Golgeoyku2

Page 1

2. ÖYKÜ ÖZEL SAYISI


GÜNEŞTEN KAÇARKEN GÖLGEYE YAKALANMAK Güneşin tam tepe noktaya ulaştığı öğle vaktinde, sarımsak görmüş vampir misali dışarıda dolaşmaktan vazgeçip, gölgeye kaçtım. Oh be! Zenith’deki güneşin ışınları az daha derimi kavuracaktı sanki… İyi ki gölge diye bir şey var! Elimde, neredeyse kitap kalınlığında bir derginin taslağı bulunuyor. Toplam 125 sayfalık eserde, birbirinden ilginç 25 öykü yer alıyor…

*

*

*

Şu anda sayfalarını karıştırmakta olduğum bu dergi, hiçbir gazete bayiinde veya seçkin kitabevinde bulamayacağınız Gölge e-Dergi, 2. Öykü Özel Sayısı! 16 Mart 2009, Pazartesi günü internet sitemizde yayımladığımız ve “Yazar mısınız?” diye sorduğumuz soruya aldığımız cevaplardan oluşan dergide, adını daha önce duyduğunuz, bildiğiniz, en azından “göz aşinası” olduğunuz yazarların yanı sıra, eserleriyle ilk defa karşınıza çıkan ve sizlerin görüşlerini öğrenebilmek için şimdiden büyük bir merak ve heyecan içinde olan yepyeni ve gencecik yazarlar da var… Öyle ki bazıları kendini “yazar” olarak bile görmüyor ama bu sayıda bir öyküsü bulunuyor! Sen şimdi bu kişilere “yazar” değil de ne dersin? Arkadaşımız üşenmemiş, düşünmüş, tasarlamış ve yazmış… Bir yazardan başka ne beklenir? Bu kişilerden bazıları KAÇIŞ temalı 2. Öykü Özel Sayımıza birden fazla öyküyle başvurdular. İnanın hangi yazarların, hangi hikâyelerini yayımlayacağımıza bizler bile karar vermekte zorlandık. Hatta şiddetli geçimsizlik sahneleri bile yaşandı.

*

*

*

Bir toplantı esnasında elimdeki çay bardağını o anda beni çok kızdıran Emre’nin kafasına fırlattım, neyse ki ıskaladım. Emre, “Abi bu yaşa gelmişsin ama neden benim boyum senden uzun; yoksa sen hiç büyümedin mi?” şeklindeki sorularıyla beni sürekli sinirlendi. Rıdvan, birkaç defa tarama ucunu hem kendi eline, hem de benimkine batırdı (hiç boşuna inkâr etme dostum, bunu isteyerek yaptığını gayet iyi biliyorum!). Ahmet de Rıdvan’ın kullandığı silgilerden ikisini, dişlemek suretiyle kullanılamaz hale getirdi. İtiraf edeyim, Hasan ve Utku içimizdeki en sakin ve olgun yayın kurulu üyeleriydi. Zaten Hasan çoğunlukla toplantılara getirdiği taşınabilir DVD oynatıcısında film izledi. Sadece oylama esnasında kolunu indirip, kaldırdı. Kendine de başkalarına bir zararı dokunmadı. Utku da askere gidecek olmanın sevinciyle şimdiden “Gel Teskere” şarkısı söyleyip durdu. Şükrü ise toplantılara katılmak yerine final sınavlarına girmeyi tercih etti. Hâlbuki ne olurdu yani okulunu bir yıl daha uzatsaydı?

*

*

*

2009 Yılında ikincisini yayımladığımız bu Öykü Özel Sayısı, bizim değil, çağrımızı dikkate alan, eserlerini sizlerle paylaşmak isteyen, sadece eli kalem tutmakla kalmayıp, kendi kaçışını düşünen, kurgulayan, sonrasında yazan, yazdıklarını okuyan, okuduklarını beğenmeyip yeniden ya-

2


zan bu 25 değerli arkadaşımızın bir eseridir. Küçük bir noktayı da anımsatmak istiyorum. 90 Sayfadan oluşan ve geçtiğimiz yıl yayımlanan 1. Öykü Özel Sayısı, 17 çizer ve 15 yazarın toplu çalışması iken, şu anda karşınızda yer alan – üstelik içerik olarak bir tema belirlenmiş olan – 2. Öykü Özel Sayısı’nı 1 çizer (çok teşekkür ederim Rıdvan Şoray; ne kadar yorulduğunu hiç değilse bizler biliyoruz!) ve 25 yazarla beraber ortaya çıkardık. Gerçekten zor ama çok keyifli bir ekip çalışması oldu… Emeği geçen tüm arkadaşlara teşekkür etmek isterim.

*

*

*

Siz değerli okurlarımızdan da kendilerini yazarak ifade edebilen, bundan büyük bir mutluluk ve keyif alan, beyinlerinde sürekli dönüp duran fırtınayı ancak o şekilde dindirebilen bu kişiler için güçlü bir alkış istiyorum. Tabii bu işin şakası… Asıl ricam şudur; dergimize destek ve emek vermiş yazarlara elektronik posta ile lütfen ulaşın, değerli görüş, öneri ve yorumlarınızı iletin. Tek bir cümle bile olsa mutlaka yazın; bunun için üşenmeyin. (Onlar üşenmediler!) Amatör yazarlar için bizleri hiç tanımamış ama yazdıklarımızı okumuş birinden haber almak, inanın müthiş bir keyif ve tahmin edemeyeceğiniz kadar değerli bir motivasyon oluyor… Herkese iyi okumalar!

Oğuz ÖZTEKER oguzozteker@yahoo.com

Bu dergide yayınlanan tüm yazı ve çizimler yazarlarına-çizerlerine aittir. İzinsiz alıntı yapılamaz, yayınlanamaz. Yazıların içeriğinden yazarları-çizerleri sorumludur. http://golgedergi.blogspot.com Her zaman yeni yazar ve çizerlere ihtiyacımız var. Görüş, öneri, yorum, yazı-çizinizi yollayabileceğiniz adres hayalsaati@gmail.com Editör: A. Hamdi YÜKSEL Gölge Yayın Kurulu: Oğuz ÖZTEKER, Utku TÖNEL, Şükrü BAĞCI, Hasan Nadir DERİN, Rıdvan ŞORAY, Emre ÖZGEN Kapak: A. Gökhan GÜLTEKİN http://telumaithor.deviantart.com İllüstrasyonlar: Rıdvan ŞORAY http://ridvan.deviantart.com Gölge e-Dergi Özel Sayı 4 “Kaçış Öyküleri” Temmuz 2009


KAÇIŞ ÖYKÜLERİ 6 / DÜŞÜLKE Cezmi ERSÖZ 9 / KAN KOKUSU Öznur BAYCAN 13 / EVE KAÇIŞ Oğuz ÖZTEKER 17 / ADDİO, AMORE MİO Emre DEMİROK 23 / ÇOK GÜLEN AĞLAR Ayfer KAFKAS 27 / 14 NUMARALI KAÇICI Sadık YEMNİ 33 / SİS Mert YANIKOĞLU 39 / KOŞU VİRÜSÜ Gökcan ŞAHİN 46 / FİRAR Murat BAŞEKİM 51 / KARGO Ümit KİREÇÇİ 56 / ELİF’İN KADERİ Ayşe GAFFAROĞLU 60 / GÜNBATI CİNAYETİ Hakan Günay AYDINOĞLU 63 / UYURGEZERİ UYANDIRMAYIN Serdar KÖKÇEOĞLU 67 / İÇ SESİ Masis ÜŞENMEZ 4


72 / KUYU Bülent SABIRLI 76 / ELMANIN YARISI Volkan Levent SOYLU 84 / DERTLEŞME Müslüm YÜNSAL 87 / HERKESİN YOKLUĞUNDA... Demet GÜNER 90 / NEREYE KADAR Caner KELER 96 / YİTİK HAYALLER Ayten ÇETİN 99 / PAZARLIK Gülsel Ceren GÜNEŞ 102 / BİR DELİNİN ANISI Beril KANIK 104 / CENNETE AÇILAN ÇİÇEKLER Erol ÇELİK 111 / IŞIĞA SON ÇAĞRI Cem SÜER 117 / BUĞULU TEHLİKE Merve VERAL


DÜŞÜLKE...

Gece aniden evimde elektrikler kesildi. Sigortadan değildi. Sokağın ucundaki elektrikçiye, belki de henüz kapatmamıştır umuduyla koştum. Dükkânının ışıkları yanmıyordu ama kapısı açıktı. İçeri girdim. Kimse yoktu dükkânda. “Kimse yok mu? Usta, neredesin?” diye seslendim... Bir ara dükkânın arka tarafında, yerde metal bir kapağın açık durduğunu fark ettim. Kapağın içinden ışık sızıyordu. Yaklaştım. Delikten bakınca, aşağıda insanların dolaştığını gördüm. Yüreğim çarparak ama nedense hiçbir korku ve ürperti yaşamadan merdivenlerden aşağıya indim. Yerin altında bambaşka bir kent kurulmuştu. Ama yukarıdaki kente hiç benzemiyordu. Evler düzayak ya bir ya da iki katlıydı... Her yer ağaçlar ve çiçeklerle kaplıydı. Çocuklar sevinç kahkahaları atarak koşuşup

6


duruyorlardı. Etrafta hiç araba gözükmüyordu. Duvarlarda, reklâm afişleri, tabelalar, ilanlar yerine, çiçeklerle süslenmiş sloganlar yazıyordu. Hayretle ve imrenerek okudum: “... Herkesin yeteneğine göre, herkesin ihtiyacına göre!.. İnsanlar eşit doğar ve eşit yaşarlar!.. Mülkiyet hırsızlıktır!” Büyülenmiş gibiydim. Çevremdeki insanlara bakınca, şaşkınlığım daha da çoğaldı. Bizim sokaktan yüzüne aşina olduğum çırakları gördüm önce. O yukarıdaki şehirde tedirgin, sıkıntılı, mutsuz çıraklar, burada, bu düşülkede son derece kendilerinden emin, neşeli ve gururlu görünüyorlardı. Köşe başındaki inşaatta çalışan amelelerle karşılaştım. Onlar da burada son derece onurlu ve mutluydular... Sonra ırgatlar, yanaşmalar, hamallar, kapıcı çocukları, otobüs ve minibüs muavinleri, sucular, komiler, sokak müzisyenleri, balıkçılar, işportacılar, tamirciler, yukarıdaki hayatla tutunamayan insanlar geçti. Onları daha önce hiç görmediğim yüzleriyle görüyordum. Her halleriyle burada yaşamaktan onur duydukları belliydi. Kendileriyle barışıktılar. Gözleri sevgi, anlayış ve gururla parlıyordu... Bir ara uzaktan beni bu düşülkeye sürükleyen elektrik tamircisini gördüm. Onun da gözleri, mutlulukla parıldıyordu ama beni bir anda karşısında görünce, gözlerindeki pırıltı yerini kaygıya bıraktı: “Siz burada ne arıyorsunuz?” diye sordu, adeta kekeleyerek... “Sizi arıyordum, evde bir arıza oldu. Dükkânın kapısı aralıktı, metal kapak da açıktı... Burası düş gibi bir yer, anlatır mısınız, neler oluyor burada?” dedim. Usta önce bocaladı, ne diyeceğini şaşırdı. Orayı benimle birlikle ilk kez görüyormuş gibi merak ve hayranlıkla süzdü. Ama galiba yalan söylemek de hoş karşılanmıyordu burada. Mahcup bir tavırla; “Biz burada sosyalizmi kurduk!” dedi. O an adeta sımsıcak bir su damarlarıma pompalanmış gibiydi. Yüzümün alev alev yandığını hissettim. “Sosyalizm mi? Peki, ne kadar zaman oldu?” diye sordum çocuksu bir heyecanla. Heyecanıma anlayışla ama gizlemediği bir gururla gülümseyerek karşılık verdi: “Çok uzun yıllar oldu. Ben de tam olarak hatırlamıyorum. Bizim gibilerin yukarıdaki hayata dayanması mümkün değildi. Sizlerden habersiz burayı yarattık. Yukarıdaki çıkarcı ilişkilere, baskılara, rekabete ve yolsuzluklara katlanamaz hale gelince, hemen buraya geliriz. Burada yeniden insanlığımızı hatırlarız. İnsanoğlunun, iyi, sevecen, mutlu bir varlık olduğunu burada anlar, biraz olsun moral ve sevgi depoladıktan sonra, yine yukarıya çıkarız...” Haksızlığa uğramış, dışlanmış gibi hissetmiştim kendimi. Hiç düşünmeden: “Burası olağanüstü bir yer. Peki ama neden burayı bizden gizlediniz?” Usta beni gördüğü anda yaşadığı kaygılı halini üzerinden atmıştı. Hüzün dolu bir bilgelikle gülümseyerek: “Siz okumuşlar bizlerden çok farklısınız ve hep farklı olmak için çabaladınız bugüne dek. Bizim kaderimizi paylaşmamak için, dahası, bizlerden uzaklaşmak ve üzerimizde güç kullanabilmek için, düzenin bütün imkânlarını kullanarak ve inat ederek okullar bitirdiniz. Siz okumuş, ayrıcalıklı, seçkin insanlar bizlerle birlikte, ortak bir şekilde bir şey yapmak istemezsiniz. Sizlere, burada, yerin altında sosyalizmi kuruyoruz, deseydik, hemen gelir ama bir süre sonra bize hâkim olmak için ayrıcalıklarınızı, imtiyazlarınızı burada da isterdiniz. Bizi buna boyun eğmeye mecbur ederdiniz...” Elektrik tamircisi konuşurken bir taraftan da bütün dikkatiyle yüzümü inceliyor, duygularımı anlamaya çalışıyordu... Bir an durdu ve gözlerini gözlerimden ayırmadan: “Gerçekten, burada yaşamak istiyor musunuz?” diye sordu. “Evet,” dedim, “elbette yaşamak isterdim, yukarısı korkunç, dayanmak mümkün değil...” “Öyleyse,” dedi, “yazarlığınızın size sağladığı ayrıcalıkları reddedin. Bugüne dek kazandığınız tüm başarılarınızı da... Kitaplarınızı ve yazılarınızı, isimsiz yazın.”


“Hayır!” dedim ani bir öfkeyle, “bunları benden isteyemezsiniz! Ne elde ettiysem alnımın teriyle elde ettim. Neden kitaplarımda ve yazılarımda ismimi kullanmayayım? Hani, sizlerin emeğe saygınız vardı?” Usta, bu direncimi bekliyor olmalıydı ki pek şaşırmadı. Gayet sakin: “Yazar olarak kazandığınız ayrıcalıkları ve başarıları şu an dayanamadığınızı söylediğiniz bu düzende kazandınız. Baştan aşağı zorbalık, eşitsizlik ve çürümenin hâkim olduğu, yukarıdaki düzende... Orada kazandığınız ayrıcalıkları ve sözüm ona başarıları nasıl savunur, korumak islersiniz? İsim kullanarak kitap ve yazı yazmaya gelince, siz bir yerlere gelmiş yazarların yukarıdaki toplumda rekabeti ve gerilimi bir kat daha arttırdığınızı bilmiyor musunuz? Sizin yerinizde olmak isteyen binlerce genç var. Ve birçoğu en az sizin kadar yetenekli... Ama aralarından çok az kişiyle birlikle siz de sıyrılmışsınız. Bu karşı olduğunuz düzenin ilişkilerinden yararlanıp olanakları lehinize çevirmiş; inadınız ve biraz da şansınız sayesinde bu noktaya gelmişsiniz... Başarı ve ayrıcalık kazandıkça da yeni ıstıraplara, haksızlıklara, yeni gerilimlere neden oluyorsunuz... Biliyorum, siz, muhalif yazılar yazdığınızı, özgürlük ve eşitlik için çabaladığınızı söyleyeceksiniz ama boş laflar bunlar. Siz bu yazılarla başarı ve ayrıcalık kazandıkça, kazanan sadece bu aşağılık sistem olur, başka hiçbir şey değil. Hele düşlediğiniz sosyalizm, hiç değil... Şimdi anladınız mı beni, burada sizin yeni ayrıcalıklar ve başarılar kazanarak yukarıdaki gibi gerilim, kıskançlık ve rekabet ortamı yaratmanızı istemeyiz. Okumuşların, seçkinlerin üzerimizde etkili olmasına izin vermeyiz. Buradaki insanların çoğu ya ilkokuldan terk, ya da orta ikiden belgelidir...” Bunlar benim çok önceden beri düşündüğüm ama bilinçaltımın en derin, en karanlık köşelerine gizlediğim düşüncelerdi... Bu düşüncelerimle yüzleşmekten hep korkmuştum. Şimdi olduğu gibi... Bu yüzden bastırdığı korkularıyla ansızın karşılaşan insanlar gibi bu duygularımın üzerini hemen örtmüş ve kendimi gizlemeye başlamıştım... “İzin verin, bu teklifinizi düşüneyim!” dedim ustaya... Ve bu yerin alımdaki düşülkeden çıkıp karanlıklar içindeki evime doğru yürümeye başladım. Yukarıdaki bu dünya, yerin altındaki düşülkeyi gördükten sonra artık daha bir acımasız ve anlamsız gözüküyordu gözüme... Ama yine de bu düşülkeye kavuşabilmek için bu karanlık yerde kazandığım başarı ve ayrıcalıkları terk etmeye hazır hissetmiyordum kendimi: İsimsiz kitap ve yazı yazmaya... Henüz aşağıdaki o düşülkede yaşamaya hazır değildim...

Cezmi ERSÖZ

8


KAN KOKUSU Güzel ve Eski

“İlk düşüşümü hatırlıyorum. Henüz 3 yaşındaydım, elimdeki yoyo ile oynuyordum.” Bera – Ahter – Efsun adını verdiğim üç ağaç arasından uzanan eğri yolda düşündüklerim 3 yaşından kalma anılarımdan ibaret. Yüzüme vuran bu yumuşak rüzgârın, beni eskilere çok eskilere götüreceğini tahmin edemezdim, üstelik 30 yıl sonrasında… Bir asrı geçmiş bu yaşlı ağaçların arasından her geçişimde ilk düşüşümü hatırlıyorum. Henüz 3 yaşındaydım elimdeki yoyo ile oynuyordum. Toprak yüzeyin üstüne çıkmış ağaç köklerinin birine takılmıştım. Düştüğümü bile anlayamadan kendimi büyükannemin kollarında bulmuştum. Belki de bu yüzden hiç ağlamaya fırsatım olmamıştı. Görüntüler o kadar hızlıydı ki çocuk aklıyla bunu analiz edememiştim. Büyükannemin kucağında kendimi bulduğumda, göz kapaklarımı hızlıca kapatıyordum esen rüzgâra. Büyükanneme has o kokuyu ciğerlerimde hissettiğimde, ne olursa olsun hiçbir şeyin bana zarar veremeyeceğini düşünürdüm. Tüm hayatım boyunca o kokuyu hissetmek için neler vermezdim. Yıllar sonra adını öğrendiğim “Güven” kokusuydu, büyük annemin naneli teninin kokusu… Bera – Ahter – Efsun üçlüsünün birkaç adım ilerisinde yetiştirdiği naneleri. Kendine ait bahçe kıyafetleri ile yaz günlerini yeşillikler arasında geçirirken, büyükbabamı da o çakmak gözleriyle inceden inceye süzmeyi de ihmal etmezdi. Büyükbabam da ona ela gözleriyle karşılık verir, evimizin balkonundan tüm gün büyükannemi sonsuz şefkatli yüreğiyle izlerdi.

9


İkisinin arasında olan sevgi dışında bambaşka bir bağ vardı. Aralarında 15 yaş fark olmasına rağmen birbirlerine davranışlarında yılların farkı yoktu. Şanslı sayılırdım ki onlarla birlikte büyüdüm. Yarım asrı deviren bu iki yaşlı devin beni 3 yaşından 18’ime kadar annem ve babam gibi olmalarıydı beni onlara bağlayan. Üniversite eğitimim için terk ettiğim bu küçük kasabada öyle çok hatıralar bıraktım ki. Yalnızca tatil dönemlerinde gelip kısa süre sonrasında dönmek zorunda olduğum bu büyük evimizi çok özlüyordum. Hem çalışıp hem de okumak ağır geliyordu duyduğum özlemle birlikte. Onlar da bu durum için biraz üzülseler de bana belli etmiyorlar, geleceğim için daha da destek olmaya çalışıyorlardı. Ailemi kaybettiğimden beri onlarla birlikteydim. Evin içinde prensesler gibiydim. Evin içinde diyorum çünkü bu durumu dışarıda kıskanan Bera Ahter Efsun üçlüsü vardı. Aralarından geçmeye kalkıştığımda düşmeme sebep oluyorlardı. İlk kıskançlıklarını buraya geldiğim gün yapmışlardı. 3 yaşındaydım aradan tam 30 yıl geçmesine rağmen hâlâ kıskançlıkları sürüyor olmalı. Baksanıza, şimdi bile sendeledim geçerken. Artık düşüremiyorlar. Aslında bu tümseği birkaç kazma kürek darbesiyle halledebilirim. Belki de daha fazla vurarak bu tümseği yok edebilirim. Ama bunu yapmak istemiyorum. Yıllık iznim için kaçtığım bu küçük kasabada, dikkatsizliğim yüzünden kırdığım küçük serçe parmağımla bunu yapamam. Sol elimin serçe parmağı ne çok çekti benden. Niğde’ye gelmeden önce, henüz bir ailem varken, Aydın’daki evimizdeydik. Babamla birlikte tavşanlarımız için yapılan küçük evin kilidini takıyorduk. Yaramaz bir çocuk olduğumdan mıdır, yoksa babamı taklit etme gereğinden midir, bilemiyorum ama kilidin üstüne elimi koymamla çekicin parmağıma vurması bir oldu. Tüm vücudumda hissettiğim karıncalanma ve acıyı şimdi bile iliklerime kadar hissedebiliyorum. O kilit yüzünden parmağım kanamıştı. Küçük ve ince adeta solucanı andıran serçe parmağımı büyük dikkatle inceleyen babamı izlerken de hiç ağlamamıştım. Ailemin tüm acılarımı dindirdiği bir gerçek sanırım. Canımın yanmasına rağmen hiç ağlamamıştım. Gerçi çocukken bu duruma ağlamayan ben, 33 yaşında koca insan, serçe parmağımı sargıya almaya çalıştıklarında hüngür hüngür ağladım. Beni ağlatan parmağımın acısı değil de, etrafımda ailemden birileri yerine beyaz kıyafetli doktorların hemşirelerin olmasıydı. Büyüdükçe çocuklaştığımı düşünürdüm, tam tersine hiç büyümemişim meğer. Bunun parmağımla bir ilgisi yok tabiî ki. Lunaparkta çocuklardan daha çok eğlendiğim için söylüyorum. Hatta parkta yaptıklarımı bir çocuk yapsa kesinlikle annelerinden ceza alırlardı. Niğde’nin Çiftlik Kasabası’nda kurulan ucuz eğlence yerine gitmeyi, geldiğim ilk gün planlamıştım. Arabamla kırmızı ışık ihlali yapmamak için durduğumda yolun sağ tarafında tel örgülerle çevrilmiş, geniş arazi içine kurulan lunaparkı gördüm. Bilinçsizce ellerimle alkış tutarken dikiz aynasından kendime yakalanmıştım. Öyle utanmıştım ki. Etrafta kimse olmamasına rağmen neden utandığımı hâlâ çözemedim. İş hayatında kendimi, ağırbaşlı olmaya o kadar zorluyorum ki, kahkahalar attığımda kendimi suç işliyor gibi hissetmem normal olsa gerek. 24 saatlik günün 18 saatini çalışarak geçirdiğim için bu asık suratlı halim üzerime yapıştı. Çalışıp aynı zamanda okumaya devam ettiğim gençlik dönemimde yaratmıştım bu karakteri. Bugünkü başarım ve saygınlığım bu sayede olmadı mı zaten? İstanbul’a ilk geldiğim gün büyükbabamın telkinleri ile ayakta durmaya direndim. Bu kadar yol aşabileceğim aklımın ucundan bile geçmezdi. İstanbul Üniversitesi’ni kazandığımı söyleyen dedemin heyecanını dün gibi hatırlarım. Bera Ahter ve Efsun kardeşlerin karşıladığı evimizin balkonunda oturuyorduk. Komşularımız, Melehat, Zaide, Nezaket Hanımlar da katıldığı şen kahkahaların

10


sıkça atıldığı yaz kahvaltılarından biriydi. Büyükbabam koşarcasına çıktığı eğri yoldan heyecanla bana bağırdı. Bir elinde kâğıtlar, “Kazandın, kazandın!” diyordu. Nefes nefese kalmış yaşlı bedenine sarılmak ne mutluluk vericiydi. Bizi ayıran bu kâğıtların vereceği hüznü hiç düşünmemiş olacaktı ki, gözlerinin içi ışıl ışıl bakıyordu. Büyükannem ise tam tersi, ayrılacağımızı aklına getirip gözleri doluyordu. Büyükannemin en büyük kuralı içindeki duyguları belli etmemekti. Bu kural o sabah biraz yıkılmıştı sanki. Bazen içindeki hisleri belli etmenin zararı ve yarası çok büyük olabiliyor. Bunu anladığımda 24 yaşındaydım. Bu kuralın neden bu kadar önemli olduğunu anladığımda büyük babam bize veda etmişti. Sonsuz bir yolculuk için toprakla bütünleşmişti vücudu. O gittiğinde verdiğim sözlerin hiçbirini unutmadım. İnsanoğlu bu, her şeye alışıyor doğrusu. Büyükannemle bir araya geldiğimizde içimizdeki hüzün gözyaşına dönüşüyordu. Eminim bir yerlerden bizi izleyip bize içten içe kızıyorsundur büyükbaba. Büyükbabamla ilk ciddi konuşmamızı üniversite için gitmeye hazırlandığım gün yapmıştık. Hiçbir zaman unutulmaya fırsat bırakmayacak duygular içinde geçen konuşması. “Hayat, başladığın gibi sona eren bir olgu değildir. Temiz başlarsın dünyaya, melek gibi derler yeni dünyaya gelenlere… Ama melekliğini kirletenlerden olma. İyi başlayan her şey iyi sonuç alamıyor bazen. Buna sebep nedir, nasıl böyle oldu, eyvah diyerek yakınmak yerine, yanıt aradığında sonucu değiştirecek sorular sormalısın kendine ve cevabı yoksa hiçbir sorunun başa sarıp yineleme. Yeniden yeniler için mücadele et. Asla arkaya bakma. Buradan gittiğinde yalnız kalacaksın, tek başına vermen gereken kararlar olacak. Doğru olduğunu düşündüğün şeyler için adım atmaktan asla korkma. Tüm bu sorumlulukları yerine getirirken de asla hayatın güzelliklerini kenara atıp sonraya bırakma. Çünkü; bugün, dün olduğunda gelecekse yarın, aradığın ne başarı olacak ne de kaygıların. Mutluluğunu sorgulayacaksın geçmişte. Mutluluğu yaşayarak saklarsın dünlerde. Kenara atıp, sonra yapılır, diyerek değil. Bu söylediklerimi de sakın unutma olur mu tavşanım?” Unutmadım büyükbaba. Büyük babamın bu sözlerini hiç unutmamama rağmen, hayatın yaşanması konusunda çok iyi olamadım. Zamanın sınırlı olması ve yapılacak onca şeyin bulunması… Evet, bunların hepsi birer sebep. Yalnızca günlük hırslarım yüzünden mutluluğu tepmiş olmanın farkına varmışlığı ile lunaparkın altına üstüne getirdim. Bununla da kalmadım tabii ki, serçe parmağımı kırdım. Sevgili patronuma şimdilik kapıya sıkıştı mazeretini sundum. Böylelikle iki günlük kaçış yolculuğumun süresi üç gün daha uzamış oldu. Ne sekreterim, ne patronum, ne genel müdür yardımcılarımın hiçbiri burada olduğumu bilmiyor. Kötü bir yönetici miyim dersiniz? Mesleğimden bahsetmemiş olduğumu biliyorum. İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi öğrencisiyken, sonradan aldığım kararla Uluslar Arası İlişkiler bölümüne geçtim. Bu elbette çok kolay olmadı. Şu anda düşündüğümde aldığım ücret, tüm zahmetlere değecek değerde. Kendime ait evim, arabam ve İzmir’de yazlık bir evim var. Tüm bu varlık beni mutlu etmiyor. Çünkü bunları paylaşabileceğim bir aileye sahip değilim. Etrafınızda koşup eğlenen çocuklar, kahkahalar atıp dikkati üzerine çeken anne babaları görmenin sonucu bu. Yoksa çalışmakta olduğum şirketin işleri öyle yoğun oluyor ki, ailemi düşünmeye fırsatım olmuyor. Tabii ki buna karşı değilim. Aksine beni memnun ediyor, düşünemiyor olmak. İnsan üzüntüleriyle birlikte başarıyı aynı anda taşıyamıyor sırtında. Lunaparktaki adamın kızına söylediği sözler geldi aklıma; “Hangisini istiyorsun tatlım? Hep-


sine değil sadece birine sahip olabilirsin.” Küçük kızına şimdiden öğreti olarak aşılıyor bu gerçekleri. Tüm aşamaları geçen koca bebek ben, atlıkarıncaya bindiğimde üstümdeki bakışları bu yüzden önemsemedim. “Utanacak mısın? Eğlenecek misin? Yalnızca birine sahip olabilirsin tatlım,” diye söylendim kendime ve “Eğleneceğim!” dedim. Atlıkarınca, balerin, gondol, çarpışan arabalar, hedef vurma, uçan balonlar… Hepsiyle tüm günümü harcarım diye düşünüyordum. Aksine… Tüm bu saydıklarımı defalarca tatmama rağmen, yalnızca 3 saatimi harcamıştım. Tatilimi doyarak yaşamak istiyordum ama ne ile doyacağımı bilmiyordum. Otele geri dönüp dinlenmenin iyi olacağını düşünüyordum ki, o sırada yanımdan geçen macun satan adama gözüm takıldı. Çocukken şeker, çikolata gibi tatlıları yemek büyük yasaklar arasında yer alıyordu. Böyle bir lezzet nasıl yasak edilir anlamıyorum. Gizli gizli çikolata yerken yakalandığım çok olmuştur. Şen kahkahalar atarak kahverengiye dönüşmüş dişlerimle sırıtırdım büyükbabamla büyükanneme. Güzel ve eski olan her şeyi özlüyoruz sanırım. Şimdi oturduğum bu sert sandalye üzerinde bunları yâd etmek ne hoş. Keşke bir hapishane odası yerine, ailemin olduğu bir evin odasında bunları yazıyor olsaydım. İnanmak istediğim tüm bu güzel anılar, keşke benim olsaydı. Keşke bu anlattıklarım gerçek hikâyelerim olsaydı. Ne yazık ki hiç bu kadar güzel ve eski hikâyeler biriktiremedim ben hayatımda. “İlk düşüşümü hatırlıyorum, henüz 3 yaşındaydım. Elimdeki silah ile oynuyordum. Toprak yüzeyin üstüne çıkmış ağaç köklerinden birine takıldım. Yaralandığımı bile anlayamadan kendimi büyükannemin kollarında buldum. Belki de bu yüzden hiç ağlamaya fırsatım olmadı. Ailemin öldürülüşünü izleyip yasını tutmak istemedim belki de. Görüntüler o kadar hızlıydı ki, çocuk aklımla analiz etmek ne mümkün… Şimdi düşündüğümde idrak edebiliyorum her şeyi. Büyükanneme has o kokuyu asla unutamam. Yıllar sonra öğrendiğim “Kan Kokusu”ydu kokladığım. Bera Ahter Efsun üçlüsünün arasında yatan dört cesede takılmıştı ayağım. Büyükbabam, Kardeşim, Annem ve Babam.” “Hangisini istiyorsun? Hepsine değil yalnızca birine sahip olabilirsin tatlım? İntikam mı, Unutmak mı?” “İntikam!” Efruz Bera Ahter – 33 Yaşında – Bekâr – Bayan – 15-05-1997 Ailesini öldürüp Bayan Efruz Bera Ahter’i çocuk esirgeme kurumuna yollayan büyükannesini, parçalayarak öldürdü ve parçalarını lunaparkta sakladığını itiraf ettikten sonra, getirildiği cezaevinde intihar etti. Ailesini öldüren katili parçaladığı için mutlu olduğunu dile getiren yazısı ve tuvalet kâğıdına yazdığı bu notlar yatağının üzerinde bulundu. Cenazesi Zincirlikuyu kimsesizler mezarlığına defnedildi.

Öznur BAYCAN

12


EVE KAÇIŞ

Anton Duavinsky, biraz evvel tokat atıp yere devirdiği sarışın kadına doğru parmağını sallayıp, öfkeyle bağırdı. “Bana bak sürtük, eğer bir defa daha, dün akşamki hâsılat deyip de elime sadece yetmiş papel sayarsan, seni gebertirim! Ama öncesinde canını öyle bir yakarım ki bir an önce öldüreyim diye bana yalvarırsın…” Muhabbet tellalı, tek odalı dairenin kapısını öfkeyle çarpıp, dışarı çıktı. Tanya Narayova adıyla Kiev’de doğan ancak Londra sokaklarında sadece Vicky olarak bilinen yirmi iki yaşındaki kadın, bir süre daha gözyaşları içinde yerde yatmaya devam etti. Otuz dakika sonra, buzdolabından çıkardığı şişeden votka yudumlarken kararını vermişti; Londra’dan da, Anton pezevenginden de kaçacak, bir şekilde Ukrayna’ya, yaşlı annesinin yanına geri dönecekti. Sekiz aydır Anton’a hizmet ediyordu ama artık daha fazla dayanamayacaktı. Bu kararı alması beş dakika bile sürmemişti. Tanya, nasıl olup da böylesine kısa bir sürede, bu kadar zor bir karar alabildiğine şaşırdı. Oysa ona böyle geliyordu… Nitekim üç haftadır bilinçaltı bu planın hazırlığı içindeydi. Küçük banyoya gitti, tuvalet sifonunun içine gizlediği siyah poşeti aldı. Poşete sarılmış, hava

13


kabarcıklı sarı zarfı açtı. Gizlice biriktirdiği paraları zarftan alıp, deri montunun iç cebine yerleştirmeden önce saydı. Tüm sermayesi bin iki yüz on beş Sterlin idi. Aylar önce daha konforlu ve daha anlamlı bir yaşam ümidiyle giriş yaptığı ülkeyi terk etmek üzere Covent Garden’daki apartman dairesinden çıktı. Leicester Meydanı’ndaki metro istasyonuna yürüyecek, yeraltı trenine bindikten sonra en fazla kırk dakika içinde şehrin Güney Batısında kalan Heathrow Havaalanı’nda olacaktı. Genç kadın, soğuk bir Mart sabahında Leicester Meydanı’na doğru yürürken, şimdiden hafiflediğini hissetti. İçini huzur kaplamıştı sanki… Kaçıp, kurtulacaktı bu hayattan! Keşke hayat bu kadar basit, hoşlanmadığımız şeylerden kaçabilmek de bu kadar kolay olsaydı…

*

*

*

Gri renkli Ford Sienna’nın sürücü koltuğundaki Anton’un cep telefonu Kalinka melodisiyle çalmaya başlayınca, adam usturuplu bir küfür savurdu. Otomobil kullanırken telefonla konuşmaktan nefret ederdi… Ancak arayan bir müşterisi olabilirdi, şimdilik telefonu açmamak gibi bir lüksü yoktu. Belki önümüzdeki iki yıl içinde bunu başarabilirdi. “Efendim?” “Hey Anton… Nasılsın adamım?” “Merhaba Mahatru, bana yeni bir haberin mi var?” Hint aksanlı şivesini duyar duymaz arayanın kim olduğunu anlamıştı. Leicester Meydanı’ndaki metro istasyonunda temizlik görevlisi olarak çalışan Mahatru, Covent Garden’a gelip gidenler hakkında kendisine bilgi verir, bunun karşılığında her gördüğünde Anton’dan para koparırdı. Adına da ‘bahşiş’ derdi. Rus kadın taciri, Mahatru’dan pek hoşlanmaz ama verdiği bilgiler karşılığında cömert davranırdı. Çünkü onun sayesinde sermayesini artırabiliyor veya içlerinden biri metro ile kaçabileceğini düşünecek kadar aptal çıkarsa, durumdan hemen haberi oluyordu. “Evet Anton, bil bakalım kim dolanıyor bizim istasyonda… Haydi, tahmin et…” “Bana bak Mahatru, hiç oyun oynayacak havada değilim. Ya hemen baklayı ağzından çıkar ve elli papeli kap, ya da beni daha fazla meşgul etme.” “Senin şu güzel gözlü fıstık var ya… Adı neydi?... Hani şu sütun gibi uzun bacakları olan…” “Şansını zorlama havlu takkeli dostum…” “Tamam, tamam şimdi anımsadım; Vicky’di adı Vicky! İşte bu kadının biraz önce havaalanı için bir bilet aldığını gördüm. Bilmen gerekir diye düşündüm.” “Eğer hemen bana bu trenin sefer sayısını da söyleyebilirsen, bugünlük sana bonkör davranacak ve akşam evine dönmeden cebine ilaveten 100 papel koyacağım.” “Pekâlâ patron, dinle şimdi…” Anton Duavinsky, üç dakika içinde en yakın metro istasyonuna vardı ve süratle mezanin katı geçip, yer altı trenine doğru koştu.

*

*

*

Londra Metrosu, 1863 yılında Metropolitan Railways ismiyle açılmıştı. Toplam 274 istasyonu bulunan bu toplu taşımacılık sistemi dünyanın en eski metrosuydu. Fakat tabii ki Tanya bunların

14


hiçbirini bilmiyordu; umurunda da değildi. Tren aradaki istasyonları geçip, hızla Heathrow Havaalanı’na yaklaştıkça genç kadın kendini çok daha iyi hissetmeye başladı. Şimdiden, bu iğrenç hayattan kaçıp kurtulduktan sonra neler yapabileceğini düşünüyordu. Vagonun en ucundaki krem rengi plastik koltuklardan birinde oturan Tanya’nın kendi ülkesindeki mesleği, ilkokul öğretmenliğiydi. Hiçbir şey yapamazsam evime en yakın okula öğretmenlik için başvururum diye düşünüyordu. Diğer taraftan yemyeşil gözleri, sapsarı saçları ve düzgün vücut hatlarıyla gerçekten çok çekici bir kadındı. Üstelik henüz çok gençti. İnce ve uzun parmaklarını birbirine kilitleyip, gözlerini yumdu. Bundan böyle daha düzenli bir hayatı, yakışıklı ve çalışkan bir kocası, içinde birkaç çocuğun koşuşturacağı huzurlu bir yuvası olabilmesi için, Tanrı’ya yalvardı. Artık sana daha yakın olacak, çevremdekilere daha iyi davranacak, hayır işleriyle uğraşan yardımsever bir kulun olabilmek için elimden geleni yapacağım. Tanrım, ne olur bana yardım et! Doğru yolu göster ve bu yolda ilerleme gücü ver! Ama her şeyden önce beni şu içinde bulunduğum berbat yaşantıdan ve tüm güzelliklerin parayla satın alınabildiği bu iğrenç ülkeden kurtar… Sana yalvarıyorum Tanrım, yeni bir başlangıç yapabilmem için bana şans daha ver! “Ne o deavuşka, bir yere mi gidiyorsun?” Anton’un hemen yanı başında bir yılan gibi tıslayan sesini duyunca, iliklerine kadar ürperdi Tanya. Bir anda kalbi sıkıştı, alnından ve avuç içlerinden ter fışkırdı. Bir kobra çevikliğiyle hareket eden muhabbet tellalı, kadını sol kolundan kıskıvrak yakaladı. Kadın, “Bırak beni, canımı acıtıyorsun!” diye hafifçe inledi. Bu kadarına bile cesaret edebilmesine, kendisi de şaştı. Anton’un gerektiğinde çok acımasız olabildiğini biliyordu. “Kes sesini orospu! Daha iki saat önce sana söylediklerimi ne çabuk da unuttun… Ama hiç merak etme, eve döndüğümüzde sana öyle şeyler yapacağım ki yaşadığın sürece beni hep ciddiye alacak, bundan böyle dediklerimin tek kelimesini bile unutmayacaksın…” Tanya, adamın mengene gibi sıkan elinden kurtulabilmek için umutsuzca çırpındı. “Çek ellerini üzerimden hayvan herif… Yeter artık sana katlandığım… Cehennemde, bütün bunların hesabı senden sorulacak!” Artık geri dönüşü yoktu. Ya kaçıp kurtulacak, ya da başına geleceklere razı olacaktı. “Vay vay vay… Dilin ne de uzamışsın senin? Dua et de kopartmayayım onu!” dedi Anton. Sesleri gittikçe yükseldiği için vagonda bulunan diğer yolcuların bazıları, dönüp ters ters onlara baktı. Ancak, kendi aralarında ‘ufak bir tatsızlık’ yaşayan bu çiftten uzak durmayı tercih ettiler. Kimse müdahale etmeye, yardımcı olmaya çalışmadı. Tanya, kaçamamış olmanın verdiği öfkeyle diğer yolculara dönüp, “Tanrı hepinizin cezasını versin!” diye haykırırken gözlerinden yaşlar süzülüyordu. Bu hareketi bardağı taşıran son damla oldu. Anton, siyah deri montunun iç cebinden kısa namlulu, toplu tabancasını çıkardı. Namlunun ucunu kızın hemen çenesinin altına bastırıp, başını yukarıya doğru itti. Kadının gözleri, yaşadığı dehşetin etkisiyle irileşti. Anton fısıldadı, “Tek kelime bile edip biraz daha rezalet çıkarırsan, beynini tavana yapıştırırım! Beni anladım mı sürtük?” Genç kadın, çenesinin altına baskı yapan soğuk çeliğin etkisiyle, ağzını açıp da konuşabilecek halde değildi. Anton devam etti; “Bir şey söylemene gerek yok deavuşka! Eğer söylediklerimi anladıysan ve artık daha uslu duracaksan sadece gözlerini kırpman yeter.”


Her iki göz kapağını da çabucak kırptı Tanya. “Güzel… Beni anladığına sevindim. Şimdi senden son bir ricam var,” dedi Anton ve kalın kaşlarının, kısacık kesilmiş saçlarının ve tombul yanaklarının yer aldığı yusyuvarlak yüzünde sinsi bir gülümseme belirdi. “Duracağı ilk durakta trenden ineceğiz. Bu sırada seni kolundan tutmaya devam edeceğim. Sen de uslu uslu benimle geleceksin. Şayet en ufak bir yamuğunu görürsem veya bana kelek atacağını hissedersem…” Sustu, hâlâ kızın çenesine dayamakta olduğu tabancasının horozunu geriye doğru çekti. Hafiften bir klik sesi duyuldu. “Gerisini sen tahmin edersin artık değil mi deavuşka?” dedi. Tanya’nın kalp atışları öylesine hızlandı ki, bir anda tüm vücudunu ter kapladı. Önce heyecanla kasılan midesi, sonrasında salgılanan asidin etkisiyle ekşimeye başladı. Her an kusabileceğinin farkına varınca hepten dehşete kapıldı. Gözlerini yumdu, aklının içinde sessizce yalvarmaya başladı; Yüce Tanrım n’olur bana yardım et… Bu herifin beni gebertmesine izin verme… Ne istersen yaparım… Lütfen Tanrım, lütfen… Bir yandan dua ederken, diğer taraftan yaprak gibi titriyordu. Vagonun içinde gök gürültüsünü anımsatan bir gümbürtü duyuldu. Ardından burunlara dolan barut kokusu eşliğinde genç kadının yüzüne kan fışkırdı. Yaşamakta olduğu heyecan nedeniyle vücudu öylesine adrenalin salgılamıştı ki, kanın sıcaklığını da bakırımsı kokusunu da kolayca hissedebildi. Tanrım, tüm günahlarım için beni affet, diye düşündü.

*

*

*

Oysa ölen Tanya değil, Anton’du. Yirmi sekiz yıl boyunca Scotland Yard’da memurluk yapmış ve bu esnada birçok kez silahına davranmış olan emekli müfettiş Sean Derek, gözünün önünde yaşanmakta olan rezalete daha fazla dayanamamış, nihayetinde sürekli üzerinde taşıdığı ruhsatlı tabancasına uzanmıştı. Dizlerinin bağı çözülen Tanya, olduğu yere çöktü. Yaşadığı dehşet dakikaları nedeniyle mesanesine daha fazla hâkim olamayıp, kendi üzerine pisledi. Hüzünlü bir bakışla kadını izleyen Sean Derek, paltosunun cebindeki paketten bir sigara çıkarıp yaktı. Akciğer kanserine yakalandığını henüz iki gün önce öğrenmişti. Hastalığı öylesine ilerlemişti ki, kurtulma şansı hiç yoktu. Fakat hayata umutla bakması gereken genç bir kadının böylesine aptalca bir biçimde yitip gitmesine gönlü razı olmamıştı. Sigarasından son bir nefes çekerken, yaşamaya benden çok daha fazla hakkı var, ben sıramı savdım, diye düşündü.

