dedikoduların doğru olup olmadığı konusunda net bir bilgiye sahip değilim. Ama eski ağır toplardan Astro City’nin tekrar yayınlanacağı, Fernandez kardeşlerin ve eski yazarlardan Peter Milligan ve Ian Edginton’un da 2013 yılında Vertigo saflarında yer aldığı bir gerçek. Ama Karen Berger’in vizyonunu yeni editörlerin ne kadar sürdüreceği de ayrı bir merak konusu. Vertigo kitapları, süper kahraman janrası dışında çizgi roman okumak isteyenlerin uzun süredir tecihidir. Özellikle de saydığım uzun soluklu yayınlar dışında yüzlerce 4-6 sayılık mini serilere imza atmış bir yayınevidir. Bunların çoğu da TPB hâline getirilmiş ve çoğu okuyucunun rafında yerini almış, ciddi emek harcanmış eserlerdir. Ne yazık ki çok geç keşfettiğim bu yayınevini, hâlâ ciddi bir şekilde takip ederim ve Türkiye’de bazı Vertigo çizgi romanları yayınlanmaya başladığı için ciddi keyif alıyorum. Değişik bir şey okumak isteyen herkese Vertigo okumayı öneririm. Buz gibi bir Aralık sabahı 2013... Tunç PEKMEN
Ahmet Bey
Bölüm 2: Beyaz Cehennem İşte yine başlıyoruz. Ve ışıklar söner… Bir! Yapabilirim! Yapabilirim! ... İki! Orada hiçbir şey yok… Üç! Sen güçlüsün. Gözlerini açabilirsin… Dört! Hadiiii! Yapabilirsin! … Beş! Işığı açın! Lütfen!
“Tamam Rıza. Bak açtım ışıkları. Sakin ol. Sorun yok” “Sorun yok mu?” Korkudan neredeyse bayılmak üzereydi. Ellerine hâlâ hükmedemezken bu söz sizce de biraz hafif değil mi? “Yarın devam edelim istersen seansımıza?” dedi babacan bir sesle doktor. ”Evet,” anlamında başını sallayarak, “Bahçeye çıkıp biraz temiz hava alsam iyi olacak,” dedi. Kahretsin! Yine yapamamıştı. “Beş”ten sonra açmalıydı gözlerini. Beş, Sadece beş saniye, karanlıkta kahrolası beş saniye. İnsanların karanlıkta nasıl kaldıklarına şaşıyordu doğrusu, kendisi beş saniye bile dayanamazken. Merdivenlerden indi. Oldukça zayıf, yirmi iki yaşında olmasına rağmen otuzlarındaymış gibi gösteren vücudu her adımında biraz daha parçalanıyor, biriken yorgunluk ve stresini sonbaharda atık maddelerini atmak isteyen bir ağacın yapraklarını dökmesi gibi kendini parçalayarak atmak istiyordu. Saçları ise gece kadar karaydı. Beş saniye bile dayanamadığı karanlığı sanki başında taşıyordu. Mavi mermerli koridordan geçti. Bu binaya hâlâ o kadar yabancıydı ki! Hani bazı anlar olur, insanın beyni kendini sıfırlar ve “Ben ne yapıyorum?” deyip etrafa ve o anda yaptığımız şeylere yabancılaşırız. Bu kendini yabancı hissetme hâli, buranın geceleri kilitlenen metal kapısından girdiği andan beri onda mevcuttu. Mavi mermerler dışında kahrolası hastanede her şey bembeyazdı. Bembeyaz görünen yalancı, acı dolu bir cehennem… Mavi rahatlatıcı bir renktir derler. Böyle bir yerde mi? Bu kesinlikle geçerli değil. Kapıdan dışarı adım atar atmaz en sevdiği, korkulu anlarında sığındığı en iyi dostu yüzünü okşadı. Güneş. Daha doğrusu ışık… Bahçe oldukça genişti. Binanın etrafında atacağı birkaç turun iyi geleceğini düşünerek ilk adımını attı Rıza. Kendini köpek zanneden biri havlayarak diğer arkadaşını kovalıyordu. Diğer yanda elinde direksiyon olan biri, iki üç kişiyi ardına takmış tam gaz gidiyor. Hepsini daha önce görmüştü ama isimlerini bilmiyordu. Bilmek de istemiyordu zaten. Bilse ne olacaktı ki? Bir an önce iyileşip bu lanet yerden gitmek istiyordu sadece. Az ilerde adamın birinin başına toplanmış bir kalabalık vardı. Sanırım adam kriz geçiriyordu. Artık
56
57
Öykü böyle durumlara alışmıştı zaten. Bunlar, burada insanların dışarıda yere tükürmeleri gibi bir şeydi. İğrenç, ahlaksız ama bir o kadar da fark edilmez… Artık yadırgamıyordu bu tür durumları. Bu iyi bir şey miydi acaba? Yoksa bu derece alışılmışlık hâli korkutmalı mıydı onu? İki de görevli vardı. Biri adamı kaldırmaya çalışıyor, diğeri de kalabalığı azarlıyordu. Başları yerde korkarak dinliyorlardı. Çocuk gibiydiler. Yürümeye devam etti. Işık onu rahatlatıyordu. Mükemmel bir rahatlamaydı bu; öyle ki kelimelerle anlatılamaz. Sanki ruhu özgür kalıyordu ışıkla birlikte. Sanki bedeninin derinliklerine doğru binlerce; hayır, hayır, milyonlarca pencere açılıyordu gün ışığı sayesinde. Her bir ışık zerresi ruhundan bir parçayı koparıp bahçeyi gezdiriyor, hatta daha da ilerilere uçuruyordu. İşte şimdi rahatlamıştı. Bir an için de olsa nerede olduğunu unutmak en güzel ödül değil de neydi peki? Aniden, gerçekten de deli olmadığına emin olsa da onu şüpheye düşürecek bir fikir geldi aklına. Hep burada kalsaydı ya! Rahatı yerindeydi pekâlâ. Buradan çıktıktan sonra iş aramakla uğraşacaktı daha. Dışarıdaki geleceği ile ilgili hiçbir şey kesin değildi ama burası tekdüzeydi, her şey programlı ve kesindi. Belki de buradaki en farklı hastaydı. Diğerlerinin hastalıkları bununkine göre daha ağır hastalıklardı. Şizofreni, kontrol edilemeyen öfke ve daha neler neler… Aklı başından tamamen uçmuş insanlar. Aklı hâlâ yerindeydi. Buradan çıkarken de koyduğu yerde olmasını umuyordu. Onun sadece nikotofobisi vardı. Hem de küçüklükten beri. Bunu hiç önemsemezdi önceleri. Çünkü hep ışıkta uyurdu. Evde ışıklar asla söndürülmezdi. Gecenin tadını çıkaramamak onun lanetiydi. Herkesin hayran kaldığı, dünyanın başlangıcından beridir var olan geceye hiç dokunamamıştı. Gece onu kovuyor, içindeki gizemleri onu korkutmak için kullanıyordu. Gece onun yasaklı topraklarıydı. Ancak bir gece elektrikler gitti ve tüm oda karanlığa gömüldü. Karanlık, bu gece ona en önden bedava bir bilet vermişti. Bu olurken o daha henüz uykuya dalamamıştı. Yatağı, cam kenarındaydı ve pencereden gelen Ay’ın ışığı odanın karanlığını cesur, kahraman bir süvari gibi yarıyor; birazcık ama birazcık da olsa Rıza’nın yorganın altındaki korkudan dev gibi olmuş gözlerini küçültüyordu. Ve sesler başladı… Seçilemeyen, garip sesler. Gözü odanın diğer köşesine takıldı. Hiç ışık almayan, her evin odasında olan o karanlık köşeye. Ve işte o karanlıktan şekilsiz gölgeler yükseldi. Hayır! Bunlar gölge değildi. Gölgeler iki boyutludur. Bu şekillerse üç boyutlu ve tamamen gerçekti. Tam seçilemeyen iğrenç suratları vardı. Tabii “surat” kelimesinin tanımı bu şekilleri karşılıyorsa... Nefesleri bir kor kadar sıcaktı ve tüm odayı kaplıyordu. Tırnakları ise ölüm korkusu kadar keskindi. Dengesiz hareketlerle her an yıkılacakmış gibi odanın karşı ucundan yatağa doğru yürümeye başlamışlardı. Bastıkları her karanlık yer biraz daha kararıyor, arkalarında kandan oluşan ayak izleri bırakıyorlardı. Derilerindeki küçük yarıklardan sarı renkte sıvılar akıyordu. Cehennem bu gece kapılarını ardına kadar açmış gibi görünüyordu. Ürkütücü sesler beyninin her yerinde geziniyordu. Yaklaştıkça yaratıkların gözlerinin alev alev yandığını fark etmişti. Rıza’nın yedikleri midesinden büyük bir hızla ağzına geliyor ama o, yine de, kıpırdamamak için insanüstü bir gayret gösteriyordu. Derileri çürük ve yapışkandı. Yorganın altından sadece bunları görüyor, bağıramıyordu. Bağırsa, çığlığını kesmek için delirmiş bir şekilde inleyerek hepsi birden üstüne atlayacaktı sanki. Aniden yatağın altından çürümüş, mor ve mavi renklerin insanlığa en uzak ve en ürkütücü tonlarından oluşan bir el yatağı kavramak için yukarı uzandı. Rıza yavaşça geri çekildi. Beyni zonkluyordu. El uzanarak yüzüne doğru yaklaştı. Sırtı duvara yaslanmıştı, kaçacak yer tükenmişti sonunda. Rıza’nın kulaklarında ağır bir basınç oluşmaya başladı. Tek zevkleri öldürmekmişçesine delice hareketlerine devam ediyorlardı gölgeler. Burnu kanıyordu sanki Rıza’nın; oldukça ısınmıştı. Ve bütün
58
59
Öykü
ÇizgiRoman Sinema
sesler bir çınlama hâlini almaya başladı. Gözleri karanlığa gömülmeden önce kapının açıldığını gördü Rıza. Koridordan gelen ışık -yaratıkları, iblisleri ya da her neyseler işte- odadaki, Rıza dışındaki her varlığı parçalıyor, küle dönüştürüyordu. Gözünü ışığa doğru açmadan son hatırladığıydı bunlar. Ailesi korkusu olduğunu bildiği için elektriklerin kesildiğini anlar anlamaz yanına gelmişti ve onu o cehennemden çekip almıştı… Bulduğu ilk ağacın altına çöktü. Bunları düşünmek tekrar yaşamak demekti. Zihni, Rıza ile işkence dolu sapkın oyunlar oynuyordu karanlıkta. O geceden sonra öyle gecelerin sayısı giderek artmaya başlamıştı. Her seferinde günlerce kendine gelemiyordu. Ne kadar önlem alsa da boşunaydı. Artık yaratıkların zincirleri kırılmıştı âdeta. Kendi gölgesinde bile belirmeye başlamışlardı. Korkuyordu… Tarif edilemez bir şekilde korkuyordu. Bu korku ölüm korkusu muydu? Bilemiyordu. Kafası çok karışıktı. Gerçekten var mıydı o yaratıklar? O kadar gerçekçiydiler ki! Tüyleri ürpererek hafifçe titredi. Kendinden başkası göremiyordu onları ve varlıklarından da kimseye bahsetmemişti. Onun korkusu sadece karanlık korkusuydu. Yaratıklar da nerden çıkmıştı! Kendini inandırmaya çalışıyordu ama vardılar işte oradaydılar; görmüştü, hissetmişti, duymuştu. O akıl hastası değildi. Mutlaka mantıklı bir açıklaması olmalıydı. Çok korktuğu için beyni onunla böyle alay ediyordu karanlıkta. Evet, evet! Tek açıklama bu olmalı. Oyun parkındaydı sanki. Kocaman adamlar, kadınlar; çocuklar gibi koşuşturuyor oyunlar oynuyorlardı. Hava güneşli ama biraz esiyordu. Gökyüzü okyanus mavisiydi. Akşam olduğunda kararmayı hak etmeyecek kadar güzel bir havaydı. Az önceki kalabalık dağılmıştı. Galiba odasına götürmüşlerdi kriz geçiren adamı. Kendi odasına ya da tecrit odasına… Tecrit odasına atılmamıştı daha önce Rıza. Zaten topu topu iki aydır buradaydı ve tecritlik bir durumu da yoktu. Yazan: Abdullah DERİN
İllüstrasyon : Mert TANIR
Görünmez Duvar Joshua Sobol’ün yazmış olduğu Getto oyunu, faşist yönetimi benimsemiş Nazi Almanyası’nın, Yahudilere uyguladığı zulmü işler. Getto sakinleri ise buna karşı manevi bir savaşım içerisindedir. Oyun içerisinde asıl vurgulanan, Almanların yaptıklarından çok, gettoda yaşayan insanların içinde bulundukları zor şartlar altında nasıl bir psikolojide oldukları ve baskıya, işkencelere, tehditlere karşı nasıl bir direniş yöntemi içerisinde olduklarıyla ilgilidir. Günümüzde fiziksel olarak İkinci Dünya Savaşı’ndaki gibi olmasa da hâlen, etnik kimlikler veya iktidar yönetiminin düşüncelerine aykırı olan düşünceler yüzünden, psikolojik olarak zarar görüp ayrıştırılan insan toplulukları mevcuttur. Bu topluluklar, totaliter yönetimlerin bir özelliği olarak “tek tip” birey yaratma ilkesine ters düşmeleri nedeniyle, dışlanmaya maruz bırakılıp ötekileştirilmeye çalışılırlar. Bu da o insanların kendilerinin göremediği ama etraflarını çepeçevre kuşatan bir getto oluşumunun içerisine konumlandırır. Sobol, oyununda baskı altında olan ve baskı uygulayan insan profillerini ele alırken en önemli vurgularından birini “milliyetçiliğin, milliyetçiliği doğurduğu” düşüncesi üzerine yapar. Nihayetinde Yahudi topluluğun şefi olan Gens de, oyunun ilerleyen zamanlarında bu milliyetçiliğin kurbanı olur. Burada dikkat edilmesi gereken nokta, azınlıkların baskı uygulayanların yerine geçtiğinde tıpkı baskı uygulayanlar gibi davranma eğilimi içerisine girmeleridir. Dolayısıyla mağdur olanın gücü elinde bulundurduğunda, aynı zalimliği yapabileceği tehlikesi ortaya çıkmaktadır. Böylece durum, bir öç alma niteliği göstermektedir. Ezilen, fırsatını bulduğunda aynı zalimliği gösterebilecek potansiyele sahiptir ve zamanı geldiğinde azınlık da çoğunluğa dönüşüp kendinden olmayanları susturmaya, yok etmeye çalışacaktır. “ Güçsüzlerin, sakatların, zarar görerek yıkılmışlarsa, kendilerine saygılarını onarmak için başvurabilecekleri bir tek yol vardır; göze göz dişe diş kuralına göre öç almak. Yaratıcı biçimde yaşayan bir insan, hiç de böyle bir gereksinme duymaz. Aşağılanmış, incinmiş olsa bile üretici yaşama süreci ona geçmişte gördüğü zararları unutturur. Üretme yeteneği, öç alma isteğine ağır basar.” Dolayısıyla, eğer insanlar yaratıcı bir uğraş içinde olmayıp öç almaya odaklanırlarsa, bu bir kısırdöngüden başka bir şey yaratmayacaktır. Yazar oyununda, gettoda var olmanın tek yolunun, orada yaşayan insanların kültürünü yaşatmasıyla mümkün olabileceğini anlatmaya çalışır. Bir halkın da kültürünü yaşatabileceği en önemli yollardan biri kuşkusuz sanattır. Bu yüzdendir ki Wilna Gettosu’nda yaşayanlar faşizme karşı koymada silah olarak sanatı kullanmışlardır. Ancak sanatı faşizme karşı kullanmanın öncesinde, oyun içerisinde getto halkının benzer bir düşünce yapısına sahip olmadığını görürüz. Yani her ne kadar gettoda yaşayan Yahudiler aynı toplum yapısı özelliği taşıyor gibi görünse de aslında böyle bir durum tam anlamıyla var olmuştur denilemez. Çünkü savaştan önce bir terzi olan Weisskopf, getto içerisinde kendi dikim fabrikasını kurarak savaştan kâr elde etme amacı güdüp rahat yaşamak için savaşı şahsi çıkarlarına alet etmektedir. Aslında her ne kadar diğer Yahudiler gibi Weisskopf da yaşamak için bir neden ve uğraş içinde olsa da gerçekte kendi halkından olan insanları çalıştırıp sömürmekten başka bir eylem içerisinde görülmez. “İnsanın insanı sömürdüğü, insanı yabancılaştıran koşulların değişmesinden sonra tüm baskı ve şiddet son bulacaktır.”
