İÇİNDEKİLER
Wuthering Heights (1992)
77.
Sayı ile tekrar birlikteyiz. Gölge e-Dergi'ye ulaşmak için http://golgedergi.blogspot.com Genel Yayın Yönetmeni: Mehmet Kaan SEVİNÇ Editör: Ahmet YÜKSEL golgeedit@gmail.com Yayın Kurulu: Sadık YEMNİ, Hasan Nadir DERİN, Gülhan D SEVİNÇ, Melahat YILMAZ, Mehmet Berk YALTIRIK, Masis ÜŞENMEZ, Ali ÖZTÜRK Grafik Tasarım: Gülhan D SEVİNÇ Redaksiyon: Ceren ÇALICI Kapak: Necmi YALÇIN Pinup: Hasan BEDER Gölge e-Dergi internetten yayın yapan özgür ve özgün içerikli tam bağımsız bir dergidir. http://twitter.com/GolgeDergi http://issuu.com/GolgeDergi http://golgedergi/deviantart.com
04-05 Çizgi Roman İnceleme-"Eğer" Tarzan... 06-14 Öykü- Sanal Arketip-Fotonella 2 15-17 Çizgi Roman - Geçen Gece 18-21 Sinema İnceleme- Yumuşak Kalpli Melalik Kahraman Robocop 22-33 Röportaj- Korkut ÖZTEKİN 34-39 Çizgi Roman - Kagan 40-42 Öykü- Duvarın Sesi 43-45 Sinema İnceleme-Districh 46-47 Yazar'ın Kaleminden- İskit 48-49 Yazar'ın Kaleminden-Erol ÇelikAğlatan 50-53 Öykü- Gündoğumu (3) 54-61 Çizgi Roman - Görevimiz CİNALİ 62-65 Sinema-Ankara'ya Kışla Gelen Sinema 66-67 Öykü-Bir Yalnızlık Esintisi 68-76 Çizgi Film İnceleme- Meraklısına Çizgi Film Listesi 77-80 Öykü-Bathori'nin Kabri 81-85 Anime Manga İncelemesi- GATZ 86-91 Öykü- Kristal Zaman 92-98 Çizgi Roman- Bulut 99-106 Röportaj- Sadık YEMNİ 107-116 Çizgi Roman- Ayna 117-125 Sinema- 2014 Oscar Tahminleri 126 Pinup
Merhaba , Hala kar ve yağmur yağmayan, güzel, ılık bir Şubat Ay’ındayız. Kış aylarında gölgeler kısalır, hatta kaybolur ama bizim "Gölge"miz’ yaz, kış demeden, aramıza yeni katılan yazarlar ve çizerlerle gittikçe büyüyor. Her an kar veya yağmur yağabilir, havalar soğuyabilir. Bu durumda yapılabilecek en iyi şeylerden bir de sıcak bir neskafe eşliğinde Gölge e-Dergi’yi okumak olur herhalde. Sizler kadar ben de yeni sayı da hangi konular olacak diye heyecanla ve keyifle bekliyorum. Hasan Nadir Derin sinema yazılarını yine ay sonunda mı gönderecek? Ahmet Yüksel editörlüğe tekrar başladığında ‘"benim hazırlayacağım dergi Memet abi’nin yaptığı gibi 280 sayfa filan olmaz, 50 sayfayı geçmez’"demesine rağmen 100 sayfayı geçer mi?, tasarımı erken bitirebilecek miyim? Diye de düşünmeden olmuyor. Ama benim için işin en keyifli tarafı gelen yazı , illüstrasyon, çizgi romanların tasarımını bitirip de "Dergi" haline getirdikten sonra "İlk okuyan" benim olmam. Editörümüz Ahmet Yüksel bu sayının editör yazısını yazmamı rica ettiğinde, gözümün önünde Gölge e-Dergi ailesinde yer almam canlandı. Ahmet Yüksel’in, dergide öykü illüstrasyonu çizimi yapmamı istemesiyle başlamıştı ve sonrasında derginin tasarımıyla devam etti. Çizmek güzel şey, derginin tasarımını yapmak da ayrı bir keyif. Çizgi Roman, Çizgi Roman Haberleri, Çizgi Roman’dan Uyarlamalar, Öyküler, Öykü İllüstrasyonları, Sinema yazıları, Röportajlar, Gölge-e Dergi’nin içinde herkesin illaki hoşlanacağı, beğeneceği birşeyler var. Tabi benimde favorilerim var… Söz verdiğimiz üzere, her ay’ın 1’inde; Masa üstünüzde. Ne kadar yoğun, yorgun uykusuz olsamda söz sözdür. Sözünün eri olmak…. İşte bütün mesele bu. Gölge e-Dergi için harika çizimler yapan, yazılar yazan arkadaşlarımın işlerini bir araya getirip bir dergi olarak sizlerle buluşturmak benim öncelikli işim. Ne kadar dikkat edersek edelim arada ufak tefek teknik hatalar oluyor, her ay ortalama yüz sayfalık bir dergi yapmak bayağı bir emek ve performans gerektiriyor. Ama yine de sürç-i lisan ettiysek affola deyip bu ayki sayının tasarımlarına başlamam gerekiyor. Editörümüz gecikme kabul etmez. Bir dahaki sayıda tekrar görüşmek dileğiyle kendinize iyi bakın. “Fikirler elerktrik akımı gibidir, birbirini tutuşturur.” S.EUGEL İyi okumalar.
3
Gülhan D SEVİNÇ
ÇizgiRoman
ÇizgiRoman
İnceleme
İnceleme
"Eğer" Tarzan... Aklımda şöyle bir what-if uyarlaması var. Hani, ecnebiler “Halamın bıyıkları olsa, amcam olurdu.” mealinde öyküler kurup tanıdık kahramanları olmadık hâllere sokuyorlar ya, öyle bir şey işte. Ben de Tarzan’ı ele alayım, dedim, bakalım ne çıkacak? Soylu bir İngiliz ailesine mensup bir çift yeni doğmuş bebekleri Clayton ile Afrika semalarında yol alan bir uçaktadır. Aniden patlayan bir fırtına, kanatların buzlanması, türbülans, yıldırım filan derken, uçak ormanın derinliklerine düşer. Lord Greystoke ve hanımı sizlere ömür! Bebek ise melekler tarafından korunduğu için olsa gerek, kazadan kurtulur. Aslında kurtaranlar melek değil, biraz daha aşağı bir form olan primatlar ailesine mensup maymunlardır. Maymun sütü, ana sütü gibi değildir, ama elden ne gelir, sınırlı olanaklar bundan fazlasına imkân tanımamaktadır. Besler büyütürler, türlü maskaralıklar eşliğinde eğlendirir, kendi dillerini öğretirler. Ona, “beyaz adam” anlamına gelen Tarzan adını verirler. Oğlan da yamandır hani, sadece maymun dilini değil, ormandaki tüm canlıların iletişim biçimlerini öğrenir, şakır şakır konuşarak hepsiyle anlaşır hâle gelir... Cangıl koşullarında tesis bulmak zor olsa da daldan dala atlar, nehirlerde yüzer, timsahlarla güreşir, can havliyle kaçarken çitalarla yarışır, dört dörtlük bir atlet olur çıkar. Usain Bolt toz, Michael Phelps su yutar yanında, değme sporcu halt eder... Bu ormanda bir zamanlar vakur duruşları, Aladağ’dan serin tavırları ve işbaşındayken sergiledikleri yırtıcılıklarıyla aslanlar baş olmuştur, bir zamanlar da Pigmelerin, hakkında on kaplan gücünde olduğu söylencesi çıkartarak torpil geçtikleri Maskeli Hayaletler... Gerçi, halkın “Afrika’da kaplan ne gezer?” diye sorgulamaya başlamasıyla Maskeli Hayalet’in yanlış ormanın efendisi olduğunun anlaşılması ve Pigmelerin yalan yanlış propaganda çalışmalarına karşı direnç gelişmesi sonucu, toplum yavaş yavaş bilinçlenmiştir. Sonunda ormanı liyakat esaslı bir idari yapıya kavuştururlar. Böylece kahramanımızın bunca yeteneğiyle ormanlar kralı mertebesine yükselmesi uzun sürmez. Üstelik kimse kökenini dert etmez, “Hemşehrim nereden geldin sen,” diye sormaz bile. Bir de alametifarikası vardır adamımızın, AaAaaAaaa, diye çığlık atarak varlığını duyurur ormana...
4
Efenim?.. Edgar Rice Burroughs’un hikâyesiyle aşağı yukarı aynı mı? Tarzan da zaten aynen böyle, mi diyorsunuz? Kabul ediyorum, ama hele bir durun, “eğer” kısmına gelmedik henüz... Bizim Tarzan biraz serpilince, birkaç gen ayrımıyla hem kendini büyütenlerden azıcık, hem de maymunlara oranla diğer orman canlılarından biraz daha fazla, “değişik” olduğunu fark edip nedenini sorgulamaya başlayacak ve “Anne ben nasıl oldum?” sorusuyla cici annesi Kala’yı sıkıştıracak. Israrcı sorular canına tak eden maymun kadının “Seni leylekler getirdi, yavrum!” şeklindeki kaçamak yanıtla yetinmeyen Bizim Tarzan işin peşini bırakmayacak, analığının leylek diye bahsettiği kuşun aslında İngiliz Hava Yolları BEA’ya bağlı bir uçak olduğunu öğrenecek, gerçek ana-babasını yitirdiği kazanın enkazını bulup inceleyecek, kökeniyle ilgili bulgulara ulaşacak ve kaderini kendi elleriyle değiştirecek... Ee, bir miktar güncellenmiş, ama hâlâ aynı hikâye, mi diyorsunuz? Biraz daha sabır lütfen. “Eğer” senaryosu Bizim Tarzan pür-i pak bir İngiliz asilzadesi olduğunu keşfedince başlıyor asıl. Damarlarında “mavi kan” dolaştığını öğrendiği an ormanla arasına soğukluk giriyor, ne onu kendi çocuğundan ayırt etmeden büyüten cici annesini, ne kültürel değerlerine uygun olarak beraber yaşadığı maymun toplumunu, ne de kralları mertebesine yükseldiği yeri göğü dolduran orman halkını beğeniyor artık. Zaman içinde oluşmuş üst kimliğini, “Tarzanlığını” içten içe reddetmeye başlıyor. Anlaşılan boşa değil, ne yengeçlerin kanının maviliği, ne de kanser ile özdeşlikleri. Farklı olma fikri kanser gibi işgal ediyor Bizim Tarzan’ın tüm varlığını. Artık, başka bir yere, bambaşka bir topluma ait olduğunun hayali bir kere aklına girip, kendini Clayton Greystoke olarak görmeye başlayınca ormana karşı sorumluluklarını unutuyor ve her geçen gün daha da ihmalkârlaşıyor. Filler birer birer dişleri için katledilir, aslanlar ve leoparlar postları için öldürülür, gergedanlar afrodizyak hammaddesi diye vurulup boynuzları alınır, timsahlar çizme, yılanlar çanta yapılır, maymunlar, şempanzeler, goriller, bilumum yaban mahlukat yaşam alanlarından koparılır, sirklere, hayvanat bahçelerine pazarlanır, Afrika’nın her yeri, elmastı, petroldü, altındı diye delik deşik edilir, kıta halkı köle pazarlarında satılmak için beden ve beyin göçüne tabi tutulur, kalanlar siyasi çıkarlar uğruna, dindi, tarikattı, ırktı, kandı diye birbirine düşürülür, ormanın bitki örtüsü mobilya fabrikalarının yolunu tutar, Kara Kıta’nın tüm doğal güzelliklerinin çevresine yabancılar ve zenginler için lüks oteller dikilir, savanalara safari adıyla katliam seferleri düzenleyen adımbaşı turizm acenteleri türer, Kilimanjaro’nun eteklerinde tatil köyleri biter, tepesine seçkin sınıf hariç yerlilerin erişimine kapalı kayak tesisleri kurulur ve o güne kadar “vatanım” dediği her toprak parçası yağmalanır, günbegün küçülür, “kardeşim” dediği her canlı yaşanan felaketlerden payını alır ve her dakika, altında oldukları tehdit büyürken, Bizim Tarzan anadil derdine düşmüş, harıl harıl İngilizce çalışmakta, “üstünde güneş batmayan imparatorluk”a gidip mirasına sahip çıkacağı, gidemezse de yaşadığı topraklarda kuracağı İngiliz kolonisinde özgürlüğün tadını çıkaracağı günlerin düşlerini kurmakta, bu arada çevresinde yaşananlara da alabildiğine kayıtsız kalmaktadır. Nasıl? Tutmaz mı?! Bu “what-if Tarzan bize hiç cazip gelmedi,” mi diyorsunuz? Ne yalan söyleyeyim, bana da. Kahraman’dan uzaklaştı, hatta uzak ara bir karakter arz etmeye başladı, “anti” oldu galiba... En iyisi, hiç kurcalamamalı bazı şeyleri. “Eğer”leri ararken “keşke”leri bulmak da var serüvenin sonunda. Bırakalım, kahramanımız yine “Ne mutlu T-, eee, Tarzan’ım diyene” şiarıyla yola devam etsin, doğru ve çalışkan kalsın, küçüklerini korusun, büyüklerini saysın, yurdunu özünden çok sevsin! N. Hakan TARHAN teskin.blogspot.com
5
Öykü
Sanal Arketip Fotonella 2
“Pizzanız efendim. Pastırmalı, eski kaşarlı, zeytinli, halis Tire tereyağlı ve yumurtalı. İki kişilik. Bir erkek ve bir kadın için.” Aylin pizza kutusunu uzatan adama bakakaldı. Daha önce defalarca pizza getirtmişti. O motorları delice bir hız ve hünerle kullananlar, hafif kilolu, orta boylu, 18-25 yaşlardaki gençlerdi çoğunlukla. Karşısındaki adam kobalt mavisi yazlık ceket, siyah tişört ve siyah pantolonluydu. Yaşı nereden baksan otuz ortalarıydı. Boyu bir doksana yakındı. Kısa kahverengi saçlı, sempatik gülüşlü, hoş ve sevecen görünümlü biriydi. Kalbinin ucuna minik bir çimdikti. Bunlar yıldırım hızıyla aklından geçerken camdan aşağıya baktığında motorlu şahsın daha genç, kısa boylu, kasklı görünümünü hatırladı. Zili çalanla merdivenleri çıkan aynı kimse değil Aylincim, ama pizza aynı pizza. Çöz bakalım şimdi bu tuhaf bulmacayı. Aylin bu soyut sorunun cevabını bilmiyordu, ama sezgileri düşmanca bir hamle algılamıyordu. Sinir sisteminde korkunun K’sı bile etkin değildi. Şiddetli bir merak duygusu hâkimdi üzerine. “Borcum… Bir dakika… İki kişilik mi dediniz?” Adam gülümsedi. “Önce kendimi tanıtayım. Adım Batu. Batu Demirzâr. Bu pizza ikimiz için. Bunun ne anlama geldiği üzerine bir fikriniz var mı? ” Aylin başını olumsuz anlamda sallamak üzereyken durakladı. Beyninde hızlı bir film belirdi. Sahneler yıldırım hızıyla gözünün önünden geçti. Ağzı hayretle açılmıştı. Kalbi hızlanmaya başlıyordu. Kısa bir süre önce çok büyük bir varta atlatmıştı. Galiba bu sorun geçip gitmemişti. Şey olmuştu. Ertelenmişti. “On dakika ara. Tıpkı filmlerde olduğu gibi.” Aylin telaşla merdivenlere baktı. Başka gelen falan yoktu. Batu’nun sakinliğinde bir psikopatın iç eğlencesi ışınımı sezilmiyordu. “İzah edecek misiniz?” Batu’nun yüzü ciddileşmişti. “Masada konuşalım.” Aylin bu daveti reddetmek için en az beş temel neden biliyordu, ama “Buyrun.” dedi ve adama girmesi için yer açtı. Ardından kapıyı kapatıp sürgüledi. Beynindeki zıt komutlara aldırmadan adama mutfağa giden yolu gösterdi. Pizzayı kesip tabaklara bölüştürdüler. Buz dolabı fare düşse başı yarılacak makamında boştu. Yüzeyi kurumuş bir yarım limon, küçük bir tabakta üstü küflenmiş dört zeytin tanesi ve hiç açılmamış bir şişe beyaz şarap. Bordo renkli etiketinde beyaz harflerle markası Beyaz Şarap olarak yazılmıştı. Şişeyi aldı ve her nasılsa evyenin üzerinde hazır bekleyen tirbüşonla şişeyi açtı. Rafta duran yegâne iki şarap bardağını alıp içkiyi doldurdu. Mutfak eşyası ve aksam bu servis için organize edilmişti sanki. Pizza için iki tabak, iki çatal, iki bıçak da hazırdı zil çaldığında. Genç kadın bunlara sonra kafa yormaya karar vererek servisi yaptı.
6
7
Öykü
Öykü
Aylin ilk lokmayı aldığında ne kadar aç olduğunu hissetti. Sabırsız ısırıklarla tabağındaki pizzayı silip süpürmeye başladı. Tadı enfesti. Şu ana kadar hiç böylesini yememişti. Batu’nun sakinliği, duruma hâkim tavırları üzerinde etkili olmuştu. Konuyu onun açmasını bekleyecekti.
Aylin yalan ya da yamultulmuş gerçek tınısı hissetmiyordu Batu’nun sözlerinde. “Bir şeyi mi araştırıyordunuz?” “Evet. Fautonların oluşması raslantı değildir. İmalat yerini bulmaya çabalıyorduk.”
“Çay ya da kahve ister misiniz?” Batu şarabından bir yudum aldı. “Yemek sonrası zararlı diyorlar.” Gülümsedi. Sonra gülümsemesi denizin geri çekilmesi gibi yüzünden silindi. “Tehdit çok büyük AY - 10 24” dedi. Bu kelimeler yanağına konmak üzere olan bir eşek arısının vızıltısı gibiydi. Genç kadın irkildi. Beyninin içinde bir seri fotoğraf ışık hızıyla geçti gitti. “Bana böyle… Bunu nereden biliyorsun?” “Ben Fauton Kaçakları’nı toplayan üniteyim.”
“Birileri bizi imal edip ortalığa mı salıyor yani?” “Evet. Raslantısal bir anomali değiliz.” Aylin de bunu hissediyordu sık sık. Hilkat garibesi olmak istemiyordu. Adamın sözlerinin varacağı yeri çok merak etmişti birden. “Sonra?”
Batu bu sözleri bir şeyin taklidini yapıyormuş gibi dalga geçer bir şekilde söylemeseydi Aylin yıldırım hızıyla kapıya doğru koşabilirdi. Yüreği ağzına gelmişti. “Nedir bu?” “Sana bu anonsu yapan biri geldi ve kendileri foton üreten akıllı fotonlardan söz etti. Fautonlar. Dedikleri gerçekti. Fotonlar elektro manyetik alanların teşkili dâhil evrendeki her şeyden sorumludur. Fautonların sayısı çok azdır. Bunlar bazen hayatlara öngörülmeyen, program dışı şekillerde müdahale eder. Bunlara ancak belli bir dereceye kadar göz yumuluyor. Fautonların elektro manyetik dalga salınımlarında da bir sınır var. 10 21 Hertz en üst sınırdır. Zetta Hertz yani. Bu aşılınca geri toplanmaları için düğmeye basılıyor. Yönetmelikte böyle yazıyor. Gözümle gördüm.” Aylin bu sahneyi hatırlamıştı. Oturma odasındaki pencereden aşağı sarkarken kendisine bu tebligat yapılmıştı. “Ben gerçekten bir Fauton muyum?” “Evet. Çok nadir rastlanan bir yapısın. İnsan formu almış akıllı foton kümesisin. Dişilere Fotonella deniyor literatürde. Geçen yıl gelecekten eko ambalajlı ilhamlar devşiren birisi öyküsünü bile yazdı. Ülkenin tarihinde şu ana kadar gördüğü en kallavi gaddaresk Gölge Dergisi’nde basıldı.” “Ben de Çözücü adlı romanda rastlamıştım ilk kez bu sözcüğe. Demek o benim.” “Evet. Sen insan değilsin. Sandığın gibi bir geçmişin yok. Üstelik zihninin frekansı 1024 Hertz. Yotta Hertz deniyor. Buna izin vermiyorlar. Çok sakıncalı bir seviyeymiş. Çünkü kontrolden çıkılıyor. Aslında ne biliyor musun? Özgürlüğün frekansı.” Aylin bu sözlerde bir yamukluk algılamıyordu. Tehlikenin büyüklüğünü ve yakınlığını ensesinde hissediyordu. “Sen peki? Sen de bir fauton musun?” “Evet. İzsürücü cinstenim. Zihin frekansım 1021. Zetta bit. Dünya saatiyle dört yıldır bu işi yapıyorum. Görevim ekipleri aranan bilgiye ulaştırmaktı. Bir ara grup çalışıyorduk. Dört fautonduk. Üçü görev sırasında telef oldu. Sabotajdı. Bizi tutuklamaya değer görmeyip imha etmeye karar vermişlerdi. Ben de mevcut alanın gücünü kullanarak kendimi özgür kıldım. Bir raslantıyla seni keşfettim. Tehdit altındaydın. Güç birleşimi için kapını çaldım.”
8
“Kimliğimi değiştirdim önce. ‘Son Demirzâr’ adlı bir öykü keşfettim. Batu adlı biri okumuş ve çok etkilenmişti. İsmimi o delikanlıdan, soyadımı ve hayat kurgumu öykünün kahramanından aldım. Kimliğim şu anda çok yeni ve oldukça muhkem.” “Ne yapmam lazım peki?” Batu teskin edici bir gülümsemeyle, “Sana yeni bir kimlik bulucaz.” dedi. “Aylin Özçinko kimlik bürünmesi bitti. Bu toplama bir kimlikti. Hatice Çimen adlı bir kadını kendine anne seçip onun üzerinden bir aile kurdun ve kendine mazi inşa ettin. Bu gibi oluşumlar sonradan nadiren hatırlanır. Sen de unuttun. 26 yaşında değilsin. Mekatronik bölümü mezunu da değilsin. Üç yıldır Arges firmasında araştırma ekibinde çalışmıyorsun. Eskişehir doğumlu olman, üç yaşındayken ailenin İstanbul’a göçmesi, Feneryolu denen yerde büyümen, annen ve babana ait anı kayıtların falan hepsi kurmaca. Ufuk diye bir erkek arkadaşın olmadı. Cep telefonundaki numaraların gerçek hayatta bir karşılığı yok.Hatice hanım annen olamayacak kadar yaşlı biriydi. Gönül gözü açıktı. Yaşlılar evinde gün sayıyordu. Ondan aldığın bilgilerle bir kimlik kurdun. Bu şimdi deşifre edildi. Yenisini edinmen gerekiyor acilen.” Aylin dalgınca tabağında kalan son lokma pizzaya baktı. İştahı kapanmıştı. Yemeyecekti artık. “Nasıl yapıcam bunu?” dedi. “Senin enerji seviyende biri için bazı imkânlar mevcuttur. Ben izsürücü denen türden bir fautonum. Bu mekâna eklemlenirken üç adet işe yarar uç yakalamıştım. Biri koptu. Biri önemsizleşti. Üçüncü ise hâlâ gürbüz. Eylül Toprak. 21 yaşında. Üsküdar’daki özel bir hastanede. Yoğun bakımdaydı. Birkaç dakika önce öldü. Onu düşün şimdi olanca gücünle.” Genç kadın ‘nasıl’ diye soracağı sırada bunu yapabildiğini fark etti. Batu takip edeceği yolları açmıştı. Tepelerindeki iki floresan lambanın ışığı soldu ve rengi beyazdan menekşeye kaydı. Bulundukları mutfağın geometrisi deforme oldu. Aylin kızın bulunduğu odayı görünce hafif bir çığlık koyuverdi. Neyse ki, ses bantları uyumlu değildi. Ter ter tepinse bile kimse bir şey duymazdı. Fizik beden olaraksa mükemmel bir şeffaflıktaydılar. Birbirlerini bile göremiyorlardı. Kısa siyah saçlı, soluk tenli güzelce bir kızdı. Gözleri yumuktu. Baş ucunda orta yaşlı bir kadın ağlıyordu. Bir hemşire de üzgün bakışlarla durmaktaydı.
9
Öykü
“Az zaman var.” dedi Batu. “Kızın zihin enerjisi dağılmak üzere. Soğur onu. Bazı şeyleri kaçırma. Bir kimliğin muhkem olabilmesi için hayat hikâyesi ayrıntıları yetmez. Ölen kızın arketiplerinden en ehven olanını sahiplen.” Aylin komuta uyarak kendini kızın zihin ışınımına konsantre etti. Bebekliği, ilkokul zamanları, ergenlik, ilk kez regl olması, ilk öpüştüğü erkek, okuduğu kitaplar, izlediği filmler, hayal dünyası. Fautonlarda Foto-MEM denen bir kayıt istemiyle tüm ayrıntıları bir kenara arşivledi. Bunların arasından çabalayarak sonunda aradığı esas şeyi buldu. Kızın rüyaları. Rüyalarda devler, öcüler, cinselliği simgeleyen aksesuarlar vb. vardı. Bunların arasında iki cins güçlü arketip buldu. Birisi minik porselen kurukafalardı. Kız hayatının son beş altı yılında sürekli bunu görmüştü. Rüyasında ne görürse görsün bir sahnesinde bu porselen kurukafaları buluyor ve sayarak bir rafa yerleştiriyordu. Sayı her seferinde 21’di. Ölümün simgesiydi bunlar. Ecel habercisiydi. Kız 21 yaşında ölmüştü. Porselen kurukafalar Batu’nun ehven tanımına girmiyordu. Biraz daha derinlere nüfuz etti. Mitolojik kökenli arketipler gırlaydı, ama kıza haslıkta pek baskın değillerdi. Taramaya devam etti. Birden bir ormanın içinde buldu kendini. Dolunay vardı. Etraf sihirli bir güzelliğe sahipti. Ansızın bembeyaz bir at çıktı ortaya. Ona doğru geldi ve iki metre kadar önünde durdu. Harika bir yaratıktı. Eylül 12 yaşına kadar bu atı sık sık görmüştü. Sonra at onu terk etmiş ve porselen kurukafalar safhası başlamıştı. Daha o yaştan dokuz yıl sonraki ölümü kendini belli etmişti. Aylin elini uzattı ve yanağına atın sol gözüne yakın yere dokundu. Sıcak, ipek gibi yumuşak kıllarla kaplı yüzeyi hissetmek yüreğini ışıtmıştı. Bulmuştu. O’ydu. Artık adın Aylin değil. Eylül Toprak’sın. Sosyoloji bölümü öğrencisisin. Mardin doğumlu, İstanbul büyümesin. Ve en önemlisi güçlü bir arketipin var. Bu senin kimliğinin eski zamanların tabiriyle soğuk damgası.” Eylül, Batu’ya bakarak başını salladı. Tekrar mutfaktaydılar. Tabağında soğumuş pizza parçası duruyordu. Kadehinde bir yudumluk şarap kalmıştı. Sezgileri ‘saniyeler kaldı’ diyordu. Buradan acilen çıkacaklardı. Sonra yine o korkunç duvarlarla muhatap olacaktı muhtemelen. Neyse ki, bu defa yalnız değildi. “Hemen çıkıyoruz.” dedi Batu ayağa kalkarak. “Pencereden. Kapı tarafı iyice kapalı. Ben gelirken bir kerelik kullanış veren bir koridordan geçtim. Haydi!” Eylül ve Batu mutfaktan çıktılar. Holden oturma odasında geçtiklerinde evdeki ışıklar söndü. Sokak kapısının çatırtıyla kırıldığını duyduklarında Eylül pencereden sarkıp aşağı atlamıştı bile. Batu da aynı şeyi yaptı. “Ne yapıcaz?” Batu sakin bir yüzle etrafına bakındı ve ana cadde tarafını işaret etti. “Şu tarafa gidelim.” Haklıydı. Çünkü diğer taraf kapkara bir duvarla örtülüydü. Bu duvar yerleri titreterek yavaşça onlara doğru yaklaşmaktaydı. O tarafa doğru hamle ettiler. Ana caddeye çıktılar. Eylül tanıdık sahneyi görünce içi titredi. Farsız hareket eden arabalar vızır vızırdı, ama gözüne hiçbir yerde bir yaya ilişmiyordu. Topyekûn bir ıssızlık hüküm sürmekteydi. Dahası sol tarafında bulunduğu yerden on metre kadar ötede yarı şeffaf bir sınır vardı. Caddenin geri kalanı görünmüyordu. Sağ tarafında da aynı oluşum mevcuttu, ama elli metre kadar uzaktaydı.
10
11
Öykü
Öykü
“Ben daha önce buradan geçtim Batu. Nasıl gidersen git duvarlar sıkıştırıyor.” Batu ‘biliyorum’ anlamına başını salladı. “Başka çare yok . Duvarlar arkamızdan gelecek ve biz bir geçit bulmaya çalışacağız. Durmayalım. Haydi!” Birlikte yürüdüler. Duvar arkalarından geliyordu. Yürüdükleri sokaklarda canlılık önceden bitirilmiş durumdaydı. Evlerin pencereleri kapıları sımsıkı örtüktü. İçerde tek bir ışık yanmıyordu. Sokak lambaları da sönüktü. Fautonların görmek için fotonlara ihtiyacı olmadığından en zifir karanlık yerde bile doğru adımlar atıyor ve çevrelerini yeterince seçebiliyorlardı. Duvarlar arkada bıraktıkları izleri köpek gibi koklayarak peşlerinden geliyordu. Bunların bazıları çevirme hareketine de girişmişti. Genç kadın hissediyordu. Bunu Batu’ya söyleyeceği sırada önleri kesildi. Arkaları ve önleri duvardı. İki yanda içinde hayat olmayan apartmanlardan ibaret bir blok vardı. Sıkışmışlardı.
Eylül şu anda yalnız olmadığı için hâline bin bir şükür ederek, “Nasıl?” dedi. “EAY 10 24 . Geççeşşş yaskak. Umursa çabuk bunu.” “Şu kekeme tip mantar.” dedi Batu. “Artık hiç şüphem yok. Yalnız kurumuş ve sıkışmış bir mantar. Çekemeyiz. O hâlde iteceğiz. Çağır onu.” Eylül kimi diyecekti, birden ayıktı. Kendini yine o dolunay ışığıyla yıkanan ormanda buldu. Beyaz at dokunacağı kadar yakındaydı. Atın boynuna dokunduğunda Batu’nun planının ne olduğunu anladı. Çevik bir hareketle koşumları olmayan ata bindi. At olumsuz bir tepki vermedi ve bir yöne doğru tırısta yürümeye başladı. Ansızın orman bitti. Duvarlarla sıkışan alanda buldu kendini. Atın yüzü Fauton Polisi’ne değecek kadar yakındı. Batu solunda duruyordu. Yüzünde memnuniyet ifadesiyle sıçradı ve arkasındaki yere yerleşti. Elleriyle genç kadının beline tutundu.
“Ne yapıcaz?”
“Ummurrssa yassakı. Ummurssa!”
Genç adam Eylül’ün elini tuttu ve “Bekleyelim ve görelim.” dedi kendine güvenli bir ses tonuyla.
“Haydi Fotonella ver gazı.”
Genç kadın adamın sözlerinde boş güven tınısı hissetmiyordu. İnşallah bir bildiği vardı yani. Önlerindeki duvara yakın erkek suretli kapkara bir şey durmaktaydı. Eylül tanımıştı. Fauton Polisi. “Orada dur AY… AY…. EAY 10 24 . Sen… Sennnn bir kopyadan ibaretsin. Bozunma katsayın ço… çoook düşşükkkk. Tahribat çapçapınsa büüüüyük. Bu nedenle seni… seni alıp esas ait olduğun yeryeree götgöttüreceğim.” Eylül, Batu’ya baktı. Fauton Polisi’nin sesindeki çatlaklık ve kekelemesi ne demek oluyordu? “Kendinden emin değil.” dedi Batu. “Yürüyelim.” Eylül arkasına baktı. Onları takip eden duvar beş metre kadar yakındı ve hımbıl adımlarla yoluna devam ediyordu. Fauton polisinin önünde durduğu duvarsa on metre kadar ilerideydi. Şimdi ne olacaktı? Nereye yürüyeceklerdi? Bunu düşünürken Batu’yla birlikte yürümeye başladı. “Dur dedim EAY 10 24! Geçgeçiş yasak.”