Oğuz ÖZTEKER

16


ADDİO, AMORE MİO…

Gözlerini tekrar açtığında bunun bir rüya olmadığını anladı; hâlâ o sandalyedeydi. Kulakları uğulduyor, bazen hiçbir şey duymuyor, loş ışıkta aklını toplamaya çalışıyordu. Oturduğu sandalyeye elleri arkadan bağlıydı; tam arkasındaki duvara monte edilmiş lambanın ışığı önündeki kirli aynaya çarparak yansıyordu. Yumruklardan ezilmiş yüzündeki yaralardan kan geliyordu. Diliyle dişlerini kontrol etti, eksik yok gibiydi. Saçları dökülmüş gri gözlü adamın odadan çıkarken küçük bıçağıyla alnına attığı çizikten akan kan gözlerine giriyor, etrafını göremiyordu. Kafasında olayların mantıki bir çözümlemesini yapmaya çalışıyor, ama neden burada olduğunun cevabını bulamıyordu. Bazen kendini havalanıyormuş gibi hissediyor, sızlayan yaralarıyla kendini tekrar külçe gibi tüm ağırlığıyla sandalyede bağlı buluyordu. Aynadan yansıyan ışıklar gözüne giren kanla birlikte değişik görüntüler alıyor, arada sırada odaya giren adamların siluetlerini yanıp sönen ışıklar gibi gösteriyordu. Dışarıdan yankılanan sesler sanki odaya yaklaşırken şekil alıp insan suretlerine dönüşüyordu. Acaba hayal mi görüyorum diye düşünürken kolundaki acıyla kendine geldi. Beyaz gömlekli kollarını sıvamış bir adam gördü, koluna bir şırınga batırmıştı. Sonra bu acıyı daha önce de duyduğunu hatırladı, evet bu gerçekti. Adam tekrar doğrulup ona yan durunca belinde metal renkli büyük tabancasını gördü. Tekrar düşünmeye gayret etti, çünkü bu iğneyi yiyince kendinden geçtiğini hatırladı. Bu insanlar kimdi? Ona neden bunu yapıyorlardı? Konuşmaları bozuk bir plaktan çıkan seslere benziyor-

17


du. Kendi konuşmaya çalışmıştı ama söylediklerini pek beğenmemiş olacaklar ki birkaç yumrukla cevaplamışlardı. Burnuna sigara kokusu geldi, hiç sevmediği bu maddenin kokusu nedense moralini yükseltmişti, keyifle derin nefes aldı. Biraz sonra ağzına tutuşturulan şeyin bir sigara olduğunu fark edince yaşadığına sevindi. Hiç içmediği o şeyden derin bir nefes aldı, Filmlerde bu tip sahnelerde sigara içmeyen mağdurun birden sigaraya başladığını görüp saçma bulduğunu hatırladı; sonra öksürünce kötü adamların güldüğünü... Öksürmeye başladı yanından gülme sesleri geldi. Bu onu biraz cesaretlendirmişti, konuşmaya karar verdi. “Ne… Ne istiyorsunuz? Kimsiniz?” Tekrar derin bir sessizlik oldu. Kendini kandırarak umut ettiği sıcaklık tekrar yerini ölümün soğukluğuna bıraktı. “Duyduklarını anlat,” dedi adamlardan biri. O zaman saatlerden beri sorulan sorunun bu olduğunu hatırladı. Aynı cevabı verdi. “Kimden? Ne?” Beyaz gömlekli tabancalıyı bir an tekrar gördü. Ardından sert bir yumrukla başı savruldu. “Ba… Bakın bana kimin konuşmasını soruyorsunuz? Eğer söylerseniz yardım edebilirim. Lütfen…” Ağlamaya başladı. “İş arkadaşlarıma sorun onlar size beni anlatacaktır. İçişleri Bakanlığı’nın bir servisinde çalışıyorum, adresim…” “Kes sesini!” diye bağırdı koyu gri gömlekli. Senin kim olduğunu, nerede çalıştığını kaç numara ayakkabı giydiğini bile biliyoruz.” Başka birinin fısıldar gibi sesi duyuldu: “Belki de gerçekten bir şey bilmiyor.” Tekrar kısa bir sessizlik oldu ardından adam tekrar sordu. “Sana ipucu vereyim, metrodaki patlama…” “Hiçbir şey anlamıyorum, siz kimsiniz?” Tekrar bir darbe yemeye hazırlanırken çarpan kapının sesini duydu. Gözleri kurumuş kandan doğru dürüst görmüyordu ama etrafındaki siluetlerin kaybolduğunu fark etti. Gitmişlerdi. Bir süre kendini dinlemeye karar verdi. Evet, evet mutlaka bir yanlışlık olmalıydı. İşini hatırladı, o gün işten çıktığı akşamı. Hava kararıyordu. Akşam yemeğinden sonra iş arkadaşı ve aynı zamanda sevgilisi Franceska ile buluşacaktı. Sevgilisi yarım saat geç kalmıştı. Tam telefon etmeye hazırlanırken kaldırıma bir minibüs park etmiş, içinden üç adam çıkarak onu tutmuş zorla araca sokarak buraya getirmişlerdi. Sadece bir eter kokusu hatırlıyordu. Sonra tekrar Franceska’yı düşündü. Her şey ne kadar da güzel gidiyordu, hayatının aşkını bulmuştu. O ve kendi, işyerinin Romeo ve Juliyet’iydi. Herkes onları sever ve gururla izlerdi. Zaten ofiste topu topu yedi kişilerdi. Acaba şimdi ne yapıyor, diye düşündü. Evde kalmış yaşlı sekreter Gloria’nın bile onlara bakarken gözleri ışıl ışıl olurdu. İçişlerine bağlı bir serviste çalışıyordu. Bakanlıktan gelen dosyalar orada arşivlenir ve saklanırdı. Bunların içinde bazen gizli servisten gelen dokümanlar da olurdu ama gizli şeyler değildi. Kaç saat geçtiğini hatırlamıyordu; belki de birkaç gündür oradaydı. En kısa sürede bu yanlış anlaşılma halledilecekti. Tekrar işini hatırladı, ofisin en yaşlısı Giuseppe ona sürekli takılır, şakalaşırlardı. Ama bazen Giuseppe’in kalın gri kaşlarıyla akbabaya benzer bir bakışla baktığını hatırlar buna bir anlam veremezdi. Maria ve Antonio… İkisiyle de arası iyiydi. Yanılmıyorsa bir ilişkileri vardı.

18


Zaman zaman onları fiskos ederken gördüğünü hatırladı. Marco’yu, sonra Enzo’yu hatırladı, hep onlara servis yapan çocuğu... “Cloudio’nun limonlu sodasını unutma!” Şimdi canı nasıl da limonlu soda istemişti. Herkes onun bu alışkanlığını bilir ve ofisteki küçük buzdolaplarında olmasına dikkat ederlerdi. Susuzluktan ölseler bile bir saygı sembolü olan şişeye dokunmazlardı. Herhalde birkaç saat daha geçmişti, çünkü sızmıştı. Daha doğrusu uyanık olup olmadığından emin değildi. Acaba ölse miydi? Bu düşünce artık ona eskisi kadar korkunç gelmiyordu. Bir anda her şeyden kurtulacaktı. Evet, evet bu iş bir an önce bitse iyi olacaktı. Birden kapının gıcırdadığını duydu. Başını kaldırıp gözlerini açabildiği kadar açtı, galiba üç kişi saymıştı. Beyaz gömlekli, gri gömlekli ve mavi gömlekli… “Bugün sana soruları bilmen için küçük kopyalar vermeye karar verdik. Ama kimseye söyleme oldu mu? Aramızda…” Gülme sesleri geldi. Sonra beyaz tabancayı gördü, bu beyaz gömlekliydi. “Dinle,” dedi ses. Aynı saçmalığın yine başlayacağını düşündü. Ölüm düşüncesinin onu yine rahatlattığını hissetti. “Franceska!” dedi mavi gömlekli birden. Başını kaldırdı, bütün duyuları harekete geçti gözleri daha iyi gördü, kulakları daha iyi duydu. Evet, hayattaydı, beyaz ve mavi gömlekli, gözleriyle takım giyinmiş, gri gömlekliye baktılar. Anlaşılan bu onun fikriydi. “O… Ona bir şey mi yaptınız?” “Ah caro! Bu halde bile sevgilisini düşünüyor, ne aşk!” “Başkalarının telefonunu dinlememelisin Claudio,” dedi beyaz gömlekli. Mavi gömlekli tamamladı: “Sevgilin olsa bile…” “Ne telefonu?” “Hadi biraz kendini zorla dostum, sana kopya veriyoruz.” “Kafasına fazla vurmayın demiştim,” dedi mavi gömlekli. “Franceska’nın telefonu… Hatırla! O kadar kıskanıyordun ki onun telefonlarını bile dinliyordun,” dedi sertçe gri gömlekli. Claudio duyduğu bütün acıların yok olduğunu hisseti, sanki bütün vücudu uyuşmuştu. Aklına o telefon konuşması geldi, sanki hayatındaki tek anı sadece oydu. Franceska ile konuşan tanımadığı o adamın sesini hatırladı; “Yarın metroyla mı işe gideceksin?” “Ne tavsiye edersin?” “Otobüs de iyidir.” “Anladım.” “Öğlen olmadan…” “Anladım, kim?” “Kim mi? Tabii ki Araplar!” “Anladım. Uzun zamandır otobüse binmemiştim.” “Caio…” “Caio…” Claudio’nun kafasında yıldırımlar çakmaya başladı. Metro, patlama, Franceska, telefon…


Acıyla başını kaldırıp tavana baktı. Franceska’nın telefonlarını masasındaki paralel telefondan dinlerdi. Adam telefonu kapadıktan sonra Franceska’yla göz göze geldiğini hatırladı. Telefonu kapatmakta geç kalmıştı. “Gördünüz mü?” dedi gri gömlekli; “Nasıl ayıldı…” “Belki de hiç hatırlatmamalıydık,” dedi mavi gömlekli. “Evet, sana içişlerinde değil de gizli serviste çalıştığını baştan söyleselerdi… Şimdi hayatını hatasını yapmış olmayacaktın,” dedi beyaz gömlekli. “Benim böyle şeylerden haberim olmadığını arkadaşlarıma sorabilirsiniz,” dedi son bir ümitle ağlamaklı. Adamlar birbirlerine baktılar. Mavi gömlekli tekrar konuştu. “Bizim bundan nasıl haberimiz olduğunu sanıyorsun?” Claudio yine kendini yaşamla ölüm arasında bir yerde hissetti. Ama bu fiziksel bir yaşam ve ölüm değildi. Kararı şimdi vermesi gerekiyordu; yaşam mı? Ölüm mü? O sırada beyaz gömlekli ayağını kaldırıp Claudio’nun omzuna bastırdı: “Hoşça kal dostum, seninle ilgili karar sonra verilecek, bundan sonra dostlarını iyi seçersin ha ha ha!” Claudio adamın omzuna basan ayak bileğinde özel kılıfında bir tabanca gördü. Adam ayağını indirdi ve odadan çıktılar. Ne yapmalıydı? En büyük aşkı, dostları, bu doğru olabilir miydi? Önümüzdeki yaz evleneceklerdi; birlikte bir davet listesi hazırlamışlar, her ayrıntıyı düşünmüşlerdi. Dostları ve sevgilisi ona ihanet mi etmişti? Artık kendini kandırmayı bırakmayı düşündü. Evet, artık hayatın hiçbir önemi kalmamıştı, zaten onu öldüreceklerdi. Kaderini beklemeye başladı. Biraz geçince sıkıntıyla etrafına bakındı, sanki bir şey arıyor gibiydi ama ne aradığını bilmiyordu. Ellerini bağlayan ipler bileklerini kesiyor ama uyuştuğundan artık acı hissetmiyordu. Başını çevirip arkaya bakmaya çalıştı, belki de bunu sadece arkasını görmediği için yapmıştı. Tekrar bakmaya çalıştı yerde bir şey olduğunu fark etti. Bu defa başını sola çevirip baktı ama bir şey göremedi. Tekrar sağından bakmaya çalıştı, yerde duran şey bir bardaktı. Hiç düşünmeden içgüdüsel bir hareketle sandalyeyi biraz sola kaydırdı. Tam hizaladığını düşündüğü zaman biraz bekledi ve kendini yavaşça geriye itti. Sırtında kırılan bardağı hissetti, ardından sırtında bir acı. Parmaklarıyla yokladı eli cam parçalarına değdi. Büyükçe bir parça seçerek bileğini biraz kıvırmaya çalıştı, camın ipe değdiğini anlayınca hızla kırık camı ipe sürmeye başladı. Birkaç dakika sonra bir elinin iyice gevşediğini hissetti ardından sol kolunu arkasından çekip çıkardı. Yavaşça ayağa kalktı, tekrar ayakta olmak müthiş bir duyguydu. Ellerini uzatıp baktı, bilekleri kesilmişti. Hemen toparlanarak sandalyeyi kaldırıp oturdu. Kısa bir süre düşündü, dışarıda sesler duyunca ellerini tekrar arkaya götürüp bekledi. Kapının gıcırtısı duyuldu, üç adam içeriye girdi. Beyaz gömlekli konuştu: “Evet, dostum sen sen ol bir daha başkalarının işlerine burnunu sokma,” diğerleri güldü. “Yanlış anlama bu sadece bir iş ve artık senin işin bitti,” dedi mavi gömlekli, tekrar güldüler. Beyaz gömlekli ayağını yine onun omzuna dayadı. Claudio adamın ayağında kabzası kendine dönük küçük tabancayı tekrar gördü. Gri gömlekli cebinden bir şırınga çıkardı. “Uyuşturucu kullanıp arabayla sürat yapmışsın vah vah…” dedi. “Demek ki başkalarının telefonunu dinlemeyeceksin.” Mavi gömlekli devam etti “Dinlersen belli etmeyeceksin.” Beyaz gömlekli güldü ve:

20


“Ve ünlü vecizeyi unutmayacaksın; karın veya sevgilinle aynı işyerinde çalışmayacaksın.” Üçü birden bir kahkaha patlattılar. Claudio aniden sağ eliyle kendisine bakan kabzaya uzanıp kavradı, kılıfın emniyetinden “çıt!” diye bir ses duyuldu. Beyaz gömlekli hâlâ yan tarafa bakıp konuşuyordu. Tekrar başını çevirdiğinde kendisine dönük tabancayı gördü. Claudio tetiği çekti silahın sesi küçük odanın soğuk beton duvarlarında yankılandı, beyaz gömlekli arka üstü yere savruldu. Sonra silahı gri gömlekliye çevirdi, adam şırıngayı atıp omzundaki silaha uzandı, Claudio tetiği tekrar çekti, mermi adamım gri gözünün birinden girip kafasının arkasından çıktı. Biraz daha uzakta kalan mavi gömlekli kapıya doğru seğirtmişti ki silah sesiyle sırtından giren bir mermi onu yüzükoyun yere serdi. Silahın dumanı tüterken hareketsizce bekledi. Her şey bir anda olup bitmişti. Ayağa kalktı, aklına başka birilerinin de olabileceği geldi. Korkarak kapıya doğru yürüdü. Yavaşça boynunu uzatarak dışarıya baktı, bulunduğu oda bir koridorun sonunda sol taraftaydı. Burnuna bir rutubet kokusu geldi. Yerler betondu, çatının ve duvarların rutubetten sıvaları dökülmüştü. Tekrar dönüp küçük odanın sağına soluna dağılmış cesetlere baktı, sonra beyaz gömleklinin yanına gitti. Gözleri açık sanki soru sorar gibi bakıyordu. Belindeki metal renkli büyük tabancayı çıkartıp namlusundaki yazıyı okudu; Python 357. Silahı eline alıp kapıdan çıktı, koridoru geçtikten sonra bir kapı daha gördü. Kapının altından ışık geliyordu. Tabancasını sıkıca kavradı, özgürlükle arasına giren tek şeyin bu kapının ardında olabileceğini düşündü. Hızla kapıyı açtı. Toprağın kokusunu duydu. Şehir dışında bir yerde olduğunu düşündü. Etrafta kimse yoktu sadece ileride yolun kenarında bir araba duruyordu. Arabanın yanına doğru yürüdü, toprağa bastığında tekrar yaşadığını hissetmişti. Sonra gözleriyle bir yılan gibi kıvrılarak tepenin arkasına kadar uzanan toprak yolu izledi, gözleri kamaşmıştı. Arabaya bindi, saat öğlen ikiyi gösteriyordu. Hiçbir şey hissetmiyordu ne açlık ne susuzluk ne acı, yanda duran su şişesini alıp başından aşağıya boşalttı. Arabayla toprak yolu takip ederek Roma yazan tabelaya doğru sürdü. Yarım saat sonra şehre geldiğinde sanki yıllardır orada değilmiş gibi hissetti. Arabayı çalıştığı binanın biraz ötesine park etti, oradan kapıyı görebiliyordu. Arabanın telefonuna uzandı hep sipariş verdikleri karşıdaki pizzacıyı arayıp büroya pizza siparişi verdi. On dakika sonra pizzacı çocuğu karşıdan karşıya geçerken gördü, yan koltukta duran ceketi alıp dışarı çıktı. Karşıya geçerken ceketi giyip önünü ilikledi. Durup bir süre kapıda bekleyen pizzacıyı seyretti. Kameradan pizzacıyı görünce kapı ziline basacaklardı. Biraz sonra zile basılınca pizzacı içeriye girdi kapı kapanmadan yetişip o da peşinden binaya girdi. Pizzacıya kendi götürebileceğini söyleyip parasını ve bahşişini vererek gönderdi. Merdivenden yukarıya çıktı, üzerine bol gelen ceketi çıkartıp attı. Her gün girdiği ofisin kapısı karşısında duruyordu. Biraz durdu ardından kapıyı ittirip içeriye girdi. İçeri girince ilk gözüken Giuseppe’nin masasıydı ama ortalarda yoktu. İçeriden zayıf sesler ve radyonun sesi geliyordu: “Dün sabah metroda gerçekleşen patlamayı İslami bir terör örgütü üstlendi. Geçen ay mecliste veto edilen Afganistan’a asker gönderme yasasının önümüzdeki günlerde tekrar meclisin gündemine alınacağı bildirildi… Şimdi hava durumu…” Seslere doğru yürümeye başladı artık odanın tamamı görünüyordu. En öndeki masada Maria ve Antonio yine kıkırdıyorlardı. Maria oturmuştu, Antonio ise ayaktaydı. Acaba onu bu kadar çabuk unutmuş olabilirler miydi? Antonio kafasını kaldırınca onu ilk gören oldu. Yüzü sapsarı kesilmiş, bir hortlağa bakıyor gibiydi. Onu görmeyen Maria hâlâ ona bir şeyler anlatıyordu. Tepki gelmediğini görünce başını kaldırdı ve o da Claudio’yu gördü. Claudio elini radyoya uzatıp sesini sonuna kadar


açtı: “Hava durumunu dinlediniz şimdi Mina’dan bir şarkı dinliyoruz; Io E Te Da Soli…” Radyonun sesi açılınca hepsi dönüp baktılar, birkaç saniye karşılarında duran hortlağa o da onlara baktı. İlk uyanan yaşlı Giuseppe oldu: “Neredesin Claudio, iyisin ya, biz de başına bir şey geldi sandık,” dedi sesini duyurmaya çalışarak. Yüzündeki morluklar olmasa Claudio belki onun pişkinliğine inanacaktı, belinden yavaşça büyük tabancayı çıkardı. Giuseppe aniden yandaki masanın çekmecesine uzandı, o anda duyulan silah sesiyle Giuseppe masanın üzerinden öbür tarafa uçup yere yığıldı. Sonra “Yapma! Yapma!” diyen Antonio’yu gördü; ikinci kurşunu ona, üçüncüyü de Maria’ya sıktı. Artık bol bol fısıldaşabilirlerdi. Sonra Marco’ya yöneldi onunla hep bahis oynarlardı, ayağa kalkınca ona ateş etti, ardından yaşlı Gloria’ya… Sonra masasında hâlâ oturmakta olan Franceska ile göz göze geldi. Silahı tutan kolu yavaşça indi. Franceska ayağa kalkıp ona doğru birkaç adım attı. Kollarını açarak bir şeyler söyledi. Claudio onun dudaklarını okudu: “Claudio, sevgilim seni seviyorum, her şey düzelecek eskisi gibi…” Cladio onu tam kalbinden vurdu. Franceska arkaya uçup masaya sırtı gelecek şekilde kaldı. Elleri iki yanında avuç içleri yukarıya bakıyor, başı ise öne düşmüş oturur vaziyette duruyordu. Olduğu yerden etrafına baktı. Elindeki tabanca kayıp düştü. Dönüp pencereye doğru yürüdü. Bir süre dışarıya baktı. Tekrar döndü, kapıya doğru gidecekken gözü yandaki küçük buzdolabına ilişti. Gidip kapısını açtı ve orada duran limonlu sodayı gördü. Şişeyi alıp kendini boşalan koltuklardan birine bıraktı ve şişeyi kafasına dikti…

Emre DEMİROK

22


ÇOK GÜLEN AĞLAR

Hasanlar Köyü ahalisinin başına gelenleri duymayan kalmamıştır. Lakin bir kez daha anlatmaktan bir şey çıkmaz. Vakti zamanında bostanına ektiği acayip tohumlardan peyda olan, kabak desen değil, karpuz hiç değil, olsa olsa kavun kılığında benekli hıyarlarla köyün yediden yetmişe tekmil ahalisinin alakasını cezbeden Numan Emmi’nin hasat zamanı ne idüğü belirsiz mahsulünü devşirip satmak için pazara getirmesiyle başlamıştı her şey. Numan Emmi, cinlidir diye kimselerin uğramadığı, sahip olanların başlarına sırasıyla uyuz, arpacık ve ishal gibi musibetlerin geldiği, haliyle tapusunu yüklüğe koymak için insanın aklını peynir ekmekle yemiş olması gereken tarlayı sahiplenmişti. Kimsenin ekip biçmediği tarlayı ayrık otlarına bırakmak günah olurdu Numan Emmi’ye göre. Köydeki yaşlılar, küçükken anasının sık sık kucağından düşürdüğü için hafiften kıt akıllı olan Numan’ın yaptığı işe yine de akıl sır erdirememişti. İnsan kıt akıllı olurdu amenna, ama bu kadar da salak olunmazdı. Tarlaya sahip olanın başına gelenler aşikâr olmasa uyanıklık etti denebilirdi ama son malik Zübeyir Ağa’nın eşeğinin bir kerede dokuz tane sıpa dünyaya getirip hiçbir yavrusuna anırmayı öğretememesi, yavruların kendilerini köpek zannedip havlamaya başlamaları sanki dünmüş gibi akıllardaydı. Üstelik sıpalar büyüyüp serpilince en cevval çoban köpeklerine taş çıkartmışlardı.

23


Hal böyleyken tarlayı ekip biçeceğini söyleyen birinin aklından şüphe etmek gayet tabii idi. Başına ne geleceği artık tarlaya musallat olmuş cinlerin insafına kalan Numan Emmi’nin bu kararından derhal vazgeçirilmesi icap ediyordu. Böylece yaşlılar aralarında bir sözcü tayin edip Numan Emmi’ye gönderdiler. Sözcü Kamil Dede ikna kabiliyeti ile tanındığından tayin esnasında pek kararsızlık yaşanmamıştı. Kimin önce geçeceğine bir türlü karar veremeyip boynuz boynuza itişip duran iki keçiyi tatlı diliyle ikna edip meseleyi halleden biri elbet Numan’ı da kandırırdı. Lakin insanın ikna olması için keçi kadarcık bile olsa laf dinlemeyi bilmesi gerekir. Fakat Numan, karşısındakini dinleyip en azından “Dur hele ne diyormuş bir bakalım,” demek gibi bir meziyete sahip olmadığından burnunun dikine gidenlerdendi; dolayısıyla ikna da olmamıştı. Kamil Dede de küplere binip “Bre ne halin varsa gör!” diye beddua ederek gitmişti. Numan’ın göreceği belanın, hasat zamanı yalnızca kendisine değil, Hasanlar Köyü’nün hepsine musallat olacağını bilse elbette bu kadar kolay pes etmezdi. İşte tarlaya buğday diye ekilip çimlendirilen, meyve verene kadar da ne Numan Emmi’de, ne de mahsulde bir acayiplik görülen o melun şeylerin hikâyesi böyleydi. Numan Emmi tarlaya buğday ektiğini kimseye söylemediğinden çıkanları bile isteye ektiği zannedilmiş, hatta cinlerin tarladan gittiği bile söylenmeye başlanmıştı. Acayip meyvelerini toplayıp traktörünün römorkuna dolduran Numan Emmi de kimselere bir şey çaktırmayıp mahsulün Tarım Kredi Kooperatifi tarafından dağıtılan ve ekene düşük faizli kredi verilen ecnebi tohumlardan husule geldiğini söylemişti. Pazarda en çok alakayı toplayan elbette Numan Emmi’nin meyveleri olmuştu. Kokuları çok güzeldi ve duyanın ağzı sulanıyordu. Hamile bir kadının meyveyi görüp aşermesi ve satın alır almaz dayanamayıp oracıkta yemyeşil benekli kabuğunu soyup sulu meyveye dişlerini geçirmesiyle mest olması bir olmuştu. Böylesine lezzetli bir şey ancak cennet meyvesi olabilirdi. Onun ardından köy ahalisi meyveden satın almak için birbirleriyle yarışmaya başlamıştı. Numan Emmi ise çil çil paralarını sayarken merak edip bir tane de kendisi yemişti. Tarlanın hediyesi artık her ne ise muhakkak barışmak maksatlıydı. Tarlanın cinleri onca yıl insanlara cefa verdikten sonra hatalarını anlamış olmalıydı. Fakat işler böyle gitmeyecekti. Kundaktaki bebelere bile tattırılan meyve ertesi gün tesirini göstermeye başlayacaktı. Meyveyi ilk yediği için tesirini ilk gören de hamile kadın olmuştu. Durduk yere gülmeye başlamış, ardından da doğurana kadar kahkaha atmıştı. Doğan bebeği bile ciğerine çektiği ilk nefesinde ağlamak yerine gülmüştü. Onun peşinden de sırayla köy ahalisi tutulmuştu kahkaha hastalığına. Saatlerce gülüp de karınlarına sancılar giren insanlar suçu meyveye atmakta gecikmemişlerdi. Erzurum’da askerlik yaptığı sırada konyak müptelası olan Ayyaş Çavuş’un, konyağın bile bu meyve kadar kafa yapmadığını gülmekten gözünden yaşlar boşanırken güç bela söylemesi üzerine hep beraber Numan Emmi’nin evine gidilmişti. Numan Emmi de aynı vaziyetteydi. Karısıyla birlikte karınlarını tuta tuta gülerlerken gelen köy ahalisini görmüşlerdi. Numan Emmi’nin derhal kaçmasından başka yapacağı bir şey yoktu. Bir suçu olmadığı için karısını bırakıp hemen sıvıştı. Köylüler geldiğinde evde yalnız başına yerlerde sürünerek gülen kadını buldular. Gülmekten sancı giren karnını tutup ahlaya oflaya ‘aslında meyvelerin ucube olduğunu kocasının ise kaçtığını’ anlattığında insanlar katıla katıla güldükleri için pek belli edemeseler de çok öfkelendiler ve Numan Emmi’yi yakalayıp bir güzel dövmek istediler. Ne yazık ki bu mümkün değildi. Çünkü gülmekten, kaçan adamı yakalamaya kimsenin takati yok-

24


tu. Yine de gençlerden birkaçı bu işe gönüllü oldu. Bu musibeti başlarına saranı yakalayıp bir güzel döverler, sonra da götürüp tarlaya bırakırlarsa belki de kurtulacaklarını düşünüyorlardı. Üç tarafı dağlarla çevrili köyün kaçılabilecek tek yeri gün doğusundaki koruluktu. Karanlık çoktan çöktüğü için ellere kandiller alınıp koruluğa doğru Numan avına çıkıldı. Bir dakikalığına da olsa gülmeden durabilseler kahkaha attığı için yerini belli edecek olan Numan Emmi’nin tepesine binebilirlerdi ama kendileri de kahkaha attığı için bu mümkün değildi. Hatta kendileri sekiz kişi olduğundan Numan Emmi’nin işini kolaylaştırdıkları bile söylenebilirdi. Koruluktaki üç günlük takibin ardından gençlerin öfkeleri yatışmıştı. Yine de aramayı bırakamazlardı çünkü başlarına gelen musibetin tek ilacı yine Numan Emmi’de olabilirdi. Adamı dövüp tarlaya salmak ve böylece tarla cinlerine gözdağı vermek hâlâ en makul görünen çözümdü. Zaten akıllarına gelen başka çare de yoktu. Bu yüzden gülmekten kırıla kırıla devam ettiler Numan Emmi’yi takip etmeye. Numan Emmi ise kendisini takip eden kafilenin pek de uzağında değildi. Gençlerin de tahmin ettiği gibi kahkaha seslerine dikkat kesilip aksi yöne kaçmak pek de zor bir iş değildi. Dördüncü gün şafak sökerken kahkaha seslerinin iyice yaklaştığın fark edince can havliyle kendisini ilk gördüğü ine atıverdi. Cebindeki kibritlerden yakarak etrafını aydınlattı ve Hasanlar Köyü Camii’nden bile daha geniş olan inin içerisinde biraz ilerledi. Yeterince iyi saklandığına ve artık kendisini bulamayacaklarına emin olunca inin bir köşesine çekilip rutubetli zeminine çöktü ve dinlenmeye koyuldu. Numan Emmi bulunduğu yere artık iyice alışmış, dinlendiği için de rahatlamıştı. Elbette hâlâ gülüyordu; hatta dinlenip kuvvetini topladığı için kahkahaları şimdi daha da gürdü. İşte tam bu sırada kendi yaptığı gürültüye rağmen inin içerisinden gelen o dehşetli homurtuyu duyuverdi. Belki de sonunun geldiğini düşünürken, elinde meşale niyetine cayır cayır yanan koca bir ağaç gövdesini taşıyan akıllara zarar büyüklükte bir Dev’in çıkageldiğini görünce ne kadar yanıldığını anladı. Belki de değil, muhakkak sonu gelmişti. Numan Emmi küçükken koca ninesinden pek çok dev masalı dinlemişti. Masallarda devler illa ki çocuk yerdi ve pis kokarlardı. Fakat bu Dev’in pek de kötü koktuğu söylenemezdi. Hatta korkudan tir tir titremesine rağmen kahkaha atmaya devam eden Numan Emmi’ye suratını iyice yaklaştırıp baktığında bile adam Dev’in kötü kokusunu almamıştı. Ya ninesi yalancıydı, ya da karşısındaki, en az on kulaçlık boyuna rağmen bir dev değildi. Burnunun dibinde gülüp duran biri Dev’in asabını bozmuş olmalıydı ki adeta kükreyerek Numan Emmi’ye susmasını emretti. Fakat adamcağız susabilse elbette çok daha önceden susacağını güç bela anlatınca Dev dikkat kesilip sakinleşti ve adamın hikâyesini dinledi. Numan Emmi anlatmayı bitirince Dev sevinçten deliye dönüp ellerini çırptı ve Numan Emmi’ye o acayip meyvelerden biraz daha olup olmadığını sordu. Hatta kendisine biraz verirse derdine çare olacağını bile söyledi. Numan Emmi sevinçle zıpladı. Sanki çok lazımmış gibi hâsılat o sene çok iyiydi ve köy ahalisi mahsulün ancak onda birini yiyebilmişti. “Tabii” dedi Numan Emmi, “istersen al hepsini, kurtar beni bu musibetten.” Numan Emmi Dev’in omzuna bindi ve beraber inden çıktılar. Az ötede Numan Emmi’yi arayan kalabalık Dev’i ve onun omzundaki adamı görünce dehşetle kaçıştılar ama Dev’in onlarla bir alıp veremediği yoktu.


Doğruca köye gittiler. Numan Emmi gülüşen kalabalığı gösterip ahvali anlattı. İnsanlar perişan olmuş yerlerde sürünüyordu. Dev başını sallayıp dertlerinin dermanının kendisinde saklı olduğunu yeniden teyit etti ve Numan Emmi’den meyvelerin yerini söylemesini istedi. Hasat ambarda duruyordu. Dev, bir adımda Numan Emmi’nin evine vardı ve ambarın çatısını kaldırıp içinde ne kadar meyve varsa avucuna doldurdu ve bir lokmada yutuverdi. Meyvelerin tesirini göstermesi birkaç saati bulmuştu ama sonunda Dev tebessüm etmeye başlamıştı. Sonra başına gelenleri anlattı. Dev yıllardır acı çekiyordu. İnsanlar tarafından öldürülen evladının ıstırabı bir türlü geçmek bilmemiş, yeniden gülebilmek için çareler arayıp durmuştu. İşte şimdi yeniden gülüyordu. Numan Emmi Dev’e dönüp çare bulma sırasının ona geldiğini hatırlatınca Dev Numan Emmi’ye herkesi toplamasını istedi. Başlarına bu belayı açan adama hâlâ öfke duysalar da işin ucunda derman olunca herkes gelmeyi kabul etti ve köyün meydanında toplandılar. Dev, gülmenin ilacını çok iyi biliyordu doğrusu. Toplaşan kalabalığın içerisinden üç beş tane çocuk seçip ağzına atıverdi. Çığlıklar arasında mideye inen çocuklar herkese dehşet vermişti. Dev’e ancak sivrisinek kadar zarar verebileceklerini bilseler de ellerine geçen taş, sopa ne olursa saldırmaya, bir yandan da bağıra bağıra ağlamaya başladılar. Evet, Dev sözünü tutmuş, ahalinin gülme hastalığına derman olmuştu ama bu kez de ağlamaya başlamışlardı. Numan Emmi ise yeniden köyden kaçmak zorunda kalmıştı. Dev’den intikam alamayan köylülerin kendisini yakalayıp paramparça etmeleri an meselesiydi. Tabanları yağlayıp soluğu yeniden korulukta alan Numan Emmi tüm olanlardan bir ders çıkarmıştı: Koca Ninesi ne olursa olsun doğruyu söylüyordu. O gün bu gündür kaçan adamın nerelerde olduğunu bilen yoktur. Cinli tarla ise hâlâ sahipsizdir.

Ayfer KAFKAS

26


14 NUMARALI KAÇICI

Atilla Ay kapıdan çıkan müşterinin ardından göz ucuyla baktı. Kırk başlarında, orta boylu topluca bir kadındı. Bir hafta içinde üçüncü gelişiydi. 120 ml’lik Alix Avien parfümü satın almıştı. İlk iki gelişinde A&A haricinde bütün markaları denemiş ve sonunda kararını vermişti. Diğer tezgâhtar Faila, asıl adı Fazıla’ydı, iki genç kadın müşterisine standart hipnoz kelimelerini telaffuz etmekteydi. Kadınsı romantizmi yansıtan koku, bergamut, vanilya özlü, ne çok çiçek, ne de tatlı, en az on iki saat etkin, diğer kokularla eşleşmeyen özgün karakter... Cuma öğleden sonra 13.32’ydi. Dükkânda hafif bir tenhalık belirmişti. Kesif bulutların arasındaki beklenmedik yarıktan gelen güneş ışınları. Atilla’nın canı çok kahve çekmişti. Daha kapanışa upuzun saatler vardı. İradesine hâkim olarak kahve içmedi ve canı bitki çayı çekmediği için alt rafta

27


duran mango suyu kutusuna uzandı. Pasajın tenha bir yerinde alelacele içeceği günün beşinci ve sonuncu sigarası için daha önünde iki buçuk saat vardı. Itr-ı Tâze koskoca İstanbul’da benzerine çok az rastlanan bir üsluptu. İlânlarda böyle yazıyordu ve büyük ölçüde doğruydu. Bilinen markaların yanı sıra kendi markaları olan dürüst mamuller satıyorlardı. Arı sütlü krem diyorlarsa gerçek arı sütlü kremdi. Saçlar için sattıkları Ginseng’li şampuanlar çok rağbet görmekteydi. Zeytin yağından yapılan sabunlarının kalitesi çok üstündü. Bunun karşılığı olarak pahalıydılar. Doğal şeyler artık bütün dünyada pahalanmaktaydı. Itr-ı Tâze’nin müşterileri bunun farkındaydı. Bu yüzden tuzlu fiyatları kabullenmişlerdi. “A&A günüm bugün.” Kadın göğsündeki isim etiketine bakarak bunu deyince Atilla mütevazı bir beyaz gülümsemeyle karşılık vermişti. Dişleri arka taraflardan birkaç eksikliydi, iki de çürüğü vardı ama gülümsemesi bembeyazdı. Burada cildi parlak, dişleri beyaz, ince yapılı olmayan ve gözleri pırıl pırıl yanmayan biri çalışamazdı. İçeri giren müşteri tezgâhtarlarda geçmişte kalan gençliğini ve raflarda bu diriliğin gölgesini yakalama hayalini aynı anda görmeliydi. Patronu İzzet Bey iş konuşmasında böyle izah etmişti durumu. Sanat tarihi okumuştu. Kültürlü adamdı. Atilla’nın en iyimser tahminle son kullanım tarihine toslamasına altı yıl falan vardı. Kötü beslenir, içki ve sigarayla kendini harap ederse bu tarih daha öne alınırdı. Otuza gelince deneyimli bir satıcı olarak daha büyük satış yerlerinde şef olabilme imkânı vardı. Bu giderek gerçekleşme yüzdesi azalan bir hayaldi. Çünkü rekabet çok hızlıydı. Kayırılmak şarttı. Onun kayırıcısı yoktu. Paralı bir müşteri ayartarak zengin bir kadınla evlenmek de istatistiklere bakıldığında çok düşük bir olasılıktı. Para biriktirip iş yapacak bir yerde ıtriyat dükkânı açmak da öyle. Kısacası bu limandan mutlu ve sorunsuz bir geleceğe kalkan vapurlar sadece masallarda mevcuttu. Telefon çalınca Atilla ona bakan Faila’ya ben alırım işareti yaparak almaca uzandı. “Atilla, ben annenim.” Atilla’nın beyninde bir düşünce kaleydoskopu açılmış gibiydi. Zıt fikirlerin arasındaki hızlı bir çekişmenin ardından ‘anneyle’ ilgili alan güçlendi. “Annecim.” “Nasılsın oğlum?” Atilla müşterilerle konuşan Faila’nın yan gözle ona baktığını farkında olmadan almacı yerine bıraktı. Arkada hem depo, hem de çalışanlar için ayrılmış bulunan küçük bölmeye gitti. Askılıktan sarı ceketini aldı. Küçük aynada yüzüne baktı. Her şey uygun diye düşündü ve tezgâhtar kızın şaşkın bakışları altında rahat ve acelesiz adımlarla kapıdan çıkıverdi. Tam karşılarındaki blucin giysiler satan dükkânın kapısında duran uzunca boylu, kısa saçlı esmer bir kız eliyle nereye işareti yaptı. Atilla kıza aynı şekilde işaret yaparak yoluna devam etti. Pasajdan çıkınca her zaman yaptığı gibi minibüs durağına doğru yönelmedi. Hemen solunda kaldırıma yanaşmış bir taksi müşteri indirmekteydi. Taksiye doğru yönelirken durakladı. Daha ilerideki bir taksi ön farlarıyla selektör yapmıştı. Ön kapıyı aralayan şoföre aldırmadan o tarafa doğru yürüdü. Sokakların kalabalık olduğu bir zamandı. Adımlarını hızlandırdı. Taksinin sağ arka kapısını açtı ve koltuğa kuruldu. Siyah kısa saçlı, orta yaşlı biriydi şoför. İçeri girince tek bir sözcük etmemişti. Atilla kapıyı kapatır kapatmaz araç hareket etti. Atilla’nın bunlara şaşan yanı tutuktu. Arkasına yaslanarak gözlerini kapattı. Zihninde bir manzara belirmişti. Bir pencereden uçsuz bucaksız bir çöle bakmaktaydı. Huzur soluyordu. Tekdüzeliğin yatıştırıcı sarmalına girmişti. Endişeli düşünceleri, durumu yadırgayan dikenli fikirleri yalıtan bir ortamdaydı.

28


“Burası.” Cihangir’de Önder apartmanının önünde durmuşlardı. “Bu sizin için.” Atilla şoförün uzattığı siyah küçük çantayı aldı. Ağır değildi. “Mersi.” “4. kat. 8 numara. Asansör bozuk. Merdivenlerden çıkın… Anahtar çantada. Dış kapı en alt düğmeye basınca açılıyor. Adınız Sermet. Sermet Tanseli.” “Anladım.” “Rastgele Sermet Bey.” Atilla arabanın uzaklaşmasına kayıtsız en alt zile bastı. Kapı vınlamayla açıldı. Bakımlı ve yeni bir apartmandı. İçeride çıt yoktu. Basamaklardan yavaşça yukarı çıktı. 8 numaranın önüne gelince çantanın fermuarını açtı. Bir halkaya asılı çifte anahtarlarla kapıyı açtı ve içeri girdi. 8 numaralı daire bir aile mekânı değildi. Az eşyalı, dinlendirici ortamlı bir bekâr eviydi. Mutfağa gitti. Buzdolabında yarısı içilmiş Smirnoff votka, iki yarım litrelik kutu Grolsch marka bira, üç domates, dilimlenmiş kaşar peyniri, francala ekmek, brokoli ve bir demet taze soğan vardı. Tül perdeleri örtülü oturma odasına giderek deri divana oturdu ve elindeki çantanın içindekileri kalın cam levhalı sehpanın üstüne boca etti. Sermet Tanseli adına çıkarılmış bir nüfus cüzdanı, bir adet bordo renkli Samsung cep telefonu, 29 Mayıs tarihli bir uçak bileti ve orta büyüklükte beyaz bir zarf. Uçak bileti tek yapraklık bir elektronik biletti. Sermet Tanseli denen zat saat 22.00’de kalkan uçakla İzmir’e gidecekti. Bu gece yani… Saatine baktı. Saat 14.30’du. Eli zarfa uzanıp dışarıdan yokladı. Bir deste kâğıt. Zarfı kenardan yırtarak açtı. Paraydı. 30 adet yüzlük, 6 adet yirmilik ve iki adet metal teklik olmak üzere tam 3122 liraydı. Paraları otomatik olarak arka cebinde taşıdığı cüzdanına yerleştirdi. Sonra ayağa kalktı. Ceketini çıkardı. Oturma odasının tül perdelerini arkasında güneşli bir hava vardı. Tülü çekmeye kalkışmadı. Bunu tülden bile hafif bir yanı yapmış, haliyle bir sonuç alamamıştı. Daireyi tanımak için dolaşmaya başladı. Yatak odası bordo renk nevresim örtülü iki kişilik yatak, iki beyaz başucu komodini, iki kanatlı beyaz bir dolaptan ibaretti. Tek yatak odalı dairenin diğer yerleri gibi duvarlarda resim, biblo vb. bir şey asılmamıştı. Boştu. Komodinlerin çekmeceleri de öyle. Daire bu haliyle ona tahsis edilmiş bir otel süitine benzemekteydi. Anonimdi. Ceketini çıkartıp mutfaktaki sandalyelerden birine astı ve kendine peynirli bir sandviç hazırladı. Yanında bira ve votka içecekti. Az sonra zihni alkolle buğulanmış durumda divanda oturmaktaydı. Son aylarda içki içmediği için bira ve votka acayip vurmuştu. İş güç yok, tatildesin diyen sese kulak verip bir şarkı mırıldanmaya başladı. Birazdan uykuya dalacaktı. En son on iki yaşındayken söylediği bir parçayı mırıldanmaya başladı.

*

*

*

“Sermet Bey plan değişti. Şu tarafa lütfen.” Bunu diyen kısaca boylu, tıknaz, keçi sakallı bir adamdı. Kısa kumral saçları kafasında peruka gibi duran cin bakışlı biriydi. Sermet’in içinde kaç hepsinden ahmak diye haykıran yan çok güçsüzdü. Annesi direksiyondaydı. Söz dinlemesini ve bu adamla beraber gitmesini öğütlemekteydi. Sermet uysalca elinde koyu kahverengi büyükçe bir ateşe çantası olan siyah ceketli adamın arkasından yürüyerek erkekler tuvaletine girdi. Kel kafalı iriyarı bir adam incecik bir tarakla tenha saçlarını elektriklemekteydi. Beyaz gömleğinin karın kısmı fıçı gibiydi. Lacivert kravatı cafcaflı bir


ambalaj öğesi gibi durmaktaydı. Atilla adamla birlikte pisuarda yan yana durdu. Şişman adam çıkıp gidince siyah ceketli adam, “Adım Ahmet,” dedi. “Kaçış mühendisinizim. Plan değişti. Şu çantayı alın. Ve kabine girip hızla soyunun. İçindeki şeyleri giyin. Çıkardıklarınızı çantaya tıkın ve derhal çıkışa gidin. Uçuşunuz iptal edildi. Telefonla sizi arayıp talimat vereceğim.” Atilla kabinlerden birinde soyundu. Siyah pantolon ve sarı ceketini çıkardı. Çantadan çıkan krem rengi yazlık takım elbiseyi giydi. Kendi giysilerini çantaya tıktı. Dışarı çıktı. İki genç yan yana çiş yapmaktaydılar. Ona özel bir merak yapıştırmadılar. Atilla aynada kendine baktı. Elbise üzerine hokka gibi oturmuştu. Tuvaletten dışarı çıktığında komutu dinledi ve terminalden dışarı çıktı. Taksilerin bulunduğu yer saat geç olduğu için tenha sayılırdı. Sıradaki taksiye bindi ve Cihangir’de kaldığı evin adresini verdi. Yolda giderlerken telefonu çaldı. “Atilla, ben annenim.” Atilla annesinin dediklerini dinledi. İyi geceler dileyip telefonu kapattı. Aklında kadının söylediği şeylerden hiçbiri kalmamıştı, ama ne yapacağını çok iyi bildiği duygusuna sahipti. Önder apartmanının 8 numaralı dairesi bıraktığı gibiydi. İçki bardağının sehpanın camı üzerindeki bıraktığı iz duruyordu. Atilla yeni ceketini çıkarıp divanın üstüne attı ve mutfağa gitti. Buzdolabı kendini azıcık yenilemişti. Votka şişesi hâlâ yarım doluydu. İçtiği biralardan birinin yerine yenisi konmuştu. Karnı açlıktan gurluyordu. İçkileri yenileyen kimse neden yemek işini düşünmemişti acaba? Tam o sırada zil çaldı. Atilla içi rahat bir şekilde kapıya gitti. Cüzdanındaki iki tekliği çıkartarak avucunda tuttu. Beyninde bir bilgi ampulcüğü yanmıştı. Annesinin ısmarladığı pizza gelmişti. “Sermet Tanseli.” “Benim.” “Pizzanız buyurun. Ücreti ödendi.” Atilla sol eliyle yassı kutuyu tuttu ve delikanlının eline iki tekliği sıkıştırarak kapıyı örttü. Annesinin ısmarladığı pizza nefisti. Ekmek kısmı pişkin, peyniri az, bol siyah zeytinli, enginarlı ve domatesliydi. Hızla lokmaları yutarken beklenmedik bir şey oldu. Dairenin kapısı açıldı. Sonra yavaşça örtüldü. Birisi gelmişti. Plansız bir etkinlik olmalıydı. Çünkü nabzı ilk kez hızlanmıştı. Ayağa kalkıp oturma odasına gitti. Kendi yaşlarında, ince yapılı biri şaşkınlıkla ona bakmaktaydı. Gözleri endişe yüklüydü. Üzerinde sarı ceket, siyah pantolon ve eflatun gömlek vardı. Çantada duran giysilerinin tıpa tıp aynısıydı. “Kimsiniz?” Delikanlı benzeri değildi. Ondan daha esmer, daha uzun boyluydu. Dudakları daha inceydi. Bakışları huzursuzluk ışımaktaydı. “Adım Atilla.” “Hüviyet var mı üzerinde?” Atilla cebinden kimliğini çıkartarak muhatabına uzattı. Annesinin yapma diyen sesi yeterince etkin değildi bir nedenden. Adam baktı ve serbest sol eliyle ceketinin iç cebinden kendi hüviyetini çıkartıp uzattı. Fotoğraftaki küçük fark hariç kimlik harfi harfine kendisininkiyle aynıydı. Karşısında duran zat da Sermet Tanseli’ydi.