60
1. Ahmet Taner Kışlalı, Siyasal Sistemler, İmge Kitabevi Yayınları, Ankara, 2010, sf. 35
61
ÇizgiRoman
ÇizgiRoman
Sinema
Sinema
Dolayısıyla Weisskopf’un bu yönelişi, tek yanlı bireysel bir kurtulma çabası içermektedir. Bunun sonucunda da Weisskopf’un getto halkıyla benzer bir fikir birliğinde olduğu söylenemez. Bir başka yandan, getto içerisinde yalıtılmış bir yaşam süren halk, dış dünyanın küçük bir prototipi durumundadır. Getto içerisinde belli bir sınıfsal düzen oluşturulmuş; bu düzenin içinde zenginleşenler, karaborsa oluşturarak mafyavari bir oluşum gerçekleştirenler, zengin getto sakinleri için hırsızlık yapanlar, kendi yaşam yollarını farklı yollardan çizmektedirler. Sonuç olarak da böyle bir getto düzeni içerisindeki her bir bireyi aynı düşünce birliği altında toplamak yanlış olacaktır. Ayrıca karşıt görüşlü kişiler de zamanla savundukları görüşlerin tam tersi şekilde hareket edebileceklerdir. Buna örnek olarak Kütüphane Müdürü Kruk verilebilir. Başlarda gettoda tiyatronun oynanmasına karşı çıkarken, getto şefi Gens ile bir fikir ayrılığı yaşamaktadır. Ancak daha sonra Gens -gettoda tiyatro kurulmasına ön ayak olan kişi- zamanla değişmiş ve tiyatro oynanmasına karşı çıkmamakla birlikte onu düzenlemeye çalışmış, tiyatro içeriğinin ne olması gerektiğine karar vermeye çabalamıştır. Kruk ise tam tersine tiyatronun önemini daha sonraları kavrayarak, asıl birlikteliğin ve karşı duruşun bu şekilde olması gerektiğini düşünmüştür. Bu noktada günümüze bir paralellik kurmak gerekirse, tiyatronun muhalifliği, mizahi ve akılcı bir muhalifliktir. Tiyatro, getto yaşamını anlamlı kılmanın yanı sıra yönetimdeki çarpıklıkları da net bir şekilde ortaya koymaktadır. Bu nedenledir ki Gens, bir Yahudi olmasına karşın, gettonun yönetim gücünü elinde bulundurduğunda, Yahudi özgürlüğü ve onların yaşam mücadelelerine verdiği desteği unutup halkına Almanların uyguladığı baskıyı uygulayabilmiştir.
2. A.g.y sf.32
62
İnsanlar, gettolarda yaşasın ya da yaşamasın, kimliklerini var edebilmek istiyorlarsa kültürlerini de devam ettirmeleri gerekir. Faşizm gibi ayrıştırıcı ve baskıcı bir düşünce yapısına karşı kimliklerin savunulması, faşizmin uyguladığı türden bir karşı koymayla çözümlenemez. Çünkü günümüzde, bizim de içinde bulunduğumuz ülkedeki faşist yapı, soyut getto duvarları ile halkların etrafını çevrelemiş ve bireyleri ayrıştırmıştır. Bu duvarların içerisinde benzer düşüncelere sahip olduğunu düşünen insanlar, ilerleyen dönemlerde en yakınlarındakinin bile Gens ve Kruk’ta olduğu gibi nasıl bir fikri değişim içine girdiğini görebileceklerdir. Dolayısıyla agresif bir karşı duruş hem aynı tarafta olunan kişilerden alınabilecek desteği azaltacak hem de görünmez duvarların kalkmasında bir fayda sağlamayacaktır. Taşla, sopayla, silahlarla direnmek yerine, akılla ve sağduyuyla direnilmesi gerekir. Bu da en iyi sanatla gerçekleştirilebilir. Farklılıkların bir araya gelip bir bütün oluşturabilmesi sanata özgü bir özelliktir. Buna bağlı olarak oyun içerisinde de birlik hareketi sanatla oluşturulmaktadır. Getto halkı, ellerinde bulundurdukları gücün farkına Gens ile birlikte varmışlar ve birlikte tiyatro yapmaya, şarkı söylemeye başlamışlardır. Sanat, birlik olmak için bir araç hâline dönüşmüştür. İçinde yaşadığımız çağda da birliktelik sanat ile sağlanmalıdır. Mizah ve hiciv, faşizmin baskıyla, şiddetle asla durduramayacağı silahlardır. Günümüzde de çevremize örülmüş görünmez duvarlar ancak ve ancak bu şekilde delinerek özgürlüğe kavuşulabilir. Kendine biat etmesini arzu ettiği bir halk tabakası oluşturmak isteyen faşist siyasi yapılar, yalnızca silah zoruyla değil, kendi düşüncelerini de her fırsatta “öteki”lere empoze etme eğilimi göstermektedirler. Bunu yaparken de geçerli gerekçeler öne sunarlar ve mantıklaştırılmaya çalışılan her eylem, bir zaman sonra kabul görmeye başlar. Buna karşı koymak için birincil koşul birlik ve beraberlik içinde olabilmektir. Öncelikle tek tek, daha sonra da toplu hâlde herkesin çevresine örülen bu görünmez getto duvarlarını delip kurtulabilmek için, akılla savaşım verilmeli, insan içgüdüleriyle hareket eden bir hayvan gibi davranmamalıdır. Çünkü kültürel etkinliklerin her çeşidi, insan kalma savaşımımızın bir parçasıdır. Siyasal sistemler her zaman için geçici ve değişicidir. Fakat insanların yaşamlarını sürdürme çabası her daim kalıcıdır. İnsanlar, etnik kimlik veya sahip olduğu görüşler yüzünden sürekli olarak ayrıştırılmaya maruz bırakılacaklardır. Önemli olan bir arada ve barış içinde yaşayabilmektir. İnsanlar çok kötü şartlar altında yaşamaya devam etseler de bu onların kaderi değildir. Sanat, “ … Kişiyi sonsuz yok olmaktan ve yok olma isteğinden kurtarır. Değişen şeylerin arkasında, değişmeyen kalan bir şeyin var olduğunu anımsatır. […] Sanat, insanı her türlü kadercilikten korur. Yaşam, insanı sanat yoluyla yok olmaktan korumakla da kendini korumuş olur.” Bu koruyuş ise tek başına ve kendiliğindenci bir biçimde gerçekleşemez. İnsana ait her bir özellik sanatta yer bulur ve bir bütünlük içerisinde kendisini ortaya koyar. Bu da karşı çıkışın, direnmenin ve özgürce; birlik-beraberlikle, duvarlar olmadan yaşayabilme koşulunun temelini oluşturur. Oğuzhan OĞUZ
KAYNAKÇA • Kışlalı Ahmet Taner, Siyasal Sistemler, İmge Kitabevi Yayınları, Ankara, 2010 • Kuçuradi İoanna, Sanata Felsefeyle Bakmak, Türkiye Felsefe Kurumu, Ankara, 2009
3. İoanna Kuçuradi, Sanata Felsefeyle Bakmak, Türkiye Felsefe Kurumu, Ankara, 2009, sf. 31
63
Öykü
Gündoğumu(2) (1) Kırk beş yaşında, mahvolmuş bir dünyada, on beş yaşındaki oğluyla yalnız yaşamak zorunda kalan bir anne, nasıl doğal düşünebilirdi ki? Oğlunun kasabaya inmesinin ardından, o dönünceye kadar yiyecek bir şeyler hazırlayarak oyalanacaktı. Zaman mevhumu artık aklını tamamen karıştırmış, onu iyi değerlendirmek bir yana, nasıl harcayacağını planlar olmuştu. Sahip olduğu tek zenginlik, zamandı ve en kötüsü, zamanı harcayacak pek bir şeyi yoktu. Mutfakta zaman harcamak, bir yerden başka bir yere taşınarak zaman harcamak, kitap okuyarak zaman harcamak ve zamanı nasıl harcayacağını düşünerek zaman harcamak, bu durum artık canını sıkıyordu. Hiçbir zaman çıldırmayı aklına getirmiyordu. Oysa güzel olmaz mıydı çıldırmak? Mücadeleyi bırakıp zamana boyun eğmek... İnledi kadın. Yüksek sesle bağırdı. Bu düşüncelerin sağlıksız olduğunu bildiği için mutfaktan çıktı. En azından oğlu için mücadeleyi bırakmayacaktı. Dışarıya çıktı ve jeneratörün homurtuları arasında aklını toplamaya çalıştı. Oğlunu özlediğini hissetti. Güçlü olmalıydı, en azından oğlu için güçlü olmak zorundaydı. On beş yaşındaki oğluna bundan daha önemli bir şey öğretemezdi. Bostan olarak kullandıkları alana doğru yürümeye başladı. İki kişinin karnını doyuracak sebze yetiştirmeyi öğrenmişti kadın. Salatalık, yeşilbiber ve lahana yetiştirebiliyordu ama ne yaptıysa aynı topraktan ikinci kez ürün alamıyordu. Bu yüzden devamlı yer değiştirmek zorundaydılar. Bostanın hafif nemli toprağının üzerinde dolaşarak kafasını dağıtmaya çalıştı kadın. Kısırlaşmış bir dünyada yeşermeye başlamış bir şeyler görmek, biraz olsun içini rahatlatıyordu. Kocası yanında olsaydı, işi daha rahat olurdu elbette ama hayatın ne kadar acımasız olduğunu çok önce öğrenmişti. Şimdi ne kocasını, ne de başka bir şeyi düşünmeyecekti. Oğlu için, onun hayatta kalması için elinden geleni yapacaktı. İri bir salatalık ve birkaç yeşilbiber kopartarak eve döndü. On dakika sonra, dışarıda bir ses duyduğunda yüzü gülmeye başlamıştı kadının. Yalnız kalmaktan kurtulmuştu artık. Kara bulutlar dağılmıştı. Saçma sapan düşünmek zorunda değildi. Kapının önüne çıktığında, saçma sapan düşünmeye başladı. Oğlunun arabası yoktu görünürde ama bostanın ardındaki ağaçların içinden sesler geliyordu. “Sarp, sen misin oğlum?” Sessizlik oldu. Jeneratörün yorgun uğultusu haricinde hiçbir şey duyulmuyordu. Bir süre daha pürdikkat, biraz önce seslerin geldiği yöne bakmaya devam etti. Yalnızlık böyle zamanlarda ne kadar da korkutucu oluyordu. Eğer oğlu olmasa, bu yalnızlıkla başa çıkamayacağını çok iyi biliyordu. Derin bir soluk alarak içeriye girdi. Mutfak olarak kullandığı bölüme giderken, gözü oğlunun naylon odasına ilişti. Saçma sapan şeyler düşünmenin tam zamanıydı şimdi. “Sarp? Geldiğini duymadım.”