Genç kadın topuklarıyla hayvanın sağrısına basınç uygulayınca at ileri atıldı. Bu sırada arkadaki duvar hayvanın kuyruğuna değmek üzereydi. İlk hamle sonuç vermemişti. İkinci kez hayvana ileri komutu verdi. Bu defaki sonuç şaşırtıcıydı. Hayvan dar yere sığabilmek için şaha kalktı. İki binici de az kalsın yere yuvarlanacaktı, ama fizik kanunlarını hiçe sayarcasına bir güç popolarını ata bastırmaktaydı. Sonra birden bir ışık gözlerini aldı. At ön ayaklarıyla kekeme polisin göğsüne vurarak yere yıktı. “EAY 10 24 çüşşş!” Bu duydukları son sözdü. Duvarda açılan gedikten içeriye gün ışığı girmekteydi. At bir hamle daha yaptı ve ışığın olduğu tarafa geçtiler. Burası bir parktı. Atın dört ayağı da parkın yüzeyine basınca iki şey birden oldu. Eylül ve Batu sarmaş dolaş yere yuvarlandılar. At ve duvar kaybolmuştu. Güneş pırıl pırıldı. Hemen önlerinde dört yaşlarında bir kız çocuğu duruyordu. Görebildikleri alanda yakında olan başka biri yoktu. İleride top oynayan, çocuk arabası gezdiren kimseler vardı. Parkın tenha bir zamanıydı. Eylül güneşin konumundan sabahın onu falan olduğunu tahmin etti. “At nereye gitti?”
Eylül tebligattaki güçsüzlüğü, sakilliği hayra yorarak adımlarını atmaya devam etti. “Fautonlar nasıl ölür?” “Anılarını, hayat tecrübelerini, bilgilerini etrafa saçıp karanlık ve soğuk bir ortamda kıpırtısız kalırlar. Öyle olduklarını bilmezler ama.”
Eylül ve Batu yerden kalkarak üzerlerine çeki düzen verdiler. Eylül’ün sevinçten kalbi yerine sığmıyordu. Kurtulmuşlardı. Çocuğun onlara bakarak konuştuğunu hatırlayınca kumral saçları örgülü, gül kurusu bir elbise, beyaz çorap ve kahverengi ayakkabılı kıza bakarak gülümsedi. “Yerine döndü tekrar.” “Onun yeri burası değil mi?”
“Bize de bu mu olacak?” Batu genç kadının elini tuttu. “Bana güven. Yüzde yüz emin değilim, ama bu sahnede bir çıkış işareti var. Ben izbulucu türden bir fautonum unutma. Gördüğüm izlerden çıkardığım sonuç şu: Bu kekeme polis bozuntusu bir şişe mantarı. Evi hatırla. İçecek olarak sadece bir şişe şarap vardı. Mantarı açtık bunu yapmak için. Galiba yine öyle yapacağız.”
12
“Değil.” “Tekrar gelecek mi?” “Belki.”
13
Öykü
Onlar konuşurken kıza çok benzeyen otuz başlarında bir kadın belirdi. Kız yanından sıvışmıştı besbelli. Yüzündeki endişe kızı görünce azaldı, ama onların varlığı nedeniyle tamamen silinmedi. “Aylin ne yapıyorsun burada?” “Ata bakıyorum anne.” Kadının en uygun zamanda geldiğini düşünen Eylül tebessüm ederek, “Merhaba.” dedi. Kadın biraz mahçupça gülümsedi. “Merhaba. Aylin bir dakka durmaz. Göz açıp kapayıncaya kadar kaçar bir yerlere.” Eylül kızın saçlarını okşadı ve “Aylinler beni sever.” dedi yan gözle Batu’ya bakarak. Kadının bakışlarından hâllerinde özel bir durum saptamadığı ve onlardan korkmadığı açıkça okunuyordu. Birkaç dakika önce ne hâlde olduklarını bilseydi, çocuğu aldığı gibi çığlık çığlığa kaçardı yanlarından. Bir kaç kelime teatisinden sonra kadın kızı elinden tutarak geldiği yöne götürmeye başladı. Kız annesine beyaz atı anlatıyor, kadın da çocuklara has fantezi muamelesi cinsinden karşılıklar veriyordu. “Nerdeyiz?” “Burası Özgürlük Parkı. İnsanların bulunduğu dalga boyundayız. Sadece senin için değil, benim için de bir ilk. Daha önce arafımsı bir ara bölgedeydik. O hayat buradakine çok benziyordu, ama ta kendisi değildi. Senin sanal arketiple aradaki duvarı kırdık. Bu andan sonra bizim için yeni bir mertebe söz konusu olacak. “Ne yapacağız peki?” Batu eliyle otuz metre kadar ilerideki kafeyi işaret ederek, “Gel şurda bir Türk kahvesi içelim ve bir plan yapalım.” dedi. “Vaktimiz bol.” “Paramız var mı peki?” Batu bunu düşünmemişti anlaşılan. Alnı kırıştı ve düzeldi. Sol gözünü kırparak, “Yotta bit frekansın kredisi bayağı iyidir merak etme.” dedi. İki fauton el ele tutuştular ve kafeye doğru yürüdüler. Hemen tepelerinde duran genç bir karga bu iki varlığın renklerine ve parıltılarına dalmıştı. Onlardan çok hoş bir enerji dalgası gelip bütün bedenini titretmişti. Enerjisi artmıştı. Hevesle önce dört, sonra da üç kez gakladı. Keyfi iyice yerine gelmişti. Kanatlarını harekete geçirip uçtu ve solucan bulmak için gözüne önceden kestirdiği bir yere yöneldi. Yazan: Sadık YEMNİ
14
İllüstrasyon: Enver Gökhan ALTUN
15
16
Sinema
Sinema
İnceleme
İnceleme
Yumuşak Kalpli
Metalik Kahraman
Dünyanın kalpleri metalikleşmiş insanlık hâllerine karşın bir zamanlar bir kahraman vardı. Onun bizden farkı dışının metal içinin insan olmasıydı. Haince bir saldırının sonuncunda insan bedenini kaybedip metallere büründü, hafızası ve kalbi silinmeye çalışıldı, lakin o hâlâ hatırlıyordu pusuda yitirdiklerini… Onun adı RoboCop… Yumuşak kalpli, metalik kahraman… Seksenlerde bilimkurgu, kullanılan teknolojinin gelişmesiyle sinemada çok mesafe kaydetmeye başlamıştı. Hayal gücü, film ve müzikle genişletilen gençlik, yıl1987’yi gösterdiğinde unutamayacakları ve zamanla kült hâline gelecek olan bir kahramanla karşılaştı. RoboCop’tu adı ve sinema tarihi onu hiç unutmadı. İlk tanışıklıktan sonra iki kez daha beyaz perdede boy gösterdi metalik adam. Bununla da yetinmedi. Televizyonlarda bölüm bölüm hayatını ve maceralarını anlattı hayranlarına ve çizgi roman sayfalarında da yerini almayı ihmal etmedi. Biz de sayfalarımıza onun macerasını taşıyalım dedik bu sayımızda. RoboCop (1987) Yönetmenliğini Paul Verhoeven’in üstlendiği, başrollerinde Peter Weller, Dan O’Herlihy, Kurtwood Smith, Nacy Allen ve Miguel Ferrer’in yer aldığı bilimkurgu filmidir. Yapımın kazandığı başarıdan sonra iki devam filmi, dört televizyon dizisi ve iki çizgi film ve iki çizgi roman serisi yapıldı. Kahramanın doğuş öyküsüne gelince; yakın gelecekte Detroit City suç ve teknolojinin yükselen yıldızı olmuştur. Çok büyük bir sermayeyi elinde tutan OCP’nin bir amacı vardır. Amerika’nın kalburüstü toplumunu buraya çekmek ve onlar için yepyeni bir dünya yaratmak; Delta City… Bunun için polis güçlerini de elinde tutması gerektiğini bilen şirket insanüstü polisi yaratmak için çalışmalar yapmaktadır. Tam da bu sırada bir çete çatışmasında çete
18
üyeleri tarafından yakalanıp kurşuna dizilen polis memuru Alex Murphy âdeta küllerinden doğar. Cansız bedeni çelik bir giysiyle kaplanır, insan hafızası silinir ve suçla sonuna kadar savaşan metal bir kahraman vücut bulur Alex’in kalanından. OCP hayalini Alex ile gerçekleştirmenin eşiğine gelmiştir. Fakat silinen hafızası bir süre sonra yerine gelecek ve metalik bedeni suçla savaşmanın yanında geçmişin hayaletleriyle de mücadele edecektir. Jon Davison’un yapımcılığını üstlendiği film vizyona girdiğinde izlenme rekorları kırar. Herkesin hayranlığını kazanır RoboCop. Akademide “En iyi kurgu ve en iyi müzik” dallarında aday gösterilir. Ödülü ise “En iyi ses efekti kurgusu” dalında kucaklar. RoboCop’a hayat veren Peter Weller ise hayatının rolünü oynamanın avantajlarından sonuna kadar yararlanır. Lakin oyuncu seçmelerinde ilk akla gelen isim olmamıştır Peter. Ondan önce bu rol için Michael Ironside, Rutger Hauer ve Arnold Schwarzenegger düşünülmüştür. Ama rol işi nasip işi ya RoboCop sonunda Peter Weller’a emanet olmuş, ne de iyi olmuştur. Yapım 13 milyon dolarlık bir bütçe ve yeni gelişen teknolojiyle donatılmış ve karşılığını 54 milyonluk bir hasılatla almıştır. Unutulmaz müziklerine ise imzayı Basil Poledouris atmıştır. Seksenlerin gençleri ve çocukları RoboCop’la iyinin ve kötünün mücadelesini, duyguların metalle bile öldürülemeyeceği ve her şeyin bir bedeli olduğunu görür. RoboCop’u basit bir bilimkurgu yapımı olmaktan kurtaran metalin içinde nefes almaya çalışan, ailesini ve geçmişini, kısaca insanlığını özleyen memur Alex’in dramıdır. Suçun virüs misali yayıldığı sokaklarda o, ortağı Nancy ile bunu durduracak bir ilaç ararken aynı zamanda kendi insanlığını da arıyordur. Alex, içinde yaşadığı dev yaratıkla en büyük mücadelesini veriyordur aslında. Ve onu yaratanlar zamanla onun en büyük düşmanları olacaktır. OCP, görünürde suçla mücadele etmek için yarattığı bu robottan çıkar sağlamaya çalıştıkça ve kirli işleri açığa çıktıkça kendi yarattıklarının kurbanı olma yolunda hızlı adımlarla ilerler. Yapımı diğer bilimkurgulardan ayıran ikinci özellik ise yönetmenin siyasi kaygıları ve savaşı iyi göstermeye, kurtuluşa ermenin tek yolu olarak bize yutturmaya çalışan görüşü filmin ilk anından itibaren ifşa ediyor olması. Serüvenin ilk dakikasından itibaren her anında nükleer savaşın olağan bir durum gibi aktarıldığını, uzaklarda bir yerde insanların yaşadığı dramın gülen gözlerle dillendirildiğini görürsünüz ve
19
Sinema
Sinema
İnceleme
İnceleme bu anlatım gülümseyiş ardındaki acıyı net bir şekilde gözler önüne serer. Siyasetin ve para sahiplerinin çıkar çatışmaları altında ezilen toplumun sert bir şekilde resmedildiği bir tabloda geçer anlatı. RoboCop seksenlerin sonunda bize merhaba dediğinde hem büyük bir insanlık dramını anlatması hem de siyasetin ve paranın kirli yüzünü her işaretiyle nakletmesiyle bugün bile izlenesi ve ders alınası bir yapım olarak duruyor karşımızda. RoboCop 2 (1990) “O geri döndü. Masumları korumak için!” Geleceğin Detroit’indeyiz tekrar. Cehennem ateşinde yanarak küllerinden doğan metal şövalyemiz polis kuvvetlerinin yaptığı greve, şehirde alıp başını giden suç oranına ve OCP’nin şehri kendi tekeline almaya çalışmasına rağmen masumları korumak için görevinin başındadır. Bu kez tüm bunların yanında mücadele etmesi gereken bir olay daha vardır. Nuke olarak adlandırılan bir uyuşturucunun genç beyinleri çürütmesi… OCP, geçtiğimiz serüvenden bu yana robotlarını Alex’in kalıntılarından arındırmaya çalışmış ve bunu başaramayınca da projelerine “başarısız” damgası vurmuşlarıdır. OCP, Detroit’i Delta City’ye çevirme çabalarına son hızla devam ederken RoboCop, “bu projenin olmazsa olmazı”ndan “engel teşkil eden unsur”a terfi ederken yeni robot polisler üretilmeye başlanmıştır. Lakin üretilen her yeni üründe bir sorun çıkmaktadır. Belli ki bir şeyler yanlış gitmektedir. Şirketin psikoloğu Dr. Julliette Faxx’ın bu konuda ilginç fikirleri vardır. Yapım grevle, çıkar ve onur arasındaki mücadeleyle ve tabii ki Alex’in metalin içinden çıkma ve eski hayatına geri dönme savaşıyla dolu. Grev yapan polis imgesi ilk filmin içine sızamamış, lakin bu bölümde başoyunculardan biri. Bu durum yine de kahramanımızla meslektaşlarını karşı karşıya getirmiyor. Cain ve çetesiyle olan savaşı ise olanca kuvvetiyle devam ediyor. Cain ile işbirliği yapan şirket patroniçesi ise alttan alta bağırıyor. Güç, para ve kirli işlerin birlikte hareket ettiğini… Yapımda yine ilk serüvende olduğu gibi Hıristiyan mitolojisiyle örtüşen ögeler mevcut. Cain ismi bu ögelerin başlıcalarından. Ayrıca yapımda RoboCop’un âdeta çarmıha gerilmesi, parçalandıktan sonra ortaya çıkan parlak ışıkla yeniden doğması da açıkça vurgulanan işaretlerden. Bu açılardan baktığımızda RoboCop 2 kesinlikle bir devam filmi. İlkinin yolundan ilerleyen ve onun altında ezilmeyen başarılı bir yapım. 14 milyonluk bütçesini 45 milyonluk hasılatla süslediğini de belirtmeden geçmeyelim. Serüvenin kaptanı olarak bu kez Irvın Kershner’i görüyoruz. Kershner ilginç bir yönetmen aslında. Hollywood’un yakınında olup da onun baskılarına aldırmayan bir isim. Bu sebeptendir ki yaptığı sayılı işler asla kalitesiz değil. 2010 yılında hayata gözlerini yuman yönetmenin koltuğunda oturduğu işlere şöyle bir göz atarsak onun kalitesini de anlarız sanırım. Star Wars-V Empire Strikes Back, Sean Connery’nin James Bond’u canlandırdığı, Never Say Never Again… Yapımcılığını ilk macerada olduğu gibi Jon Davison’un üstlendiği yapımın senaristi ise Frank Miller ve Walon Gren. RoboCop 2 kesinlikle ilkinin gölgesinde kalmayan, kendi varlığını kanıtlarken RoboCop’un ruhundan kopmayan ve söylemek istediğini saklamadan ve kısmadan söyleyen bir yapım olarak 90’lara damgasını vurmuş ve bize dedirtmiş ki “iyi ki 90’lar vardı.”
20
RoboCop (2014) 1987’de onunla tanışmak hem izleyicisini hem de yaratıcılarını oldukça memnun etmiş RoboCop, o tarihten itibaren her şekilde evlerimize ve kalplerimize yer etmişti. İşte bu bilen Hollywood onu 80’ler çocuklarıyla yeniden buluşturmak ve onu henüz tanımamış olan günümüz gençliğine tanıtmak amacıyla hikâyeyi baştan alıyor.14 Şubat 2014’te vizyona girmesi beklenen yapımın yönetmen koltuğunda Jose Padilha oturuyor. Bu kez Alex Murphy rolüyle karşımıza çıkan oyuncu Joel Kinnaman. Ona eşlik eden oyuncular ise oldukça başarılı bir geçmişe sahip. Gary Oldman, Michael Keaton ve Abbie Cornish… Alex Murphy’yi canlandırması için Joel Kinnaman’dan önce birçok oyuncu düşünülmüş. Bunların içinde Michael Fassbender ve Russell Crowe da mevcut. Yapımın hazırlık aşamasında özellikle RoboCop kostümü için çok fazla mesai harcandığını söylemek mümkün. Aslından ödün verilmeden yenilenmeye çalışılan kostümün izleyiciyi ne kadar memnun edeceği ise soru işareti… Yine de film hayranları tarafından sabırsızlıkla beklenmekte. RoboCop TV’de ve Çizgide 1994-1995 yılları arasında 23 bölüm hâlinde yayımlanan dizi RoboCop serisinin başarısı üstüne çekilmişti. Dizide de filmde olduğu gibi Detroit’in suçla boyanmış sokaklarında adaleti sağlamak için koşturan metal kahramanımızın serüvenleri üzerine kuruludur. Dizi de Alex Murphy’yi Richard Eden canlandırır. RoboCop hayranları tarafından ilgiyle takip edilen dizi uzun soluklu olmamasına rağmen akılda kalıcı bir dokuya sahiptir. RoboCop bunun dışında animasyon olarak da 90’ları süslemiştir. 1998-1999 yılları arasında 41 bölüm hâlinde izleyici karşısına çıkan çizgi dizi yine aynı konu üzerinden 30 dakikalık bölümler hâlinde sunuldu. RoboCop bunun dışında Frank Miller’ın senaryosu ve Walt Simonson’un çizimiyle 1992 yılında Dark Horse Comics tarafından 4 serilik mini dizi hâlinde de hayranları ile buluştu. Ve zamanın en önemli robot karakterlerinden Terminatör ile boy gösterdi. Bundan yıllar sonra ikili “Kill Human” adı altında 4 serilik mini dizi hâlinde yazarlığını Rob Williams, çizerliğini P.J Holden’in yaptığı maceraları ile tekrar sayfalara dökülecekti. RoboCop hayatımıza 80’lerde girdi hayatını kaybeden ve acılar içinde yeniden doğan metalik bir kahraman olarak. Bu metal şövalye bize sadece aksiyonu ve güzel bir hikâyeyi getirmedi gelirken. O bize dışımızı ne kadar metalle kaplarsak kaplayalım içimizde bir yerde insan olmanın ne kadar değerli bir duygu olduğunu anlamamız için basit tarifler getirdi. Bu yüzden yıllarca ağzımızda bıraktığı tadı unutmadık. Tıpkı onun metale büründüğü hâlde insan olduğunu unutmadığı gibi… Melahat YILMAZ
21
Röportaj
Röportaj
Korkut ÖZTEKİN
“Çizgi Romanı, Sinemayı, Animasyonu birlikte düşünmek lazım”
Demirhan’la yaptığımız sohbetler sırasında ilk mangalarımın adlarını öğrendim, Blade of the immortal, Battle Angel Alita, Akira... Robinson Crusoe kitap evinde Akira’nın birinci cildinin Thundra baskısına rastladım, satın aldım ve ondan sonra başladı bu serüven. Bu kitabı yazmaya karar vermeden önce hangi mangaları okumuştunuz? Yukarıda adı geçen başlıklarla birlikte Nausicaa, Blame, Bleach, Sanctuary, Strain, Vagabond, Domu, Mononoke, Evangelion, Black Jack, Lupin, Astro Boy... Ve daha hatırlayamadığım bir sürü şey. Manga: Bir Kültürel Direniş Aracı kitabı nasıl ortaya çıktı?
Yıllardır takdir ederek izlerim Korkut Öztekin’i. Deviant Art’ta paylaştığı Solomon Kane çizimleri belki de Gölge Kız için ilk karakteri tasarlarken “Solomon Kane’in dişisi” deme sebeplerimden biri olabilir (Bunu da bu vesile ile itiraf etmiş olayım.). 2011’de Manga: Bir Kültürel Direniş Aracı kitabı çıktığında o kadar sevinmiştim ki hem merak ettiğim bir konu hem de çoook uzaktan takip ettiğim bir çizer aynı kitapta buluşmuştu. Bu röportajda sorduğum soruların bir kısmı o kitabı ilk okuduğumdaki notlardan tabii. Çizerlerinden biri olduğu Deli Gücük için imza günü düzenlendiğinde röportaj sözü almıştım ama tembellik mi, hayatın yoğunluğu mu yoksa Frank Miller’in RoboCop çizgi romanını beklemem mi bilemem bu iş taa bugüne sarktı. Uzun bir röportaj oldu ama sıkılmayacağınızı umuyorum. Daha binlerce soru sorabilirdim ama onları da başka bahara bırakalım. Biz Korkut Öztekin’i biliyoruz ve takip etmeye çalışıyoruz ama Gölge’nin bu sayfasında ilk kez sizi tanıyacak kişiye sizi birkaç cümle ile anlatmak istesek nasıl tanıtılmak istersiniz? Korkut Öztekin, Dokuz Eylül Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi Grafik Bölümü’nde görev yapan bir akademisyen ve illüstratördür. Yerli ve yabancı çizgi roman, kitap kapağı ve kitap resimlemesi projelerinde çalışmıştır. Ayrıca kariyerinin başlangıcında reklam dünyası için storyboard, basın ilanı illüstrasyonları ve poster illüstrasyonları yapmıştır. Kamuoyun tarafından editörlüğünü Levent Cantek’in üstlendiği Manga: Bir Kültürel Direniş Aracı adlı kitabıyla tanınmaktadır. Manga ile nasıl tanıştınız? Sene 1996 idi, Giovanni Scognamillo’nun editörlüğünü yaptığı Nostromo adlı bilimkurgu dergisinde çizebilmek umudu ile sık sık İstanbul’a gidip geliyordum ve Atılgan kitapevini ziyaret ediyordum. Metin
22
Bu aslında bir sanatta yeterlilik/doktora tezidir. Bu konu üzerine bir tez hazırlamak fikri ise yüksek lisans tezimi yazarken ortaya çıktı. Çizgi roman ve grafik tasarım disiplininin ilişkisi inceliyordum. Dünyada farklı kültürlerde çizgi romanın nasıl doğduğu ve geliştiği ile ilgili bir bölüm hazırlıyordum; Amerika’da çizgi roman, Avrupa’da çizgi roman, Japonya’da çizgi roman gibi... Bu sırada aklımda bir şimşek çaktı. Bazı kültürlerin grafik betimleme ve iletişim aracıları ile ilişkisi daha güçlü ve daha köklüydü. Bunun kültürel ve antropolojik kökenlerine inmek fikri beni çok heyecanlandırmıştı. Ancak ben antropolog ya da sosyolog değildim. Bir grafik tasarımcı olarak kendimi yetiştirmem gerekiyordu. Japon kültüründe grafik sanatların yeri ve işlevini araştırmak ve kökenleri eşelemek aslında çok uzun soluklu bir araştırma ve kişisel gelişim projesinin ikinci ayağı sadece. Manga dendiğinde bir çizim tekniğini mi yoksa genel olarak Japon Çizgi Roman Sanatını mı anlamalıyız? Her ikisini de anlamalıyız. Manga aslında desen üretimi disiplininde özel bir duruşu, bir yaklaşımı ifade eder. İzlenimci ve ifadeci bir sadeleştirme yaklaşımı ile çizilmiş hızlı eskizler figüratiftir, ayrıca didaktiktir. Bir durumu, bir anı ya da bir hareketi hatta bir karakteri betimleyebilirler. Ortadoğu ve Uzakdoğu geleneksel resimleme sanatlarında ressamların türlü motifleri ve desenleri kalıplaşmış bir biçimde belli olguları hatta kelimelerle ifade edilmesi çok zor olacak olguları anlatabilmek için kullandıklarını görüyoruz. Çağdaş mangaka’lar, entelektüeller tarafından başlangıçta aşağılanan hor görülen çizgi romanı tarihi kökenlere dayandırmaya çalışırken onu gelenekselleştiren kendisine has bir grafik dili yaratıyorlar. Hiçbir trend on yıldan uzun sürmez. Ancak on altıncı yüzyılda yapılmış bir ukioe ya da emakimono ile çağdaş bir çizgi roman arasında plastik pek çok benzerlik bulabilirsiniz.
23
Röportaj
Röportaj Tarkan, Karamurat benzeri çizgi romanlar dışında derdimizi anlatan çizgi romanlar yapamamışız?
Kitabınızda da bizim bir okur-izler olarak gördüğümüz gibi anime ve manga bir sarmal ağ gibi iç içe girmiş. Sevilen tüm mangaların animesi de yapılıyor. Anime ve mangayı sektör olarak birlikte mi düşünmek lazım? Evet, hatta şöyle söyleyeyim, çizgi romanı, sinemayı ve animasyonu birlikte düşünmek lazım. Çizgi roman varsa o kültürde animasyon ve sinema da çok gelişmiş demektir. Çizgi roman daha büyük yapımların eskiz defteridir. Japon sineması çok güçlü birkaç sinemacı yetiştirdi, ancak yetiştirdiği canlandırma sineması yönetmenlerinin ve çizgi romancıların sayısı mutlaka çok çok fazladır. Animasyon, Japonya’da sinema sanatı yerine tercih edilmiştir diyebilirim. Ama bu tamamen bir tartışma konusu. 1958 yapımı anime Beyaz Yılanın Öyküsü için yazdığınız not çok ilginç geldi; “2 yılda biten anime için 13.800 kişi çalıştı.” diyorsunuz. Bu, Türkiye’de günümüz ilçe nüfuslarından bile epeyce fazla. Daha Japonya’da anime sektör olarak oluşmaya yeni yeni başlarken, bu film kendi çapında bir “ilk” film olurken 13.800 kalifiye çizer nasıl bulunur? Neden bulunur? Gerçekten bu kadar büyük bir sektör mü anime sektörü? Bu ekibin tamamı çizer değildir. Geleneksel yöntemlerle uzun metrajlı bir animasyon çalışması üretmek çok meşakkatli bir iştir? Son derece deneysel bir anlatım tekniği, muazzam bir araştırma geliştirme ve nasıl yapılır çözümlemesi var. Üstelik Beyaz Yılan bir il, dolayısıyla yabancı emsallerin geri mühendislikle incelenmesi durumu söz konusu. Yani durum aya roket göndermekten farksızdı bir bakıma. Geleneksel canlandırmada saniyede 24 kare çizilir. Bir dakikalık canlandırmada 240 resim bulunur. 120 dakikalık bir uzun metrajlı animasyonda 28800 kare vardır, arka plan çizimleri hariç. Eskizler, taslaklar, şunlar bunlar derken yapılan çizim sayısı milyonları bulur. Bir canlandırma ekibi baş animatör ve onun altında çalışan animatörler takımı, bunların asistanları, ara doldurucular, temize çekenler, asetat boyayanlar, kameramanlar, kurgucular, sesçiler, seslendirmecilerin yanı sıra başka bir sürü elemanı barındırır. Bu arada iki yıl uzun metrajlı bir animasyon filmi için rekor bir süredir. Disney’in en görkemli zamanında projeler üç ile beş yıl arasında tamamlanıyordu. Bir kültürel direniş aracı olarak mangaya bakıp Türkiye’de karşılığını aradığımızda pek bir şeye rastlayamıyoruz. Aynı dönem biz Kurtuluş Savaşı’ndan çıkmışız, saltanat devrilmiş, devrimler yapılmış, köy enstitüleri kurulmuş, klasikler Türkçeye çevrilmiş falan filan ama neyimiz eksik ki Amerika’nın comics imparatorluğu, Japonya’nın manga imparatorluğu gibi milliyetçi Karaoğlan,
24
Bu sadece çizgi romanla ilgili değil topyekûn bütün edebiyatla, sinemayla ve televizyonla ilgili bir sorun. Neden polisiye yok? Neden bilimkurgu yok? Neden fantazi yok? Neden fantastik yok? Türk kurgusunda bunlar ve bunların alt türleri yok! Neden? Tek tük bir iki kişinin kaleme aldığı eserler bu janrların edebiyatımızda var olduğunu göstermez. Bunun dışında neden Türk bir otomobil markası yok? Anadol dışında? Bir zamanlar Murat 124, Şahin, Kartal ve hatta Civciv vardı öyle değil mi? Neden Türk uçağı yok? Albatros vardı hani zirai ilaçlama ve yangın uçağı... Türk helikopteri yok. Artık Türk tankı ve Türk tüfeği var ama... Bizde olmayan şeyi iki kelimeyle özetleyebiliriz: Hayal gücü ya da AR-GE! Sınırların ötesine geçme tutkusu, yeni bir şeyler başarma, kimsenin gitmediği bir yere gitme, kimsenin düşünmediği bir şeyi düşünüp yapma tutkusu. Bakınız; coğrafi keşifler, aydınlanma çağı, endüstri devrimi gibi dünya kültürlerinin entelektüel evriminde önem ihtiva eden hadiselerde biz neredeymişiz, ne ile uğraşıyormuşuz? Bunları bilirsek neden yukarıda saydıklarımızın bizde olmadığını ya da şimdilik olmadığını anlarız. Bazı şeyleri yeni yeni öğreniyoruz. Ama bizde olan iki şey var onlar da bizim başımızdaki en büyük iki illet. Bunlar da haset ve beyin göçüdür. Bu musibetlerin kökünü kurutmak için de tabii ki özgür düşünce, demokrasi, anlayış, güven, toplumsal birlik ve istikrar olması gerekir öyle değil mi? Japonlar, izlediğim ve okuduğum kadarı ile epeyce muhafazakâr bir halk. Yine de medyada gördüğümüz kadarı ile anime-manga karakterleri gençlerini epeyce etkiliyor. Bu karakterlerle kendilerini özdeşleştiriyor, onlar gibi giyinip onlar gibi davranıyorlar. Şimdilerde Cosplay denilen, üniversitelerimizden başlayıp sokaklara kadar yayılan, kostümlü partilerin de çıkış noktası. Bunun da Japon geleneğinde bir dayanağı var mı? Muhafazakârlık bence bütünüyle bir kültürü tanımlamak için oldukça riskli bir laf. Muhafazakârlığın niceliğini ve niteliğini tanımlamak lazım. Ben Japon kültürünü tanımlayacak olsam “muhafazakâr” sıfatı aklımın ucundan geçmez. Japonlar yeni şeyleri denemeyi çok severler, ama asla sahip olduklarını unutmazlar. Gözlemcilik ve sabır, Japon kültürü için çok önemli erdemler bence: Bir de söz vermenin çok kutsal olduğunu düşünüyorum. Avrupa kültüründe maskeli karnavallar çok yaygındır. Maske takmak geleneği kolektif bilinç dışı ve arketiplerle ilişkilidir. Maskeyi takan kişi maskenin temsil ettiği persona ya da element
25
Röportaj
Röportaj
hâline gelir, kendi öz benliğinden kurtulur ve maske her neyse onu kuşanır. Bu ilkel animist topluluklardan miras kalan bir hadisedir. Hıristiyanlık Avrupa’ya yayıldığında antik Yunan,ve Roma paganizmini ve eski Nordik ve Keltik inançları tamamen silememiştir. Onları dönüştürmüştür. Japon kültüründe Budizm, Şintoizm inançlarından dolayı güçlü bir animizm etkisi hakimdir. Nesneler dünyası ruhlarla dolu ve canlıdır. Gerek Kabuki gerek No tiyatroları olsun geleneksel gösteri sanatlarında maske takmak bir gelenektir. İslam coğrafyasında maske takılmaz. Temsili suret dahi kullanılmaz. Hatta ben Selçuklu ve Osmanlı savaş kıyafetlerinde yüzü gizleyen bir vizör örneği bile görmedim. İran’da vardır ancak orada mecusilikten ötürü animizm yaygındır. Sonuç olarak çağdaş Cosplay, temel elementlerden, engellenemez tabiat güçlerinden, efsanelerden esinlenilerek yaratılmış kurgusal karakterlerin suretlerine bürünerek bir bakıma, kısacık bir zaman müddetince bu düşsel varlıklara dönüşebilmek için gerçekleştiren psikoanalitik bir performanstır bence. Ve hiç de yeni bir şey değildir. Kitabınızda mangayı anlatıyor ama Naruto ya da One Piece gibi Japonya’nın en popüler aylık 2-3 milyon kitap satılan mangalarından bahsedilmiyor. Kitabı yazarken sınırlarınız nelerdi, var mıydı “şu kategoriler olmayacak” diye bir koşul? Sınırlarımı biraz zaman belirledi, biraz da değinmek istediğim konu başlıkları. Her şeyden bahsedemezdim, zira yapmaya çalıştığım bir manga almanağı ya da ansiklopedisi hazırlamak değildi: Amacım kültürel direniş ve yumuşak güç olgusunu açıklarken çizgi romanın her türlü insanlık durumunu betimleyebilecek ve aktarabilecek gelişmiş bir sanat türü ve aracısı olduğunu manga ve Japon kültürü ilişkisi üzerinden açıklamaktı. Naruto ve One Piece gibi kendi türünün hiti olmuş pek çok başlık var. Mesela neden Yalnız Kurt ve Yavrusu yok kitabımda diye hâlâ kafamı duvarlara vuruyorum. Mevzu tazeliğini yitirmeden değinmek istediğim konularla ilintili en çarpıcı bulduğum birkaç başlığa yer verebildim. Diğerlerini de ileriki çalışmalara ve konu hakkında hevesli başka uzmanlara bıraktım. Elinizdekilerle yetinip boynu bükük devam ediyorsunuz. Tek bir konuda ısrarlı davrandım, Miyazaki ve eserlerini fazlaca kayırdım. Şimdi bu kitabı kaleme alsam herhâlde bu durumu dengeleyecek bir şeyler yapardım. 2006’da 2 milyar manga satılmış Japonya’da. 400 sayfalık haftalık dergilerden söz ediliyor (Bu sayıları Japonya’da yaşayan Anime.gen.tr kurucusu Onur Alpin Alpaslan’dan 2006 yılında yaptığım röportajdan aldım.). Bu kadar zengin manga sektörünün Türkiye’ye girişi nedense 2011’de Death Note ile oldu. Ardından Naruto, One Piece, Hellsing, Bleach gibi seriler geldi. Bu sektörün sahipleri neden Türkiye gibi az okunan ülkeleri dışlıyorlar? Bu sadece çok satma ile ilgili mi yoksa yazım şekli, sayfa çevirme şekli gibi etkenler de etkiliyor mu piyasaya girişi? Kimse Türkiye’yi dışlamıyor. Kimse Türkiye’yi bilmiyor. Ne kadar büyük bir okuyucu potansiyeline sahip olduğumuzun ne yerli ne de yabancı yayıncılar farkındalar. Bir vesileyle Tokyo Politeknik Üniversitesi Manga Bölümünden Doçent Atsuşi Hosogaya’yı misafir ettik birkaç sene önce İzmir’de. Hem Dokuz Eylül Güzel Sanatlar Fakültesi’nde hem de Dokuz Eylül Üniversitesinin Alsancak’taki DESEM kültür merkezinde
26
sunum yaptı kendileri. İzleyiciler oturacak yer bulamadılar. Üstelik sadece üç gün duyuru yapabilmiştik. Ve Atsuşi Hoca’nın semineri o kadar hafif kaldı ki izleyicimiz için. Daha fazla, daha profesyonel bir şeyler duymak istiyordu herkes. Böylece Atsuşi Hoca, kendisine gösterilen ilgiden şaşkın ve gayet memnum bir biçimde döndü vatanına. Bu bahsi geçen başlıklar herkesin bildiği ve belki de hatmettiği serilerdir. Bu konuda yatırım yapmaya cesaret edecek yayımcı iyi bir reklam ve halkla ilişkiler stratejisiyle gerçekten çok mutlu olur diye düşünüyorum. Japonya’da “Böceklerin Kralı” diye bir manga yayınlanmıştı 2002 yılında. Anadolu’nun gariban geyik böceklerini konu alan manga yüzünden Antalya’da toplanan geyik böcekleri binlerce dolara Japonya’ya gitmişti. Biz de gazetelerden konuyu takip etmiştik. Yine Millazo ile 2013 başında yaptığım röportajda “1940’larda, 50’lerde western yapmak bilimkurgu yapmak gibi bir şeydi. Serbestti, her şeyi uydurabiliyordun.” demişti. Manga yazarları ve çizerleri de her konuda her şeyi konu ediniyorlar mı? Araştırma yaparken karşılaştığınız ilginç örnekler nelerdi? Bir iletişim aracısı her şeyle ilgilidir zaten. Her olgu her kavram, her nesne, her saplantı sanatçının merceğindedir. Bence Japonların kalkıp da Vikinglerle ilgili bir manga serisi hazırlaması kültürel açıdan çok acayip bir durumdur. Evet Vinland Saga’yı çok acayip buluyorum en az Vertigo’nun Nortlanders’ı kadar acayip... Büyük İskender’in komutanlarından biri olan Eumenes’in (Neden?!) hayatını anlatan Hitoşi İvaki’nin Tarih adlı mangası da çok acayip bir şey. Ancak suşi yapımı, ekmek yapımı, eşcinsel aşk öyküleri, Marx veya dünya ekonomisi üzerine de mangalar var ancak ben bunları hiç de garip bulmuyorum. Filistin direnişinde Hanzala’nın duruşu, yeri biliniyor. Türkiye’nin de bir muhalif karikatürist yanı var. Çok mizah dergisi kapatılmış, yasaklanmış ülkemizde. Nasıl 80’lerde Gırgır dergisi bir baskı hissettiyse, bugün de Leman’da, Penguen’de, Uykusuz’da var. Musa Kart’ın kedi karikatürü ve Penguen’in Tayyipler Alemi kapağı hâlâ unutulmazlar arasında. Bizim direniş aracımız da karikatür olabilir mi? Pek tabii! Grafik mizah çok önemli bir ifade biçimidir. Napolyon’un İspanya’yı işgali sırasında kaleme aldığı karikatürler de Goya’nın başını epeyce belaya sokmuştu. Tarih boyunca siyasi satir ile uğraşan
27
Röportaj
Röportaj
herkesin kellesi koltuktadır. Avrupa’da siyasi karikatürün geçmişini 16. yüzyıl ağaç baskılarına kadar sürebiliriz. Grafik mizahçılık gazeteciliktir, köşe yazarlığıdır, muhabirliktir, yorumculuktur. Ancak çizgi romancılık değildir. Ben en az grafik mizahımız kadar zengin ve güçlü bir çizgi roman sektörümüz olsun istiyorum. Karikatürde tazelik önemlidir, dakiklik şarttır. Gündem devamlı değişir ve sizin diyaloğu sıcağı sıcağına sürdürüp sözünüzü patlatıvermeniz, taşı gediğine oturtmanız gerekir. Geç kalırsanız eğer espriniz bayatlar, işinizin modası geçer, işlevsizleşirsiniz. Romancılık açık yara tedavisine benzer ya da otopsiye veya çok uzun soluklu bir terapiye... Karmaşık bir olay örgüsü, sürükleyici bir dramatik kurgu, sağlam ve ikna edici karakter gelişimi barındırır. Böylesine bir eseri ortaya çıkartmak yaratıcısı için çok çileli bir külfettir, üstelik ekonomik mükâfat vaadi de çok yoktur. Cesareti olan gelsin, hodri meydan. Gezi Parkı olayları ile sosyal bir değişim görünüyor Türk insanının hayatında. Yazdığınız kitapta epeyce sosyolojik tespitler de var. Gezi Parkı’nın Türk insanına, edebiyatına, sanatına, çizgi romanına katacağı bir şeyler olabilir mi? Şimdi gerçeklerin ağır geldiği yerde mizah yükselir. Batman’ın Joker’ini unutmayın! Hayatın ve dünyanın adaletsizliği ve mantıksızlığı karşısında direnmeyi bırak ve çıldır! Sadece mizah varsa bir kültürün grafik öykücülüğünü tanımlayan, o zaman ortada çok ciddi bir patalojik durum var demektir. Gerçeklerin ağırlığı ile başa çıkmak aynı zamanda nihilizm ve duyarsızlıkla başa çıkmak demektir: Çözüm aramak ya da çare sormak demektir. Biz hafıza kaybına uğramış bir milletiz. Yakın geçmişimizde olan olaylar kadar orta ve uzak geçmişimizde de çözümlenmeyi bekleyen tonlarca mesele vardır. Bugün yaşadığımız sorunlar bir birikimin sonucudur. Bugün yaşadığımız olaylar unuttuğumuz ya da unutmayı tercih ettiğimiz, göz yumduğumuz ve ciddiye almadığımız küçük meselelerin devleşmiş hâlidir. Öykücülük, romancılık, köşe yazarlığı, denemecilik, şiir, çizgi romancılık: Bunlar ve bunlar gibi daha pek çok şey aslında bizim toptan yok oluşa karşı elimizde olan en büyük silahlardır. Her uygar insanın en büyük direnişi duyarsızlığa, tecavüze, ilgisizliğe, vandallığa, şiddete, zulme ve bütün bunları görmemezlikten gelmeye karşı yapılmalıdır, yapılacaktır da.