30


*

*

*

“Anladın mı şimdi dönen dümenleri?” Atilla diğer Atilla’nın, neyse ki soyadları farklıydı, anlattığı şeyleri kolayca kavramıştı, ama kabullenmesi çok zordu. Dünya çapında etkin bir firma beynini yıkadığı kimseleri av hayvanı olarak kullanmaktaydı. Avcılar çoğu genç delikanlılar ve kızlar olan kurbanları takip ederek buluyorlardı. Bu heyecan verici oyun çok gizli bir şirket tarafından organize edilmekteydi. Bunların Türkiye’de de şubeleri vardı. İstanbul’a gelen yabancı avcılar, yerlilerle birlikte avları takip ederek enselemeye çalışıyorlardı. Bunun için astronomik ücretler ödemekteydiler. Av konumundaki gençler kendi gibi ailevi bağları güçlü olmayan, koca metropolde neredeyse yalnız olan kimselerdi. Av konumundaki kimseler çok nadiren de olsa tasalluta uğramakta ya da öldürülmekteydi. Kız ya da erkek tecavüze uğrayanlar da oluyordu, ama nadirdi. Genellikle kaçış mühendisleri tarafından ustaca yöneltilip arama heyecanı yaratmakta kullanılıyorlardı. Birkaç kaçıştan sonra kullanım süreleri doluyordu. Beyne verilen şoklar daha fazlasına dayanamamaktaydı. Adaşına verilen son şok etkili olmayınca adım adım bütün hikâyeyi çakmıştı. Bıçağı boynuna dayadığı kaçış mühendislerinden biri her şeyi anlatmıştı. “Anlar gibiyim.” “Senin numaran da 14 tıpkı benim gibi. Bu bir arıza.” “Nereden biliyorsun 14 olduğumu?” “Kimlik numarandan. Son üç rakam bize aittir. İkimizinki de 014 ile bitiyor. Bana da bu dairenin anahtarları verildi. Bana da 3122 lira harcırah verildi. Tek fark benim oyuna iki gün önce girişimdir. Oyuna yanlışlıkla bir yerine iki av sürdü kerizler. Bir kaos yaşıyorlardır şu anda.” “Ne yapacağız peki şimdi?” “Bir planım vardı. İyi ki seni buldum. İkimiz daha çok gürültü çıkartır ve daha inandırıcı oluruz. Birlikte önce gazetecilere durumu anlatan mailler yollayacağız. Sonra birkaçıyla ilişki kurup birlikte polise gideceğiz. O zaman bize bir şey yapmaya cesaret edemezler. Bu evden arazi olacağız. Sote bir yer buluruz. Sonra adım adım dediklerimi yaparız.” Atilla başıyla olumladı. Annesinin bu plana niye olanca gücüyle karşı çıkmadığını düşünerek şaşmaktaydı. “Hemen gidiyoruz o zaman.” Hemen sözcüğü sihirli bir kelime gibiydi. Telaffuz edilir edilmez oturma odasına birisi gelmişti. Kapının açıldığını fark etmemişlerdi. Mavi ince kazak ve beyaz pantolon giymiş, orta yaşlı biriydi. Belki de yatak odasında saklanmıştı. Orta boylu iddiasız fizikli bir adamdı, ama sol elindeki susturucu takılı kocaman tabancayla çok iri ve tehlikeli bir görünümü vardı. “Hiçbir yere gitmiyorsunuz.” Kopça gözlü adamın sağ elinde bir telefon vardı. Namluyu onlara yönelik durumda tutarak cep telefonuna konuştu. “Yakaladım. 14’leri enseledim. Ben KartalXQ7. Talimat bekliyorum.” Talimat çok kısaydı. Adam gözlerinde sevinçli bir pırıltıyla telefonu cebine koyup bir adım yaklaştı ve “Sizlere eller yukarı demeyi unuttum,” dedi. Atilla adaşıyla aynı anda ellerini havaya kaldırdı. “Ne oluyor?” “Tuzağa düştük. Fırla yoksa...” Atilla’nın zihni ne demek istediğini anlamıştı, ama kasları çok tutuktu. Adaşı kalbine giren bir kurşunla yere yıkılıp hareketsiz kalınca dizlerinin bağı çözüldü, ama yere yığılmadı. Katil tabanca-


nın namlusunu aşağı indirip eliyle sakinleş işareti yaptı. Sonra cebinden telefonu çıkarıp bir numara tuşladı. Bunu yapabilmek için tabancayı pantolon kemerine takmıştı. Atilla’dan bir korkusu yoktu demek ki. Bu arada zihninin bağımsız çalışan bölgesi çift 14’ün kasıtlı yapıldığını, bu tür oyunlarda oyunculardan birinin ölerek saf dışı edildiğini kavramıştı. Bu defa kendi sonradan eklenendi. Paçayı kurtarmıştı. Bir sonraki defa bilinmezdi ne olacağı. Bir sonrası varsa tabii. Atilla kendine uzatılan telefonu aldı, yerde yatan cesede bakmamaya çalışarak kulağına götürdü. “Atilla ben senin annenim.”

*

*

*

“Çok şanslısın vallaha. Dün patron ne geldi, ne de aradı. Cuma olduğu halde. Nerdeydin Allah aşkına?” Atilla minnetle Faila’ya baktı. Sağ olsun onu idare etmişti. Canı çıkmış olmalıydı tek başına. “Bir kız arkadaş,” dedi. “Ona kafam bozuktu. Birden dellendim.” Kız bu izahı pek inandırıcı bulmamıştı. Aşk hikâyelerini tüm ayrıntısıyla bilirdi ama ısrar etmedi. “Dikkat et. Kriz var. Bu zamanda.” Dükkânda müşteri olmadığı bir andı. Atilla kıza sarıldı. “Sağ ol Faila. Benim de sana bir yardımım...” Kızın cebi çalınca Atilla devam etmedi. Faila telefonunu açtı bir iki kelime konuştu ve kapattı. “Annem. Eve gelirken marul getir diyor. Sesini bir duysan. Boru gibi, günde iki paket sigara içmek yüzünden.” Atilla’nın o serbest bölge dediği yer bir an için dirilmişti. “Benim annem yok. Dokuz yıl önce öldü,’dedi ve içini çekti. Gözleri hafifçe dolmuştu. Faila bir şey hissetmişti. Tam bunu soracağı sırada içeriye iki müşteri birden girdi. Kız hemen o tarafa yöneldi. Atilla sol elinin tersiyle gözlerini sildi ve kendilerine ayrılmış bölmeye gitti. Aynadaki yüzüne baktı. Biraz bekledi. Beklediği gibi şalter yeniden açıldı. Annesi... Ve yeni hayatının kurgusu geriye dönmüştü. “Benim annem sigarayı ağzına bile sokmaz,” dedi ve tebessüm etti. Gözbebeklerindeki burukluk iyice arkalara çekilmişti. Hazırdı kalabalık bir cumartesi gününü göğüslemeye.

Sadık YEMNİ

32


SİS

Sarmış ufuklarını senin gene inatçı bir duman, beyaz bir karanlık ki, gittikçe artan ağırlığının altında her şey silinmiş gibi, bütün tablolar tozlu bir yoğunlukla örtülü; tozlu ve heybetli bir yoğunluk ki, bakanlar onun derinliğine iyice sokulamaz, korkar! Ama bu derin karanlık örtü sana çok lâyık; lâyık bu örtünüş sana, ey zulümlér sâhası! Ey zulümler sâhası... Evet, ey parlak alan, ey fâcialarla donanan ışıklı ve ihtişamlı sâha! Ey parlaklığın ve ihtişâmın beşiği ve mezarı olan, Doğu’nun öteden beri imrenilen eski kraliçesi! Tevfik Fikret “Sis” 03 Mart 1902

33


Ahmet Vasfi’nin sinirden içi içine sığmıyordu. Laboratuarda oturuyordu bir başına. Kafasını dağıtmak için masanın üzerindekilere baktı. Birkaç kitap, geçen haftadan kalma notlar, kırtasiye ve bir sürü ıvır zıvır. İlk eline gelen kitabı açtı. Rastgele bir sayfa çevirdi. Okudu. İlk cümlelerden sonra aklı uçtu gitti. Gözleri istemsizce kelimeleri takip ederken içi sinir ile doldu. Hışımla kitabı fırlattı, ayağa kalkıp masadan kaçtı. Odanın içerisinde bir oraya bir buraya yürümeye başladı. Son birkaç aya kadar kuduz hastalığını tedavi etmek için Sultan Hamid Hanın fermanı ile tesis edilmiş Darü’l Kelb Tedavihanesi’nin önemli bir çalışanı idi. Hocası Hüseyin Hulki Bey ondan övgüyle bahsederdi. Çalışkanlığı ve araştırmalara olan katkısından dolayı ilk fırsatta terfi edeceğini söylerdi. Ancak hepsinin bir yalan, sadece onu oyalamak için ağzına çalınan bir parmak bal olduğunu bugüne kadar idrak edememişti. “Ecnebi memleketlerde mühim araştırmalarda bulunmuş, pek müstesna şahsiyetler ile çalışmış böylesi bir tabibin tedavihaneye kazandırılması muazzam bir başarı.” Hocası yüzüne karşı utanmadan böyle söylemişti. Mevzu bahis tabip tahsilini yeni bitirmiş, daha yirmi üç yaşında bir çocuktu. Henüz çalışmaya bile başlamamıştı. Buna rağmen gerek Hüseyin Hulki Beyin gerekse Miralay Dr. Hüseyin Remzi Beyin övgülerine mahzar olmuş, Ahmet Vasfi’nin belki de aylar önce hak ettiği terfii kapmıştı. Aslında övgüye değer olan Mahmut Şevki denen bu çocuk değil de Maliye Nazırı olan babası idi. Ne de olsa bu kahpe dünyada esas olan nazır oğlu, paşa torunu olabilmek idi. Tekrar yerine oturdu. O terfii hak ediyordu. Bütün işleri o çekip çeviriyor, araştırmayı neredeyse tek başına yönetiyordu. O terfie ihtiyacı vardı. Kendi araştırmasını bitirebilmek için daha fazla kaynak ve yetki gerekliydi. Kendisine söz verilen terfi ile hepsi elinin altında olacaktı. Aylardır sabretmişti. Anlıyordu ki bir hiç için beklemişti. Sakinleşmek için pencereye gitti. Şehre çöken sisi seyretmeye başladı. Beyaz karanlığın içerisinde ahali koşturuyordu. Birbirinin peşi sıra bastıran sisten ve karanlıktan kaçarak evlerine gidiyorlardı. Tebaa bir kez daha sıcak evlerinin güvenli aydınlığına kavuşacaktı. “Sultan’ın sadık ve emirlere uyan tebaası. Sultan’ın sadık olduğundan emin olunan ve emirlere uydurulan tebaası,” diye düşündü. Bu gece öfkesini dizginleyebilmek için tedavihanede kalmıştı. Özellikle sisli ve dolunaylı gecelerde kimseler olmazdı hastanede. Neredeyse Ulu Sultan’ın Yıldız Teşkilatı kadar korkuyorlardı geceden ve sisten. Öfkesi biraz durulmuştu. Yerine oturup odayı şöyle bir inceledi. Sessizlik morfin gibi yatıştırmaya, acısını almaya başlamıştı. Sessizliğin tadını çıkarırken laboratuarın kapısı hışımla açıldı. İçeri Mahmut Şevki girdi. Hastanenin medarı iftiharı, genç yeteneği! Mahmut Şevki kıdemce ve yaşça büyük adama tek kelime etmeden kendisine tahsis edilen masasının başına geçti. Çantasını açtı içerisinden kitaplar, defterler, sayfa sayfa kâğıt çıkartıp masanın üzerine yığdı. Gösterişli, deri kaplı bir defteri eline alıp, okumaya başladı. Sanki odada yalnızmış gibi. Ahmet Vasfi uzun uzun genç doktoru süzdü. İçini kemiren bütün nefretini, ona yaptıklarını yüzüne haykırmak istedi. Ağzını açtı, ama sustu. Yanlış bir şey söylerse daha kötü de olabilirdi. Yine de söylemeliydi ona neler yaptığını. Onun yüzünden neler kaybettiğini bilmesi gerekirdi. Kendine zar zor hâkim oldu. Sonunda ağzını bükerek selamladı:

34


“Hoş geldiniz Mahmut Şevki Bey. Ben Ahmet Vasfi. Bu pek mühim araştırmada Hocamız Hüseyin Hulki Beye yardım ediyorum. Aslında pek çok işi ben yapıyorum.” Mahmut Şevki hiç sesini çıkarmadı. Sinirlice birkaç sayfa daha karıştırdı. Sonunda defterini masaya fırlatıp, Ahmet Vasfi’ye döndü: “Evet, sizden bahsettiler. Yoksa siz de muhterem hocalarınız gibi yere göğe sığdıramadıkları Mösyö Pastör’ün çalışmalarına mı tapınıyorsunuz?” Ahmet Vasfi beklemediği bu soru karşısında bir cevap veremeyince, genç adam devam etti: “Herkesin aklı fikri kuduzda ve bittabi Padişah Efendimizin ilgisinde… Kör değilsiniz, bu durumda aptal olmalısınız. Veyahut Anadolu’dan göçen basit bir ırgatsınız. Esas sorunu göremiyorsunuz. Bunca yıldır bu makamı işgal ederken siz de kuduz illetinden daha uğursuz bir bela olduğunu göremediniz mi?” Söylediklerinin Ahmet Vasfi üzerindeki etkisini tartıp, kendinden emin bir ifade ile devam etti: “Nazır Paşa Babamın beni tahsilim için gönderdiği Londra’da bahsettiğim husus hakkında pek çok vaka işittim. Ecnebilerin arzın dört bir köşesinden havadisleri yetiştiren gazeteleri bile suskun kalsa da herkes olan bitenin farkında idi. Hatta Avrupa’nın göbeğinde, Fransızların gözbebeği Paris’te de pek çok uğursuz vakanın vuku bulduğu söyleniyor. Köpek ısırmalarından bahsetmiyorum. Çok daha dehşetli ve gizemli… Hatta bir söylentiye göre Mösyö Pastör’ün daha en başından beri aradığı kuduz tedavisi değilmiş.” Ahmet Vasfi düşünceli bir şekilde masasına geçti. Genç adamı bir süre süzdü. Tepkisini görünce Mahmut Şevki’nin yüzüne alaycı bir gülümseme yerleşti. “Ne oldu? Tedirgin mi oldun? Bunca senedir çalışıyorsun ama hakikaten olanlar hakkında en küçük bir malumatın bile yok. Aç kulaklarını da dinle Vasfi Efendi. Belki de sübyan diye hor, aşağı gördüğün benden bir şeyler öğrenirsin.” Konuşmasına izin vermeden devam etti: “Bir musibet mevzu bahis. Kimden, nereden, nasıl bulaştığı meçhul. Adamı ifrit çarpmışa çeviriyor. Vefat yok. Ancak adam kendi vefatını arzulayacak hale geliyor. Adamı köpekten daha aşağı ediyor. Hastalar hayvanlaşıyor. Çiğ ete tamah ediyorlar. İşte ben bu musibete deva bulacağım.” Mahmut Şevki konuşurken farkında olmadan yerinden kalkıp Vasfi’nin yanına kadar gelmişti. Genç adam kan çanağı gözlerini üzerine dikmiş, masanın üzerine çullanmış, yüzüne soluyordu. Anlattıkları ve yaptıkları karşısında Ahmet Vasfi masasını siper etmiş, koltuğunu duvara kadar çekmiş, olabildiğince uzak durmaya çalışıyordu. Zar zor, geveleyerek ağzından kelimeler döküldü: “Mahmut Şevki Bey, rica ederim kendinize çeki düzen veriniz. Nasıl bir lakırdı bu böyle? Olur mu böyle bir musibet? Belli ki bitap düşmüş, hasta olmuşsunuz. Size araba çağırtayım, konağa dönünüz. İstirahat ediniz.” Bu cevap karşısında Şevki celallendi. Sesini iyice yükseltip, heyecanla, ağzından tükürükler saçarak konuşmasına devam etti: “Sen kaç Vasfi Efendi. Hocan Hüseyin Hulki’nin gölgesinde saklan. Hakikat karşısında ne kadar da korkak, ne kadar da biçaresin. Londra’dan beri çalışıyorum. Gecemi gündüzüme kattım. Neler çektiğimi, neler gördüğümü bilemezsin. Ancak senin gibi zayıflar, alçaklar arkasını döner böyle-


si bir dehşete. Senin gibilerin yeri olmamalı bu çatının altında.” Mahmut Şevki hırsla konuşurken dışarıdan, sisin içerisinde dehşetengiz bir uluma duyuldu. Genç doktor olduğu yere mıhlandı. Kanlı gözlerini pencereye sabitlemiş bakıyordu. “İşte evlad-ı şebab. Guş-i can ediniz. Ne manalı terennüm eyliyorlar,” diye mırıldandı.

*

*

*

Ahmet Vasfi’nin tüm vücudu istemsizce titredi. Alnındaki damarlar şişmiş, yüzü kıpkırmızı olmuştu. Buram buram korkuyordu. İstanbul’un arka sokaklarında bir başına koşturmuştu. Dehşete kapılmış, ne yapacağını bilmez bir halde yönünü bulmaya çalışıyordu. Dar sokaklar, üzerine kapanmış iğreti binalar üstüne üstüne geliyordu. Gecenin köründe, sisin hükümranlığında her bina, her sokak birbirinin eşi benzeri idi. Sisin çökmesinden sonra ahali çoktan hanelerine çekilmişti. Sokaklarda bir Allah’ın kulu yoktu. Ne yön soracak, ne de onu bu karabasandan çekip kurtaracak tek bir insan evladı bile. Tekrar koşmaya, kaçmaya başlamak istedi ama bacakları onu daha fazla taşıyamadı, dizlerinin bağı çözüldü. Çamurlu sokakta yuvarlandı. Elbiseleri yırtıldı, pisliğe bulandı. Zar zor oturdu. Gözlerinden damla damla yaşlar süzülüyordu. Korkudan mı, sinirden mi bilemedi. Titreyen ellerini bir türlü zapt edemiyordu. Belki de güneşin doğmasına az kalmıştı. Bitecekti bu çektikleri. Zar zor elini yeleğinin cebine ulaştırdı. Çamurlu parmakları ile saatini bulup çıkarttı. Açmaya çalışırken, titreyen parmakları arasında kayıp gitti. Zinciri kopmuş olacak ki, pirinç köstekli saatin Arnavut kaldırımlarından sekerek uzaklaşmasını dinledi. Emekleyerek her şeyi örten sisin içinde saati aradı, ama nafile, bulamadı. Sisin içinde, sonsuz sokaklar dehlizinin ötesinde bir uluma yankılandı. Ahmet Vasfi’nin ağlaması, titremesi, her şeyi kesildi. Kanı dondu, kalbi sustu. Birkaç kalp atımı öylece kala kaldı. Sonrasında dehşet tekrar ininden çıktı. Hıçkıra hıçkıra ağlamaya, vücudu kasılmaya başladı. Ancak dakikalar sonra sakinleşebildi. Birkaç kez derince nefes aldı. İstanbul’un kirletilmiş, rutubetli, sisli havasını ciğerlerine doldurdu. Sürüne sürüne bulduğu bir binanın duvarına yaslandı. Biraz toparlanabilmişti. Birkaç nefes kadar dinlenmişti ki yaslandığı binadan sesler işitti. Önce tekrar kaçmayı düşündü. Sonra vazgeçti. Evin kapısı yeni yağlanmış menteşelerin üzerinde sessizce açıldı. Nursuz bir adam kafasını uzattı. Kara sakalları, karışık pis saçları ve zifiri gözleri vardı. Kapıyı siper alıp etrafı iyice kolaçan etti. Ahmet Vasfi’yi görmedi. Veyahut kaile almadı. Kapının ardından kayboldu. Akabinde binadan bir adam çıktı. Kibar, ecnebi beyefendilere benziyordu. İnce yapılıydı. Boyunu uzun gösteriyordu. Zengin görünümlü, kaliteli kesimli bir redingot giyiyordu. Bir elinde fesini diğer elinde pahalı, işlemeli bastonunu tutuyordu. Yalpalayarak birkaç adım attı. Düzgün yürüyemeyince durdu. Biraz eğilip öksürmeye başladı. Uzun uzun öksürdü. Ciğerini göğsünden söküp atmaya çalışırcasına öksürdü. O öksürdükçe afyon kokusu ayyuka çıktı. Sonra nefeslenmek için doğruldu. Etrafına bakındı. Elinde taşıdıklarını yere bırakıp ceplerini karıştırmaya başladı. Bir süre kurcaladıktan sonra bir gözlük çıkarttı. Beceriksizce takıp etrafına tekrar bakındı. O zaman Ahmet Vasfi’yi gördü. Bu beyefendide bir gariplik vardı. Yüzünde uykulu, uyuşmuş bir ifade vardı ama mavi gözleri

36


çakmak çakmaktı. Bakışları bu beyaz karanlığı, geceyi deler gibiydi. Sanki gaibi okuyor, biliyordu. Ahmet Vasfi’nin daha önce gördüğü hiçbir Âdem evladına benzemiyordu. Sendeleyerek Vasfi’nin yanına kadar geldi. Usulca eğildi. Ağzını açtı ama tekrar öksürüğe boğuldu. Dizlerinin üzerine çöküp öksürdü. Nefes almaya çalışırken hırıltılar çıkarıyordu. Cebinden der top edilmiş bir mendil çıkartıp ağzını sildi. Sakin bir sesle konuşmaya başladı: “Bu gecede, bu siste, bu izbe sokakta rastlaşmamızı tesadüf zannediyor iseniz, büyük bir yanılgı içerisindesiniz. Bu, nice felaketler sahnelemiş şehirde hiçbir vaka tesadüfî değildir. Siz ya da bu fakir bilmese de her hadisenin bir nedeni vardır. Dolunaylı, böylesi bir gecede size söyleyebilecek tek bir öğüdüm var. Her ne iseniz osunuzdur. Aksi çabalarınızda her daim tabiat galebe çalar. Bu hakikat ne sizin için ne de benim için istisnaidir.” Adam bastonunun yardımı ile doğruldu. Zayıf adımlar ile ağır aksak yürüdü, sisin içerisinde kayboldu. Az sonra bastonun da, adımlarının sesi de duyulmaz oldu. Ahmet Vasfi, ne diyeceğini, ne yapacağını bilemeden bir süre baktı. Aklını toplayıp nerde olduğunu hatırlamaya çalıştı. Koşarken önünden geçtiği dükkânları, sokakları hayal meyal hatırlıyordu. Gerisi etrafını saran sis kadar belirsizdi. Daha ne kadar kaçabilirdi? Daha nereye kaçabilirdi? Nereye saklanabilirdi? Elbet bir yerde, bir zaman yakalanacaktı. Belki de yeri ve zamanı kendisi seçmeliydi.

*

*

*

Darü’l Kelb Tedavihanesindeki yeni makamında, masasını aydınlatan gaz lambasının ışığına sığınmış Mahmut Şevki çalışıyordu. Ne bu tekinsiz gecenin soğuğu ne de ıslık çalarak binaya dolan rüzgâr dikkatini dağıtıyordu. Kapının ardından gelen ayak sesleri dikkatini dağıttı. Ayağa kalktı. Tam kapıya yönelmişti ki ahşap kapı tüm köhneliğiyle açıldı. Kapıda Ahmet Vasfi vardı. Kıyafetleri yırtılmış, üstü başı pislik içerisindeydi. Akşamüstü gördüğünden tamamen farklıydı. Elbiseleri, üstü başı değildi farklı olan. Cüssesi kapıyı dolduruyordu. Daha iri, daha tehditkâr görünüyordu. Ağlamaktan kızarmış gözlerinde acı vardı. Soluk soluğa dikilirken elleri titriyordu. Nefes nefese, hınçla konuşmaya başladı: “Size garpta vakıf olamayacağınız bir kıssadan bahsedeyim beyzadem. Köşklerde, yalılarda, peşimde koşturan bakıcılar, bir dediğimi iki etmeyen mürebbiyeler ile büyümedim. Paşa babam hiç olmadı. Dişimle, tırnağımla kazıyarak yaşadım. Tek gayem, damarlarımda dolaşan ancak size eğlence gelen bu illetten, bu lanetten kurtulabilmekti. Hayatın sorduğu cümle sualin cevabına vakıf olduğunu sanan senin gibi sübyanlar, saçlarını sakallarını simya uğruna ağartmış ihtiyar feylesoflar gördüm. Tek bir hakikatin olduğunu öğrendim. Ancak kuvvetliler muvaffak olabilir. Yine de zorunda kalmadıkça Âdem soyunu incitmedim, direndim.” Ahmet Vasfi durduğu yerde sendeledi. Göz bebekleri büyümüş, alnındaki damarlar şişmişti. Dişlerini sıktıkça sivri köpek dişleri görünüyordu. Yüzüne yavaş yavaş bir acı ifadesi yerleşti… Çehresi değişmişti. Alnındaki ve yanağındaki kemikler daha da belirginleşmiş, adeta birkaç dakika içerisinde sakalları çıkmıştı. Duruşu kamburlaştı, eğildikçe kolları dizlerinin hizasına geldi. Boğazından çıkan garip hırıltılar arasında, konuşmaya devam etti:


“Sabır taşı çatladı artık. Saklanmak nafile, kaçış yok. Musibet mi istedin? Musibet mi aradın? İşte sana arzu ettiklerinin cümlesi.” Ahmet Vasfi elinin tersi ile Şevki’ye vurdu. Adam masayı aşıp ardındaki duvara çarptı. Kırık bir oyuncak bebek gibi yatarken başından akan kan ile yerler kızıla çaldı. Vasfi zıplayıp masanın üzerine çıktı. Ciğerindeki tüm nefes ile haykırdı. Tüm tedavihanede çınladı zafer çığlığı. Masadan inmemişti ki dışarıdan ayak sesleri duyuldu. Ağır, aksak adımlar koridorda yankılanıyordu. Çok geçmeden kapının ağzında bir adam belirdi. Sokakta karşılaştığı garip beyefendiydi. Yüzünde buruk bir gülümseme vardı. Tek kelime etmeden, tereddütsüz elinde tuttuğu tabancayı doğrultup, tetiği çekti. Mermi Vasfi’nin boğazını delip geçip, ardındaki pencereyi kırdı. Vasfi bağırmak istedi ama boğazındaki delikten sadece kan aktı. Eliyle kapattığı boynundan kan fışkırıyordu. Giderek güçsüzleşti. Mahmut Şevki’nin yanına düştü. Canı bedeninden çekiliyordu. Beyefendi elindeki tabancaya bakarak konuştu: “Enteresan öyle değil mi? Tüfekhane-i Amire imalatı iptidai bir tabanca. Kul yapısı silahtan böylesi bir kuvvet, böylesi bir maharet şaşılası bir durum… Ancak maharet belki de kullanan fakirdedir. Veyahut keramet tabancayı okuyandadır. Ancak tüm ilim mermiyi gümüşten dökende de olabilir. Şu fani dünyada kim bilebilir?” Ahmet Vasfi’ye bakıp devam etti: “Eminim ki onca lakırdıdan sonra neden buradayım merak içerisindesiniz. Tabiatın herkese biçtiği bir vazife vardır. Siz burada kendi vazifenizi ifa ederken bu fakir de kendi vazifesini ifa etti. Dedim ya ‘her daim kişinin tabiatı galebe çalar, yoktur bunun istisnası’ diye. Acımasızdır tıpkı gaip gibi. Yoktur merhameti. Anlamaz fani bu düzeni. Yeri gelince telef eder sizi, yeri gelince feda eder beni.” Beyefendi Vasfi’yi ve Şevki’yi ardında bırakıp binadan çıktı. Her şeyi örten sise baktı uzun uzun. “Örtün, evet, ey felâket sahnesi... Örtün artık ey şehir. Örtün ve sonsuz uyu, ey dünyanın koca kahpesi!” diyerek yürüdü ağır aksak. Sise karıştı, kayboldu gitti.

Mert YANIKOĞLU

38


KOŞU VİRÜSÜ

Beynini söküp üstünde tepinmek istiyordu. Belki o zaman geçerdi bir haftadır başına bela olan şu ağrı. Sürekli devam eden türden de değildi. Günde bir veya iki kere oluyor, aniden başlıyor ve aniden bitiyordu. Ağrı kesiciler, beyninin tam ortasından dalga dalga yayılan acıya en ufak bir etkide bulunmuyordu. Adı Batuhan Sönmez’di. Doğumundan itibaren (yani otuz beş yıldır) tüm tanıdıkları tarafından Batu diye çağırıldığı için artık bu ismi kanıksamıştı ve gerçek ismiyle çağırılsa dönüp bakmayacak hale gelmişti. Bir reklâm şirketinde çalışıyor, orijinal fikirler bularak reklâm metinleri yazıyordu. Bu konuda bir hafta öncesine kadar çok iyiydi ( “İyi ki sen varsın, yoksa bu şirket batmıştı,” derdi patron sık sık ona). Tanıtımı yapılacak ürünü görür görmez aklında bir şablon oluşurdu genellikle. Sonra da verilen süre boyunca yapabileceğinin en iyisine ulaşmaya çalışırdı. İşini erken bitirmez, zamanını son anına kadar kullanırdı, çünkü her an çok daha iyi bir fikir bulma veya metne çok işe yarayacak bir şeyler ekleme ihtimali vardı. Olur da verilen sürenin sonuna doğru hâlâ bir şey bu-

39


lamamışsa; evini, özellikle yatak odasını reklâmını yazacağı ürünle ilgili şeylerle doldurur (örneğin bir gofretse, yatağının yanına en az on tanesini koyar, yatmadan önce birkaç tanesini afiyetle yer, duvarlara gofretin eski reklam afişlerini asar, kullanabileceği ne varsa kullanırdı) ve yatmadan önce dakikalarca onun üzerine düşünürdü. Ertesi sabah o süper fikri rüyasında görmüş olması çok büyük olasılıktı. “Ben çıkıyorum,” dedi sandalyesinin arkasındaki ince montunu alarak. “Biraz yürüyeceğim. Yoksa kafam çatlayacak.” “Doktora gittin mi sen?” dedi karşı masada oturan sarışın kadın. “Gittim, gittim Aysucuğum. Dün doktordaydım işte, o yüzden geç kaldım.” “E ne dedi peki? İlaç falan yazmadı mı?” Batu giydiği montunun fermuarını çekerken kaşlarını kaldırdı. “Bir şey bulamadı,” dedi. “Ama birkaç test yaptı, onların sonucuna göre bir şeyler verir.” “Aman ihmal etme Batu. Baş ağrısı deyip geçme. Çok büyük hastalıkların belirtisi olabilirmiş, Allah korusun.” “Bravo Aysu, moralimi tavan yaptırdın. Şimdi dışarıda bunu düşünürken bir arabanın altında kalırsam suç senin… Kızma, kızma şaka yapıyorum. Biliyorum iyiliğimi düşünüyorsun,” dedi gülümseyerek yanına giderken. Yanağından bir makas aldı ve “idare edersin biraz,” dedi, “yarım saate kalmaz dönerim.” “Öyle olsun.” Bu kadın bana âşık, diye düşündü teşekkür ederken, ama ne yazık ki ben ona değilim. Kare parkelerle kaplı zeminde spor ayakkabılarını gıcırdatarak merdivenlere doğru giderken diğer iş arkadaşlarıyla da göz göze gelip ufak gülümsemeler dağıtmayı unutmadı. Beş kat merdiveni acısı gitgide azalarak indi. Ve buna hiç şaşırmadı. Nedenini hâlâ çözememişti ama yürümek baş ağrısına iyi geliyordu. Asansörü de bu yüzden kullanmamıştı. Hatta yürüyüşü hızlandıkça ağrı da azalıyor, koşmaya başlayınca hemen hemen tamamen kesiliyordu. Ama ne yazık ki durduğunda ağrının geri gelmesi de o kadar ani oluyordu. Aslında Aysu’nun düşündüğü gibi sağlığına önem vermeyen biri değildi, aksine vücudundaki her türlü aksaklık kafasına fena halde takılırdı. Şimdi de öyleydi ve bu yüzden bir haftadır iş konusunda da en ufak bir üretimi olmamıştı. Çok yakında patronundan ilk azarını işitebilirdi. Önceki gün doktora gittiği konusunda doğru söylemişti Aysu’ya. Doktor belirtileri sakince dinleyip, “isterseniz size güçlü bir ağrı kesici yazabilirim, ama birkaç test yapıp sonuçları görmeden teşhiste bulunamam,” demişti. O da eli mahkûm kabul etmişti. Sonuçlar iki gün sonra çıkacaktı ve o zamana kadar bu duruma katlanması gerekecekti. Doktorun verdiği ilaçların hiçbir işe yaramaması kötü olmuştu. Gereken dozdan fazlasını dahi aldığı halde öncekinden en ufak bir farkı yoktu. Neyse ki yürümenin ve özellikle koşmanın çok iyi geldiğini daha ilk günden keşfetmişti. Böyle bir rahatlama yöntemi bulmasaydı nasıl dayanacağını düşünmek bile istemiyordu. Yoksa vücut bir çeşit mekanizma kurdu da spor yapmam gerektiğine dair beni uyarıyor mu? diye düşündü. Eğer öyleyse haklı, baksana son iki yılda on beş kilo aldım ve göbeğim de dışarı çıkmak için elinden geleni yapıyor. Böyle bir şeyin olup olamayacağını ciddi ciddi düşünmeye başladı işyerinin döner kapısından kendini dışarı atarken. Ama içindeki başka bir ses ondan çok daha kötü durumda olanların varlığını hatırlatıyordu. Örneğin patronu ondan yirmi kilo ağır olmalıydı. Doksan kilo Batu için çok

40


da fazla sayılmazdı, hele 1,85 boya göre. Kapının önünde kısa bir duraklama yaşadı. Hangi tarafa yürüyeceğini düşündü. İşyeri Gayrettepe’deydi; ya Balmumcu’ya Barbaros Bulvarı’na doğru, ya da Mecidiyeköy’e doğru gidecekti. Başını bir iki kez döndürdükten sonra Barbaros tarafını seçti. Sebebi yoktu, sadece canı o tarafa gitmek istemişti. Normal tempoda yürürken ağrısı işyerindekine göre biraz daha az seviyede sabit kalmıştı. Eğer ağrıyı ölçen bir ölçü birimi olsaydı, diye düşündü, şu anki ağrıma 50 Ağrı Birimi verirdim. 100’e gelince kafamın patlayacağı varsayımıyla tabii. Peki işyerinde kaçtı? 70 herhalde. Adımlarını yavaşlatmamaya çalışırken etrafındaki insanlar da sanki bir şeylerden (belki de baş ağrısından) kaçıyormuş gibi hızlı hızlı yürümekteydiler. Örneğin, o an yayalara kırmızı ışık yandığı halde karşıdan karşıya geçmeye çalışan mini etekli genç kadın belki de sevgilisiyle buluşmaya geç kalıyordu ve bunun yaratacağı baş ağrısından kaçıyordu. Ya da kravatı omzundan arkaya uçuşan şu kel adam patronunun verdiği işi yetiştirerek bir baş ağrısından kurtulmak istiyordu. Elindeki bozuk paraları yere düşüren ve hepsini aceleyle tek tek toplamaya çalışan bir çocuk annesinden yiyeceği dayağın getireceği ağrıdan korkuyor olmalıydı. O an herkes acele ediyormuş gibi geldi Batu’ya. Kaldırımda bastonuyla yürüyen yaşlı adamdan, yanından geçtiği dilenciye, plazalardan birinin camını silen temizlikçiden, yeni bir binanın temeline beton döken işçiye kadar… Herkes onun gibiydi. O bunları düşünüp sabit hızla yürümeye devam ederken başının içinde bir seviye atlaması oldu. Az önce 50 olan ağrı seviyesi nedensiz yere 60’a fırladı. O güne kadar hiç böyle olmamıştı. Biraz daha hızlanarak durumu dengelemeye çalıştı. Nitekim kısa sürede başardı da. Yıldız Posta Caddesi’ne çıktığı sırada seviyeyi tekrar 50’ye düşürmüştü. Bu sırada ince montunun fermuarını indirdi. Hava serindi ama hızlanınca hafiften terlemeye başlamıştı. Saatine bakınca işyerinden çıkalı on dakika olduğunu gördü. Barbaros Bulvarı’na doğru yürümesini sürdürdü. Büyük ihtimalle yarım saat içinde ağrısı geçecekti, çünkü işyerinden çıkmadan çok önce başlamıştı. On beş dakika daha yürüdükten sonra geri dönmeye karar verdi. “Şaka maka spor yapıyoruz ha…” “Efendim,” dedi yolun kenarında bekleyen kulaklıklı bir genç. “Bir şey demedim,” anlamında bir el hareketi yaptı Batu. Az önce dışından konuştuğunu fark etmemişti doğrusu. Kendi kendine güldü ve yoluna devam etti. Dedeman Hotel’in önünden geçtiği sırada onu daha da endişelendiren şey oldu: Seviye tekrar 60’a atladı. Yürümenin etkisi gitgide azalıyor gibiydi. Bu kez hızlanmadı. 60’a da dayanabilirdi ve terleyip hasta olmak istemiyordu. Gerçi işe gitmemesi için iyi bir bahane olurdu ama bir de durmak bilmeyen burun akıntısını çekemezdi günlerce. Hem test sonuçlarını almak için iki gün sonra evden çıkması gerekiyordu. Ama beş dakika sonra bunu düşünmeden hızını arttırmak zorunda kaldı, çünkü Barbaros’un ağır ağır ilerleyen trafiğini gördüğü sırada ağrısı yine seviye atlamış, işyerindeki seviyeyle aynı duruma yani 70’e gelmişti. İşte bu dayanma sınırı sayılırdı. ATV binasının önünden Barbaros’tan aşağı giderken temposunu biraz daha arttırıp seviyeyi 60’a çekti. Bu durumda dışarıdan gören biri onun acil bir işi olduğunu sanacaktı, çünkü insanları sollayarak yürüyordu. Darphane’ye kadar aynı tempoda yürüdü. Artık geri dönmesi gerekiyordu ama ağrısı giderek artmaktayken nasıl dönecekti? En iyisi biraz azalmasını beklemek ve o anda dönmekti. Ağrı aniden kesilecek olursa otobüsle de dönebilirdi.


Bulvardan aşağı yürümeye devam ederken solundaki İkarus marka kırmızı otobüsle aynı hızda olduğunu fark etti. Adeta iki arkadaş gibi yan yana yürümüşlerdi uzun süre. Trafiğin bu kadar tıkalı olmasının sebebi neydi acaba? Belki de her gün böyleydi, pek sık gelmezdi Barbaros’a. Topkapı’da oturuyordu ve evine metrobüsle ulaşıyordu. Genellikle Zincirlikuyu durağına kadar yürüyor, orası Avcılar’a giden hattın son durağı olduğu için eve oturarak gidiyordu. Sabah evden işe gitmesi ise tam bir işkenceydi. En yoğun saatlerde metrobüs tıklım tıklım oluyordu ve bazen on tane araç geçtikten sonra bir tanesinde kapı önünde sıkışacak bir yer bulabiliyordu. Bunu düşününce biraz öfkelendi. Bir işi de doğru yapsalar şaşardım, diye düşündü. Bu sırada şaşacağı başka bir şey oldu ve seviye aniden 75’e yükseldi. Evet, işyerindekinden bile kötüydü. Bu ani artış ufak bir çığlık atmasına sebep oldu. Başı on kilo ağırlaşmış gibiydi. O sırada önünden geçtiği Yıldız Teknik Üniversitesi otobüs durağında bekleyen birkaç öğrenci dönüp ona baktı, ama onun bunu umursayacak hali yoktu. Mecburen hızına hız katarak iyice meyilleşen yokuştan aşağı inmeye devam etti. Ah Batu, neler oluyor sana böyle? Bu kadar hızlı yürüdüğün halde bu kadar şiddetli bir ağrı varken, dursaydın acaba ne olurdu? 95 mi? Hatta 100 mü? Bir an durup cevabı görmek istedi ama buna cesaret edemedi. Biraz daha yürüyecekti (artık yavaş koşu da denebilirdi) ve herhangi bir iyileşme olmazsa duracaktı. Zaten doksan kiloyu dakikalarca taşıyan bacakları fena halde yorulmuşlardı. O ana kadar bunu aklına getirmemeye çalışsa da artık mecburdu, zira az sonra nefes nefese yere yığılabilirdi. Yıllardır spor yapmadığına pişman olmuştu ve uzun zamandır ilk defa herhangi bir sebepten dolayı pişmanlık duyuyordu. Sağ tarafında Conrad Hotel’in S şeklindeki beyaz binası (Obama bu otelde kalmıştı.) ağır ağır geride kalırken durum kontrolden çıktı, ibre yine 75’i vurdu. Artık yürümenin bir yararı olmuyordu. Aniden, hiç düşünmeden kendini frenledi ve olduğu yerde kaldı. Durmasıyla, hayatının en büyük acısını yaşaması bir oldu. Kulaklarına ve göz yuvarlarına içeriden gelen ani basınç onu hem kör hem sağır etti. Burun deliklerinden, kulaklarından hatta göz pınarlarından kan sızarken orta çağdaki devasa topların defalarca üst üste patlaması gibi zonkladı beyni. Ve tüm bunlar olurken on kalp atımı bile zaman geçmemişti. Can havliyle tekrar yürümeye başladı. Hatta koşmaya. Evet, artık koşuyordu. Belki bir yüz metre koşucusu gibi değildi ama yine de koşuyordu. Koştukça görüşü açıldı, kulakları eski haline geldi, başını çatlatacak kadar şiddetli acı ve basınç hissi kayboldu. Bu durum ona en ufak bir sevinç vermedi, çünkü durduğu an neler olacağını çok iyi biliyordu. Bugünkü ağrı nöbetinin diğer günlere göre aşırı şiddetli olmasının yanı sıra, çok da uzun sürmüştü. Ne olur artık bitsin, ne olur… diye içinden yalvarmaktan başka bir şey yapamaz hale gelmişti. İşte Barbaros Bulvarı da bitiyordu ve birazdan sağa dönüp Dolmabahçe’ye doğru gitmesi gerekecekti. Bu durum nereye kadar sürecekti peki? Bir engel çıkana kadar kaç dakika koşabilecekti? Ya da vücudu koşmaktan iflas edene, ciğerleri nefes alıp vermekten yorulana kadar… Şimdi Beşiktaş’ın en kalabalık yerlerinden birindeydi işte. Barbaros’un sonunda… İnsanlar karşıdan karşıya geçmek için yirmi-otuz kişilik gruplar halinde ışıklarda bekliyorlardı. Anketörler kendilerine av arıyor, televizyon muhabirleri röportaj yapacak insan bulmak için dolanıyorlardı. İşte burada birilerine çarpmadan koşmak imkânsız hale geliyordu. Kalınca bir kürk giymiş irice bir kadın (çok zengin olmalı, diye düşündü) önünü kesince göz-

42


leri büyüdü. Kadın yolun ortasında telefonunun ekranına bakıyor ve etrafıyla hiç ilgilenmiyordu. Hemen sağ tarafında motosikletli McDonald’s kuryesi yemeği sıcakken yetiştirmek için aceleyle yola çıkmaya çalışıyordu. Sol tarafında ise bisikletli bir adam ağır ağır ilerlemekteydi. Batu bu üçlünün kapadığı yere doğru tüm hızıyla giderken nereden geçeceğini kestirmeye çalışıyordu. Bisikletli biraz ilerleyince kadının sol tarafında bir boşluk oluştu ve Batu rahatlayarak hemen oraya yönlendi. Dar bir yerdi ama geçmek zorundaydı. O araya girmesine bir saniye kala kadın telefondan başını kaldırıp bir adım atınca olan oldu. Batu kadına çarpmamaya çalıştı ancak koca kahverengi çantasına ve göbeğine sertçe çarparak geçebildi. O anda montunun fermuarı kadının çantanın kulpuna takılınca az kalsın yere çakılacaktı. Kendisini kurtarmayı başardı ama göz ucuyla kadının fil gibi devrildiğini gördü. O yavaşlamanın getirdiği korkunç baş ağrısını atlatmaya çalışarak yeniden hızlandı; ama arkasından o hiç beklemediği sesi duydu: “İmdaaat! Kapkaççı! Çantamı çalmaya çalıştı! Polis yok mu? İmdaaat! Kaçıyor yetişin!” (Kadın cırtlak sesiyle bağırırken on kişinin birden onu yerden kaldırmaya çalıştığını hayal etti Batu.) Kısa bir duraklamadan sonra daha da beklenmedik bir ses geldi: “Kıpırdama polis!” Yuh, dedi içinden, normalde ihtiyaç olduğunda etrafta tek bir polis olmaz. Bula bula beni buldu! “Duramam,” diye bağırmak istedi sağa doğru eğimleşen yoldaki hızını koruyarak ama sesi çıkmadı. Ciğerleri konuşmaya yetmiyor gibiydi. “Dur diyorum sana!” diye bağırdı aynı ses. Belli ki peşinden koşuyordu. Allahtan önüne çıkan insanlar onun kapkaççı olduğundan haberdar değillerdi de durdurmaya çalışan olmuyordu. Kapkaççı mı? Ben kapkaççı falan değilim, diye düşündü. Az önce kendi kendine kapkaççı dediği için az kalsın gülecekti. Alkım kitapevinin önünde yine bir kalabalık karşıladı onu, çarpa çarpa geçmek üzereyken aklına korkunç bir şey geldi. Ya Dolmabahçe’de ışıklar yayalara kırmızı yanarsa, karşıya nasıl geçecekti, yukarı Taksim’e doğru koşsa hızı kesinlikle azalacaktı ve yorgunluktan geberecekti. Hemen kararını verip Alkım’ın önündeki üst geçidin merdivenlerini tırmandı. Deniz tarafındaki kaldırımda devam edecekti koşusuna. Orada Karaköy’e kadar pek bir engel yoktu. Yani öyle hatırlıyordu Batu. Bu arada polis arkasından bağırmaya devam ediyordu. Elinde silah olduğunu hayal etti. Bu kalabalıkta kullanmaya korkuyor olmalıydı ama uygun bir anda bacağından vurup durdurabilirdi onu. Belki de çoktan telsizle yardım istemişti ve bir yerlerde polisler önünü kesecekti… İkisi de ölüm demekti. Koşmaya devam etmek zorundaydı, ama bir çıkış yolu bulamıyordu. Bunları düşünüp yola dikkat etmeyi unutunca polisin yakalamasından çok önce ölümün eşiğine geldi. Ayağı, kaldırımdan taşmış asi bir taşa takıldı ve bir an sonra kendini yere kapaklanırken gördü. Düşmek değildi korkusu ama koşmaya devam etmeliydi. Öne doğru düşerken bacaklarını tüm gücüyle kullanıp bedeniyle aynı hızla ileri gitmeye zorladı. Yüzü yere yarım metreye kadar yaklaşmışken aniden doğrulmayı başardı. Topukları yere sert darbeler atarken fena ağrımışlardı. Artık koşmak inanılmaz zordu. “Dursana be!” diye bağırıyordu arkasından polis. Daha yakındı şimdi ama yorulmuş gibi sesi azalmıştı. Oysa kendisi dakikalardır koşuyor, tüm yorgunluğunu unutmaya çalışıyordu. “Duramam,” dedi yine fısıltıyla. “Ben kapkaççı değilim, bırak peşimi.” Ama duyan yoktu, kendi


bile duymamıştı doğrusu. “Sana diyorum, polisten kaçmak suçtur, ateş etmek zorunda bırakma beni!” Bunu duyunca son gayretiyle bağırmaya çalıştı: “DURAMAM! SENDEN KAÇMIYORUM BEN! KAPKAÇÇI FALAN DA DEĞİLİM!” Orospu çocuğu bırak peşimi, diye de ekleyecekti ama gücünü bunlara harcamadı. Şu an başı ağrımıyor olsa da ciğerleri onu aratmayacak şekilde ağrımaya başlamıştı. 60 verebilirdi ciğerinin ağrısına. 60 Ağrı Birimi. Bunu düşününce hüzünlendi. Artık kendisini yarım saat öncesine kadar öyle farklı hissediyordu ki. Sanki o Batu geride kalmış, yeni bir Batu olmuştu. “Ne demek lan duramam! Yerinde kal diyorum, zor kullanmak zorunda bırakma beni,” oldu polisin karşılığı. Sesi çok ama çok yakından gelmişti. Ensemde, diye düşündü Batu. Dibime kadar gelmiş, yavaşlıyorum demek ki, lanet olsun! Ve birkaç dakika (belki de saniye, zaman duyusunu yitirmişti.) sonra bir el omzundan yakalayıp geri çekti. Ayakları hâlâ tam gaz giderken üstten çekilince geriye düşecek gibi oldu. Ama nasıl olduysa omzundaki el kaydı, Batu toparlanıp daha da hızlandı. Dolmabahçe sarayının önündeydiler ve turistler ilgi ve korku karışımı gözlerle onları izliyorlardı. İşte bir polis arabası karşıdan geliyordu, korktuğu başına gelmişti. Birazdan önünü kesecek ve tutuklamaya çalışacaklardı ama o ölüp gidecekti. Polisler ne olduğunu bile anlamayacaklardı. Belki suç polise bile kalabilirdi. Peki öleceğinden nasıl bu kadar emindi ki? Belki acıdan bayılırdı ve hastanede iyileşmiş bir halde (iyileşmese bile en azından hastalığı teşhis edilmiş halde) uyanırdı. Ama hayır, bu hiç içine sinmiyordu, kesinlikle ölecekti, içgüdüleri böyle söylüyordu. Tıpkı geçen hafta Bakırköy sahilinde ölen kadın gibi… Sahilde koşu yaparken denize düşüp ölen kadın… Bir anda beyninde yanan ampul ona ağız dolusu bir küfür ettirtti. Bakırköy sahiline gittikleri o günü hatırladı. Sefa adlı bir arkadaşıyla giyecek bir şeyler bakmaya Bakırköy’e gitmişlerdi. Bu arada sahile gidip biraz dolaşmışlardı. “Burada geçen gün biri öldü, biliyor musun?” demişti Sefa. “Biri mi öldü?” “Evet, çok şüpheli bir ölüm. Haberlerde çıktı, ama biliyorum sen pek haber izlemiyorsun.” “Nasıl bir ölümmüş?” “Kırk yaşlarında bir kadın sabah koşusu yaparken denize düşüp ölmüş…” “Hadi ya, çok kötü. Peki şüpheli olan ne?” “Gözleri yuvalarından fırlamış, çok sert bir şeye çarpmadığı halde kulaklarından bile kan gelmiş. Otopsi yapmışlar ama ölüm nedeni boğulma olarak tespit edilmiş.” “Cinayet de olabilir mi diyorsun?” “Evet, işkence edip atmış olabilirler.” “Olmayacak şey değil tabii. İstanbul’un çivisi çıktı arkadaş.” Bu lafı belki de ilk kez samimiyetle söylemişti Batu. Birinin hayatını kaybettiği bir ortamda olmak onu kötü etkileyince hemen gitmek istemişti. Az ötedeki korkuluktan tutunca eline tuhaf bir şey bulaşmıştı Batu’nun. Koyu kırmızı ve kuru bir şey. Hemen yan taraflarında ekmek arası bir şeyler yiyen sevgilileri görünce herhalde ketçap dökmüşler diye düşünmüştü ve bir selpakla elini silip unutup gitmişti. O ketçap lekesi! diye fısıldadı Kabataş tramvayına gittikçe yaklaşırken. Aslında ketçap değildi! Kandı! Ölen kadının kanı! Belki kulağından, belki gözünden, belki burnundan gelen kan… Ve kadın koşuyordu! Çünkü başı ağrıyordu!