64
65
Öykü
Öykü
Naylonların ardındaki bilgisayarın ekran ışığı, bir silueti aydınlatıyordu. “Sarp?” Korku, koşarak kadının boğazına yapıştı. İçerde bir adam, bilgisayar ekranına bakıyordu. Oğlu olamayacak kadar yaşlıydı. Mutfağa doğru koşup bir bıçak almayı düşünecek zamanı buldu ama boğazındaki korku onu engelliyordu. Vazgeçti ve dışarıya çıktı. Aklı bir kez daha sıçradı. Artık nefes alamıyordu. Kapının önünde bir ceset vardı ve görünmez bir duvar oluşturmuş gibi, çıkışı engelliyordu. Son üç yıldır devamlı yer değiştirmek zorunda kalan bir kadın, tek derdi oğlunun karnını doyurmak ve hayatta kalmasını sağlamak olan bir anne, bundan daha fazla ne yapabilirdi ki? Bayılıyor muydu gerçekten? Böyle bir şey olabilir miydi? Bayılmıyorsa, şu an gözünün önündeki dalgalanma da neydi? Oğlunun son çektiği görüntüdeki, güneşin önünde oluşan dalgalanmayı hatırladı. Aynı şey oluyordu. Dünya yoğun bir şekilde dalgalanıyordu. Bostanın önünde bir adam görünüyordu. Güneşin önünde gördüğü adama benziyordu ve bir görünüp bir kayboluyordu. Hayır bayılmamalıydı. Eğer bayılırsa, bu dünyada ki tek yapması gereken şeyi, oğlunu koruma görevini yapamayacaktı. İyi de görüntü git gide bulanıklaşıyordu. Ah! Keşke kocası yanında olsaydı. “Sarp!” diye bağırabildi. Görüntü karardı. (2) Yapayalnız kalmaya dayanamazdı. Bağırmaktan vazgeçerek, cesedin yanından geçip, evin içine girdi. Tüfeği tuttuğu avuçları sırılsıklamdı. Korkudan canı yanıyordu. “Anne!” Cevap gelmeyeceğini bildiği halde bağırmak, korkusunu daha bir alevlendiriyor, gözlerinin önündeki dünyayı daha bir dalgalandırıyordu. On beş yaşında, annesinden başka kimsesi olmayan bir çocuk, çaresizliği bu kadar acı mı öğrenmeliydi? Odasındaki bilgisayarın kapağı açıktı. O an, kendi odasına girmeye çok korktu. Önce, evi altını üstün getirmeliydi. Evde olmadığını bildiği halde annesini aramalı ve son çare, bilgisayarına bakmalıydı. Yoktu. Annesi evde yoktu. Yalnız kalmıştı, yapayalnız. Odasına girerken, aklı artık korkudan yorulmuştu. Cesaretlenmeye çalışarak, bu yorgunluğunu dindirmeye çabalıyordu. Dizüstü bilgisayarının ekranı karanlıktı ama cihaz çalışıyordu. Tüfeğini karton kutuların yanına dayayarak bilgisayarın tuşlarına bastı. Ekran aniden aydınlandı. Aklı karışmış, korkudan elleri titreyen ve yalnızlıktan ödü kopan bir çocuk, ekranda gördüğü yazı karşısında, ne düşünebilirdi? Bir word dosyası açıktı masaüstünde ve sadece üç harflik bir kelime yazılıydı. “Gel…”
66
Sarp hızla arkasına baktı. Sanki biri onu izliyormuş gibi hissetmişti. Aslında kalbindeki korkusunu dağıtmak için arayıştaydı. Gelecekti elbette. Bunu yalnız kalmaktan korktuğu için değil, annesinin hayatta olduğunu bildiği için yapacaktı. Gelecekti elbette ve nereye gideceğini çok iyi biliyordu. Bilgisayarın kapağını kapattı. Tüfeğini alarak odasından çıktı. Jeneratörü susturup arabaya binmesi uzun sürmedi ama aklındaki düşünceler, her şeyi yavaşlatıyordu. Nereye gideceğini biliyordu ama neden oraya gitmesi gerektiğini bilmiyordu. Annesini nasıl geri alacağını bilmiyordu. On beş yaşındaki bir çocuğun, bu karmaşayı nasıl çözeceğini bilmemesi kadar normal bir şey olabilir miydi? Aklındaki düşünceler o kadar ağırlaşmıştı ki, sanki yüz kiloluk bir adam omuzlarına oturmuş, saçlarından tutarak, ona yön vermeye çalışıyormuş gibi hissediyordu. Devamlı korkusunu yenecek başka fikirler düşünmeye çalışsa da, bunu başaramıyordu. Babasını düşünmeyi bek sevmese de, onu ne kadar özlediğini hissetti. Keşke yanlarında olsaydı. Kendisinin başaramadığını, annesini koruma görevini, babası yapsaydı. On dakika sonra, sabah gün doğarken çekim yaptığı araba hurdalığına varmıştı. İçi çürümüş bir dünyada, araba hurdalığının huzur vereceği kimsenin aklına gelmezdi belki de ama annesini kaybetmiş bir çocuğun, tek ümidinin burası olması, neyin doğru olduğuyla alakalı değildi. Çekim yaptığı hurda arabanın yanında kamyonetini durdurdu ve tüfeğini alarak araçtan indi. Siyah bir Mercedes’in yanına geldi. Doğru yerdeydi. Görüntüdeki adamı burada görmüştü. Tüfeğini yeni aklına geliyormuş gibi kaldırdı ve etrafı araştırmaya başladı. Hurdalığın ortasındaki yol az ilerde ikiye ayrılıyordu. Yavaş adımlarla ilerlemeye ve etrafı tüfeğiyle incelemeye devam etti. Güneş sol tarafa uzanan yolun üzerinden doğmuş olmalıydı. Öyle hatırlıyordu, bu yüzden sol tarafa doğru gitti. Aklı artık çok karışık değildi. Az sonra annesini kaçıran adamı görecek ve kendisinden ne istediğini öğrenecekti. Bir süre ilerledikten sonra kalbine bulaşan ümitsizliğin gölgesinde, acaba neden annesine seslenmediğini düşündü. Neden sessizce yürüyordu? Onlar çağırmamış mıydı kendisini? ‘Onlar’ kelimesi bir anda midesini bulandırdı. Burnuna gelen kömür kokusu sinirlerini iyice germişti. Eğer kalabalıklarsa ne yapacaktı? “Anne!” Avazı çıktığı kadar bağırdı Sarp. İçinden koşmak geliyordu. Koşup elindeki silahla sağa sola ateşlemek istiyordu. Annesi haricinde önüne gelen herkesi vurabilirdi. Hatta bunu istiyordu. Karşısına ilk çıkacak canlıyı, sorgusuz vuracaktı. “Anne!” Kulakları uğuldamaya başladı. On beş yaşında bir çocuk olması hiç bir şeyi değiştirmezdi. Kendini kontrol etmeliydi. Bayılmamalıydı. “Anne!” Öfke patlaması yaşamaya başladı. Sinirinden dişlerini sıkıyor, etrafına tekmeler atmak istiyordu. Bütün bunları kaldıramayacaktı. “Anne!” Cevap gelmeyince, tüfeğini hışımla sıkarak, gözlerini hışımla yumarak, hışımla derin bir soluk
67
Öykü
Öykü alarak, avazı çıktığı kadar bağırmaya başladı. Boğazından çıkan sıcak nefes dünyayı ısıtmış gibiydi ama etrafına yaydığı öfke, bütün her şeyi kırmızıya boyamıştı. Nefesi tükeninceye kadar aynı öfkeyle bağırmaya devam etti. Sonunda nefessiz kaldığı için öksürmek zorunda kaldı. Gözleri sulanmış, tansiyonu düşmüştü. Sendeledi. Silahını yine nişan alır pozisyona getirdi ama enerjisi kalmadığı için dik duramıyordu. Bayılmamalıydı. Koşmaya başladı. Tökezleyip yere düştüğünde, ‘acaba deliriyor muyum?’ diye düşündü. Bütün o hurda arabalar etrafında dönüyordu. Sırtüstü yere yatmış, tüfeğinin namlusu yanağına gelmiş bir pozisyonda, gökyüzüne bakmaya devam etti. Bayılmamalıydı. Bir bardak suya ihtiyaç duyduğu an, aklını toplamasına yettiği andı. Eğer söz konusu annesi olmasaydı her şeye bir son verebilirdi. Hiçbir şeye katlanmak zorunda olmadan noktayı koyabilirdi, hem de bu küçük yaşına uymayan bir cesaretle yapardı bunu ama annesi yaşıyordu. Doğrulduğunda biraz daha güçlenmiş gibiydi. Öfke yakasını bırakmıyor olabilirdi ama bununla başa çıkacaktı. Bir buçuk saat boyunca, hurdalığın dolaşmadığı köşesi kalmadı. Gezdiği yerleri, bir kez daha kontrol etti. Neredeyse her arabanın içine baktı ama onu bulamadı. Acaba buraya değil de, kasabaya mı gitmeliydi? Öyle olmamalıydı. Onu ilk gördüğü yere çağırmış olmalıydı. İyi de şu an neden ortaya çıkmıyordu ki? Neyi yanlış yapıyordu? Karnı çok acıkmış ve susamıştı. Neyi yanlış yaptığını mantıklı düşünemeyecek durumdaydı. Akşam olmak üzereydi. Bir süre sonra her şey kararacak ve iyice savunmasız kalacaktı. Ya annesi? “Anne!” Yine bağırmaya ve öfke krizi geçirmeye başladı. Aniden durdu. Koşarak sabah çekim yaptığı siyah Mercedes’in içine girdi. Keşke fotoğraf makinesini yanına alsaydı. Bu son düşünce gülümsemesine yol açtı. Sağlıklı düşünemeyen bir çocuğun, saçma sapan fikirleriydi bunlar. Annesini koruyamayan bir çocuğun, aptalca avunmalarıydı bunlar. Yarım saatten biraz fazla, kırık cam parçalarının ardından dışarıya baktı Sarp. Gözlerini kırpıştırıyor, acıkan karnına, boşta olan eliyle bastırıyordu. Dünyanın rengi değişmeye başlamış, çok yakında her şeyin siyaha dönüşeceği gerçeği, Sarp’ın omuzlarındaki yüz kiloluk adamın küstah ağzından dökülüyordu. “Karanlık geliyor,” diyordu adam, “Yapış yapış, pis kokan karanlık.” Sarp, tüfeğine baktı. Aklına gelen o ahmakça düşünceyi kovdu. Şimdi eve gidecek, sabah erkenden, gün doğmadan buraya gelecek, fotoğraf makinesini sabah koyduğu yere yerleştirecek ve adamın gelmesini bekleyecekti. Bundan başka çaresi yoktu işte. Peki, evde tek başına nasıl kalacaktı? Ya annesi? Dışarıda yalnız başına nasıl kalacaktı? Ağlamaya başladı Sarp. Korkudan ağlıyordu. Çaresizlikten ağlıyordu. Yalnızlıktan ağlıyordu. Acizlikten ağlıyordu. (3)
fırsat vermiyordu. Üstelik gecenin o sinsi çıtırtılarını, o gölge seslerini duymak zorunda kalmamıştı. Az kalsın müzik yüzünden sabah kalkamıyordu. Alarmın sesi önceleri uzaktan bir atın nallarını andırıyordu ama zaman geçtikçe atların da, nalların da sesleri arttı. Uyandığında, sanki üzerinden bir ordu geçmiş gibiydi. Hava aydınlanmamıştı daha. Hemen ayağa fırladı. Günlük kıyafetleriyle uyuduğu için giyinmek zorunda kalmayacaktı. Tüfeğini, fotoğraf makinesini alıp dışarıya, mahvolmuş, yapayalnız kalmış dünyanın, çıplak ve soğuk kollarına attı kendisini. Az uyumasına karşın kendini iyi hissediyordu. Bir an önce siyah Mercedes’in içine girmeli ve fotoğraf makinesini, dün sabahki kadrajına ayarlamalıydı. Diğer tarafta tüfeği dolu ve hazır bekleyecekti. Dün gece, kapının önündeki cesedi sanki yüzlerce karga tarafından ısırılıyormuşçasına bir korkuyla taşıyarak, jeneratörün ardındaki tepenin arkasına sürüklemişti. Galiba rüyasında o cesetle ilgili garip rüyalar da görmüştü. Arabayı çalıştırıp hurdalığa sürdü. Annesi olmadan geçirdiği ilk geceydi bu ve yeni birr tanesine katlanamayacağını çok iyi biliyordu. Aklının karışmasına müsaade etmeden yoluna devam etti. Siyah Mercedes’in yanına vardığında, tan yeri ağarmaya başlamıştı. Ufukta sisli bir demir yığını görünüyordu. Hava oksit kokuyor, insanın içi ürperiyordu. Her şeyi hazırlaması uzun sürmedi ama güneşin doğmasını beklemek çok uzun gelmişti ona. Fotoğraf makinesinin ekranına bakan gözleri yorulmaya başladığı sırada, beklediği şeyi gördü Sarp. Bir görünüp, bir kaybolan adam oradaydı işte. Tam tüfeği eline alacağı sırada çığlığı bastı. Galiba deprem oluyordu. Yoksa her yer neden böyle sallansın ki? Fotoğraf makinesinin ekranına bir kez daha sallantılar arasında baktığında, adamın ardından ilerleyen kadın siluetini gördü. Annesiydi o. Bunu bilmek bir yana, emindi. Tüfeği aldı ve araçtan inerek koşmaya başladı. Güneşe doğru koşuyordu. Annesine doğru koşuyordu. İkinci bölmün Sonu... Yazan: Erol ÇELİK
Bütün gece yüksek sesle müzik dinledi Sarp. Uyuyabildiği birkaç saat boyunca bile müziğin sesi kapanmamıştı. Sessizliğe hiç tahammülü yoktu. Müzik aklındaki tüm çatlakları dolduruyor, düşünmeye
68
69
İllüstrasyon: Naci YAVUZ
ÇizgiRoman
ÇizgiRoman
Sinema
Sinema