mangalarını. Efsaneleri kadar Şinto dininin, Budizmin de yansımalarını görüyoruz. Bizim onbinlerce yıllık yerleşim alanı Anadolu’da anime-manga tarzı bir sektör oluşturmak için neyimiz eksik? Bireyler kendilerince kişisel aydınlanmalar yaşayabilirler. Farklı inanç sistemlerini benimseyebilirler. Hay Bender’in Sandman Companion’nunda Neil Gaiman aldığı bir fan mektubunu aktarıyordu. Herhangi bir dine inanmadığı hâlde kendisine bir inanç sistemi seçmek isteyen bu genç, Endless’lere inanmak için Gaiman’dan izin istemiş. Gaiman, bu gence neye isterse ona inanmakta özgür olduğunu belirtmiş. Sanırım biraz hoş görümüz eksik. Misyonerlik yapmadan herkes bir birini olduğu gibi kabul etmeyi başarırsa alternatif anlatım biçimleri ve çeşitli sanat türleri memleketimizde neşvünema bulabilir. Böylece okur yazar sayısı artar, insanlar farklı farklı yayınları sırf meraktan takip ederler; sıradan hayatta kalma gailesinin ötesine geçerek dünyayı merak etmeye başlarlar. Gezerler, üretirler ve bu arada bütün sanatlarla birlikte çizgi roman da azıcık serpilir yanaklarına renk gelir belki. Türkiye’de çizgi romanı bir çıkış noktasına bağlamak gerekirse, mesela Levni’nin Surnamesi bir çizgi roman olarak görülebilir mi yoksa illa batılı tarzda bir çizimle mi başlatmak lazım çizgi romanı? Ortaçağ skolastik dönem aydınlanmış el yazmaları, mesela Kells Kitabı ne kadar çizgi romansa Surname’de o kadar çizgi romandır. Scott McCloud Understanding Comics’de Bajoux halısı, Trajan sütunu veya Maya kodekslerini ardışık grafik öyküleme örnekleri olarak sunuyorsa biz de Türk İslam elyazmalarını böyle değerlendirebiliriz. Hatta Will Eisner, bu işi mağara duvarlarındaki resimlere kadar götürüyor. Ancak benim kafamı kurcalayan şey resimleme yani illüstrasyonla ardışık grafik öyküleme arasındaki fark: Yan yana duran iki resmi birbiriyle ilişkilendirirken zaman, mekân ve hareket sanrısı hissinin oluşması lazım. Yazı gibi imgelerin bir okuma yönünün olması lazım. Sizce minyatürde bu var mı? Var diyorsanız öyledir. Zira Bayoux halısında bu var, hatta konuşma balonları ve anlatım kutucukları bile görmek mümkün. Ben fansub kelimesini manga çevirmenlerinden öğrendim, internetten epeyce çeviri manga okumuşluğum var. Fansub gruplarını hiç takip ettiniz mi? Bu tarz çalışmaları nasıl buluyorsunuz?
Suat Yalaz’ın son röportajlarından birinde ‘Karaoğlan camiye girip çıkmıyor. Biraz benim cahilliğimden öyle oldu. İslami açıdan doğru düzgün bir kültür almadığım için bilmiyordum, cesaret edemedim. Bugün çizsem daha zengin olur. İslamiyet’e sahip çıkar, sık sık camiye girer, hocaları mollaları dinler.’ diyor. Sanırım Japonlar Suat Yalaz’a göre daha zengin bir kültürle beslemişler
Hayır, takip etmedim, son zamanlara kadar mangalarımı hep İngilizce okudum. Türkçe, manga okumaya Türkçe mangalar çıktığında başladım. Satın alıyorum. Korsan tüketim, endüstrinin en büyük düşmanıdır. Bu işten birileri para kazanmazsa hiçbir yayıncı cesaret edip de bu işe girmez. Gençken insan bir aferine on tulum ayran içiyor, yaşlandıkça işler değişiyor. Ödenmesi gereken faturalar olduğunu anlıyorsunuz.
28
29
Röportaj
Röportaj
Amerika’da bu ay 8. sayısı yayınlanacak bir RoboCop hikâyesi çiziyorsunuz. Nasıl ulaştılar size, nasıl fark edildiniz ya da sizin “ben çizeyim” diye bir talebiniz oldu mu? 2009 senesinde Deviant Art’daki galerim sayesinde Boom! Studios’tan editör Daphna Pleban benimle tanışmak istedi. Böylece bir iletişim başladı. Askere gitmek üzereydim bu yüzden ilk gelen teklifleri reddettim. Yıllar sonra bir sohbet esnasında Deli Gücük çizimlerimi onunla paylaştım. Clive Barker görmüş ve benimle çalışmak istemiş. Barker benim için çok önemli bir isimdir. Yönetmen, çağdaş sanatçı ve yazar: Crononberg’den Washowsky kardeşlere kadar iz bırakmış pek çok sanatçıyla çalışmıştır. Gurur duydum, hemen kabul ettim. Hellraiser The Dark Watch serisinin çizeri Ted Garcia rahatsızlanınca tek sayılığına ben destek verdim. Ardından sevgili dostum asistan editör Alex Galer bana ulaştı bana RoboCop’dan bahsetti ve beni proje için yapılan seçmelere davet etti. Aradan epey bir zaman geçtikten sonra davet edilen tüm çizerlerin arasından benim seçildiğimi söyledi ve bana seri için baş çizerlik pozisyonunu teklif etti. Ben de fazla düşünmeden kabul ettim. Ana hikâyenin konusunu Frank Miller yazmış, nasıl bir şey bir bakıma efsane denilebilecek bir çizgi romancıyla isminizin yan yana yazılması? Sorumlulukları çok fazla. Bu grafik roman, 1993 senesinde Frank Miller’in RoboCop 3 filmi için MGM yapım şirketine kaleme aldığı ancak sinemaya uyarlanmayan (ya da Miller’a göre şanına yakışır bir biçimde uyarlanamayan) bir senaryosu baz alınarak hazırlandı. Bu metni çizgi roman senaryosuna yine başka bir efsane isim olan Steven Grant uyarladı. Grant’ı Punisher ve Two Guns’dan tanıyorsunuzdur, geçtiğimiz sene baş rollerinde Denzel Washington ve Marc Whalberg’in oynadığı bir film adaptasyonu vizyona girmişti. Miller ve Grant gibi iki büyük ustayla çalışmak benim için bir çocukluk düşünün gerçek olması.
Detroit şehri tamamen OCP şirketinin malıdır. Polis, belediye, binalar, her şey! Ancak OCP Kanemitsu adlı bir Japon şirketine ciddi biçimde borçlanmıştır ve iflasın eşiğindedir. Şirketin geleceği, dev alışveriş ve iş merkezlerinin olduğu büyük bir uydu şehir projesinin gerçekleşmesine bağlıdır. Ancak projenin inşasının planlandığı arazinin bulunduğu Liberty Hights adlı bölgede hâlâ insanlar yaşamaktadır. Bu birbirlerinde başka kimseleri olmayan fakir, işsiz, aç insanlar, evlerini korumak için bir direniş başlatırlar ve OCP yıkım kararına karşı koymaya başlarlar. OCP’nin paralı askerlerine ve polis gücüne karşı giriştikleri bu direnişte halka RoboCop da destek verir. Ortağı şaibeli bir şekilde suikaste uğradıktan sonra RoboCop, OCP ile bütün bağlarını kopartmış ve kaçak yaşamaya başlamıştır. Satılmış basın tarafında da günah keçisi ve kanun kaçağı damgası vurulmuştur sırtına. Ancak her şeye rağmen OCP, RoboCop’u indirmeyi başaramayınca bu sefer Japonlar’dan yardım dilenir. Böylece işler gelişir. Nasıl çalıştınız? Orijinal filmdeki mekânlara, tiplere ve yerlere sadık kalarak mı çizdiniz? Filmini bilmeye, dizisini izlemeye, çizgi romanını okumaya gerek duydunuz mu? MGM projeye tam destek verdi. Kendi arşivlerini kullandırdılar. Tasarımlar hususunda hataya düştüğümüzde bizi uyardılar. Ben ayrıca kendi araştırmamı yaptım. Peter Weller’in RoboCop’ın vücut dilini oluştururken dikkat ettiği hususları iyice araştırdım. İzleyiciyle ve okuyucuyla paylaşılan ama sadece RoboCop’ın yaratıcılarının bildiği bazı detaylar var. Karakter gelişi ile ilgili detaylar bunlar. Öğrendim bunları. Zaten bir RoboCop sever olduğum için hiç de zor olmadı keyifle yaptım bunu. Çizimleri yaparken editörle nasıl çalıştınız, “ben çizdim oldu” tarzı bir çalışma mı var yoksa “bu olmamış, bu olmamış, bu olmamış” gibi kılı kırk yaran despot profesyoneller mi? Editörlerime güvenim tam ve inanılmaz eğlenerek çalışıyoruz. Ben bazen bir şeyde diretiyorum, onlar bazen başka bir şeyde... Teklif ettiğim şeylerin reddedildiği de oldu kabul edildiği de. Bu tamamen hikâyenin ruhuyla ilgili. Bu ruhu korumaya çalıştık. Yeni RoboCop filmi ile sizin çizdiğiniz RoboCop hikâyesi arasında bir bağlantı var mı? Bunu henüz bilmiyorum.
Bu çizgi romanda bir RoboCop Murphy hikâyesi mi? Türkiye’de yakın bir gelecekte yayınlanmayacağını düşünürsek konusunun ne olduğunu söylemenin bir sakıncası yoktur umarım.
30
Fragmanından gördüğüm kadarı ile 80’li yılların atmosferi yok yeni filmde. Aklıma Metropolis filmi ve Metropolis animasyonu geliyor bu gibi durumlarda. Aynı öyküyü yeniden yeniden yazan Amerikan senaristlerinin sanata-sinemaya-çizgi romana bir şeyler kattığını düşünüyor musunuz?
31
Röportaj
Röportaj
Yeni RoboCop filmini izlemedim. Bunun hakkında yorum yapamam. Sanatçılar kendilerine ait veya başkasına ait bir temayı tekrar tekrar ziyaret edebilirler yaptıkları işlerde. Marcel Duchamp’ın Mona Lisa reprodüksiyonuna bıyık çizmesi ve altına imzasını atması veya Arnold Böcklin’in Ölüler Adası adlı tablosunun H.R. Giger tarafından yorumlanması gibi. Bunu bazen dalga geçmek, bazen hatırlatmak, bazen de farklı bir yorum sunmak için yapabilirsiniz. Bob Kane, Batman karakterini yarattı ancak iyi ki Allan Moore Killing Joke’u yazdı ve iyi ki Grand Morrison bu hikâyenin sonunda aslında Batman’in Joker’i boynunu kırarak öldürdüğünü, ancak bunu kimsenin anlamadığını söyledi. Bu gelişimin anahtarıdır. At gözlüklerimizi atmamız lazım. Özgün olan fikirler de hayat bulabilir, eski fikirleri yeniden yeniden ziyaret etmek bazen can sıkabilir, bazen de kim bilir, bir şeyleri kökünden değiştirebilir. Çizgi romanlarla aranız nasıl, kendinizi sıkı bir çizgi roman okuru olarak görüyor musunuz? Çizgi romanlarla aram artık hiç iyi değil ve kendimi sıkı bir çizgi roman okuru olarak görmüyorum. Bir şeyler yazmak ve çizmek istiyorsanız okumayı bırakmalısınız, bu kadar. Okumak için takip ettiğiniz, talep ettiğiniz comics-fumetti-manga gibi bir tür ya da çizer var mı? Herman Huppen-Hassen’i herkese tavsiye ederim. Kimse farkında değil belki ama Frankofon çizgi romanının en sıkı çizerlerinden bir kendisi. Drakula’nın İzinde adlı albümünü okumak için yıllarca bekledim. Çizgi romanla ilgilenen herkes Miyazaki’yi ve Mobius’u bilmeli, hayatlarını ve eserlerini yakından takip etmeli. Bir de Alejandro Jodorowsky mutlaka okumalı. Das Pastoras adında bir Meksikalı çizer var çok beğeniyorum. Ben dünyanın her yerinden gelen çizgi romanları okurum. Manga okuyucularına da aynısını tavsiye ederim. Dünya çok büyük bir yer ve çok eğlenceli... Türkiye’den Amerika’ya çiziyorsunuz. Sizin gibi 3-5 kişi daha var buradan Amerika’ya çizen. Dünyada da bu tarz çalışan, memleketinden çizgi romanın kalbi denilen Amerika’ya çizen pek çok sanatçı var. Bir tanımlama yapmak gerekirse bu bir ‘iş’ mi? Yoksa sadece ‘çizgi roman sevgisi’ mi? Her ikisi de! Ancak benim için işi gücü bırakıp çağrısına cevap vermem gereken iki büyük ustayla buluşmak ve onlardan bir şeyler öğrenmek fırsatından başka pek bir şey değil. Üstüne de telif ödemesi alıyorum, aslında benim para ödemem gerekirdi. Ben bütün zamanımı ve kalemimi tam zamanlı olarak yeni bir şeyler öğrenmeye profesyonel olarak adadım. Bu öğrendiklerimi de sıcağı sıcağına öğrencilerimle atölyede paylaşırım. Beni diğer çizerlerden ayıran şey sanırım budur.
32
Peki Türkiye’de çizgi romanın geleceğini nasıl görüyorsunuz? Hepimiz lafı bırakıp çizmeye başlarsak her şey çok güzel olacak. Öncelikle ben bunu yapsam daha da güzel olacak. Gölge’de çizen pek çok genç arkadaşımız var. Bir eğitimci, bir çizer olarak bu arkadaşlarımıza ne söylemek istersiniz? İnanmaya devam etmek, vazgeçmemek, samimi olmak! Hepsi bu! Mamuro Oshii ile bitirmek istiyorum bu röportajı. Diyor ki: “Japonya’da analog teknikler kullanarak uçak gibi mekanik cihazları canlandıracak animasyon sanatçısı kalmadı. Ancak insan ve diğer yaşayan, nefes alan varlıkları canlandırmak için en iyi teknik kalem ve kâğıttır. Çünkü çizerin ruhu kalemin ucundan akarak figüre hayat verir.” Siz RoboCop’da bir cyborg çizdiniz. Bu sözü kitapta defalarca okuyan birisi olarak RoboCop’unuz ve bu söz hakkında ne düşünüyorsunuz merak ediyorum? Bir insan olarak bir makine çizemiyorsunuz, ancak makineye hapsolmuş bir ruhu hayal edip çizebiliyorsunuz. Alex Murphy, bunu istemedi, onun rızası alınmadı, o, bu duruma mahkûm, acı çeken bir ruh ve sadece bu durumla başa çıkmaya çalışıyor. İşe yaramak için uğraşıyor. Çünkü akıllı bir insan ve olumlu bir birey olarak şunun farkında: Az da olsa, şu kadarcık dahi olsa sahip olduğu şey hayattır. Bu değerlidir ve bir işe yaramalıdır. Aksi takdirde çıldırır. Zaman ayırdığınız için teşekkür ederim. Röportaj : A. Hamdi YÜKSEL
33
34
35
36
37
38
39
Öykü
Duvarın Sesi "Hayaller, burada başlar; ve sonsuzluk, duvarlardan kendini bize gösterir.'' “Orada… Biraz daha, sadece biraz daha,” dedi gece yarısında bir ses usulca. Karanlıktı ve canlı denilen şeyler çoktan uykuya dalmışlardı. Gecenin bu saatinde ayakta olmak, ne kadar akıllıca bir iş olabilirdi? Bunu düşünmenin bile suç olduğu bir yerde salakça bir davranıştı bu. Ah! Ne kadar uğraşmıştı onları tekrar yatağa yatırabilmek ve güzel bir dört duvar sabahına uyanabilmek için… Gittikçe temposu düşen bu yürüyüş daha ne kadar sürecekti? Yakalanma ihtimalleri o kadar fazlaydı ki her adımda ölüme yakınlaşmanın verdiği haz onları mest ediyordu. “Ben de gördüm o vitaminsizi,” dedi bir diğer ikinci ses, gittikçe ışımaya başlayan koridorda. Duvarlar kirliydi ve tek tük görünen pencerelerde demir parmaklıklar vardı. “Duvarlar kirliydi,” cümlesi kesinlikle yanlış giderdi bu ortam için. Burası kan kokuyordu ve gittikçe artan bu koku çoktan üstlerine sinmişti… “Kesinlikle solda olmalı,” dedi bir diğer üçüncü ses. Ama onun konuşmaya niyeti yoktu. Canı yeterince sıkkındı ve yoldaşlarını bırakmamak için bu serüvene atılmıştı. Tabii birkaç yüz metrelik bir alanda ne kadar macera yaşanabilirdi, tartışma konusuydu. Yanmak ve yanmamak arasında gidip gelen lambalar ortamı yeterince aydınlatınca konuşma gereksinimi duydu. “Demiştim! Hiç kimse yok işte,” dedi sertçe arkadaşlarına. Belli ki bir etki bırakmıştı diğerlerinin üstünde. Geçen geceki arama çalışmasında bir kaza geçirince sağ bacağı sakatlanmıştı ve sakatlığının verdiği acıyla en arkadan geliyordu. Gerçekten burada ne vardı? Kaç gece daha burada aynı ve aptalca şeyi yapmaya devam edeceklerdi? Gölge falan yoktu işte. Sadece bir yanılsamaydı ve büyütecek hiçbir tarafı yoktu. Ona döndüler ve küçümsercesine baktılar. “Korkak olduğun kadar dingil bir herifsin, biliyorsun değil mi?” dedi ilki ona. Ve devam hızlı hızlı soluk alarak ettiler koridorun soluna doğru. Gölge… Pek çok anlamı beraberinde getiren bir yapıya sahipti gölgeler. Her şeyden önce biz onu izleyemezdik. İzlenilmesi gereken bir şey varsa ise bu zaten gölge değildi. Yürüyüşlerinin tek bir amacı vardı: Merak. Hem de öyle bir merak ki uğruna birkaç günlük tatlı uyku verilebilsin. Hep aynı yerdeydi gölge. İlk başlarda kıpırdıyordu ama daha sonra üstüne doğru gittikçe silikleşiyordu… Bu siliklik tam olarak bir yok olmuşluk derecesinde değildi ve işte bu sorun yaratıyordu. Emindi, diğerleri de bunun bir göz yanılması olduğunu kabul etme aşamasına gelmişlerdi… Ama bu sefer yapacaklardı, onu haklayacaklardı. “Duralım! Durmalıyız artık,” dedi ve kirli duvara yaslandı. Bacağının, sakat kısmı fena bir şekilde yanıyordu ve zonklama hat safhasına ulaşmıştı. “Gücüm kalmadı, benim.” “Sana gelme demiştik. Neden bizi dinlemedin ki?” dedi boylu poslu Polakov. Bir bilse zaten söyleyecekti… Salak olduğunu her defasında belli etmek gibi bir huyu vardı. “Burada kal ve biz gelene kadar gözcülük yap,” dedi kas kütüğü olan Martin. “Dikkatli olun,” dedi iyice şişen bacağını ovarak… Dikkat! En çok ihtiyaç duydukları şey şu anda sağduyulu bir şekilde hareket etmekti ama diğerlerinin bunu yapmaya hiç niyeti yoktu. Eğer başlarına bir şey gelecek olursa bu bacaklarla onlara nasıl yardım edecekti? Sola döndüler ve gözden kayboldular. Şu anda ne hissettiğin bir önemi yoktu ama illa ki bir isim koyacaksa bu kesinlikle saf korku olurdu.