44


*

*

*

Ve son geldi. Polis arabası az ileride durdu, içinden iki üniformalı indi. Silahlarını çıkarıp durmasını söylediler. Aslında buna gerek yoktu, çünkü arkasındaki polis şüpheliyi yakalamıştı bile. Batu’yu iki omzundan tutup yana yatırdı ve “Kıpırdama,” diye bağırarak koluna kelepçeyi taktı. Arabadan inen polisler de koşa koşa yanına geldiler. “Kıpırdama diyorum, rahat dur!” dedi tekrar. Oysa Batu yere dayanmış başını polise çevirip onu uyarmaya çalışıyordu. “Uzak durun, gidin buradan, kanla bulaşıyor! Dokunmay…” Dediklerini bitiremeden ağzı kanla doldu, burnundan oluk oluk fışkırmaya başladı. Gözleri ileri fırladı ve yuvalarını terk etti. Kulaklarından ise bir su tabancasından fışkırır gibi geldi kan. Polisin eline sıçradı. Donup kaldı polis. Kan üstüne sıçramaya devam edince adamı bırakıp geriledi. Adam yerde sara nöbeti geçirir gibi titriyor, başındaki her delikten adeta vücudundaki tüm kanı boşaltıyordu. Biraz sonra dört polisin ve merakla seyreden üç dört kişinin gözü önünde son nefesini verdi.

*

*

*

“Beyler, Beşiktaş’ta kuyumcu soyulmuş, hadi kımıldayın!” dedi odasından heyecanla çıkan baş komiser. Üç polis hemen ayağa kalkıp araçlarına giderken, genç polislerden biri yerinde kaldı. “Seçkin hadi oğlum, sandalyeye mi yapıştın?” “Çok kötüyüm baş komiserim. Başımda feci bir ağrı var. Beni bugün azat etseniz?” Baş komiser onu şöyle bir süzdü. Derin bir nefes aldı. “Off, peki peki,” dedi. “Git evine dinlen. Ama yarın çakı gibi istiyorum seni burada.” “Sağ ol şef, buna gerçekten ihtiyacım var. Aslında biraz da yürüyüş yapmak istiyorum. Yürümek iyi geliyor.” “Sen bilirsin, yeter ki yarın burada ol.” Ve Seçkin lacivert montunu giyerek kapıya yollandı. Dışarı çıkar çıkmaz hızlı adımlarla yürümeye koyuldu.

Gökcan ŞAHİN


FİRAR

Beklentilerimin aksine cehennem pek de sıcak değildi. En azından bana tahsis edilen bölgesi için bunu söyleyebilirim. Eğer oda sıcaklığından daha rahatsız edici olduğunu söylersem, cehenneme haksızlık etmiş olurum. Nem oranı da fazla değildi. Ara sıra uzaklardan bir yerlerden pek de hoş olmayan bir koku geliyordu, o kadar. Burada çalışan personel için de aynısını söyleyebilirim; günah dolu bir yaşamdan sonra insan o bildik zebani tasvirlerine yakın bir şeyler görmek istiyor... Hani o kırmızı, boynuzlu, kuyruklu ve elinde de koca bir çatal olan cinsinden. Öte yandan dış görünüşte olmasa bile iş uygulamaya gelince burada görev yapan zebanilerin son derece başarılı olduklarını söyleyebilirim. Buraya cehennem takvimiyle 57 Şubat 0.00000000000000079²²²²²²² yılında düştüm. Ne kadar süre geçtiğini bilmiyorum. Belki iki milyon yıldan biraz daha az. Yukarda, sizin bunları okuduğunuz topraklarda hangi yıl olduğu veya zamanın nasıl geçtiği hakkında ise bir şey söylemem imkânsız. Fakat burada işler böyle yürüyor. Bu sebepten olsa gerek, ölümümün ayrıntılarını hayal meyal anımsıyorum. Aradan o kadar uzun süre geçti ki... Ara sokaklardan geçiyorum. Cehennemin bu bölgesini biraz Hindistan’a benzetmişimdir hep. Yedi tane zebani az ötemde sarımsı yeşil bir sidik ırmağının kıyısında buraya yeni düşmüş bir talihsize topluca tecavüz ediyor. Birinin solungaçları heyecanla açılıp kapanıyor; başka bir tanesi ise haz dolu çığlıklar içinde asit ve irin fışkırtarak boşalıyor. Onlarla göz göze gelmemeye çalışarak yürüyorum. Aradığım adam birkaç bin kilometre ya da birkaç milyar ışık yılı uzakta olabilir. Yine de

46


onu bulana kadar yürüyeceğim. Burada mesafeler, saatler ve yıllar da aslında size sadistçe işkence etmek amacıyla kendilerini bu tür matematiksel kavramlara dönüştürmüş zebanilerden oluşuyor. Açıklaması biraz güç, o yüzden denemeyeceğim. Nasıl olsa er ya da geç siz de bir gün kendi gözlerinizle göreceksiniz. Irmak kıyısında kendi ruhlarını çitileyerek vicdanlarını temizlemeye çalışan erkekler ve kadınlar var. Ama boşuna, su çok pis. Ruhlar da öyle. Bir gün buradan çıkacaklarına inanıyor muhtemelen bu zavallılar. Tüm borçlarını ödemiş bembeyaz ruhlar olarak yeniden doğacaklarına veya bir gün aniden tüm mahkûmlar için yukarıdan gelecek ilahi bir affın çıkmasıyla serbest kalacaklarına. Hâlbuki burada ceza müebbet… Ölüm boyu. En azından herkese söylenen şey bu. Ama aradığım adamı bulabilirsem eğer, buradan çıkma konusunda bana yardım edebileceğini düşünüyorum. Onun sayesinde cehennemden firar etmeyi başaran ilk insan olabilirim. Buradan çıkabilirim. Benim için küçük bir adım ama insanlık için büyük bir adım... Tarihin ilk infernot’u olabilirim. Bu düşünceyle adımlarımı hızlandırıyorum.

*

*

*

Eğer doğru saydıysam yaklaşık altmış iki bin yıl boyunca yürüdüm. Daha önce ziyaret etmediğim farklı mahallelerden geçtim. Trenlerden daha büyük bağırsak kurtları, günahkârlarla dolu çukurlarda vıcık vıcık kıvrılıp büzülerek, çukuru tıka basa doldurmuş talihsiz ruhları kemiriyordu. Daha sakin başka bir bölgede ise denizanası – menekşe – katedral karışımı bir varlık bir şehir dolusu insana, pi sayısından türetilmiş topoğrafik bir eksi uzayda varoluşsal işkenceler yapıyordu. Cehennemle ilgili olarak siz fanilerin hayal edebileceği en korkunç şeyin hava sıcaklığı olması ne ilginç ve de ne isabetsiz. Oysa burada sürüp giden öyle tuhaf, öyle yaratıcı azaplar var ki. 83 Aralık 0.0000000000000165983564³³³³³³³³³³³³³³³³³³³³ gecesi aradığım adamı bomboş bir opera binasının içinde buluyorum. Issız salonda tek başına oturmuş. Sahnenin kadife kırmızı perdeleri ihtişamlı bir biçimde iki yana ayrılmış. Başı ya da sonu olmayan bir gösteriyi izliyor bu adam. Gösteri demek ne derece doğru bilmiyorum ama eğer bu piyesin ismini soruyorsanız söyleyeyim. Bu adamın sahnede izlediği gösterinin adı “Geride Bıraktığınız Dünyadan Çeşitli Panoramalar” Bunun siz ölmemişlerin dünyasını saati saatine gösteren bir çeşit canlı yayın olup olmadığını bilmiyorum. Ama özellikle bu deneyimin bizim için ne korkutucu bir işkence olduğunu tahmin ediyorsunuzdur. Bir düşünsenize: sahnede gösterilen görüntü yalnızca dondurma yiyen bir çocuk veya sevişen bir çift olsa bile bunu izleyen zavallı ruh için bu azabın yıkıcı etkisini düşünün. Katlandığım nice kâbusumsu işkenceyi, şu adama tattırılan bu acının bir saniyesine değişmek istemem. Yaklaşıp yanına oturuyorum. Ve en sonunda bulduğum adamı buraların geleneksel üslubuyla selamlıyorum: “Kefaretin bol olsun, vatandaş. Istırapların kolay geçsin.” Nazik bir biçimde fesine dokunarak o da beni selamlıyor. “Ve sizin de, vatandaş. Merakımı mazur görün... Lakin cezamı yalnız çekeceğimi zannediyordum. Gardiyanlar hücrenizi bu mahale mi tayin etti?”


Umduğum gibi nazik. Üstelik farklı milletlerden olmamıza rağmen dil problemimiz de yok. Cehennemde yeterince uzun süre kalmış herkes buranın yerel lehçelerini öğrenir. Eski ölü dillerden bazıları burada hâlâ kullanılmakta. Biz tam olarak adını bilmediğim eski bir Mezopotamya dili kullanıyoruz. Buralarda pek kolay olmasa da tüm gücümü kullanıp tebessüm ederek cevap veriyorum: “Tayinimi ben istedim.” Şaşırıyor: “Fakat kim bu galerilere kendi rızasıyla gelmek ister ki, efendi? Bundan çok daha insaflı, çok daha merhametli azap çeşitleri var iken üstelik.” Irkının bir özelliği olan kadercilikten olsa gerek, burada boynunu bükmüş oturuyor. Sonsuza kadar sürecek cezasını sabırla doldurmak niyetinde. Kadere karşı gelmek, bu cehennemden kaçmak aklına gelmemiş bile. Benim ise aklımdaki tek şey bu. Ve aklımdakini ona da açmanın zamanı: “Sizinle konuşmak istedim.” Birisinin sırf kendisiyle konuşmak için onca yolu aşıp gelmesi onu şaşırtıyor. İlgisini çekmeyi başardım. Merak ve temkinle sakalını sıvazlayarak soruyor: “Niçin görmek istediniz peki beni, zat-ı al’iniz? Hayatta iken bir fenalığım mı dokunmuş idi size?” Fazla mesai yapan bir suçluluk duygusu... Eğer bu adamın hayatta iken işlediği suç doğru ise normal bir refleks bu. Belki sonra bunu kullanabilirim. “Hayır, asla. Hayatta iken tanışmıyorduk bile. Cezaya çarptırıldığınız suçtan başka bir günahınız yok, sizi temin ederim ki.” “O halde ne istersiniz benden?” Zamanı geldi. Kartlarımı açıyorum: “Beni — ve bu arada kendinizi — bu cehennemden çıkarmanızı istiyorum, sultanım.” Çok ama çok uzun süredir duymadığı sıfatını duyunca irkiliyor. Gözleri dalıp gidiyor. Aynı anda sahnelenen hayal operasındaki görüntüler dalgalanıp değişiyor. Saraylar ve zaferler görüyorum. Şölenler ve fetihler. Eğer ağlayabilse, şu anda ağlardı tahminimce... Ama yapamaz. Burada imkânsız. Boğuk bir sesle soruyor ağlamak yerine: “Niçin bendeniz?” Cehennemde bile ara sıra gerçeği söylemek mümkündür. Karşımdaki adama sadece doğruyu söylüyorum ben de: “Çünkü biliyorum ki siz daha önce, henüz hayattayken başka bir cehennemden kaçmayı başarmıştınız. Bundan daha korkunç olmasa da, kendi standartlarına göre fena bir cehennem değildi orası da. Hatırlıyorsun değil mi, Vahdettin?” Cehennem operasında dekorlar bir kez daha değişiyor. Konstantinopolis’i görüyorum. Alevler içinde. Britanya ve müttefiklerin sancaklarını taşıyan savaş gemileri çelik namlularını kentin şakağına dayamış. Konstantinopolis bir kez daha düşmek üzere… Türkler bir zamanlar neredeyse tüm dünyayı kuşatmıştı; şimdi ise neredeyse tüm dünya Türkleri kuşatarak aradan geçen yüzyılların intikamını alıyor.

48


Her şey şu sahnede yeniden canlandırıldığı gibi olmuş işte. İstanbul bir cehennemdi. Ve Sultan Vahdettin o cehennemden kaçtı. Tam aradığım adam. Kederli gözlerini sahneden koparıp bana çeviriyor. Daha önce fark etmediğim bir kudret bulmuş içinde. Tomurcuklanmak üzere olan bir gazap tohumu… Bu adamın bir zamanlar imparator olduğunu anımsamakta güçlük çekmiyorum artık. “Yanlışınız var, efendi. Kaçtığım yer cehennem değil Cennet idi. Her yanı alevler ile kuşatılmışsa da memleketimdi orası. Asıl cehennemi, toprağımdan kaçtıktan sonra buldum. Burada değil, kendi içimde. Ve ne yapsa beyhude, insan kendi içindeki cehennemden kaçamaz.” Belki haklıdır ama ben iç cehennemlere pek de inanan biri değilim. “Önce şunu söyleyeyim: Hayattayken işlediğiniz suç benim ahlak ölçülerime göre de büyük bir günah. Ama bedelini yeterince ödediğinizi düşünmüyor musunuz, sultanım? Daha ne kadar süre burada hayıflanarak oturup, ıskaladığın nimetlerin pişmanlık ve gıpta dolu muhasebesini yapacaksın?” “Vatanı, cenneti terk etmenin kefaretini ödeyene dek!” “Sizin kaçtığınız yer cennet değil İngiliz zebanilerin kontrolündeki bir cehennemdi. Yapabileceğin iki şey vardı: ya kendinden kaçacaktın, ya ülkenden. Sen ikinci yolu tercih ettin. Ülkeni terk etme suçluluğuyla sonradan kendi içinde bulduğun cehenneme gelince, onu önemseme. Eğer bizi buradan kaçırıp, gardiyanlara yakalanmadan Cennet sınırının diğer yakasına götürebilirsen göreceğin güzellikler sana her şeyi unutturacak. İçteki cehennemi kolayca susturabilecek ilahi cennet manzaraları vardır.” Söylediklerime inanmak istiyor. Eğer bizi Cennet’e sızdırabilirse, tahmin ediyorum ki gerçekten de hiçbir sözcüğün tasvir edemeyeceği harikalar göreceğiz. Eğer bu maceranın sonunda oraya ulaşabilir, cennete kapağı atabilirsek “ve sonsuza dek mutlu yaşadılar” cümlesiyle sonlanmayı hak eden başka tek bir öykü daha olmayacak. Cennette tattırılan sonsuz mutluluklar ile ilgili olarak buradaki mahkûmlar arasında belli söylentiler var ama onları düşünüp gıpta etmek de en büyük azaplardan biri olacağı için şimdi burada düşünmek ya da telaffuz etmek dahi istemiyorum. Bunun yerine ikna çabalarımı yoğunlaştırıyorum: “Eğer istersen ikimizi de buradan çıkarabileceğini biliyorum. ‘Cennet’ ya da ‘cehennem’ her nasıl adlandırırsak adlandıralım, ruhunda oradan firar edebilecek potansiyele ya sahipsindir, ya da değilsindir. Ve ben sende o cesareti ya da korkaklığı (nasıl adlandırırsan adlandır), o alçaklığı ya da çaresizliği görüyorum, Vahdettin. Sende potansiyel görüyorum. Sen hem dar zamanda ülkesini terk edip kaçan bir alçak; hem de o korkunç kuşatma altında aklına başka çare gelmeyen her vasat ve vizyonsuz komutanın yapacağı şeyi yapmış olduğun için oturup bir sonsuzluk boyu işkence görmeye razı olacak kadar zarif ve vicdanlı bir adamsın. Seni hem tüm nefretimle kınıyorum, hem de tüm benliğimle takdir ediyorum. Evet, sen bir korkaktın ama yeterince acı çektin, Vahdettin. Kendi ülkende peş peşe nesiller seni öfkeyle lanetledi. Ve hak etmiştin de... Çünkü tüm çareler tükeninceye kadar kalıp savaşmalıydın. Ama dediğim gibi; hayal gücü, inancı ve direnci olmayan çoğu sıradan insanın yapacağını yaptın ve kaçtın. Sonra da bu günahının kefaretini ödedin. Ve aklandın. Artık cennete gitme vaktin geldi.” Cehennemde nadir görülen bir ifade var şimdi yorgun yüzünde: Umut. Umutla soruyor:


“Benim yerimde olan çoğu kişi de aynı şekilde mi davranırdı, sahi? Kaçarlar mıydı?” Tereddütsüz cevap veriyorum: “Öylesi korkunç bir İngiliz kuşatması altında ya kendinden kaçacaktın, ya ülkenden, Vahdettin. Sen ikincisini seçtin. Farklı da davranabilirdin. Kendinden ya da insanlığından da firar edebilirdin. Ama sadece ülkenden firar ettin. Ve bedelini ödedin. Cenneti hak ettin. Sen Cenneti hak ettin, Sultan Vahdettin. Cezanı doldurdun. Haydi, Cennet’e gidelim.” Şefkatle elimi uzatıyorum. Bir süre sessizce bakıyor. İhtimalleri zihninde tartıyor. Kendi suç ve günahlarını da... Sonra da titreyen kolunu uzatıp elimi tutuyor. Benden güç alarak zorlukla kalkıyor. Vicdanının ağırlığı ruhunu yiyip bitirmiş, neredeyse tamamen tüketmiş. Sahnede değişip duran görüntülere son bir kez bakarak opera binasından çıkıyoruz. Hiçbir gardiyana rastlamıyoruz. Kimse bizi durdurmuyor. Cennet sınırına doğru yavaşça yürüyoruz. Yol o kadar kısa sürüyor ki. Firarımız başarıyla sonuçlanacak sanırım. Cennete varmak üzereyiz. Keyfi az da olsa düzelmiş olan Sultan koluma girip soruyor: “Bir şey hakkında malumat almak isterim lakin mirim. Lütfederseniz söyler misiniz bana... Siz neyi seçmiştiniz?” Dönüp geride bırakmak üzere olduğum cehenneme dalgın dalgın son bir kez bakıp cevaplıyorum: “Öylesi korkunç bir İngiliz kuşatması altında insan ya kendisinden kaçar, ya ülkesinden. Ben birincisini seçtim.” Cennet’e varmamıza bir adım kala, Vahdettin durup yüzümü dikkatle incelemeye başlıyor: “Af edersiniz ama kiminle müşerref oluyorum ben? Şahsınızı tanıtmamıştınız zannedersem. İsminiz?” Gülümseyerek onu kendi geleneksel üslubumla selamlıyorum: Adolf Hitler. Bana Führer’im de.”

Murat BAŞEKİM

50


KARGO

Sayın konsey üyeleri! İstilacılar gezegenimize saldırırken, savunma oluşturmamıza yarayacak her tür veriyi sizlerle paylaşmayı uygun buluyorum. Dilerim düşmanımızın doğasını anlamamız onları durdurmamızda yardımcı olur. İşte size barış dolu tarihimizin en utanç verici olaylarının, bugün bu istilayı yaşamamıza neden olan olaylarının gizli kalmış bir sayfasını sunuyorum. Kişisel tarih günlüklerinin incelenmesi, elbette kişisel haklara yapılan saygısızlıktır. Ancak bir defaya mahsus, bu temel ilkeyi bir kenara bırakmak zorunda olduğumuza inanıyorum. İşte size tarih sayfalarında yer alan utancımızın bize dönüş öyküsü. Bu güne kadar gizlenmiş olan gerçek, tarihin o dönemini bizzat yaşamış olan kişisinin ağzından, kendi sesiyle ortaya çıkacak: Kişisel tarih günlüğü: Ben ikinci kaptan MEL. Barış dolu gezegenimizde yaşanan tek ve gerçek vahşetin en yaşlı tanığıyım. Şimdi anlatacaklarım, gezegen yüzeyinde başlayan, sonra da uzaya, bir uzay gemisine, oradan da uzaktaki bir başka gezegene uzanan şiddet dalgasının tekrar gezegenimize dönüş öyküsüdür. Barış tutkumuz o kadar büyüktü ki, gezegenin her bir ferdi bir zamanlar gezegenimizde gerçekleşmiş olan vahşeti unutmaya karar vererek unuttu. İnanılmaz bir şey ama o olaylar sadece

51


bazı tarih kitaplarında utancımızı anlatan dokümanlar olarak kaldı. Son yaptığım incelemeye göre kayıtlardan ortaya çıkan gerçek de o dokümanları açıp okuyan tek kişi ben olmuşum. Uzatmayayım. Ben, bugün tarih kayıtlarında yer almayan kısa bir sürecin son şahidi olarak konuşuyorum. Uzay gemisinde gerçekleşenleri anlatacağım. Hem de Kaptan Setan’ın bana aktardıklarıyla birlikte: Yola çıkalı üç hafta olmuştu ve hâlâ son derece tehlikeli olan kargoyu bırakacak uygun bir gezegen bulamamışlardı. Güvenlik güçlerinin en büyük gemisi CEH-1’in kaptanı Setan sabırsızlık içinde bunu düşünüyordu. O gün odasına gelen mürettebat ve polisler sabırları tükenmiş bir halde kargoyu uzaya atmayı önermişlerdi bile. Setan, geriye bakınca haklı oldukları sonucuna vardı. Kargo tehlikeliydi ve her geçen saniye başlarına bir bela açmak üzereydi. Karar vermek üzere yatağına uzandığında Setan onları bu ikilemli duruma taşıyan olayları düşündü. İkilemli bir durum söz konusuydu çünkü kargo uzaya bırakılırsa dönüp dolaşıp tekrar başlarına bela olabilirdi. Hayır atmazlarsa da gemiyi ele geçirir bütün uzayı dehşete boğarlardı. Bu ikilemden kurtulmanın tek koşulu uygun bir gezegende onları müşahede altına almaktı. Bu şekilde uzaya açılmaları da engellenir, yine barış içindeki yaşamlarına dönebilirlerdi. Ancak üç hafta süren arayışta ne bilinen uzayda ne de hiper-uzayda uygun gezegene bir türlü rastlayamamışlardı. Şimdi, şu anda bile, zaman azalıyordu ve Setan’ın bir karar vermesi gerekiyordu... Aslında kargoyu yok etmek en uygun davranış şekli olurdu ama barış dolu gezegeninin yönetici konseyinde öyle çok da barışçı olmayanlar da vardı. Onların düşüncesine göre bu kargo olası bir savaş durumunda kullanılmak üzere uzak bir yerlerde yedek tutulmalıydı. Böylece savaş durumunda savaşacak silahları olacaktı. Konseyde bu fikre karşı çıkanlar olmuşsa da halkın genel eğilimi de göz önüne alındığında kargonun yedekte bekletilmesi fikri ağır bastı. İşte bu nedenle bu tehlikeli yolculuğa çıkmak zorunda kalmışlardı. Aslında barışçı amaçlarla çok yolculuk yapmışlardı ve gerek uzayın, gerekse diğer ırkların yaratabilecekleri tehlikelere hep hazırlıklıydılar. Ama ilk defa gemi içindeki bir tehlikeyle yolculuk ediyorlardı ve buna hiç alışık değillerdi. Setan, içindeki sıkıntısından daha fazla uzanamadı ve kalkarak bilgisayarının başına geçti. Açılış komutunu sözle verdikten sonra kargoya bağlanma emri verdi. İşte, kargo memuru karşısındaydı. Adam korkudan gözlerini dahi kırpamıyor gibiydi. Silahı elindeydi ve ekrandan çok kargoya bakıyordu. Setan memura “ İşler ne durumda?” diye aslında yanıtını bildiği soruyu sordu. “Donma işlemi yavaşça gücünü yitiriyor efendim, her an içlerinden biri tekrar yaşama dönebilir. Bir şekilde dondurma kapsüllerine ek enerji aktarmalıyız.” “Gemi hareket halindeyken bu mümkün olmaz. Sen görevine devam et, yanına iki kişi daha yollayacağım,” Setan söylenecek başka bir şey var mı diye bir an durduysa da bilgisayara kapanma komutunu vererek yerinden kalktı ve daha o kalkarken bilgisayar kapandı. Setan, sıkıntıyla silahının asılı olduğu askıya gitti. “Kaç yıl vardı bu silahı kullanmayalı?” Soruyu sorarken gülümsemeye başlamıştı, akademideki eğitiminin dışında hiç kullanmamıştı ki bu silahı. Yine öyle olmasını umdu. Odasından çıkarak kendisini kontrol odasına götürecek koridora çıktığında aklından kargonun ortaya çıkış öyküsü geçiyordu. Bilim adamlarından bir heyet uzaydaki tehlikeli yolculuklara halklarının çıkmasından duydukları endişeyle yeni bir tasarı gerçekleştirmiş, kendilerine benzeyen, yaşayan, aynı zamanda da düşünen canlılar yaratmışlardı. İlk zamanlar bu buluş herkesin takdirini kazanmıştı. Ama sonra... İlk cinayetlerle birlikte gezegen halkı aralarına karışan bu yaratıkların baş-

52


larına bela olacağının farkına varmıştı. İnanılmaz bir olay söz konusuydu. Setan’ın halkı bilgilendikçe uygarlaşırken, bu yaratıklar bilgilendikçe öldürme gerekçeleri buluyorlardı. Dahası, bilgi, gezegence barış için kullanılırken bu yaratıklar bilgiyi yeni savaş aletleri keşfetmek için kullanıyorlardı. Uzun uğraşlar ve mücadelelerle bu yaratıklar sonunda ele geçirildiler. Setan, mücadele diye tanımladığı savaşları düşündü. Topu topu yüz kadar olan yaratık gezegen halkından iki bin kişiyi öldürmüştü. Bu acı, gezegende uzun yıllar unutulmayacak, kalplerde hep üzüntüyle anılacaktı. İki bin barış elçisi ölmüş, katledilmişlerdi. Yaratıklarınsa hemen hepsi öldürülmüş, sadece üçü hayatta kalmıştı. O üçü de bu geminin kargo bölümünde dondurulmuş bir şekilde yatıyorlardı. Kontrol odasının önüne varan Setan, kamburunu dikleştirerek yüzüne kararlı bir ifade verdi ve içeri girdi. Girer girmez de bütün bakışlar ondan yana döndüyse de onun halini görenler merakla da olsa soru sormaktan kaçındılar. Setan, hiç konuşmadan kendinden emin bir tavırla koltuğuna oturdu. Bu görüntüsünün altında odadan kaçmayı canı gönülden isteyen bir adam vardı ya, bunu odadakilerin anlaması mümkün değildi. Zaten o da bunu hedeflemişti. Uçuş bir süre rutininde devam etti. Gezegen raporları ve uçuş bilgileri yine kendisine iletildi. Setan, olumsuz bilgileri kayıtsızca değerlendirerek iade etti. Kontrol odasında hiç kimse konuşmuyordu. Hatta odaya girip çıkanlar bile odanın havasına hemen uyuyor soluk bile almıyorlardı. Bu arada dakikalar geçtikçe gerilim artıyor, sinirler geriliyor, kaslar seğirmeye başlıyor, küçük sakarlıklar gerçekleşiyordu. Odadaki herkes, bütün mürettebat, polisler ve hatta geminin kendisi bile kulak olmuş kaptandan gelecek emri bekliyordu. Bekliyordu ama kaptan susuyordu. Hatta çok yakından bakmayan biri için hareket bile etmiyor, yaşamıyordu. Setan, çevresinde olan bitenlerin farkındaydı. Ama ne yapacağını bilemiyordu. Bir emir almıştı ve uygun bir gezegen bularak kargoyu oraya bırakmalıydı. Öte yandan mürettebatı ve polislerinin hayatı kendisine emanetti, onları da düşünmeliydi. Konsey ona emir verirken böyle bir ikilemde ne tür bir inisiyatif kullanması gerektiğini söylememişti. “Ne yapmalıyım?”diye geçirdi aklından ”Ne?”... Bir öksürük, tek bir öksürük yankılandı odada. Mürettebattan biri öksürmüştü gayri ihtiyari, ancak bu bir çığın başlangıcı olmak için yeterliydi. Odanın sessizliği mırıltılarla yırtılmaya başladı önce. Setan, devamının nasıl geleceğini tahmin ederek koltuğuna sımsıkı yapıştı. Sonra sanki bütün gemi dile gelmiş gibi konuşmalar artmaya, kulak zarlarını zorlamaya başladı. Ölüm karşısında sessiz kalabilecek bir tek çene yoktu herhalde koca evrende. Artık bir karara varılmalı, eyleme geçilmeliydi. Yoksa... “Yüz binlerce yıl barış içinde yaşamış bir ırk bu ‘yoksa’nın karşısına ne koyulması gerektiğini bilebilir miydi acaba?” Setan kendi kendine güldü. “Bulamazdı!” Sonra sesler başladıkları gibi dindiler. Şimdi eyleme geçmeleri gerektiğini bilen, ama eylem dedikleri şeyin nasıl gerçekleştiğini bilmeyen bir kalabalığın kararsız sessizliği hâkimdi gemiye. Bu sessizlik kaptan Setan’ın koltuğundaki özel bilgisayarın sinyalinin ötmesiyle kısa bir sekteye uğradı. Arayan kargo bölümüydü ve Setan’ın onu açmak gibi bir isteği yoktu. Öylece durmuş sinyalin yanıp sönüşüne bakıyordu. “Ne yapmalıyım?” Odadakilerin bakışlarından rahatsız olan Setan titreyen elini uzatarak cevap-ver tuşuna bastı. Bilgisayar ekranı kıpkırmızıydı ve ardından belirsiz hareketler oluyorsa da iyi seçilemiyordu. Setan, görüntüyü kontrol odasının büyük ekranına yansıtmanın daha doğru olduğunu düşünerek gerekli tuşlara bastı. Kırmızılık yine oradaydı ve ardında bazı hareketler olduğu belliydi. “Ben kaptan Setan, beni


kim aradı, ayrıca ekrandaki bu kırmızlık da nedir? Hemen bir açıklama istiyorum!” Açıklama hemen geldi. Kırmızılığın ardındaki hareket kısa bir süre durduktan sonra ekrana yaklaştı. Sonra da bir el ekrandaki kanı sildi. Kontrol odasındakiler karşılaştıkları bu görüntüyle şoka girmişlerdi. İçlerinde o görüntüyle karşılaşmak yerine ölmüş olmayı dilememiş hiç kimse yoktu. Kargodaki yaratıklardan biri onlara doğru bakıyordu. Ağzı kanlıydı ve kenarından saçlar sarkıyordu. Yaratık merakla ekrana bakarken kargo memurunun kafasını sol eliyle kaldırarak ağzına yaklaştırdı ve bir elma yer gibi ısırarak irice bir parçayı kopartarak çiğnemeye başladı. Sonra da sağ elini uzatarak kaptanın boynunu tutmak istedi. Başaramayınca çok sinirlendi ve hızla sağ yumruğunu ekrana indirdi. Ekran camı biraz çatladıysa da yaratığın kırılan parmakları kadar zarar görmemişti. Canı yanan yaratık ekrana saldırdı ve ekrana art arda darbeler indirmeye başladı. Kontrol odasındakiler öylece donup kaldıkları yerden onu izliyorlardı. Yaratık sonunda bütün gücüyle ekrana kafa indirirken Kaptan Setan hemen arkada diğer iki yaratığın hala dondurma kapsüllerinde yattıklarını fark etti. Sonra da ekran kırıldı, iletişim kesildi. Setan, o anda ne yapması gerektiğinin farkına vararak etrafına emirler yağdırmaya başladı “Uçuşu sağlayan motorları durdurun, koruma kalkanının enerjisini keserek transfer ünitelerine gönderin, kargodaki yaratıkları donduran aletlere tam kapasiteyle güç aktarımı sağlayın, alarm verin, herkes silahlanarak buraya, kontrol odasına gelsin...!” Yirmi uzay dakikası sonra emirler yerine getirilmiş, mürettebat ve polisler silahlanarak kontrol odasına doluşmuştu. Hepsi korku içindeydi ve uzayda başıboş gezen meteorlara karşı açık hedef teşkil eden hareketsiz geminin içinde kıstırıldıklarının bilincindeydiler. Ama açıkçası meteorlardan mı daha çok korkuyorlardı yoksa içerde başıboş gezen yaratıktan mı bunu tam olarak bilemiyorlardı. Alınan karar gereği mürettebat kendilerini koruyacak olan yirmi polisle kontrol odasında beklerken Setan ve kırk polis memuru yaratığı aramaya çıkacaklardı. Öyle de yaptılar. Setan, etrafını çevirmiş olan polislere gizlice göz attı. Bu polisler yaratıklarla yapılan savaşta bizzat yer almış, onlarla mücadele etmişlerdi. Hepsi de edindikleri tek deneyim bu da olsa gezegende kalan bütün diğer polislerden bir adım önde kabul edilmişlerdi. Bu yüzden de bu göreve mecburi-gönüllü olarak atanmışlardı. Şimdi hepsi elleri tetikte bir saldırı bekleyerek aranıyorlardı. Ölümden kurtulmak ya da tam tersine ölmek için deneyim kazanmıştı bu adam ve kadınlar. Setan o anda deneyimin yararlı olduğu kadar zararlı olabileceğini fark etti. Sonra aklına aradıkları yaratığın öldürmek için kaç deneyim yaşamış olabileceği sorusu geldiyse de cevabı üstünde kafa yormadan temkinli adımlarla yürümeye devam etti. Beş uzay günü sonunda yaratığı hâlâ bulamamış, kontrol odasına dönmüşlerdi. Setan, çaresizlik içindeki ekibini inceledi. Her biri bir yana dağılmış, yorgun, perişan, aç uzanmışlardı. Kimsenin ağzını açacak hali kalmamıştı. Bu da yetmezmiş gibi havalandırma düzgün çalışıyor da olsa dışkılarını odanın bir köşesine yapmalarından dolayı odanın havası oldukça bozulmuştu. Setan, ani bir kararla mürettebata ve polislere seslendi. Onlara içinde bulundukları durumun umutsuzluğunu ve zavallılıklarını anlattı. Yürekten istemeseler de mücadeleye devam etmeleri, o yaratıklara boyun eğmemeleri gerektiğini yineledi. Konuşmanın sonunda herkesin silahlarını alarak fare gibi ölmek yerine savaşarak ölmelerini istedi. Nedendir bilinmez o ana kadar böyle bir olasılığı düşünememiş olan bu barış dolu insanlar hemen onay vererek ayağa kalktılar. Hepsinin ortak isteği yaratığı ne bahasına olursa olsun imha etmekti. İki uzay günü sonunda yaratığı mühimmat deposunda kıstırdılar. Yaratık, son derece iyi si-

54


lahlanmış olarak çıktı karşılarına ve kudurmuş bir köpek gibi savaştı. Atılan yüzlerce mermiden sonra yaratık elli beş yarayla öldü. Yerde kanlar içinde yatarken Setan ve sağ kalanlar içlerindeki dehşeti daha fazla tutamayarak buldukları her boşluğa kustular. Boşluk da oldukça azdı çünkü elli kadar ölü vardı yerde. Tüm bu dehşet geride bırakıldıktan ve gemi tekrar temizlendikten çok sonra kaptan Setan’a bir gezegen raporu ulaştırıldı. Rapora göre bulundukları galaksideki güneşin hemen ardında bulunan bir gezegen aranılan bütün koşullara sahipti ve kargo oraya bırakılabilirdi. Setan, kaderin oyununa gülümseyerek isyan etti. Bu rapor kısa bir süre önce elinde olsaydı onca ölüm olmayacaktı. Küçük bir hazırlığın ardından kaptan Setan görevini yerine getirdi ve kargoyu bulunan gezegene indirdi. Gezegen dev bir buz kütlesinden oluşuyordu ve bu yaratıklar burada çözülmeden sonsuza kadar yatabilirlerdi. Ya da birileri onları savaşta kullanmak üzere almaya gelene kadar. Kim bilir belki de barış dolu gezegeninde bunu yapmaya kalkışacak kadar ahmak birileri illa ki bulunurdu. Mürettebat ve polisler rahatlamış olarak gemideki görev yerlerine geçtiğinde Setan son bir kez dönerek kontrol odasından buz dolu gezegene baktı ve o yaratıklarla bir daha karşılaşıp karşılaşmayacaklarını merak etti. Sonra da güneş enerjisiyle dolan türbinlerin çalıştırılması komutunu verdi. Dev geminin motoru çalıştı ve gemi evine doğru son hızla yol alarak uzaklaştı. Günlük, bu günlük kadar.

*

*

*

Sayın Konsey üyeleri! Bugün, bu olayların cereyan etmesinin üstünden 4 milyon yıl geçtikten sonra biliyoruz ki kaptan Setan küçük bir hesap hatası yapmış ve yaratıkları o gezegenin buz çağının son günlerine bırakmıştı. Ne acıdır ki yaratıklar kısa bir süre sonra yaşama dönmüş, gezegeni yuvaları yapmış, gelişmiş, öldürme arzularını önce birbirleriyle, hayvanlarla, bitkilerle gidermiş, sonra da uzaya taşımışlardır. Bu yaratıklar bilgileri arttıkça barış dolu bir evren oluşturma hayali yerine, yeni öldürme yöntemleri konusunda denemeler yapmış, şiddeti bütün evrene yaymaya kalkışmışlardır. İşte, düşmanımızın doğası budur ve kendi elimizle yarattığımız bu yaratıklar şimdi kapımıza dayanmış bilgelik ve barış cennetimizi yok etmeye gelmişlerdir. Savaşmayı bilmeyen bizler, artık savaşmak zorundayız. Bu gerçek bizi onlar gibi mi yapar bilemem ama son söyleyeceklerim bunlardır. Dilerim kısa sürede bir barış yolu buluruz, aksi takdirde onlar bizi öldürmenin yolunu bulacaklar.

Ümit KİREÇÇİ


ELİF’İN KADERİ

“Müdür Anne, ben ne zaman özgür olacağım?” “On sekiz yaşına geldiğinde, bokböceği!” “Peki, kaç akşam var?” Müdür Annenin sinirle, sıkıntı ve anlaşılabilir bir isteksizlikle vereceği cevabın benim için önemi büyüktü. “On parmağını üç yüz altmış beşle çarp... Tövbe, tövbe... Git başımdan çocuk; oynattığın o parmaklarını kırarım senin... Nereden bilirler böyle şeyleri; özgürlük mözgürlük…” Siniri tanıdıktı, ama neden kızdığını anlamadım. Hem neden her seferinde “bokböceği” di-

56


yor ki? Üstelik herkesin yanında… İçim bulanıyor. Aynı gece yatağımda parmaklarıma bakıp, önce üç yüzleri, sonra altmışları, sonra da beşleri topladım; ama bir önceki sayıyı aklımda tutamadığımdan özgürlüğümün kaç gün ötede olduğunu hesaplayamadım. Bir süre sonra, sidik kokan yatakta, bana uzun gelen pijama altımı, kısa gelip belimi üşüten pijama üstümü çekiştirirken, ayaklarım terli, sırtım buz gibi yorgun, uyumuşum. Rüyamda, üzerimde gözleri yumuk ayıcıklar ve aralara serpilmiş yıldızlar bulunan mavi pazen yumuşacık bir pijama vardı. Köydeki evimizin bahçesinde yeni biçilmiş nemli otlara yalınayak basarak tulumbadan su çekiyordum. “Eliiif!... Gel kızım, üstünü başını ıslatacaksın. Baban folluktan yumurtaları alıyor, git ona yardım et. Ayağına naliklerini giy yavrum.” Kümese doğru giderken kazlar viyaklayarak üzerime üzerime geliyorlardı. Bir yandan koşuyor bir yandan bağırıyordum. “Baba... Babaa... Duymuyor musun? Karabaş, kazlara havla... Haydi havla...” Tahta kerevetin altına sıkıştım. Kazlar boyunlarını bir acayip uzatarak tıslıyorlardı. Ağzım açık, ama sesim çıkmıyordu. “Kader. Kadeeer! Uyan kız, kalk pis böcek yine göl olmuş yatak. Kalk şunu ters çevirelim. Canı çıkasıca fışkı!” Sevgi Anneydi uyandıran: Gün boyunca birçok zamanımız varken, hiçbir şey yapmazken hafta sonları bile neden erken uyandırırlar bilmem? Yüzümü yıkamak için çeşmeyi açtım. Su buz gibiydi. Bir müddet aktı aktı, elimi uzatmaya cesaret edemedim. Soğuktan irkilmekten, kendime gelip nerede olduğumu fark etmekten korkup, akan suların akan yıllara dönüşmesini dileyerek çeşmeyi kapattım. Koridorda Mehmet’i gördüm. Elinden yüzünden sular damlıyor, kolunun tersiyle, yarım yamalak silmeye çalışıyordu. Yüzü soğuktan kıpkırmızı kesilmişti. “Nehir Annenin evinde sular sıcacık akıyor… Hem Nehir Anne bana portakal sıktırdı. Elime bir kaymak sürdü, çatlaklar geçti baaaak!” dedi. “Bizim köyde sular ılık akar. Yakınlarından şifalı su geçermiş. On sekizime varmadan babam hapisten çıkınca, annemi hastaneden alacak, ben de eve döneceğim. Her gün sıcak sularla yıkanacağım.” “Hadi be sen de yalancı, senin köyün yok ki!” “Kim diyor?” “Müdür Anne… Pis yalancı!” “Yalancı sensin! Pipini gördüm, ne biçim, insanda hiç öyle bir şey olur mu? Bizi korkutmak için solucan yapıştırmışsın.” “Sensin solucan!” “Yok canııım sensin!” Mehmet saçlarımdan kavrayıp yere doğru çekince canımı da çekip kıpırdayamaz etti. Elinden ısıramayınca, biraz daha eğilip bacağını ısırdım. “Sevgi Anneee! Sevgi Anneee!” Sevgi anne geldi. Mehmet’in parmaklarına geçmiş saçlarımı ondan devralıp çekiştirerek, beni savurup attı. Bu kadının adına Sevgi diyenler halt etmiş. Müfettiş Baba geldiğinde öğretmenler günüydü. Sevgi Anne elini göbeğinde birleştirmeye çalıştığında, kısa kolları yetişmemiş, aksak ayağının üzerine abandığında boyu daha da kısalmıştı. Yamulan ağzındaki dişlerini göstermeden, avurtlarını buruşturup gülümsemeye çalışarak, kara suratını daha da karartan, birbirinin uzantısı kaşlarını kaldırıp “Kader, gel kızım. Haydi, ‘öğretmenim’ şiirini oku yavrum... Bu kız çok akıllı Müfettiş Bey, şiiri kendisi yazdı,” dediğinde, şaşkınlıktan şiirimin sözlerini unutmuştum.