Başka Yerden Hikayeler Çizgi roman, ortak paydamız olsa da kimimiz büyük bir bağlılıkla çocukluk ve ilk gençlik yıllarının çizgi kahramanlarına dört elle sarılıp alıştıkları keyfi sürüklemek için tutucu bir tavır sergiler ve çoğunlukla aynı şablonu kullanan ürünleri şimdi de tüketmeyi sürdürürken, kimimiz çizgi roman ummanında yitip gitme pahasına yeni arayışlar içinde, o limandan bu limana gezip her birinde yeni bir sevgili ediniyor. Hâliyle, yayınevlerimiz de okurlarımızla benzer tutum içinde. Sevenlerinin gönlüne kök salmış, yılların çizgi kahramanlarının yeni öykülerini veya tekrar basımlarını yayımlayanlar olduğu gibi, asırlık çizgi ormanında yetişen taze fidanların peşinde macera arayanlar da var. Ne mutlu ki son birkaç yılda yabancısı, yerlisi, çok sayıda çizgi roman basılmaya başlandı ülkemizde. Tiraj anlamında büyük rakamlardan söz etmek mümkün olmasa da çeşit bakımından “yetmez ama evet!” dedirten, gözle görülür bir artış söz konusu. Gönül verenlerinin her türlü medya aygıtını kullanarak küllenmeye yüz tutmuş ortak sevdamızı yeniden canlandırma girişimleri yavaş yavaş meyvelerini veriyor sanki. Bu olumlu gelişmeler içinde bir tanesi var ki Martin Mystere’in kemikleşmiş okuyucu kitlesi için gözbebeği hâline gelmeyi başardı. Başka Yer’den Hikayeler, ya da özgün ismiyle Storie Da Altrove! Bu isim Fumetti’nin anavatanı İtalya’da beğenilen çizgi romanlar arasına 1998’de katıldıysa da Türk okurların hayatına 2013’te girdi. Dikkate değer bir seri. Hatta pürdikkat okunması gerekli, kare kare, satır satır ve bunların bileşkesinden oluşan satır aralarıyla! Yılda bir öykü üretiliyor, günümüze kadar da sadece 16 sayı yayınlanabilmiş. Bizler ise İtalyanların dört yılda kat ettiği yolu -Çizgi Düşler sağ olsun- bir senede aldık. Bu yayın periyoduyla kendi ülkesinde dahi büyük bir okuyucu kitlesine ulaşması zor olan Başka Yer’den Hikayeler’in Sergio Bonelli Editore’nin sevdiğimiz diğer yaratılarının popülerlik düzeyine ulaşmasını ummak boş bir beklenti olsa gerek. O nedenle ticari kaygı gütmeyen bir yapım havasında oluşunu anlayışla karşılamalıyız. Ancak, “ticari kaygı gütmeyen” dendiğinde akla gelmesi mümkün “amatörlük” ile uzaktan yakından ilgisi olmadığını da belirtelim. Aksine, klasik Bonelli serilerinin kanıksanmış yapısının dışında da işler üretebileceklerini kanıtlama kaygısında bir seri. Bu havayı her öyküde ayrı ayrı solumak mümkün. Nicelik ve nitelikleri göz önüne alındığında âdeta Sergio Bonelli Editore’nin kendini tatmin amacıyla yayımlamayı sürdürdüğü bir “prestij” yayını olduğu hissine kapılabilir okur. Bu algının oluşmasında da hemen hiçbir Bonelli ürününde görmediğimiz kadar incelikli öykülerinde yazar ve çizerlerinin tüm maharetlerini gösterdiği bir vitrin olması etkili. Evet, “Senede bir sayı için o kadar da uğraşsınlar artık,” denebilir, ama, öyle böyle değil! Muhteşem bir örgü var bu seride. Tanıdık simalar çevresinde gelişen, öykülerde anlatılan olayların geçtiği zaman ve mekânlara başka bir pencereden bakan, tarihi yeniden yorumlarken komplo teorileri kuran, hipotezler ileri süren, çizgi roman dediğimiz şeyin sadece kendine özgü bir anlatı türü olmadığını, popüler kültürün tüm alanlarından beslendiğini bas bas bağıran, bunu yaparken de ne kafa şişiren ne de can sıkan bir çizgi roman düşünün. İşte Storie Da Altrove; Başka Yer’den Hikayeler! Martin Mystere’e aşina okurlar onun evreninin katmanlarından biri olan Başka Yer’i de, Marty Amca’nın başı sıkıştığında yardıma koşan yöneticisi Chiris Tower’ı da yakından tanır. Yine o evrende yer alan Kara
70
Adamlar’ın bir tür zıt kutbunu oluşturur Başka Yer. Fikir güzeldir, hayal gücünün imkânsızı mümkün kılacağı yepyeni olanaklarla dolu bir düşler tarlasına açılan koca bir kapıdır âdeta. Benjamin Franklin ve Thomas Jefferson’u alır Başka Yer’i kurdurtur, Sherlock Holmes’i getirtir kaşeli elemanı gibi çalıştırtır, Mark Twain’i davet eder, danışman kadrosu verir, okuyucunun aşina olduğu nice gerçek karakterle hayali olan nicelerini aynı düş potasında eritir ve çizgi romanı altına dönüştüren felsefe taşını elde edersiniz... İşte bu simyacıların ürettiği altın değerinde serüvenlerden biri de serinin Alfredo Castelli’nin yazıp Dante Spada’nın resimlediği dördüncü kitabı; Hikayeler Anlatan Adam (L’uomo Che Raccontava Storie). Bilinen Amerikan tarzı hayat biçiminin henüz yeni yeni yerleşmeye başladığı, göçmenlerin kendi ülkelerinden getirdiği kültürel öğelerle, yerli halka ait olanların kaynaşma süreçlerinden doğan Amerikan Halk Efsaneleri çerçevesinde bir öykü sunuyor Hikayeler Anlatan Adam. Zaman çizelgesini oluşturmak için de Amerikalı yazar Mark Twain ile 1869 - 1877 yılları arasında iki kere ABD başkanlığı yapan Ulysses S. Grant dahil edilmiş öyküye. Serüvene verilen ismin sebebi mucibi Twain’in varlığı elbette. Yaşamı ile eserlerinden alınıp çizgiler arasına serpiştirilmiş parçacıklar gerçek ile hayalin kaynaştığı zengin fonu oluşturuyor. Castelli ve Spada ikilisi daldan dala atlıyormuş hissi uyandırsa da üst üste bindirilmiş katmanlardan oluşan kurgusal yapısıyla bir zincirleme masala dönüştürdükleri serüvene öyle halkalar yerleştirmişler ki şaşalamamak mümkün değil. Okumakta olduğunuz yazıyı Gölge müdavimlerine ulaştırmak istememizin asıl sebebi de bu “zincir”. Siluetler arasına gizlenmiş zincirin ucundaki çapayı uzandığı derinliklerden çekmek için spoiler verme pahasına öykünün içeriğine kısaca değinmek ve görsellerle desteklemek durumundayız, maalesef. Elimizde neler var, bakalım... Bilimkurgu tarzı serüvenlerin vazgeçilmezleri
71
ÇizgiRoman
ÇizgiRoman
İnceleme
Sinema
bir araya toplanmış. Uzaylı istilacılar, dünyalı işbirlikçileri, uzay gemileri, ölüm ışınları, ne olup bittiğinden bihaber hâlde mevta olan kurbanlar... Her bir halkayı oluşturan siluetleri birer birer asıllarıyla değiştirip saklı mesajı çözümleme çabamıza girişelim artık. Dünyamızı istila etmek isteyen uzaylı kurbağa adamlar ve liderleri “Mekon”. Bilimkurgu çizgi romanlarına meraklı olanlar bu ismi daha önce de duymuşlardır mutlaka. 50’li yıllarda İngiliz Eagle dergisinde yayımlanmaya başlayan, gitgide devleşerek türün severlerinin gönlüne taht kuran 80’lere kadar aralıklarla da olsa yayını süren ve onlarca çizerin eli değse de yaratıcısı Frank Hampson ve ardılı Frank Bellamy’yi ölümsüzler arasına sokan meşhur mu meşhur Uzay Pilotu Dan Dare’in ezeli düşmanı yeşil uzaylının da adı Mekon. O da tıpkı Hikayeler Anlatan Adam’daki yansıması gibi uçan bir platform üzerine tünemiş görünür daima. Dan Dare’e selam duruş niteliğindeki bu yansımayı daha sonra yapacağımız çıkarsama işlemi için bir köşeye not edip bilimkurgu hikâyelerin olmazsa olmazı uzay gemileri ve ölüm ışınlarını da kayda geçirelim. Klasik bilimkurgu romanı “Dünyalar Savaşı”nın (War of The Worlds, H.G.Wells) sayısız kere basılan kitap kapaklarında ve 1950’lerde çevrilen sinema versiyonunda bol bol boy gösteren gemiler de yer bulmuşlar öykümüzde. Bunu da yazalım bir köşeye. Daha ilk aşamada, istilacılar dünya üslerini kurmak için Amerika’nın gözden ırak bir köşesini seçtikleri sırada, ruhunu teslim eden yerel halkın dağlı kesiminden birkaç kişi de dikkate değer. Al Capp ismiyle özdeşleşmiş, Lil Abner (Hoş Memo) karakterleri değil mi bunlar? Saflıkları ve kendilerine özgü konuşma biçimleriyle bir dönem okurunun belleklerinde yer etmiş, naif çizgi roman tipleri?..
72
Castelli ile Spada’nın ne alıp veremediği var ki bu garibanları ölüm ışınlarına kurban ediveriyorlar bir çırpıda, üstelik ustaları Capp’ın kemiklerini sızlatırcasına... Bir tarafta bilimkurgu ikonları diğer tarafta, bambaşka bir öykücülük anlayışının konularını oluşturan çizgi roman kahramanları. Galiba, H.P. Lovecraft’ın meşhur romanı“Charles Dexter Ward Olayı”nın baş karakterinin adının niçin Hikayeler Anlatan Adam’da geçtiğini sorgulamaya bile gerek kalmadan “çapa” görünür alanımıza girdi bile... Başka Yer’in dördüncü öyküsü içerdiği onlarca mesaj yanında, gizliden gizliye, çizgi romanda bilimkurgu içeriğinin yerini iyice sağlamlaştırmasını Dan Dare ile tarihleyip, önceki öykücülük geleneğini tuzla buz ettiğini de anlatmak ister gibi... Başarmışlar mı? Yoksa “şeyh uçmaz mürit uçurur” durumuyla mı karşı karşıyayız yine, siz okurların takdirine muhatap bu soru... Var sayalım ki, savımız doğru: Hikayeler Anlatan Adam’da bilimkurgu çağının Lil Abnerleri, Little Nemo in Slumberlandleri, The Katzenjammer Kids gibi öncül çizgiromanları rafa kaldırdığı mesajı gizli, öyleyse, içinden simgeler aldıkları hâlde, cımbız müptelası uzay pilotumuz Dan Dare’e rol vermemiş olabilir mi Castelli ve Spada? Olur mu öyle şey! Çizgi romanda bilimkurgu temalarının istilasına önayaklık edenlerden biri olan Dare de istilacı uzaylılar, kurbağa adamlarla işbirliği yapan Belediye Başkanı Cradlee maskesiyle çıkıyor karşımıza. Lakin, bir incelik gösterip tipi tüm ayırt edici özellikleriyle resmetmek yerine, en belirgin olanına,“kaşlarına” vurgu yaparak yansıtmayı yeğlemiş Prada. Bağlantı zayıf mı geldi? Peki! Unutun okuduklarınızı... Dare, o Dare değil. Dexter Ward’ın Lovecraft
73
Öykü
ÇizgiRoman İnceleme
“Gazetelerin üçüncü sayfa haberlerinden çıkma yaşam öykülerimiz her daim bizlere gerçek yaşantıları sunar aslında. Bu öykümü, tüm mahkûmlara ve mahkûmlarla birlikte yaşayarak görev yapanlara armağan ediyorum. Çünkü onlar özgür iken tutsaklığı hem yaşıyor hem de tutsaklığa şahit oluyorlar. Hatalarımızın hayatlarımıza mal olmaması dileği ile…”
karakteriyle ilgisi yok, Hoş Memo’nun tipleriyle burun buruna gelmemiz sadece hoş bir tesadüf, uzay gemilerinin H.G. Wells’in Dünyalar Savaşı ile benzerliği ise esinlenmeden öte değil. Kabul! Mekon da Mekon değildi ki zaten. Bonelli’ydi! Evet evet, Hikayeler Anlatan Adam’daki Mekon Sergio Bonelli! Ta kendisi! Castelli ve Spada’nın öyküye serpiştirdiği katmanlar o kadar bereketli ki her bir simgenin altından bir diğeri fırlıyor, bize göz kırpıp okuma keyfimizi katmerliyor. İşin sırrı On-Ga-Cer’de! Bazen simgeleri yorumlamak için farklı açılardan bakmak, evirip çevirmek gerekir, bilirsiniz. Biz de tersten bakalım bu isme: Rec-ag-no! Serinin ikinci öyküsü “Siste Bekleyen Şey” (La Cosa Che Attende Nella Nebbia) ve üçüncüsü “Sherlock Holmes’e Meydan Okuyan Gölge”nin (Lombra Che Sfido Sherlock Holmes) yazarı Carlo Recagno! Belli ki metinlerini ya zamanında teslim etmeyi başaramamış, ya da serüveni tek öyküye sığdıramayıp ikiye bölünerek yayınlanmasına neden olmuş, patron’dan, yani Bonelli’den fırça yiyor. O da yetmezmiş gibi Castelli ve Spada’nın diline düşmüş Recagno... Şirin değil mi sizce de? Haydi, buna da bir anlam yükleyelim ve şeyhe bir kanat daha takalım. Sergio Bonelli Mekon kılığında dünyayı istila etmeye hazırlanan uzaylıların lideriyse, planlanan bir Fumetti saldırısı varmış demek ki. Tüm eski bildiklerimizin yanında, Greystormlar, Volto Nascostolar, Lilithler, Brendonlar, Caravanlar, Zona-Xler, Storie Da Altroveler ve daha nicelerinin çizgi gündemimizi işgali boşuna değilmiş meğer.