40
41
Öykü
Sinema
İnceleme
Korkuyordu ama korkak değildi. O arkadaşlarına önem veren bir insandı. Yıllarca aynı yüzlere bakarak yatıp kalkmanın verdiği duygusal bağlılık, gerçekten onda iyi duygular yaratıyordu. “Keşke o benle kalsaydı,” dedi kendi kendine. O daha çok gençti ve her şeye duyarlı bir şekilde yaklaşabiliyordu… Susmak, onun gibi yaptığı en iyi şeylerdendi… Ama bir konuşmaya başlayıp türkü söylediğinde herkes onu dinlerdi. “Keşke o gitmeseydi.” Adını bile bilmiyordu… Gerçi kendisi de bilmezdi adını. Buraya, bu ucube ve çıkışı olmayan deliğe düştüğünde kendisinden küçüktü ve geçmişine dair uzak anıları dışında anlatacak bir şeyi yoktu. Susçocuk derlerdi ona burada. Kendisine ise bir ismi olduğu hâlde; Kaçadam derlerdi. Bu grupta isimlerini hak edenler onlardı: Martin ve Polakov. Polakov bir hırsızdı. Açıkmış karnını doyurabilmek için on bir yaşlarında bir ekmek çalmıştı… Yaklaşık on yıl hapishanede kalmış ve Polonya kanunları gereği bir çocuk olduğu için daha sonra salıverilmişti. Martin ise tam olarak ne olduğu bilinmeyen biriydi. Onun bir boksör olduğunu düşünmüştü ilk başlarda ama Martin vücudundaki izi ona gösterince ne olduğunu anlamıştı. O bir köleydi ve vücudundaki iz bunu simgeliyordu… Martin ismini kazanmadan önce İz ismi ile birkaç yıl grupta kalmış daha sonra ise gösterdiği kahramanlık(!) sebebiyle Polakov ’un daha bebek iken ölümü selamlamış erkek kardeşinin ismini almıştı. “Şimdi biz neredeyiz?” dedi karşıki duvara. Bu bir yakınmaydı. Konuşurken duvara öyle bir bakmıştı ki pek çok şey bu bakışlarda yatıyordu. “Ben size en güzel duygularımı göstermiştim,” dedi duvar. Hah? Kim konuşmuştu? Sancıyan bacağı, beyninde küçük bir hasara yol açmış olmalıydı. Başka ne olabilirdi ki? “Delirmedin dostum! Bilmek istiyor musun? Çektiğim acıları duymak istiyor musun?” dedi duvar hararetli bir şekilde. Bacağı öyle bir zonkluyordu ki kesinkes kafayı yemişti. Hislerini zaten kontrol edememişti şu son üç günden beri. Ayağa kalkmaya çalıştı, ne kadar ağrırsa ağrısın, arkadaşlarını bulup bir an önce buradan çıkmaları gerekiyordu. Düşünceleri iyice kendisini bu yöne sevk ediyordu. Kalktı ve yürümeye başladı. Duvara dayanarak ne kadar hızlı şekilde yürüyebilirse o kadar iyi olacaktı… Daha hızlı olmalıydı, daha hızlı. “Kanlar? Hayatlar? Çığlıklar? Bana bunları açıkla!” dedi duvar büyük bir hınçla. Geliyordu az kalmıştı. “Hey! Neredesiniz? Buradayım! Geri dönün!” dedi… Bacağının ağrısı çekilecek gibi değildi. “Buradayım!” “Ben hepsini gördüm. Lanet olsun siz insanlara… Bana hepsini yaşattınız. Sana bunları göstermemi ister misin?” dedi duvar. Hissettiği şey bacağının titremesi miydi yoksa deprem mi oluyordu? “Buradayım işte, GERİ DÖNÜN!” dedi tekrardan. Artık bağırmaya başlamıştı. “Sol koridor denen lanet yer hangi cehennemde, neredesiniz be?” Bir yararı yoktu, ne yapılacağını bilse bile artık geç kalmıştı. Bir yosun edasıyla duvardan âdeta bir pencere açılmış ve yavaş yavaş beliren bir görüntü tüm duvarı kaplar hâle gelmişti. “BENİ SİZİN AYNANIZIM! HAHAHAHA!” diyerek haykırdı duvar. Gözlerini açacak mecali kalmamıştı ve şuanda buna hiç niyeti yoktu. Duvara karşı direnmeyi kesti ve sırtını yavaş bir şekilde yasladı. Bacağı değildi sızlayan… Düşünceleri âdeta bir çekiç olmuş seri ve kuvvetli bir şekilde başına vuruyordu. “Umarım tüm bunları ben yaşıyorumdur,” dedi ve gözlerini kapattı…
Yazan: Ufuk Ali KAFTANLI
42
llüstrasyon: Ebru BAŞ
Çizgi Roman Karakterlerinde “gerçek” üzerine bir mukayese
Söyleyeceklerim genele yansıtılabilecek derecede doğru mudur bilmiyorum ama sizlerle paylaşayım. Ben, ilk nesil ÇR okurlarından yani altın çağ okurlarından değilim ama çizgi romanın arz ve talebinin en yoğun yaşandığı dönemlere tanık oldum. Çizgi romanın pek çok özelliğinden bahsedebiliriz, bunların içinde gerçek yaşama adım atan veya bu yaşam cangılı diye yaşamın yoruculuğunu tarif eden alanda ilerlemeye çalışan her yaştan bireyi ( beni ve çoğumuzu ) cezbedeni bizlere KAÇIŞ olgusunu sunmasıdır. Evet, çizgi roman çoğumuza, hayatın yükünden bir nebze uzağa düşmemiz ve nefes almamız için kaçış ortamları yaratır. Hayali veya içinde bulunmamızın mümkün olmadığı ancak “keşke” diyebileceğimiz diyarlara ve maceralara sokarak. Mizahi çizgi romanlar güldürerek, rahatlatarak. Yeniçağ bağımsız çizgi romanlarının çoğu gündelik hayata bizleri sokarak ve düşündürerek. Macerayı abartan çizgi romanlar da kovboyları, garip desenli hiç değişmeyen giysileri, pazuları şişmiş, daldan dala veya gökdelenden gökdelene atlayan, kurşunlardan ve her türlü tehlikeden sekerek kaçan karakterleri ve onların ağdalı konuşmaları ile bizleri uzaya, ormana, dev metropollere sokarak. Neden bir KAÇIŞ hissi yaşarız? Bu sorunun bilinçaltı cevabı zamanı durdurmaya ihtiyacımız olduğu gerçeğidir. Fiziksel yaşlanma, çocuklukla olan mesafenin her gün daha da açılması veya artık yaşlanmanın iyice bilincinde olma aşamasında zihnimizden bu telafi edilemeyecek korkuyu yok etmenin yolu bir ölçüde sanattır. Bir bütün olarak sanat. 9.Sanat ise bu konuda bizlere değerli bir hediyedir. Yaşlanırız, gönlümüze yerleşmiş bu kahramanlar ise asla yaşlanmaz. Kostümleri bile değişmez. Bu yüzden
43
Sinema
İnceleme eleştirilir çizgi romanlar, çocuksu bulunurlar her şeyi bilen (!) eleştirmenlerce. FERRİ artık ilerleyen yaşının getirdiği dikkatsizlikten olacak (BÜYÜK BOY ZAGOR’UN SON SAYISI) bir karede baltasını kaybetmiş ve yerine sopayla döğüşen ZAGOR’u bir sonraki karelerden birinde yine baltayla döğüşe devam ederken gösterir, ZAGOR ise her fırsatta o tuhaf baltasını yeniden oluşturur. Kahramanların alışkanlıklarının değişmemesi güven hissini pekiştirir. DEĞİŞMEMEZLİK bizlere mutluluk verir, böylece gerçek dağlardan uzaklaşıp başka bir gerçekliğin dağlarında dolaşırız. Peki bir de bizlere zamanı hissettiren çizgi romanlar vardır ve bunlara nasıl bir tepki veririz ?. Süreli çizgi romanlardan STORIA DEL WEST yani bizdeki ilk adıyla TOMTEKS de BRET’in öyküsü hem güzelliği hem çizim ustalığı ile etkilemekle kalmadı. BRET’in toy bir delikanlı iken ve henüz fotoğrafın bilinmediği dönemlerde Amerika kıtasını keşfetme misyonunu üstlenmiş araştırma grubu içinde tabiat ortamını resimleyen utangaç bir genç olarak başladığı yolculukta giderek pişmesi, kendi güçlerini keşfetmesi, aşık olması, bir Kızılderili kızla evlenmesi ve oğlunun doğumu… Ve BUDDY LONGWAY, yine aynı şekilde yaşadığı maceralara tanık ettirirken bizleri zamanın akışını da gözler önüne serer. İki çizgi roman tarzından ilki bizleri gerçekten uzağa taşır, iyice, diğeri ise gerçeğin içine doğru çeker. Okurun ne istediği önemlidir. Kaçışımızı bir şekilde yaşarken – ki buna ihtiyacımız az veya çok vardır – gerçeği hissederek, yani zaman kavramını sanki dondurmuş karakterlerden daha uzakta, zamanı karelerde yaşayan, ne bileyim sakalları uzayan, ne bileyim fiziksel özellikleri değişen karakterlerin dünyasında yer almak daha doyurucu bana göre. Aslında izlediğimiz her görüntü, okuduğumuz her metin ne aradığımızla bağlantılı olarak bir anlam kazanır. Yaşamı bilimsel olarak tanımlamağa ihtiyacı olan biri için karadelikler ve trilyonlarca yıldıza sahip bir galaksinin keşfi muazzam alanlardır. Eğlenmek isteyen AUSTIN POWERS’ın ajan parodisi filmine gidebilir, varoluşu çözmeğe çalışan biri porno film seyrederken ölüm kavramını aklına getirebilir ya da çizgi roman karakterleriyle bir şekilde bütünleşip onların şahsında gerçek veya gerçek dışı yolculuklar yaşarız. Hüsnü ÇORUK
44
45
Yazarın
Yazarın
Kaleminden
Kaleminden
iskit
Merhaba. Size romanım İskit’ten biraz bahsetmek istiyorum. İşim zor, çünkü kitabın içindeki sırları, sürprizleri, saklı odaları, gizli geçitleri ve mahzendeki sırları açık edip eğlenceyi bozmak istemiyorum. Bunları keşfedecek kişi, metnin içinde tek başına gezinecek okuyucu olsun isterim. O yüzden biraz kapalı, biraz belirsiz bir tanıtım yazısı yazacağım. İskit’in üretiminin fiziksel kısmı, yani yazıya dökme aşaması 2013 senesi içinde gerçekleşti. Ancak kitap, yaklaşık dört yıldır kafamda filizlenmekte ve evrilip çevrilmekteydi. Öyle ki çeşitli yerlere durmadan notlar, fikirler yazıp duruyordum. Ama asıl tetikleyici, yıl içinde yaşadığım tatsız bir an oldu; yine ayrıntıya giremeyeceğim ama kısaca bir cesaret, kişilik testi idi diyeyim. O an testten geçtim, gereken cesareti sergiledim, ama sonrasında cesaretin bazen de gelgit gibi çekilebildiğini de gördüm. Cesaret kavramını kurcalamaya başladım kafamda. Ve bu kitabı yazmaya karar verdim. Sonra araştırma yaptım. Konuyla, dönemle ilgili muhtemelen ülkede basılı her şeyi ve yurt dışında basılmış nice araştırmayı incelemeyi okudum. Dönemi anlamaya çalıştım, bir arkadaşım sayesinde gidip ok bile attım. Ama tabii kuru bilgi ile roman yazılmaz. O yüzden uzunca bir süre de karakterlerimi işitmeye çalıştım.
46
Sonuçta günde yaklaşık üç dört saatlik yoğunlaşmalarla, uzun aylar sonunda kitabı yazdım. Sonra üzerinden birkaç kez geçtim. Toplamda beş taslak gördü metin. Her cümleyi tekrar elden geçirdim. Kestim, biçtim, ekledim, çıkarttım ve nihayet hazır oldu. Kitap ‘tarihî’ mi, ‘olağanüstü’ mü sorusuna bir cevabım yok, okuyunca anlaşılacaktır ne demek istediğim. Ama şunu eklemek isterim: Kitap, genç İskit Jonathan’ın, bir tavernada, bir hazine haritası alması ile ilgili değil; ayrıca kitap bir “tarihsel fantezi” Amerikan dizisi de değil; bu yönde klişeler bekleyenler afallayabilir. Öte yandan tam gerçekçi bir tarihsel serüven de değil. İşin ilginç yanı bu paradoks zaten. Anlaşılabilir tasaları olan, anlaşılabilir insanlar var ve tarihin şafağında, tehlikeli bir dünya var; hem tahmin edebileceğimiz tehlikeler, hem de aklımıza bile gelmeyecek tehditler var; ve eğer kitapta bir klişeye rastlarsak bile, belli bir strateji güdülerek oraya konduğunu söyleyebilirim. Kitabın sadece % 1’lik bir unsurunda kasıtlı bir anakronizm var; yani o çağda muhtemelen orada rastlanmayacak, daha geç bir döneme ait bir unsur, bunun dışında % 99 otantik bir dekor ve aksesuarlardan bahsediyoruz. Ama tabii tarihsel dönem yazmanın en zor kısmı, bizden yüzlerce, binlerce yıl evvel yaşamış insanların tasalarını ve heveslerini, doğru konuşma tarzları ile yeniden kurmanın neredeyse imkânsız zorluğu. Bu konuda elimden geldiğince otantik olmaya çalıştım. O kasıtlı % 1 hariç. İskit, Hyperion Yayıncılıktan çıkıyor. Onlara da bu vesile ile bir kez de buradan teşekkür etmiş olayım. Ve bana bu güzel köşeyi ayıran sevgili Ahmet’e de öyle. Kitap çıktıktan belli bir süre sonra, spoiler tehlikesi kalmayacak kadar bir vakit ardından ve umarım ki herkes okuduktan sonra, kitapla ilgili olarak daha ayrıntılı bir röportaj olacak. O zaman ümit ediyorum daha az kapalı bir şekilde irdeleyebiliriz kitabı. Sonuç olarak ben yazarken sevinç ve mutluluk yaşadım (Yazmaktan, ama yazdıklarımdan değil tabii: Onlar her zamanki gibi kara, uğursuz ve korkunçtu:). Samimi bir şekilde ürettim, endüstriyel kaygılarla yazmadım. Bir seferde çıkabilecek, öncesiz, sonrasız bir şeydi. Benim için iyi macera oldu, hem kitabın içindeki, hem de dışındaki dünya. Ve şimdi servise hazır. Ben okudum… Galiba fena değil. Umarım sizler de seversiniz. Atları hazırlayın. Murat BAŞEKİM
47
Yazarın
Yazarın
Kaleminden
Kaleminden
Erol ÇELİK
Ağlatan
Gerçek olan, yaşlı adamın anlattığı öykü olmasa da o öykünün kahramanı olmak istedim. Bunu yapabileceğime inandığım an, Ağlatan’la yüzleşmeye hazır olduğum andı. Bu yüzden, ağlamamak için çırpınmaya hazırdım. Bu öykünün kahramanı kim diye sordum kendime? Bu öykünün kahramanı, Ağlatan’ın kudretini kıskanıp onu, kibriyle yok edebilir miydi? Ağlatan’ın bir kadın olduğunu anladığı an, bu mücadeleye aşkı için girdiği an, sonuçlarına katlanabilir miydi? Ne kadar uğraşsa da gerçek olmasını istediği bir öykünün kahramanı olabilir miydi? Bunu öğrenmek bile, beni o öyküyü yaşamaya zorladı. Bu yüzden, yaşlı bir kadının dokunuşunda ağlamak bana cazip geldi. Beyaz bir deniz fenerinin gölgesindeki kızın çığlığını duyduğum an, neyin gerçek, neyin hayal olduğunu öğrenmek istedim. Her attığım adımda, mistik bir öyküyü kucaklamak istedim. O zaman bu öykünün kahramanı olmalıydım. Oldum da. İşte o zaman, gerçek olmasını istediğim o mistik öykünün lanetini soluduğumu fark ettim. Fotoğraf makinesindeki donuk bir kare olarak yaşamayı kabul ettim. Bu yüzden son sözü koymak istedim ama son sözü bulamadım. Onun peşinden koştum. Gerçek olmasını istediğim öykümün peşinden. Ağlatan der ki “Gerçekler gözyaşlarınızla yıkanabilir.” Bence, bu öykü boyunca kimsenin sizin başınıza dokunmasına izin vermeyin. Erol ÇELİK
1996 yılında bir öykü yaşamak istedim. Gerçek olmasını istediğim bir öykü. Kendim hayal edip o öykünün içinde olmak istedim. Bu yüzden merak ettim ve merakımın peşinden koştum. İnanmadığım ama inanmak istediğim bir öykü olsun istedim. Bu yüzden hiç tanımadığım bir dünyada, hiç tanımadığım insanların yanında olmak, onların aldığı soluğu hissetmek, onların inandıkları şeyleri kabullenmek istedim. Bu yüzden o öykünün kahramanı oldum. O kahraman, benim gibi düşünsün istedim. Ona sadece öykülerde olur zannettiği bir aşk yaşatmak istedim. Bir cadı masalına inanmasını, o cadının köylülere yaptığı kötülükleri yaşamasını istedim. Hatta kibrinin kurbanı olup, kendini cadıdan üstün görmesini, köylülere yardım etmesini istedim. Hiç deniz olmayan bir yerde, deniz feneri öyküsüne inanmasını istedim. Hiçbir şey elinde olmasa da sahiplenmesini, sanki aklında ürettiği bir dünyadaymış gibi yaşamasını istedim. “Her şey gerçek olmasını istediğin şeyle ilgilidir,” diyen yaşlı bir adamın sarhoş gözlerinde, onun anlattığı öyküyü gerçeğe çevirmesini istedim. O öyküyü gerçeğe çevirip çevirmeyeceğinin sürüncemesini yaşamasını istedim.
48
49
Öykü
Gündoğumu
(3)
“Ne yapacaksın bomboş sokak görüntülerini oğlum?” Sarp, dikkat kesildi. Bu sefer gerçekten annesinin sesini duymuş olmalıydı. Etrafına bininci kez bakındı ama annesini görmedi. Ne olduğunu unuttuğu bir müziğin çılgınca tınıları vardı evin duvarlarından çarpıp yere düşen ama annesi yoktu. “Bilmiyorum anne, tek eğlencem bu.” Yüksek sesle, müziği bastırıp annesine sesini duyurmak için ve ciddi bir ifadeyle konuştu. Cevap vermek zorundaydı. Elinde sadece bu kalmıştı. On gündür her sabah annesini aramaya giden bir çocuk, aklını korumak için bundan daha fazla bir şey yapamazdı. Bilgisayarının masaüstü tamamen hurdalıkta çektiği görüntülerle doluydu. Hep aynı görüntüler. Hepsinde annesini kaçıran adamın ve peşinde yürüyen annesinin dalgalı görüntüsü vardı. Patates haşlaması yiyor ve annesini aramadığı zamanlarda, bu videoları izliyordu. Dayanabilecek miydi? … On birinci gün, sabah saat dörtte, ümitsiz ve yorgun bir şekilde tekrar uyandı. Tüfeğini ve fotoğraf makinesini alıp hurdalığa gitti. Mercedes’in içine konuşlandı. Bir ritüeli, törensel bir disiplinle yerine getiriyormuş gibi kadrajını ayarladı ve güneşin doğuşunu bekledi. Kalbinin öfkeyle dolu oluşu, cesaretini acımasızca coşturmuştu. On beş yaşında yapayalnız kalmış bir çocuk, zorunlu bir şekilde olgunlaşmış bir genç, yapayalnızlığın çığlıklarını bu kadar sert duymak zorunda mıydı? Dayanabileceğini düşünmüyordu. “Her sabah, güneş doğmadan evden çıkıp saatlerce gelmemeni anlıyorum ama o görüntüler hiçbir işine yaramayacak ki.” “Yaramıyor zaten anne.” Yaramadığını bile bile bu mücadele ne içindi? Gündoğumu müptelası olmanın ne faydası vardı? … Gün doğuyordu. Sarp, sulanan gözlerini fotoğraf makinesinin ekranından ayırmadan bekliyordu. İçinden ona kadar saydı ve tam zamanında, dalgalanan güneşin üzerinde, annesini kaçıran adamın siluetini gördü. Öfke, aç karnına hücum etti. Annesini gördüğünde öfkesi beynine sıçramıştı ama çaresizlik daha yoğundu. Başaramayacağının kanıtı, gökyüzünden yağan çaresizliğinin içinde gülüyor, hatta kahkahalar atıyordu. Araçtan dışarıya, sanki yüzyıllardır aynı şeyi yapmanın verdiği bir ustalıkla çıktı. Tüfeğini tek elinde rahatça taşıyabiliyor ve tükenmiş enerjisinin kırıntılarında kendine nefes alacak bir boşluk bulabiliyordu. Koşmaya başladı. Bağırmaya başladı. … “Kendini yorma diye söylüyorum.” Annesinin güzel ve gülen yüzü, tüm hurda arabaların aralarında görünüyordu. Elini uzattığında ona dokunacağını zannettiği her an, annesi kayboluyor ve yeni bir boşlukta kendini gösteriyordu. “Kendini yorma oğlum.” Dayanamayacaktı.
50
51
Öykü
Öykü
… Kasabaya indi. “Sarp?” … “Sarp, malzeme toplamaya gidersen, bana muhakkak yün ip al, olur mu oğlum? Kış geliyor, eğer becerebilirsem, sana kazak öreceğim.” … Kasabanın bomboş sokaklarında bağırıyordu Sarp. Meydan okuyor, küfrediyor, çıldırıyordu. O sokaktan bir diğerine koşuyor, bütün dükkânlara giriyor, yeri göğü inleterek annesini kaçıran adamı arıyordu. Bütün camları indiriyor, kırabildiği, parçalayabildiği, gürültü çıkarabildiği her şeye vuruyor, öfkesinin aklındaki kaşıntısını dindirmeye çalışıyordu. “Sana kazak örmek istiyorum oğlum.” … Dayanabilecek miydi? … Ağlamaktan mahvolmuş gözleri, kan çanağıydı. Arabasına bindi ve eve doğru sürmeye başladı. Artık ciddi ciddi kendini öldürmeyi düşünüyordu. Annesini bulamıyordu ve bunun tek suçu kendisinindi. Acaba çektiği görüntülerden dolayı mıydı bunlar? Bir ümit, soğuk bir rüzgâr gibi esti aklında. “O görüntüler hiç bir işine yaramayacak ki.” Acaba? … Üşüyordu Sarp. Aklında oluşan yeni ümidin rüzgârı, kanını dondurmuştu. Sağ elinde pek derin olmayan bir kesik vardı ve o yaradan akan kanın sıcaklığı, aklındaki rüzgârın soğukluğuyla savaşıyordu. Eski tişörtlerinden birini alarak eline sarıp bilgisayarının başına oturdu. “Ne yapacaksın bomboş sokak görüntülerini oğlum?” Şimdi biliyorum ne yapacağımı anne. Sen merak etme. Tek ve son çarem bu. Bilgisayarını açtı. … “Sana kazak örmek istiyorum oğlum.” “İyi fikir anne. Kış yaklaşıyor, şöyle el örgüsü bir kazak çok iyi olur gerçekten.” “Jeneratöre benzin alırken bana yün ip getirmeyi unutma olur mu?” “Kahverengi renkte bir kazak istiyorum anne.” “Olur. Kahverengiyi baban da çok seviyordu. Sen artık gündoğumu videoları çekmeyi bırak, ben sana istediğin kadar kazak örerim.” “Tamam anne, anlaştık.” … Bilgisayarındaki tüm gündoğumu videolarını silmesi yarım saatini bile almamıştı. Hard disklerdeki görüntüleri de tek tek sildi. Kalbi tuhaf bir rahatlamanın eşiğine ulaştı. Garip bir sona doğru yolculuk yapıyordu. Madem annesi yoksa, madem annesi bu görüntüler yüzünden gittiyse, her şeyi yok etmeye hazırdı. “Merak etme anne, artık mahvolmuş bu dünyayı ve içinde yaşayan iğrenç hiçbir şeyi görüntülemeyeceğim. Yeter ki senin o güler yüzün solmasın.” “Buna çok sevindim oğlum. Ama unutma bana ip getir, getir ki sana kazak örebileyim.” …
Tam dört tane fotoğraf makinesi vardı ve hepsini parçaladı. Odunları kestiği baltayla yaptı bunu. Büyük bir zevkti. Parçalamak ve yok etmek çok iyi geliyordu. Huzur içinde ağlayabilirdi artık. Bilgisayarındaki tüm videoları sildikten sonra onu ve hard disklerini dışarıya çıkarttı ve üzerlerine döktüğü benzinle yaktı. Kitaplarını da yakmalı mıydı acaba? … On beş yaşında bir gencin, her şeyi mahvetmesi bu kadar eğlenceli olabilir miydi? “Tamam anne, şimdi kasabaya inip sana yün ip alacağım. Hem de kahverengi. Babamın da en sevdiği renkten.” … Gece çok sessiz geçti. Jeneratörü bile çalıştırmadı. Geceyi dinledi. Annesinin adım seslerini bekledi. … Sabah saat dörtte, alarma ihtiyaç duymadan uyandı. Kalktı, tüfeğini almadan hurdalığa gitti. Annesi gelecekti, biliyordu bunu. O silüetler serbest bırakacaklardı onu. Onların görüntülerini çektiği için cezalandırmışlardı ve şimdi diyetini ödemişti. Annesini geri alabilirdi. Bir daha asla, fotoğraf bile çekmeyecek, annesiyle ömrünün sonuna kadar mutlu yaşayacaktı. “Ne yapacaksın bomboş sokak görüntülerini oğlum?” “Doğru söylüyorsun anne. Hiçbir işime yaramaz o görüntüler. Hepsini yok ettim, merak etme.” … Hurdalık, tan yerinin atmasıyla daha bir huzurluydu. Hava hafiften soğuktu. Sarp, yüzündeki mutlulukla Mercedes’in içine girdi. Biliyordu işte, annesi gelecekti. Yarım saate kadar güneş doğacak ve o adamlar annesini geri vereceklerdi. Çok mutluydu. Artık dayanabilirdi. … Güneş doğmaya başladığında yüzündeki mutlulukta arttı. Annesi yanına gelince ona sarılacak ve yaptığı bu ahmaklıklardan dolayı özürler dileyecekti. Annesi de onu affederdi zaten. Ne de olsa o on beş yaşında bir gençti. Hatalarla olgunlaşacaktı. Olgunlaşmıştı da. Artık çocukluk yapmayacak, annesinin dediğini ikilemeyecekti. … “Kış geliyor, eğer becerebilirsem, sana kazak öreceğim.” “Ör, anne. Kahverengi kazak ör.” Güneş doğalı ve yükseleli hayli olmuştu. Sarp, güneşin üzerinde hiçbir siluet görmedi. Biliyordu işte, birazdan annesi çıkıp gelecekti. Gözlerini kapadı, başını arkaya yasladı ve gülümsemeye başladı. … "Nasıl gidiyor oğlum? Karnın acıktı mı?" “Acıktı, anne.” SON
52
53
Yazan: Erol ÇELİK
İllustrasyon : Naci YAVUZ
54
55
56
57
58
59
60
61
Sinema
Sinema
Ankara'ya Kışla Gelen Sinema Geçtiğimiz yılın Aralık ayında Ankara’da arka arkaya pek çok sinema etkinliği oldu. Bunlardan Gezici Festival ile ilgili detaylı güncemizi geçen sayıda yayınlamıştık. Diğerlerine de o kadar detaylı olmasa da kısaca bir göz atalım dedik. Avrupa Birliği İnsan Hakları Film Günleri (9-15 Aralık): Üçüncü kez düzenlenen Avrupa Birliği İnsan Hakları Film Günleri aslında Ankara’ya özel bir etkinlik değil. Aynı anda 8 şehirde düzenlenen geniş kapsamlı bir etkinlik. Tüm filmlerin ücretsiz olarak gösterildiği bu etkinlikte bu yıl toplam 28 film gösterildi. Filmlere geçmeden önce etkinlikle ilgili genel bir yorum yapalım (yorumların Ankara özelinde olduğunu tekrar hatırlatayım). İnsan Hakları Film Günleri, 10 Aralık İnsan Hakları Günü kapsamında, üç yıldır düzenlenen bir etkinlik olmasına rağmen bir alışkanlık yaratabilmiş değil. Tüm festivalleri dikkatle takip eden biri olarak her defasında bana sürpriz olduğunu söyleyebilirim. Öncelikle tanıtımının az yapıldığını düşünüyorum. Etkinlikten ancak bir hafta öncesinde haberimiz oldu. Genel olarak büyük basın organlarında da tanıtımlarını görmedim. Sanırım bunun nedeni de arkasında önemli bir maddi destek olduğu için, ne kadar seyircinin geleceğinin festivali düzenleyenler açısından çok önemli olmayışı. Başka festivallerde gösterilse tıklım tıklım olup insanların merdivenlere oturacağı bazı filmlerin, üstelik de ücretsizken, yarısı boş salonlara oynamasının en büyük nedeni tanıtım eksikliği olmalı. Alışkanlık yaratamamasının bir diğer nedeni, üç yıldır gösterim mekânlarının sürekli değişmesi de olabilir. İlk yıl Kızılırmak’da yapılan etkinlik, ikinci yıl Cepa’ya, üçüncü yıl ise Büyülü Fener’e taşındı (Alman Kültür ve Ankara İletişim’de de gösterimler vardı ama ana mekân için Büyülü Fener denebilir). Alışkanlık yaratması açısından mekânlar çok fazla değiştirilmese iyi olur. Gelelim filmlere. Film sayısı ve kalitesinin üç yıldır arttığını görüyoruz. Geçtiğimiz yılların programında vizyona girmiş ama kısıtlı sayıda seyirciye ulaşmış filmlerin olduğunu hatırlamıyorum örneğin. Ama bu yıl Jîn, Küf, Tepelerin Ardında (Dupa Dealuri / Beyond the Hills) ve Benim Çocuğum gibi filmler vizyonda kaçıranlar için yeni bir şans olarak programdaydı. Ayrıca sadece Ankara’da değil başka şehirlerde de film gösterimleri dışında söyleşiler ve atölyeler de vardı. Filmler arasında en iyilerinden biri geçmiş festivallerden birinde izlediğim Deney (Eksperimentet / The Experiment) idi. 1950’lerde Danimarka’ya bağlı olan Grönland’dan bir grup çocuğun ailelerinden ayrılıp iyi bir Danimarka vatandaşı olarak yetiştirilmeye çalışırken ana dillerinin unutturulması, artık aileleri ile görüşmelerinin engellenmesi ülkemizde de bir zamanlar yaşanan kimi olaylar ile paralellikler taşıyor ve insanın içini acıtıyordu.