Yarın on sekiz yaşımı dolduruyorum veee buradan kur-tu-lu-yo-rum. Özgür olacağım. Bizi gönderdikleri gecekondu okulunda öğretmenlerimiz annesi olan çocuklarla uğraşmaktan bize bakamazlardı. Ömrüne sevgisizlik dadanmış, gizli saklı bile sevilmemiş üç arkadaş ortaokulu bitirmeyi başarmış, sonra da Müdür Annenin kocasının halı atölyesinde çalışmıştık. O gece, son parmağımın son gecesi. Çantamı hazırladım. İçi pek boş kaldı; ben de dolu gözüksün diye, içine buruşturarak biraz gazete kâğıdı sokuşturdum. Bir de annemle babamın gazeteden kestiğim resimleri... Yanıma elbise alamazmışım; onlar devletin malıymış. Ben de devletinmişim. Bu yüzden, Mehmet’in gönüllü annesi Nehir Teyze beni evlat edinemedi. Oh olsun, yarın devletin de başkasının da malı olmayacağım! Gözlerimi kapatmaya çalışıyorum, hemen uyursam hemen sabah olur. Uykum gelsin diye Sevgi Annenin öğrettiği gibi son kez parmaklarımla kırk bir kere sayarak ”Elif Allah, mim Muhammet, tez selamet” dedim; ama olmuyor. Gözlerim, sıkmaktan yorgun yapış yapış oldu. Sıcak sidik kokusundan genzim yandı. Kalkıp pencereyi açsam küçükler üşüyecek. Gececi tek gözlü Cemil’den korkmasam bahçeye çıkardım. O pis herifin “Sana dudak boyası alayım mı?” diye memelerimi ellediğini, canımı acıttığını söylemiştim de Müdür Anne, “Uydurma uydurukçu bokböceği,” diyerek, memelerime çimdikler atıp morartmıştı. Gecenin boşluğu, derinleştikçe uzuyor, uzayıp nasırlarım gibi iplik iplik dipsizleştikçe göz kapaklarıma taşların asıldığını hissediyordum. Bedenlerimizi saran bu karanlığın, bu soğuk ve gri hüznünü yalnızlıklarımıza saran çelik dolapların önündeki perdeleri sanki ömrümüzün önüne çekmişlerdi. Bu öyle bir karanlıktı ki, bu karanlığı yaşayanların, günü de güneşi de karşılarken ranza demirlerini tutmaya olan alışkanlıkları, ıssızları ellemekten sessiz kalmış çocukların hüznünün ta kendisiydi. Öten horozun, bu hüznü dillendirdiğini düşünüp pencereye doğru yöneldiğimde, yatağın demirine çarpan ayağımın keskin acısıyla başparmağımın koptuğunu sandım. Sancıyla sinirimin çekilip dizimin dermanının kesilmesine aldırmadan ayağımı sürüyerek pencereye ulaştım. Hava hâlâ karanlıktı. Gözlerimle geceyi tararken, aslında dağların ardından yükselecek aydınlığı ve o aydınlığı taşıyacak özgürlük sancağımı arıyordum. Yaşamım boyunca peşimi bırakmayan bu duyguyu, günümü güneşle dolduracak heyecanı istiyordum. İyi de, neden güneş kıpırdamıyor? Horozlar da mı ‘Özgürlük günümü…’ şaşırdı? Dolabı yavaşça açtım. Kaymakamlığın bayramda dağıttığı kot pantolonumu giyip, belimden düşmesin diye de iple bağladım. Memelerimin düğmeleri belli olmamalıydı; iki atlet, iki buluz üst üste giydim. Saçlarımı ellerimle düzeltip lastikle bağladığımda, Müdür Annenin, Nehir Teyzeye “Bir yerlerine, bir şey yapmasınlar diye vermiyoruz,” gerekçesiyle bize fırça ve tarak vermediklerini anımsamış, ne demek olduğunu bilememiştim. Kapı her günkü gibi Sevgi Annenin yumruklarıyla sarsılarak açıldı. “Haydi, kızlar kalkın! Hadi kaltaklar, karpuzlarınız büyüdü... Çabuuuk... Çabuuuk!” “İşlemlerin tamamlandı. Şimdi, Müdür Annene git, elini öp. Helallik iste.” Gececi tek gözlü Cemil’in hoyrat eli bu kez beni sırtımdan Müdür Annenin odasına iteklemişti. Odada, yayılarak oturmuş, koyu mat ceviz renkli, esaretin kirine bulanmış takım elbiseli iri kıyım adam, biçimsiz bir köşe mobilyası gibi duruyordu. Karanlık suratındaki sarkık bıyıkları, sırıtır durumdaki ağzından görünen kirli ve çarpık dişlerini çevirmişti. “Oooo! Maşallah pek de güzelmiş. Biz iyi kapıyız, piyasada bir günde telef ederler bu sabiyi.”

58


Seyrek dişleri yüzünden tıslayarak konuşan adama, Müdür Annenin cevabı bir başka tıslamaydı sanki: “Bana bak bokböceği; özgürlük istiyordun, al, özgürsün işte. Ali Bey seni Eskişehir’deki hapishaneye götürecek. Orada gardiyan olarak işe başlayacaksın. Allah devletimize zeval vermesin. Maaş alacaksın. Sigortanı da başlatacaklar. Dizini kır, işini yap. ‘Yok benim adım Elif, yok köyde anam babam var,’ hikâyelerini duymayayım. Anan, seni doğurup çöpe atmasını bilen bir kaltak, ben de, sana “Kader” deyip sahip çıkan gerçek ananım.” Önce bilemedim, anlamadım neler olduğunu. Söylenenler çok “resmi” geldi bana. Ödünç olmasa da kolları kavuşmayan giysiler gibiydi. Ben yaralarımı saracak, geri çevrilmeyecek eşiklerde yaşlanacak bir ömrün düşlerindeydim. “Dikkat edin Ali Bey, bu kızın sessiz duruşuna bakmayın. Bu şeftali teninin altında arsız yosma ateşi yanar. Eh! Hadi size emanet, bu işin sonu selamet! Öp kız elimi… Fettanlıktan uzak dur haaaa!” İçi mektupsuz bir zarf gibi uzatılmıştım. Ruhumun üzerinden haramilerin ruhu kırk atın nallarıyla geçiyordu. Müdür Annenin uzattığı zarf olma korkusunu, ben daha o zarf, o ele ulaşmadan duymuştum. Zarfı boş bırakmak çok zalimceydi. Bahçe duvarının dışında, siyah, üzerinde ‘Resmi Hizmete Mahsustur’ yazan arabanın yanında beklerken anladım başıma geleni. O sırada lastik ayakkabılarının sessizliğinden, geldiğini hiçbir zaman duyamadığım gececi tek gözlü Cemil yanımda bitiverdi. “Kader, napıyon gız, gidiyon mu?” Kulağımın dibinde kazlar gibi tıslayarak fısıldamaya başladı. “İstersen şimdi yavaşça istasyona git. Banliyö trenine giden merdivenlerin dibinde bekle. Benimle yaşarsın, istediğin dudak boyasını da, esvapları da alırım. Bi hapishaneden çıkıp birine mi girecen? Ben sana iş bulurum. Bulamazsam Elif’im olu, elif elif esersin evimde. Yaşatırım gız yaşatırım… Eh, sen bilin artık!” Ensemi yakan nefesin kulaklarımdan girip içimi bir tuhaf ettiğini fark ettim. Neden bilmem, etlerim diriliverdi. Kafam karıştı, ne istediğimi bilmeden koşmaya başladım. Müdür Annenin ve karanlık suratlı adamın beni çağıran sesleri uzaklaştıkça ayaklarımı hissetmeden koşuyordum. Nefes nefese istasyonun merdivenlerine çöktüm. Göğüs kafesimi zonklatan bir çırpınmaya tutulmuş, her yerim seğirirken, ağzım kurumuş, yutkunmaya çalışarak kulaklarımı tıkadım. Ta ki beni sarsarak dürten eli hissedene kadar da kımıldamadan büzülüp kaldım...

Ayşe GAFFAROĞLU


GÜNBATI CİNAYETİ

Kuzguni siyah saçları vardı kapıyı açan kadının, mavi gözleri, buğday rengi pürüzsüz bir teni. Çok güzel kadındı. “Hoş geldin tatlım,” dedi Mustafa’ya. Mustafa ıslak ve perişan görünüyordu. Endişelendi siyah saçlı, mavi gözlü kadın: “Neyin var aşkım?” Mustafa düzensiz nefes alıyordu. Sallanarak içeriye girdi. Yakası açık, yarısı pantolonunun içinden çıkmış, bir kolu tamamen yırtılmış, diğerinin de düğmeleri açılmıştı beyaz gömleğinin. Her tarafı çamur içindeydi. Kendini ikili koltuğun üzerine bıraktı Mustafa, bir eliyle gözlerini ovuşturdu: “Bütün gün bir serseriyi kovaladım. Bana bir bardak su getirir misin Necla?” Necla bir bardak suyla birlikte pamuk ve kolonya getirdi. Mustafa’nın kaşının üzerindeki yarayı temizlerken, o da anlatmaya başladı: “Bugün bir ihbar geldi merkeze. Bir ceset bulmuşlar, kireç kuyusuna atılmış. Küçük bir çocuk görmüş önce, ayağı görünüyormuş sadece. Ayakkabı sanmış. Uzanmaya çalışınca da ceset olduğunu fark edip annesine gitmiş. O da bizi aramış. Ahh...” birden canı yandı Mustafa’nın. Necla pamuğu çekip yaraya doğru üflemeye başladı. Serinledikçe Mustafa da rahatladı. Acıdan buruşturduğu yüzü yeniden eski yakışıklı haline döndü. Onun yeşil gözleri Necla’yı öldürüyordu. Bundan on üç sene evvel kendisini Mustafa’ya âşık eden gözler… Necla o gözlerde bir anlık, ilişkilerinin başladığı üniversite yıllarına dönmüşken Mustafa “Biz de bu sırada merkezde Ahmet’e takılıyorduk,” diyerek Necla’yı yeniden şimdiki zamana, Mustafa’nın çizikler ve eziklerle dolu yü-

60


zünün önüne getirdi. “Ahmet yeni bir araba almış, Chevrolet. Ama ’75 model arabayı ’68 model diye satmışlar.” Bu sırada kesik kesik gülüyordu Mustafa. “Bilirsin, ’68 modeller klasiktir. Zevkli adam, nasıl araba alacağını biliyor. Bir de kazıklanmasa? Düşünebiliyor musun tatlım, bir polisi…” Daha güçlü bir şekilde bir müddet güldü Mustafa. Sonra koltukta doğruldu, eliyle yanını işaret etti. Necla yanına oturmak için yaklaştığında Mustafa’dan bir öpücük aldı. “Teşekkür ederim,” dedi Mustafa, “sen olmasan kim ilgilenecek böyle benimle?” Necla nazik bir şekilde gülümsedi. Birkaç küçük yaranın lafı mı olurmuş sevgilim, sana bir şey olmasın da. Mustafa devam etti: “Telefon gelince apar topar çıktık merkezden. Ahmet ‘nerden çıktı sabah sabah bu’ diye söylendi durdu yol boyu, bense şehri izledim arka camdan. Olay Yeri İnceleme’den Yunus oradaydı. Hemen damlamışlar yine. Yunus adamın bıçaklandığını söyledi, üç yerinden. Cebinden kimliği çıkmış. Bizim çocuklara söyledim, gidip bir araştırsınlar diye. Merkeze döndüğümde bilgiler masamın üzerindeydi. Adı Muhip GÜNBATI. Kırk beş yaşında bir işadamı. İşadamı ama işine pek uğradığı söylenemez. Pek az arkadaşı olan, pek az görünen bir adam. Ama pek çok kadını olmuş, gelip geçici kadınlar. İzmir’de zengin bir ailenin oğlu olarak dünyaya gelmiş. Bol bol gezip tozmuş, neredeyse bütün ülkeleri. Hayatını yalnız dolaşarak geçirmiş. Bir ara evlenmiş Fransa’da, bir oğlu olmuş. O da şu anda on yedi yaşında olmalı. Türkiye’ye bu sabah geldi, babasının ölüm haberi üzerine. Görüntüsü babasına üzülen bir evladınkinden çok uzaktı. Aslında kendisine kalan mirası hesaplar bir havası vardı.” Mustafa duraklayıp bir yudum su içti. Anlatmaya devam etti: “Bu arada ben de adamın şirketine gittim. Müdürüyle sohbet ettim, iş yerinde bir düşmanı filan var mıydı diye. Bizim içine kapanık çapkın pek az uğrarmış şirkete. ‘Yalnız,’ dedi müdür, ‘bir keresinde fabrikadan bir işçiyi çıkarmıştı. Adamın tek kabahati sigara izmaritini yere atmaktı ve Muhip Bey adamı öyle bir azarladı ki, o an hepimiz çıldırdığını sandık Muhip Bey’in. Bir de oğluyla arası hiç iyi değildir. Çocuk Fransa’dan arar, parasını ister ve konuşma biter. Onunla Fransızca konuşulur. Ancak hissedarlarla ve müdürlerle arası her zaman iyiydi. Özellikle de Araştırma-Geliştirme Bölümü’ndeki Buse hanımla.’ Burak’a şu işçiyi bulmasını söyledikten sonra ben de Buse hanımın odasına yöneldim. Belli ki Muhip Bey’le Buse Hanım arasında iş ilişkisinden biraz daha özel bir ilişki vardı. Önce Buse Hanım’ın kariyer peşinde koşan hırslı bir kadın olarak Muhip Bey’in yatak arkadaşı olduğunu düşündüm, ama yanılmıştım. Buse Hanım bundan biraz fazlasıymış. Bizim içine kapanık çapkının sırdaşı.” Mustafa’nın yüzünde o an duyduğu şaşkınlık okunabiliyordu. Kalkık kaşlarının altından bakan yeşil gözlerini halıya dikmişti. Elini kısa saçlarının arasında gezdirdikten sonra Necla’ya döndü: “Her şeyini biliyormuş, biliyor musun? İçine kapanık adamın tek arkadaşı, başarılı ve güzel iş kadını, Buse Hanım…” Mustafa şimdi Necla’ya bakıyor, ama onu görmüyordu. Sonra birden hatırlamış gibi devam etti: “Buse Hanım son derece kibar biriydi. Bana kahve ikram etti, her sorumu içtenlikle cevapladı. Ofisindeki nezaketiyle dört dörtlük bir ev sahibiydi diyebilirim. Muhip Bey’in son zamanlarda eskisi gibi olmadığını söyledi önce, anlamadım. Eski çapkınlığı kalmamış. O hiç söylememiş ama Buse Hanım âşık olduğunu düşünüyormuş. “Bu sırada telefonum çaldı. Burak şu işçinin evine gitmiş. Adam evde yokmuş karısı açmış kapıyı. İşçinin dün öğle saatlerinde eve uğradığını, aceleyle bir şeyler alıp gittiğini söylemiş. Gece eve dönmemiş. Ben Buse Hanım’ın yarım kalan sözünü dinlerken Burak da bizim işçinin – karısından adının Rahmi olduğunu öğrenmiş – yerini tespit etmiş. Bir numaralı şüphelimiz olduğundan ofisten koşarak çıktım. Kenar mahallelerin ara sokaklarında kovalamaca başladı. İşte mesleğimin


en sevdiğim yanı.” Güzel bir gülümseme yayıldı yüzüne Mustafa’nın. İştahla anlatmaya devam etti: “Burak’la iletişim halinde olduğumuzdan onları bulmam zor olmadı. Hava yağmurluydu. Burak’ın yanına koştum, ardından ilerde uzun bacaklarını her seferinde daha da ileri atıyor gibi görünen Rahmi’yi gördüm. Vücudu yapılıydı ve uzun boyluydu. Sokak aralarında bir müddet koştuktan sonra caddeye çıktık. O karşıya koştu, ben geçerken son anda fren yapan bir arabanın tamponu bacaklarıma dokundu. Düştüm. Yüzümü yere vurdum. Toparlanıp koşmaya devam ettim. Şimdi boş bir arsadaydı Rahmi ve kalabalık caddeden ayrılarak ne kadar büyük bir hata yaptığını az sonra öğrendi. Silahımı çıkarıp onu bacağından vurdum. Bağırışları tüm şehri inletse de, benimle sorgu odasına gelmekten kurtulamayacaktı. Nitekim sonunda bacağı bandajlı bir şekilde karşımda oturuyordu. “Çok zorlamadı bizi, zaten ödü bokuna karışmıştı. Anlat, dedik; anlattı. Muhip Bey’in ona nasıl bağırdığını, herkesin içinde küçük düştüğünü, sigara tiryakisi olduğunu çaresizlik içinde anlattı. Sonra dün eve gidip bıçağı aldığını, akşam Muhip Bey’in geçeceği yola nasıl pusu kurup onu bıçakladığını ve kireç kuyusuna attığını anlattı. Bense ona bambaşka bir şey sordum: Sana bunu kim yaptırdı? Hemen inkâr etti. Sonra bu işin karşılığında aldığı parayı nereye sakladığını bildiğimi söyledim. Ben bunu yaparken Burak da şaşkın şaşkın bana bakıyordu. Rahmi başını önüne eğdi, ağlamaya başladı. Ona bir zarf atmıştım ve o da beni şaşırtmadı.” Mustafa kalkıp pencereye doğru yürüdü, Necla hemen kalkıp koluna girdi. Eşinin bu halde kendisini yormasını istemiyordu. “Ne garip değil mi Necla? Hiçbir şey, hiç kimseye yetmiyor.” Mustafa gömleğinin cebinden sigara paketini çıkardı. Bir sigara alıp dudakları arasına yerleştirdi, sigarasını yaktı. Hiç iyi görünmüyordu. “ ‘Bir kadın’ dedi Rahmi. ‘Adını bilmiyorum. Bizim patron çok çapkındır komiserim. Gene kadının birinin canını yakmıştır. Kadın da, bana yaptığını duymuş herhalde, bana onu öldürmem karşılığında para teklif etti. Ben zaten patrondan nefret ediyorum, iyi de para verdi komiserim. Kabul ettim.’ Ona kadının neden böle bir şey yaptırdığını sordum. Başını iki yana salladı, bomboş bakıyordu gözleri. ‘Bilmiyorum’ dedi. ‘Ama… Ama kadın evliydi komiserim. Belki kocası duymasın diye…’ ” Mustafa tam olarak bitmemiş sigarasını pencereden dışarı fırlattı. İzmarit yağmur damlalarının arasında dönerek aşağı düştü. Mustafa uzaklarda görünen gri denize baktı: “Buse Hanım’ın yanından ayrılmadan önce,” dedi: “bana bir şeyler daha anlattı. Muhip Bey’in arada bir gidip yalnız başına içtiği bir yer varmış, 80’s Bar. Bir kadınla tanışmış orada, arkadaşlık etmişler bir süre. Meğer bizim çapkının duracağı liman bu kadınmış. Uzun süre sevişmişler sonra. Bir gün Muhip Bey o kadından bahsetmiş Buse Hanım’a. ‘Masmavi gözleri vardı Buse. Hani biraz uzun süre baksan, kaybolacaksın içinde. Teni öyle pürüzsüz ve yumuşak ki, vücudun kıvrımları elini yönlendiriyor sanki. İpeğin parmakların arasından kayması gibi. Saçları kömür karası. Olamaz böyle bir güzellik Buse, olamaz.’ Gözleri parlamış o an Muhip Bey’in ‘Aaaahh Necla… Evli olduğundan istemiyor beni, ama onu bırakmaya hiç niyetim yok. Onu seviyorum Buse, onsuz yapamam’ demiş.” Mustafa iki elini yüzünde gezdirdi yeni uyanmış gibi. Pencerenin kenarına oturdu, sevdiği kadının yüzüne baktı: “Adam öldürmeye azmettirmekten ve bana ihanet etmekten tutuklusun aşkım…”

Hakan Günay AYDINOĞLU

62


UYURGEZERİ UYANDIRMAYIN!

“Uyurgezerler komik veya acayip değildir; çok trajik vakalar da vardır. Onlar uyurken sadece gezmezler, inanamayacağınız pek çok şeyi yapabilirler. Bu durum rüyaların gerçek hayata sızması gibidir; insanın henüz tam anlamıyla keşfedilmemiş gölgeli bir alanını temsil eder.” Dr. Helmut K. Halit V. olayı hakkındaki basın açıklamasından/1992 İskelenin yan tarafındaki çay bahçesinde adalar vapurunu bekleyen bir grup sessiz yolcu sabah serinliğine karşı güç kazanabilmek için elinde tepsiyle dolaşan tembel çaycının dikkatini çekmeye çalışıyordu. Çaycı ise çayına çok güvenmediğinden olsa gerek dikkat çekici şekilde ağır hareket ediyordu. Onun canı çay çekmedi, sol elindeki küçük video kameranın ekranında bulunan yeşil renkteki görüntüye dalmıştı. Kameranın özel ışığının yardımıyla karanlıkta çekildiği için görüntü yeşil renkte ve net değildi. Ekranda bir adam dağınık bir yatağın etrafında geziniyordu, az sonra kafasını duvara çarpacak ve yere düşecekti. Bunu izlerken eli başındaki

63


kabuk bağlamış yaraya gitti. Masasına bir çay ve beraberinde yaşlı bir adamın gelmesiyle ekrandaki halini izlemeyi bıraktı. Yaşlı adam neşeyle çayını karıştırarak konuşmaya başladı. O, yaşlının söylediklerini anlayamıyordu: Teknoloji, kamera, marifet… Marifet mi? Hızla, bildiği kelimeleri kafasında kurguladı; yaşlı adam kamera hakkında konuşuyor olmalıydı; alet ilgisini çekmiş ve masaya gelmişti. Herhalde muhabbet arıyordu. Bu durumun Almanya’da nasıl garip karşılanabileceğini düşündü. Kameranın ekranını kapatıp cevap verdi; kötü konuşacaktı gene, heyecanlanmıştı biraz: “Almanya’dan bunu aldım, ben, günaydın…” Yaşlı adam konuşmanın tanıdık gelen bozukluğuna şaşırmıştı: “Yavrum, yoksa Almancı mısın sen?” “Ben Almanya’da, evet orada büyüdüm, on bir yaşından beri…” Yaşlı adam vapur gelene kadar sohbet etmeye kararlıydı, elbette anlatacakları ve soracakları vardı. Fakat genç adamın az sonra gelen açıklamasını duyar duymaz, üzerinden kocaman bir bıçak geçmiş ve onu az önceki sıcak duygularından koparmış gibi çayının son yudumunu alıp masadan kalktı. Hızla çay bahçesinden yan tarafa geçti ve vakit kaybetmeden bilet aldı. Yaşlı adam birkaç saniye içinde iskelenin içinde, en köşede oturacak bir yer bulmuştu kendine. İki eliyle bastonunu sıkı sıkı tutmuş; az önce konuştuğu tuhaf gencin son cümlesini düşünüyordu: “Bende hastalık var. Nasıl psikolojik gibi bir uyurgezerlik. Uyurgezerim ben! On bir yaşında bir gece kalktım ve komşumuzu öldürdüm. O beni uyandırmak istemiş, üzerime gelmiş. Ama uykuda ben, ondan suç değil. Ailem beni tedaviye götürdü. Sonra kaldık ya Wuppertal’da…” Yaşlı adam bu bozuk, titrek cümleyi defalarca başa aldıktan sonra yıllar önce gazetede okuduğu bir haberi hatırlar gibi oldu. Vapur da iskeleye yanaşıyordu. Adam güçlükle yerinden kalktı. Şimdi o eski haberi tamamen hatırlamıştı, olay olmuştu zamanında. Habere konu olan çocukla tanışmıştı az önce. Yoksa ayıp mı etmişti çocuğa? Yıllar önce olmuş bir olaydı ne de olsa. Hayat iyileştirir insanları, bunu gayet iyi bilirdi. Gözleri iskelenin girişine kaydı, genç gelmiyordu. Belki başka bir vapuru bekliyor; belki de beklemiyordu. Gelmemesine çok da üzülmedi.

*

*

*

O, video kameradaki görüntüyü defalarca başa sararak izledi. Sanki izlediği görüntülerin yolculuk konusunda karar vermesine yardımcı olmasını bekliyordu. Sonra kapattı ekranı ve küçük kamerayı siyah çantasına yerleştirdi. Çantanın üzerinde Almanca bir rozet vardı. Çayın parasını sabaha göre hızlanmış olan garsona verdikten sonra gişeden biletini aldı ve kendisini Büyükada’ya götürecek olan vapura bindi. Vapurun en uzak köşesinde gölge bir yer buldu kendine, elini yeniden kamerayı almak için çantasına atarken, cep telefonu çaldı. Kulağına götürdüğü anda Almanya’daki doktorunun sesini duydu! Az sonra vapurdaki herkes ona izleyecekti çünkü doktorun Almanca bağrışları karadan bile duyuluyordu. Telefonda doktor izinsiz ayrıldığı için hastasını azarlıyordu; nerede olduğunu öğrenmek istiyordu, özellikle de Türkiye’ye gidip gitmediğini… Konuşmalarına birer kelimelik yanıtlar alınca, pes etti ve dikkatli olmasını, ilaçlarını eksiksiz almasını, uyku düzeni konusunda kurallara uymasını emretti. Az sonra hat kesildi. Halit, telefonu bir daha açmamak üzere kapattı. Vapurda rahatça uyuyanlara hüzünle bakarak kafasını arkaya yasladı; içinden kendine dikkatli olacağına dair söz verdi. Gerekmedikçe uyumayacaktı. Kafasında bir program çıkardı. Bir gece kalacak, ziyaretini gerçekleştirecek ve kente geri dönecekti. Oteldeki eşyalarını toparlayacak ve uçağında yerini alacaktı. Yaptığı, yapmakta olduğu sadece küçük bir kaçamaktı. Almanya’daki hastane odasını, oradaki arkadaşlarını düşündü; pazar günkü bira partisini iple çekiyordu.

64


*

*

*

Adaya vardıktan sonra yaz kalabalığı arasında yürümek zor geldi, iskeleye en yakın otele attı kendini. Resepsiyondaki genç çocuk Halit’i odasına çıkardı, müşterisi konuşkan olmadığı için, merak edilen konularda açıklama yapma gereği duydu: “Adada eğlence azdır abi, faytona bin gez, akşam yemeği servisimiz de var, gezdikten sonra buraya gel, biz sana bir şeyler hazırlarız. Deniz kenarındakiler pahalıdır, yemek olayına girme orada.” Halit odada uzun bir duş aldıktan sonra aşağıya indi, hava kararmıştı, duşta veya duş sonrası yatakta uyuyup uyumadığını merak etti. Gün çok hızlı geçmişti, odada ne kadar kaldığını merak etti. Resepsiyoncunun karısı olduğunu düşündüğü bir kadın, sırasıyla masaya çeşitli mezeler ve rakı getirdi. Koyu kahverengi perdeler ve yerdeki halıyla, bir otel restoranından çok, Almanya’da bir evde yemek yiyormuş gibi hissetti. Ondan başka kimse yoktu. Garson, adamın yalnızlık çekeceğini düşünerek buzdolabının üzerindeki küçük televizyonu açtı. Resepsiyoncunun sadece bir resepsiyoncu olmadığını düşündü Halit. Yemekler lezzetsiz olsa da, Türkiye’de yapılmış yemeği özlediği için önüne ne gelirse yedi; gecenin sonunda, bir ara kendisine servis eden çift masasına geldi, onlarla sohbet etti. Etmeye çalıştı. Onların gözünde vatan özlemi çeken bir gurbetçiydi. Bir gurbetçinin adada neler yapması gerektiğine dair epey öneri dinledi. Sadece dinledi.

*

*

*

Balkonun yanındaki koltuğun üzerine kapının önünde bulduğu sandalyeyi yerleştirdi. Hepsinin üzerine açık bir şekilde video kamerasını koydu. Kamera gece modunda zifiri karanlık odayı, dışarıda herhangi bir kör nokta kalmadan iki saat boyunca çekecekti. Almanya’da uykusunu çekme gereği duymazdı. Fakat uzakta, üstelik kaçışın yarattığı gerilimle, uyuduktan kısa bir süre sonra uyanabileceğini düşünüyor ve bunu kaydetmek istiyordu. Almanya’daki kızgın doktorunun bu görüntüleri merak edeceğini, görür görmez soracağını biliyordu.

*

*

*

Sabaha karşı, bacakları tuvalette, belden yukarısı odanın içinde uyandı. Yataktan kalktığını hatırlamıyordu. Hemen video kameraya gitti. Darmadağınık saçlarını düzelterek kaseti başa sardı. Sonra görüntülü bir şekilde ileri sardı. Uzun bir uykunun ardından uyanışını ve yataktan kalkışını izledi. Ekranda, bir süre odada yavaşça gezdi sonra yatağın üzerinden geçerek tuvalete yöneldi ve düştü. Çarpmanın etkisiyle bayılır gibi düşmüştü. Fakat bu onun için sıradan bir uyku arasıydı. Sokak kapısına yönelmemiş olmasına sevindi, çünkü kapıyı kilitlemeyi unutmuştu. Onlar iyi insanlar, dedi içinden. Beni sevdiler.

*

*

*

Faytoncunun tur seçeneklerini dinlemeden elindeki kâğıdı adama uzattı. İlk defa, düşündüğünden uzun süren, peşlerine takılan köpekler nedeniyle gergin dakikalar içeren fayton yolculuğunda, büyüdüğü ve evi gibi gördüğü Almanya’dan farklı bir yerde olduğunu, çocuklu-


ğundan hayal meyal hatırladığı ülkede olduğunu hissetti. Yanından geçtikleri evlerin pek çoğu bakımlı değildi ve bu sıcak yaz gününde terk edilmiş gibi duruyorlardı. Şimdi hayaletler geziniyordur, diye düşündü, gülümsemesi dışına taştı, bir an faytoncunun kendisine garip bir şekilde baktığını fark edince, durmak istediğini söyledi; yürüyecekti. Sanki hepsi birbirine benzeyen evler arasında kalbi yol göstermiş aradığı evi kolayca bulmuştu. Bahçesinde uzun beyaz saçlı bir adam, orta yaşlı bir kadın ve bir çocuk vardı. Çocuk köpekle oynuyor, adam gazete okuyor, kadın da bahçe masasını temizliyordu. Yan evin bahçesine girdi, yere oturdu ve duvara yaslanarak bu üçlüyü izlemeye başladı. Bir ara gözleri kapandı, bahçedeki kadın içinde sakladığı daha genç bir kadını çağırmıştı. Gözleri ikinci defa daha sert kapandı ve uyumak üzereyken korkarak uyandı. Bahçedeki çocuk kendisine taş atıyordu. Adam ve kadın da çocuğun yanında dikilmiş, Halit’e sorgulayan gözlerle bakıyorlardı. Adam bağırıyordu: “Serseri, yarım saattir bağırıyoruz burada, çekil git!” Halit ayağa kalkıp yürümeye başladı. Hızlı hızlı yürüdü. Ardından koşmaya başladı. Kendisini bu adadan götürecek ilk vapura atlamak istiyordu. Onu görmüştü işte artık bir saniye bile kalmasına gerek yoktu. Büyüdüğü kentin içindeki geniş ormanda koştuğu günleri özlemle hatırladı.

*

*

*

Vapur kalabalık değildi. Yolculuğun ortasına doğru hava kararmaya başladı. Gözleri ona ihanet ediyordu. İçinde derinlerden yükselen ve bütün yolculuğun anlamsızlığını bağıran ses onu bunaltıyor ve uykuya itiyordu. Sonra kendisini sıradan bir vapur yolcusu yapan bütün gerçek bağlar koptu. Az sonra vapur yanaştı, bütün yolcular ışıklı iskeleye çıktı. Genç bir kadın salonun öte yanından gelip çıkışa yürürken, vapurun yanaştığından haberi olmadan uyuyan adamı, onu fark etti. Önce uzaktan bağırdı (Geldik!) sonra yanına gitti. Adamın sevimli yüzünde gözleri kocaman açıktı. Ölü gibiydi ama daha çok filmlerdeki yapay ölüler gibiydi. Aniden heyecanlanarak adama doğru eğildi (İyi misiniz?). Az sonra son vapuru temizleyen iki kişi, salondan gelen sesleri duyacak ve meslek hayatlarındaki en acayip olayla karşılaşacaklardı: Sıradan görünüşlü bir adam genç bir kadının kafasını sert bir şekilde oturma yerine vuruyordu. Kan sıçramış gözleri ise daha çok bir delinin gözlerini andırıyordu. Sonra aniden kadını bıraktı ve bayılır gibi yere düştü. Kadının bu olaydan sağ kurtulması “yılın inanılmaz olayları” arasına girecekti. Adam ise uykusunda kalp krizi geçirerek ölmüştü. Her şey uykuda gerçekleşmişti ama rüya değildi. Çantada açık duran (gizli) kamera bu garip olayı baştan sona kaydetmişti. “Eskilerden birini ziyaret etmek onun için çok önemliydi. Bir enstitüde geçen hayatına bir anlam katmak istiyordu. Ama gizlice gerçekleştirdiği bu yolculuk daha fazla gerilmesine ve bir uyurgezer olarak normalden daha tehlikeli olmasına yol açtı. Aslında bu trajik olay çocukluğunda yaşadığı gibi uyurgezerliğin yol açtığı bir kaza değildi. Büyük kazanın gölgesinde geçmiş kayıp bir hayatın sonucuydu. Hepimiz çok üzgünüz.” Dr. Helmut K. Yeni Halit V. olayı hakkındaki basın açıklamasından/2009

Serdar KÖKÇEOĞLU

66


İÇ SESİ

“Koş, daha hızlı, tam arkanda, hızlı, çok yavaşsın, yaklaşıyor…” Evden çıktığından beri koşuyordu, zamansızlık sarmıştı etrafını. Ne kadar oldu acaba koşmaya başlayalı? Bir saati geçmişti büyük ihtimalle. Ama yaşadığı dehşet, iç sesinin kölesi yapmıştı kendisini. O iç ses sürekli koşmasını, oradan uzaklaşabildiği kadar uzaklaşmasını söylüyordu. Daha hızlı, daha hızlı. Ama artık kalp atışlarının hızı fazla ilerleyecek bir gücü kalmadığını gösteriyordu. Ormanın içindeki bir dal parçası ayağına takıldı ve tökezleyerek döne döne düştü. Sürekli bir o ağaca bir bu ağaca çarparak, tepeden aşağı yuvarlana yuvarlana iniyordu. Tam aşağıdaki göle düşüp muhtemelen boğulacakken havada bir an asılı kaldı. Tüm vücudu kasılıyordu. Sanki içine girmek isteyen bir şey vardı ve ona engel olmaya çalışıyordu. “Artık çok geç, sana kaçmanı söylemiştim,” dedi iç sesi. Açık ağzından içeri bir sis girdi. Vücudu iyice kasılarak yere bir tüy gibi süzüle süzüle inmeye başladı. Bir süre karanlıkta kaldı. Gözlerini açtığında neler olduğunu ya da neden burada olduğunu hatırlamıyordu. Kalkıp üstünü başını silkeledi ve eve dönmek için orman yoluna girdi.

*

*

*

“Arabayı artık bırakmamız gerekiyor.” Araçtan çıkan dört kişi de ellerinde pompalıları, yüzlerinde maskeleri ve deri kıyafetleri ile aksiyon filmlerinden fırlamış kötüler gibi duruyorlardı. Kırmızı külüstürü orman yolundan aşağı göle doğru yolladılar. Araç suya yavaş yavaş batarken aralarında en güçlüleri gibi görünen adam elindeki spor çantayı sırtına atıp diğerlerine peşlerinden gelmeleri için bir işaret yaptı. Halil, Yusuf, Poyraz ve Nil iki saat kadar önce bir banka soymuşlardı. Polisten kaçmayı şu ana kadar başarmışlar, bir kaç gün saklanmak için bu orman yoluna girmeyi akıl etmişlerdi.

67


Poyraz’ın kolunda bir kurşun deliği vardı. Nil kardeşinin bu durumuna üzülse de yolda çektikleri kokainin etkisi ile pek sağlıklı düşünemiyordu. “Gelirken ileride bir ev gördüm. Bir kaç gün orada saklanabiliriz.” Halil lider tavırları takınırken Yusuf, Poyraz’ın koluna girmiş yürümesi için yardım ediyordu. “Siktiğimin kurşunu çok ağrıtıyor ulan.” Poyraz’ın sürekli inlemeleri grubun sinirlerini iyice bozuyordu. Elindeki kokain poşetini Poyraz’ın burnuna dayayan Halil “Biraz dayan ulan, evde çaresine bakarız,” derken bir yandan da Nil’i süzüyordu. Yusuf, “Oğlum bu evde yaşayan varsa, ne yapacağız?” dedi Halil’e. “Bu pompalıları kaz vurmak için almadık herhalde. Yaşayan varsa da, akıllı olursa bir problem çıkmaz.” Uzaktan ev görünmeye başlamıştı bile. Ormanın içinde tekinsizce duran, iki katlı derme çatma bir yapıydı. İçinde herhangi bir yaşam belirtisi görülmüyordu. Halil kapıyı bir tekme ile açmayı başardı. Önce kendisi içeri girdi, etrafı pompalısı ile kolaçan etti. Ardından Nil gülerek içeri girdi ve kendini boş koltuğa attı. Yusuf, Poyraz’ı taşımaktan iyice yorgun düşmüştü. Halil yan odadaki pis yatağı gösterdi ve Poyraz’ı bir hamlede yatağa attılar. Yanından uzaklaşırken Yusuf, “Çok kan kaybetti. Bir hastaneye bıraksaydık keşke,” diye fısıldadı. “Manyak mısın oğlum, gidip teslim olsaydık istiyorsan. Ben şimdi bir bıçakla hallederim o işi.” Halil mutfağı buldu. Etraf derli topluydu. Demek ki evde yaşayan birileri olmalıydı. Çekmeceleri karıştırarak işine yarayacak büyüklükte bir bıçak çıkardı. Tekrar geri Poyraz’ı yatırdıkları odaya girdi. Yatak kan gölüne dönmeye başlamıştı. “Yusuf sen diğer odaları kontrol et muhtemelen birileri saklanıyor.” Yusuf tamam der gibi başını sallayıp pompalıyı kaldırarak dışarı çıktı. Yusuf alt kattaki odalara bakmış, merdivenden yukarı çıkmaya başlamıştı. “Orada biri varsa silahlıyım, yavaş yavaş dışarı çıkın!” diye bağırdı. Bir süre sessizliği dinledi ancak tehdidi hedefini bulamamıştı. Koridorda üç oda görünüyordu. İlkini tekmeyle açıp içeri daldı. Bir çocuk odası gibiydi. Ancak uzun zamandır kullanılmadığı da belliydi. Odanın solundaki gardıroptan bir tıkırtı geldi. “Çık dışarı!” Pompalıyı gardıroba doğru kaldırıp sol eli ile yavaş yavaş gardırobun kapısını açtı. Yaşadığı yoğun stresten elleri titriyor, tüm vücudunu ter basıyordu. Gardırobun içinde yırtık, tozlu çocuk giysileri bir yığın oluşturmuştu. Yığının içinde bir hareketlenme oldu ve Yusuf pompalısının tetiğine dokundu. Bir patlama ile geriye doğru giden Yusuf dikkatsizliğinden omzunu çıkarmıştı. “Lanet olsun, tabanca istediğimi söylemiştim sana Halil,” diye söylenirken az önce ateş ettiği yığından bir sıçan fırlayarak duvar deliğine girdi. “Orospu çocuğu!” diye bağırıp bir el daha ateş etti. Bu sefer duvarda bir delik açmıştı. Halil son hızla yukarı doğru çıktı. “Neler oluyor ulan!” “Siktiğimin sıçanı korkuttu beni! Sana tabanca istediğimi söylemiştim, bak halime!” Halil, Yusuf’un çıkık omzuna baktı “Oğlum ne salak adamsın sen ya!” “Yardım et konuşacağına.” Halil çıkık omzu tutarak yerine oturtmaya çalıştı. Yusuf bir süre inlerken kemiğin kemiğe oturma sesini duyunca biraz rahatladı. “Aşağıda işim henüz bitmedi. Devam edebilecek misin?”

68


“Tamam, tamam düzelirim şimdi.” Halil aşağı inerken Yusuf diğer odaya geçti. Girdiği yer ufak bir banyoydu. Aynada kendine bakıp saçını düzeltti. “Amma yakışıklısın be Yusuf,” dedi aynadaki yansımasına. Son odaya girerken içini bir ürperti kapladı. Silahını ateşlemeye hazır bekleterek içeri daldı. “Eller yukarı!” söylenecek en saçma şeyi söylemişti. Yatak odası tozlar içinde idi. Yatakta ise bir insan ceset gibi yatıyordu. Silahla yatan kişiyi dürttü ancak bir hareket olmadı. Yüzünü adama iyice yanaştırarak nefes alıp almadığını kontrol etti. Ancak birden adam gözlerini açtı. Yusuf adamın burnuna kulağını dayamış olduğu için bu gelişmeyi görememişti. Adam Yusuf’un kulağını ısırıp kopardı. Yusuf silahını düşürüp sendeleyerek yere kapaklandı. Yerde acılar içinde inleyen Yusuf adamın üzerine doğru geldiğini görebiliyordu. Adamın ağzı Yusuf’un kopan kulağı ve kan ile doluydu. Elleri ile Yusuf’un göğüs kafesini yardı. Tırnakları bıçak gibi Yusuf’un göğsüne girdi ve kalbini yerinden çıkardı. Yusuf’un cansız bedeni yerde bir kan gölü oluşturdu. Adam, kalbi ısırarak yemeye başladı. Gözleri kıpkırmızı oldu ve gülümsemesi bütün odayı bir anda buz kestirdi.

*

*

*

Poyraz acıya dayanamayıp bayıldı. Halil bıçağı ile kurşuna ulaşmayı başarmıştı, kurşunu çıkarınca rahat bir nefes aldı. “Nil, bu hergele nerede kaldı?” diye seslendi. “Boş ver onu şimdi!” Nil karşısında şeffaf bir gecelikle duruyordu. “Onu nereden buldun kızım?” diyerek Nil’e sarılıp boynuna bir öpücük kondurdu. “Şurada bir çekmecede duruyordu. Hazır biz bizeyken değerlendirelim dedim.” İki sevgili tutkuyla öpüşmeye başladılar. Baygın Poyraz’ın yanına uzanmışlardı. “Ağabeyinin yanında sevişmek yeni fantezin mi?” “İstemiyor musun yoksa?” Halil cevap vermeden kızın üstündeki geceliği çıkardı. Göğüslerini ağzının içine aldı. Nil inlerken sanki yukarıdan bir tıkırtı geliyordu. Ancak her ikisi de buna dikkat edecek durumda değildi. Adam şimdi onları sevişirken seyrediyordu. Kız, üste çıkmış kapıya sırtı dönük yukarı aşağı hareket ediyor, erkek ise kızın çıplak kalçalarından tutmuş ritmine uymaya çalışıyordu. Kızın bir eli de battaniyenin altından kardeşinin organına dokunuyordu. Adam ağır adımlarla onlara doğru yaklaştı. Elini bir bıçakmış gibi kızın sırtından soktu, kız bir an şaşkınlıkla inledi, Halil kızın göbeğinden fırlayan ele bakakalmıştı. El dışarı çıkınca kızın içinden fışkıran kanlar Halil’in üzerine döküldü ve kız yana doğru yataktan aşağı düştü. Halil şaşkınlığını yavaş yavaş üstünden atarak karşısında sırıtan adama baktı. Çok normal birisi gibi görünüyordu. Ancak üstü başı kan içindeydi. Suratında hiçbir insanda daha önce rastlamadığı bir ifade vardı. Hırlayarak Halil’in üstüne atıldı. Halil son bir çaba ile bıçağı yakaladı ve adama doğru savurdu. Ancak ıskalamıştı, adam bıçağı tutup hırsla Halil’in boynuna sapladı. Bıçağın eti kesip çıkması ile birlikte Halil’in damarlarında akan kan tazyikle fışkırmaya başladı. Halil elleri ile boynundaki deliği tutmaya çalışsa da birkaç saniye sonra son nefesini verecekti. Poyraz kendine geldiğinde bir an için nerede olduğunu algılayamadı. Omzu çok ağrıyordu. Kalkınca Halil, Yusuf ve Nil’in çıplak bedenlerini yanında buldu. Dehşet içinde inledi ancak hareket edemiyordu. Kendini son bir güçle yataktan aşağı atmayı başardı. Ancak doğrulamamıştı. Yerde sürünerek salona çıkmaya çalıştı. Tam elini kapıdan dışarı attığında bir bıçak saplan-


dı. İnleyerek olduğu yerde kaldı. Sol eline saplanan bıçağı çıkartmak için diğer elini kullanmak istedi ancak rakibi saçlarından tutup Poyraz’ı havaya kaldırarak salonun en uzak köşesine attı. Poyraz, duvara sırtını vurarak yere düşerken boynunu da sehpaya çarptı ve ufak bir kırılma sesi duyuldu. Artık acıdan kurtulmuş, cansız bedenine bakıyordu. Adam sanki hâlâ onu görüyor gibiydi. Birden altında bir boşluk açıldı ve çıkan alevler bir zamanlar Poyraz olarak anılan bu ruhu içine çekmeye başladı.

*

*

*

Adam bir an sendeleyerek yere düştü. Dünya dönüyor gibiydi. Kafasını toparlayamıyordu. Bir süre yerde baygın bir şekilde yattı. Kendine geldiğinde ayağa kalkıp neler olduğunu anlamaya çalıştı. Etraf kan gölüydü, salonda bir ceset yatıyordu. Boynu kırılmıştı. Şoku atlatmaya çalıştı. Alt kattaki yatak odasına girmek istedi ancak oradaki görüntü daha da vahimdi. Odada toplam üç ceset vardı. İkisi çıplak, kanlar içinde ona bakıyorlardı. Kızın göbek boşluğundaki delikten diğer tarafı görmek mümkündü. Bir cesedin de göğüs kafesi parçalanmış, diğerlerinin yanında duruyordu. Adam bağırarak yukarı fırladı. Elini yüzünü yıkayıp olayları hatırlamak istiyordu. Ancak son hatırladığı şey gölden eve doğru yürüdüğü idi. Sonrasında her şey karanlıktı. Lavaboda ellerini ve suratını kandan temizledikten sonra biraz daha kendine gelmişti sanki. Tekrar aşağı inmeye hazırlanırken yerde parçalanmış bir kalp gördü dehşetle. “Bütün bunları ben mi yaptım?” “Sen değil ben!” dedi içinden bir ses. “Nedir bu olanlar?” “Sana yardım eden bir kötü ruh diyelim. Hatırlarsan benden kaçmanı tembih eden bir ses vardı içinde. Göle kadar kovaladım seni. Az kalsın ölüyordun hatta, seni ilk orada kurtardım. Sonra da bu ölümlülerden… Aslında onların zulmünden kurtarmak için girdim içine. Yoksa bir insanın içine girmek beni mutlu mu ediyor sanıyorsun? Hepiniz iğrenç mahlûklarsınız.” “Neden peki, onlar bana bir kötülük mü yaptılar?” “Yapacaklardı...” Birden etraf değişti ve adam kısa bir an içinde başına gelebilecek şeyleri gördü. Sanki günler geçiyordu, sürekli işkence görüyor, aşağılanıyor, dövülüyor ve en sonunda öldürülüyordu. “İşte seni bu olacaklardan kurtardım ve o ölümlüleri yanıma aldım, onların buradaki zulmü bitti artık bana öbür tarafta lazımlar. Şimdi içinde değilim, ama bir kez bulaştığım vücuttan hiçbir zaman tam olarak da çıkmam. Zaman zaman benim sesimi duyacaksın ve dediklerimi yapacaksın. Sana ikinci bir şans vermemin sebebi de bu.” “Peki ya şimdi?” dedi adam gözlerinden yaşlar gelerek. “Şimdi onlarla birlikte bu evi yakacaksın ve şuradaki çantayla beraber uzaklaşacaksın. Çantadaki paralar vereceğim görevlerde sana yardım edecek.” “Nesin sen?” İçindeki ses birden onlarca dilde yüzlerce isim söyledi “Aatalphus, Abaddon, Agrat Bat Mahlat, Azael, Baal, Baal Peor, Cabariel, Cacodaemon, Dagon, Dantalian, Durus, Egym, Ekeko, Faballeronthon, Gaap, Gadriel, Haatan, Haborym, Iabiel, Iao, Iblis, Karinas, Munkir, Nakir, Nau, Nekir, Paimon, Rahu, Ramath, Tely, Termagant, Urian, Ursala, Vanth, Zaalaer, Zophas...” Lucifer ve Şeytan en tanıdık isimlerdi.