Sıfır Açı
"Kör Nokta" “Artı ya da eksi olmadan sıfır noktasındaki dengeyi yaşamak istedim.” “Dünya üzerinde her şeyi eşitleyecek bir güç düşlerken bunun mümkün olmadığını da biliyordum. Lakin elimden bir şeylerin gelebileceğinin de farkındaydım. İşte tam bu sebepten etrafımda olan şeylerin kontrolünü elime alma gereği duydum. Çünkü artık matematiksel dengenin evren üzerinde asla hükme geçemeyeceğine tanık oldum. Gardiyanlık görevime başladığımdan bu yana öldürdüğüm insan sayısında azalma var. Ya da kanunların değişmesi yüzünden benim gibi birine ihtiyaçları azaldı. Sebebi ne olursa olsun, ihtiyaç duyulmayan biri hâline geliyor olmak beni öfkelendirmişti elbette. Bir şeyler yapmalıydım. Neden sadece kötüleri sıfırlandırmak gibi bir niyetim var, diyerek kendimi sorgulamaya başladığımda fark ettim. İyileri sıfırlandırsak aramış olduğumuz dengeyi bulabilir miydik? Ben sadece tüm bunları izlemek istiyorum.” Soğuk ve yağmurlu günün nemini çekmiş beton duvarlardan küf kokusunu soluyordu, tek kişilik hücresinde. Eski yaşamında yağmurlu günlerden nefret ederken, şimdi ise yağmurun neye benzediğini ancak açık hava iznine denk gelirse hatırlayabiliyordu – ki çoğu zaman yağmurlu günlerde dışarı çıkması için gardiyanların iyi saatine denk gelmesi gerekirdi. Günleri hatta hangi yılda olduğunu bilmesine gerek yoktu. “Ağırlaştırılmış müebbet” cümlesini sanık olarak çıktığı davada duyduktan sonra saymamıştı kaç gün geçtiğini. Tek bildiği ölümüne bir adım daha yaklaşıyor olduğuydu. Gardiyanları artık ayak seslerinden ve kapıya vurdukları copun sesinden tanıyabiliyordu. Tek sevdiği gardiyan Kenan’ın ayak seslerini duyana kadar yerinden kalkmaz ve onun geldiğini anladığı an yalnızlığa hapsedilmiş dünyasında konuşacak birinin olduğunu bildiği için harekete geçerdi. Ailesi olmadığı için görüşme günlerini beklemezdi. Bugün açık havaya çıkma günüydü. Yağmurun iliklerine kadar onu ıslatıp soğukluğu hissetmeyi istiyordu. En son ne zaman kalabalık arasında yağmurda yürümüştü? Düşüncelerini susturmaya çalışırken Kenan gelmiş ve kapıya vurmuştu. Saydı: 1, 2, 3, 4, 5, 6. Kapının sürgüsünü çekmesine ramak kalmışken ayağa fırlamıştı. “Merhaba, bugün hava yağmurlu. Çıkmak ister misin?” Kenan, sorduğu sorunun yanıtını bilse de sormayı ihmal etmezdi. Karşısındaki mahkûmlara suçlu değil, insan gözüyle bakmasını bilen gardiyandı. “Evet!” diyebildi heyecanla. Bugünün diğer günlerden farklı olduğunu biliyordu. Kararlaştırdıkları günün geldiğini kapısına altı kez vurmasından anlamıştı. Altı sayısı en uğurlu sayısıydı. Bebeğini altı aylıkken çok
N. Hakan TARHAN
74
75
Öykü
ağlıyor diye öldürmesinden bu yana altı yıl geçmiş olmasıydı belki de altı sayısını tercih etmesi. Ne zaman öleceğini bilmemesi onu daha da delirtir hâle getirmesinden korktuğu için Kenan’dan yardım istemişti. Beklemek… Tahliye gününü beklemek gibi değildi, ölümü beklemek. Duvarlara çizdiği yüzlerle sohbet etmekten, açık havada tek başına volta atıp koşmaktan sıkılmıştı. Daha ne kadar dayanabilirdi ki? Kenan’ın diğer gardiyanlara nazaran kendisine daha yakın hissetmesi, onun gözlerine baktığında kendisini görüyor olmasıydı. Mahkûm edildiği gün hücresine kadar eşlik ederken kulağına eğilip fısıldamıştı Kenan. “Öldürmeyi sevdin mi?” bu cümle ile kendisini şaşırtmayı başarmıştı. Beden ile ruhun ayrılmasına sebep olduğunuz o an tüm iç benliğinizin rengi siyaha dönüşür. Karanlıkta kimlerin olduğunu görebiliyor oluşlarıydı Kenan ve Dülger’i yakın kılan. Kenan birisini daha özgürlüğüne kavuşturmanın kalp çarpıntısını yaşarken, Dülger ise son nefesinin nasıl olacağı konusunda fikirler yürütüyordu. Gözlerinin içinde korku mu huzur mu kalacaktı? Bunu bilecek tek kişi Kenan’dı. Dülger her şeyin bir anda olup bitmesini istiyordu. Acaba bir kez daha yağmur altında yürümeyi denemeli miydi? Daha fazla yaşamış olması onun için neyi değiştirecekti ki? Kendi çocuğunu öldürmüş olması ve bu konuda hiçbir şey hissetmiyor olmasına kendisi de anlam veremiyordu. “Metafor” demişti Kenan bu durum için. “Bir kere o karanlığa bulaştığında sürekli ister hâle geliyorsun. Uyuşturucu gibi… İlk kez babaannemin ölümünü izlemiştim. Son nefesini verirken hırlama seslerinin kulağımda nasıl çınladığını bilemezsin. Bu normal birini belki huzursuz edebilirdi, benim çok hoşuma gitmişti. O günden beri insanların ölümünü izlemekten keyif alıyorum. Her şeyin bittiği o anlara tanık olmak tüm hücrelerimi harekete geçiriyor.” Birbirlerine karşı birer hediye sunacaklardı. Dülger son nefesini Kenan’a armağan edecekti. Bunun karşılığında Kenan’ın tek yapması gereken ölüm odasını Dülger için hazırlatmak olacaktı. Ölmek isteyen her mahkûm için sunduğu bu hizmete öylesine alışmıştı ki gizli saklı işler çevirmekte zorlanmıyordu. Koridorda birlikte yürürken ikisinin de yüzünde memnuniyetin tebessümü belirmişti. Hapishanenin kullanılmayan ve gözlerden uzak deposunun kapısında durana kadar ikisi de tek kelime etmemişlerdi birbirlerine. Kapıyı araladı Kenan, içeride Dülger için hazırlanmış urgan karşısında duruyordu. Birlikte odaya girdiklerinde, arkalarında duran sessizliği bozan kapı sesi tüm koridorda yankılandı. Dülger konuşmadan yapması gerekenleri tek tek sessizce yerine getirmişti. Boynundan geçirdiği urganın hayatındaki her şeyi sıfırlandıracağından emin gülümsemesiyle başını onaylayarak Kenan’a hazır olduğunun işaretini verdi. Kenan ve Dülger birbirlerine teşekkür edercesine selamlaştılar. Kenan, Dülger’in en sevdiği sayıya kadar seslice saydı. 1, 2, 3, 4, 5, 6. Altıncı sayıya geldiğinde bağırdı ve Dülger’in altındaki sandalyeyi çekti. Dülger’in göz bebekleri büyümüş ve hırıltılar çıkartmaya başlamıştı. Kenan ise karşısında oturmuş ve bacaklarını aralamıştı. Fermuarını açtığı pantolondan çıkardığı cinsel organıyla Dülger’in son nefesinin verişini izliyordu. Yazan: Öznur BAYCAN
76
77
İllüstrasyon: Büşra AKBULUT
78
79
80
81
Öykü
Mutsuz Bir Adam Dünyanın en tuhaf insanlarından birini tanıyorum. Yakın arkadaşı sayılmam, beraber keyif verici aktiviteler de yapamıyoruz ama hiç değilse tanıyorum. Son görüştüğümüzde, kısa süre önce kovduğu yardımcısını/bakıcısını/asistanını tekrar işe aldığını öğrenince meraklandım. “Geçen sefer hakkında fena sallıyordun, ne oldu da geri aldın?” dedim kahvemi yudumlarken. Kahvesini özellikle lezzetsizleştirmişti, içerken yüzünü buruşturuyordu. Oturduğu sandalyeye de rahatsız bir minder koymuştu ve sürekli kıpırdanmak zorunda kalıyordu. O rahatsızken ben de karşısında kendimi rahatsız hissediyordum ama buna mecbur olduğunu bildiğimden müdahale etmiyordum. “O kızdan daha iyi bir asistan tutmam mümkün değil,” dedi. “Hayret. Geçen sefer, onu en baştan işe almamış olmayı dilediğini hatırlıyorum. Sebebini pek anımsamıyorum gerçi.” “Çok sinir bozucusun, illa baştan anlattıracaksın.” “Ee, sinirini bozmasam karşında oturuyor olamazdım, değil mi?” Onaylamadı, kahvesinden lezzetsiz bir yudum daha aldı sadece. Ardından da muhtemelen uzun zamandır yıkamadığı saçlarını karıştırdı. Asistan kız meselesini biraz biliyordum aslında. Hastalığından dolayı bir yardımcıya ihtiyaç duyuyordu. Bir süre ailesiyle idare etmişti ama hastalığı ilerledikçe biraz daha fazla ilgiye ihtiyaç duyar olmuştu. Özünde Kadir olan ismini sonradan Kadiirçen olarak değiştirmiş olan bu arkadaşın hastalığından bahsetmek istiyorum ama bunun ne kadar zor olduğunu bilemezsiniz. ‘Mutluluğa karşı alerji’ diye özetleyebilirim belki. Kadiirçen’i liseden tanıyorum ve o zamandan beri hastalığını uzaktan uzağa takip ettim. Lisenin son yıllarında, yani ergenlikten çıkış dönemlerinde, ne zaman mutlu olsa bedeni tuhaf tepkiler vermeye başladı. Gözleri kanlanıyor, vücudunda kızarıklıklar oluşuyordu. Zaman geçtikçe kalp atışları bile dengesizleşmeye başladı. Anlattığına göre o zamanlar annesi, “keyfin yerindeyken bunu dışarı gösterme oğlum, baksana nazar değdiriyorlar,” şeklinde geçiştirmeye çalışmış. Ama elbette böyle devam edemezdi. Liseden mezun olduğu sıralar doktora gitti. Hatta o yaz boyunca uzun bir hastaneler arası maratona girdi. Yurtdışına bile çıktı. Vücudunun, mutluluk hormonlarından birine karşı -endorfin olması lazım- aşırı tepki verdiği anlaşıldı ve zannediyorum ki doktorlar bunun salınımını engellemenin bir yolunu bulamamışlardı. Belki de engellemenin hayati yan etkileri olduğunu fark etmişlerdi. Bu kısmı tam olarak hatırlamıyorum, ama uzun zaman önce bahsettiğimizden dolayı Kadiirçen’e tekrar sormak da istemiyorum açıkçası. Gerçi bir ara, sırf sinirini bozmak için sorabilirim. Her neyse, birkaç yıl önce mutlu olması doktorlar tarafından sakıncalı bulunup yasaklandı. Mutlu olacağı herhangi bir şey yapmak, örneğin lezzetli yemekler yemek, oyun oynamak, cinsel ilişkiye girmek veya heyecan verici aktivitelerde bulunmaktan tamamen mahrum kaldı. Gerçi tıp ilerler de bir tedavi yöntemi bulunursa normal hayatına dönebilir. Sanıyorum onu hayatta tutan da bu umut. Asistan meselesine gelirsek… İşe ihtiyacı olan Sibel adında bir kız -ki kendisi Boğaziçi Üniversitesi’nden bilmediğim sebeplerle ayrılmak zorunda kalmış çok zeki bir kızdı, bir iki kez konuşmuşluğum var- ona yardımcı olmak için gönüllü oldu. Kadiirçen’in ailesi de onu bir nevi bakıcı olarak atadı. Sibel, Kadiirçen’i
82
83
Öykü
mutsuz etmek için elinden ne geliyorsa yapacaktı. Yaptı da. Günün büyük bölümünde beraberlerdi ve Kadiirçen Sibel’den hiç hazzetmiyordu. En sevmediği kız ismi bile Sibel’di. Ki onun ideal bir asistan olmasının sebeplerinden biri de aralarındaki bu onanmaz negatif elektrikti. Bir gün rahatsız bir dönercide yemek yiyorduk ki -Kadiirçen’inki aşırı acıydı ve içine bir miktar şeker de atılmış, tadı iyice rahatsız edici hale gelmişti- Sibel’i işten attığını söyledi. Nedenini sorunca, “İşini fazlasıyla aksatmaya başladı,” diye cevap verdi. “Sevgili mi buldu, ne yaptıysa, artık benimle pek ilgilenmiyor. Parayı da sallamıyor. Belki de cebine para girmiştir bir yerden.” “Hadi ya. İşini aksatacak birine benzemiyordu. Çok çalışkan ve zeki bir kızdı, sana da epey bağlıydı aslında.” “Bırak Allah’ını seversen. Böyle bağlılık mı olur? Bir gün geliyor, iki gün gelmiyor. Sebebini sorunca cevap vermiyor. Duymamış gibi davranıyor.” Sonra konu dağılmış, değişmişti. Tam muhabbetten keyif almaya başlamıştık ki, Kadiirçen endorfinin etkisini hafiften hissetmeye başlamış olsa gerek, koşarak uzaklaşmıştı. Şimdi yine karşılıklı oturmuş saçma sapan muhabbetler ediyorduk ve buluşmamız muhtemelen yine yarım saati geçmeyecekti. Ve en çok merak ettiğim şey Sibel’i nasıl olup da tekrar işe aldığıydı. “Sonradan anladım,” dedi. “Kız meğer benim iyiliğimi düşünmüş. Beni rahatsız etmek için işe gelmemeye başlamış. Düzenli olarak gelmesi ve işini kusursuz yapması hoşuma gitmeye başlamıştı; nasılsa bunu sezmiş. Ve böyle bir çözüm bulmuş. Ki hakikaten endorfin seviyemi sıfırın altına indiriyordu o işi aksatmalarıyla. Ben de bunu idrak eder etmez onu tekrar işe aldım. İşe geri alınacağını bildiğini söyledi sırıta sırıta. Gıcık.” “Peki,” dedim, “bu durum da bir süre sonra seni memnun etmeye başlamaz mı?” “Başladı bile,” dedi garsona el edip hesap isterken, “ama kız çok zeki. Elbet buna da bir formül bulacaktır.” O anda telefonunun mesaj sesi duyuldu. Telefonunu daracık kot pantolon cebinden çıkarırken neredeyse ben de ıstırap çekiyordum. Elindeki telefonun çatlamış ekranından yazıları zar zor okumaya çalışıyordu. “Allah belanı versin,” diye söylendi mesaj atan kişiye. Sonra bana döndü. “Benim asistan,” dedi. “Maaşına zam istiyor.” SON Yaan: Gökcan ŞAHİN İllüstrasyon: EbruBAŞ gokcansahin.blogspot.com
84
85
Sinema
Sinema
28 Kasım Perşembe: 27 Kasım’da Edremit’te yapılan açılışın sonrasında Gezici Festival’in Ankara açılışı Hitchcock’un Şantaj (Blackmail) filmi ile yapıldı. Hem de canlı müzik eşliğinde. İstanbul’da 9 Hitchcock filmi için yapılan bu etkinliğin en azından bir filmlik kısmını Ankara’da görmek çok keyifliydi gerçekten. Açılış ve kapanış törenlerinden çok hazzetmeyen biri olarak tam da istediğim gibi bir açılış oldu. Az konuşma, bol film. Hem de güzel bir film. Yıllar önce Blackmail’in restore edilmemiş bir kopyasını izlemiştim. Yenilenmiş halini, hem de canlı müzik eşliğinde izlemek çok iyi oldu. Film, kendisine tecavüz etmek isteyen bir ressamı bıçaklayarak öldüren bir kadının polis olan erkek arkadaşı ile olaydan sıyrılma çabası ve olayı bilen birinin onlara yaptığı şantaj üzerine gelişiyor. Hitchcock daha o yıllarda (1929 yapımı bir filmden bahsediyoruz) nasıl atmosfer yaratacağını çok iyi bildiğini göstermiş. Zaten sessiz filmlerden gelen bir isim olduğu için gerilim yaratmada görselliği çok iyi kullanan bir isim olduğunu tüm kariyerinde belli ediyordu. Filmde ilerde Hitchcock’dan görmeye alıştığımız kimi numaralar da mevcut. Finalin tanınmış bir mekânın tepelerinde geçmesi örneğin. Tipik bir Hitchcock finali. Filmin başındaki polisin nasıl çalıştığını gösteren sahnede aynadan görünen yansıma, merdiven çıkma sahnesi ya da film boyunca defalarca görünen aynı tablonun bir süre sonra karakterlerin vicdanı rolünü üstlenip sürekli farklı çağrışımlar yapması gibi olaylar da ayrıca mest etti. Benzer şekilde cinayet sahnesinde bıçağa yapılan zoom ve filmin ilerleyen sahnelerinde herhangi bir sahnede, örneğin kahvaltı masasında, bıçak görülmesi ile tekrar olay anının çağrıştırılması da Hitchcock’un sessiz filmlerinde de stilini oluşturduğunun bir göstergesi idi. Neticede hemen her Hitchcock filmi gibi hiç düşünmeden mutlaka izleyin diyebileceğim bir film Şantaj.