62
Filmlerin seçimlerinin cesurca olduğunu belirtmeliyiz. Örneğin Avrupa BirliğiTürkiye Delegasyonu’nun düzenlediği bir etkinlikte Brüksel Meselesi (The Brussels Business) gibi Avrupa Birliği’ni aslında tümüyle ticari kurumların yönettiğini öne süren bir belgeselin yayınlanması ilginçti. Kimi zaman biraz fazla mı komplo teorisi yapıyor dediğim film yine de özellikle bu konularda çok ilgili olmayan benim gibi seyircilerin zihninde soru işaretleri yaratması açısından başarılıydı. Bir diğer iyi film de Hırvatistan’ın Oscar’a yolladığı Halime’nin Yolculuğu (Halimin Put / Halima’s Path) filmiydi. Bosna Savaşı sonrası bulunan toplu mezarlarda oğlunu arayan Halime’nin hikâyesini anlatan film, bu utanç verici savaşın komşular arasında hatta aynı aile içinde oluşturduğu üzücü olaylara bir örnek daha sunuyordu. Ne yazık ki gerçek bir hikâyeden yola çıkan bir filmdi. Avrupa’da ciddi bir sorun olan göçmenler ile ilgili filmlerin giderek arttığından daha önce de bahsetmiştik. Çoğunlukla ekonomik ya da politik zorluklar/zorunluluklar yüzünden Avrupa’da yaşayabilmek için türlü tehlikeleri göze alan insanların yaşadıklarına insan hakları açısından yaklaşan filmlerin bu etkinlikte yer alması kaçınılmazdı. Tatil için gittiği Kanarya Adaları’nda sahilde bir anda kıyıya vuran mülteciler ile karşılaşan Alman bir kadının onlara yardım için çabalamasını anlatan Okyanusun Rengi (Die Farbe des Ozeans / Color of the Ocean) bu konuda sağlam bir filmdi. Unicef’in de desteği ile çekilmiş olmasının da etkisiyle biraz daha mesaj filmi izlenimi veren İçimdeki Güneş (Il Sole Dentro / The Sun Inside) de olaya biraz daha naif yaklaşsa da konunun önemine dikkat çeken bir filmdi. Karamo’suz 727 Gün (Die 727 Tage Ohne Karamo / The 727 Days Without Karamo) ise Avusturya’da yaşama izni alabilmek için evlilik yapan mültecilerin sorunlarına değinen ilginç ve başarılı bir belgeseldi. Konunun farklı yönlerine dikkat çeken belgesel toplam 21 çifti anlatırken bunların bazılarını çok az gösterse de tam da konunun ele aldığı yönüne uygun yerlerde kullanarak üzerinde düşünülmüş bir belgesel olduğunu gösteriyordu. Festivalin daha önceki yıllarda olmayan bir uygulaması da Barselona İnsan Hakları Film Festivali’nin katkıları ile oluşturulmuş bölümdü. Bu bölümde yer alan belgeseller gerçekten ilginçti. Savaşın Gözleri (Los Ojos de la Guerra / The Eyes of War), dünyanın farklı bölgelerinde çalışan savaş muhabirlerinin öykülerine göz atarken hem savaş muhabirlerinin yaklaşımının yaşanan olayların dünya kamuoyunda ne şekilde algılanacağı ile ilgili çok önemli olduğunu gösterirken, hem de yıllardır tartışılan savaş muhabiri ne noktaya kadar gözlemcidir, ne noktada olaylara dahil olur/ olmalıdır ikilemi üzerine bir tartışma açıyordu. Filmden aklımda kalan önemli bir söz: “Gazetecilik sizin bilmeniz istenmeyen şeyleri size anlatmaktır, gerisi propagandadır” Bu bölümdeki belgesellerden Mühendis (El Ingeniero / The Engineer), çete savaşlarının çok yoğun olduğu El Salvador’daki tek kriminolog olan ve artık ölümü hayatının bir parçası olarak görüp benimseyen mühendis lakaplı bir adamın hayatına ortak ediyordu bizi. Özellikle adamın cesetlerle yaptığı çalışmaları bire bir gösteren sahneler pek çok seyirciyi epey rahatsız edebilecek sahnelerdi. Altın Uğruna (El Oro o la Vida / Life for Gold) belgeseli ise Orta Amerika’da altın çıkarmak için bölgeye giren bir şirketin çevreye verdiği zararı ve bölge halkının direnişini anlatıyordu. Filmi izlerken Bergama’da yaşananları düşünmeden yapamıyordunuz. Gerek bölge halkının direnişi, gerek resmi yetkililer ve firma yetkililerinin davranışları
63
Sinema
Sinema o kadar benzerlik gösteriyor ki moda söylemle “globalleşen dünyada” insan hakları ihlallerinin bile çok benzediğini görüyoruz. Etkinliğin son filmi olarak izlediğim Arınma (Puhdistus / Purge) filmini bu bölümün de en sonuna bıraktım. Bu Finlandiya filmi belki de etkinliğin sinemasal açıdan en iyi filmiydi, bir o kadar da etkileyiciydi ama hem bende hem de gördüğüm kadarıyla seyirci kitlesinin de büyük kısmında taraflı olduğuna dair ciddi soru işaretleri oluşturdu. Stalin döneminde Estonyalıların yaşadıkları ile günümüzde yaşanan kadın ticareti meselesini aynı ailenin farklı kuşakları üzerinden anlatan film ciddi bir komünizm eleştirisi barındırıyordu. Bu eleştiriyi yapmakta bir sorun yok ama bir taraftaki insanları istisnasız canavar ya da çevresinde olanların farkında olmayacak kadar duyarsız olarak gösteriyorsanız orada bir sıkıntı var gerçekten. Her şeye rağmen etkinliğin izlenmesi gereken filmlerindendi. Mevsim Sinema (20-26 Aralık):
Bu yıl Ankara’da yeni bir sinema etkinliği başladı. Film Artı’nın düzenlediği Mevsim Sinema festivali Film Artı’nın Türkiye haklarını aldığı 12 filmden oluşan bir festivaldi. Film Artı’yı aslında Ankaralı sinemaseverler yakından tanıyor. Henüz Ankara’da bu kadar fazla sinema etkinliği yokken, her kafede film gösterme etkinlikleri yapılmaz, sezon içinde neredeyse her ay irili ufaklı bir festival olmazken (sanırım o zamanlar sadece iki festival vardı Ankara’da), çeşitli mekânlarda (ben çoğunlukla Tübitak’taki gösterimleri yakaladım) klasik olmuş ama pek bilinmeyen, bilinse bile bulunma imkanı pek olmayan (İnternet’in olmadığı tarihi günlerden bahsediyoruz) filmleri gösteren üniversite öğrencileri vardı. Sonrasında yine aynı mantıkla her Perşembe, Sinetek gösterimleri adı altında gösterimler düzenlemeye başladılar. Bu gösterimler biteli epey oldu belki ama Ankaralı sinemaseverlerden hala keşke devam etse cümlelerini duyuyorum. İşte Film Artı’yı sanırım 5-6 sene önce, bu gösterimleri düzenleyen ekip içinden çıkan kişiler kurdular. İşte bu yüzden bu festival, seyirci sayısının çok olmasını istediğim festivallerden. Ne yazık ki buna da belli filmler dışında seyirci ilgisi çok fazla olmadı. Aslında tanıtımının da çok kötü yapılmadığını düşünüyorum, en azından Gezici Festival’i takip edenler Mevsim Sinema’nın afişleriyle de karşılaşmışlardı. Belki de bu kez üst üste gelen etkinliklerin yarattığı bir doymuşluk hissi vardı. Biraz da alışkanlık yaratması gerekiyor elbette. Umarım gelecek yıllarda da devam eden ve seyircisini bulan bir festival olur Mevsim Sinema. Programdaki 12 filmden bir kısmını önceden izlemiş ve hem Gölge e-Dergi’de hem de Sinema Manyakları blogunda yorumlarımı yapmıştım. Yorumları tekrarlamayayım ama Heli,
64
Ömer (ki yabancı dilde en iyi film Oscar’ı adaylarından biri oldu), Benim Babam Benim Oğlum (Soshite Chichi ni Naru / Like Father, Like Son), Ilo Ilo ve Sefer Tası (Dabba / The Lunchbox) filmlerinin her birini sevdiğimi belirtmeden geçmeyeyim. Sanırım festivalin en iyi filmleri de bunlardı zaten. Diğer filmler arasından en sevdiklerim Ömer Beni Öldürdü (Omar m›a Tuer / Omar Killed Me) ve Memleket (Né Quelque Part / Homeland) oldular. Ömer Beni Öldürdü, yanında bahçıvan olarak çalıştığı yaşlı bir kadını öldürdüğü gerekçesiyle hapse atılan ama özellikle bir gazetecinin çabaları sayesinde aleyhindeki delillerin ne kadar zayıf olduğu ortaya çıkan Faslı göçmen Ömer’in gerçek hikâyesini anlatıyordu. Bu zayıf delillere rağmen davanın sonuçlanması uzun yıllar almış. İnsan filmi izlerken bu deliller bir Fransız’ı gösteriyor olsa çok daha erken tahliye olurdu diye düşünmeden edemiyor. Memleket ise Cezayir kökenli olup Fransa’da doğup büyüyen bir gencin bir arazi meselesi nedeniyle Cezayir’e gitmesini ve bir süre orada kalmak zorunda kalmasını anlatıyordu. Her ne kadar finali biraz aceleye gelmiş gibi gözükse de klişelere saplanmayan yapısı ve mizahı dengeli kullanımı ile dikkat çekiyordu. Balığa Gidiyorum (Días de Pesca / Gone Fishing), yönetmen Carlos Sorin’in daha önceden bildiğimiz dingin tarzı ile anlattığı, yaşlanmakta olan bir adamın balıkçılığa merak sararken bir yandan da uzun zamandır görmediği kızını aramasını konu eden bir filmdi. Zürafa (Giraffada), İsrail’in hava saldırısı sonrası Filistin hayvanat bahçesinde ölen bir zürafanın ardından diğer zürafanın tek başına kalması üzerine İsrail’den bir zürafa getirmek, gerekirse kaçırmak isteyen bir baba-oğulu anlatan naif bir filmdi. Doğrusu çok daha iyi olabilirdi ama keyifle izlenen bir filmdi yine de. Programda belgeseller de yer alıyordu. El Gusto yıllar önce Cezayir’de kurulan ve Müslüman ve Yahudi üyelerden oluşan bir orkestranın tekrar bir araya gelmesini ve dünya çapında konserler vermelerini anlatıyordu. Tarihin ayırdığı müzisyenlerin, farklılıklarını bir kenara koyarak, tekrar uyumla çalmalarını izlemek güzeldi. Muhammed Ali’nin Davası (The Trials of Muhammad Ali), bu önemli figürün Cassius Clay’den Muhammed Ali’ye dönüşmesi ve sonrasında Vietnam’a gitmeyi reddetmesini konu alan orta karar bir belgeseldi. İnsan Hakları Film Günleri’nin programında da yer alan Okul Yolunda (Sur le Chemin de L’école / On the Way to School) için ise yarı belgesel diyebiliriz. Dünyanın farklı yerlerinde okula gitmek için uzun yollar aşan, tehlikelerle mücadele eden çocukları izlediğimiz filmde onların sürekli yaşadıkları mücadeleyi bir senaryo eşliğinde izliyoruz ama hemen her gün bizim perdede gördüklerimizin benzerlerini yaşadıklarına şüphe yok. Umalım ki dünyanın her yerinde okumak için bu çabayı gösteren her çocuk hayal ettiklerine ulaşır. Aralık ayında Ankara’da bunlar dışında tek günlük çeşitli etkinlikler de vardı. Örneğin 21 Aralık’ta “En Kısa Günde Kısa Filmler” başlığı altında 9 kısa filmden oluşan bir etkinlik vardı. Alman Kültür’ün gösterdiği Hannah Arendt, Tayfa Kitapkafe’deki “Mutfak Hikayeleri” başlıklı gösterimleri ve Başka Sinema kapsamındaki Başka Çarşamba gösterimlerini de işin içine katarsak Aralık ayının Ankaralı sinemaseverler açısından çok yoğun geçtiğini görebiliriz. Şikayetçi de değiliz de yorulduk biraz yine de… Hasan Nadir Derin http://sinemamanyaklari.com/
65
Öykü
Bir Yalnızlık Esintisi Mutfak kapısına yanaştığım esnada huysuzluk çıkardı, “Bana bak lan!” dedim, “Akşam akşam yaktırma canını.” Lakin aldırış etmedi ve üzerime yürüdü, o esnada sağ yumruğumla yamulttum soluk benizli buzdolabımın çenesini. Sersemlemişti. Ayrılık mektubuyla yıkılan bir dişi gibi, ne bulduysa üzerime atmaya başladı. Pirinçleri kaybolmuş sütlaçlar, kabuğu yarı soyulmuş erotik limonlar ve ölüm döşeğinde domatesler. “Al.” dedi “Al hepsini ye, zaten sen beni sadece bunlar için sevmedin mi?” Büyük travmaya sebep olmuştu bu davranışım, ah şu gecelere yemek yasağı getiren hekimler! Onların suçuydu bu yersiz tartışmalarımız. Beyaz tenli yârimin fişini usulca çektim ve sessizce odama döndüm. İçimde az önceki kabalığın pişmanlığı ve eli boş dönmenin üzüntüsüyle yatağa uzandım, yorganı kafama kadar çektim. O esnada karnımdan bir ses geldi. “ Açım lan ben haberin olsun, uyutmam bu gece seni.” Duyduklarım ayakucumdaki kan pıhtılarını dahi beynime sıçratmıştı. Mideme baktım ve “Sus yoksa boğarım seni,” dedim. Zavallının sesi kesilmişti ancak usul usul ağladığını hissediyordum. Ah şu merhametli yanım! Yataktan kalktım ve ona bir bardak su armağan ettim. Ardından tekrar yatağa girdim ve kendimi uykunun kollarına bıraktım geceye dair duyduğum son ses midemin çalkantılı küfürleriydi. Sabah tıkırtı sesine uyandım. Birisi kapıyı zorluyordu, apar topar fırladım yataktan ve antreye çıktım. Ne göreyim? Buzdolabım pılını pırtını toplamış gidiyor. Karanlık gecelerimin tek eğlencesi, sebzelikteki çilekeş marulları poşetlemiş, içecek haznesindeki meşrubatları duvarın dibinde öksüz bırakmış, buzluktaki bayramdan kalma etimizi çürümeye terk etmişti. Kısacası bize dair ne varsa her birini sersefil bir köşeye atmıştı soluk benizlim. Yüzümü buruşturdum ve ‘No Frost’ yazılı hayat ortağımın yüzüne baktım: “Hiç utanmıyorsun değil mi?” dedim, “Yaşını başını almış yılların tasarımısın şu hareketlerine bak. Yazık be seni yapan firmanın kanaatkâr işçisine, yazık senin gibi aşüfte mala verilen üç yıl garantiye,” diyerek esaslı bir tekme salladım. Afyonu patlamamış bir adamın oracıkta peydahladığı sinir harbine, duvar dibindeki boynu bükük su şişesinin kalbi dayanmadı ve göbek kısmından çatladı. Her şey ansızın gerçekleşmişti ve mutfağımın yegâne varoluş sebebi yedinci katın deterjanlı merdivenlerinden aşağıya yuvarlanıyordu. Sesi birkaç kat aşağı inene kadar yankılandı. Dördüncü katın soğuk zeminine çakıldığında “Allah belanı versin adam gibi senin,” dedi ve çekti gitti apartmandan. O gün son konuşmamız olmuştu. Böylece Fast Food denilen tek gecelik ilişkilere adadım kendimi. Kolesterol’e sırdaş, kuyruk yağına ev sahibi olmuştu şu cılız bünyem. Lakin kısa zaman içinde sıkıldım bu gidişattan, itiraf etmeliyim ki pişman olmuştum ancak zaman böylesi durumlarda hata kabul eden bir kavram değildi. Yine de kadim yoldaşım belki bir gün döner diye mutfaktaki yerini hep boş bıraktım. Lakin o gelmedi. Çok sonraları öğrendim ki kendine zengin bir koca bulmuş ve Sarkıt adında mini bir buzdolabı peydahlamış o adamdan. İşte o gün hayatımın ikinci baharını yaşamaya karar verdim ve kendime el değmemiş bir buzdolabı daha aldım. Yazan: Fatih ONAYDIN
66
İllüstrasyon: Eren ERSOY
67
Çizgi Film
Çizgi Film
İnceleme
İnceleme
Meraklısına Çizgi Film Listesi Çizgi film izlemede kıstas bellidir. Küçükken fazla bilmeden televizyonda ne çıkarsa izlersin, sonra yavaş yavaş bazılarını çok sevmediğini anlarsın ve kendi içinde eleme yaparsın, sonra bazı çizimlerin birbirlerine çok benzediğini anlarsın ve cartoon ile anime farkını çözersin. Bir ara “Büyüdüm lan ben, komşunun sümüklü çocuğu bile alemlerde yılan gibi akıyor ben hâlâ burada kedi köpek izliyorum, ” der bırakırsın. İşte tam burada ciddi bir dönüş noktası olur. Ya gerçekten bir daha hiç dönmezsin ya da aynı sigarayı bırakan kişiler gibi 2-3 sene sonra tekrar başlarsın çizgi film izlemeye... Şu anda çizgi film piyasasında animeler yani Japon çizgi filmleri hem çeşit, hem bulunabilirlik, hem de izleyen kişi sayısı olarak açık ara öndeler. Amerikan çizgi filmleri Nickelodeon ve Disney gibi birkaç firma sayesinde ayakta duruyorlar ama işin gerçeği acınacak hâldeler. Eğer benim de dahil olduğum kabarık saçlı, kocaman gözlü ve çırpı bacaklı anime kızlarını seyretmekten sıkılmış, pıhahahaha şeklinde gülen Sünger Bobvari çizgi filmlerden gına gelmiş ve “Yeter ulan Simpsons ve South Park dışında yetişkinlere yönelik çizgi film kalmadı mı diyenler,” grubuna dahilseniz, vah hâlinize... Çünkü şu sıralar konu olarak yetişkinlerin beğeneceği çizgi filmler maalesef çok az bulunmakta. Amerika’da özellikle bu güruha hitap eden Adult Swim kanalı bile 2-3 senede bir iyi işler çıkartmayı başarıyorlar. O yüzden bu ay ben de oturdum, araştırdım, kendi arşivimi talan ettim ve fazla bilinmeyen, yetişkinlere yönelik çizgi filmler listesi hazırladım. Hemen baştan bildireyim, bildiğim kadarıyla çoğunu Türkçe dublaj bulmak imkânsız ama Türkçe altyazısını bulmak mümkün. Listeyi herhangi bir kıstasa göre belirlemedim, o yüzden 1 numara en iyisidir gibi düşünmeyin. İşte size izlemenizi tavsiye ettiğim çizgi filmlerin listesi... 1- The Critic Listedeki ilk çizgi film “The Critic”. Simpsons dizisinin 3. ve 4. sezonunun yazarları olan Mike Reiss ve Al Jean tarafından yaratılmış ve bir süre ülkemizde de “Bay Kritik” adıyla gösterilen gösterilen bir dizidir. Çizgi filmin konusu, profesyonel bir film eleştirmeni olan Jay Sherman’ın başından geçenler ve ailesiyle olan ilişkisidir. Ana temalar; Jay Sherman’ın entelektüel bir kişi olmasından dolayı filmleri çok fazla irdeleyerek genelde olumsuz eleştirmesi ve bu yüzden programının toplum tarafından beğenilmemesi, şişmanlığı yüzünden kadınlarla olan başarısızlığı, birkaç tahtası eksik olan üvey babası ve aşırı muhafazakâr üvey annesiyle olan
tuhaf ilişkileridir. Dizi 1994-1995 yılları arasında yayınlanmıştır ve ilk sezon beklenenden düşük bir rating almıştır. 2. sezonda gidilen çizimlerdeki ve senaryodaki değişiklik ise zaten rating problemi yaşayan çizgi diziyi negatif etkilemek dışında bir işe yaramamış ve yayından kaldırılmasına sebep olmuştur. 2000-2001 yılları arasında ise bilgisayar teknolojisinin gelişmesi sayesinde internette kısa kısa flash player ile yapılmış bölümleri yayınlanmıştır. 2- Daria Beavis ile Butthead’ı herhâlde bilmeyen ya da duymayan yoktur. Daria ilk olarak MTV’nin meşhur çizgi dizisinde Beavis ve Butthead’ın zeki sınıf arkadaşı olarak birkaç bölümde yer aldı. Karakter sevilince hem rol süresi arttırıldı hem de çok daha fazla konuk sanatçı olarak çizgi dizide yer alarak sürekli bir karakter hâline geldi. Beavis & Butthead’ın final sezonunda MTV, yazarlara “Daria” adlı bir çizgi diziyle ilgilenip ilgilenmeyeceklerini sordu. Kafalarında Beavis ve Butthead’in üslubuyla hiç alakası olmayan, zeki fakat asosyal bir öğrenci hikâyesi yazmak isteyen yazarlar bunu sevinçle kabul ettiler. Beavis&Butthead’ın kendilerine has bir mizah tarzı olduğu için ve Daria’yı farklı bir tarzda yazmak istediklerinden dolayı ilk olarak Daria’yı başka bir şehre gönderdiler ve Beavis& Butthead oprtamından uzaklaştırdılar. İlk bölümde Daria’nın ailesi, okul çevresi, arkadaşı ve öğretmenleri tanıştırıldı. Bu durgun sesle konuşan ve etrafındaki olan biten olayları analiz edip zekice ve sarkastik bir şekilde yorumlayan genç kız, MTV gençliği tarafından o kadar çok sevildi ki çizgi dizisi beş sezon sürdü ve iki tanede uzun metraj filmi yapıldı. Kral TV öncesi ülkemizde yayınlanan MTV Avrupa’da Daria’nın bir sürü bölümü altyazılı şekilde yayınlanmıştı. 1997-2002 arasında yayınlanmış olmasına rağmen hâlen bazı kanallarda tekrarına rastlanabilmektedir ve 2012 yılında MTV yeni bölümler üzerinde yazarlarla görüştüğünü bildirmiştir. 3- Venture Brothers 1960’lı yıllarda çizgi roman ve çizgi filmlerde en popüler tema olan “çocuk kahraman”lardı. Bunların en popüleri Johhny Quest idi. Venture Brothers çizgi dizisi o çizgi filmdeki çocukların büyüdüklerinden sonra ne olacakları düşüncesinden yola çıkılarak yapılmış hem o zamanın hem de şimdi gösterilen çizgi filmlere yapılan satirik ve ironik göndermelerle dolu bir aksiyon-komedi çizgi dizisidir. Ana karakterler deli bir bilim adamı ve eski bir çocuk kahraman olan “Rusty” Venture, onun zekâca zayıf
68
69
Çizgi Film
Çizgi Film
İnceleme
İnceleme
ikiz erkek çocukları Hank ve Dean, onları beladan uzak tutmak için kiralanmış badigard Bock Samson ve de kelebek temalı ana kötü karakter Monarch’tır. Dizi abartı mizahi tarzıyla ün yapmıştır. İlk sezonu 2004 yılında yayınlanmıştır. Dizi ara ara ortadan çekilse de 5. sezonu bitirmiş 2014 yılında 6. sezonu yayınlanacak oldukça popüler bir çizgi dizidir. 4- He-Man and the Masters of the Universe (2002) Ah, hadi ama... “Gölgelerin gücü adına... Güç bende artık” narasını bilmeyen ya da atmayan var mı? Ama o bildiğimiz He-Man, 1983 yılındaki çekilen çizgi fiimiydi (Ülkemizde 1986 yılında yayınlanmıştı.), benim bahsedeceğim He-Man ise 2002 yılı dizisine ait. He-Man’ın macerası Türkiye’de çizgi filmi bitince bitmiş olabilir fakat Amerika’da bitmemişti. Her 2-3 senede bir He-Man’in yeni oyuncakları ve yeni çizgi romanları çıkıp durdu. Hatta gayet başarısız bir filmi bile yapılmıştı. Yine arada tamamen bilimkurgu olan ve uzayda gezen bir He-Man çizgi dizisi çekilmişti. 2002 yılında ise hem senaryo hem de çizim bakımından çıtayı yükseltmiş bir He-Man çizgi filmiyle karşılaştık. Bu dizi 83’teki çizgi dizisine çok benzer, hatta açılış sahnesi bile neredeyse aynıdır, fakat konular çok daha düzgün işlenmiştir, komedi unsuru azaltılmıştır ve macera unsurları artırılmıştır. Çizimlerde hafif anime çizgileri sezilse de (Resimdeki kılıca özellikle dikkatinizi çekerim.) kesinlikle çok daha kalitelidir ve üzerinde uğraşılmıştır. Örnek verecek olursak, eski çizgi filmde en fazla kafamızı kurcalayan mesele birbirlerine tıpatıp benzeyen Prens Adam ve He-Man’in aynı kişi olduklarını neden kimsenin çözemediğidir. Ama yeni çizgi filmde Prens Adam’ın tipi He-Man’den çok farklıdır. Prens Adam, He-Man’den bariz bir şekilde daha kısa ve daha çelimsizdir. Titrek/ Atılgan ise kesinlikle konuşmamaktadır. Bence bu dizideki en önemli özellik İskeletor’un çok güçlü olması ve He-Man’ın maceralarında onu yenmek için ciddi ciddi terlemesi gerektiğidir. He-Man oldukça olumlu eleştiriler aldıysa da ratingleri tatmin edici olmadığından sadece iki sezon sürdü ve planlanan 3. sezon sadece storyboard kısmında kaldı. 5- Total Drama Island Etrafımızda bu kadar reality show varken çizgi filmlerin de bunlardan esinlenmemesi düşünülemezdi. İlk önce “Drawn Together” adlı bir çizgi diziyle “Biri Bizi Gözetliyor” reality dizisinin çizgi filmi yapıldı. Aslında ana düşünce güzeldi fakat
dizide sürekli ve abartılı şekilde kullanılan tuvalet espirileri yüzünden aşırı midem bulandı ve bu diziyi sadece bir iki bölüm izleyebildim. “Total Drama Island” ise bence ona kıyasla oldukça başarılı yapılmış bir çizgi film. MTV ve VH1, reality show’larına çok farklı bir bakış açısı getirmişti. İzleyici kesiminin genç olması nedeniyle , özellikle göze hitap etmek için genelde striptizci erkek ve kızları bir arada toplayıp birbirleriyle yarıştırmayı uygun bulmuştu. Yarışmalar gerçekten saçma sapandı, fakat esas heyecan verici olan durum tüm yarışmacıların aynı evde yaşamaları ve zaman içinde birbirleriyle bazı ittifaklar içine girip diğer yarışmacıları sabote etmeleriydi. Total Drama Island çizgi dizisi Survivor ile bu MTV mentalitesini birleştirmiş ve ortaya absürt bir çizgi dizi çıkartmış. MTV’de bolca bulunan yarışmacıların sürekli birbirlerinin arkalarından işler çevirmeleri, tuhaf yarışmalara katılmaları ve mini mini kıyafetlerle gezinmelerini çok güzel tiye alan bu dizi, 2007 yılında yapılmıştır ve şu anda 5. sezonu yayınlanmaktadır. Dizideki karakterler kesinlikle çok güzel işlenmiştir ve depresif gotik kız, aptal sarışın, Jamaikalı zenci vs. gibi bir sürü stereotip bulunmaktadır. Yapımcıları bu diziyi toplamda 10 sezona kadar sürdürmeyi düşündüklerini bildirmiştir. Her sezon ana yarışmacıların bazıları değiştiği için dizide sürekli bir hareket olmaktadır ve yeni yarışmacılar dizinin sıkıcı olmasına izin vermemektedir. 6- Thundercats He-Man’ı bilen herkes Thundercats’i de bilir. Ülkemizde Star TV’nin 1991 yılında aynı isimle yayınladığı dizi, orijinalde 1985-1989 arası yayınlanmış ve büyük başarı kazanmış bir çizgi diziydi. 2011 yılında diziyi tekrar hayata geçirmeye karar verdiler. Karakterlere sadık kalındı fakat ana senaryo ve karakterlerin geçmişleri neredeyse tamamen değiştirildi ve bazı karakterlerin yaşları gençleştirildi. Çizim tarzı biraz animeleştirildi ve bilimkurgu elementlerinin yanında işin içine western ve bilimkurgu temaları da eklendi. Bu anlattıklarımla senaryo çorbaya dönmüş gibi gözükse de aslında senaristler oldukça iyi bir iş çıkardılar ve orijinal hikâyeden çok daha realistik ve daha karanlık bir çizgi elde etmeyi başardılar. Thundercats hem yeni senaryo, kurgu hem de yeni çizim tarzı olarak hem olumlu hem de olumsuz olarak eleştirilse de oldukça iyi bir rating elde etmeyi başardı. Buna rağmen 2. sezon için yenilenmedi ve tek sezondan sonra yayından kaldırıldı. 7- The Ricky Gervais Show Bunu aslında tam olarak buraya koymak ne kadar doğrudur ama eninde sonunda bir çizgi film olduğundan eklemeyi uygun buldum. Meşhur İngiliz komedyen Ricky Gervais
70
71
Çizgi Film
Çizgi Film
İnceleme
İnceleme
ve senaryoları ortak yazdıkları arkadaşı Stephen Merchant, 2001 yılında bir radyo programı yapmaya başladılar ve programda bir iki saat boyunca fikirlerini dile getirmeye başladılar. Bunu yaparken de ara sıra prodüktörlerinden veya dinleyicilerden de fikirler almaya başladılar. “Japonlar hakkında ne düşünüyorsun?” sorusuna prodüktörleri Carl Pilkington “Armuta benziyorlar. Yani armutta sepette bir süre durur sonra birden çürür. Japonlar da öyle belli bir yaşa kadar hep aynı gözüküyorlar sonra birden çöküyorlar.” gibi tuhaf bir cevap verdi. Bir altın madeni keşfettiğini anlayan Ricky Gervais gittikçe ona daha fazla soru sormaya başladı ve Carl seyirciler arasında o kadar popüler oldu ki, o da programa dahil oldu. Beş sene boyunca bu radyo programı sürdü. İki sene sonra bu program bir “podcast” olarak internetten yayınlanmaya başladı ve “en kısa sürede en fazla indirilme sayısı” olarak Guiness rekorunu kırdı. HBO bu radyo programlarının hakkını satın aldı ve eski Warner Bros çizgi filmlerinden esilenerek bu karşılıklı konuşmaları çizgi film hâline getirdi. Bu karşılıklı muhabbetlerin 2010 yılında ilk sezonu çıktı ve Carl Pilkington zekâsını ilk defa dünyadaki diğer kişilerle paylaşma şansını elde etti. Bu çizgi dizi o kadar popüler oldu ki hemen arkasından 2. ve 3. sezon da çıkartıldı. Dizinin ismi Ricky Gervais Show olmasına rağmen ana konu Carl Pilkington’un hayata olan tuhaf bakış açısı, fikirleri ve de başından geçenleri konu alır. 8- Ugly Americans Ugly Americans 2010-2012 yılları arasında iki sezon yayınlanmış bir komedi çizgi dizidir. Konusu hayli ilginçtir. New York şehri valisi bazı doğaüstü yaratıklarla “Ortaya çıkma antlaşması” yapınca tüm hepsi ortaya çıkmış ve New York’ta gezinmeye başlamıştır. Dizinin ana karakteri Mark Lily bir insandır, fakat ev arkadaşı bir zombidir, iş arkadaşı 700 yaşlarında bir büyücüdür, sevgilisi yarı iblistir ve patronu %100 iblistir. Kendisi bir sosyal görevlidir ve New York’a dışardan gelenlerin uyum sağlamasında yardımcı olmaktadır. Yardım ettiği kişiler arasında Bir Hırvatistanlı erkek, bir Koala Adam, havada süzülen bir beyin ve Medusa gibi ilginç karakterler vardır. Çizgi dizi genelde 1950’li yılların B-sınıfı filmleri havasında başlayıp birden kendi çizgisine döner. Mesela bir bölüm aynı şu şekilde başlar. Karanlık bir mekânda arkadan gelen ürkütücü bir müzik duyulur, bir kadın arkasına korkarak bakar ve üzerine bir zombinin gölgesi düşer. Kadın bağırarak kaçmaya başlar ve zombi ona yetişir. Kadın duvara yaslanmış korkuyla beklerken zombi ona yaklaşır ve “Hanımefendi çantanızı düşürdünüz.” der ve kadına çantayı uzatır. Kadın da “Kusura bakmayın sizi eski erkek arkadaşıma benzettim, beni hâlâ takip ediyor da.” diye cevap verir. Çocukça esprilerle ince zekâ gerektiren esprilerin bir arada bulunduğu bu dizi eleştirmenler tarafından hem pozitif hem de negatif olarak eleştiriler almış olsa da benim çoğunlukla keyif alarak izlediğim bir dizidir. 9- Archer Archer çizgi dizisi, ISIS adlı bir süper casusluk örgütünde yaşanan olayları konu alan komedi bir dizidir. Baş kahraman Sterling Archer adlı bir James Bond parodisidir. Kendisi egoist ve benmerkezcil bir kişiliktir. Jet-sosyete hayatı yaşamayı sevmekte, parasız insanlarla dalga geçmekte ve bulduğu her kadınla yatmaya çalışmaktadır. İşin ironik kısmı ise ne yazık ki dünyadaki en iyi casuslardan biridir. Archer’in annesi
72
ise ISIS’in başıdır. 1940-50’li yılların tarzıyla çizilmiş ve o zamanın aletlerini kullanan bir dizi gibi gözükse de aslında günümüzde geçmektedir ve sık sık 70’li, 80’li yıllara göndermelerle doludur. Genelde sözel komediye dayanan bu dizi 2010 yılında ilk defa yayınlanmıştır ve şu anda 4. sezonuyla hâlâ yayınlanmaya devam etmektedir. Çizimler oldukça realisttir ve gerçek modellerden esinlenilmiştir. 10- DC-Nation Marvel firması nasıl son zamanlarda arka arkaya filmleriyle sansasyon yarattıysa, DC de uzun süredir yayınladığı çizgi filmlerle ciddi bir izleyici kitlesine ulaşmış durumdadır. “DC Nation” aslında 2012 yılında adı konmuş ve DC karakterlerinin çizgi dizilerini yayınlayan spesifik bir programın ismi olsa da ben bu ad altında bütün DC çizgi filmlerine genel bir bakış yapmak istiyorum . 1992’de ilk hayatımıza girerek Amerikan çizgi filminde ciddi bir çığır açan Bruce Timm şaheseri Batman: The Animated Series’ten (ya da kısaca Batman TAS) başlayarak şu âna kadar yayınlanan tüm DC temalı çizgi dizilerden kısaca bahsedeceğim. Batman TAS’ın başarısından sonra DC diğer ana kahramanı Superman’ın çizgi dizisini çıkardı ve Batman’ın farklı zaman dilimlerinde veya alternatif dünyalarda geçen biraz modernize edilmiş çizgi dizilerine devam etti. Sonra kimsenin beklemediği bir hareket yaparak Static Shock çizgi dizisini yayınladı. DC dergisi zamanında zenci azınlığa hitap etmek için, yazar ve çizerlerin çoğunluğunun zencilerden oluştuğu bir ekip kurmuştu. Bu ekip de DC armasının altında Milestone adında bir kardeş dergi çıkartmaya başlamıştı. Static Shock, Milestone dergisinin ana karakteriydi. Milestone dergileri beklenen satış rakamlarına ulaşmadığı için firma kapatılmış olmasına rağmen, Static Shock çizgi dizisi oldukça tuttu ve dört sezon boyunca yayınlandı. Bu cesur hamlelerinin tuttuğunu gören DC, çıtayı yükselterek dört sezon boyunca kendi süper kahraman takımları olan Justice League’in çizgi dizisini çıkardı. Hemen arkasından mangavari tarzla çizilen ve daha genç bir kitleye hitap eden Teen Titans (ki ana giriş şarkısını Japon kız ikili Puffy Ami Yumi söylüyordu) ve Krypto süper köpek ekranlarımıza geldi. 2012 yılında başlayan DC Nation’da Teen Titans GO (Teen Titans karakterlerinin daha komedi hâllerini ele alan bir çizgi dizi), Young Justice (Oldukça kaliteli çizimlerden oluşan ve gençlerden oluşan bir süper kahraman grubu.), Green Lantern (Green Lantern karakterinin CGI hâlinin uzayda geçen maceralarını konu alan bir çizgi dizi) Beware the Batman (Batman’siz DC Nation olur mu hiç!) ve kısa bir iki dakikalık komedilerden oluşan ve farklı kahramanları içeren kısa skeçlerden oluşmaktadır. Genel olarak DC’nin çizgi filmlerinin gayet başarılı olduklarını söyleyebiliriz.
73
Çizgi Film
Çizgi Film
İnceleme
İnceleme
11- Regular Show Regular Show Mordecai adlı bir alaca kargayla Rigbie adlı bir kirpinin çalıştıkları bir doğal parkta başlarından geçen hikâyeleri konu almaktadır. İlk başta bir Sünger Bob taklidi gibi dursa da aslında oldukça farklı ve keyifli bir dizi olduğu hemen fark edilmektedir. Bölümlerin çoğu 10’ar dakikalıktır ve konu genelde Mordecai ve Rigbie’nin çalışmaktan kaçmak için yaptıkları numaralarla başlarını derde sokmalarını konu alır. Çok basit ve çoğumuzun başından geçen bir konuyu ele alarak başlayan bölüm genelde absürt bir çözüm yolu bulunması ve daha da absürt sonuçlanmasıyla biter. Örnek verecek olursak bir bölümde Mordecai, Rigbie ile aynı odayı paylaşmaktadır ve Rigbie’nın aşırı vurdumduymazlığından ve dağınıklığından sıkılmıştır. İlk başta birbirlerini uyarırlar, biraz didişirler ve odanın ortasına çizgi çekme, eşyaları dolaplara yığma gibi klasik çözümler uygularlar. Sonra Rigbie bir “Duvar robotu” satın alır ve odanın içinde bir duvar örer. Mordecai ve Rigbie takışmaya devam ederler ve arka arkaya robotun programını değiştirirler. Belli bir süre sonra programı sürekli değiştirilen robot delirir ve dünyayı fethetmeye yola çıkar. Çizgi filmin konusu birden değişir ve ikili bu robotu durdurmak zorunda kalır. Mordecai ve Rigbie dışında Skips, Pops ve Muscle Man gibi güçlü yan karakterler de çizgi diziyi oldukça eğlenceli hâle getirmektedir. 12- Futurama FOX firması Simpsons’un yaratıcısı Matt Groening’den yeni bir dizi istediklerinde, Groening’in absürt bir bilimkurgu dizisi yaratacağını ve burada alkol kullanan robotlar, toplu katliam yapan bir Noel Baba Robotu, kısa etek giyen egoist bir yıldız filosu kaptanı ve lağımlarda yaşayan mutantlar göreceklerini tahmin etseler herhâlde hiç bu işe girişmezlerdi. Futurama Simpsonsvari çizimlerden ve mizah anlayışından oluşan ve gelecekte geçen bir çizgi dizidir. Bir posta kurye servisinin elemanlarının başından geçen maceraları konu almaktadır. Ana karakterler, tek gözlü mutant kadın kaptan Leela, 2000 yılında hatayla dondurulan ve 2999’da çözülen iyi kalpli olmasına rağmen sakar ve naif Philip Fry ve de artık dizinin sinir bozucu anti-kahraman karakteri robot Bender’dir. Dizi 2003-2007 arasında dört sezon olarak yayınlandı. Sonra 2008-2009 yılları arasında dört tane uzun filmi çıkartıldı. Hayranlarının baskısıyla bu filmler 25 dakikalık dizilere bölünerek 5. sezona çevrildi ve arkasından 2010-2013 yılları arasında da 6 ve 7. sezonu yayınlandı. Groening’in senaryolarda hiç değişikliğe gitmemesi ve televizyon stüdyoları ile sürekli takışması yüzünden Futurama’nın şu anda geleceği belli değildir. Ama seslendirmeyi yapanların ve Groening’in açıklamaları umut vericidir ve yeni bir sezonu müjdelemektedir. Dizi yayınlandığı esnada oldukça olumlu tepkiler almış ve 13 tane de ödül almıştır. Simpsonsvari bir dizi izlemek isteyenler için kesinlikle kaçırılmaması gerekmektedir.