70


“Artık bu dünyadaki savaşçım sensin. Seninle bu yaşlı gezegene yeni bir düzen getireceğiz.” Adam daha fazla dayanamayıp yerdeki bıçağı kaptı, elleri titriyordu, buna izin veremezdi. Aklına karısını o adamla gördüğü akşam geldi. Yabancı evinden çıkarken karısını öpmüş sonra da arabasına atladığı gibi gazlamıştı. Evine girdiğinde kendinde değildi. Sonrasında olanlar ise tam bir kâbustu. İçeri girmiş, karısı ile tartışmaya başlamış, sinirden boğazına sarılmış ve bir anlık cinnet ile kadını oracıkta öldürmüştü. Gürültüyü duyan kızı aşağı inince ağlamaya başlamış, kızına sarılmış ama ağlamasını durduramamıştı. “Sus, sus ne olur, yeter!” Ama kız durmamıştı. Eli ile kızın ağzını kapamak istemişti, panik halinde yaptığı bu hareket kızın solunumunu durdurmuş ve boğulmasına sebep olmuştu. Şimdiye kadar o geceden olabildiğince kaçmaya çalışmıştı. Ancak bir kez daha insanları öldürmeye, hem de bu işi şeytan adına yapmaya katlanamazdı. Bıçağı boğazına dayadı. Ellerinin titremesini artık kontrol edemiyordu. “Hayır, bunu yapma!” Boynunu boylu boyunca kesti. Boğazından akan kan ile birlikte yere yığıldı. İçindeki ses bir an inledi ve bağırmaya başladı. “Hepiniz mi geri zekâlısınız? Lanet olsun insanoğluna.” Ses yavaş yavaş yok olurken adamın ruhu bir kuyudan aşağı çekiliyordu. Uzun bir düşüşten sonra yere kapaklandı. Karşısında bazı çizimlerden tanıdığı kızıl renkli, keçi sakallı boynuzlu bir yaratık kanlar, çürük et parçaları ve iskeletlerden oluşmuş bir tahta oturmuş adama bakıyordu. “Benden bu şekilde kaçacağını mı sanmıştın? Karın seni aldattı diye tüm aileni öldürdün, evine giren hırsızları yardımımla öldürdün, en sonunda da kendini öldürdün. Şimdi sonsuz acı ile cezalandırılacaksın. Oysaki sana yeni bir şans vermiştim!” Adam Şeytan’a dönerek “Senin savaşçın olarak dünyada insanlığa zarar vermektense cehennemde acı çekerek mahşer gününü beklemeyi tercih ederim!” dedi. Sözler ağzından dökülürken yavaş yavaş yok oluyor ve cehennemin derinliklerine doğru iniyordu.

Masis ÜŞENMEZ


KUYU

Beynimin ta içinde dipsiz, karanlık ve en az ruhum kadar yaşlı bir kör kuyu var. Varlığı ve mahiyeti ruhun kendisi kadar gizemli ve ruhun sırları arasına kendini de katmış bir kuyu bu. Belki beynin sayısız kıvrımlarından kıvrım beğenip gizlenmiş, belki de ruh gibi kendini görünmez etmiş. Bilinen bir yol yok ona giden. Sadece pişmanlıklarla, acılarla, en çok da kötü olmanın, kötülük yapmanın utandıran hazlarıyla kanat açılıp varılabiliyor onun kayıp ülkesine. Bu hisler – hem de en hükümran halleriyle – yoksa eğer, kuyunun başına varma çabaları beyhude uğraşlar. Ben bunu çok denedim. Yani kendi irademle ona gidebilmeyi. Beceremedim. Sadece kendimi bildim bileli garipliklerle dolu olan hayat oyunuma her perde inişinde, gözümün önünde, beynimin içinde, ruhumun derinliklerinde mutlaka rastladım o kuyuya. Bir hayal miydi, yoksa bedensizce ona mı gittim, hiç bilmiyordum. Bildiğim tek şey – ki bu da ona varmayı delicesine isteyişimin

72


ana sebebidir – onu her görüşümden sonra beni sarıp sarmalayan huzur duygusunun varlığıydı. Henüz yere ulaşamamış bir kar tanesi kadar beyaz, dünyaya gözlerini yeni açmış bir bebek kadar temiz ve bir ananın yavrusuna sevgisi kadar saf bir huzur duygusu bu. O yüzden sıkça varmak istedim kuyuya. Böylesi duygulara ulaşacağını bilen hangi âdemoğlu istemezdi ki? O beyaz önlüklüye kuyudan bahsedene kadar, kuyu hakkında hissettirdiklerinden fazla bir şey biliyor da değildim. Dilim tutulsaydı da ‘kuyu’ demeseydim, o geveze dilim ensemden çekilseydi de adını telaffuz etmeseydim. Boş bulunup varlığının yabancı kulaklara çalınmasına sebebiyet verişime kadar kuyu gözümün önünde beliriverirdi, sonra kaybolurdu ve ben bahsettiğim o huzura boğulurdum. Ne öncesini, ne sonrasını hatırlardım. Umursamazdım da. Kör değneğini beller gibi kuyuyu sadece görürdüm. Ona dokunmaya kıyamazdım. Altın yumurtlayan tavuğunu kesen adamın öyküsünü duymadınız mı hiç? Ben o öykü ezberimde büyüdüm ve yetinmeyi bilirim. O yüzden kuyu neden var, ruhumda nasıl böylesine güzel duygular uyandırıyor; kaybederim endişesiyle hiç sorgulamadım. Ama Allah’ın belası doktor sorguladı. Hem de beynimin içindeki kuyu objesine mal bulmuş Mağribî gibi atlayarak sorguladı. “Kuyu” demeden önce de benimle çok konuştular, nice abes sorular sordular. “Söyle! Kadını neden öldürdün?” dediler. “Zavallının canına neden kıydın?” dediler. Şaşkın şaşkın baktım. Kafamı sağa sola salladım. “Ben kimseyi öldürmedim,” dedim. “Öldüremem ki!” dedim. İnanmadılar. Güya suçüstü yakalamışlar. Bıçak elimdeymiş. Kanlıymış. Kadın yerdeymiş. “Ah kuyu! Nerdesin?” diye fısıldadım. Sandım ki kendi kendime idi. “Ne kuyusu?” diye sordu doktor. Kulağına kar suyu kaçtı bir kere. Ser verip sır vermedim ama ben de. Direndim. Kuyumu beynimin en sapa köşelerine ittim. Günler sonra o toprağa bakası gözlerini gözlerime dikti ve “Uyu!” dedi. “Uyuduğunda da sesimi duyacaksın. Kuyuyu ilk gördüğün ana gideceksin ve uyandığında her şeyi hatırlayacaksın.” Uyudum ve kendimi dört bir yanımı saran alevlerin içinde buldum. Çocuk halimle. Yıllar öncesinde. Küçücük ben, gecenin bir yarısında, elimde bir kutu kibrit, kulaklarımda anne ve babamın imdat çığlıkları, salonun orta yerinde kalakalmıştım. Ben sadece sobayı yakmak istemiştim. Sonrasında aman dilemiştim, dualar etmiştim. Annemle babamı öldürmeyi hiç istememiştim. İşte bahsettiğim perdelerden ilkinin iniş anıdır o an. Bir elim başımda, diğer elimde kibrit kutusu, yere çökerek kaldığımda gördüm o kuyuyu ilkin. Beynimin içinde; taşları acıdan, pişmanlık harcıyla örülmüş o kuyu beni kendine çağırdı. “At o kibrit kutusunu içime,” dedi, “At ve her şeyi unut!” Meğer kuyu sayesinde o lanetli günün acılarıyla, pişmanlıklarıyla, korkularıyla hiçbir zaman yüzleşmemişim ben. Kibriti bilinçaltımda ördüğüm kör kuyuya atmış ve beni geçmişin karanlık gerçeklerinden kaçıran o hayali kuyu sayesinde her şeyi bir çırpıda unutuvermişim. Hafızamda hiçbir iz kalmamacasına hem de. Sonra yere çöküp kalmış biçare beni cehennemi alevlerin arasından kurtarışlarını da gördüm, evimizin kararan duvarlarını da, evden cansız çıkan bedenleri de. Ben kuyu sayesinde bütün bunları hiç bilmemişim. O yüzden yangınla ilgili bana sorulan sorulara hiç anlam verememişim. O


yüzden anne-babamı bir daha hiç görmemişim. Şimdi söyleyin bana, o doktordan nefret etmekte haksız mıyım? Unutulmuş, küllenmiş acıları harlayan adamdan iğrenmekte haksız mıyım? Üstelik bana o acıları yaşatmakla da yetinmedi. “Yürü,” dedi, “kuyuya in!” Bunu yapmayı hiç istemedim. Kuyuyu bulabilmek her zaman iyiydi fakat içine zorla itilmek… Benliğimi bütünüyle sarsacak bu ifşaatın kıyısındayken gönülsüz olmamdan doğal bir şey olamazdı herhalde. Üstelik kuyu derindi, kuyu zifiri karanlıktı ve kuyu leş gibi kokuyordu. Çürümüşlüğün, nefretlerin, kötücül hazların her zerresinde vücut bulduğu pis bir koku, kuyunun varlığı meçhul dibinden yükselerek dışarı taşıyordu sanki. Doktor istedi, mecbur kaldım ve kuyuya sarkıtılmış ip merdivenle aşağılara doğru indim. Bu merdivenin kuyuya önceki varışlarımda orada olmadığına adım gibi eminim. Doktorun işi olmalıydı bu. İstençsizce tutunduğum bu merdivenle indikçe indim. Kuyuya hâkim olan o iğrenç kokuya, karanlık sayesinde ne mutlu ki göremediğim garip, yapışkan, kıpırdayan, sürekli ilenen kuyu duvarlarına rağmen dibe varmayı da hiç istemedim. Orada bulacaklarımdan korktum. Dibe varınca, ruhen de dibe vuracağımı hissettim. Zaman kavramını yitirtecek kadar uzun bir süre, mekândan soyutlanarak koyu bir siyahlığın içinde aşağılara doğru yol aldıktan sonra, iyiden iyiye mekanikleşmiş adımlarımdan biri ip yerine zemini buldu. Vardığım yeri hakkıyla tarif edebilmem için dünyevi kelimelerin ötesinde bilgilere sahip olmam gerektiğini düşünüyorum. Kâinat içinde Yaratanın sevgi ve ilgisinden yoksun bıraktığı tek bir yer varsa eğer, bilin ki o yer indiğim kuyu dibi olmalı. Öyle bir yerdi ki, aklımı nasıl olup da o kuyunun dibinde bırakmadığıma bugün hâlâ şaşıyorum. Bir ışık zerresinin, bir gram nimetin barınamayacağı; esenliğin esamisinin okunamayacağı bir yer orası. Yoksunluğun evi, bütün şeytani düşlerin kaynağı… Orada göz hiçbir şey göremez, ama ruh kuyuya hâkim fenalıklar altında ezilir de ezilir. O lanetli dibe varır varmaz can havliyle, umutsuzca, bilinçsizce sağımı solumu yokladım. Ayaklarımın dibinde elime çarpan şey, belki o an en çok isteyebileceğim şeydi. Fakat bugün bildiklerimi biliyor olsaydım, emin olun ona kesinlikle elimi sürmez, karanlığın biçeceği yazgıma razı olurdum. Bir kutu kibritti parmaklarıma değen. Kuyuya benim attığım bir kutu kibrit… Sanki bir kibrit çöpünün yayacağı ışık beni kurtaracak. Sanki kuyuda neler olduğunu görmem elimi güçlendirecek. Hemen bir kibrit çöpünü yaktım ve yere doğru tuttum. Kuyunun dibinde kuyuya atmakla hafızamdan kazıdığım kibrit kutusundan başka, yine benim attığım ve böylece hatıralarımdan sildiğim bir sürü şey vardı. Gördüğüm her nesne, kendime unutturduğum kötü anıları canlandırdı zihnimde. Bir kâğıt para hırsız beni, boş bir bira şişesi alkolik beni, kırık bir gözlük kavgacı beni hatırlattı ve tanıttı bana. Gördüğüm bastonla, çarpıp kaçmakla sakat bıraktığım adamı hatırladım. Ve anlatmaktan çekindiğim daha nicelerini… Kuyunun içinde “Yeter!” diye haykırdığımı hatırlıyorum son olarak. Haykırdım ve o sırada doktorun beni çağıran sesini işittim. “Uyan!” Uyandım. Gerçeklere uyandım. Hayali kuyumun karanlığının gerçekte benim içime ait olduğuna, ondan taşan kokuların geçmişimdeki pisliklere ait olduğuna ve kuyunun verdiği sahte huzurun kendime söylediğim kahrolası yalanların eseri, bilinçsizce kaçadurduğum lanetli geçmişimin

74


gizleyici perdesi olduğuna uyandım. Uyandığımda doktorun gözleri fal taşı gibi açılmıştı. Eminim bu kadarını o da beklemiyordu. Gözlerinden okuduğum tiksintiyi yüz misliyle, bin misliyle, milyon misliyle hak etmişim ben. Doktorun odasından götürülürken gözüm masasının üzerindeki gazeteye ilişti. Sürmanşet haberde kocaman bir fotoğrafım vardı. Yanımda da bir kadının. Dikkat kesilip altındaki yazıyı okudum: “Sokak Ortasında Vahşet! Bilinmeyen bir sebeple tartıştığı yanındaki A.O. adlı kadını insanların gözü önünde defalarca bıçaklayan M.E. halkın şaşkın ve korku dolu bakışları arasında tutuklandı. İşlediği cinayetten sonra olduğu yerde kalakalan M.E.’nin yüzündeki gülümseme, bu vahşete tanık olanları iliklerine kadar titretti. Haberi 3. sayfada” Gazetede fotoğrafı olan kadını da kuyuda görmüştüm. Ama onun kanlara bulanmış halini anlatamayacağım.

Bülent SABIRLI


ELMANIN YARISI

Benliğine hâkim olan panik durumunu yavaş yavaş atlatıyordu. Sonunda az da olsa mantık baskın gelmeye başlıyordu. Önce telefonla polisi aradı: “Alo. Merhaba.” Sesinden, bir türlü bastıramadığı heyecanı anlaşılıyordu. Solunum cihazı kullanıyormuş gibi, nefes alış verişleri telefondan net bir şekilde duyulabilirdi. Bu da yetmiyordu; her an saçmalayabilirdi. Hem de her konuda. “Şey… Ben… Ee… Bana yardım edin… Lütfen…” Ahizenin diğer tarafındaki memur hayatından sıkılmıştı. Telefon çaldığı vakit içini bezgin bir şekilde çekmiş, karşısında afallamış gibi görünen bu genç hakkında içinden ‘gene azıtıp duruyorlar,’ diye geçirmişti. Sanki daha güzel bir eş, daha fazla maaş, daha iyi bir ev ve araba istiyor, ama bunlar bir türlü olmuyordu. Bunca yıl çalışmasına rağmen büyük haksızlığa uğramıştı ve görünen oydu ki, umut ışığı yoktu. O derece sıkıntılıydı. “Size nasıl yardımcı olabiliriz?” Cümle çok yardım severdi. Bir de adam öylesine sormasa. “Ee… Şey… Bilmiyorum ki…” Genç adam gerçekten de bilmiyordu. Ne diyeceğini, ne yapacağını. Aldığı ilk ve tek karar polisi aramaktı. Ya sonrası? Bilmiyordu. Öylece etrafına bakındı. Sesi titrekti. Heyecanını gizleyemeyen çömez bir öğrenci gibi. “Ee… Ne bileyim… Aslında… Gerek olur mu ki… Şey… Buraya polis gelse falan olmaz mı? Aklıma… Başka bir şey de gelmiyor ki… Hem… Neyse…” Ahizenin diğer ucundaki adam sessizliğini bir süre korumuş, şöyle düşünüyordu: Salak mı bu adam? Polise ihtiyacı var. Madem öyle, neden o kadar sakinsin? Veya tersten sorayım: Madem bu kadar sakinsin, polise neden ihtiyacın var? Yok, hayır. Bu herif kesin o şaka yapan salaklardan biri. Veya içkili, ot çekmiş falan. Hepsi geri zekâlı bunların. Adam bu düşüncelerine rağmen işini yapacak kadar ‘profesyoneldi’: “Peki. İsim ve adres alayım?”

76


Genç adamın kafasındaki düşünceler çok kısa bir süre süzgeçten geçti, genel mantığı ve zekâsıyla kendince koşulları öngördü ve tarttı. Ve bir şekilde kararını verdi: Böyle olmayacak. Nedeni ise basitti: Eve dönemem. Dönsem bile polisler gelene kadar beni kesin bulur. Olmaz. İzimi kaybettirmeliyim. Yapmış olduğu patavatsızlığa aldırmayarak telefonu kapattı. Polis kim bilir kendisi için ne küfürler ediyordu. Olsun. Önemli değildi. Sonra daha gerçekçi bir şeye karar verdi: Direkt polis merkezine gidip derdini orada anlatacaktı. Evet. Kendisi gibi konuşan ve kendisine benzeyen adam nereden bilebilirdi ki? Rahat rahat derdini anlatırdı, polisler de o manyak ile ilgilenirdi. Çok akıllıcaydı bu. Hayat ne de güzeldi. Ani bir karar vermiş olabileceğini düşündü: Yahu, acele mi ettik acaba? O kadar bekledim, polisleri de beklerdim en azından. Ne bileyim… Ama kafasındaki kurnaz mekanizma hemen durumu düzeltti: Gerçi, manyak her türlü buluyor beni. Polislerden korkar belki. Ne bileyim. Ben olsam korkardım. Bir dakika… Ya polisler ondan korkarsa? Ben olsam korkmazdım. Aman, neyse be. Santralin düşmesini bir daha bekleyemem. Taksim meydanında durmuş, öylece bakıyordu. Akşamın gelmesiyle birlikte, gece hayatına akan insan kalabalığı meydandan İstiklal caddesine doğru ilerliyordu. Metro durağının girişinde her zamanki gibi karınca yuvasına benzer bir kalabalık vardı. Yoğun trafikten dolayı hareket edemeyen arabaların korna sesleri genel gürültüyü bastırmakla kalmıyor, arttırıyordu da. Üzerindeki paniği henüz tamamen atlatamamıştı. Adamı karanlıkta silik bir şekilde görünce kalbi küt küt atmaya başlamıştı. Metroya binene kadar bir sürü insana çarpmıştı. Aksiyon filmlerindeki gibiydi. Ya, evet. Ben de Bruce Willis’im. Oscar alacağım, falan. Elleriyle yüzünü sertçe ovuşturdu. Kendini bitkin hissediyordu. Soğuk bir duş ona iyi gelebilirdi. Telefon kulübelerinin arkasındaki duvara yürüdü ve yaslandı. Yukarı baktı. Göğün karanlığı onu kucaklıyordu. Kendini koca bir düşünceler denizinde hissetti. Zihnindeki karmaşık şeyler bir nebze şekle büründüler. Ve o sırada kararını verdi: Polise gidecekti. Derdini yüz yüze anlatmalıydı. Yoksa öbür türlü olmayacaktı. Bildiği en yakın polis merkezi Beyoğlu’ndaydı. Evet. Güzel. Acele etse fena olmazdı. Kız arkadaşı bekleyebilirdi. Yürümeye başladı. Kalabalığın arasına girdi. Çevresindeki her esmer, uzun boylu, kendisi gibi montlu kişiye istem dışı bir şekilde bakıyordu. Paranoyakçaydı bu. Derken... Duraksadı. Unutmaması gereken ama unuttuğu bir şey son anda aklına gelir gibi, bir şeyi idrak etti: Polisler ona nasıl inanırlardı? Ya dediklerini bir şekilde ispatlayamazsa? Ya nezarete tıkarlarsa? Ya işler iyice karışırsa? Ne yapacağını bilemeden kalabalığın ortasında öylece durdu. Cep telefonu çaldı. Arayan kız arkadaşıydı. İyi bir zamanlamaydı. Oh be. “Cesur? Neredesin?” “Şey… Ben meydandayım. Ee…” Ne diyeceğini bilemedi. Ama bir yandan da rahatlamıştı. Kız hâlâ güvendeydi. Bir şeyleri henüz çakmamıştı. Kızın sesinde sabırsızlık ve kızgınlık vardı. “Bekle o zaman. Geleyim.” “Ha, yo, hayır gelme sakın.” Cesur boğuk sesini birden yükseltti ve panikle itiraz etti. Sonra durdu, düşündü: Kıza anlatırsa iyi olacaktı. Belki çok daha mantıklı bir fikir verirdi. Hem, böyle gizemli cevaplar vermeyi fazla sürdüremezdi zira kızın merakı ve kızgınlığı artıyordu. Polise ikisi giderlerse belki daha inandırıcı olurdu. Derdini daha iyi anlatırdı. “Yok, vazgeçtim,” dedi. “Tamam. Meydanda buluşalım. Metronun girişinde. Tamam mı?” “Tamam, ama lütfen gelmeden bir daha arama.” O anki panikle ve kafa karışıklığıyla kızın ne demek istediğini anlamadı. Bir an evvel yanına gelmesini istiyordu. “Tamam, tamam. Hadi.”


*

*

*

Yirmi dakika sonra metronun girişinde buluştular. Birbirlerine sarıldılar. Sonra kalabalığın arasından geçip meydanın dışına, daha tenha bir yere yürüdüler. Kız ona baktı. “Ne oldu? Hastalandın mı?” Cesur bu yoruma şaşırdı. “Yo, ne oldu ki?” “Bitkin görünüyorsun da… Sesin kötü. Biraz da solgun gibisin.” “Bir şeyim yok valla.” Cesur omuzlarını silkti ama üzerinde bir ağırlık vardı. Günlerce uykusuz kalmıştı sanki. Midesindeki şişkinlik hissi de henüz geçmemişti. Bir sodaya ihtiyacı vardı. Yüzünün ne kadar asık olabileceğini tahmin edebiliyordu. Kızın gelmesiyle rahatlasa da, üzerindeki negatif enerji ve ne yapacağını bilememe hali henüz geçmemişti. Belki de hiç azalmamıştı. Bekleyişi sanki saatlerce sürmüştü. O geçen sürede paranoyak halinden pek sıyrılamamıştı: Herkese bakıyor, gözlerin devamlı üstünde gezindiğini seziyordu. Bir süre bunu umursamamayı düşündü ancak sezgileri inatla onu uyarıyordu. Ya o adam yine karşısına çıkarsa? Ya tekrar ararsa? Bu düşünceler beynini kemirip durmuştu ama şükür ki böyle bir şey gerçekleşmemişti. Buna rağmen dakikalar boyunca ölüp ölüp dirilmişti. Yürürlerken sessizliğini korudu. Sonunda durakların arkasındaki Gezi Parkı’na girdiler, tenha bir yerde durdular. Kız dayanamadı, sordu: “Ne oldu? Kötü bir şey mi oldu? Neden moralin bozuk? Niye beni arayıp durdun?” Cesur yere bakıp duruyordu. Morali bozuktu ve nasıl anlatacağını, ondan da önce, tam olarak neyi anlatacağını bilmiyordu. Fakat son soruyu duyunca bakışlarını kaldırdı, kıza şaşkınlıktan çok ürkek bir ifadeyle baktı. Arayıp durmak? Tam ne demek istediğini soracaktı ki, vazgeçti. Her şeyi berbat ederdi. Onun yerine hızla düşündü: Adam beni aradığı gibi onu da aramış. Acaba ne dedi? Görünen o ki, henüz bir şey anlatmamış… Tereddütle yere baktı, tekrar kıza baktı. Aslı sabırsızca “Anlatıyor musun? Yoksa gideceğim,” dedi. Cesur bunun üzerine hızla ellerini kaldırdı. “Tamam, tamam. Anlatacağım.” Derin bir nefes aldı. “Bana benzeyen bir adam var. Şey oldu… Akşam uyuya kaldım, uyandım, dişimi falan fırçaladım. Sonra… Evden çıkarken…” Bir yandan anlatıyor, bir yandan da tüm olay detaylarıyla aklından geçiyordu. “Yerde kan gördüm. Halıda. Eve geldiğimde bir şey yoktu. Kana baktım. Çok kurumamıştı. Sonra soyundum, çevreme baktım. Sonra… Başımın arkasında… Yara vardı. Kan oradan akmıştı. Ve ne gariptir ki, dokunmadıkça acıyı hissetmiyordum. O da çok azdı.” Cesur konuşurken sesi giderek boğuklaşıyor, detone bir hal alıyordu. Boğazını temizledi, kızın tepkisini ölçmek için yüzüne baktı. Aslı’nın yüzünde hem korku, hem merak, hem de inanamama vardı. Korkuyla kaşlarını büzmüş, inanamayarak dudaklarını bükmüş, merakla da gözlerini kendisine odaklamıştı. Cesur biraz toparlanır gibi oldu. “Neyse işte. Sana gelmek için evden çıktım. Yolda yürürken beni biri aradı. Evden… İnanabiliyor musun? Evden! Kendi evimden! Ve arayan adamın sesi benimkiyle… Aynıydı! Tipi bile! Adam sanki ikizimdi!” Sonunda Cesur dayanamamış, bağırmıştı. Kendi bağırışını heyecanlı bir homurtu olarak duyduğu vakit irkildi ve çevresine baktı. O manyak… Her an her yerde olabilirdi sanki! Aslı inanamadan sordu. “Aynı mıydı?” “Evet! Aynımdı! Birebir... Ben…” Cesur daha fazla direnemedi ve yılgın bir şekilde yere

78


oturdu. Uzaktan gören, kızın ayrılmak istediğini ve çocuğun buna dayanamadığını tahmin edebilirdi ama çocuk için bu durum bile en az bir o kadar sıra dışıydı. “Ne yapacağım?” Sesi isyankâr bir şekilde çıkmıştı. Haksızlığa uğruyordu sanki. “Belki karanlıkta öyle gördün. Belki bu bir şakaydı.” Kız yavaşça eğilip elini çocuğun omzuna koydu. Az önceki sabırsız tavrının yerinde bir… Acıma belirmişti. Ve merhamet. “Ne bileyim… Ne kadar emin olduğun öneml…” Cesur bağırarak kızın lafını böldü. “Seni ben aramadım! Son bir saattir dışarıdayım. Kafayı yiyorum. Seni arayan oydu. Ben değil! Kontörüm bitti zaten!” Kız buna inanmadan “Hayatım,” dedi. Sanki bir çocuğa anlatıyordu. Ses tonunu dikkatlice ayarlamıştı. Eli hâlâ omzundaydı. “Beni sen aradın. Senin sesindi. Yuh. O kadar da değil yani.” Cesur bağırarak “Değildim yahu!” dedi. Sinirlenmeye başlamıştı. Silkindi, ayağa kalktı. Kız da bunun üzerine aynı şekilde, bağırarak karşılık verdi: “Sendin be! Buluşacağımızı söyledin hatta!” Sustu. Cesur cevap vermeyince devam etti. “Manyak mısın ya? Kafayı mı yedin? Kim olabilir lan başka? Mantığa dayanıyor mu bu dediklerin? Akıl var nizam var.” Kız inatla önünde duruyor, kendisine bakıyordu. Cesur ise melankolik bir âşığı andırırcasına, birden şaşkın bir şekilde uzaklara dalıp gitmiş gibiydi: Adam sadece bana benzemiyor… O aynı zamanda… Benim… Aynım!

*

*

*

Meydandaki gürültüler şimdi çok azdı. Şehrin merkezinde olmalarına rağmen hoş bir sessizlik onları sarmıştı. Yaprakların hafif hışırtısı kasvetli düşüncelerini bastırabilirdi. Ama öyle olmadı. Cesur sessizliğe bürünmüş, artık hissedilir bir şekilde ağrımaya başlayan eklemlerine rağmen dimdik duruyor ve bu arada sürekli düşünüyordu: Manyak adam kızla buluşacağını biliyordu. Çünkü öyle planlamışlardı. Kızı o yüzden aramıştı. Evdeyken de cebini rahatlıkla aramıştı. Kendi numarası da ezberindeydi çünkü. Hatta gideceği yolu bile bildiğinden dolayı koşmuş ve metroya girmişti. Peki… Neden? Neler oluyordu? Bu mantığın farkına varmasıyla kafasındaki soru işaretleri şimdi belli bir noktaya odaklanıyordu. Aslı’yla göz göze geldi. İkisinin de birbirlerine olan sinirleri geçmişti. Anlatmaya kaldığı yerden devam etti. Başının arkasındaki yarayı kolonyayla silmiş, halıyı elinden geldiğince temizlemiş, sonra da evden çıkmıştı. Kız arkadaşını evinden alacak, Taksim’de bir yere gideceklerdi. Caddeye çıkmış, metro durağına yürürken cep telefonu çalmıştı. Kendi evinden biri onu arıyordu. Arayan o manyak adamdı; Cesur ile görüşmek istiyordu. Cesur’un şaşkınlıkla ilk tepkisi telefonu adamın yüzüne kapatmak ve bunun bir şaka olduğunu düşünmek olmuştu. Ama… Adam tekrar onu aramış ve pişkince sormuştu: “Telefonunda nereden aradığım yazmıyor mu? Evindeyim işte? Sence niye? Hırsız mıyım? Hırsız soyduğu adamı arar mı be? Hem arayacak kadar salak olsam dahi, numaranı nereden bileceğim?” Cesur, adamın dediklerini anlamadan kaldırımın ortasında öylece kalmıştı. Manyak adam sözünü sürdürmüştü. “Sana anlatacağım şeyler var. Görüşmemiz gerek. Neredesin?” Cesur soruları umursamamış, korkuyla duraksamış, ardından da sormuştu; korkuyordu, çünkü… Sesimiz yoksa aynı mı? “Kimsin sen? B… Beni nereden tanıyorsun?” Adam soruyu önemsemiyordu. Rahattı. “Telefonda olmaz. Görüşmemiz gerek. Şu an neredesin?” Evet. Sesleri aynıydı. Manyak adam telefon bir kez daha yüzüne kapandıktan sonra


tekrar aramıştı. Cesur çalmasını uzun uzun kayıtsızca izlemiş, sonunda heyecanına yenilip telefonu açmıştı. Bunun üzerine manyak adam “Oğlum, bak,” demişti. Sesinde biraz sabırsızlık sezilse de hâlâ rahat, biraz da dalga geçer gibi konuşuyordu. “Dışarıda bir yerlerde olduğunu biliyorum. Zorlaştırma işimi. Sana anlatayım, sonra ne yapacaksan yap. Sıkılıyorum.” “N… Ne anlatacaksın?” “Nerede olduğunu söyle, geleyim. Böyle konuşamayız.” Cesur telefonu tekrar yüzüne kapatmış, metro durağına hızla yürümeye başlamıştı. Adam belki de hırsızdı. Blöf yapıyordu. Bilemezdi. Kızın evine gidip polise haber verecekti. Evet. Kararını hızla vermişti ama içinde korku ve onun devamı olarak, aksi bir heyecan dalgası da hissediliyordu. Metronun turnikelerinden geçti, yürüyen merdivenlerden inerken arkalardan bir bağırış duydu. Arkasına baktı ve… Sanki bir kavga vardı. Yo, hayır, biri koşuyordu. Koşarak basamakları iniyor, insanları ittiriyor, insanlar da ondan kaçışıyordu. Ve adamın kıyafeti kendisininkiyle aynıydı. Cesur daha fazla bakamadı; içinden bir his iki şey yaptı: Adamın kendisini arayan kişi olabileceğini düşünmesine neden oldu ve ona aynı ses ile aynı kıyafetli olan bu kişiden kaçmasını, sadece kaçmasını söyledi. Ve o da koşarak merdivenden inmeye başladı. En aşağı vardığında bir metro durağa varmıştı. Yolcular inip biniyorlardı. Nereye gittiğine bakmadan metroya koştu, içeri girdi. Kapı kapanmıyordu. Bekledi… Bekledi… Hadisene be! Kapan! Hadi! Sonra kapının kapanacağına dair sesi duydu, kapı kapandı, metro ilerlemeye başladı. Derin bir nefes aldı. Ve sadece bir anlığına camdan dışarıya, durakta koşan adama kayıtsızca bakıverdi: Adam kendisi gibi giyinmekle kalmamıştı, saçları ve yüzü de kendisininki gibiydi. Kendisine çok benziyordu. Çok. Gitmesi gereken yönün tersi yönündeki metroya binmişti. İlk durakta indi, Taksim metrosuna bindi. Olayın şokunu yeni yeni hissettiği ve paranoyakça etrafındaki herkese bakmaya başladığı ilk andı. Kızın evine gitme kararı kafasından silinmiş, gitmişti. Mantık yürütemiyordu. Düşünemiyordu. Bir mumya kadar beyinsizdi. “Seni arayan da oydu,” dedi sonunda. Kız yüzünü buruşturmuş, dediklerini dinliyordu. “Sana ne dedi?” diye sordu kıza. Aslı o halinden pek sıyrılmadan “Orada kal, yanına geliyorum, dedin. O kadar,” dedi. Sonra düzeltti. “Dedi, yani. Evden çıkmamamı… Söyledi.” Sonra yüzünde düşünceli bir durgunluk belirdi. Cesur anlık, çocukça bir heyecanla “Seni benim evden mi aradı?” diye sordu. “Nerden bileyim? Evi aradı sonuçta. Sormadım da.” Cesur kendince mantık yürüttü. “O zaman burada olduğumuzu biliyor. Belki de seni takip etti. Gel. Polise gidelim.” Genç adam aceleyle kızın elini tuttu. Polise baştan sona kıza anlattığı gibi anlatacaktı. Sapığın teki falansa mutlaka ortaya çıkardı. Belki ilk andaki panik halinin etkisiyle, polislerin kendisine inanmayacağını düşünmüştü ama şimdi elinde başka bir seçenek yok gibiydi. Parkta yürümeye başladılar. Kimse yoktu. Sadece ilerilerde banklarda oturanlar vardı. Derken bir ağacın üstünden bir yerlerden önlerine biri atladı. Kendisi! “Hop! Dur bakalım,” diye bağırdı. Evet! Metroda gördüğü gibiydi. Kendisiydi! Aynılardı! Sesi gibi, görünüşleri de tıpatıp benziyordu! Gerçekti! Ama… Neden? Cesur kaskatı kesilmişti. Kendisine bakıyordu. Kendisiyle bakışıyorlardı. Kıpırdamadan duruyorlardı. Karşısındaki kendisi gözlerini nispeten düşünceli bir şekilde kısmıştı. Bir şeyleri tartıyordu sanki. Kızın tepkisi ise önce karşısındaki Cesur’u görmek, sonra da tam yanındaki Cesur’a

80


dönüp bakacakken… Yere yığılıp kalmak olmuştu. * * * Cesur, kız arkadaşı önünde yere yığılınca ne yapacağını bilemeden, öylece kaldı. Kızı kucağına alıp bir yere götürmeyi düşündü ama yapamadı. Gözlerini kendisinden alamıyordu. Karşısındaki Cesur’dan. Karşısındaki Cesur da kendisine buna benzer bir şaşkınlıkla, ama biraz da yadsınamaz bir ilgiyle bakıyordu. Cesur karşısındaki kendisini görünce ağrıyan eklemlerinin dışında bacaklarının titrediğini de hissedebiliyordu ama bir anda birçok şeyle yüzleşmiş olmasından gerek, biraz rahatlamıştı. Artık soracağı sorular belliydi. Düşüneceği şeyler de belliydi. İhtimaller de belliydi. Onu bu kadar ürküten şey tam anlamıyla korku değildi. Bilinmezlik ve heyecan da vardı. “Niye kaçıyorsun oğlum benden? Ben olduğumu anlamadın mı?” Karşısındaki kendisi birden konuşmuş ve düşüncelerini bölmüştü. Cesur ne diyeceğini bilemeden, sadece ona baktı. Kendi sesini bu kadar canlı bir şekilde duymasıyla tüyleri diken diken olmuştu. Ama… Biraz silik mi görünüyordu, ne? “Telefonda sesimi anladın işte. Daha ne kaçıyorsun ki? Ben olduğumu anladın. Üstelik konuşacağımızı söyledim. Başka bir şey demedim ki. Akşam akşam koşturup durdun adamı.” Cesur bir kez daha şaşırdı. Tavırları bile aynıydı. Yutkundu. Bir şeyler demesi gerekiyordu. “Benden ne istiyorsun? Manyak herif!” “Önce şu kızı bir banka yatır.” İkisi de Aslı’ya baktılar. İkisinin de kız arkadaşıydı sonuçta. Karşısındaki Cesur en yakın banka doğru yürüdü, durdu ve dönüp ona baktı. Kendisi de kızı kucağına aldı, gözlerini bir an olsun diğer Cesur’dan ayırmadan banka yürüdü ve kızı bıraktı. İlk defa diğer Cesur’a bu kadar yaklaşmıştı. Eğer bu adam gerçekten kendisiyse, pek kavgacı biri olmasa gerekti. Konuşarak onun hakkında öğrenmesi gerekeni öğrenebilirdi. Aynı şekilde karşısındaki Cesur da benzer şeyleri düşünüyor olabilirdi. Tekrar birbirlerine baktılar. Karşısındaki Cesur biraz silik görünüyordu gerçekten. Dayanamadı, sordu. “Nesin sen? H…H… Hayalet mi?” Kendine hâkim olamamış, kekelemişti. Karşısındaki Cesur “E… E… Evvv… Evvvettt… t… t!” dedi. Güldü. Kendisinin aksine, son derece rahattı. “Şimdi mantıklı düşün: Eğer telefonda bunları anlatmaya kassaydım anlatacak mıydın? O yüzden zırt pırt seni arayıp neredesin diye sordum. Biraz mantıklı ve empatik düşün yani. Biraz. Fazlasına gerek yoktu.” Cesur cevap veremedi. Belki paranoyaklığı ve panik hali geçmişti ama beynindeki düşünceler halen düğüm halindeydi. Bunu fark eden diğer Cesur “Hayaletim,” dedi. “Senin hayaletinim.” Cesur, iğne batırılmış gibi irkildi. “Ne demek o be?” Konuşurken sesi titremişti. “Hayaletinim senin. Öldün oğlum sen!” Diğer Cesur’un dalga geçer hali değişmiş, yerini ciddiyete bırakmıştı. “Öldün. Ben de senin ruhunum. Aynı şeyiz biz. Birleşmemiz gerek.” Ama Cesur inatla konuşmuyor, kaskatı kalmış, bakmayı sürdürüyordu. Bunun üzerine diğer Cesur sordu. “Öldün dediğime bakma. Düzelecek işte. O yüzden geldim buraya. Baştan başlayalım: Akşam ne yaptın? İlk olarak. Eve gelince.” Beyni boşaltılmış gibi, Cesur boş boş ona baktı. Akşam ne mi yapmıştı? “Öldüm mü?” Diğer Cesur yarı sabırsızlık yarı sinirle “Oğlum unut onu,” dedi. “Unut onu. Halledeceğim işte. Akşam ne yaptın? Ha?”


Cesur kendini düşünmeye zorladı. Kekeleyerek “Y…Yüzümü y…yıkadım…” “Ondan sonra.” Diğer cesur elini sabırsızca salladı. “T…Televizyonu… Aç… Açtım.” “Ondan da sonra.” Cesur zorlanarak hatırlamaya çalışıyordu. “Ee… Uyudum?” dedi. “Hah!” Diğer Cesur iki elinin işaret parmağını kendisine kaldırdı. Kurbağa büyüsü yapmak isteyen bir şapşal bir sihirbaz gibi. “İşte. Salaksın sen, çünkü nasıl uyuduğunu hatırlamıyorsun. Söyleyeyim o zaman: Ayakta uyudun. Duvara yaslanıp televizyona bakarken. Zaten kestirmeyi düşünüyordun. Al, kestirdin işte. Ayakta uyurken haliyle dengeni kaybettin ve sehpaya Brezilyalı bir futbolcu gibi ters bir kafa attın. O anda öldün.” Sonra kaşlarını kaldırıp indirdi. Ve, sonuç. Cesur birden kendine gelmiş gibi “Şimdi neyim o zaman, Einstein? Ne işim var ayakta? Son derece yaşıyorum ben,” dedi. Kelimeler ağzından birden çıkmıştı. O bile şaşırdı. “Ölü bir bedensin sen. Ben de ruhunum.” “Belki ben ruhum da sen bedensin?” Diğer Cesur güldü. “Ah, Newton, madem öyle neden beni hayalete benzettin? Ve yine madem öyle, neden herkes sana tip tip bakıp duruyordu? Aslı da dâhil.” İkisi tartışmayı bırakıp kıza baktılar. Kız umursamaz bir rahatlıkla uyuyordu sanki. Tekrar birbirlerine baktılar. “Neyse,” diye devam etti diğer Cesur. “Şu an karşında kendin olarak ben duruyorum. Ve bu bir sorun değil ama dediklerim sorun, öyle mi? Pes diyorum o zaman. Helal olsun. Ama tekrarlıyorum ki o boş beynine girsin: Sen cesetsin. Ben de ruhum. İkimizin birleşmesi gerek.” “Ya. Nasıl olacakmış o?” Cesur halen ona inanmıyordu. Ama farkında değildi; mantıklı düşünme yetisini kaybetmeye başlıyordu. Diğer Cesur “Bilmiyorum,” diye omuzlarını silkti. “Azrail ‘sarılır gibi yapın işte, olur,’ demişti. Cesur afallayarak “Azrail’i mi gördün?” diye sordu. “Evet.” Diğer Cesur çok normal bir şekilde cevap vermişti. Sonra sitemle ekledi. “Ulan ölüyüz diyoruz, şu sorduğun soruya bak.” “N… Ne zaman gördün be?” “İşte sen, sevgili zeki insan, ayakta uyuyup sehpaya başını çarpınca haliyle ben de şuurumu kaybettim. Sonra uyandım, bir baktım tepemde duruyor. Elini bana uzatmış. Hani filmlerde, çizgi romanlarda olur ya, aynı onun gibi oğlum. Yeşil gözleri parlıyordu. Gerçi kafasındaki şey yüzünü kapatıyordu bayağı. Böyle… Darth Sidius gibi. Veya belki de yüzü hiç yoktu. Neyse. Koluma girdi, uçmaya başladık. Duvarların arasından geçtik falan. Üst komşunun evini hayatımda ilk defa gördüm böylece. Sonra gökyüzünde bulduk kendimizi. Soru soramadım. O derece şaşkındım. Google Earth’den bakar gibiydi. İstanbul aşağıdaydı. Neyse, sonra bulutların arasına girdim ve puf.” Ellerini çırptı. “Bir odadayım. Devlet dairesi gibi bir yerdi. Hemşireler gibi beyaz elbiseler giymiş birkaç acayip güzel kadın. Görmeliydin abi! Bildiğin cennetti oğlum işte!” Diğer Cesur garip bir coşkuyla anlatıyordu. Yüzünde geniş bir gülümseme vardı. “Bence çok şey kaçırdın,” diye devam etti. “Kadınlardan biri telefonlara bakıyordu, biri dosyaları karıştırıyordu, biri de masada, bilgisayar başında oturuyordu. Adımı sordu, söyledim. Bilgisayardan baktı. Azrail de o sırada yanımızdaydı. Baktı kadın, sonra bana ‘Senin vaktin henüz gelmemiş ki,’ dedi. Anlamadım. Sanırım sonra ölmem gerekiyormuş. ‘Kayıtlarına baktım,’ falan dedi. Azrail’le konuştular. Sonra Azrail bana baktı, ‘Geldiğin yoldan dön, bedenini bul önce,’ dedi. Seni bulacağım sırada sen de böyle zihin gibi bir şey kazanacakmışsın. Sonra da birleşip yeniden dirilecekmişiz.” Cesur öylece konuşan kendisine bakıyordu. “Dediklerinden bir halt anlamadım.” Sadece

82


Azrail’i duyduğuna şaşırmıştı, o kadar. Gerisi ne demekti, bilmiyordu. “Of, tamam. Dur öyle. Kollarını aç.” Diğer Cesur sabrını neredeyse tamamen yitiriyordu. Ancak Cesur hâlâ inanamadan, öylece kaldı. O sırada kızın dudaklarının arasından umursamaz bir horultu işitildi. Diğer Cesur karşısındaki kendisinin öyle durması üzerine aceleci bir edayla “E, hadi,” dedi. “İyileşeceksin oğlum, daha ne. Hadi.” Sonra eliyle acele etmesini işaret etti ve ona yaklaştı. Tekrar hareket etmediğini görünce “Oğlum, bak,” dedi. “Azrail dedi diyorum. Yaşamak istiyor musun, istemiyor musun? Benim için böyle rahat. Çok hafifim. Sanki beş kiloyum. Görünmez olamıyorum, tamam ama bazen saydam olup cisimlerin içinden geçebiliyorum. Yeni keşfettim daha doğrusu. Seninse şu haline bir bak. Ölüp bakteri olacaksın. Bir işe yaramayacaksın yani. Hem biz bir elmanın iki yarısıyız, oğlum. Birleşmemiz, bütün olmamız gerek. Hadi.” Cesur ne yapacağını bilemeden, öylece durdu. Sonra koşmaya başladı. Parkta öylesine koşuyordu. Gerçekten de beyinsiz gibiydi. Amaçsızdı. Diğer Cesur arkasından “Biz bir elmanın iki yarısıyız dedim!” diye bağırdı. Sonra kendi kendine öfkeyle söylendi. “Aptal! Et parçası işte. Ne anlar ki estetikten.” Arkasından koşmaya başladı. Cesur sanki bedeni uyuşmuş gibi, tökezleyerek ilerliyordu. Kaldırım taşlarını geçti, çimlik alandan ilerledi. O sırada oradaki az sayıdaki insanlar bir ona, bir de arkasından hızla gelen adama merak ve temkinle bakıyorlardı. Diğer Cesur gerçekten de çok hızlıydı. Belki de defalarca kez. Koşarak insanların yanından geçti, bedene yaklaştı ve Süpermen gibi kollarını ileri kaldırarak ona doğru atladı. “Elmanın iki yarısıyız demiştim,” diye hırladı. Ve sonra… Beden ve ruh birleşti, bir an Cesur sanki elektrikli işkenceye maruz kalır gibi ayakta titredi; garip bir tür yerli dansıydı sanki. Çevresinde toplanan insanlar şaşırarak ve anlamadan seyrediyorlardı. Ağzından kelimeler anlamsızca döküldü, ağzından kuduz olmuş biri gibi tükürükler saçıldı. Salak bir kukla taklidi yaparcasına elleri, kafası sallanıyordu. Gözleri sanki az kalsın yuvalarından fırlayacaktı. Sonra bir balerin edasıyla dönerek çimlerin üstüne yığıldı kaldı. Son bir kez daha titredi.

*

*

*

Ertesi sabah Aslı’nın evinde uyandılar. Salonun ortasında, yerdeydiler. Üstlerini bile değiştirmemişlerdi. Saat akşamüstüne geliyordu. Yine de kendilerini bitkin hissediyorlardı. Gece nasıl geçmişti? Hatırlamıyorlardı. Hatırlanmayacak kadar hızlı, eğlenceli olabilirdi. Cesur akşam işten çıkıp kızı almaya gittiğini hayal meyal hatırlıyordu. Sonrası ise anlamsızdı. Muhtemelen içkiyi fazla kaçırmışlar, sarhoş bir şekilde evin yolunu bulabilmeyi başarmışlar, kendilerini yere bırakmışlardı. Genç adam yattığı yerde doğruldu ve kıza “Ee, bugün nereye gidelim?” diye sordu. “Param bitti.” Kız da doğruldu. “Uykumu da alamadım.” Sonra esnedi. Cesur kızın da kendisi gibi olduğunu tahmin edebiliyordu. “Ben de.” Kollarını açtı, gerindi. İnler gibi bir ses çıkardı. Dirseklerinde ve dizlerinde ezilmiş çimden dolayı yeşillikler vardı. “Uykumu hiç mi hiç alamadım,” dedi. “Ayakta bile uyuyabilirim.” Güldüler.