29 Kasım Cuma: 19:00 – Festivalin ilk günü olan Cuma günü gündüz seanslarını bir kenara bırakıp maratona akşam seansları ile başladım ve takip ettiğim başka festivallerde sürekli kaçırdığım Yozgat Blues’u nihayet Gezici Festival’de yakaladım. Ne de güzel bir filmmiş. Aldığı bol övgüye rağmen kafamda yine mi taşra, yine mi Ercan Kesal gibi sorular vardı. Ama akla getirdiği filmlerden farklı bir yerde duruyor Yozgat Blues. Film İstanbul’dan Yozgat’a küçük bir gazinoda çalışmak için gelen Yavuz (Ercal Kesal) ve Neşe (Ayça Damgacı) karakterlerini getiriyor önümüze. Yavuz yılların sanatçısı iken Neşe ise ilk kez onun yanında vokalistlik yaparak sahneye çıkıyor. Yozgat’ta yolları, berberlik yapan ama hayali bir kadın kuaförü açıp çoluk çocuğa kavuşmak olan Sabri (Tansu Biçer) ile kesişiyor. Ana hikâye filmin adıyla uyumlu olarak hüzünlü olsa da seyirciyi boğucu bir atmosfere hapsetmiyor. O hüznün içindeki mizahı buluyor denebilir. Kendisini tekrara düşer mi diye endişelendiğim Ercan Kesal, Yavuz rolünde yine çok iyi (her şeye rağmen bu hızla çalışmaya biraz mola vermesi gerektiğini düşünüyorum yine de). Diğer oyuncular da öyle ama filmin gizli yıldızı Nadir Sarıbacak bence. Müthiş bir sanatçıyım ben havasındaki Kamil karakterini o kadar ince ayrıntılarla donatmış ki arka planda gözüktüğü sahnelerde bile rol çalıyor. Filmde sanatla uğraşan karakterlerin ben de sanat yapıyorum havasını uzaktan uzağa Boogie Nights’a benzettim bu arada. Yanlış anlaşılmasın, elbette filmlerin dertleri çok farklı ama karakterlerin sanat ile ilişkileri açısından çağrışım yaptı. Film sonrasında yönetmen Mahmut Fazıl Coşkun’la bir söyleşi vardı. Diğer salondaki filme yetişeceğim için sonuna kadar kalamadım ama birkaç kaç noktayı belirtmem gerek yine de. Bu tip söyleşilerde ilk soruyu soracak cesareti bulmak hep zor olur, insanlar sonradan açılır. Bu kez ilk soruyu soran kişinin filmi izlemeyip sadece söyleşiye katılan birisi olması, sorunun da “Neden Yozgat?” şeklindeki yönetmenin muhtemelen 1500 kez cevapladığı bir soru olması gerçekten bombaydı. Ablayı filmi izlemeden ilk soruyu sorma cesaretinden dolayı kutlamalı herhalde. Yönetmen cevabında Yozgat’ın modern taşrayı yansıtırken bir yandan da kimliksiz olmasının etkisi olduğunu vurguladı. Buna bağlı başka bir soruda da şehrin gözüktüğü anlarda bile genelde flu olarak gözüktüğü söylendi. 21:00 – Birdy’yi yıllar önce, TRT’de yayınlandığında olay olduğu zaman izlemiştim. Gezici Festival sayesinde yeniden izlemek güzel oldu. Alan Parker›ın en verimli dönemlerinden bir film Birdy (geçan ay da belirtmiştim The Wall ve Angel Heart arasında çekiyor bu filmi). Filmin başında bir klinikte tek başına bir hücrede kalan ve doktorların ağzından tek bir kelime bile alamadığı, bırakın kelime almayı “insanca” bir tepki bile göremedikleri Vietnam gazisi Birdy ile tanışıyoruz (gerçek adı hiçbir zaman söylenmiyor, arkadaşları kuşlara olan tutkusundan dolayı ona Birdy diyorlar). Doktorlar tedavi çabalarından bir sonuç alamayınca en yakın arkadaşı Al’i çağırıyorlar. O da savaştan yüzünün yarısını kaybetmiş bir şekilde dönmüş başka bir Vietnam gazisi. Film Al’in Birdy’den herhangi bir tepki alabilme çabalarıyla birlikte flashback’ler eşliğinde bu iki arkadaşın ilk tanıştıkları zamanlardan o güne kadar yaşadıklarını anlatıyor. Hem Matthew Modine, hem de Nicolas Cage çok iyi oyunculuklar sergiliyorlar. Özellikle Nicolas Cage›in bir zamanlar ne kadar iyi filmlerde oynadığını hatırlamış oluyoruz. Bir yandan iki yaralı insanın (sadece fiziksel yaradan bahsetmiyorum) dostluğunu anlatırken bir yandan da sağlam bir antimilitarist film Birdy.
86
87
Gezici Festival ile 19. Sene Gezici Festival ile 19. Sene Gezici Festival il beraber 19 yılımız geçmiş. Bu 19 yılın 18’inde yolculuğuna Ankara’yı da dâhil eden Gezici Festival’in Ankara Film Festivali ile birlikte Ankara’daki sinema kültürüne yaptığı katkıyı unutmak mümkün değil. Gezici Festival’in asıl katkısı ise neredeyse her ilde bir film festivali yapıldığı günümüzden yıllarca önce bazen sineması bile olmayan yerlere gidip oraya bambaşka filmleri götürmesi idi. Bugün o misyonunun bir kısmını yerel festivallere devretmiş gibi gözükse de bazı şehirlerin hala Gezici Festival’i özlemle andıklarını biliyorum. Gölge e-Dergi olarak birkaç yıldır basın sponsorlarından biri olarak da desteklediğimiz Gezici Festival’in Ankara ayağını takip ettik her zamanki gibi. Yine de Ankara izlenimlerine geçmeden önce festivalin bu yılki açılışının, festivalin baştan beri gönül dostu olan Tuncel Kurtiz’in anısına onun memleketi olan Edremit’te yapıldığını not olarak düşmeden geçmeyelim.
Sinema
Sinema
Üstelik bunu yaparken kullandığı savaş sahnesi sayısı da oldukça az. Birdy karakterini filmin başında tıpkı çevresindeki diğer insanlar gibi seyircinin de garip bir tip olarak görürken Al karakteri ile birlikte adım adım ona yakınlık hissetmesi başarılı bir şekilde çözülmüş. Birdy’nin neden konuşmadığına dair cevabı ve tüm bir final sekansı ise unutulmaz (gerçekten de aradan geçen zamanda unutmadığım yerlerden ikisi bunlar). Filme çok iyi uyum sağlayan Peter Gabriel’in müziği de öyle. 30 Kasım Cumartesi: 12:15 – Hakkında pek çok iyi eleştiri duyduğumuz, bu yüzden de Gezici Festival’in en merakla beklenen filmlerinden biri olan Gloria her şeyden önce tam bir oyuncu filmi. Paulina García tüm filmi sırtlayıp götürüyor. Gloria Amerikan filmi olsa, García da Amerikalı ya da İngiliz bir oyuncu olsa Oscar’ı alması işten değildi. Yaşlanmakta olduğu halde hayata coşkuyla tutunan Gloria karakteri onun da katkısı ile çok başarılı çizilmiş. Daha da önemlisi bu karakteri tüm boyutlarıyla çizen senaryo elbette. Festival takipçilerinin yorumlarından anladığım kadarıyla filmi kadınlar, özellikle belli bir yaşın üstündeki kadınlar çok daha fazla sevdi. Senaryo iki erkeğin elinden çıkmış belki ama kadını anlatmayı başarmışlar. Yaşlanmakta olan erkeklerin cinsellik de dâhil aşkı aramaları anlatan filmler izliyoruz ama işe kadınlar tarafından bakan film sayısı az. Sırf filmlerde değil, gerçek yaşamda da bu böyle elbette. Özellikle belli bir yaşın üzerindeki kadınlar işin cinsellik yönünden tamamen soyutlanıyorlar ve cinsel kimliksiz bir anne rolüne hapsediliyorlar. Zaten filmi izlemeyen bir seyirciye konusunu anlattığımda işin cinsellik yönüne tepkisinin “kadın hala çocuk doğuramıyor değil mi” olması, doğurganlığın bitmesi ile kadının cinselliğinin de bittiği düşüncesinin bir özetiydi adeta. Gloria buna da karşı çıkan yapısı ile de önem taşıyor. 14:30 – Oscar adayı belgeseller arasında kısa listeye kalan Genç Kız ve Boksör (Cutie and the Boxer) gerçekten güzel bir belgesel. Filmde, evliliklerinde 40 yılı devirmiş sanatçı bir çiftin yıllara yayılan inişli çıkışlı ilişkileri konu ediliyor. Boks ressamı olarak tanımlanan Ushio Shinohara (boş tuvale boyaya batırılmış boks eldivenleri ile vurarak resim yapıyor), 60’ların sonunda New York’a gelmiş. Eserleri ilgi çekmiş ama pek para kazanamamış (filmde New York’un en ünlü yoksul ressamıydı deniyor onun için). O yıllarda Noriko ile tanışmışlar ve aralarındaki yaş farkına rağmen evlenmişler. Noriko da genç bir sanatçı ama uzun yıllar kocasının arkasındaki isim olarak kalmış. Özellikle Ushio’nun alkol sorunları yaşadığı dönemde ona çok destek olmuş. Ancak aradan geçen yıllarda Noriko’nun sanatçı kimliği de giderek ön plana çıkmaya başlamış. Çiftin ilişkilerinden yola çıkarak yarattığı “Cutie” serisi çizimleri ile sergiler açmış. Film de bu ilişkiyi Noriko’nun animasyona dönüştürülmüş çizimlerinin de yardımıyla etraflıca anlatıyor. İzlemeye değer bir yapım. 16:00 – Bu seans için seçtiğim Işığa Özlem (Nostalgia de la Luz / Nostalgia for the Light) filmi Çağdaş Sanatlar Merkezi’nde olunca, iki film arasında da sadece 8 dakika olunca Büyülü Fener sinemasından Çağdaş Sanatlar Merkezi’ne taksi ile gitmekten başka çare kalmadı. Yine de başını kaçırabilirim diyordum ama belgesel biraz geç başlayınca sorun olmadı. Işığa Özlem için son dönemin en iyi belgesellerinden biri diyebiliriz. Şili tarihi üzerine yaptığı belgeseller ile tanıdığımız Patricio Guzman kendini aşmış. Filmi izlemeden önce konusunu okuduğumda Şili’de yakınlarını
88
kaybedenlerle astronomi arasında kurulacak olan bağın zorlama olmasından endişeliydim. Guzman, şimdiki zaman yoktur, karşımızdakine bakarken bile gördüğümüz şey aslında milisaniyeler boyutunda da olsa geçmiştir noktasından yola çıkıyor ve Şili’nin yakın tarihine, unutmak ve hatırlamak meselesini de ortaya koyarak bambaşka bir bakış getiriyor. Atacama çölünün ortasında bir kısım bilim adamının göğü inceleyerek yaptıkları çalışmalarla evrene ve insanoğluna dair sorulara yanıt ararken aynı çölde, aynı bilimin çölün kumlarına karışmış kemik parçalarını aramak için de kullanılması insanın içine oturuyor. Gezici Festival’e bu güzel belgesel için teşekkür ederken görselliği de çok etkileyici olan bu belgesel keşke Çağdaş Sanatlar Merkezi’nin küçük perdesinde değil de Büyülü Fener’in büyük perdesinde gösterilseydi demeden de geçemiyorum. 18:00 – Bugün izlemek için genelde belgeseller seçmişim. Aynen devam. %10 Kahraman Kimdir (10%: What Makes a Hero?), İnternet’te bir ara çok popüler olan Nazi mitinginde Nazi selamı vermeyen adam fotoğrafından yola çıkan bir film. Yönetmen Yoav Shamir, bu fotoğraftan hareketle kahramanlık kavramını sorguluyor ve kahraman dediğimiz kişilerdeki ortak noktaları arıyor. Film boyunca 2. Dünya Savaşı yıllarında Yahudileri saklayan Alman aileleri, tren raylarına düşen bir kızı kurtaran bir adam ya da eskiden uyuşturucu satarken şimdi gençleri uyuşturucudan korumak için çalışmalar yapan insanlar gibi farklı ülkelerdeki farklı kahramanlık örneklerini incelemesi, insanlarla şempanzeler ve bonobolar arasındaki benzerlikler ve farklılıklara değinmesi falan iyi ama sonlara doğru film sarkıyor. Kahramanlık üzerine çalışma yapan bilim adamları kısmını biraz kısa tutsa, filmi de bir buçuk saatten bir saate indirse çok daha iyi olacakmış. 21:00 – Günün final filmi Tuncel Kurtiz anısına gösterilen 1985 yapımı Kuzunun Gülümseyişi (Hiuch HaGdi / The Smile of the Lamb) idi. Bugünden baktığınızda biraz eskimiş bir film ama üstadın oyunculuğu yine etkileyici. Zaten bu rolle Berlin’de en iyi erkek oyuncu seçilmiş zamanında. Filmin başlarında rolü az gibiydi ama sonlarda ağırlığını koyuyor. Filmde aynı ailenin üç kuşağını oynayan Kurtiz’in rolünü, bilmediği bir dil olan Arapça olarak oynaması da ayrıca takdir konusu. Film Filistin-İsrail meselesine biraz da alegorik bir açıdan bakarak hikâyesini kuruyor. Arada hikâyenin dağılması dışında başarılı sayılır. Özellikle İsrail ordusundaki doktor ve kız arkadaşı arasındaki mesele filmin içinde olmasa da olurdu diye düşündüm. 1 Aralık Pazar: 12:00 – Gezici Festival’in kısa film seçkilerini sevdiğimi her zaman söylüyorum. Kısa İyidir bölümünün ilk seçkisindeki filmler de güzeldi. Filmlerden kısaca bahsetmek gerekirse, Pervane (Parvaneh), Afgan ve İsviçreli iki genç kızın dostluğu üzerine hoş ama fazla klişe bir filmdi. İspanya yapımı Kelime Hazinesi (Vocabulario / Vacabulary) yine iki farklı kültürden (bu sefer bir İspanyol ve bir Çinli) insanı karşı karşıya getiriyor. İlk filmin aksine bu sefer daha yüksek bir yaş grubundan, birbirlerinin dillerine
89
Sinema
Sinema