74
13- Black Dynamite Ülkemizde çok bilinmeyen bir Amerikan film dönemi vardır ki bunun adı “Blaxploitation” zamanıdır. 70’li yıllarda zenciler çoktan özgürlüklerini kazanmış olsalar da hâlâ Amerika’da doğru düzgün işlerde çalışamıyorlar, çoğu filmde sadece hizmetçi rollerinde oynuyorlardı. Düşük bütçeyle çekilen, zencilerin başrollerde oynadıkları ve beyazların kötü adam olarak gözüktükleri basit senaryolu aksiyon filmleri birden Amerika’da -özellikle zenciler arasında- bomba etkisi yaratmış ve insanlar akın akın bu filmlere gitmeye başlamıştı. Bu janra yaklaşık 10 sene sürse de en fazla popüler olduğu zamanlar 74-75’li yıllardı. Daha sonraki yıllarda Amerikalılar bu düşük bütçeli filmlerle kendileri de dalga geçmeye ve bununla ilgili parodi filmleri yapmaya başladılar. Black Dynamite aynen böyle bir parodi filmiydi. Başrolde oynayan Micheal Jai White’ın fikri olan bu filmde mikrofonun görünmesi, karakterin sahne çekimleri arasında elbisesinin değişmesi, bir sahnede gözü yaşlı kadının öbür sahnede gözlerinin gözlerinin kuru olması hemen arkasından gelen sahnede yine yaşlı olması gibi klasik ucuz Blaxploitation klişeleri bulunuyordu. Film bir gişe başarısı elde etmese de 2009 yılında filmden esinlenilen bir çizgi dizi yaratılmasında yardımcı oldu. Çizgi dizi aynı film gibi klasik Blaxploitation klişelerine bolca yer verdiği gibi o zamanın pop yıldızları (Richard Pryor, Michael Jackson vs.) gibi kişilerle de bol bol dalga geçmektedir. Oldukça keyifli olan bu dizinin 2. sezonu yapılmasına karar verilmiş 2014 yılında piyasaya sunulması düşünülmektedir. 14- The Avengers: Earths Mightiest Heroes DC çizgi filmlerinden bahsedip de Marvel’inkilerden bahsetmemek olmaz. Marvel firması da aslında uzun yıllardır aynı piyasada olsa da çizgi filmleri hep DC’nin gölgesinde kaldı. Büyük ümitlerle 1990 yıllarında çıkardıkları Spiderman, karakterlerde yapılan majör değişiklikler yüzünden bir türlü istedikleri başarıyı yakalayamamıştı. Aynı yıllarda çıkartılan X-Men’lerde karışık öykü kurgusu yüzünden negatif eleştiriler almıştı. 2000’li yıllarda farklı bir bakış açısıyla sundukları ve daha genç bir kadroyla sundukları “X-Men Evolution” eğlenceliydi fakat hedef kitle 13-19 yaş arası olduğundan eski hayranlar tarafından tutulmadı. 2000’li yıllardaki diğer dizileriyse orta hâlli bir çizgi filmin üstüne çıkamadılar. Bu arada DC ortalığı Batman TAS ve varyasyonlarıyla kasıp kavuruyordu. Marvel 2010 yılına çok sağlam bir giriş yapmaya karar verdi ve Avengers filmiyle yaklaşık aynı temalarda ve aynı mentalitede kurulu bir Avengers çizgi dizisi çıkartmaya karar verdi. Bazen
75
Çizgi Film
Öykü
İnceleme
karakterleri tek tek inceleyen, bazense grup hâlinde derin psikolojik açılımlarına kadar inen dizi büyük bir başarı kazandı ve şu âna kadar Marvel’in en beğenilen çizgi dizisi oldu. 2010-2012 arasında iki sezon oynayan dizi revize edilerek 2013’te başka bir adla yeni bölümleri çekilmeye başlandı, 2014’te bunları da keyifle izlemeyi umuyoruz.
Bathori'nin Kabri
15- Invasion America Sadece bir sezon yayınlanmasına ve genelde eleştirmenler tarafından beğenilmemesine rağmen bence hem konu hem de animasyon olarak gayet başarılı bir çizgi diziydi Invasion America. Aslında konusu gayet standart bir bilimkurguydu. Tyrus gezegenindeki insansı uzaylıların dünyayı 80’li yıllarda işgal etmeyi istemesi, gezegenin prensi ve hem tahtı hem de dünyayı ele geçirmek isteyen amcası arasında çıkan tartışma sonucu prensin dünyaya gelmesi ve kendini insan olarak gizlemesi, bu esnada bir dünyalı kadına âşık olması ve doğan melez çocuklarının büyüyünce Tyrus ve dünya arasında ikilemde kalmasını konu alır. Fakat ilk başlarda konunun geçmişini bilmeyen melez çocuk tarafından anlatılması ve çizgi dizide hafif bir X-Files atmosferi olması gerçekten diziyi çok keyifli bir hâle getirmişti. Devamı gelmediği için çok ucu açık bitse de izleyene gayet keyif veren bir diziydi. 16- Stripperella Gelelim listemizdeki son çizgi diziye. Pamela Anderson’un seslendirdiği (ve ondan esinlenilerek çizilen) karakterimiz Erotica Jones adlı bir striptizcidir. Fakat bu kahraman geceleyin dar bir deri elbise giyerek suçlu avına çıkmaktadır ve süper kahraman ismi de Stripperella’dır. İlk başta kötü bir şaka gibi gelmesine rağmen bu dizi Stan Lee tarafından yaratılmıştır (Herhâlde ciddi bir viagra rüyası esnasında) ve 2003 yılında tek sezon olarak oynamıştır. Genelde espirituel bir tonda olan dizi beklenildiği kadar erotik değildir fakat genelde çift anlama gelen espriler içermesiyle ünlüdür. Dizi, şaşırtıcı derecede eğlencelidir ve çok fazla bir şey vadetmemesine rağmen keyifle izlenebilir. Dizinin ana prim yapma sebebi Pamela Anderson tarafından seslendirme yapılmış olmasıdır ve dizinin bir bölümünde Anderson çizgi filmde konuk sanatçı olarak rol almıştır. Tunç PEKMEN
76
Vaktiyle Al-i Osman mülkünün namlı cengâverlerinden sabık serdengeçti ağası Arapkirli Saçlı Mahmud yanında gezer seçme leventleriyle Vilayet-i Budin’e ayak basmıştı. Ta Acem cenkleri esnasında tanış bulunduğu Peçevi İbrahim Efendi’nin hayli geçkin yaşına rağmen adını duyar duymaz yanına gittiği Arapkirli Saçlı Mahmud, onun kılavuzluğunda serhaddin aşılmaz seddi İslam mülkünün kalelerini ve palankalarını gezer olmuş, şöhretli beylere ve paşalara konuk olmuştu. Yaşı yetmişi geçtiğinden kılıcını kınına sokup oturacağına: “Bu vakte değin Acem mülkünü gözettik, bir de küffar diyarını görelim!” diyerek yanındaki seçme yiğitleriyle uzun bir yolculuğa çıkmıştı. Lakabını veren saçları gençliğindeki gibi omuzlarına dökülmekte, pala bıyıklarını kulak arkasına attığı kulakları küpeli kendine has bir kimseydi. Kocamış olmasına karşın on dokuzunda yiğit gibi at sırtında, denk geldiği eşkıyayı korkunçluğundan pek bir şey yitirmediği meşhur narasıyla kovalayarak ta bu yana kadar gelmişti. Akıncılık geleneğini tek başına sürdürmüş, ömrü cenklerde geçmiş biri olduğundan ne yana varsa yiğitliğiyle pehlivanlığıyla ünlü kimseleri tanımak, cenk hikâyelerini kendilerinden işitmek isterdi. Budin mülküne geldiğinde Peçevi İbrahim’e: “Bu yanın en nâmdar cengâveri kimdir?” diye sormuştu. Peçevi: “Şimentorna Sancakbeyi Gazi Seydi Ahmed Paşa derler bir yiğit vardır” demiş ve şöhretini hikaye etmişti: “Benâm ciridçidir. Balaton gölü kenarında küffar tarafına akına çıkar nice kimseyi mateme salmış bir yiğit
77
Öykü
Öykü kimsedir. Cirid oyununda Sultan İbrahim Han’ın musahiblerinden birini attığı ciridle istemeden öldürmüş birini de yaralamış. Sultan İbrahim o anda katlini emretmiş ama diğer musahipleri engel olmuş, “Aman sultanım! Hâlâ at sırtında deli ejder gibi gezinir, bir elinde gaddare bir elinin altında dizim dizim hıştlar durur çok âdemi helak eder!” demişler. Yine de sultan ikna olmayıp katlini emretmiş, at boynuna yapışıp Hasbağçe’den çıkıp bir köşede saklanmış Neyden sonra sultanımız affedip Siyavuş Paşa’nın yanına çaşnigir deyip koymuş, burada sancağın tutup küffara sayısız çapul salmış. Bir seferinde de beş yiğit ile Pirespirim Kalesi’ni basıp kale kumandanını göğsünden hışt-ı pehlivani ile vurmuştur. Cirit atar gibi fırlattığı mızrağın kumandanın iman tahtasını delip geçtiğini esir küffar kapudanları yeminlerle söylemiştir. On yedi küffar kellesin kesip kaleden çıkanda peşlerinden top atılmış, üç yüz küffar atlısı peşlerine düşmüştür. Pusuya koyduğu altmış atlısı ile geri dönüp saldırmış, yüz ellisini kırmış, yüzünü kapudanlarıyla esir etmiş, ellisi firar etmiş. Sayısız at, silah ve yüz esirle İstolni Belgrad’a gelende Siyavuş Paşa zatına ihsanda bulunmuş. Kanije, Budin ve Eğri serhatlerinde namı büyüktür!” Koca Saçlı Mahmud böyle bir yiğidin namını işitince: “O vakit tez yanına varalım, cenk hatıralarını bir de kendinden işitelim!” diyerek hep birlikte Şimentorna sancağına at sürmüşlerdi. Şimentorna önlerine geldiklerinde tozu dumana katarak gelen atlıları gören serhad yiğitleri dikkat kesilip “Küffarın kolcusu mudur?” diyerek tüfenglerini ve dahi oklarını hazır edip Paşa’ya yaklaşan atlıları haber ettiler. Paşa her daim yanı başında bekler musahibi ve de sakisi olan, Edirne Kaleiçi’nde meyhanecilik ederken bir kavgaya karışıp kendini serhadde bulan, Paşa’nun kapusunda bekler başı telli yiğitlerin en meşhuru Edirneli Ejder Mustafa’yı önden gönderip atlıların ahvalini sual etti. Kendisi de onun peşinden ancak görünmeden metris kapısına varıp bekledi. Ejder Mustafa doru atıyla kalenin kapılarından ayrılıp Saçlı Mahmud’un atlılarına doğru tozu dumana kata kata ilerleyince Saçlı Mahmud’un atının dizginlerine asılmasıyla peşindekiler de durdu. Ejder Mustafa atlılara seslenip “Hey!” diye bağırdığı sıra, Saçlı Mahmud da meşhur narasını koyuverdi. Nara metris duvarlarında yankılandığında güngörmüş gazilerden cenge her an hazır delikanlılara her birinin tüyleri diken diken oldu. Şimentorna ahalisi metris duvarlarına çıkıp: “Bu işitilen tövbe haşa İsrafil Aleyhisselamın üflediği Sur m’ola? Kıyama gelmiş Zaloğlu Rüstem Pehlivan’ın narası m’ola?” diyerek atlıları seyre koyuldular. Seydi Ahmed Paşa dahi şaşırıp yanındakiler: “Bunca sene cenk sahrasındayım böyle nara vallahi işitmedim. Kim ola bu heybetli koca?” dedi. Ejder Mustafa Saçlı’nın atlıları önüne varınca duraladı. Türlü kılığa bürünmüş pehlivanları süzdüğü sıra gözü Saçlı Mahmud’un kendine has görünüşü takıldı. İhtiyar görünürdü lakin yüzündeki kılıç yaralarını görüp de “beybaba” demeye kimsenin dili varmazdı. Yanındakilerinin ve kendisinin tepeden tırnağa silahlı olduğunu görünce temkinle sordu: “Hayır mısın şer misin gazi baba? Ne yandan gelir ne yana gidersiniz?” Atını öne süren Peçevi’yi görünce tanıdı. Peçevi, Ejder Mustafa’ya seslendi: “Dosta hayır düşmana şerdir babayiğit! Acem mülkünü vuran serdengeçti ağalarından Saçlı Mahmud’dur!” Peçevi’yi sesinden tanıyan ve Saçlı Mahmud’un namını da evvelden ondan dinlemiş olan Seydi Ahmet Paşa metrisin kapısından geçip onların yanına at sürdü. Saçlı Mahmud’un önüne varıp: “Peçevi Efendi! Özdemiroğlu Osman Paşa’nın vefatını fırsat bilen Safevi şehzadesi Hamza Mirza Tebriz’i kuşattığında düşmanı geri süren, cenk narası bir saatlik yerden işitilen, düşman içine lağım kazdırıp sayısız esir alan, kılıcını hasmına belden vurup gök zırha bürünse dahi ikiye bölen bir Saçlı Mahmud anlatırdın demek bu gazidir!” diyerek adamlarına gelenleri karşılamalarını söyledi. Şimentorna’nın orta yerindeki küffardan kalma kalede toplaşan gaziler yiyip içerek cenk türkülerinin ve hikâyelerinin eşliğinde koyu bir muhabbet harladılar ki her birisinin anlattıkları her birisi şevke geldi. Kızarmış kuzuların, keçi peynirinin ve Macar şarabının ziyadesinin konduğu sofralar, hanendeler ve sazendelerle şenlendi, köçeklerin oyunuyla toya döndü. Seydi Ahmed Paşa ile Arapkirli Saçlı Mahmud’un yiğitleri arasında sayısız cengin hatırası yâd edildi. Kimi Safevilerle vuku bulan dağlar arasındaki cenklere hayret etti, kimi de Nemçe kalelerine yapılan baskınlara hayret etti. En sonunda mevzu Seydi Ahmed Paşa
ile Saçlı Mahmud’un yiğitliğine geldi. Rumeli gazileri Acem’den gelenlere: “Beş şahbaz ile küffar kalesine dalmak ve dahi küffara aman vermemek az bir iş midir? Şüphesi Seydi Ahmed Paşa’mızın üstüne yiğit yoktur!” derken Saçlı Mahmud’un yiğitleri de: “Bu yaşına değin cenk sahrasından el ayak çekmemiştir, buraya gelirken yolda atlarımız çatlamıştır, yedi defa at değiştirmekten keselerimiz boşalmıştır o yine at sırtından inmemiştir. Bu az bir iş midir?” diyorlardı. Seydi Ahmed Paşa baktı yiğitleri münakaşaya girecekler araya girdi: “Bre siz ne söylersiniz? Bu koca, güngörmüş gazinin yiğitliği üstüne laf edilir mi? Kılıç vurmasıyla cevşenli cengâverleri helak etmiş bu yiğidin üzerine söz söylenir mi?” Saçlı Mahmud bu övgünün altında kalamazdı, kendisi de onu övmek istedi,: “Bizim kılıcımız keskinse de Seydi Ahmed Paşa’nın da cıda savurması, hışt fırlatması yanında ehemmiyetsizdir. Biz Acemi hudutta tutmuşsak o da Nemçe’yi bu yanda tutmuş. Namımız belli, şanımız belli,” dedi ve ihtiyarlığın da tesiriyle ağzından: “Yarıştıracaksınız yiğitliğimizi değil cesaretimizi yarıştırın!” deyiverdi. O bunu der demez yiğitler arasında “Hangimizin ağası daha cesur?” münakaşası vuku buldu. Kimi her birinin kale basmasını, hangisinin daha cesur olduğunun böyle anlaşılabileceğini söyledi kimi de “Bunlar krallara dehşet salmış, şehzadeler esir almış yiğitler. Ondan ala ne var? Meğerki kimsenin cesaret edemediği, korkulu bir işe kalkışsınlar!” dedi. Bu ikincisini kabul ettiler. Peçevi İbrahim Efendi her ikisinin de gözü kara kimseler olduğunu bildiğinden her birinin delice bir işe kalkışmasından endişeleniyordu. Kimsenin başı belaya girmesin diye sahte bir cesaret imtihanı düşündü, kimsenin burnu kanamadan bu çekişmeden sıyrılmalarının yegâne yoluydu. Birden aklına bir fikir geldi ve “Hunîn yahud Kanlı Kontes’in ocağına dek gidelim. Korkmadan gidip gelen cesaretini ispatlar!” deyiverdi. Gaziler ve yiğitler “Gavurun beyini hanımını zikretmenin vakti midir?” der gibi baktılar. Seydi Ahmed Paşa ve Saçlı Mahmud, Peçevi’yi tanıdıklarından onun beyhude yere söz söylemeyeceğini biliyorlardı ancak Kanlı Kontes bahsinden onlar da bir mana çıkaramamışlardı. Beyden hükümdardan korkmaz bu güngörmüş gaziler korka korka bir kadından mı korkacaklardı? Paşa: “Bre kâh Nemçe’den kâh diğer illerden yetmiş kont, bey tanırım? Bu dediğin kimdir ki adını duymamışızdır?”diye sorunca Peçevi cevap verdi: “Ecsedli Bathori Erszebet’i derim. Meşhur Nadajdi Ferenc’in zevcidir.” Paşa sanki eski bir ahbabını hatırlamış gibiydi: “Nadajdi Ferenc’i görmedim ama namını duydum. Hem senden hem buralılardan duydum. Çok savaş görmüş. Zamanında Deli Arslan diye bir yiğit on yedi yaşındayken daha atının eğerine mıhlamış mızrakla kaba etinden ama cengâver kimseymiş, Macar beyleri evvelden en meşhur cengaverlerinin namına içeceklerinden hep onun namına kadeh kaldırırlarmış. Lakin cenk meydanında değil hastalanıp öyle ölmüş diye anlattı bize Nemçeliler. Ancak hanımını hiç işitmedim.” “Nemçe’den Erdel’e dek o uğursuz hanımın lakırdısını edecek bir gavur bulamazsın da ondan. Zira ondan ziyadesiyle korkarlar!” “Bre ölü kadının nesinden korkarlar? Ne diye “kanlı” derler? “Paşam bu lain kadın yaşlanmaktan ziyadesiyle korku duyup gençleşmeyi arzulamış. Gençleşmek için de genç kimselerin tövbe estafurullah kanlarıyla hamam edip yıkanırmış. Bu aşüftenin kalesini bastıklarında seksen masum köylü kızının cesedini bulmuşlar ancak Erdel köylüleri altı yüzden fazla kişinin öldüğünü söylerler. Bunu alıp ailesinin oturduğu Csejte Kalesi’nde bir kuleye hapsedip kapısına duvar örmüşler, bir yemek deliği hariç delik kalmamış. Yıllar sonra duvarı yıkıp kuleye girdiklerinde kontesin cesedini bulmuşlar, evvel oraya gömmüşler. Ancak ahali bu melun kadın hortlamasın diye huzursuzlanınca ailesinin ata yurdu sayılan Ecsed’deki aile türbesine gömülmüş. Türbenin olduğu yer bir uğursuz koru imiş ahaliden kimse oradan geçmeye cesaret edemez imiş. Hâlen geceleri kalkıp kan içmek için dolanır imiş! Ecsed buraya bir hayli uzaktır ben kalkıp gidemem ancak cesaretini kanıtlamak isteyen kalkıp gitsin!” Rumeli gazilerindeki gözle görülür bir ürperme hâli Acem gazilerinin tuhafına gitti. Anadolu’nun cinlerine perilerine aşina bu yiğitler Rumeli ahalisinin aşina olduğu upirlere, vampirlere, hortlaklara dair pek bir şey duymadıklarından korku da beslemiyorlardı. Seydi Ahmed Paşa’nın dahi geleli birkaç sene olan bu topraklarda hem korkulu
78
79
Öykü
AnimeManga İncelemesi
hikâyelere hem de fırtınalı havalarda yanından geçtiği kabirlerden gelen insandan aşrı acayip seslere aşina olduğundan bir çekincesi vardı. Lisan-ı münasip ile Saçlı Mahmud’u: “Hiç gereği yoktur. Cesaretimize âlem şahitlik etmiştir, ispatı da namımızdır. Ben senin cesaretini de kabul ederim, yiğitliğini de ancak cazu, hortlak taifesiyle eylenmek olmaz!” diye ikaz etse de Mahmud’un deli damarı tutmuştu: “Ben kendime korktu dedirtmem paşa! Kalkın hele gaziler, varalım cazunun üstüne!” diyerek Acem cenklerinin yiğitleriyle birlikte hem kaleden hem de Şimentorna’dan çıkıp gitmişti. Acele varmak için atları değiştire konaklaya evvela Budin’e, oradan da Egri’ye geçti. Sora sora günler sonra “Bu yanda ne gezerler?” dercesine kendilerine bakan Erdellilerin vilayetindeki Ecsed’e vasıl oldular. Ecsed nam kasabaya vardıklarında güneş çoktan batmıştı. Kasabanın kümesten hâllice hanına inip yanlarındaki hem Türkçe hem Macarca bilen kılavuza “Bathori’nin Kabri”ni sordurduğunda köylülerin korkuyla birbirlerine bakıp: “Nyirbator’da! Nyirbator’da!” demeleri üzerine oranın bu yerin de batısında olduğunu öğrenince boşu boşuna oraya dek gelmelerine hayıflanıp Nyirbator’a indiler. Baykuş seslerinin eşlik ettiği bulutların tepelerinde gezindiği aysız bir gecede, tarif edilen aile türbesini buldular. İçlerinde fazlasıyla ürperme olsa bile Rumeli gazilerinin ağzına laf düşürmemek adına harap hâldeki aile türbesinin kapısını kırıp içeriye girdiler. Kılavuz ilkin girmeye korktuysa da Saçlı Mahmud yakasından sürükleyerek zorla içeri sokmuştu onu. Kılavuz boş bir mezar yerini göstererek kontesin buraya hiç gömülmediğini dili döndüğünce anlatmaya, lahdin kapağının bile burada olmadığına işaret ederek başka tarafa gömüldüğünü söylemeye çabaladı. Kılavuz ile Saçlı Mahmud boğuşurken dışarıdan atlarının çılgınca kişneyip sağa sola kaçıştıklarını işittiler. Sesler yüzünden kapıya dönüp baktıklarında ise bir anda kapının önünde sırtı bükülmüş kambur bir kadının göründüğünü sandılar. Kadın birden kaybolunca ne olduğunu anlayamayıp hayal gördüklerine hükmettiler ancak tuhaf bir ihtiyar kadın kahkahası duyduklarında akılları başlarından gitti. Saçlı Mahmud: “Akılları sıra hemşehrisini korur bu kocakarı!” diyerek tek başına çıkıp bakında. Bulutların arasından belli belirsiz sızan ay ışığında biraz uzaktaki bir koruluğun içinde belli belirsiz beyazlar içinde bir kadın silueti görür gibi olunca duraksadı. Adamlarını da yanlarına alarak koruya yönelmek istediyse de adamlar betleri benizleri solmuş bir hâlde korkuyla koruyu gösterip korkunç görünüşlü ihtiyar kadından bahsederek emrine ayak direttiler. Mahmud cesaretinden ödün vermediğini kanıtlamak istercesine: “Topunuz bir adam etmezsiniz!” diyerek tek başına koruya daldı. Kara kuru ağaçların ve dikenli dalların arasında yürüyen Saçlı Mahmud kılıcını çekerek karşısına çıkacak ilk şeyi ikiye biçmek için sağa sola bakındı. Korunun az ilerisinde beyaz elbiseli bir kadını görünce: “Kimsin?” diye gürleyerek kadına yöneldi. Kadın işveli bir şekilde ona yaklaştıkça elinin ayağının tutmaz olduğunu hissetti. Kadın mermer kadar soğuk elleriyle Mahmud’un kılıcını kavramış ellerini tutunca istemsizce ürperdi. Kadın ellerini açar açmaz kılıcını yere düşürdü. Kıpırdayamadığını anlayınca korkuyla zevk alma hâli arasında kaldı. Kadın suratını onun suratına doğru yaklaştırdığı sıra bulutlardan sıyrılan ay ışığı altında çürümüş suratı, taşra çıkmış dişleri ve ateş kırmızısı gözleri görünce aklı çıktı. Kocakarı siluetindeki bu yaratık ürkütücü sırıtmasıyla ona yaklaşıp sivri dişlerini boynuna yaklaştırırken Saçlı Mahmud’un dehşetli çığlıkları korudan yükselen ötücü gece kuşlarının kanat seslerine karıştı. Acem hududunun gazileri arkalarına bakmadan kasabadan dışarı kaçarlarken kanat seslerinden ve çığlıktan ürkerek elleriyle kulaklarını kapattılar… SON Yazan: Mehmet Berk YALTIRIK
80
İllüstrasyon : Zeynep ZEZE
GANTZ Anime-Manga İncelemesi Selamlar ve mutlu 2014’ler sevgili Gölge takipçileri (Mistik tarikat ismi gibi oldu.). Önceki sayılardaki incelemelerden de anlaşılacağı gibi genelde pek popüler olmayan anime-manga türlerini ve bu türlerden serileri inceliyorum. Fakat zaten ülkemizde bir çizgi roman piyasası veya diğer fantastik edebiyat vs. yapıtlarına göre daha az bilindik bir konuda inceleme yaptığıma ve bundan sonra daha fazla bilinen fakat kesinlikle seinen türünden ödün vermeyen serileri incelemem gerektiğine karar verdim. Bu sayı için seçtiğim seriyse tamamen bu duruma en uygun olanlardan bir seri. İsmiyse ‘’Gantz’’ isimli anime-manga serisini seçtim. Gantz, 2000 yılında Oku Hiroya tarafından mangasına başlamış 37 cilt sürmüş ve geçtiğimiz yıl şahsen tatmin edici bir finalle bitmiştir. 2004 yılındaysa Gonzo Studios tarafından 26 bölümlük bir animeye uyarlanmıştır. Bu anime, hem seinen türünün hem de mangaya bağlılığın gerektirdiği; şiddet, cinsellik, argo ve her türlü yetişkin unsuru sonuna kadar kullanmış ve epey ilgi görmüştür. Öyle ki 2011 yılında Shinsuke Sato tarafından iki adet live-action filmi Japonya’da gösterime girmiştir. Bir tane de video oyunu uyarlaması yapılmıştır. Serinin türüneyse gerilim-aksiyon-bilimkurgugizem-seinen diyebiliriz. Ve kocaman +16 ibaresini aklımızdan çıkartmadan okuyup izlemeliyiz. Kısaca serinin konusuna gelecek olursak; baş karakterimiz, Kei Kurono, 16-17 yaşlarında yaşıtları tarafından pek sevilmeyen, aslında kendisi de insanları pek sevmeyen ve ergenliğin getirdiği bütün terbiyesiz özelliklere sahip bir gençtir. Oldukça sıradan bir gün okulundan evine dönmek için yola koyulan Kei, metro istasyonunda trenini beklemektedir. O sıralardaysa orada bekleyen evsiz bir alkolik metro raylarının üzerine düşer. Kei de metroda bekleyen neredeyse herkes gibi umursamaz ve hiçbir şey yokmuş gibi davranır. Tam o sırada başka bir genç, evsiz adamı kurtarmak üzere metro raylarına atlar. Kei de herkes gibi, bu ‘’aptallık’’ karşısında anlamsız ve şaşkın bakışlarla evsiz adam ve genci izler. Bir süre sonra Kei, bu yardımsever gencin eski okul arkadaşı Kato Masaku olduğunu fark etse de tanımamazlıktan gelir. Fakat Kato, onu tanımıştır ve kedisine yardım etmesini istemektedir. Israr karşısında başka bir şansı kalmayan Kei de raylara iner. İki genç, birlikte evsiz adamı kurtarırlar fakat metro hızla gelmektedir. Gençlerse raylardan yukarı tırmanmayı beceremezler ve ikisi de metronun çarpması sonucu parçalanarak ölürler. İşte hikâyemiz de tam burada başlar. Gençler, gözerini açtıklarında kendilerini
81
AnimeManga
AnimeManga
İncelemesi
İncelemesi
boş bir apartman dairesinde, hiç tanımadıkları farklı yaş ve kesimlerden bir grup insanla bir arada bulurlar. Odanın tam ortasındaysa tanımlanamayan bir nesne vardır. Siyah bir küre. Gantz. Hem dehşet hem de anlamsızlığın verdiği şoku az da olsa atlatmalarının ardından odadaki diğerleriyle konuşmaya başlarlar. Hepsinin ortak noktasıysa ‘’ölmüş’’ olmalarıdır. Fakat bulundukları oda, metafizik bir alemle uzaktan yakından bir alakası olmayan, camdan baktıklarında Tokyo kulesini görebilecekleri sıradan bir apartman odasıdır. Bir süre sonraysa kürenin üzerindeki dijital bir ekranda yazılar belirmeye başlar.