Volkan Levent SOYLU


DERTLEŞME

Sessizliğin refakatinde geçti esas duruşta duran ağaçların arasından. Büyük bir ordu gibi duruyordu ağaçlar. O ise bir general gibiydi aralarında yürürken. Sanki hepsini denetliyordu; ama hiçbirinin farkında değildi. Güneşin ufku yarıp geçtiği noktaya doğru gidiyordu yolu; fakat ipek çarşaftan deniz kesti yolunu. Denizin hafif öpücükler kondurduğu, sevişmeye doyamadığı, bazen ateşli, bazen de – şimdiki gibi – yavaştan seviştiği kumsala oturdu. Ayakkabılarının zindanından serbest bıraktığı ayaklarına sular değiyordu. Kahverengi gözleri yakın görünen uzaklara bakıyordu özlemle. Ağırca esen rüzgâr yüzünü yalayarak saçlarına ulaşıyor ve onlara vals yaptırıyordu kendi ıslığı ile. Siyah, ince saç tellerinin dansı… Yürüdüğü o sert asfalttan ve ağaçların kökleriyle sertleşmiş topraktan sonra iyi gelmişti kumların yumuşak tavrı. Onun bastığı yerlerde gülerek oynaşıyorlardı. Bir anda bir eksiklik hisseder gibi oldu; fakat uzun sürmedi bu his. Köpeği gelip yanı başına oturmuştu. Şimdi tamamdı her şey. Onu içine alacak bir mekân ve bir dost. Başka neye ihtiyacı olurdu ki insanın kendini kabul eden bir diyar ve derdini dinleyecek bir dosttan başka? Cevap vermese de olurdu dostu dinlese yeterliydi. Şimdiye kadar kimden ne duymuştu ki yüreğinin depremlerine merhem olacak? Aklından geçmeyen ne söylemişti birileri ya da kim onu o huzursuz uykularından alıp bebekler gibi sallamıştı beşiğinde? Hiçbir söz panzehir değildi umutsuzluğuna. Bir insana ancak yüreğini boşaltacak bir kap gerekir ve o kapta sadece dinleyen biridir. — Neler öğrendim insanlardan bir bilsen dostum. — Hav. —Ya sen de öğrendin değil mi? Haklısın. Az uğraşmadım tuvaletini nereye yapacağını öğretene dek. Çok şey öğrendim ve bunlardaki yanlışları göstermek istedim onlara. Benim de yanlışla-

84


rım vardı ve hâlâ öğrenmem gerekiyordu birçok şeyi de. Sabretmediler. Öğretmek istemediler daha fazla. Nedendir bilinmez insanlar sen doğduktan sonra bir şeyler öğretmek için yarışırlar da belli bir yıldan sonra bırakırlar öğretmeyi. Oysa babasına durmadan soru soran çocuk kadar öğrenmeye muhtacım hâlâ; ama dayanamadılar anlatmama. Oysa sadece daha güzel olsun istedim dünya. Sadece yemesinler birbirlerini de ben ve ardımdan gelen çocuklar daha çok şey öğrenelim istedim; ama anlamadılar. Aslında ben de pek sabırlı davranmadım onlara. Görülecek o kadar eksik vardı ki hayatımızda acele ettim, zalim davrandım. Bende de suç vardı elbet; ama öğretmediler bana iç dünyalarını. Belki de kendileri de bilmediğinden korktular bunu söylemeye. Korktular ve beni de korkutmaya çalıştılar kendimi öğrenmeyeyim diye. Hâlbuki ne gariptir kendine bile yabancıyken çocuklara bir şeyler öğretmek istemek. Sadece kendimi bulmak istedim onlarsa korktular onların kirlerini görürüm diye. Ben sadece kendi kirlerimi görmeye çalışıyordum; ama onlar o kadar kirliydi ki bende temizlik bulunmasına dayanamadılar. Beni onlar yetiştirmişti ve bilmeliydiler aslında benim de aynı kirlere sahip olduğumu. Ben sadece herkesi bilmek ve göstermek istedim herkesi kendine. Ayaklarını daha da suyun içine sokarak uzandı kumların kucağına. Köpeği de yattı tüylerini öpen rüzgârın keyfini çıkarırcasına. — Aslında sadece yazdım kalbimin elvermediği şeyleri. Okudular da yazdıklarımı. Sevdiler de en başta. Sonra birden kuyruklarına basmışım gibi geldiler üstüme. Düzelmediler. Birlik olup suçladılar beni dinsizlikle, vatan hainliği ile. — Hav, hav. — Biliyorum, biliyorum bunların hiçbiri değilim. Ben eşitçe, kandırılmadan yaşasınlar isterken onlar birlik oldular ayrışmış ve adaletsiz yaşamlarını korumak için. Aslında hak veriyorlardı bana; ama birilerinin çarkını bozdum sanırım da kışkırttı onları. İnsanlar yanlışa gitmeye ne kadar hevesli. Yıllardır can ciğer yaşadıkları komşularıyla bile ayrıştırdı bu düzen onları. Bense sadece bunu söyledim. Yalancı ulemalarına dil uzattım diye dilimi koparmak istediler vahşice. Mahalledeki şişman çocuğu oyunlarına almak istememeleri gibi çocukların, beni de dışarıda bıraktılar yaşamlarından. Ne çok şey öğrenecektim onlardan ve ne çok şey anlatacaktım daha. Gözlerini kapatıp uykuya daldı. Kalktığında güneş ufku iyice yarmış, kırmızı pijamalarını giyip uykuya dalarken ay ve yıldızlar sahneyi devralıyorlardı ondan. — Nerede kalmıştım dostum? İnsanlar diyordum. Sadece içimdeki kavgaları anlatırken iyiydim onlar için. Onlar bireysel buhranlarımı dinlemekten zevk alırken, toplumsal buhranımızı anlatmama dayanamadılar. Sanki yarattığımız bu düzenin pişmanlığıyla öyle kavrulmuşlardı ki serinlemenin tek yolu düzeni eleştirenin kanıymış gibi geldi onlara. Sarayın prensiyken dış kapıda halayık oldum onlar için. El üstünde tutulurken tekmelemek istediler beni birden. — Hav. — Sen de amma geveze çıktın dostum. Tamam, biliyorum hepsi yaptığının utancıyla yaptı bunu. Tam alışacakken yanlışların doğruluğuna ben de çıkıp yüzlerine vurdum ayıplarını. Biliyorum bunu; ama sen sus, ben anlatıyorum şimdi bunları. Yoksa bıktın mı beni dinlemekten ya da benim sana çektirdiklerim var da sen de onları mı anlatmak istiyorsun? Yok, sen yapmazsın öyle şey. Dostumsun sen benim. Sözler pek fazla parçaladı da yüreğimi ondan çıkıştım sana. Oysa sen kalbimin derinlerinden gelenleri tekrarlıyorsun. Benden farklı değil benim gibi düşünüyorsun. Ya sevdiğim?


Ona giderken kalbim yerinden çıkacak gibi olurdu. Tren saatlerini beklerken zaman hiç akmazdı da yanına vardığımda 100 metre yarışçısına dönerdi zaman. O da bırakıp gitti beni. Yanına son gidişimi hatırlıyorum: nasıl da gitmek istemiyordu bedenim. Ayaklarım zorla sürüklüyordu bu 80 kiloluk vücudu. Gittiğin yollar bazen canını yakar. Bunun olacağını bilirsin de yine de gidersin oraya. İnsanı yarım bırakmış yapan usta. İnsan da bu eksiği mutsuzlukla doldurmaya hevesli hale gelmiş nedense. Ah dostum, ne gariptir insanoğlu. Kendini kalabalıkta zanneder de sonra bir bakar yalnız başına. Trenle geçerken yol kenarında gördüğün bir ağaç gibi bulur kendini. O ağaç binlerce insan görür. Herkes gider o sabittir. Herkes gider bir o kalır durduğu yerde bir şey beklermiş gibi. Hep bir şey bekler; ama mutludur. Bir o vardır o anda dünyada bir de umutlu bir bekleyiş vardır yanında; fakat sonra anlar ki gelmez beklediği. O zaman gördüğü insanları umursamaz. Geçen insanlar da onu umursamaz zaten. Binlerce insan geçer yanından ne onlar ağacı umursar ne de ağaç insanları. Herkes tek kalır böylece. Ben de bu yalnızlığımdan korktum sanırım. Korktum ve kaçtım onlardan. Şimdi ise gördüğün gibi yalnız değilim. O koca binalar ve kalabalığın arasında orada değilmiş ve yalnızmış hissini yaşarken burada beni kabul eden bir mekân ve dinleyen bir dost var yanımda. Yakamozu izlemeye başladı ve bir süre sustular. Sessizliği köpek bozdu. — Hav. — Evet, haklısın. Burada sonsuza dek kalamayız; ama kalabileceğimiz kadar kalalım hiç olmazsa. Yoksa üç oda, bir salon evimize mi kapanalım tekrar? Burada beynimiz dubleks ev misali. Rahatça dolaşıyoruz odalarımızda. Uyuduğumuz yer kımıldayan ve güzel kahkahalar atan kumlar. Oysa ne kadar rahatsız buranın yanında yataklar. Karnımız acıkınca gideriz tekrar nefretle bakan yüzlerin arasına. Şimdilik bırakalım hayallerimiz de mutlu kalsın.

Müslüm YÜNSAL

86


HERKESİN YOKLUĞUNDA KENDİNDEN KAÇIŞ

Birkaç adam öldürdüm daha geceye varmadan gün, sabah leşimi topladı Tanrı kurşuna dizdiğim yokluğumla. Sanırım içimdeydi o adamlar boşaltıyorlardı beyinlerindeki pisliklerini avuçlarıma. Yok etmek belki de onları belki de kendimi her ne olacaksa işte her şeyden bir kurşunla kurtulmak belki. İnsan kendini öldüremez dedi birisi, dedim ben de içimdekileri öldürdüm, öldürmedim kendimi. Zor bir yolculuktu bu, kasıkların kanardı ölülerin arasında, sokakları tıkayan ölüler izin vermezdi bir adım daha atmana. Vardığımda apartmanın giriş kapısına, bir bahçıvan kovalardı beni zambakları kestiği makasıyla. Kan damlaları arasında daireme çıkarken kapımın önünde boylu boyunca uzanmış cesetler görürdüm sanrılı gecelerde. Bir adam çıkardı karşıma, silahı uzatırdı, tam sırası, derdi yapamazdım. Bilmezdim karşıma çıkanların isimlerini, boşlukta savrulurdu bedenleri. Bir sessizlikle dairemin kapısını kapatırdım, ardımda bırakırdım ölüleri. Ya ben neydim, ölüden farksız değildim ki. Saatin tik takları arasında uyumaya çalışırdım,

87


bazen yapamazdım. Uykusuzluk insanı öldürmez dedi birisi, sonra ekledi, çık sessizlikten şarkıya götüreceğim seni, gidemezdim. Bu sessizlik dünyanın sonu olabilirdi. Uyuyamıyordum yine, saati duvara fırlattım acayip sesler çıkartmaya başladı. Sinirlerim gitgide bozuluyor dün geceki uykusuzluğumun üzerine yeni bir uykusuzluk daha ekleniyordu. Çekici aldım ve parçaladım saati. Daha dün gece ölümüne içmiştim oysa bir saat uyuyabilmek için bileklerimi bile kesmiştim karşı dairedeki yakışıklı genç ölü fark etmeseydi ne güzel olacaktı. Beni hastaneye yatırdı üstüne benimle yatmadı. Bazen seviyorum mahallemdeki ölüleri, örneğin tekelciye para vermiyorum her içki alışımda sanırım bu onun güzelliği. Param da yok zaten gerekmiyor içki ve sigara yaşamama yettiği için hani, karnımı doyurmam da gerekmiyor. Zaten ruhum aç benim. Aç diyor biri, kapıyı aç, açmadım. Ne korkunç bir gece kendi soluğumdan başka hiçbir şey duyamıyorum. Ben de korkunçlaşmaya başlıyorum. Acaba diyorum yalnızlığı seçerken, yol olmayan yerlerde tırnaklarımla yol açarken ve herkesten kaçarken kendime de varamadım mı varamadım. Oysa sırt çantama içki ve kitaplardan başka hiçbir şey koymamıştım biraz azık mı lazımdı bana? Azık dedi biri, karnını doyurmalısın, ölecek yoksa parmakların silahı bile tutamayacaksın. Bu daireden çıkamazken nereye mülteciydim ki? Hani ellerim kendinden geçse ayaklarım kanıyordu her seferinde kafamın başı dönüyordu, döndüm. Saklandığımda içki şişelerinin ardına bitse de kırsam, kessem diyordum yüreğimdeki kırıntılarla bileklerimi ve yine gelse karşıdaki ölü kimliği. Bu sefer yatsa benimle gelmedi. Gelmesin umurumda da değildi zaten ben kanımla şiirler yazıyordum hani o son damlasına kadar kaçış kaçış kaçış açış çış ış ş varış vardım. Sonra yaralarımı kendim sarıyordum kaçış varış gidiş dönüş kalkış oturuş yatış matış neyse işte sardım bileklerimi kendimi kanattığım yorgun gecelerde. Güneş gülümsemedi hiç bakarken ben ona tebessümle, sonra bir daha görmedim zaten güneşi de gülüşü de. Ölümleri öldürdüm ben ve hiçbir ölü acı çekmedi ben bedenlerini deşerken. Ölüler acı çekmez dedi biri ölüm acı çeker, kelimeler ne kadar ağırsa öyle derindir hissedişler. Şair ölümü anlatırken ne kadar da ustaydı. Usta derdi aç uslarını açtım. Parmak uçlarıma değince kelimeler bir ölümden farksız olmadı acı çekmeler. Gezmeye çıkardım bazen bedenler arası yolculuklar yapardım bir çıkmaz sokakta kendimle karşılaşırdım. Gölgem sohbet ederdi bir adamla. Bir adam derdi biri en çıkmazlarda bulduğunda kendini duvara bir grafiti çizmek gibi. A’dan başlayıp Z ile bitmeyecek bir alfabenin var olan bütün kelimeleri kullanması gibi. Yastığıma düşen gözyaşlarımı kimse görmedi ben de gördüm mü karanlıklarda görmedim. Zaten görünmez oluyor kelepçeler sen kendinin özgürlüğünü dört duvar arasına sıkıştırırken. Her ölüm değişiyor ölülerle birlikte. Çünkü ölüm kabul etmez hiçbir ölüyü aynı şekilde. Bazen o sıcacık yatağında soğur ölüm bazen hiçte tahmin etmeyeceğin bir yerde. Hani ağaçlar arası yolculuklar yapar ya kuşlar, benim ölülerim onları da öldürdü kafalarını kapattılar. Belki de bir at gözlüğü taktılar. Ben kuşlar arası yolculuklar yaptım belki de ölümler arası. Kirlenmemişti dünya ben daha dokunmadığımda ilk âşık olduğum kitaba. Ne oldu sonra? Kitaplar arası fahişeliğe çıktı kelimeler. Önce kendini sattı sonra karaborsalarda kendine yer aradı. Telif hakkı diye bir şey vardı. Sanatlar sanatçıların sokak arasındaki ölümleriyle kanadı. Oysa hile yapmadım ben en zor oyunu oynarken, gözlerim hiçbir erkeğe sevdiğime baktığım gibi değmedi mesela, hiçbir ölüyü ölen benliğim gibi sevmedim oysa. Oysa ben şimdi kaçabilirim kendimden gidecek hiçbir yerim yokken gittim. Biri göründü bana hep görünür hep konuşur zaten sadece göründü bu sefer bir şey söylemedi. Ben söylendim dedim sen de mi gömüldün henüz öldürmeden kendini. Baktı bana gitti gittim gittik birbirimizden. Bugün bir kart aldım bilmem nerenin bilmem neresinde bilmem şu zamanda bilmem şu sebeple ölüler toplantısı yapılacak.

88


İlk konuşmayı Tanrı son konuşmayı Şeytan yapacak. Meze olarak biraz kan sunulacak. Alkol ise istediğin kadar… Dedi gitme biri dinledim mi dinlemedim. Hani ben o saate kadar zaten komaya girecek kadar içmiştim de merak ettim ölülerin güzelliğini gittim. Saçlarım simsiyahtı ve uzun ve tırnaklarımdan kanlar akıyordu henüz bitirmemiştim son yudumu. Son dedi biri başlangıçta gizli. Geldiğimde davet edilen yere bir asil misali kırmızı bir beden karşıladı beni. Hoş geldin kendine gelen neden buraya geldin ki? Kendini bulamayanların geldiği bir yerde senin ne işin olabilir ki? Yani dedim ben aslında gitmek istemiştim kaçmak ve varamamak son istasyon boşluğuna. İstasyonlarda bavullar çığlık atarlar sen sallandırırken bedenini vagonlar arasında. Büyük bir gürültüyle uyandım sanırım bir rüyadan çıkmıştım. Lakin bu rüya değildi kapıyı yumrukluyorlardı bir değil çokçalardı alacaklı gibilerdi oysa vermiştim kendimden olan her şeyi; gençliğimi, ellerimi, kelimelerimi, gecelerimi, ölülerimi. Öldürmedim kendimi yaptım mı yapmadım. Verdiğimde her şeyi kalmayacaktım oysa neyi almaya gelmişlerdi kalmadığım iklimler arasında. Kapıyı açtım mı açmadım. Girmek istiyorsan dedi biri açmalısın tüm girmesini istediğin girdilerini. Kapı kırılacaktı artık kaçış yoktu vazgeçtim direnmekten ve kendimden kaçarken yine kendime saklanıyordum bir yatak altı oluyordu koruyucum. Öyle zor girdim ki oraya saklanma esnasında çıkaramayacaklardı beni oradan ne yapsalar da. Ölüm gelecekti alacaktı beni oradan acı çekmeyecektim ölümler arası. Çünkü dedi biri tüm yaşam boşlukta sallanan hiçlik misali. Kaldım kendimde gittim mi gitmedim. Misafirlik bile yaptım üstüne bir de çay demledim. Kapı kırıldı önce ellerine kelimeler değenler girdi. Çırılçıplaklardı yasaklanmışlardı. Kendilerinden kaçarken kendilerine varmışlardı. Ölüm dedi biri en saf halinde gösterir kendini. Soğuktum, karmaşıktım, yasaklıydım. Bedenim dedim siyah ile beyaz arası, bedenim kendinden geçmiş meyveler yasaklısı. Sonra ağızları alkol kokanlar girdi içeri. Kokan mı dedim kokain mi kokainim. Dairemin arka odasında büyüttüm fidelerini. Hani hiçbir içki sarhoş olmana yetmez ya, ben arka odalarıma uğradım ondan sonra. Arka oda dedi biri kellenin en ağır giyotini. Bedenimi uçuşlara emanet ettim biliyordum Tanrı bilinci korur. Biri geldi beni aldı konuşmadı sessizce kaldık bana bir sigara sardı gel dedi kendine gel. İnandım ki buradan çıkış yoktu. Köprüler ne kadar isyan etse de karşıya uğurlamayacaklardı beni. Ellerimi verdim önce. Ellerimi kanatıp sundum yüreklerine. Sundum mu sundum. Oysa hiç kimse benim her gece intihar ettiğimi görmedi aç kaldığımı da savaştığımı da barıştığımı da. Ölmek dedi biri yaşamayı bildiğinde gerçekleşir. Oysa çok kere öldüm ve bir türlü gelmedi ölüm. Öldüm mü ölmedim. Ülkeleri düşündüm, ülkeler ki en çok çocukları öldürmek isterler. Ülkeler dedi biri savaşın göstergesi. Çocuklar tehlikelidir, çocuklar aydınlıktır, çocuklar barıştır oysa çocuklar yasaklanmıştır. Önce kadınlar ve çocuklar. Önce kadınlar ve çocuklar ölmelidir. Kadınlar ve çocuklar. Titanic mi batıyordu yoksa bu bir kaos muydu? Önce dedi biri çocuklar. Çünkü çocuklar dünyayı değiştirebilirdi. Sürünüyordum kaoslar arası. Hani biri çıksa gelse ışık dese yok gelmedi biri gelmedim. Öldürdüm 3. tekil şahısları. Artık birinci tekilin hep ikinci haliydim. Bir sevgilim vardı mesela ölümler arası gözlerim ondan başkasına değmedi. Değdim mi değmedim. Biri gelir gelme artık derim. Kimsenin yokluğunda kendime gelirim ve birileri gider kendi yokluklarında. Ölüm beni ne kadar içine alabilir ki? Ses dedi biri yolculuğun en zor hali. Bavulumu alıp sırtıma dayadım.

Demet GÜNER


NEREYE KADAR?

Ashua Dergisine Teşekkürlerimle... Her şey geçen sene yaptığım uçak yolculuğu ile başladı. İlk defa onları o zaman gördüm ve kaderim değişti. Sadece benim kaderim değil, ailemin kaderi de... Tabii, önce kendimden kısaca bahsedeyim. Ankara’da seçkin bir üniversitede öğretim görevlisiyim ve bir bilim kadınıyım. Öğretim görevlisi mesleğime şimdilik ara verdim. Daha sonra ne zaman başlarım bilmiyorum. Eşim de çalışıyor ve çocuğumuz var. Evet, hepsi şimdilik bu kadar. Daha fazla bilgi veremem. Başımız şimdi anlatacağım durumdan kurtulursa veya başka gelişmeler olursa, sanırım kamuoyu önünde konuşacağım. Bu durumumuza çok fazla üzülmüyorum. Sonuçta benim bilinçli tercihlerim ve ailemle birlikte aldığımız ortak bazı kararlar sonucunda şimdiki durumumuzdayız. Gözlerden uzak bir yerdeyiz, telefon, bilgisayar ve kredi kartı kullanmıyoruz. Belirsiz aralıklarla yer değiştiriyoruz. Evet, kısaca kaçıyoruz. Neden ve kimden mi? Anlatacaklarım, bu sorulara kısmen cevap verebilir. Bunları anlatmamın esas nedeni, insanları uyararak mevcut durumu kendi lehimize ve insanlığın lehine çevirmek. Gerçi bu hiç kolay olmayacak, farkındayım. Anlatacaklarıma inanıp inanmamak, size kalmış. Fakat hiç olmazsa internette biraz araştırma yaparsanız, belki o zaman bana hak vermeye başlarsınız. Sözü daha fazla uzatmadan başımızdan geçenleri mümkün olduğu kadar duygusallığı ve hissettiklerimi işin içine karıştırmadan anlatmaya başlıyorum: Konuyu daha fazla merak etmemeniz için söyleyeyim. Esas konu, uçaklardan çıkan izler. Evet,

90


doğru; uçakların seyir halinde uçarken gerilerinde bıraktıkları, beyaz renk tonlarındaki izler. Çoğu masum olsa da, bir kısmının hiç de masum olmadığı o baş belası izler... Tebessüm ettiğinizi görür gibiyim. Hem mesleki yaşantımda hem de özel yaşantımda bir bilim insanı olmanın şüpheciliğini daima taşıdım. Her görünene ve her sonuca hemen bir etiket vurmadan yaşadığım için zannedebileceğiniz şekilde paranoyak da değilim. Dediğim gibi esas başlangıç, geçen sene yaptığım bir uçak yolculuğu sırasında başladı. Avrupa’da bir ülkedeki üniversitede yapılan seminer çalışmasına üniversitem adına katılmış ve Türkiye’ye dönüyordum. Uçakta pencere yanındaki koltukta elimdeki magazini karıştırırken, zaman zaman da uçağın penceresinden dışarıdaki güzelliği kaçırmamaya çalışıyordum. Batmak üzere olan akşam güneşinin yeryüzünde ve küçük bulut kümeleri üzerinde bıraktığı muhteşem renklere bakarken onları gördüm. Bir uçaktan çıktığı belli olan, beyazımsı, kalın ve uzayıp giden izler. Garip olan şu ki; bu izler baklava dilimleri gibi birbirlerini kesiyorlardı. Yani belirli aralıklarla yan yana uzayıp giden izler ve bir de bu izleri doksan derecede kesen yan yana diğer izler. Bir kentin üstünde adeta havada asılı kalmışlar, atmosferde yok olmamışlar, sanki inadına kalınlaşıp şişmişlerdi. Hayatımda hiç görmediğim geometrik desenli ve havada kaybolmayan izler... Uçuş seviyemizin birkaç yüz metre kadar aşağısında oluşan bu izleri biraz da merak duygusuyla fotoğraflamak istedim. El çantamdan makineyi çıkartıp iki poz çektim. Ankara’ya indikten sonra bu durumu unutmuştum. Fakat o günün gecesinde gördüğüm garip ve tedirgin edici bir rüya, sanki bunu unutmamamı söylüyordu. Belki de başka bir mesaj taşıyordu: Uyarı gibi... Rüyamda evimizin yakınında o beyaz izler havada çoğalıyor, çoğalıyor ve birbirlerini keserek adeta bir balık ağı görünümünü alarak tüm gökyüzünü kaplıyordu. Bunların gittikçe kalınlaşarak aşağı doğru süzülüşlerini de ailemle birlikte balkondan seyrediyorduk. Gittikçe tedirgin olmaya başlarken bu izler beyazdan griye ve sonra da koyu gri renklerine dönüşüyorlar ve evimizin üzerini ve çevremizi sarmaya başlıyorlardı. Ben ve ailem panik halinde evin içlerine doğru kaçışırken ben, irkilerek bu kâbustan uyanmıştım. Eşim yanımda, uykusunun derinliğinde bir şeyden habersiz yatarken, can sıkıntısından sabahı zor etmiştim. Rüyalara pek inanmam, ama bundan etkilenmiştim. Bilinçaltının bir oyunu deyip üstüne düşmedim. Bundan sonra bu konu ile ilgili aralıksız araştırmalarım başladı. İnternette arama motorunda “uçaklardan kalan izler”, “uçak izleri”, “ gökyüzünde izler” şeklinde önce Türkçe sözcüklerle aramaya başladım. Tahmin edebileceğiniz gibi pek bir şey bulamadım, aramalarımı İngilizce sözcükler üzerinden yapmam gerektiğini anladım. Bu İngilizce kelime “contrails” idi. Yani, uçakların uçuşu esnasında, normal atmosferik şartlarda oluşan, gerilerinde bıraktıkları yoğunlaşmış egzoz yakıt dumanı ve kristalleşmiş su buharı karışımının izleri. Aradığım sanki bu değildi. Biraz daha araştırdım ve nihayet aradığım şeyi ve ona takılan ismi öğrendim: Chemtrails. Kısaca söylemek gerekirse, normal uçak duman izlerinin içinde normal olmayan bazılarının, içinde kimyasal ve biyolojik partikülleri barındıranlarının kasıtlı olarak halkın ve yerleşim yerlerinin üzerine bırakılması olarak açıklanabilir. Hiç de masum olmayan bu durumdan bazı ülke hükümetlerinin sadece ilgili kesimlerinin haberdar olduğunu, bazılarının ise olmadığını öğrendim. Bazı siteler bunun bir komplo teorisi olduğunu söylüyorlar, bazıları ise çekilen fotoğraf ve filmlerle bunun gerçekliğini ispatlamaya çalışıyorlardı. Konu, kısmen de olsa mesleki ilgi alanıma girdiği için araştırmalarım günlere, haftalara yayılarak devam etti. Bu sırada benzer bilgilendirme çalışmalarının benim ülkemde olup olmadığını merak


ettim ve merak ettiğim bu konuda, medyanın takip edilmesi işini yapan bir şirketle anlaşarak aradığım anahtar kelimeleri verdim. Bir süre sonra şirket tarafından bana teslim edilen CD’yi inceleyince gördüm ki maalesef neredeyse hiçbir medya organında bu konular yer almamıştı. Biri hariç: Ashua isimli aylık bir derginin 2007 yılı Kasım sayısında bunlar tüm açıklığı ile yer alıyordu. Gerek üniversitedeki, gerekse evimdeki bilgisayarlarımda belge, görüntü ve fotoğraflardan oluşan kayda değer bir veri tabanı oluşturdum. Bunlardan en değerli olanları, yurtdışında akademik kariyerleri olan bazı bilim insanlarının ve bazı araştırmacıların internet üzerinden benimle paylaşmış oldukları fotoğraf ve filmlerdi. Konu, tüm incelemelerim sonucunda benim açımdan kuşku boyutundan çıkıp inanma boyutuna gelmişti. Konuyu üniversitenin yayın organına ve internet sitesine taşıma isteğim önce kuşkuyla karşılandıysa da sonra kabul edildi ve yazıyla bana bildirildi. İlginç olan şu ki, son bir kaç haftadır Ankara’da dışarıya çıktığımda gözüm çoğunlukla yukarılarda gökyüzünde oluyor, dikkatimi ve gözlerimi gökyüzüne yöneltmekten kendimi alıkoyamıyordum. Sonunda, ilk defa yurtdışında uçakta iken onları gördükten aylar sonra bu defa onları kendi ülkemin gökyüzünde gördüm. Biraz şaşkınlık, biraz panik, hatta bir parça da sevinçle hafif bir çığlık atıp onları yine fotoğrafladım. Artık, gerek aile sohbetlerimizde, gerekse üniversite ortamı sohbetlerinde “chemtrails” konusunu bana soruyorlar veya sormazlarsa da ben konuyu buna bir şekilde getiriyordum. Üniversitede bir arkadaşım, bu konuştuğum konuları diğer öğretim görevlilerine ve dinlemeye istekli öğrencilere bir sunum ile anlatmamın yararlı olacağını ve bunu fakülte yönetimine teklif etmemizi tavsiye etti. Yaptığım teklif kabul edildi ve ilginç bulunan bir konu da olduğu için kalabalıkça bir izleyici kitlesine fotoğraf ve film destekli mültimedya sunumumu yaptım. Sunumumda chemtrails olarak adlandırılan bu izlerin içeriğinde sağlığa zararlı alüminyum oksit tozları, baryum stearat ve titanyum maddeleri olduğundan; bunları püskürtme amaçlarının nüfus kontrolünden, zihinlerin kontrol edilmesine; Amerika’nın pek de masum olmayan ve Dünya atmosferinin çeşitli art niyetli amaçları gerçekleştirmeye aracılık eden HAARP teknolojisini destekleme amaçlarından insanların dolaylı olarak çeşitli hastalıklara yakalanmasına kadar birçok konudan bahsettim. Bunu elimdeki belge, film ve fotoğraflarla desteklemem sanırım iyi etki yaptı. Bu konuların ispatına ve ayrıntısına maalesef şimdi giremiyorum. Bu yazımın amacı bu değil. Yaşadıklarımı size açıklamam bence yeterli. Sunumumu, “Nereye kadar bu yapılanlar sürecek, nereye kadar bunları gerçekleştirenler bu cesaretlerini devam ettirebilecekler ve nereye kadar bizler kendimizi rahat hissedebileceğiz? Bunu zaman gösterecek sanırım,” diyerek bitirdim. Dinleyenlerden gerçekten güzel ve yoğun bir alkış aldım. Sonradan anladım ki, bu yaptığım sunum bir kırılma noktası idi. Bundan sonra hemen her şey tersine dönmeye başladı. Ertesi hafta başında, fakülte yönetiminden bu konuyla ilgili olarak, üniversitenin yayın organında ve internet sitesinde yayınlanma izni verilen çalışmamın “...sansasyonel ve komplo teorilerine açık bu tür konulardan çok; daha çok önem arz eden ve daha bilimsel temeli olan diğer konular üzerinde yoğunlaştırılması gerektiği ve söz konusu konunun şimdilik iptal edildiği…” yazıyla bildirildi. Bu soğuk duş etkisi tam olarak bitmeden, yine birkaç gün sonra bir akşam evde yemeğimizi yedikten sonra bilgisayarımdaki bazı dosyaları düzenlemek istedim. Bir süre sonra bilgisayarımın aşırı yavaşladığını ve mouse cihazının zaman zaman kontrolümden çıktığını ve zor hareket ettiğini gördüm. Bilgisayarı kapatıp açmalarım ve virüs taraması yapmam sorunu çözmedi. En sonunda

92


bilgisayar birden karardı. Açamayınca anladım ki bilgisayarım çökmüştü. Önce, sabit diskimdeki veriler acaba yok oldu mu diye paniğe kapıldım. Eşim endişelenmememi, ertesi gün akşama doğru kendi yakınının sahibi olduğu bilgisayar şirketine bilgisayarımı teslim ederek sorunu giderebileceğimizi belirtti. Ertesi gün üniversitedeki odamda çalışırken inanılması zor ama benzer bir olay başıma geldi. Dersimden çıkmış, yine bilgisayarımda bana gelen mesajları kontrol ediyordum ki dün akşam yaşadığım şekilde mouse cihazım kontrolden çıktı ve ekran birden karardı. Ben olayın şokunu atlatamamışken yan tarafımdaki diğer öğretim görevlilerin koridora çıkıp “Ne oldu, niye kapandı?...” şeklinde söylendiklerini duydum. Ben de koridora çıktığımda inanılmaz gerçeği anladım. Fakültenin tüm bilgisayar sistemi kilitlenmişti veya kapanmıştı. Sistem bir ethernet ağı şeklinde birbirine bağlı olduğu için tüm fakülte bundan etkilenmişti, ama niye? Yoksa, yoksa? Olabilir miydi? Bir buçuk saat sonra beklediğimiz açıklama geldi. Tüm sistem, evet tüm sistem çökmüştü. Bilgisayarlarımızın bağlı bulunduğu ana serverda önemli bir sorun vardı, en azından yarın sabaha kadar sistem ve tabii bilgisayarlarımız çalışamayacaktı. Ben hâlâ olayları anlamlandırmaya çalışırken etrafımda söylenen “Fena mı biraz da kafamızı dinleriz,” sözlerini ve takip eden gülüşmeleri seyrediyor ama gülemiyordum. Akşama doğru eve döndüğümde, eşimi ve bilgisayar şirketinden gelen genci bilgisayarımın başında gördüm. Eşime fakültenin bilgisayar sisteminin de çöktüğünü söyleyince birbirimize bir süre bakarak kafalarımızdaki acabayı anlamlandırmaya çalıştık. Şirketten gelen gençle de biraz sohbet ettik. Bilgisayar başında yaşadıklarımı dinledikten sonra büyük bir ihtimalle bunun bir “hacker” işi olduğunu söyledi. Eski kullandığım virüs tarama programının çok yetersiz olduğunu, bir miktar ücretle gerçek bir virüs tanıma programı ve firewall denen koruma sistemini önerdi. Eşim, öncelikle verilerin kurtarılmasının önemli olduğunu, sonra bunların da olmasını istedi. İki gün sonra gelen bilgisayarım, içindeki veriler kurtarılmış ve güçlü bir virüs programı ile korumalı olarak bize teslim edildi. Bilgisayarımdaki veriler, yedek ve taşınabilir bir sabit diske de yüklenmişti. Bundan sonra bilgisayarıma her girme teşebbüsünde programın bu saldırıyı etkisiz hale getirerek bana bunu bir uyarı mesajı ile bildireceğini söylediler. Keyfim biraz yerine gelmişti. Ertesi gün üniversitenin rektöründen hiç beklemediğim bir telefon aldım. Rektör, benim değerli bir bilim kadını olmamdan ve çalışkanlığımdan bahsettikten sonra son zamanlardaki çalışmalarımın kayda değer olduğunu fakat üniversitenin adının çok daha bilimsel çalışmalarda duyurulmasının daha önemli olduğundan bahsetti. Ben, kendisine teşekkür ettikten sonra mesajının alındığını söyledim. Sonunda da kendisine bu konuda bir telkinde bulunan olup olmadığını sordum. Telefonda nazik bir kahkaha attıktan sonra oturduğu koltukta oturmasının herkesin harcı olmadığını, kendisine telkinde bulunacak kişinin gereken cevabı alacağını söyledi. Söylediklerini anlayıp anlamadığımı sordu. Kendisine zekâ seviyemin söylediklerini anlamam için yeterli olduğunu nazik bir üslup ile söyledikten sonra yüzüne telefonu kapatmamak için biraz bekledim. Yine nazik kahkahasından sonra başarı dilekleriyle telefonu kapattı. Fakültenin bilgisayar sistemi öğleden sonra çalışmaya başladı. Hiç tanınmamış çok güçlü bir virüsün sisteme girmiş olduğu, sistemin uzun uğraşlardan sonra yeniden kurulduğunu öğrendik. Bilgisayarlardaki belgelerimiz yerinde duruyordu. İş çıkışı öncesi, eve benden biraz daha önce gelen eşim telefonla aradı. Akşam yemeği için almayı unuttuğu malzemeleri söyledi. Telefonun adeta yankı yaptığını ve sesin bir parça metalik bir tını taşıdığını fark ettim. Eve


dönünce eşime rektörün aramasından ve telefonla ilgili bu durumu söyledim. Eşim, sinirlerimin bir parça bozulduğunu ve hafta sonunda yakın bir yerlere gezmeye gitmemizin iyi olacağını söyledi. Üstelemedim. Yemek sonrası yine bilgisayarımda çalışırken, bir ara sağ alt köşede virüs programından İngilizce olarak bir uyarı mesajı gördüm. Bilgisayarıma bir saldırı teşebbüsünde bulunulduğu ve bunun etkisiz hale getirildiği belirtiliyordu. Kısa aralıklarla bu uyarıyı tam altı kez gördüm. İçimden işte gerçek bir virüs programı demiştim. Yine yanılmıştım, yarım saat kadar sonra, aynı birkaç gün öncesinde olduğu gibi ekran karardı, bilgisayar çöktü. Duygularımı yazmak istemediğimi söylemiştim ama yazıyorum: Sinirimden veya belki çaresizliğimden kendimi koyuverdim, ağladım. Sesimi duyan eşim beni ve ekranı görünce durumu kavradı. Bana sarılarak konuştu, beni teskin etti. Ertesi gün fakültede bilgisayarıma dokunmak veya görmek bile istemiyordum. Derslerimi biraz moral bozukluğu içinde verdim. Uyanık öğrenciler birbirlerine bakıp bu moral bozukluğunu anlamaya çalıştılar. Ben de dersin sonunda beni affetmelerini, biraz yorgun olduğumu belirttim. Ders çıkışı odamda kendimi biraz toparladım ve daha dirençli olmam gerektiğini anladım. İnceldiği yerden kopsun bakalım diyerek telefona sarıldım ve peş peşe Ankara içinde ve dışındaki diğer üniversitelerdeki benim bölümümde bulunan tanıdığım ve tanımadığım bilim insanlarını aradım. Kendilerine geçen hafta yaptığım sunumdan bahsederek bu bilgileri üniversitelerindeki ortamlarda da sunabileceğimi belirttim. Gerçekten ilgilenenler oldu. Üniversitelerin yönetimlerine teklif edeceklerini söyleyenler de oldu. Biraz daha rahatlamıştım. Hafta sonu için yapacağımız geziye fakülteden bir arkadaşım ve eşinin de katılması için telefonla konuştuk. Gezi rotamızı ve buluşacağımız saati de kararlaştırdık. Cumartesi günü arabamızla yola çıkarak arkadaşımın semtine ve evinin önüne gittik. Hafta içinde yaşadıklarıma sünger çekmek istiyordum. Her şeyi unutmuşçasına neşe içinde yola koyulduk. Önümüzde arkadaşım ve eşi yol alıyordu. Eskişehir yolu üzerinde giderken eşim sık sık aynadan arkasına bakmaya başlamıştı. Bir sorun olup olmadığını soruyordum ki arkadan gelen tır aracının bizi sıkıştırdığını fark ettim. Bizim hızımıza aynı hızla cevap veren bu araçtan korkmaya başlarken ani bir çarpmayla yolun dışına savrulduk. Aracımız iki takla atıp durdu. Takla sonrası önce afallamış haldeyken sonra hemen çocuğuma bakıp iyi olup olmadığını sordum. Hepimiz iyiydik. Emniyet kemerlerimiz ve hava yastıkları muhtemel kötü sonuçları önlemişti. Bize ilk müdahaleyi yoldan geçen vatandaşlarımız yaptı. Kısa bir süre sonra ambulansla hastaneye götürüldük. Hastaneye giderken gezi arkadaşım ve eşi de bize yetiştiler. Ayakta tedavi ile bir süre istirahat alarak taburcu edildik. Olayın soruşturması devam ediyormuş. Benim gördüğüm ve eşimin de onayladığı bir gerçek var: O tır bize kasıtlı olarak çarptı... Niye? O akşam çocuğumuz yattıktan sonra eşimle baş başa konuştuk. Bana daha önce hiç bahsetmediği şeylerden bahsetti. Dünyayı çeşitli şekillerde kontrol eden Illuminati örgütünden ve bunun gücünden, tüm dünyadaki önemli iletişim trafiğini, telefonları, internet trafiğini izleyebilen Echelon sisteminden ve diğer konulardan. Arı yuvasına çomak sokmanın bedelini ödetmek istedikleri gibi bir durum vardı ortada. Hemen ertesi gün evimizden ayrılıp uzaklara gitmemiz gerektiğine karar verdik. Eşim ve ben zaten, kaza sonrası bir süreliğine izinliydik. Sonrasını da pek düşünmedik. M durumumuz buna uygundu. Taşınabilir sabit diskim de dâhil olmak üzere önemli eşyalarımızı toparladık ve yolculuk maratonunu başlattık. İki farklı yerde kaldıktan sonra üçüncü yerimizde biraz

94


daha fazla süreyle kaldık. Değişik yerlerde bulunduğumuz için sabit olarak nitelendirebileceğimiz bir adresimiz olmuyordu. Yerimizi kimse bilmiyordu. Hayır, bu saf bakış açımızla maalesef yanılmıştık. Bundan bir ay kadar önce kaldığımız üçüncü yere posta idaresinden benim adıma bir zarf geldi. Gönderen belli değildi fakat gönderilen zarfın Ankara çıkışlı olduğu görülüyordu. Şaşırarak açtım ve içinden çıkanı okuyunca bir çığlık attığımı hatırlıyorum. Sanki bir kâbustaydık. Zarfın içinden çıkan notta sadece iki kelime yazıyordu: “Nereye Kadar”. Bize zarf gönderilen yerden kaçarak ayrıldığımızı söylemem herhalde gereksiz. Size belki de bir bilimkurgu veya komplo teorisi öyküsü gibi gelebilecek bu durumları yaşadım. Şimdiki yerimizi “umarım” onlar bilmiyordur. Bundan sonra neler olacak bilmiyorum. Fakat bu şekilde bir hayat sürdürerek “kaçış” durumunda olmamızın artık bitmesi gerektiğine ben ve eşim inanmaya başladık. Bedel öder miyiz? Bilmiyorum. Elbette bizim de aldığımız bazı güzel tedbirler var. Bize bu aşamada zarar vermeleri onlar için de pek iyi olmayacaktır. Öncelikli amacımız çocuğumuzu korumak. En önemli çıkış yolu olarak, bu konuyu sorgulayan ve araştıran insanların zaman içerisinde çoğalmasını görüyoruz. Basında, televizyonda bu konuda çok sayıda haber, belgesel ve diğer programların yayınlanması gerektiğine inanıyoruz. Yoksa kaçışımızın gerçekten nereye kadar süreceğini biz de bilmiyoruz. Nereye kadar?

Caner KELER


YİTİK HAYALLER

“Uyan seni mendebur kadın, yine mi altına kaçırdın sen?” Korkmuş bir şekilde gözlerini açmış, karşısında durmadan hakaret edip onu itip kakan hasta bakıcıya bakıyordu. “Nedir senden çektiğim he, nedir? Kalk çabuk, kalk,” diye bağırmış toparlanmasına izin vermeden yataktan aşağıya doğru iteklemişti. “Hey Allah’ım, neydi benim günahım, bu pis bunamış insanların pisliğini çekiyorum.” Hasta bakıcı hâlâ söyleniyordu. Yatağının altından uzanıp terliklerini aldı, giyinip yürümek için doğrulmuştu ki sırtında bir yumruk hissetti dönmesiyle hasta bakıcı boynuna yapışmıştı, nefes almakta zorlansa da hiç tepki vermemişti. Huzur evinde değil sanki işkence odasındaymış gibi sürekli tartaklanıyor, hakaret işitiyordu. Kadın hâlâ bangır bangır bağırıyordu. “Defol git bahçeye, kahvaltı yok sana, öğlen uyuma da yok, akşam gir içeriye,” demiş ve kapıya doğru itelemişti. Geldiğinden beri hiç kimseyle konuşmamıştı ve bu konuşmaması hasta bakıcıyı iyice sinirlendiriyordu. Ama kararlıydı konuşmamaya… Konuşursa, soru üstüne soru sorulacak ve bu onun canını daha çok yakacaktı. Dışarıya çıkmış sürekli oturduğu banka geçip oturmuştu. Güneş ağaçların arasından inceden süzülüyordu Sonbahar bu bahçe için fazla cömert davranmış diye düşündü bütün güzelliğini, durgunluğunu, hırçınlığını her şeyini sergilemişti… Yerdeki yaprakları incelemeye koyuldu incelmiş yapraklardan delikler açılmış, damarları daha bir belirgin hale gelmişti. Eğilip bir tanesini avucuna aldı; inceledi, inceledi… O kadar uzun zaman geçmişti ki farkında bile değildi. Avucunda sıktı yaprağı, gözleri kendi ellerine değdi; parçaladığı yaprağa benziyordu. İncelmiş derisinden şiş damarları, kahverengi iri iri lekeler, birbirine geçmiş kemikleri… Gençliğinde en çok

96


ellerini severdi ince uzun parmakları beyaz teninde gelin gibi gelirdi ona şimdi ise ölü eli gibi, diye düşündü. Banka yaslanıp derin bir nefes aldı gözlerini kapattı. Çok geçmeden oturduğu yerde uyuya kalmıştı. Karanlık kuytu bir köşeye dizlerinin üstüne çökmüş genç bir kız girmişti rüyasına. Seçemiyordu yüzünü; ama biliyordu ki o kendisiydi. Etraftan gelen seslere kulak kabarttı. “Şuradan, şuradan gitti çabuk acele edin,” diye bağırıp talimat veren o iğrenç ses kulaklarındaydı, eğilip bir kez daha baktı adamlara, sonra elini çantasına götürdü susturucu takılmış silahı çıkardı korkarak. Derin derin nefes almaya başladı. Sesler kesilmişti. Ayağı kalktı etrafına bakına bakına geldiği yöne doğru gitti. Bilmediği bir şehirdeydi, nereye gidebilirim, diye düşündü; otellerpansiyonlar olamazdı. Peşindeki adamlar herkesi tanıyordu ve bulunması kaçınılmaz olurdu. İlk ara sokaktan içeri girdi, tek katlı bahçeli bir evin önünde durdu. Bahçeyi önce kolaçan edip duvardan içeriye atladı. Odalardan birinin ışığı yanıyordu. Yaklaştı, cama kulağını dayadı; ses yoktu. Kapıya yöneldi iki üç tıklamadan sonra açıldı kapı yaşlı bir adam, “Buyur kızım,” dedi. “Şey efendim,” Tanrı misafiri kalmış mıydı acaba bu devirde, diye düşündü. “Buyurun,” diye yineledi yaşlı adam. “Bu gece burada kalabilir miyim?” Omzundan şiddetli bir şekilde sarsılınca uyandı uykusundan hasta bakıcı karşısına geçmiş yine bağırıyordu. “Geç içeriye geç, buralarda uyuklayıp rezil etme bizi…” Kalktı yerinden, ufak adımlarla hastabakıcını peşinden odasına çıktı. Geçmişini hatırlamak ona iyi gelmemişti 20’li yaşlarda sadece âşık olduğu için başına gelmeyen kalmamıştı. Önce ailesinde sonra yaşadığı şehirden kaçmıştı. Bilmediği bir şehirde bilmediği bir adamın yanında esir hayatı yaşamıştı. Barlardan, gece kulüplerinden çıkamaz olmuştu. İsyan etme hakkı bile yoktu ta ki yanında yaşadığı uğruna her şeyinden olduğu adam onu bırakıp gitme kararı alıncaya kadar. Hayatını mahveden o adamdan kurtulmayı düşündü ve son gecelerinde olan olmuştu. Dün gibi hatırlıyordu her şeyi… Adam uyuyordu, yanından usulca kalktı yan odadaki kasayı açıp içindeki paraları çantasına doldurdu. Kapının yanına bırakıp çantayı odaya döndü “pislik herif” diye geçirdi içinden. Çekmeceyi açtı susturucu takılmış silahı adamın kafasına dayadı, gözlerini kapatıp tek el ateş etti. Ve kaçış başlamıştı artık. Çok geçmeden öldürdüğü adamın adamları peşine düşmüştü. Polise şikâyet edememeleri şansınaydı; ederlerse kendileri de içeri girerdi, ne iş yaptıkları belli olmayan ipsiz sapsız bir grup iğrenç adam. Uzun bir süre hayatı kaçmakla geçmişti. Bu kaçışlar yerleştiği küçük bir kasabada kendinden 30 yaş büyük herkesin Halil Ağa diye hitap ettiği biriyle evlenmesiyle de son bulmuştu. Kocası ilk sıralar çok iyi davranıyordu ama sonraları her şeyde bir kusur bulmaya başlamıştı: Sular kesilse bile artık ondan biliyordu, dayaklarının sonu gelmiyordu. Bazen içip sızana kadar dövüyordu. Kaçıp kurtulmayı düşündü ama artık cesareti yoktu öyle bir şeye ve Halil Ağa’nın sonunu yine kendi yazdı. Akşamüzeri içki masasını kurmuş, her şeyi dört dörtlük hazırlamıştı. “Bugün son gün Halil Ağa, son gün,” demişti içinden. Kocası içeri girdi, masayı görünce “Her gün böyle ol işte,” dedi. Ses çıkarmadı. Mutfaktan rakı dolu bardağı getirip, önüne koydu sonra tekrar mutfağa girdi. “Suna kız gel buraya,” diye seslenince yüreği ağzına gelmişti acaba anlamış mıydı? İçeri girdi korkuyla “Buyur Halil Ağa,” dedi. “Kız bir müzik tak da çalsın, oynak bir şeyler olsun, sonra da karşımda oyna.”