bile yabancı iki insan. Hurdalık (Junkyard), iki çocukluk arkadaşının yıllar sonra bambaşka bir koşulda karşılaşmalarını anlayan başarılı bir animasyondu. Alis Gökte (Alice in the Sky), insanları ve hayvanları adeta hipnotize edici bir dans koreografisi içinde gösteren bir deneysel filmdi. Kahve Vakti (Elvakaffe / Coffee Time), bir grup yaşlı kadının cinsellik üzerine sohbetlerini karşımıza getiriyordu. Hem eğlenceli, hem düşündürücüydü. Ayının Gecesi (La Nuit de L’ours / The Night of the Bear), gerçek bir yemekte kaydedilen bir konuşmayı hayvanlar arasında geçen bir animasyona dönüştüren ilginç bir kısa filmdi. 14:00 – Kısa İyidir bölümü sonrası bu gösterimlerin olduğu Alman Kültür’de üç seans üst üste Köken Ergun filmlerinin gösterimi vardı. Ama Büyülü Fener’deki filmleri programıma aldığım için Köken Ergun’un işlerinden bahsettiği giriş konuşmasından sonra ilk filminin birkaç dakikasına baktıktan sonra Büyülü Fener’e doğru koşmaya başladım. 14:30 – Dijital kameraların yaygınlaşması belgesel kavramının farklı bir noktaya gelmesine yol açmakta bir kaç senedir. Çok daha kişisel hikâyeler, çok daha “gerçek” çekimlerle filmlere yansıtılabiliyor. “Sıradan insanlar” kendi hikâyelerini filme çekebiliyor. Gezici Festival’de izlediğimiz Dünya Bizim Değil (A World Not Ours) bu yeni belgesel kavramının iyi örneklerinden. Uzun yıllardır Londra’da yaşayan ama akrabaları yıllardır Lübnan’da bir mülteci kampında yaşayan Mahdi Fleifel buradaki hayatı filme almış. Yıllar boyunca ailesinin çektiği amatör görüntülere de yer veren yönetmen didaktik bir anlatıma başvurmaktansa kamptaki hayatı anlatmayı seçmiş. Aslında böyle bir yaklaşım belki de filmi daha da politik yapmış. Günlük yaşamın içinde burada yaşayan insanların yersiz yurtsuzluk hissi daha çok ortaya çıkıyor. Örneğin bir zamanlar Filistin davasının sıkı bir savunucusu olan Abu Iyad’ın geldiği nokta, değişen düşünceleri gerçekten ilgi çekici. Zaten bir süre sonra filmin odağı da ona doğru kayıyor zaten. İzlemeye değer bir belgesel. 16:30 – Karşınızda Martin Bonner (This Is Martin Bonner), belli bir yaştan sonra yeni bir yaşam kurmak isteyen iki adamın hikâyesi. Yıllarca bir kilise için çalışan Martin Bonner, bir gün kendi içinde bir inanç krizi yaşayarak hayatını değiştirmeye karar vermiş ama farklı bir yere taşınsa da o yaşta bambaşka bir işe giremediği için yine kilise ile bağlantılı bir işte çalışıyor. Travis ise alkollü araç kullanarak birsinin ölümüne neden olduğu için girdiği hapisten yeni çıkmış. O da mecburen kendisine yeni bir hayat kurmak durumunda. Gayet dingin ama etkileyici bir film karşımızdaki. Özellikle Travis ve yıllarca görmediği kızının buluştuğu sahne çok gerçekçi. Çoğunlukla görmeye alıştığımız Amerikan filmlerinden farklı olarak otoyol kenarındaki bir şehrin soğuk portresi de filmin güçlü yönlerinden. Ayrıca Martin ve Travis’i canlandıran Paul Eenhoorn ve Richmond Arquette’in güçlü performansları da (hatta Travis’in kızını canlandıran Sam Buchanan’ı da sayarsak üç) görülmeye değer. 18:00 – Maraton şeklindeki Pazar günü devam ediyordu. Gerisin geri Köken Ergun’un filmlerinden son ikisini izlemek için Alman Kültür’e geri döndüm. Berlin’deki Türk ve Kürt düğünlerinden çeşitli görüntüleri yansıtan Wedding ve Zeynebiye mahallesindeki Aşura gününde Kerbala Savaşı’nın canlandırıldığı amatör tiyatro gösterisini kayda alan Aşura filmlerinden ve kıyısından köşesinden
yakaladığım söyleşisinden anladığım kadarıyla Ergun görkemli ritüellere meraklı. İzlediğimiz işler genelde farklı mekânlarda birden fazla ekranda izlenmeye yönelik işler olduğu için (örneğin Wedding aslında aynı anda yan yana üç ekranda gösterilmek üzere tasarlanmış) tam anlamıyla birer kısa film sayılmazlar. Ama etkileyici oldukları kesindi. Ne yazık ki filmlerden sonra Köken Ergun’la yapılan söyleşiyi izleyemeden bir sonraki seans için tekrar aynı yolu kat etmek durumunda kaldım. 19:00 – Ramin Matin’in ilk filmi Canavarlar Sofrası, takibe almak gereken yeni bir yönetmeni müjdeliyordu. Yeni filmi Kusursuzlar ile umutları boşa çıkarmadı. İki kızkardeş arasındaki sevgi-nefret ilişkisini adım adım açılan ve seyirciyi sürekli tetikte tutan bir tarzda anlatıyor Kusursuzlar. İlk filminde karakterlerini bir evin içine hapseden Matin, burada Çeşme’nin açık alanlarını başarılı bir mekan olarak kullanıyor. Ama evin içi iki kardeş için güvenlikli bir alan olarak yine önemli. Esra Bezen Bilgin ve İpen Türktan Kaynak’ın karşılıklı olarak çok iyi paslaştıkları oyunculukları da son derece iyi. Özellikle hem oyunculuk, hem senaryo açısında kardeşlerin sürekli birbirlerini iğneledikleri yemek sahnelerini çok sevdim. Filmde beklenen gazete haberi ile gelişen gizemli bir durum var. Film sonrasında ekiple yapılan söyleşide gelen sorulardan anladığım kadarıyla bazı seyirciler ne olduğunu tam anlamamış. Matin›in de söylediği gibi bence de çok netti ama filmi vizyonda izleyecekler için spoiler vermeden ufak bir ipucu vereyim. Filmde o gazete haberi de gözüküyor aslında. Kardeşlerin birbirine bıraktığı not gösterilirken o nota değil arka plandaki gazeteye odaklanın. Neyse ki günün son filmi Geçmiş (Le Passe / The Past) başka festivallerde izlediğim bir filmdi de günün son saatleri boşa çıktı. Artık nefes almaya bile vaktim olmayan bu günün ilk yemeğini yiyebilirdim sanırım…
90
91
2 Aralık Pazartesi: 12:15 – Alicia Scherson’un Oyun (Play) filmini izlerken fena değil demiştim ama üzerinden biraz zaman geçince çok iz bırakmadığını fark ettim. Şili’de geçen filmde bir tesadüf eseri mimar Tristan’in çantasını bulan hemşire Cristina’nın onu takip etmeye başlaması anlatılıyor. Bu takip meselesi başta ilgi çekici ve eğlendirici olsa da bir süre sonra tekrara düşüyor. Başlardaki ayrılma sahnesinde gördüğümüz gibi aşırı kitabi diyaloglar da filmin doğal havasını zedeliyor. Yine de en azından klişe bir romantik finale bağlanmıyor. Ayrıca bazı sahnelerdeki farklı ses bandı kullanımı da ilgi çekici bir unsur. Çok fazla beklenti olmadan izlenirse keyif verebilecek bir film. 14:00 – Gezici Festival’de gösterilen Türk ve Avusturya deneysel filmleri tam tahmin ettiğim gibi ilginç ama bazısı epey zorlayıcı işlerdi. Çeşitli festivallerde deneysel başlığı altında pek çok kısa film izlemiş olsam da doğrusu türün sınırları konusunda çok net değilim kendi içimde. Bu seçkide de bana sorsanız bazı filmlere deneysel demezdim mesela. Belki gösterim öncesi Ege Berensel’in sunumunda bu konuya değinilmiştir ama yine diğer salondan koşup geldiğim için kaçırdım o kısmı.
Sinema
Sinema
Türk deneyselleri içinde en çok ilgimi çekenler türün ülkemizdeki belki de ilk örneği sayılan Alp Zeki Heper’in Şafak, Ege Berensel’in Gerisayım, Yeşilçam filmlerindeki erkek hallerini toparlayan Erkek Erkeğe ve kutsal aile tablosu ile uğraşan Kafes oldu. Fazlamesai de farklı bir belgesel olarak dikkatimi çekti (deneysel demeyeceğim filmlerden biri buydu mesela). Özellikle Gerisayım filminin başlamasını beklerken aslında izlediğimiz şeyin filmin kendisi olduğunu anlayana kadar geçen sürede yaratılan farklı algı çok hoşuma gitti. 16:00 – Programdaki Avusturya deneyselleri arasında en sevdiklerim ise eski bir filmindeki birkaç sahnedeki görüntüleri alıp alabildiğine deforme eden Uzay (Outer Space), bir adamın kendi kopyalarını çıkararak tüm şehre yayılmasını anlatan ve sadece konusu ile değil yapım şekli ile de dikkat çeken Fotokopi Dükkanı (Copy Shop) ve sinemanın ilk yıllarından kalma görüntüleri farklı bir anlayışla harmanlayan Dünyanın Aynası Sinema 1 (Welt Spiegel Kino 1 / World Mirror Cinema 1) oldu. Avusturya deneysel sinemasının ağırlıklı olarak buluntu filmler üzerinden çalıştığını da ilginç bir not olarak ekleyelim. 18:00 – Alman Kültür’de üst üste üçüncü seansta artık vücudumuzun belli bölgelerini hissetmemeye başlamıştık ama Tuncel Kurtiz anısına olan bu seansta izlediğimiz filmler değdi doğrusu. Bu seansta yer alan filmlerden ilki olan Gezici Festival’in Yol Arkadaşı Tuncel Kurtiz belgeseli Kurtiz’in festival ile beraber olduğu anlardan çeşitli kesitlerden oluşuyordu. Hem festival, hem de Tuncel Kurtiz açısından önemli bir arşiv değeri taşıyan bu belgesel yıllar içinde o anların bazılarına canlı olarak şahit olan biz Gezici Festival takipçileri için de ayrı bir anlam taşıyordu. Kurtiz’in çeşitli zamanlarda sergilediği Şeyh Bedrettin Destanı›nın 2004›de Macaristan›da çekilmiş olan kaydı ona bir kez daha hayran olmamızı sağladı. Keşke zamanında canlı olarak izlemiş olabilseydim demekten kendimi alamadım. Eminim ki seyircilerin büyük bir kısmında da aynı his uyandı. Artık bunun için çok geç ne yazık ki. Şeyh Bedrettin Destanı’nın iyi bir kaydının ülkemizde bulunamamış olması, buna karşın Macarların söz konusu performansı canlı olarak dört kamera ile kaydedecek kadar önemsemeleri sanata verdiğimiz değeri gösteren örneklerden biri olarak önemsenmeli. 21:00 – Pablo Larraín›in Tony Manero’sunu geçtiğimiz yıl yine Gezici Festival’de izlediğimiz No filminden çok daha fazla sevdiğimi söyleyebilirim. Pinochet yönetimi altındaki Şili’de geçen filmde Saturday Night Fever’ın Tony karakterine takıntılı derecede hayran olan Raul’un maço tavrının altındaki zayıflıkları çok iyi çizilmiş. Bir yandan kendisini çok önemli bir insan gibi görürken, bir yandan sudan sebeplerle adam öldürürken bir yandan da iktidar karşısında tüm zayıflığı ile duruyor Raul. Güç ve iktidar meselelerindeki bu karşıtlık Raul’un kadınlar ile olan ilişkisine de yansıyor. Bu tip filmlerde arka plana dönemin politik atmosferini koymak bazen yapıştırma gibi durur. Tony Manero bu konuda da gayet başarılı bir film. Pinochet döneminin tüm topluma yayılmış şiddet ve tedirginlik duygusunun filme yedirilmesi başarılı şekilde çözülmüş. Filmi izledikten sonra iki yıldır Pablo Larraín filmleri gösteren Gezici Festival, seneye de Post Mortem’i programına alır mı acaba diye düşündük. Yönetmenin Şili üçlemesinden izlemediğimiz bir o film kaldı çünkü. Onu da sinema perdesinde izleyip seriyi tamamlamak isteriz.
3 Aralık Salı: 12:15 – İşçiler (Workers), işverenleri ile sorunları olan eski evli iki işçinin paralel hikâyeleri üzerine kurulu hoş bir film. Aslında iki hikâye geçmişte yaşanan bir olay dışında birbiri ile hiç bağlantılı değil. Bir tarafta köpeğine çok değer veren yaşlı bir kadının o öldükten sonra her şeyini ona bırakmasını anlatan bir hikâye var. Kadın, hizmetçilerin de köpeğe hizmet etmeye devam etmesini vasiyet ediyor ama köpek öldükten sonra her şey hizmetçilere kalacak. Tabii ki köpek doğal yollarla ölürse. İkinci hikâye, 30 yıl çalıştıktan sonra emekli olmayı beklerken kendisine türlü haksızlıklar yapılması sonucu emekli olamayan bir adamın şirketten intikamı üzerine. Filmin başında okuma-yazma bilmeyen ama sürekli olarak cebinde kalem taşıyan bu adamın tanıştığı bir çocuktan okuma-yazma öğrenmesi de işin bir başka boyutu. İlk hikâye biraz zayıf ama ikincisi, özellikle adamın çalıştığı şirketten intikam alma şekli çok başarılı. Çalıştığı yerle ilgili sorunu olanlara tavsiye ederim demeye korkuyorum, herkes birden aynı şeyi denerse sıkıntı olur, yapacaksa her şirketten bir-iki kişi :-) 14:00 – Kısa İyidir bölümünün üçüncü seçkisinde (birinciden üçüncüye geçtiğimin farkındayım, programa seçtiğim filmlerden dolayı böyle oldu, ikinci seçki bir gün sonraya) yine güzel filmler vardı. Şempanzeler İçin Sinema (Primate Cinema: Apes as Family), bir şempanzenin yaşadığı ortama şempanze kılığına girmiş oyuncuları sokarak oluşturulan bir filmdi. Çekilen bu filmin başka şempanzelere izletilmesi de işin ayrı bir katmanıydı. Pazar 3 (Sonntag 3 / Sunday 3), Angela Merkel’in gizli gizli bir adamla buluşması durumunda bu ilişkinin nasıl gelişeceği üzerine hayal ürünü bir animasyondu. Güzel kurulmuş hikâyesi yanında bize herhangi bir politikacı ile ilgili böyle bir film çekilebilir miydi acaba diye de düşündürdü. Seçkinin bir başka ilgi çekici filmi de Montparnasselı Kiki (Mademoiselle Kiki et les Montparnos / Kiki of Montparnesse) idi. Bir dönem Fransa sanat dünyasının ve gece hayatının bu ilginç kişiliğinin hayatı 15 dakikaya sığdırılmış bir animasyonla anlatılıyordu. Yine iki salon arasında gidip delmekten dolayı geç kaldığım için bu seçkideki bol ödüllü Sana Gidelim Mi? (Zu Dir? / Your Place) filmini kaçırdığımı da eklemeden geçmeyeyim. 16:00 – Gezici Festival’in bu yıl Şili filmlerine ayırdığı bölümde kısa filmler de ihmal edilmemişti. Kısaca Şili başlığı altındaki bu bölümünde de ilginç filmler vardı. Dominga Sotomayor’un Aşağıda (Debajo / Below) ve Video Oyunu (Videojuego / Videogame) adlı iki filmi, dağılan aileleri farklı ortamlarda gösteren güzel filmlerdi. İlki ailenin bir güneş tutulmasını izlemek için tekrar bir araya gelmesini, ikincisi ise eşyaların paylaşıldığı bir dönemde televizyonun alınması için ailenin kızının video oyununu bitirmesinin beklenilmesi konu edilmişti. Titanlar (Titanes / Titans), Pinochet döneminde gizli kapaklı çalışan ekiplere sadece şoförlük yapmanın bile bir insanın hayatını ne kadar etkileyebileceğini anlatıyordu. Aziz (La Santa / The Blessed) filmini ise zaten geçen yıl KuirFest’te izlemiş ve sevmiştik. Orada Azize adıyla izlemiştik. İşin ilginci filmin adının Aziz/Azize şeklinde değişimi filmin ana karakterinin çift cinsiyetli olması temasına da uygun olmuş.