‘’Benim adım Gantz. Hepiniz öldünüz, bu yeni hayatınız ve tamamen bana bağlı. Hayatta kalmak istiyorsanız oyunumuzun kurallarıma uyacak ve görevlerinizi yerine getireceksiniz... İyi eğlenceler ve boş şans...’’ Gençler, istemeseler de Gantz’ın verdiği tüm görevleri yine onun verdiği tuhaf ekipmanları kullanarak yerine getirecek, iğrenç ve aksiyon dolu, kanlı maceralara başlayacaklardır. Gantz onlardan kendisinin ‘’uzaylı’’ dediği çeşitli yaratıkları özel silah ve ekipmanlarıyla avlamalarını isteyecek ve karşılığında da çeşitli şanslar ve ödüller vaat edecektir. Peki Gantz aslında ne veya kimdir? Nasıl çeşitli
82
Kei Kurono
Kato Masaku
şekillerde ölen insanlara buraya gelmektedir? öldürecekleri şeyler gerçekten uzaylı mıdır ve tüm bunların nedeni tam olarak nedir? Anime 26 bölüm mangaysa 383 sayıdır. Animenin son üç bölümüyse filler bölümdür. Yani mangayla ilgisi olmayan doldurma amaçlı hazırlanan bölümlerdendir. Fakat tavsiyem bu üç bölümü de sırf bu bölümlerde tanışacağımız ‘’Hajime’’ karakteri için bile izlemeniz yönündedir. Hem animeyi hem de mangayı takip etmek isteyen arkadaşlaraysa şöyle bir tavsiye vereyim: Animenin 23. bölümü yani mangaya paralel olan son bölümü manganın 90. sayısına denk gelmektedir. Son üç bölümün filler olduğunu unutmayarak animenin ardından mangaya 90. sayıdan başlamanız kesinlikle tavsiyemdir. Yukarıda da bahsettiğim gibi serinin hem animesi hem de mangasında vahşet ve çoğunlukla sadistik cinsel ögeler epey bulunmaktadır. Etrafta uçuşan kafa, organ ve uzuv, fütüristik silahlarla yapılan katliamları ve diğer gore ögelerini çizgilerde de deneyimlemeyi seviyorsanız aradığınızı fazlasıyla bulacaksınız. Bunlar dışında
83
AnimeManga
AnimeManga
İncelemesi
İncelemesi
serinin animesi de grotesk yaratık çizimleri konusunda iddialı olsa da manganın 20. cildindeki müthiş ucube şovu çizimlerine yetişememekte maalesef. Eğer benim gibi iğrenç bir yaratıcılık mahsulü çizimleri ve sahneleri seviyorsanız mangada yaşayacağınız görsel şölenden size şöyle birkaç örnek göstereyim: Gördüğünüz gibi tamamen grotesk kalıba uygun hasta bir yaratıcılıkla tasarlanmış epey bir mahlukat göreceksiniz. Size Bu da filmden bir kare. bunlar dışında serinin estetik detayları hakkında fikriniz olmasını sağlayacak anime ve mangadan örnekler göstermem gerekirse: Aslında çok daha güzel örnek resimler ekleyebilirdim fakat kendi bilgisayarımın başında olmamam resimlere ulaşma işini epey zorlaştırdı ne yazık ki. Fakat seri hakkında estetik açıdan fikir sahibi olmak isterseniz bunlarında yeterli olacağı görüşündeyim. Ana fikre gelirsek; Gantz, gizem ve merak unsuruyla başlayan, aksiyon, vahşet, erotizm ve kara mizahla devam eden ve bölüm ilerledikçe çok çok farklı bir boyutta ilerleyen eğlenceli ve sert bir seridir. Serideki diyaloglarda ve Oku Hiroya’nın sert üslubuyla yazdığı kapak notlarına günümüz toplumunun duyarsızlığı, insanların sorunlarını gereğinden fazla abartması gibi konulara ve bazı politik unsurlara eleştiri niteliğinde göndermeler de bulacaksınız. Kısacası şiddet, cinsellik ve argo konusunda hassas bir bünyeye sahip değilseniz kesinlikle kaçırmamanız gereken bir anime ve manga olduğunu söyleyebilirim. En azından aynı kulvarda olduğu diğer birçok seinen seriden ayrı bir ün yakalayabildiği için bile şans verilmesi görüşündeyim. Evet sevgili takipçiler, böylece bir incelemenin de sonuna geldik. Hatalarım olmuşsa lütfen bir daha tekrarlamamam adına bildirmekten çekinmemenizi umarak, hoşça kalın. Aslan KIZILÇAY
84
85
Öykü
Kristal Zaman Koca anfide ders anlatıyordu, yine, her zamanki gibi alaysı tebessümü dudaklarının kenarından masaya düştü düşecek sanırdınız. “Foucault’un ihlalkâr edebiyatı, Derrida’nın sirayeti, Sade’in, Bataille’in karanlığı, Nerval’ın melankolik rüya evreni, Woolf’un feminist kalemi, Cocorosie’nin gotik tınıları, Hazapulo Pasajı’nın pitoresk hâli, Tanpınar’ın şiirselliği, Atay’ın ironisi, Magritte’in avangard resimleri, halk edebiyatının derinliği, tasavvufun şiirselliği, dantel bir elbisenin geçmişi hatırlatması” Ve ben en arka sıraya oturdum geç giren bir öğrenci mahcubiyetiyle dinlemeye başladım Dinledikçe Unutmaya Unuttukça Hatırlamaya Ve hatırladıkça……….. Düşlemeye “Klasik edebiyata inanmayışın, deneysellik iddiaların ve her şeyi herkesi delip geçen büyük egon,” derdim ama bunlar seni sevmeme engel değildi hiçbir zaman. “Ve bir de seni düşünüyorum her şeyin üzerine vuran gölgendeyim ben,” cümlen nedeniyle belki de terk edemedim seni, tıpkı en sevdiğimiz film İngiliz Hasta’nın aramızdaki garip bir aidiyet kurması gibi. Garip aidiyetler vardı aramızda hükümsüz, zamansız, kimliksiz organik… “Karanlıkta seninle kaybolmayı ve güneş aydınlığı muştulayana kadar hiçbir kötülüğün, sözün ulaşamadığı ve kristal saydamlıkta seninle durabilmeyi. “Deleuze’un zaman kristali mi bu?” demiştin kibirli bir cüretkârlıkla . “Ta ki güneş kristal saydamlığın içine vurana, hükümsüz mahremiyetlerin kızıl kırılganlığı, zamanda kaybolmaya başlayana dek.” diye cevaplamıştım seni. Se Nin le olmayı istiyorum Ötesi boş Boşluk ve anlamsız biz sadece birer görüntüyüz bizlerden geriye sadece sararmış fotoğraflar kalacak bedenin bir görüntü saçların, gözlerinin yeşilliği, kırmızı dudakların, porselen rengindeki göğüslerin güzelliğin uçucu bir fotoğraf beden sadece ve sadece bir fotoğraf derdin bedene duyulan bu anlamsıza tutku, beyhude bir Çaba -biyo-iktidar
86
87
Öykü
Öykü
parçalamış eşyalar -delik deşik disiplinci toplumlar sizi. Toplum koca mutantan panoptikon bir göz … Ve yine hatırlamaya başlıyorum.. annenin sen bir yaşına bastığın zaman Vakko’dan aldığı rugan lacivert ayakkabıların Babannenin Salacak’taki köşkünden bin bir zorlukla alabildiğin mermer ayna .. aile meclisini ikiye bölen ayna holde duran iki darbe görmüşlüğü olan , gecikmiş şizofren Türk modernleşmesinin halesiyle çevrili, toplumun ikili karşıtlıklarını seyre dalan evin tüm geçmişini içinde biriktiren sırlı ayna bundan mıdır kararmıştı camı kusuverince ayna içinde yılların tortusunu siz de taşınıvermiştiniz asırlık köşkten palas pandıras saçaklı acem halıları, ünlü ressamların evin her duvarını süsleyen tabloları, dedenin gençlik zamanından kalma yağlıboya röprodüksiyonları, yapısökümcü düşüncelerinle sen …. dumanlı kuvarsa bedel bir voltluk enerjini evrene saçarken… durmuş saatler daha da tozlanacaklar… kibirli İran kedisinin kafasını uçurduğu Paris’ten hediye gelen abajur Büyükbabaanneden kalan saray fotoğrafları her eski İstanbullu aile gibi saraya dayanan soya duyulan kibir. dedenin Saint Joseph günlerinden kalma Fransızca hikâye kitapları annenin dededen yadigâr eski 45’likleri küf kokan anneannenin Grace Kelly tarzı gece elbiseleri pullu gece çantaları kırık çam ağacı süsleri kokulu karton kaplarında hiç gün yüzü görmeden sararısacalar imge istifçiliği mi , yoksa eşya hafızlığı mı her eşyanın bir hafızası olduğunu iddia eden hâlin Walter Benjamin’e tutkunluğun da buradan mı geliyor acaba Senin çocukken takmaya bayıldığın lapis lazuli yüzük babaneden yadigâr Osmanlı kesimli elmas broş annenin evlenince sana hediye edeceğini söylediği sonra sıkıntı günlerinde bir hiç parasına satılan büyük dedenin adı işlenmiş kara kaplı mesnevi babannenın ata bindiği günlerden kalma binici çizmeleri eski İstanbul hanımefendisi dıgıdık Lamia’nın dillere destan ata binişleri
88
ayakları seninkinden oldukça küçüktü sen “ata binmek yerine kalem sürmeyi tercih ettin demiştin” sana yaptığı kırmızı sabahlığı hiç unutmadın o nedenle kırmızı en sevdiğin renk oldu, 1945’lerin Roması Balayı fotoğrafları Siyah beyaz Yüzü daha bebek gibiyken Teni Bir ağaç kabuğuna dönüşmemişken
aile albümleri önce herkes çokken sonra herkes hiçken soy çoğalmayacak çünkü doğurmamayı evlenmemeyi seçtin sen rahmini mor mürekkebe akıttın bedenini uçucu bir metne dönüştürdün kristal,sinematografik kelimelerle döşedin bir sanat eseri olarak yaratmaya karar verdin kendini postfeminist kadın kuramcıların izinde yazıyı sütle kutsadın Medusa’nın gülüşü yazarak çoğalmayı ve yine yazarak eksilmeyi seçtin Beyazıt, Cihangir’e yolu düşenler bulacak aile albümlerini fotoğraflarını evleri için süs malzemesi olacak bedenimiz “ne kadar ilginç” diyecekler video art olacağız kitche dönüştürecek lirik kapitalizm bizi lıkır lıkır içecek öğütecek muktedir bedenlerimizi.. performansa dönüşeceğiz bir sanat galerisinde seyirlik malzemeler olacak yüzümüz. Herculine’nin yitik cinsiyeti için tutulan yasların ardından kalem oynatırken Queer’lerin, ötekilerin melankolisi sızlatacak içimiz. Kaygımız feminist manifestomuz … Soykütüklerin dibine vurucaz.
89
Öykü
Öykü Ilık likörler elimizde Bir zamanlar anlam üreten yüzümüz Deleuze demişti yazarak silmeye çalışıyorum yüzümü Öznelliğimi ve kahrolası biyeometrik kimlik zırvalarını ama tüm gerçekliğin ötesinde biz uçucu görüntüleriz tek gerçeklik fotoğraflar sonra belki bir portakal ağacı olacağım bedenim bir portakal yaprağına dönüşecek kasvetli güz rüzgarı beni senin evine savuracak muazzam avizenin süslediği eski küvetin üzerindeki bir röprodüksiyona takılacak gözüm nü tablolar hep ve her daim banyoda durur kuralı kırılmayacak Carmina Buranay’la duş almaktan vazgeçilmeyecek
senin en sevdiğin püsküllü kitap ayracın olacak o portakal yaprağı bilemeyeceksin o portakal yaprağının ben olduğunu resmimle yaprak aynı sayfada duracak ben bir portakal yaprağıyım garip ve görünmez bir aidiyet kurucan o portakal yaprağınla her zaman yanında olmasını isteyeceksin neden yazarız demiştin ? buna verilecek iki cevap var diye yanıtlamıştın beni ya kelimelerin içinde boğulmak ya da portakal ağacının bir yaprağı olmayı en başından kabullenmek insanın elinin damarların en benzeyen yaprağın portakal ağacının yaprağı olduğunu da o gün söylemiştin bana aslında t harfinin olmadığı daktilonun tıkırtısı 2 yıldır dokunmadığım roman müsveddelerin artık sarardı Seni bekliyorlar
Silkinmek için jazz ayılmak için gotik rock egoyu törpülemek için Piyano eşliğinde ney dinlenecek duşta ucuza aldığın bir cd’nin cızırtılı sesinden zihnine sonra bedenine sirayet edecek notalar sonra kelimeler olarak püskürtücen onları, gözlerinde bir hüzün olarak takılı kalacak bazıları öğütülmeden hazımsızlık yapan kaysı taneleri gibi dilinin altında ikinci bir dil olacak zihnin güç toplamak için sonuna kadar Nikolay Rimsky Korsakov’dan taviz verilmeyecek çocukluk alışkanlığı matematik ödevlerinde eşlik ederdi sana Korsakov sense Mansfield Park’a sığınırdın sayıların karaltısından ve hışmından kaçardın. sayılar rasyonaliteydi. Uçsuz bucaksız duygusuzluklardı. Beyhude çırpınışlardı. Sayılar aydınlanmaydı, moderniteydi, uçsuz bucaksız meta anlatılardı Hızın, taviz vermeyecek noktalama işaretleri karşısında Ne nokta ne virgül olacak yazılarında hükümsüzleştiren hepsini
Hiçgelmeyişlerinmelankolisininsinmişliğininevinde.
Yazan: Esen KUNT
Pikapın yeri kadim küvetin yanı sıkılınca yazmak için kaçtığın kapıyı kapayınca kötülükleri dışarda bıraktığını düşündüğün mahrem mekânın boşanmış çocukların yaratıcılıklarının atölyesi olduğunu iddia ettiğin tuvaletin soykütüğü üzerine Derrida’dan alıntılar yapmaya başlıycan yine …. Hiçbir erkek doldurmayacak kalbindeki iğne boşluğunu baştan kabullenecekler mağlubiyeti
90
91
İllüstrasyon: Erdinç KALAFAT
92
93
94
95
96
97
Röportaj
Sadık YEMNİ
"2002’de Pera’nın üstüne şeffaf bir fanus kapatmaya karar verdim." Türk fantazya edebiyatının büyük üstadı Sadık Yemni 2013 biterken yeni kitaplarla birlikte 2003’te yazdığı Çözücü’yü yenileyip raflara koydu. İsopera gerçeğinde kalan 26 kişinin öyküsünü okurken çooook uzak bir yere gidip tüm olaylara, hatta belki de tüm okuduğunuz kitaplara izlediğiniz filmlere yeni bir anlam katmak aynı zamanda kendi öykünüzü de yazmak ihtiyacı hissedebilirsiniz. Çözücü’de farklı bir bilimkurgu var. Biraz Fringe, biraz X-Files, biraz Solaris ve de Matrix. Çözücü ilk oluşmaya başladığında neydi? Sonradan ne oldu? Çözücü türü bir roman yazmak fikri içimde daha Logan’ın kaçışı - Logan’s Run (1976) filmini izlediğimden beri mevcut. İç içe gerçeklikler benim beyin kimyam için yabancı bir şey değildir. Konularını yönlendirdiğim, beğenmediğim finalleri, hatta bazı oyun karakterlerini değiştirdiğim rüyalarla haşır neşir olurdum çocukluğumda ve ilk gençliğimde. Bu idman nedeniyle aslında çeşitli gerçekliklerle arasında bir soğan zarı kalınlığında duvarlar bulunduğunu bilirim. Çok kişi buna inanmaz. Aşırı hayal gücü olarak değerlendirir, sonra gider kendine reklamlarda önerilen şeyleri satın alır. Algı yönetimi bile zihinlerde bir çeşit yapay gerçeklik yaratmaktan başka nedir ki? 2002’de Pera’nın üstüne şeffaf bir fanus kapatmaya karar verdim. 8’i turist olan 26 kişi bir sabah kendilerini bu alanda tek başlarına bulurlar. Dış dünyayla kontak kuramazlar. Dış dünya da onlara ilgisizdir.
98
99
Röportaj
Röportaj
O hâlde bu nedir? Gerçeklik nedir? Biz kimiz? Neyiz? Bizi nasıl bir gelecek bekliyor sorularını sormaya başlarlar. Amacım bu soruları sordurmak ve mevcut maddi ortamda bunlara cevap aramanın, paralel bağlanmış 26 beynin, zekânın bu girişiminin serüveninin yazmaktı. 2003 kitap yayımlandı. O sırada Fringe ve Lost dizileri yoktu. Matrix (1999) filmi görsel şölen olarak üst düzey bir kaliteye sahipti, ama öyküsü fazlaca sıradandı. Kırmızı ve mavi hap siyahbeyaz çözüm sunuyordu. Fuzzy mantık evreninde böyle bir alan yok malum. Bu nedenle Mor Hap adlı bir deneme yazdım ve bu hapları tek tek değil birlikte aynı anda kullanmayı önerdim. Öykü kalitesi ve grift bulmacamcı kurgu açısından yine 1999 yılı mamulatı olan ExistenZ, Matrix’ten çok daha iyidir örneğin. Ben bu toprakların, Türkiye’nin Matrix’inin, bize has bir alternatif gerçekliğin, zekâ ve sezgiselliğinin alametifarikası olacak bir eserin peşindeydim. Baştan ne istediğimi biliyordum yani. Bizden birileri, yabancılarla birlikte bu ortamda ne düşünürdü, nasıl davranırdı, hangi sonuçlara ulaşırdı? Hayal gücü, ilham, geçmiş ve gelecekten üzerimize yağan ekolar bu ortamda hangi libasa bürünecekti? Sorum buydu. Cevaba doğru adım adım yürürken başlangıç noktamın sağlandığını görme hazzına eriştim. Bunu okurun kendi buluş ve takdirine bırakıyorum. Kitabınızda bitirdiğiniz tarih olarak Amsterdam 2003 yazıyor. Zor olmadı mı bu kitabı Amsterdam’da yani olay mahallinden uzakta tamamlamak? Kitabı oluştururken olay yerine kaç kere gittiniz? Mesela Ahmet Ümit İstanbul Hatırası’nı yayınladıktan sonra bir gezi planı yapıp İstanbul’da okurlarına tur attırmış hem de bunu bir tur firmasıyla, para karşılığı yaptırmıştı. Kitap bittiğinde kendinize ya da herhangi bir okurunuza olay mahallini gezdirdiniz, anlattınız mı? Bu kitabı yazmadan önce elimde bir harita ve yanımda bazı arkadaşlar romanda bahsi geçen bölgeyi ve her sokağı tek tek gezdik. Toplam 340 adet fotoğraf çektik. Sınırın geçeceği yerleri tespit ettik. Bütün ayrıntılar onlarca saat çalışmanın ardından haritaya ve kurgu defterine işlendi. Uzun bir kurgulamanın ardından da yazım aşamasına geçildi. Kurgu İstanbul’da, yazım Amsterdam’daydı yani. Dahası kitabın 2003 baskısında ek olarak sözü geçen bölgenin renkli bir haritasını bile verdik. Bu bir ilkti sanırım. Sonradan birçok kişiye yakınından geçerken Pera’yı kuşatan sınır bölgelerini gösterdim. Özel bir tur düzenlemedim. Böyle bir fırsatım olmadı henüz. Yakında belki. Beleş olacak hâliyle. Ve tek bir kez. 206. sayfada kitabın kadınlarını film yıldızlarına benzetiyor erkekler. Kitaplarınızı yazarken “Bu kitap filme çekilirse şu karakteri şu oyuncu oynar,” diye bir plan yapıyor, karakterlerle oyuncuları özdeşleştiriyor musunuz?
oyuncu özdeşleştirme yetim de onları kurtaramıyor. Mesele bu noktadan sıyrılmış iyice. Kitabınız ne kadar sci-fi olursa olsun bana çocukluğumda okuduğum ilk kitaplardan On Küçük Zenci’yi hatırlattı. “Ne olursa olsun dışarıdan yardım gelemeyecek,” kuralı yani (Sizin kitabınızda da epeyce film ve kitap adı olunca ben de kitap ve filmlerden yardım alıyorum doğrusu.). Katmanlı bir kitap bu, çok kahramanlı, kurgu sırasında kitabı yaratan olay örgüsüne insanları sıkıştıran bir Tanrı olarak müdahale etme ihtiyacı hissediyor musunuz? Ben hızlı bir Agatha Christie okuruydum bir zamanlar. Yetmişi aşkın Yemni Belki burada her şeyi konuşabiliriz eserini tanırım. On Küçük Zenci’nin ilk başlığı ‘And There Were None’ du. Sonra ‘On Küçük Zenci’ oldu. Ardından zenci sözcüğünün rencide edici yükü nedeniyle On Küçük Kızılderili olarak değiştirildi. İlk başlık olan ‘And There Were None’ çok daha hoş bir göndermeye sahip Çözücü metni açısından. 13. Kat - 13th Floor filmini düşünün. 2050’lerdeki teknoloji kendi de simülasyon yapabilen karakterlerin olduğu bir simülasyon yapmayı başarıyorlar. Programlanmış bir zekâ kendi de program yapıyor, ama programlandığını kesin olarak bilmiyor. Belki bir yaratıcı vardır diye düşünüyor. O hâlde ben de özürlü ve ölümlü bir hayalci olarak bazı fanteziler kurabilirim. Dahası bunu okura aynen nakledebilmek için bazı teknik önlemler kurgulayabilirim. Amacım okuru romanda alabildiğine kendi başına bırakabilmektir. Bu her yeri, anı görebilen bir anlatım şekli gerektirir. Zamandan ve mekândan azadeye has bir yapabirlilik. Kahramanlar sıfır noktasından fanusun içinde sıkışmış olarak başlar. Yazar da oradan başlar ve kendini buradan başlatan saiki sorgular. Kendi de içerde kapalıdır. Ta ki nasıl çıkılacağını kestirene kadar. Ahenkli kurguların böyle lüksleri vardır. “Yaratılış hikâyesi” kitabınızda önemli bir yer tutuyor. Bölüm başlarında Tekvin’den alıntılar var. Kutsal kitaplardaki yaratılış, türeyiş, helak olmalar bir bilimkurgu yazarı olarak nasıl etkiler sizi?
Öyküde ‘çift kurma’ ve ‘aile teşkil etme’ güdüsü önemli bir rol oynuyor malum. Görsellik de çok önemli. Bu nedenle erkekler koğuşunda bir ara erkek fantezisi gaza basıyor. Kadınları film aktrislerine, ünlü çizgi roman karakterlerine benzetiyorlar. Gerçeğin sanala kayması sahnesi diğer yandan. Algılarında yer etmiş donelerle yeniden organize olmaya çalışıyorlar. Oysa bu pek kolay değil artık. Benim karakter
Ben kırk yıla yakındır Kuzey Avrupa’da yaşıyorum. Hıristiyan ve Yahudi kültürün göbeğindeyim. Formasyonumu tamamladığım şehir olan İzmir benim çocukluğumda kozmopolit yapısını bir ölçüde muhafaza etmekteydi. Benim için sinagog, kilise ve camiyi bir arada görmek tuhaf değil. Çözücü sadece bir bilimkurgu eseri değil. İçinde korkutucu, felsefe kurdurucu, dramatik ve insani yanlar da var. Beka korkusu örneğin insanı dine yöneltir. ‘Düşen uçakta ateist olmaz,’ diye bir söz vardır. Kitapta Müslüman, Musevi ve Hıristiyanların yanı sıra ateistler, agnostikler, deistler de var. Ancak bu inanç çeşitliliğiyle olay ufkunu net görebiliriz diye düşünüyordum.
100
101
Röportaj
Röportaj
Türeyiş, helak olmalara gelince bunlar Batılı bilimkurgu, korku ve dram yazarlarının en çok kullandıkları ögelerdir. Çünkü bunlar insanlığın kolektif bilincinin, yine kolektif arketiplerinin, kolektif vicdanının çok ciddi bileşenleridir. Carl Jung, Batı insanınında modern ile ilkel arasındaki bir yarılma nedeniyle meydana gelen nevrotikleşmeden söz eder. Atalarının mitsel hakikatlerinden yoksun kalan ve doğadan kopan insanlarda ego ile bilinçdışı arasında çok büyük bir boşluk oluşuyordu. Bu nedenle de çok iş yapan ünlü film ve dizilerin neredeyse tamamı bu kadim öykü, mesel ve bunların semboliğiyle tıka basa yüklüdür. Bunlar kullanılmadan dünyamızda insana dair ciddi bir çözümleme (ve de psikoanaliz) yapabilmeniz imkânsızdır. İnsanlık hamurumuzu meydana getiren en temel kültürel malzemedir. Neo-oryantalizmin kültürümüzün üzerindeki çürütücü ve gaflete sürükleyici etkisi nedeniyle bu yön Türkiye’de hâlâ layıkıyla anlaşılamamıştır. Bazı yazarlarımızın becerilerine takılmış bir bukağıdır âdeta. Başlı başına bir söyleşi konusudur. Kitabınızda Güven adında bir yazar var. Yâzı Meyyın’ın Tarassut-u Muamma kitabını görünce çok mutlu oluyor. Sizin de bazen alıntılar yaptığınız Yâzı Meyyın’ın kitaplarına ya da yazılarına bir türlü ulaşamadım. Kim bu Yâzı Meyyın, nedir Tarassut-u Muamma? Muammanın bir gök cismi gibi gözlemlenmesinin, tarassut edilmesinin yani katalizötör bir yanı mevcut. Aslında ne olduğunun açıklaması bir öneme haiz değil. Gizemin obzervasyonu kitapta Güven’in edimi. Güven başlangıçta yarıbilinçle bunu yapıyor. Yâzi Meyyın’a gelince onun kim olduğunu söyleme yetkim yok. Şaka tabii. Zamanı gelince kendisiyle tanışacağız. Abi kitabın sonuna gelirken beni çarpan uzun bi konuşmanın sonunda “... Nalan falan yok. O ev yok. Hepsi bir film dekoru. İdeaot’uz biz. Robot değiliz. Biot da değiliz.” çıkışın. İdeaot kelimesini nasıl ürettin abi? Ben biraz anlamadım ne bu İdeaot nedir? İdeaot’u otomatize edilmiş idealar, düşünceler, tasavvurlar ve hatta biraz da soyutun güzelliğinin doğurduğu aşk anlamına türettim. İdeaot’a giden yolun iki öncül basamağı vardı. Robot ve Biot. Robot: Robot kelimesi ilk kez Çek yazar Karel Čapek tarafından 1920’de yazdığı Rossum’s Universal Robots adlı tiyatro oyununda kullanıldı. Çekçe robota kelimesinden yararlanmıştı. 1933 yılında Karel Čapek bir arkadaşına yolladığı mektupta robot kelimesini kardeşi Josef’in uydurduğunu yazmıştır. Biot: A.C. Clarke, 1973’de yayımladığı Rama’yla Randevu adlı kitabında biyolojik robot olan biotlardan söz eder. Bunlar organik malzeme dolu bir denizden türüyorlar, tamirat, yedek parça temini, teknik bakım, temizlik vb. gibi görevleri yerine getirdikten sonra bu mini denizde çözülüp gidiyorlardı. Oysa bütün sonsuz değişkeleriyle yaşam Rama’ya gelmişti. Eğer bu biyolojik robotlar canlı değillerse, çok iyi birer taklit oldukları ortadaydı. ‘Biot’ kelimesini kimin bulduğunu kimse bilmiyordu. Sanki bir anda kendiliğinden ortaya çıkmış ve herkes tarafından kullanılmaya başlanmıştı. Bu duruma göre ana girişte Pieter, şef Biot gözcüsü oluyordu. Ve onları inceledikçe bazı davranışlarını anlamaya başladığına inanıyordu. Arthur C. Clarke, Rama’yla Buluşma, İthaki Yayınları,1999
102
İdeaot: Tasavvurlardan yapılmış, düşüncelerden örülmüş robotvari sistemler, simülasyonlar için bir sözcük ararken parmaklarım 2003 şubatında ansızın İdeaot yazdı. Sezildemliğim, İdeaot’un bir kez kurulduğunda tüm evreni, evrenlerin tümünü birbirine bağlayan mana köprüleriyle eklemlendiğini fısıldıyor. Kitabın karmaşık yapısını anlamak için “Optimize edilmiş fikir yumağı” kelimesinin ne anlattığını da bilmek zorunda mıyız? Bu deyim benim kavramları Türkçe söyleyebilme çabamın sonucudur. Bilinen organik bedensiz var kalabilen, kendinin farkında olan ve ortalama iş görebilen zekâyı kastediyorum. Anlamadığım bir kelime de “Cyberneroteoloji” sizin ürettiğiniz bir kelime herhâlde. Bu kelimeleri bilmeden Sadık Yemni okulundan nasıl mezun olacağız? Cyber (Güdüm) + Nöroloji Yemni çözücü örnek (Sinirbilim) + Teoloji (Dinbilim) şeklinde bakınca algılarımızın güdümlenerek tanrı fikrine yönelişi gibi bir anlam çıkıyor. Bunun üzerine çok konuşuluyor. Tanrı geni muhabbeti malum. Ben de buradan hareketle bileşik bir terim üreteyim bari dedim. Belki başkası da düşünmüştür. Bugünlerde her şeyin başına cyber koymak moda oldu. Şu anda biz örneğin cybergölgesöyleşisi yapıyoruz. Çözücü’de bir ‘fotonella’ var, Gölge e-Dergi 76. Sayısında da karşımıza bir ‘Fotonella’ çıktı. Fotonella ne? Bunlar aynı fotonellalar değil, değil mi? Bunlar yapı olarak aynılar. Fotonlar elektromanyetik alanların teşkili dâhil evrendeki her şeyden sorumludur. Fotonları sitimüle ederek onlara iş yaptırabilsek, zekâ yükleyebilsek, gerisi göz açıp kapayana kadar olur biterdi. Hemen insan hayatını bire bir taklit eder, bizim yapabildiğimiz her şeyi yaparlardı. Belki yıldızlar arası seyahatin astronotları fotonella türünden olacak. Ne ivmeden, ne de radyasyondan etkilenmeyen, yemek yemeyen, su içmeyen süper astronotlar.
103
Röportaj
Röportaj
Bilimkurgu hep bilimsel mi olmalı? Evet. Tanımı gereği. Hayalimiz ve sezgilerimiz mevcut teknolojinin önünde yürüyecek ve teknik yapabilirlik önceden sürülmüş tarlaya tohumlarını atacaktır. Bilimkurgu bilimsel hayallerdir. İsopera gerçeği ardında tasavvufi bir yorum aramalı mıyız? Tasavvufi terennümler mevcut kitapta. Zekânız olan biteni anlamakta bu kadar yaya kalırsa, beka korkusu sırtınıza çullanırsa bütün olan bitenin tek bir potadaki işlemin eseri olduğunu ve bunun bir ögesi olduğunuzu, daha açık söyleyeyim zihninizin yüce bir yaratıcının zihninin bir bileşeni (component) olduğunu düşünmeniz çok doğaldır. Siz bir yazarsınız, edebiyatçısınız, fantastikçisiniz. 2013’e veda ederken Çözücü kitabınız Muska ve Yatır’la birlikte yayınlandı ve röportaj yapmak için bu kitabı seçtim. Malum Çözücü on yıl önce yazdığınız bir kitap ama 2013’te yeniden düzenlediniz. Hatta son sayfada yenilerken “Balonun üstündeki 2016 yazısını 2024 yaptım,” diye hem okura bir not hem de bir hava atışınız var. Özellikle de son sayfanızda “Okur yaş sınırı düşen bir yazarım,” derken de haklı bir övüncünüz var. Çözücü mekân olarak Beyoğlu’nda, Pera’da geçiyor. Bu arada Çözücü’nün 2003 baskısında Taksim için ‘Direnç meydanı’, İstiklal caddesi için ‘Direniş’ yazmışsınız. Buradan Gezi olaylarına bağlantı yapıyorum. 16 yaşındaki bir genç Beyoğlu’nda neden başından vuruldu? İstiklal Caddesi’nin adı ileride Direniş (Çözücü’de 331. sayfada “Direnç” yazmışsınız.) Caddesi olarak değişir mi? Peki yine bir fantastikçi olarak soruyorum size Gezi Parkı olaylarından bir distopya ya da ütopya çıkar mı? Gezi’de bir anda farklı bir mizah ortaya çıktı, mesela bir duvar yazısı Kemal Gökhan’a kitap adı olarak ilham verdi “Ya ameliyatlı yerime gelseydi” diye, mizah için ne diyorsunuz? Gezi olayları başladığında Türkiye’deydim. Uzaktan değil, yakından izledim birçok safhasını. Belediyecilerin Taksim Parkı’ndaki göstericilerin çadırlarını yakması ve polisin milletin üstüne o kadar yakından gaz fişeği atmasını dehşetle izledim. Bunu yapanları şiddetle kınıyorum. Polisimizin genel olarak ciddi bir reformdan geçmesi ve yukarıda bahsettiğim suçları işleyenlerin mahkeme önüne çıkarılması gerektiğini düşünüyorum. Polisle çatışmalarda ölen gençlerimizin ailelerine Allah sabır versin. Çok acı bir durum. Gezi olaylarının genel bir analizini yapmak bu satırlara sığmaz. Amacını da aşar. Gezi meselesi iç içe matruşkalardan meydana geliyor. Ben burada bu matruşkalardan en içtekini, en küçüğünü ele alacağım sadece. Yaşları 15 ile 21 arası gençler, sosyal medya vasıtasıyla edindikleri bilgilerden hareketle sokaklara döküldüler ve yer yer polisle, gazla, copla karşı karşıya geldiler. Gençler yaşanabilir insanca bir ortam, şiddet içermeyen, otoriterlik taslamayan, yaşam tarzına müdahale edilmeyen çevreci bir dünya için sokağa çıktı. Bunlar masum ve samimiydi. 1968 kuşağının geçmişten gelen nostaljik ekosuyla parfümlenmişlerdi. Gençler toplum ağacının yeni sürgünleridir. Dimdik yükselirler ve henüz sertlik, kuntluk kazanmamış gövdelerini doğru bildikleri şey için siper ederler. Devrim düşüncesine açıktırlar. Anarşist damar taşırlar. Onlara, her türlü vesayetten azade, sadece halk tarafından oylarla seçilmişlerin söz sahibi olduğu, devlet
104
kurumlarının kendini anayasal (yapılacak yeni bir anayasayı kastediyorum) sınırlar içinde tutmayı olağan gördüğü, paralel yapılardan tümüyle arınmış bir ülke verilebilmiş olsaydı keşke. . Gençlik bizim geleceğimizi emanet edeceğimiz en kıymetli kapitalimiz. Bunlar zeki, hızlı düşünen, hayalleri harlı, yerinde duramayan kıpır kıpır kimseler tanımı gereği. Hâliyle çok hoş espriler türettiler. Bir toplumsal olayın kalıcı bir mizah akımı türetmesi için bir ideoloji ya da yenilikçi ve raf ömrü uzun, kalıcı bir fikrin etrafında toplanması gerekir. Şu anda dünya yeniden yapılanıyor ve Türkiye şu anda bunun çalkantısı içinde. Eğer mizah bu oluşumda galebe çalacak olanın etrafında hâle olursa başat olması ve yeni bir çizgi yaratması kaçınılmazdır. Mevcut statükonun arkasında duranların değişim sürecinde kalıcı bir etkisi olmaz. Ben bir‘GIRGIR’dergisi genciyim. Yetmişli yıllarda sol eğilim başattı. Bir başka düzen, kökten bir değişim ve devrim için mücadele edildiği algısı çok güçlüydü. Bu nedenle Gırgır dergisi çok ünlüydü ve zamanında bir çığır açmıştı. Amsterdam’daki evimde yerden dizime kadar gelen bir Gırgır dergisi koleksiyonum vardı. Gezi Parkı olaylarından hem distopik, hem de ütopik ortamı andıran bir ortama geçilebilir. İki eğilim de mevcuttur. Yukarıda söylediğim gibi büyük resmi iyi analiz edebilmek birinci şarttır yön tespiti için. Çözücü’nün 2003 baskısında Taksim için ‘Direnç meydanı’, İstiklal caddesi için ‘Direniş’ ismini verdim. Tabela bile taktırdım. 9 yıl önceden bir direnişe değindim. Farklı bir faz ve formatta, ama çok ilginç öyle değil mi? Tevafuk olmalı. Sizinle en son röportajımızda (7 Mayıs 2011’de gerçekleştirmişiz Gölge Haziran 2011 sayısında yayınlanmış.) size ne okuduğunuzu sorduğumda Stephen King’in Kubbenin Altında’sını okuduğunuzu söylemiştiniz. Kubbenin Altında neresinden bakarsanız bakın bir Çözücü hikâyesi. Sizin bakışınızdan 2003’te yazılan Çözücü ile 2009’da yazılan Kubbenin Altında arasında nasıl bir kesişme var? Kesişen noktaları söylesek yetecek gibi. 1 - Kullanılan iki mekân da dev bir fanusla örtülü. 2 - İki yazar da okur tarafından isimleri kolay hatırlansın diye bir karakter listesi veriyor kitapta. Benimki elyazımla üstelik. 3 - Finaller de birbirini belli ölçüde andırıyor. King’in Kubbenin Altında romanını okurken hiç intihal diye düşündüğünüz oldu mu? “Ustam ve Ben” kitabıyla yeniden intihal tartışmalarının göbeğine oturan bir Elif Şafak varken sizin kitabınızı okuyan birisi King’e fısıldamış olabilir mi? İntihal olduğunu sanmıyorum. Hiç aklıma gelmedi, ama aşırı benzerlikten zevk aldım. Ben öndeyim diye tabii. İntihal için ne diyeceksiniz? Benzeme, esinlenme ve intihal edebiyatta “olabilir” olarak kabul edilebilecek bir şey mi? İntihal giderek rüşvet benzeri bir kelime oluyor. Yakında kategorileri bile belirecek böyle giderse. Azılı intihal, intihalcık, azbuçuk intihal, intihalimsi gibi. İntihal bir kolaycı-bencil zihnin bir diğerinin zihin emeğini katletmesidir. Kütüphanenizde kaç kitap var, yılda kaç kitap okuyorsunuz? 4000 küsur kitabım var. Yılda kâğıt üzerinden 30, dijital ve sesli olarak onlarca eseri okur ve dinlerim.
105
Röportaj
Başucu kitabınız olarak nitelediğiniz kitabınız var mı; Size nasıl ilham veriyor? Başucu kitaplarım var. İkisini söyleyeyim. Borges’in öyküleri ve Taberi Tarihi. Günde kaç sayfa yazıyorsunuz? Günde ortalama 3 sayfa yazıyorum. Ben çalışkan bir kaplumbağayım. Az yazarım, ama her gün yazarım. Filmleri sinemada mı evde mi izlemeyi tercih ediyorsunuz? Son beş yılda zaman darlığından filmleri evde izler oldum. Oysa büyük bir perde ve başka insanlarla beraber izlemek en iyisi. Bir espriye birlikte gülmek, bir şeyden birlikte irkilmek gibi güzel bir şey var mı? Hollywood’da sürekli kıyamet senaryosu üretilmeye başladı. Sizin kafanızda kıyamet için geliştirdiğiniz bir fikir, bir senaryo var mı? 2012’de bu türde iki roman yazdım malum. Sokaklar Benim Yeniden ve Ağrıyan. Yenileri de yapımda. Şimdilik başlıkları sır kalsın. Kitabınızda kahramana “Güven” gibi ağır sorumluluklu bir isim vermişsiniz. Kitaplarınızda kahraman ya da karakter isimlerini belirlemek için bir kıstasınız var mı? Güven subliminal bölgemin yardımıyla bulduğum bir isim. Öyküdeki rolüne cuk diye oturuyor. Karakter isimleri seçerken nadiren rastgele davranırım. Alsancak Börekçisi ilk biyografi romanınız mı yoksa Durum 429‘la mı başladınız biyografi yazmaya? Durum 429, yirminci yüzyılın son Hababam Sınıfı kitabım. Anı romandır ve ilktir. Alsancak Börekçisi ikincisi oluyor. Sıradaki kitabınız neyle ilgili? Sokaklar Benim Yeniden’in 3. bölümünü yazıyorum. İkincisini yazdım. Baskıya hazır. Güven Sırkardı’yı yazıyor mu? Yazıyor. O aynaya son kez baktığından beri hiç ara vermedi. Röportaj : A. Hamdi YÜKSEL
106
107
108
109
110
111
112
113
114
115
Sinema
2014 Oscar Tahminleri Gölge e-Dergi olarak Şubat ayında bir kez daha Oscar tahminleri ile karşınızdayız. Geçen yıl Oscar tahmini yapmak zor demişiz ama bu yıl daha da karışık bir tablo var. Bu yazı yazılırken ödüllerin verilmesine yaklaşık bir buçuk ay var ve üç filmin gayet iddialı olduğu bir Oscar dönemi izliyoruz. Hangisi kazanırsa kazansın sürpriz oldu demeyiz. İlerleyen günlerde verilecek diğer ödüllerle durum biraz daha netleşebilir. Ama kendi açımdan bu yıl Oscar adayları tahminlerinde de çok iyi bir performans sergileyemediğimi söyleyebilirim. Bakalım kazanacak filmleri doğru tahmin edebilecek miyim? Geçtiğimiz yıllarda olduğu gibi bu yıl da adayların bir kısmını izlemeden bu yazıyı yazıyorum. Filmler ülkemizde vizyona girmeden ya da festivallerde gösterilmeden başka yöntemlerle izlemeye karşı olduğum için izlediğim aday sayısı kısıtlı. Ancak zaten Oscar tahmini oyununu oynamak için filmleri izlemek gerekmiyor. Daha önce verilen ödüller ve günün koşullarını doğru değerlendirmek yeterli. Ne de olsa adayların ne kadar iyi olduğundan başka etmenler de ödül dağıtımında çok etkili oluyor. İşte kategorilere göre adaylar, tahminlerim ve kimi kategoriler özelinde kendi tercihlerim: En İyi Kısa Film: Adaylar: Aquel No Era Yo (That Wasn’t Me), Avant Que De Tout Perdre (Just Before Losing Everything), Helium, Pitääkö Mun Kaikki Hoitaa? (Do I Have to Take Care of Everything?), The Voorman Problem Kısa filmler ve belgeseller ne yazık ki yine Oscarların en görmezden gelinen kategorileri. Yine de akademiyi takdir etmemiz gerek. Bu kategorilerde ödül vermeye devam ediyorlar ve bu ödüller ödül töreninde açıklanmaya devam ediyor. Rahatlıkla bu ödülleri tören öncesinde veriyoruz da diyebilirlerdi. Üstelik bu kategorideki filmler genellikle Amerikan sinemasının etkisini hissettirdiği ödüller olmuyor. Ne yazık ki bu kategorideki filmlerin hiçbirini izlemedim. Adayların konularına baktığımızda hepsi ilgi çekici gözüküyor ve hepsi de bol ödülü ya da adaylıkları olan filmler. Aralarında bir seçim yapmak gerekirse Sherlock ve Hobbit ile akademinin de daha fazla tanıdığı Martin Freeman’ın başrollerinden birinde olduğu ve bir hapishanede kendini Tanrı sanan bir adamla doktorunun arasında geçen bir hikâyeyi anlatan The Voorman Problem ödüle biraz daha yakın duruyor. En İyi Animasyon (Kısa): Adaylar: Feral, Get a Horse!, Mr. Hublot, Possessions, Room on the Broom En iyi kısa animasyon kategorisi için de benzer cümleler kurmak mümkün. Bir Japon animesini olan Possessions’ı da adaylar arasında gördüğümüz için mutlu olduğumuz bir kategorideyiz.
116
117
Sinema
Sinema
Her ne kadar Simon Pegg, Gillian Anderson ve bu yılın Oscar adayları arasında yer alan Sally Hawkins gibi isimlerin seslendirme kadrosunda olduğu Room on the Broom’un şansı olsa da akademinin geçmişin siyah beyaz Disney animasyonlarına selam çakan Get a Horse! filmini ödüllendirme fırsatını kaçıracağını sanmıyorum. En İyi Belgesel (Kısa): Adaylar: CaveDigger, Facing Fear, Karama Has No Walls, The Lady in Number 6: Music Saved My Life, Prison Terminal: The Last Days of Private Jack Hall Kısa belgeseller hakkında da çok fazla bilgimiz olmadığı için konularına bakarak tahminde bulunmak gerekiyor. Genellikle insan hakları ihlalleri ya da güncel gelişmeler ile ilgili olayları anlatan filmlerin şanslı olduğunu düşünürsek, Arap baharı sırasında Yemen’deki protestoculara yapılan müdahale sonucu ölen 53 kişiyi konu alan Karama Has No Walls’un şansı diğerlerinden daha fazla gibi gözüküyor. En iyi Belgesel (Uzun): Adaylar: The Act of Killing, Cutie and the Boxer, Dirty Wars, The Square, 20 Feet from Stardom Neyse ki en iyi uzun belgesel kategorisinde daha rahat yorum yapabiliyoruz. Bu kategoriye aday bile olamayan bir filmden bahsetmeliyiz önce. Sarah Polley’in kendi ailesindeki bir sırdan yola çıkarak oluşturduğu Stories We Tell’in aday olamaması çok ilginç. Eğer aday olsaydı kazanma ihtimali olan filmlerden biri olarak adını anacaktım. Her ne kadar bu kategoride de The Square gibi Arap baharından bahseden bir film olsa da The Act of Killing o kadar iyi ve etkileyici bir belgesel ki ödülü almaması sürpriz olur. Endonezya’da bir dönem onlarca kişiyi öldürmüş ölüm mangalarının üyelerinin bugün gururla yaptıklarını anlatmaları, hatta bunları keyifle yeniden canlandırmaları insanın kanını donduran bir belgesel ortaya çıkarmıştı. Tek dezavantajı akademi üyelerinin fazla sert bulması olabilir.
En İyi Görsel Efekt: Adaylar: Gravity, The Hobbit: The Desolation of Smaug, Iron Man 3, The Lone Ranger, Star Trek Into Darkness Görsel efekt kategorisinden bir kez daha bilim- kurgu ve fantastik filmlerin ağırlıkta olduğu bir liste karşımızda. Listedeki tüm adayların iyi olduğunu kabul etmek lazım ama en iyi film dalında da iddialı olan Gravity tüm filme yayılan ve anlatımda önemli rol oynayan görsel efektleri ile ödülü zorlanmadan kazanacaktır diye düşünüyorum. En İyi Ses Kurgusu: Adaylar: All Is Lost, Captain Phillips, Gravity, The Hobbit: The Desolation of Smaug, Lone Survivor İşte Oscar’ın en teknik kategorilerinden birisi. Tahminlerimizi yine filmlerin genel beğenilme durumlarına göre yaparsak karşımıza bir kez daha Gravity çıkıyor. Ama sürprize açık bir kategori. En İyi Ses Miksajı: Adaylar: Captain Phillips, Gravity, The Hobbit: The Desolation of Smaug, Inside Llewyn Davis, Lone Survivor Gördüğünüz gibi en iyi ses miksajı kategorisinin adayları en iyi ses kurgusu adayları ile hemen hemen aynı. All Is Lost listeden çıkmış, Inside Llewyn Davis listeye girmiş. Ama bu değişiklik ödülü kazanan ismi de değiştirebilir. Her ne kadar Gravity faktörü halen devam etse de Inside Llewyn Davis’deki başarılı çalışma bir yana sadece iki dalda aday olabilen bu başarılı filmin tek ödül alabileceği kategori bu gibi gözüküyor. Akademi üyeleri oy verirken bunu düşünerek oylarını bu filme kaydırabilirler.
En İyi Makyaj ve Saç: Adaylar: Dallas Buyers Club, Jackass Presents: Bad Grandpa, The Lone Ranger Geldik daha aşina olduğumuz filmlere. Bu kategoride ödül teknik olarak yapılan işçiliğe verilirse kazananın Bad Grandpa olması gerekir. Ama bir Jackass filminin Oscar alan bir film olarak anılması ne kadar istenir bilemiyorum. The Lone Ranger zaten film olarak sevilmediği için çok şansı olmaz diye düşünüyorum. Geriye Dallas Buyers Club kalıyor ki, görünen o ki akademi üyelerinin sevdiği filmlerden biri. Jared Leto için yapılan makyaj ve saç çalışması da ödül alabilmek için yeterince iyi zaten.
En İyi Kostüm: Adaylar: Michael Wilkinson (American Hustle), William Chang Suk Ping (The Grandmaster), Catherine Martin (The Great Gatsby), Michael O’Connor (The Invisible Woman), Patricia Norris (12 Years a Slave) Bu kategorinin olağan şüphelileri Colleen Atwood ve Sandy Powell bu sene adaylar arasında değiller. Zaten Atwood, 2013’ü boş geçmiş, Powell ise The Wolf of Wall Street’de çalışmış ki o da kostümleri ile dikkat çeken bir film değil zaten. Onların olmadığı bir listede her şeyiyle olduğu gibi kostümleriyle de son derece gösterişli olan The Great Gatsby ile Catherine Martin ödüle yakın duruyor. Yine American Hustle ile Michael Wilkinson kazanırsa da çok şaşırmam.
118
119
Sinema
Sinema
En İyi Sanat Yönetmeni: Adaylar: Judy Becker, Heather Loeffler (American Hustle), Andy Nicholson, Rosie Goodwin, Joanne Woollard (Gravity), Catherine Martin, Beverley Dunn (The Great Gatsby), K.K. Barrett, Gene Serdena (Her), Adam Stockhausen, Alice Baker (12 Years a Slave) Bu kategoride genellikle gösterişli dönem filmleri aday oluyor. Bu anlamda Gravity ve Her’ün adaylıkları şaşırtıcı aslında. Ancak sadece adaylıkta kalacaklar gibi gözüküyor. Diğer filmlerden American Hustle ve 12 Years a Slave en iyi film dalında da iddialı olmalarının etkisi ile oyları toplayabilirler ama The Great Gatsby, gösterişli dönem filmi tanımlamasına o kadar iyi oturuyor ki bu kategoride de Oscar alacaktır bence. İşin ilginci eğer tahminlerim tutar ve hem kostüm hem de sanat yönetmeni dalında bu film Oscar’ı kazanırsa Catherine Martin, aynı gece iki Oscar almış olacak. Daha da ilginci 2001 yılında Moulin Rouge ile aynısını yapmış zaten. En İyi Kurgu: Adaylar: Jay Cassidy, Crispin Struthers, Alan Baumgarten (American Hustle), Christopher Rouse (Captain Phillips), John Mac McMurphy, Martin Pensa (Dallas Buyers Club), Alfonso Cuarón, Mark Sanger (Gravity), Joe Walker (12 Years a Slave) Senelerdir en iyi kurgu kategorisinden bahsederken bıkıp usanmadan en iyi kurguyu alan en iyi filmi alır diyoruz. Elbette bu bir kural değil ama belirgin bir gösterge olduğu da bir gerçek. Ama gerçek bir istatistik daha var. 1981 yılından beri en iyi film seçilen yapım mutlaka en iyi kurgu dalında da aday olmuş. Bu yüzden en iyi film dalında iddialı adayların üçünü de bu kategoride görmek şaşırtıcı değil. Gravity, özellikle giriş bölümü uzun tek bir plandan oluştuğu için bu kategoride çok şanslı görmüyorum. American Hustle ya da 12 Years a Slave’in şansı daha fazla. Tahminim 12 Years a Slave ile Joe Walker’ın kazanacağı yönünde. En İyi Görüntü Yönetmeni: Adaylar: Philippe Le Sourd (The Grandmaster), Emmanuel Lubezki (Gravity), Bruno Delbonnel (Inside Llewyn Davis), Phedon Papamichael (Nebraska), Roger A. Deakins (Prisoners) Roger Deakins, Roger Deakins, Roger Deakins. Bu usta görüntü yönetmeni şanssızlığını ne zaman kıracak bilmiyorum ama bambaşka yönetmenlerle ve bambaşka tarzlarda çalışıp her zaman çok başarılı işler çıkaran Deakins, bu yıl on birinci kez aday olduğu Oscar’ı yine alamayacak bence. Alsa çok sevinirim ama Prisoners o kadar güçlü bir film değil ne yazık ki. Emmanuel Lubezki’nin Gravity’deki çok başarılı çalışması ile Oscar heykelciğini kucaklaması zor olmayacaktır. En azından onun da altıncı adaylığı olmasına rağmen henüz Oscar alamamış olması ile avunabiliriz. Hangisi kazanırsa kazansın öbürüne yazık olacak zaten. Aradan başka biri sıyrılabilir mi? Küçük bir ihtimal de olsa Inside Llewyn Davis ile Bruno Delbonnel.
120
En İyi Müzik: Adaylar: John Williams (The Book Thief ), Steven Price (Gravity), William Butler, Owen Pallett (Her), Alexandre Desplat (Philomena), Thomas Newman (Saving Mr. Banks) Geçen yıl da dediğimiz gibi akademi John Williams’a ellinci adaylığını vermek konusunda kararlı. Bu kez bir Spielberg filmi yok ortada ama John Williams kırk dokuzuncu adaylığını almayı başardı. Dediğimiz gibi Allah sağlık verirse bir iki yıla elliyi görürüz. Ama aldığı beş Oscar heykelciğine bir yenisini ekleyebilecek gibi de gözükmüyor. Bu yıl Thomas Newman ve Alexandre Desplat gibi sektörün sevdiği ama henüz Oscar alamamış besteciler var listede (Newman’ın on ikinci, Desplat’ın altıncı adaylığı). Yine de ilk kez aday olan ama filmle çok iyi bütünleşen müziklere imza atan Steven Price’ın Gravity ile Oscar alacağını düşünüyorum. En İyi Şarkı: Adaylar: “Alone Yet Not Alone” Söz: Dennis Spiegel - Müzik: Bruce Broughton (Alone Yet Not Alone), “Happy” Söz - Müzik: Pharrell Williams (Despicable Me 2), “Let It Go” Söz - Müzik: Kristen Anderson-Lopez, Robert Lopez (Frozen), “The Moon Song” Söz: Karen O, Spike Jonze - Müzik: Karen O (Her), “Ordinary Love” Söz: Paul Hewson - Müzik: Paul Hewson, Dave Evans, Adam Clayton, Larry Mullen (Mandela: Long Way to Freedom) Bu kategoride daha ünlü olan ödülü alıyor genellikle. Altın Küre tahminlerinde bu etmeni kaçırmışım ama U2 şarkı yapmış, Oscar’ı vermeliyiz duygusu etkili olacaktır. Adaylar açıklanırken isimler söylendikten sonra “U2 olarak bildiğiniz” şeklinde bir not düşme ihtiyacı duydular zaten (bu arada listede Paul Hewson olarak geçen isim Bono). Törende Nelson Mandela’dan bahsetmek için tek uygun ödül de bu zaten. Her ne kadar adaylar arasında Let It Go ve The Moon Song gibi daha iyi şarkılar olsa da Ordinary Love’ın kazanacağını düşünüyorum. Yabancı Dilde En İyi Film: Adaylar: The Broken Circle Breakdown (Belçika), L’image Manquante (Kamboçya), Jagten (Danimarka), La Grande Bellezza (İtalya), Omar (Filistin) Eğer Mavi En Sıcak Renktir bu listede olsaydı olaylar değişirdi ama şu tabloda Muhteşem Güzellik (La Grande Bellezza) filminin Oscar yolunun açık olduğunu düşünüyorum. Son derece sağlam bir film olan Jagten’in şansını da yabana atmamalı yine de. En İyi Animasyon (Uzun Metraj): Adaylar: The Croods, Despicable Me 2, Ernest & Celestine, Frozen, The Wind Rises Bu kategorinin ilk dikkat çeken noktası şimdiye kadar
121
Sinema
Sinema
dokuz adaylığı ve yedi galibiyeti bulunan Pixar’ın Monsters University filminin listeye girememiş olması. Cars 2’dan sonra adaylık alamadığı ikinci film oluyor. Bir süredir Pixar’ın eski günlerinden uzak olduğunu söylüyoruz. Pixar yöneticileri de şapkalarını önlerine alıp düşünmeliler tekrar. Kategorinin en hayranlık duyduğumuz ismi ise elbette Hayao Miyazaki. Son filmi olduğunu açıkladığı The Wind Rises ile aday olan Miyazaki bir Oscar daha alarak kariyerini bitirse çok güzel olur ama pek ihtimal vermiyorum. Frozen başarılı teknik çalışması ve hikayesi ile Oscar’a ulaşacaktır. En İyi Özgün Senaryo: Adaylar: Eric Warren Singer, David O. Russell (American Hustle), Woody Allen (Blue Jasmine), Craig Borten, Melisa Wallack (Dallas Buyers Club), Spike Jonze (Her), Bob Nelson (Nebraska) En iyi senaryo kategorilerinden birinde genellikle senenin sevilen ama en iyi film ya da yönetmen olarak seçilmeyen filmlere ödül veriliyor. Bir nevi bu filmin ödülsüz kalmasını istemiyoruz düşüncesi. Filmin çıkış noktası da ilginç bir fikirse bu şans daha da artıyor. Adaylara baktığımızda bu tanımlara en uygun filmin Her olduğunu görüyoruz. Spike Jonze’nin bu filmle Oscar alması muhtemel. Yine de Dallas Buyers Club’ın da senaryo yazarlarına ödül kazandırması şaşırtıcı olmaz. Ancak ben her şeye rağmen Woody Allen’ın yirmi dördüncü adaylığında beşinci Oscar’ını almasını çok isterim. Elbette yine ödül törenine gelmeyecektir. En İyi Uyarlama Senaryo: Adaylar: Richard Linklater, Julie Delpy, Ethan Hawke (Before Midnight), Billy Ray (Captain Phillips), Steve Coogan, Jeff Pope (Philomena), John Ridley (12 Years a Slave), Terence Winter (The Wolf of Wall Street) Bu yıl uyarlama senaryo kategorisindeki adaylara baktığımızda ilginç bir durumla karşılaşıyoruz. Neredeyse hepsinin ilk adaylıkları. Bir tek Richard Linklater, Julie Delpy ve Ethan Hawke üçlüsü daha önce Before Sunset ile de adaylık almışlar. Doğrusunu söylemek gerekirse orada alamadıkları Oscar’ı burada almalarını çok isterim ama çok şansları yok gibi gözüküyor. Bir diğer ilginç not da kategorinin iddialı adaylarının televizyon için yaptıkları işlerle daha çok tanınmaları. Steve Coogan’ın yetenekli bir isim olduğunu kabul ediyoruz ama Philomena o kadar güçlü bir film değil. 12 Years a Slave ise güçlü bir film olmasına rağmen senaryosunun sorunlu olduğu söyleniyor. The Sopranos ve Boardwalk Empire’ın pek çok bölümünü yazmış olan Terence Winter’ın The Wolf of Wall Street senaryosu ise bol övgü aldı. Oscar alması da şaşırtıcı olmaz. En İyi Yardımcı Kadın Oyuncu: Adaylar: Sally Hawkins (Blue Jasmine), Jennifer Lawrence (American Hustle), Lupita Nyong’o (12 Years a Slave), Julia Roberts (August: Osage County), June Squibb (Nebraska) Bu kategorideki adaylardan June Squibb’in deneyimli oyuncu kontenjanından listeye girdiğini söyleyebiliriz. Julia
122
Roberts da ancak on üç yıl aradan sonra tekrar aday olduğuna sevinmekle kalacak gibi gözüküyor. Sally Hawkins zaten bu kategorinin çok kişi için sürpriz olan ismiydi. Şansı çok düşük ama yine de kazanmasını tercih edeceğim aday o olur. Ama olaya gerçekçi bakarsak kategorinin en iddialı adayları Jennifer Lawrence ve Lupita Nyong’o. Eğer Jennifer Lawrence henüz geçen yıl Oscar kazanmamış olsa heykelciğin onun olacağına kesin gözüyle bakabilirdim. Her ne kadar Lawrence da, American Hustle da akademi tarafından çok sevilse de ikinci Oscar’ı için çok genç olduğunu düşünüyorum. İleriki yıllarda zaten ikinciyi hatta üçüncüyü rahatlıkla alacaktır. Bu yıl kazanırsa da şaşırmam ama sanki ilk sinema filminde ibre biraz daha Lupita Nyong’o’dan yana gibi gözüküyor. En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu: Adaylar: Barkhad Abdi (Captain Phillips), Bradley Cooper (American Hustle), Michael Fassbender (12 Years a Slave), Jonah Hill (The Wolf of Wall Street), Jared Leto (Dallas Buyers Club) Her yıl en iyi oyuncu ödüllerinden en az bir tanesine banko gözüyle bakıyoruz. Bu yıl banko kategori, yardımcı erkek oyuncu kategorisi. Jared Leto dışındaki herhangi bir sonuç büyük sürpriz olur. Jonah Hill’in zaten aday olması şaşırtıcı. Barkhad Abdi, Captain Phillips’ın en iyi, hatta bana sorarsanız tek iyi tarafı ama ödül alabilecek kadar öne çıkmadı. Bradley Cooper henüz o kadar iyi bir oyuncu sayılmıyor. Michael Fassbender ise bu Oscar’ı bir ara alacak mutlaka ama bu yıl değil. En İyi Kadın Oyuncu: Adaylar: Amy Adams (American Hustle), Cate Blanchett (Blue Jasmine), Sandra Bullock (Gravity), Judi Dench (Philomena), Meryl Streep (August: Osage County) Yakın zaman öncesine kadar bu kategori için de banko kategorilerden biri derdim. Blue Jasmine ilk gösterime girdiği günlerden beri bu filmdeki muhteşem performansı ile en iyi kadın oyuncu için en büyük aday Cate Blanchett idi ve rakipsiz görünüyordu. Diğer adaylara baktığımızda Judi Dench ve Meryl Streep, adları Judi Dench ve Meryl Streep olduğu için aday olmuşlar gibi gözüküyorlar. Sandra Bullock, yakın zamanda Oscar almamış olsa idi belki şansı olabilirdi ama zaten yetenekleri sınırlı olan bir oyuncu için tek Oscar yeterli gibi gözüküyor. Bu isimlerin Blanchett’e rakip olabilmesi mümkün değil. Ama American Hustle’ın fazlasıyla sevilmesi ile Amy Adams ciddi bir alternatif olarak ortaya çıktı. Adams zaten akademinin de sevdiği bir oyuncu. Dişe dokunur rollerde oynamaya başladığı 2005’den beri beşinci adaylığını alıyor ki ilerde bir Meryl Streep olmaması için hiçbir neden yok, ama henüz bir Oscar’ı yok (bir istatistik; onun yaşındayken Streep’in sekiz adaylığı ve iki Oscar’ı vardı). Ben hala Blanchett’i daha şanslı görüyorum ama akademi heykeli onun elinden alıp Adams’a verirse de şaşmamak lazım.
123
Sinema
Sinema En İyi Erkek Oyuncu: Adaylar: Christian Bale (American Hustle), Bruce Dern (Nebraska), Leonardo DiCaprio (The Wolf of Wall Street), Chiwetel Ejiofor (12 Years a Slave), Matthew McConaughey (Dallas Buyers Club) İşte tahmin etmesi en zor kategorilerden biri. American Hustle’ın en zayıf bulunan oyuncusu Christian Bale’i bir kenara bırakırsak diğer adayların her biri Oscar’ı kazanabilir. Bir süre önce, artık kariyerinin sonuna yaklaşan Bruce Dern’in buradan bir ödül çıkarması mümkün gözüküyordu, artık o ihtimal biraz azalmış gibi gözüküyor. Diğer üç aday halen çok güçlü. The Wolf of Wall Street herkes tarafından çok sevilen bir film değil ama seveni de çok seviyor. Leonardo DiCaprio’nun da oyuncu olarak çok önemsenmediği zamanlar geride kaldı artık, Oscar almasının zamanı geldi de geçiyor bile. Chiwetel Ejiofor’un 12 Years a Slave’deki performansını da sevmeyen görmedim doğrusu. Çok güçlü bir aday. Ama kişisel olarak pek sevmediğim bir oyuncu olsa da son yıllarda oyunculuk konusunda sınıf atladığını inkâr edemeyeceğim Matthew McConaughey, Oscar’a bir adım daha yakın gibi. En İyi Yönetmen: Adaylar: David O. Russell (American Hustle), Alfonso Cuarón (Gravity), Alexander Payne (Nebraska), Steve McQueen (12 Years a Slave), Martin Scorsese (The Wolf of Wall Street) En iyi yönetmen adayların bir kez daha en iyi film dalındaki en güçlü üç aday ile karşılaşıyoruz. Alexander Payne, ancak sayıyı beşe tamamlamak için listeye girmiş gibi gözüküyor. Martin Scorsese, The Departed ile Oscar almamış olsaydı yine mi Oscar’sız bırakacaklar üstadı diye sızlanacaktık. Bu durumda elimizde akademinin pek sevdiği David O. Russell, önceki filmlerine bayıldığımız ama akademi için fazla gelen, bu sefer tam akademinin ağzına layık bir film yapan Steve McQueen ve her filminde iyi bir yönetmen olduğunu tekrar tekrar ispatlayan Alfonso Cuarón kalıyor. Üçünün de şansı var ama Gravity’de her şeyden öte Cuarón’un yönetmenlik becerisi o kadar öne çıkıyor ki akademinin çoğunun oylarının ona gideceğini düşünüyorum. En İyi Film: Adaylar: American Hustle, Captain Phillips, Dallas Buyers Club, Gravity, Her, Nebraska, Philomena, 12 Years a Slave, The Wolf of Wall Street Bu yıl dokuz yapım, en iyi film seçilmek için kozlarını paylaşıyorlar. Nebraska, Her ve Philomena’yı ilk elden eleyelim. Dallas Buyers Club, akademinin özellikle oyuncu üyelerinin takdirini toplamış gibi gözüküyor ama en iyi film seçilmeye yetecek oyu toplaması çok zor hatta imkânsız. The Wolf of Wall Street, yukarıda da belirttiğim gibi seveni kadar sevmeyeni de çok olan bir film. Captain Phillips ise bir ara bu yılın Argo’su olacak gibi gözüküyordu ama ödül sezonunda gerekli ivmeyi kazanamadı. En iyi yönetmen ve erkek oyuncu dallarından adaylık çıkaramaması onu da denklemin dışında bırakıyor. Bu durumda yine karşımızda aynı üçlü var. American Hustle, Gravity ve 12 Years a Slave. Bu yıl bu kategorideki yarış o kadar yakın ki bu ödül için gösterge sayılabilecek Yapımcılar Birliği Ödülleri bile Gravity ve 12 Years a Slave arasında paylaştırıldı. Bu ödülün verilmeye başladığı 1989’dan beri ilk kez olan
124
bir durum. American Hustle ise David O. Russell açısından tam bir başarı. İki yıl üst üste en önemli yedi kategorinin hepsinden adaylık çıkarıyor (film, yönetmen, tüm oyuncu kategorileri ve senaryo). Akademi üyeleri bu kadar sevdikleri bir filme bolca oy vereceklerdir. Tahmin yapmadan önce tercihimi belirteyim. Gravity alsa çok memnun olurum. Ama sanki ona en iyi yönetmen ödülünü ve kimi teknik ödülleri vererek takdir edip en iyi filmi ödülünü kölelik meselesinin de etkisiyle 12 Years a Slave’e verecekler. Bir not olarak bu gerçekleşirse filmin yapımcılarından biri olarak Brad Pitt’in de ilk Oscar’ını alacağını belirtelim. Şunu da not olarak düşmeden geçmeyeyim. Tahminlerime göre American Hustle sıfır çekiyor ki on dalda aday olan bir film için böyle bir tahmin yapmak çok da anlamlı olmayabilir. Pek çok kategoride ikinci sıraya koyuyorum ama şu haliyle tahminlerde fena halde çuvallayabilirim. Genellikle Şubat ayının son haftası verilen Oscar ödülleri bu yıl 2 Mart’ı 3 Mart’a bağlayan gece sahiplerini bulacak. Geriye kalan sürede olacak yeni gelişmelerle favoriler değişebilir. Her zaman olduğu gibi son tahminlerimi Sinema Manyakları blogundan takip edebilirsiniz. Hasan Nadir DERİN http://sinemamanyaklari.com/
125
Pin-up
126