92
93
Sinema
Sinema
21:15 – Festivalde yer alan “Ne Yapmalı” panelini es geçince günün son filmine ulaştık. Ateşin Başında (Sentados Frente al Fuego / By the Fire), Şili sinemasından gelen tam bir festival filmi. Kırsala yerleşmeye karar veren bir çiftin bir yıla yayılan öyküsünü anlatıyor. Bu yıl içinde çiftin hayatı bir hastalık ile değişiyor ama film odağına bu hastalığı alarak seyirciyi ağlatma yoluna gitmiyor. En başta başladığı sessiz, sakin anlayışını sonuna kadar sürdürerek hastalığı çoğunlukla yan unsurlar ve etkileri ile hissettiriyor. Filmin başlarında çiftin geçmişlerinden bahsettikleri yatak sahnesi tüm filmde en hoşuma giden yer oldu sanırım. Olumlu yanlarına karşın fazlasıyla durgun yapısı ile aslında çok benim tarzım bir film değil ama seveni de epey fazla oldu gördüğüm kadarıyla. Bir şans verilebilir. 4 Aralık Çarşamba: 14:00 – İşte Kısa İyidir bölümünün ikinci seçkisi. Yine çoğunlukla sevdiğim filmlerden oluşan bir seçki oldu. Steffi Bunu Beğendi (Steffi Gefällt Dass / Steffi Likes This), sosyal medyayı gerçek hayata taşıyordu. Ev (House), ilk bakışta bir çocuk animasyonu gibi gözükse de eve misafir olarak geldikten sonra o evde yaşamaya başlayan, evin eski sahiplerine kalan yerin de ancak çatı olmasını anlatan hikâyesi 4 dakikalık süresinde epey politik olmayı da beceriyordu. İnsan Müsveddeleri (The Mass of Men), iş arayan bir adamın işçi bulma kurumunda çektiklerini trajikomik bir tarzda anlatıyordu. Yalnızlar (Solitude / Loneliness), göçmen olarak yaşadığı ülkede tecavüze uğrayan bir fahişenin iç burkan hikâyesiydi. Kadının başına gelenleri önemseyen tek kişinin tercümanı olduğu film benzer konuları anlatan nice uzun filmden daha etkileyici olmayı başarıyordu. Tavşan Ülkesi (Rabbitland), yaşadıkları her gün birbirinin aynısı olan, sabah evden çıkıp çalışmaya gideni, akşam eve dönen, başlarındakinin her dediğini sorgulamadan yapan, mutlu tavşanları(!) anlatıyordu. Tavşanların beyinlerinin olmaması da mutluluklarına mutluluk katıyordu. Bu arada Tavşan Ülkesi demokratik bir ülkeydi ve gayet demokratik olarak seçimler de yapılıyordu. Beyinsiz tavşanlar hür iradeleriyle oy kullanıyorlar, hiçbir şeyi değiştirmiyorlar, ama yine de çok mutlu olmaya devam ediyorlardı. Elbette ki tümüyle kurmaca bir öyküydü bu, yoksa böyle bir ülkeye gerçek dünyada asla rastlanamaz… 16:30 – Ain’t Them Bodies Saints ya da bizdeki abuk adıyla Ölümsüz Aşk›ın ilginç bir film olduğu kesin ama Gezici Festival sonrasında bir kez daha izlememe rağmen çok sevemedim ben. Çocukları olmak üzereyken polisle girdikleri bir çatışma sonrasında yolları ayrılan bir çiftin hikayesini anlatan film pek çok yerde yazdığı gibi fena halde Terrence Malick›i anımsatıyor. Ancak Malick›in kendisi bile bazen Malick filmi yaparken çuvallarken (bkz. To the Wonder) yönetmen David Lowery o hissiyatı yaratmakta eksik kalmış. Filmin yıllara yayılan hikâyesinin içi de çok dolu gelmedi açıkçası. Neyse ki Rooney Mara iyi bir oyuncu da film kendini izlettirebiliyor. Burada çok iyi olmasa da Casey Affleck’in de abisinden birkaç gömlek yukarda bir oyuncu olduğunu da kabul etmek lazım. Filmde görselliğe çok özen gösterildiği belli ama çoğunlukla çok karanlık bir atmosfer tercih edilmiş ki kendi adıma onu da çok sevemedim. Benzer
94
şekilde Daniel Hart’ın müzikleri de kendi başına çok iyi ama tüm film boyunca arka planda duyulması gereksizce fazlaydı kanımca. Bu arada 3 ay arayla gösterime girmiş iki filme birden Ölümsüz Aşk ismini yakıştıran dağıtımcılarımızı da kutluyorum. Bari Bitmeyen Sevda falan deseydiniz. 18:45 – İlerde Godard kadar popüler olup da (festival camiası içinde en azından) bu kadar deneysel çalışan ikinci bir yönetmen çıkar mı şüpheliyim. Bu seansta izlediğimiz Ona Dair Bildiğim İki Üç Şey (2 ou 3 Choses Que je Sais d’elle / 2 or 3 Things I Know About Her) filminde Godard’ın 1960’lı yıllarda bile bildik sinema kalıplarını zorladığını bir kez daha gösteriyordu. Filmin merkezin ek gelir olarak fahişelik yapan ev kadını Juliette’nin olduğu söylenebilir ama aslında filmin belirli bir konusu yok. Tüm film Godard’ın fısıltıları eşliğinde tüketim toplumuna sağlı sollu bir eleştiri olarak sürüp gidiyor. Bir hikâye anlatmaktan çok bir fikirler geçidi şeklinde gelişen film, görselliğiyle ve yarattığı atmosferle başından sonuna kadar ilgiyle izleniyor. Filmdeki cümlelerden bir örnek verelim: “LSD almaya paranız yoksa renkli televizyon almayı deneyin.” 21:00 – Günün son filmi olarak izlediğimiz Sebastián Lelio›nun ilk filmi Kutsal Aile (La Sagrada Familia / The Sacred Family) beklentileri pek karşılamadı. Özel bir gün için bir araya gelen bir ailenin içindeki çekişmelerin ve sırların ortaya çıkması sıkça rastladığımız bir tema. Sadece Avrupa sinemasında değil Hollywood sinemasında da pek çok örneğini görüyoruz. Burada işin tetikleyicisi ailenin oğlunun kendisinden yaşça büyük sevgilisi oluyor. Ama ortaya çıkan hikâye çok orijinal değil. Finalde karakterlerden birinin oluşturduğu plan ilgi çekiciydi ama film oraya gelene kadar çok keyif vermedi. Eşcinsel çiftin hikâyesi ise filmin ana hikâyesi yanında fazla kenarda kalmış gibi geldi bana. Ama filmle asıl derdim görsel yapısı. Belki de günün son filmi olmasının da etkisi vardı ama fazlasıyla hareketli olan ve sürekli yakın plana giren kamera epeyce yorucuydu. 5 Aralık Perşembe: 12:15 – Hong Sang-soo, son yıllarda festivallerde sıkça karşımıza çıkan bir yönetmen. Yeni filmi Kimsenin Kızı (Nugu-ui ttal-do anin Haewon / Nobody’s Daughter Haewon) da Gezici Festival’in son gününde izlediğimiz ilk filmdi. Bu kez annesi Kanada’ya gidecek olan Güney Koreli bir kız olan Haewon’un düşle gerçek arasındaki hikâyesini getiriyor karşımıza. Genellikle kadın-erkek ilişkileri üzerine yönelen yönetmenin belirgin bir tarzı var. Çok hareket etmeyen kamerası ile çektiği uzun planları içinde zoom in ve outları hemen dikkat çekiyor. Karakterleri ve kurduğu hikâyeler de çok sade. Çeşitli nedenlerle filmleri içinde aynı ya da birbirine çok benzer sahneleri ve aynı diyalogları birkaç kez kullanıyor. Hatta filmlerinde aynı karakterleri kullanmasa bile bazen o kadar benzer özellikleri var ki bazıları eski karakterlerin devamı gibiler. Yönetmenin başka festivallerde izlediğim filmlerinden bahsederken çok tarzım olmadığını söylemiştim zamanında. Aynı şey Kimsenin Kızı için de geçerli. Ama Haewon’u canlandıran Jeong Eun-Chae›nin
95
Sinema
Öykü
oyunculuğundaki samimiyet filmi seyre değer kılmayı başarıyor. Yönetmenin önceki filmlerini ve tarzını sevenler zaten kaçırmasın. 19:00 – Uğur Yücel, Benim Dünyam’da potansiyelinin altında bir iş çıkarmıştı. Daha önce çektiği ama hala gösterime giremeyen Soğuk da tam tatmin etmiyor belki ama çok daha iyi. Yeşilçam’ı seven bir yönetmen olarak bu kez dengeyi tutturuyor ve Yeşilçam sinemasında görebileceğimiz karakterleri günümüz sinemasına taşımayı başarıyor. Kadın karakterler (özellikle Türk kadınlar) biraz fazla klişe olsa da erkek karakterler gayet başarılı çizilmiş. Karısını sevse ve değer verse de bir Rus kadına tutulan adam ve maço ve çapkın görünümü altında iktidarsızlığını gizleyen kardeşi başarılı. Türk kadınların tersine üç Rus kız kardeş de en başta fazla yüzeysel gözükseler de film ilerledikçe daha oturmuş karakterler haline dönüşüyorlar. Ve evet, Üç Kızkardeş dediğimizde elbette bir Çehov göndermesi dikkatlerden kaçmıyor. Mekan olarak Kars’ı kullanırken burayı dünyadan soyutlanmış bir bölge olarak çizmesi de filme farklı bir atmosfer katıyordu. Senaryodaki bir kaç sıkıntı çözülmüş olsa çok daha iyi bir film olacakmış. Seneye gösterime girdiğinde izlenmesi gereken bir film yine de. 21:15 – Gezici Festival’in son filmi olarak Paolo Sorrentino’nun Muhteşem Güzellik (La Grande Bellezza / The Great Beauty) filmini izledik. Sorrentino’nun önceki filmi This Must Be the Place’de bir şeyler eksikti. İtalya’ya dönüş yapması ve başrol oyuncusu olarak bir kez daha Toni Servillo ile çalışması yaramış. Muhteşem Güzellik adı üzerinde her şeyden önce güzel bir film. Uzun giriş sahnesinden başlayarak izlemek büyük keyif veriyor. Film arkasını tüm bir İtalyan sinema geleneğine yaslamış, özellikle Fellini’ye. Ama bu bazılarının düşündüğü gibi taklit şeklinde değil, o gelenekten beslenmek şeklinde bence. Gençliğinde başarılı bir roman yazmış ama onun üstüne çıkamamış Jep rolünde Toni Servillo her zamanki gibi çok iyi. O ve onun gibi “tatlı hayat” yaşayan orta/üst sınıftan, sanatla içli dışlı kesimin hayatındaki boşluk için filmin ana teması diyebiliriz. Film Jep’in kendini bu ortamdan çıkarma ve gençliğindeki heyecanı yeniden yakalama çabasını çok zarif bir biçimde anlatıyor. Ama bir akşam arkadaşlarından birinin tüm yalanlarını yüzüne vurduğu sahne benzeri sahneler aynı zarafeti korusa da aynı zaman tokat gibi bir sahneler aslında. Filmden şu diyaloğa da dikkat (birebir böyle olmayabilir ama anafikir buydu): - Ne iş yapıyorsun? - Zenginim ben. - Güzel meslek. Geçtiğimiz günlerde açıklanan Yabancı Film Oscar aday adayları arasına da giren Muhteşem Güzellik, Oscar’ı almaya da çok yakın kanımca. Hakeder bence. Sonuçta Gezici Festival için çok iyi bir kapanış oldu. Biz Ankara’daki festivali bitirip ay içinde karşımıza çıkacak diğer festivaller için hazırlık yaparken festival ekibi bir sonraki durakları olan Sinop’a doğru yola çıkmışlardı bile. Her zamanki gibi bize sinema dolu bir hafta yaşattıkları için tüm festival ekibine teşekkürler. Seneye tekrar görüşmek üzere.
Sır Saklamanın Kayıp Sanatı - Bu anlattıklarım lütfen aramızda kalsın. Başkalarının duyup da yanlış anlamasını istemem. Sana güvenebilir miyim? - Tabii ki güvenebilirsin. Bu sır benimle mezara kadar gidecek. Aslında bu son söylediğimle gereksiz abartıya girmiştim. Hem samimi ikili sohbetlerde bu tür çıkışlara gerek yoktu hem de uzun süredir kullanmadığım bu söz, ağzıma hiç yakışmıyordu. Ama bir şekilde karşımdakine güven duygusu aşılamalıydım. Bana verdiği bu ilk sırrında onu yüzüstü bırakmamalıydım. Son olarak belirttiğim sırdaşlık vaadinden sonra iki elini hafifçe sıkıp güven duygusunu perçinledim. Konuşmamızın ardından ise evlerimize dağılmak üzere ayrılmanın vakti gelmişti. Çay bahçesinin kapısında vedalaşıp ayrı yönlere doğru ilerlediğimiz anda üzerimde bir ağırlık oluştu. İkimizin arasındaki güven bağı, birbirimizden uzaklaştıkça geriliyor ve yürümemi zorlaştırıyordu. Bu bağın kuvvetli olması için gerekli samimiyeti kurmadığımız için, giderek gerilip kopma seviyesine gelmişti bile. Artık geri dönemezdim ve yoluma devam etmeliydim. Birkaç adım sonra zaten zayıf olan bağ kopuverdi. Peki şimdi bu sırrı nasıl içimde tutacaktım? Üstelik bu sırrı herkese anlatabileceğim tüm teçhizat elimin altındaydı. İletişim çağı bana, her şeyi paylaşmayı çoktan empoze etmişti. İçime işleyen bu alışkanlığa karşı gelmek zor olacaktı. Girdiğim kalabalık sohbetlerde bildiklerimi anlattırmayacak bir güç yoktu içimde. “Konuşursam yer yerinden oynar,” diyerek her şeyden haberdar hafızamı ortaya koyarsam, bana çevrilmiş meraklı gözlere dayanamayıp, yeri yerinden oynatacak canavarı salıverirdim. Özel hayatlar şeffaflaşmaya başladıkça, sır saklamanın artık gereksiz olacağını düşünüp, bu alandaki hünerlerimi bir kenara bırakmıştım. Dolayısıyla eskiden beş sırrı birden iki yıl boyunca saklayabilen yeteneğim artık körelmişti. Tanıdığım tanımadığım herkes, günlük aktivitelerini saati saatine anlatıp, geçmişi görsel olarak kamuya açınca, kim kullanır ki bu yeteneği. Belki de üzerimdeki bu manevi yük ile geçmişte kalmış geleneği tekrar yaşatabilirdim. Ama kimsenin duymaması gereken kelimeler ağzımdan çıkmak istercesine zorluyordu beni. Bir su kuyusu bulup içine haykırmak da çözüm olmayabilirdi. Daha önce denendiğini ve işleri daha da kötüye soktuğunu duymuştum. Zaten şehir planlamacıları, merkezi bir su kuyusu uygun görmemişlerdi buralara. Otobüs durağına vardığımda ise, bir kişi daha vardı durakta bekleyen. Boşboğazlığıma karşı girdiğim çatışmadan beri önüme çıkan ilk insandı ve ben uzun zamandır ketum bir insan değildim. Artık enerjim tükendi ve yavaşça yanına yaklaşıp yasak kelimeleri kulağına fısıldadım. Yazan: Cem ÇEVİKAYAK
Hasan Nadir DERİN http://sinemamanyaklari.com/
96
97
Pin-up
98