“Son isteğin ne de olsa,” diye mırıldandı. O oynadıkça Halil Ağa içiyordu, en sonunda sızıp kaldı ve sabaha kalkmadı. Halil Ağa son isteğinin yapılmasıyla mutlu mesut ölmüştü. Rakısındaki ilaçların farkına bile varmamıştı. Herkes de biliyordu içkici olduğunu ve olay fazla kurcalanmamıştı. Derin bir nefes almıştı; ama buralarda kalamazdı artık. Halil Ağadan kalan evi satıp yine yollara düşmüştü; ama bu sefer tek başına değil, Halil Ağa’dan olan oğluyla. Bir tanecik oğlunu da en son 3 ay önce kendisini buraya getirirken görmüştü. Gelini bakmak istememişti aklı dengesi zayıftı diye. Hâlbuki yoktu öyle bir şey. İçinde sakladığı onca derdi vardı ki her gün birisi gözlerinin önünde geliyordu; oda dalıp gidiyordu işte… Yan tarafında ki yatakta yatan yatalak kadın bastonuyla kolunu dürttü yine korkarak kendine gelmişti. Kadın suyu işaret etti. Kalkıp su verdi kadına, sonra tekrar yatağına uzandı, çok geçmemişti ki hastabakıcı elinde iğne ile içeri girdi yatalak kadını bir kolundan tutup hızlı bir şekilde yan çevirdi ve iğneyi bütün hıncıyla kalçasına sapladı. “Iığ ıığ” seslerine aldırış bile etmiyordu. Dayanamamıştı, gözlerini kapattı. Hastabakıcı çıkınca da yatalak kadının yanına gitti, elini avucunun içine aldı okşadı. Birbirlerinden başka şefkat gösterenleri yoktu. Yastığını düzeltti, gözlerinin içine baktı. Haline şükretti; en azından yürüyebiliyordu ve gayet de dinçti vücudu; ama bu garip kadın ne yürüyebiliyordu, ne de konuşabiliyordu. İnme inmişti bütün vücuduna, o yüzden sabah-öğle-akşam iğne oluyor, yemeklerde de sadece bir tas çorba içiyordu. Akşam yemeğini yiyip camın kenarına geçti. Dallardaki tek tük kalmış yaprakları izledi. Birinci rüzgâr düşürmüyorsa, ikincisi kesin düşüyordu. “Bizler de düştük gidiyoruz,” dedi sesli bir şekilde. Yatalak kadının ona baktığını görünce gülümsedi. Odalarının içerisinde bulunan lavabodan çiçeklere su doldurmak için kalktı yerinden. Lavaboya girmesiyle odanın kapısının açılması bir olmuştu. “kesin hasta bakıcıdır” diye düşündü, “Akşam iğnesi için gelmiştir görmesem suratını daha iyi,” dedi kendi kendine; ama baktı içerden ses falan gelmiyor, kafasını uzattı. Ne yapacağını şaşırdı birden. Hasta bakıcı elindeki yastığı yatalak kadının kafasına bastırıyordu, fırladı odaya komodinin üstündeki vazoyu kaptığı gibi hasta bakıcının kafasının arkasına indirdi. Hasta bakıcı ne olduğu anlamadı, sersemlemiş bir şekilde yüzünü dönüyordu ki yığıldı kaldı. Yastığı kaldırdığında her şey için çok geçti. Uzun zaman sonunda ilk defa ağlıyordu. Yatalak kadının gözlerini kapattı. Yerdeki hasta bakıcıya baktı hala nefes alıyordu yerdeki kırık vazonun alt kısmını alıp var gücüyle hasta bakıcının kafasına vurmaya başladı. Bütün gücü bitince kalktı yerinden bütün soğukkanlılığıyla çantasını aldı ve çıktı bahçeye her zamanki banka oturdu. Ne kadar zaman geçtiğin farkında bile değildi tek bir noktaya dalmış gitmişti yaşadıkları gözünün önünden geçiyordu sırayla, hayat ona hep karanlık yüzünü göstermişti. 26 yaşında ilk cinayetini işlemişti, sevgisinden mi, nefretinden mi yoksa hayallerinin yok oluşundan mı, bilmiyordu. Kaçıp kurtulmak istemişti, her şeyi sil baştan yaşamak… Ama olmadı, hayat ona yine bir oyun oynamıştı ve 33 yaşında ikinci cinayetini işledi 3 yaşında bir çocukla yollara düşmüştü bu sefer. İnsanlardan kaçıp kurtulmak, soruşturan bakışlardan uzak, çok uzak bir yer olsun diye mutlu olmanın peşindeydin sadece ve olmadı. Canım, ömrüm, yaşam kaynağım dediği oğlu 65 yaşında huzur evine göndermişti onu, bitmişti her şey onun için, yitikti hayalleri huzur evinde huzur arayışı içine bile girememişti ki üçüncü cinayetiyle kendi sonunu belirledi. Artık pes etme zamanıydı. Büzüşmüş bedeni polis arabasının ve ambulansın acı çığlıklarıyla kendine geldi. Heyecanlandı birden kalktı yerinden, polis arabasının arka koltuğuna iki polis eşliğinde sessizce oturdu.

Ayten ÇETİN

98


PAZARLIK

Erkin’e…

Ocak, 12. Saat 14:50 Yine oluyor. Yine. Garson bardağı yanlış tuttuğum gerekçesiyle bağırıyor. Saatime bakıyorum; yaklaşık on dakikam var. Başımı sokacak bir yer bulmalıyım. Kaç kişi var? En az yirmi. Kaçmazsam üzerime gelecekler. Şu şişman kadın örneğin; pasta çatalıyla peşimden koşacak. Garson su şişesini kafamda kırmak isteyecek. Kasadaki adam kolumu kıracak. Diğerleri kim bilir neyle öldürmek isteyecekler beni. On dakikam var. “Ben tuvalete gidip geleceğim. Hesabı ödemeden kaçtım sanmayın.” “Kardeşim bize ne senin işemenden! Sessiz ol biraz!” Bana sonsuz bir öfkeyle bağıran adam restoranın en uzak köşesinde, cümlemi ne kadar sesli söylemiş olabilirim ki duysun? Duymuş. Diğer

99


herkes de bana bakıyor. Neredeyse sekiz dakikam var; kaçmalıyım, gitmeliyim, bugün de ölmemeliyim. “Son kararın yani?” “Evet, çok mu zor olur senin için?” “Yo, hayır. Senin için zor olacak sadece. Gün boyunca tek bir saat güvende olmayacaksın. Anlaştık mı?” “Bir gün içerisinde sadece bir saat insanlar beni korumayacaklar, öyle mi? Bu kadar?” “Evet. Her şeyi tekrar edip durma.” “Hayatımın boyunca korunmanın bedeli bu mu? Bunun nesi zor?” “Ruhuna karşılık pazarlık yapıyoruz, sen en gereksiz yerlere takılıyorsun. Anlaştıysak gitmeliyim, kıyamete az kaldı. Senin gibiler çok; benim zamanım az. İntihar etmece yok.” Tuvaletin kapısını yumrukluyorlar. Tamam, mutfaktan bıçak-çatal ne buldularsa kapmışlar; ama baltayı nereden buldular! Aynaların kırılması, bağrışmalar, çığlıklar birbirine karışıyor, kulaklarım uğulduyor. Şişman kadının çığlığını, kasadaki adamı, diğerlerini, başkalarını, yeni gelenleri, hepsini duyabiliyorum. Az kaldı, elli dakika. Elli dakika kadar dayanmalı bu mavi kapı, bu mavi fayanslar. Elli dakika daha tuvaletin üzerinde titreyerek oturmalıyım. Korkuyorum. Elli dakika daha korkacağım. Kırk dokuz dakika daha kapının üzerinden balta fırlatmak gelmemeli akıllarına. Kırk dokuz dakika daha alttan salladıkları bıçaklar değmemeli bana. Kırk dokuz. Kırk dokuz. Kırk dokuz. Kırk sekiz. Kırk sekiz. Kapıda delik oluştu. Kırk sekiz. Kırk sekiz. Kırk sekiz. Pisuarlardan birini söktüler, duyuyorum. Kırk yedi. Kırk yedi. Kırk yedi. Pisuar kapıya çarptı. Kırk yedi. Kapı kırılmak üzere… Kırk yedi. Kırk yedi. Kırk yedi. Kırk yedi. Çok zorda kalırsam şu küçük penceren atlarım. Kırk altı. Kırk altı. K… I… R… K… B… E… Ş… K… Yirmi üç saat boyunca bir arı bile gelip sokmuyor beni. Sivrisinekler yaklaşmıyor, güneş kızartmıyor, arabam kaza yapmıyor, evim depremde yıkılmıyor, yangın çıkmıyor; ama ben otobüsten inince otobüs uçuruma yuvarlanıyor, sokak kavgasında bana bir şey olmasın diye önüme geçen – hiç tanımadığım – bir adam bıçaklanıp ölüyor, rüzgârdan devrilen bir ağaç benim değil de yanımdakinin başına düşüyor. Yirmi üç saat. Bütün dünya “tesadüfen” beni koruyor. Ben etrafa felaket saçıyorum; ama onlar beni hayatları pahasına koruyor. Anlaşma buydu, evet. Günün yirmi üç saati ne olursa olsun, yaşadığım mahalleye göktaşı bile düşse hayatta kalmak, güvende olmak. Sadece bir saat, tek bir saat, yalnızca o altmış dakika insanlar beni korumayacak. Bu kadar basit… Değil mi? “Gün boyunca tek bir saat güvende olmayacaksın.” dedi, “Tüm dünya seni öldürmeye çalışacak,” demedi! Demedi! Bundan bahsetmedi! Otuz. Otuz. Otuz. Otuz. Tuvaletin camından düştüm. Otuz. Otuz. Yirmi dokuz. Çöp bidonunun içindeyim. Yirmi dokuz. Yirmi dokuz. Yirmi dokuz. Yirmi dokuz. Beni burada bulamazlar. Yirmi dokuz. Yirmi dokuz. Yirmi dokuz. Sokaktakiler burada olduğumu biliyor. Yirmi dokuz. Yirmi sekiz. Bütün gücümle kapağa yapışıyorum. Yirmi sekiz. Açılmaması lazım. Yirmi sekiz. Açılmamalı. Yirmi yedi. Yirmi yedi. Çöp bidonuna vuruyorlar. Yirmi yedi. Yirmi yedi. Ses beni sağır edecek. Yirmi yedi. Yirmi yedi. Yirmi yedi. Y… … … “Bana ruhunu satacaksın.” “Neden?” “Çünkü sana karşılığında bir şey vereceğim.” “Para gibi mi?” “Siz insanlar çok eziksiniz. Hep aynı muhabbet! Aşkmış, paraymış… Ölümsüzlükmüş…”

100


“Hmm… Olabilir.” “Saçmalama salak! Söylüyorum san; kıyamet yaklaşıyor, ruh topluyorum diyorum. Öleceksiniz hepiniz.” “O zaman sana niye ruhumu satayım ki?” “Çünkü sana karşılığında hayatının geri kalanı boyunca istediğin bir şey vereceğim.” “Bu kampanyadan Tanrı’nın haberi var mı?” “Kıçıyla gülüyordur şuan, beni oyalama. Ne istiyorsun?” “Her gün bir sürü kaza oluyor… Saçma sapan ölümler, bitimsiz bir korku…” “Ne çene varmış ulan sende!” Güvende olmak istiyorum ben.” “Güvende mi olmak istiyorsun?” “Ölümsüzlük yok dedin ya… Güvende olursam gün boyunca korkmam başıma gelen olaylar yüzünden.” “Ne geliyor ki başına bu kadar saçma bir dilek diletecek?” “Savaşlar çıkıyor! Sonra bir sürü salgın hastalık var.” “Paranoyak mısın sen?” “Psikiyatrım öyle diyor…” “Bu saydıklarından biri ölmen için bahane olacak yalnız.” “Olsun, en azından korkmam o gün gelene kadar.” “Ölüm gününü söyleyemem ben sana. Söylersem dileğini gerçekleştiremem.” “Yakın bir zaman değilmiş ki sen ruhumu satın almak istiyorsun.” “Dilediğin şeyi bilmesem zekisin sanacağım.” Dokuz. Dokuz. Dokuz. Dokuz. Sekiz. Sekiz. Çok az kaldı. Sekiz. Sekiz. Çöp bidonunu devirdiler. Sekiz. Sekiz. Sekiz. Dayanabilirim. Yedi. Yedi. Altı. Beş. Dört. Dört. Üç. İki. Bir. Bir. Bir. Bir. Bir. Bir. Bir. Bir. “Beyefendi ne yapıyorsunuz çöpün içinde? Şu silahı bir kenara bırakayım da çıkartalım sizi oradan hep beraber.” Ocak, 13. Saat 08:55 Yine oluyor. Yine. Alt komşu yürürken çok ses çıkardığım gerekçesiyle kapıma dayanıyor. Ne kadar ses çıkartmış olabilirim? O çıkarttığım sesin ne kadarı ona gitmiş olabilir? Çok az zamanım var. Saklanmalıyım. Binada gün içinde kaç kişi oluyor? En az kırk. Bu saatte daha işe gitmemiş olanları da hesaba katarsak… “Anlaştığımıza sevindim. Artık ruhunu bana sattın. Biri hakaret olsun diye ‘Ruhunu şeytana satmış.’ derse senin için; güler geçersin.” “Zannettiğimden kolaymış ruhumu satmak.” “Bence de, gün geçtikçe daha basitleşiyor insanların ruhunu satın almak.”

Gülsel Ceren GÜNEŞ


BİR DELİNİN ANISI

Çok zorlanıyorum. Alnımdan ter akıyor. Sigarayı bırakmalıyım. Çok zorlanıyorum. Kaçmak hiç bu kadar zor olmamıştı. Nefes nefeseyim. En azından nereye koştuğumu bilirdim eskiden. Şimdi nereye gittiğimi bilmiyorum, gidebileceğim bir yer yok, kaçabileceğim hiçbir yer yok! Tek amacım var şimdi; uzaklaşmak. Olabildiğince uzağa kaçmalıyım, yakalanana kadar kaçmalıyım. Ter içindeyim. Durmuyorum. Durmadan koşuyorum. Durmamalıyım. “Sana bana dokunma dedim!” “Kapat çeneni!” “Bana dokunma, Allah kahretsin seni!” “Kaçma. Bana bak. Çabuk buraya dön!” Allah kahretsin seni baba. Allah belanı versin anne. Ah anne, sen gittin gideli kaçacak delik arıyorum. Kime sığınsam, bulup geri getiriyor beni. Ya elinde çiçekle, ya bıçakla, ya da tabancayla. Ama her seferinde eli dolu. Her seferinde boynumda tasma olan bir köpekmişim gibi zincirimin izin verdiği yere kadar kaçabiliyorum. Her seferinde bu pisliğe geri dönüyorum. Ah anne! Beni hep babama teslim ettiler o benim babam diye! Dalağım şişti, spora başlamalıyım. Bacaklarım yoruldu ama kaçmalıyım. Zincirini koparmış köpek gibi en uzağa kaçmalıyım. Bir daha geri dönmemek üzere kaçıyorum. Nefes nefeseyim. Senden nefret ediyorum anne. Senden iğreniyorum baba. Nefesinin kokusundan tiksiniyo-

102


rum. Ellerini kırmak istiyordum ya hep, canın acıdı mı ellerini parçalarken baba? Bana yaşattığın korkuyu yaşadın mı gözlerime bakarken? Ben kaçmaya çalışırken beni kavrayan, bana acımasızca vuran, bana utanmazca dokunan ellerin kırıldı ya baba, tenimin senden temizlendiğini hissettim. Kanımın senin kanından, babalığından arındığını hissettim. Yerler çamur, ayakkabılarım ağırlaştı. Yine de koşmaya devam ediyorum. Islansam da, tükensem de, nefessiz kalsam da koşmalıyım. Kaçmalıyım arkama bakmadan, ölene kadar kaçmalıyım artık. Yoksa beni bulacaklar. Hiç mi utanmadın gözümün önünde annemin çamaşırlarını koklamaktan? Hiç mi utanmadın her içişinde beni annem sanmaktan! “Gel buraya!” “Korkuyorum baba, burada otursam?” “Yanıma dedim sana.” “Baba...” İçkiden alınan her yudum o ana daha da yaklaşıldığını söylerdi bana. Kalbim hızlanır, ellerim terler, vücudum titrer ve midem bulanmaya başlardı. “Fahişe annen o adama giderken seni bana bıraktı. Onun görevi senin artık!” Kaç kere duydum bu cümleyi, yine de her seferinde yumruk gibi oturdu karnıma bu cümlenin sancısı. Nefesini kesti, acısından gözlerim yandı, kulaklarım uğuldadı. Hiç dinmedi o acı baba, ta ki içime soktuğun parmaklarını tek tek kırana kadar. O kadar zevkliydi ki sana can çekiştirmek, elimdeki çekice nasıl baktığını görmek. Seni öldürürken yüzünü görmek, gözlerinin içindeki korkuyu fark etmek o kadar tatlıydı ki. Sen beni her yere yatırışında baktım gözlerine öz kızını gör, tanı, ne yaptığını anla diye. Görmedin baba, ne o nefreti, ne korkuyu, ne de hüznümü görmedin. Çaresizliğimin aynısını tattın ya sonunda. Ben seni bir kere öldürürken beni yüzlerce kez öldürüşünün intikamını aldım ya. Sen de benim gibi köşeye sıkışmış hissettin de can havliyle kaçmaya çalıştığında izin vermedim ya sana benim kaçmama izin vermediğin gibi. Seni geberttim ya baba, artık kaçabilirim. Tükendim, ayaklarıma hükmedemiyorum, gücüm kalmadı, koşamıyorum! Ama kaçtım. Evet, kaçtım senden baba. Artık oturabilirim. Kimsenin olmadığı bu boş sokaktaki ıslak kaldırıma oturup özgürlüğümün ilk nefesini alabilirim. Kaçtım işte. Kaçtım. Nefes alıyorum. Oturdum tek başıma gülüyorum. Mutluluktan gülüyorum. Önümden kedi geçiyor, ıslanmış. Yoksa o da mı kaçmış? O kedi gülüyor mu ne?

Beril KANIK


CENNETE AÇILAN ÇİÇEKLER

“Merhaba, ismim Yavuz Önder, saat bir de Aysu hanımla randevum vardı.” “Hoş geldiniz efendim, bir saniye beklerseniz kontrol edeyim.” Sekreter, bilgisayarına dönerek, dikkatle bir şeyler incelemeye başladı. En fazla yirmi yaşında, sahte sarışın ama sevecen birine benziyordu. Masanın üzerindeki biblolar ve gereğinden fazla renkli büro malzemeleri, yaşının getirisi gibiydi. Ama muayenehaneye girildiği zaman, insanın hoşuna giden bir sıcaklık oluşturuyorlardı. “Yavuz Bey buyurun oturun, Aysu Hanım az sonra sizi karşılayacak.” “Teşekkür ederim.” Yavuz Önder, sekretere gülümseyerek, mavi sandalyelerden birine oturdu. Muayenehanen-

104


in bekleme odası küçük ve temizdi. Duvarlarda, Wassily Kandinsky’nin resimleri asılıydı. En büyüğü ve en dikkat çekeni, nazar boncuklarını andıran resimdi. Yavuz onu görünce, ustaca bir seçim olduğunu düşündü ve bu zekâyı içinden kutladı. Yüzünde oluşan memnuniyet gülümsemesini gizlemeden, resme bakmaya devam etti. Aslında ressamı tanımayanlar, o resimdeki halkaların sıradan olduğunu düşünüyor olabilirlerdi ama buraya ruhunu tamir ettirmeye gelen Türk hastalar, resmi görünce bilinçaltında bir sıcaklık hissediyorlardı. Bu da hasta için iyi bir başlangıç olmalıydı. Özellikle en sağ üst köşedeki halkalar tam bir nazar boncuğunu andırdığı için, resim onları fethetmiş olacaktı. Belki ressamın Rus olduğunu öğrenseler, o sıcaklık kaybolabilirdi ama Aysu Hanım bunu zaten göze almış olmalıydı. Gerçekten zekice düşünülmüştü. Buraya gelmek için, içinde kendiyle çok mücadele etmiş olması, karşılaştığı bu sıcaklıkla tezat oluşturuyordu. Saat biri beş geçmişti artık. Yavuz saatine bakınca sıkıldı ve çabucak endişelenecek bir şeyin olmadığını hatırlattı kendine. “Yavuz Bey, Aysu Hanım sizi bekliyor.” Sekreter, sevecenlikle konuştu. Yavuz durakladı. Kafasında sağanak halinde bir düşünce yığılması oldu. Sekreterin telefonu çalmamıştı, o zaman Aysu Hanımın kendisini çağırdığını nerden çıkartıyordu? İlk geldiğinde sadece bilgisayardan randevusunu kontrol etmiş ve doktora haber vermemişti. Bunun anlamı neydi? Sekreter kendi kafasına göre bekletmiş olmazdı onu, bu yüzden geriye sadece bir seçenek kalıyordu. Yavuz ayağa kalkarken, canının fena halde sıkıldığını hissetti. Bu bir oyun muydu yahu? Ağzının kuruduğunu hissederek, acaba vazgeçmesi mi gerekir diye düşündü. Kısa bir süre ayakta kalarak düşünmeye çalıştı. Buraya zaten bu endişesini açıklamaya gelmişti. Her şeyden kötü bir şey beklediğini anlatıp, bunun sebebini öğrenmeye gelmişti. O hastaydı, bu kısa sürede bile bunu yaşamak zorunda mıydı? “Teşekkür ederim.” Sekreterin hemen yanındaki kapıdan girmeden önce, derin bir soluk aldı. Kapıyı açtığında ise ilk önce çok güzel bir parfüm kokusu duydu. Bütün endişesi uçup gitmişti. Kokuyu hatırladı hemen. Bu koku hakkında bir kitap yazacak kadar şey vardı aklında ama doktorun odasına tam anlamıyla girdiğinde, kokuya duyduğu hayranlığı gölgede bırakacak bir görüntüyle karşılaştı. “Merhaba, hoş geldiniz, ben psikiyatr Doktor Aysu Ekici.” Yavuz Önder, kalbinin sıkıştığını hissetti. Karşısındaki, çok güzel bir kadındı. Nefesi kesildiği için doktora hemen cevap veremedi ama yavaşça içeri girerken, gözünü onun üzerinden alamadı. Doktor bu hayranlığı sezince, terbiyeli bir edayla gülümseyerek karşılık verdi. “Buyurun oturun lütfen.” “Teşekkür ederim.” Yavuz yaptığı şeyin yanlış olduğunu uzun bir süre sonra anladı ve bakışlarını çekerek, kendini deri koltuğa bıraktı. “Çok özür dilerim kabalığım için. Bir an sizi görünce çok şaşırdım, ne yapacağımı bilemedim. Şey özür dilerim.” Yavuz, ne yaptım ben dermiş gibi, elini hafifçe kaldırarak gerdi. “Teşekkür ederim. Çok naziksiniz.”


“Özür dilerim, kabalık ettim.” Yüzünü buruşturdu ve derin soluklar aldı. “Tamam Yavuz Bey, çok naziksiniz.” Kadın tüm dişiliğiyle karşısındakine gülümserken, bunu bilinçli yapmamıştı. “Önce bir şey içer misiniz?” “Evet, bir sakinleştirici lütfen.” “Sakinleştirici mi?” Doktor şaşkınlıkla kaşlarını kaldırdı. “Şaka yapmaya çalışıyorum. Hayır, teşekkür ederim, bir şey istemiyorum.” Pişman olmuş, yüzü asılmıştı. “O zaman hiç zaman kaybetmeden başlayalım.” Doktor sustu ve hastasının konuşmaya başlamasını bekledi. Aslında Yavuz, bu suskunluğu değerlendirmiş, derdini anlatmadan önce kısa bir süre kazanmıştı. Sanki o zamana ihtiyacı varmış gibiydi. Bakışlarını büronun içinde dolaştırmaya başladığında, gözüne yine duvardaki resimler ilişti. Doktorun arkasındaki duvarda, Gustav Klimt’in, öpüşme adlı resmini gördü. Aklı bir yorum yapamadı ama bu kadar güzel bir kadına bakarken gözü eğer o resme kayarsa, dikkati dağılacaktı. Hızla duvarı dolaştığında, başka Klimt göremedi, diğer resimler, Van Gogh’un karmaşık ruh halini gösteren yapıtlarıydı. “Resimlere ilgilisiniz galiba.” Yavuz hemen güzel kadına dönerek konuşmaya başladı. “Evet, resimlerle ilgileniyorum.” “Nasıl bir ilgi bu?” Yavuz, kadının gerçekten akıllı olduğuna kanaat getirdi ve bu zekâyla konuşmak hoşuna gitti. “Ben her resmin bir öyküsü olduğuna inanıyorum ve o öykünün bir öncekinin devamını getirdiğini düşünüyorum.” “Güzel. Sabit bir resme bakıp sürekli bir öykü üretmeniz hayal gücünüzün zenginliğini gösterir.” “Teşekkür ederim. İsterseniz birkaç yorum yapabilirim.” Yavuz, bir an kadına karşı kendini göstermek isteğini fark etti. “Öyle mi? Dinliyorum.” Yavuz girişteki nazar boncukları hakkındaki düşüncelerini anlatınca, karşısındaki kadının dikkatini çekmeyi başarmıştı. “Burada ise Van Gogh’un eserlerini seçmenizin amacı, hastalarınıza cesaret vermek olabilir.” “Vay be. Çok güzel bir analiz doğrusu. Dürüst olmak gerekirse bu kadar irdelememiştim bu resimleri seçerken, izin verirseniz bundan sonra düşüncelerinizi kullanmak isterim.” “Zevk duyarım. Yalnız küçük bir sorum olacak. Fakat biraz cesaret eksikliğim var. Daha doğrusu endişe duyuyorum.” “Rahat olun, unutmayın ben sizin doktorunuzum. Anlattığınız her şey, sizi çözmem için gerekli.” “Peki, bu bana cesaret verecek.” Yavuz yine de yutkundu. “Bu arkanızdaki Öpüşme resmi, neden orada?” Doktor kaşlarını ilgiyle kaldırıp resme döndü. Gülümseyerek geri döndüğünde, “Sizce neden?” diye sordu. “Özür dilerim, sizi rahatsız ettiysem, gerçekten affedin beni.” “Rahatsız olmadım, aksine çok dikkatimi çekti. Ne düşünüyorsunuz o resim hakkında?”

106


Yavuz, içindekileri anlatacaktı ama kaygılanmasını engelleyemiyordu. “Bence resmi oraya bilinçli bir şekilde koydunuz.” “Hım.” Doktor kollarını kavuşturarak arkasına yaslandı. Yüzünde tuhaf bir gülümseme vardı. “Özür dilerim, inanın rahatsız olduysanız kesebilirim.” “Hayır, devam edin lütfen.” Rahatsız olmamıştı belki ama sesinde yine de bir temkin vardı. Yavuz, havasız kaldığını hissetmişti, yine de devam etmeye karar verdi. “Bu resim, kendinize ne kadar güvendiğinizi göstermenin ince bir esprisi aslında ve belki bunu asarken hastalarında kendilerine güvenmesi gerektiğini öğretmek istiyordunuz.” Durdu ve doktorun gözlerinin içine baktı. “Bu kadar.” Doktor tekrar resme baktı ve kısa bir süre öyle bekledi. Yavuz, kadını dikkatle izliyor, sıkıntısının geçmesi için umut ediyordu. “Neden kendime güvendiğimi göstermek için öpüşme resmine sığınayım ki?” Zekice bir soru doğrusu, diye düşündü Yavuz ve tereddüt etmeden, sunulan fırsatı değerlendirdi. “Hasta size bakarken gözü o resme kayacak ve güzelliğinizin arkasının dolu olduğunu görecek. Daha fazlası, kadın veya erkek hastalarınızın o resimle sizi aynı çerçevede görmesi, içlerinde hayallerinin aslında ne kadar gerçeğe yakın olduğunu uyandıracak.” “Evli misiniz Yavuz Bey?” Yavuz çok şaşırmıştı. İçinde bir alarm çığlık çığlığa ötüyordu. Nefes alamadı ve ne yapacağını şaşırmıştı. “Hayır, ama neden sorduğunuzu anlayamadım.” “Demek bu sorum için bir kurgu yapamadınız.” “Ben her şeyi kurgulayan birimiyim yani? Anlayamadım.” “Endişelenmeyin, sadece cevap verin.” “Hayır, kurgulayamadım ama yeterli zamanım olursa, bunu keşfederim herhalde.” “Harika. Aslında siz de kendinize güveniyorsunuz yani.” “Evet, güveniyorum ama kaygılarımın önüne geçemiyorum.” Doktor, iki elinin parmak uçlarını birbirine değdirdi ve işaret parmaklarının birleştiği yeri burnuna dayadı. Aklından neler geçtiğini kimse bilemezdi, oysa yüzünde keyifli bir ifade vardı. “Bu odada başka dikkatinizi çeken bir şey var mı peki?” “Bu sorular benim hastalığımla mı ilgili?” “Bakın gene kaygılısınız. Buna gerek yok, ben sadece soruyorum.” “Ama bunlar garip sorular.” “Öyle mi?” “Size işinizi öğretmiş gibi oldum özür dilerim.” Doktor güldü. Yavuz o gülüşte kendini kaybetmemek için başını öne eğdi. “Bir anlaşma yapalım, benden asla özür dilemeyin. Sorularıma içinizden geldiği gibi cevap verin. Kaygılarınızın temelini bulmaya çalışalım.” “Peki, sorunuz, odada başka dikkatimi çeken bir şey var mı?” Soru dolu bakışlarla doktoru süzdü, cevap olumlu olunca devam etti. “Evet, daha içeriye girer girmez parfümünüzü fark ettim. Hâlâ beni esir almış durumda. Kızmayın lütfen, kaygılanmamamı siz söylediniz.”


“Doğru, o koku hakkında ne düşünüyorsunuz?” Yavuz, elinde olmadan geriliyordu. Bu soruların ne anlamı olabilirdi ki? Düşünmek için yine zaman kazandı. Kalbi çamur gibi olmuştu. Evet, kaygılanmasını istiyordu. Ne de olsa o bir doktordu ve akıllı bir kadındı. Onu beğendiğini anlamış ve bunun üzerine giderek, endişelerinin gün yüzüne çıkmasını istiyordu. Peki diye düşündü, bunu bir oyun haline getirelim. “İlk başta, çok sportif bir hava vermiş, bu da sizin kişiliğinizin ne kadar hareketli olduğunu gösteriyor. Abartılı efeminen bir koku olmadığı için, kendinize bir savunma mekanizması oluşturmuşsunuz. Koklayan herkeste saflık ve zevk uyandırması için ideal bir koku ama söylediğim gibi efeminen olmayışı karşınızdakini frenliyor. Devam edeyim mi?” “Lütfen.” “Peki, ben saatlerce kokular hakkında konuşabilirim. Başka kadınlarda bu kokuyu duyduğumda, bende yağmurun ferahlığını uyandırırdı ama sizde, vanilya ve sedir ağacının uyumu, modernliği çağrıştırmış. Ve en önemlisi ismi gibi dokunma duygusunu şahlandırıyor. Bu kadar yeter bence, daha fazla devam edersem hakkımda yanlış düşüneceksiniz.” “Vay be, daha önce hiç bu kadar güzel koku analizi yapan birini görmemiştim. Buna saygı duyuyorum ve az da olsa kıskandım.” Sağ eliyle, düzgün kumral saçını hafifçe arkaya doğu taraması, karşısındakini ne kadar etkiliyor, umurunda değildi. Sandalyesinde doğrulup masasına doğru eğildiğinde, tertemiz dişlerinin ışıltısı karşısındakini tamamen himayesine almıştı bile. “Buraya neden geldiniz?” Yavuz kadından çok etkilenmişti. Ona birkaç güzel söz daha söyleyip aklında bir çentik daha bırakmak istiyordu ama buraya kadardı. Kadın artık gerçekleri öğrenip para kazanmak istiyordu. “Kaygılıyım. Durup dururken kendimi daraltıyorum. Kötü şeyler olacağını zannediyorum. Anlamsızca endişeleniyorum.” “Durup dururken huzursuz oluyorsunuz” “Kesinlikle ama sebebini bulur ve çözeceğime inanırsam, huzursuzluğum kalmıyor. Aslında son zamanlarda çözümü de bulsam, kendimi rahatlatamıyorum.” “Konsantrasyonunuz kayboluyor mu?” “Evet. Bazen dengemi bile kaybediyorum. Yaşlanınca araba kullanamayacağım gibi kokulara kapılıyorum.” “Birkaç rutin soru daha soracağım. Kolay sinirleniyor musunuz?” Bütün bu soruları sorarken, biraz önceki tatlı kadın gitmiş, işinin ehli, ciddi biri gelmişti. “Kesinlikle. Bazen kendime hâkim olamıyorum. Hakkımda yanlış düşünmenizi istemem ama karşımdakinin canını yakmak bile istiyorum.” “Öfkenizle ilgili olarak, başka ne söyleyebilirsin?” “Öfkelenmek için bazen bir sebep bile gerekmiyor. Yolda yürürken, karşı kaldırımda birini görüp, onunla kavga ettiğimi hayal ediyorum.” “Kaslarınız geriliyor mu?” “Hayır.” “Uyku bozukluğu?” “Çok uyumayı seviyorum ama uyuyamamak hakkında bir sorunum yok.” Yavuz durdu ve doktorun dikkatle kendisini seyretmesine baktı. İri gözlerinin ve sivri burnunun, köşeli çenesiyle

108


uyumunu fark etti. Kendini kaptırmaktan korkarak devam etti. “Ha bir şey unuttum. Eğer canım çok sıkkınsa uyumak istiyorum. Sanki enerji depolamalıymışım gibi geliyor.” “Aslında sorulacak çok soru var ama gerek görmüyorum.” O güzel kadın tekrar geri gelmişti. Arkasına yaslanarak masadan bir kalem alıp elinde çevirmeye başladı. “Ağız kuruluğu, çarpıntı, tansiyon, yüz kızarıklığı, nefes daralığı.” “Birçoğu doğru.” “Yaygın anksiyete bozukluğu. Hastalığınızın tanısı bu. Yani kaygı bozukluğu ama beni şaşırtan, çok güçlü bir kişiliğiniz var. Bu hastalık genelde, alt benlikteki, doyum bekleyen dürtülerin, benliğe yaptığı uyarı sonucu ortaya çıkar. Alt benlikte bulunan, cinsellik veya saldırganlık gibi duygular şiddetlenerek benliğe baskı yapar, benlik güçsüz olursa doyum sağlanamaz ve alt benlikle benlik arasında bir çatışma çıkar, buna anksiyete denir.” “Yani ölecek miyim?” Yavuz gülmeye çalıştı. “Hayır tabii, savunma mekanizmanızı biraz güçlendirmemiz ve güdülerinizi kontrol altına almanızı sağlamamız yetecek.” “Güzel, yapalım o zaman.” “Şimdi buraya geldiğinizde resimler hakkında çok başarılı izlenimler anlattınız. Bana bunun sebebini anlatır mısın?” “Bilinçaltımdaki doyumsuzluğumun sebebini anlamaya çalışacaksın, öyle değil mi?” “Evet, burada doktor benim.” Kadın yine çok güzel güldü. “Peki, doktor hanım. Ben beğendiğim şeyi özümsemek istiyorum ve doğam gereği bunun anlaşılmasını da istiyorum. Resimler hakkında konuşurken, yüzünüzdeki tebessüm beni anladığınızı gösteriyordu. Bu beni doyuma ulaştırdığı için, endişem kayboldu.” “Çok iyi.” “Sizin kokunuzu daha kapıyı açar açmaz hissettim ve sizi görmeden önce, bu kokuyu hak etmediğinizi düşündüm. Daha doğrusu bilinçsizce kullandığınızı zannettim ama sizi görünce… Bum.” Yavuz eliyle bir patlamayı canlandırmaya çalıştı. Aysu Ekici, karşısındaki hastasına hayranlıkla bakıyor, belki de kendi doyumsuz güdülerinin tadını alıyordu. “Parfüm hakkında hislerimi size anlatırken, siz gerçekten o kokunun özü oldunuz ve bir erkeğin benliğine hücum eden bir güdü oldunuz. Burada hangi güdü olduğunu açıklarsam terbiyesizlik etmiş olurum.” Doktor gülümsedi ve kadınlığını mesleğinin önüne alarak, dinlemekten keyif aldığını belirtti. “Şimdi karşıma geçmiş, alt benliğimi kontrol etmem için savunma mekanizmamı güçlendirmemi istiyorsunuz. Ama nasıl?” Yavuz nasıl bu kadar rahat konuştuğuna şaşırdı. Kendini rahat ve huzurlu hissediyordu fakat seans bitince bunu kaybedeceğini bilecek kadar aklı başındaydı. “Doktor gibi konuşmak gerekirse, güdülerinizi kontrol etmeyi öğrenmeniz gerekiyor. Ama sizin güdüleriniz biraz zenginleşmiş olduğu için, bazıları daha öne çıkmış. Kendinizi ifade edemediğinizi düşünmek, bunlardan biri mesela.” “Peki, siz beni anladınız mı?”


“Hangi açıdan?” “Size karşı hislerim açısından.” Kadın durdu. Önce yüzünde hiçbir ifade oluşmadı. Tam o sırada Yavuz kaçmayı düşündü, geriye kazanmaya başladığı kontrolünü kaybetmek üzereydi. Ama doktor normale döndü. “Peki, siz anlatın bana karşı oluşan hislerinizi.” “Bu sınavı sevdim. Tamam, umarım sınavı geçerim.” Yavuz dikkatle psikiyatra baktı ve onu arzuladığını fark etti. Bu cinsel bir arzu değildi, bu arzu kalbinin iyileşmesinin arzusuydu. Yavuz duvarları incelemeye başladı. Aslında aradığının yerini biliyordu. Bu sınavı hakkıyla geçmek için tatlı hileler yapabilirdi. Aradığını buldu. “Şu resmi görüyor musun? Van Gogh’un en meşhur tablosu. Sen benim için o tabloyu ifade ediyorsun.” Yavuz Önder, artık kaygılı değildi. “Cafe terrace at night, aslında ismi daha uzun ama bu adla çağrılır. Sen o tablodaki benim aradığım kişisin. Bir gece resmi olmasına karşın, içinde hiç siyah renk kullanmamış ressam, bu da gecenin siyah olması gerekmediğini anlatıyor. Yıldızları, cennete açılan çiçekler olarak resmetmiş ve bir mektubunda, ‘içinde siyah olmayan, mavi, menekşe, mor ve yeşilin dans ettiği bir gece resmi’ diye anlatmış. İşte sen o renklersin, siyah değilsin. Ve tuhaf olan, resme yaklaştıkça oradaki kalabalığın seyrekleşmesi, seni bulmak için o tabloya girme isteğimi arttırıyor.” Yavuz, kadının gözlerindeki açlığı gördü. “Fransa’ya gidip, Arles’teki o kafeye seninle birlikte oturup, kendimi bulmak isterdim.” Yavuz artık sustu. Aysu Ekici dona kaldı. Yavuz ne düşüneceğini bilmiyordu, karşısındaki kadın yüzüne bile bakmıyordu artık. Ayağa kalkarken kendini tükenmiş gibi hissetti. Kapıdan çıkacak, muayene ücretini ödeyecek ve kaybettiği, ömrünün en önemli sınavına ağlayacaktı. Kalbi alev almış, yüreği şişmişti. Kaçmak en doğru hareketti sanki. “Sana bir şey sormak istiyorum.” Doktor başını kaldırmadı ama duruşunda patlamaya hazır bir hali vardı. “Dinliyorum.” Olduğu yerde ümitle çakıldı kaldı. “Fransa’ya gitmek ister misin?”

Erol ÇELİK

110


IŞIĞA SON ÇAĞRI

Karanlık. Galakside artık bundan bol bir kaynak yoktu. Coruscant’ın hala aydınlık olduğu bu saatlerde bile, gözle görülmese de kalben hissedilen bir karanlık vardı. Yönetim değiştiğinden ve tapınak düştüğünden bu yana, aslında Coruscant’a hiç güneş doğmamıştı ki. Her aksak adımda, karanlık nereye gitse onu takip ediyordu. Bir an için bile bundan kurtuluş yok muydu? Tabii ya; ‘kazanılan her şeyin bir bedeli vardı,’ bedeliyse her an kara bir bulut tarafından takip edilmek. En aydınlık yerleri bile adım adım karanlığa sürüklemek… Kalkış platformunda her şey hazırdı. Subaylar ile askerler, hepsi ‘en askeri’ hallerindeydiler, bir heykel gibi dik ve soğuk duruyordu. Onları bu hale getiren ise mesleklerine olan saygıları değildi. Düzensiz ama tehditkar bir biçimde ilerleyen ayak sesleri ve bilinçaltlarından asla silemeyecekleri bir nefes. Her adımda orada bulunan zavallı askerlerin disiplini artıyordu. Omuzlarına karanlığın ağırlığı çökerken, o kadar dik durmak ne kadar da zordu. Hayatlarının belki de en zor dakikalarıydı. Nihayet, karanlık oraya yaklaştı, o ana kadar hiç biri, karanlığın bu denli iri ve tehlikeli durduğunu bilmiyordu. Normalde parlak ışık için yapmaları gereken şeyi, şimdi karanlık için yapıyorlardı. Hızlı bir bakış ve onu aratmayacak derece de hızla gözlerini başka yere çevirme. Kara canlı bunların hepsinin farkındaydı, ancak davranışında yapay da olsa bir umursamazlık vardı. Artık ‘Korkusuz Kahraman’ yok, hiç kimse Kara Lordu coşkuyla karşılamaz. Hiç kimse ona minnettarlık ve sevgiyle bakmaz. Artık alışması lazımdı, ismini bile hatırlamak istemediği birine, yine bu gezegende göste-

111


rilen saygı, o kişiyle birlikte yanıp kül olmuştu. Artık sadece korku vardı. Bu ona yetmeliydi, içinde bulunduğu mekanik vücutta ne aciz duygulara ne de onun getirilerine yer yoktu. Artık bir kalbi yoktu, zaten ona ihtiyacı da kalmamıştı. Ama neden, -oradan gelen bir sızlama vardı- neden şu anda içinde bulunduğu bu durum onu rahatsız ediyordu? Galaksinin en iyi ‘Tıbbi Droidleri’ tüm yaralarını iyileştirmişti. İyileşemeyecek durumda olanları da ‘Güç’ün yardımıyla bastırıyordu. Ancak karanlığın en derinlerinin bile söküp atamadığı bu acı neydi? Aslında cevabı biliyordu. Bir isim tüm bunların nedeniydi. Güzel bir koku, sıcak bir dokunuş ve güçlü bir duygu, o ad tüm bunların sembolüydü. Kendi elleriyle parçaladığı ‘Ad’ ve ‘Yaşam’. Artık bu düşünceleri hatırlamasının gereği yoktu. Şimdi ustası yanında olsa, bu düşünceleri için, onu küçümser ve onunla alay ederdi. Eskiden sadece hareketleri zincire vurulmuştu, şimdi ise düşünceleri bile özgür değildi. Mekiğe yaklaşırken, subaylardan birisi görev bilinciyle korkusunu yendi ve karşındakiyle konuşmaya çalıştı. “Lordu-” Bu sözler ani, sahibi gibi tehditkar ve kaba bir el hareketiyle durduruldu. Subayın bir anda rengi sönük yıldızlar kadar beyazlaşmıştı. Aslında, bu kara varlığın amacı, rahatsız olduğu bu ortamı biraz nezaketle yumuşatmaktı. Subayın rahatını bozmamasını istiyordu, kendisi bu basit oyuncağı çok rahat kullanabilirdi. İzleyenlerin, gözlerine inanamadığı pilotluk şovları yapan birisi için çok komikti. Ancak bu mekanik ve kaba el, en nazik düşünceleri bile ürkütücü hale getiriyordu. Artık önemi de yoktu bu hareketinin. Hayatındaki her şey gibi geçip gitmişti. Şimdi ise ustasının verdiği görevi yapmak zorundaydı. Karanlık tarafta güçlenmen için, geçmen gereken son bir sınav daha var, Lord Vader, demişti. En son buna benzer sözler duyduğu zaman, tüm hayatıyla birlikte, vücudu da yanıp kül olmuştu. Acaba şimdi bu sınav yüzünden hayatında ne gibi değişiklikler olacaktı? Gemi sonsuz uzayın karanlığında ilerlerken, Lord Vader köprüden bu manzarayı izliyordu. Bir zamanlar görmek için her şeyi vermeye hazır olduğu uzay. Hiper uzay yolculuğu aynı çocukluk rüyalarındaki gibiydi. Cesur bir çocukken, her şeye meyden okuyacak cesareti vardı. Kimse onu kontrol altına alamazdı. Bozulan ne varsa düzeltebilirdi. Ama şimdi kendini bile düzeltecek gücü yoktu. Uzay karşısındaydı, bir zamanlar onu görmek için yanıp tutuşuyordu, ancak şimdi onun için bir anlamı yoktu. İçindeki karanlık kadar siyah ve kalbi kadar boştu. Uzay ona içinde bulduğu durumu hatırlattı; yeni vücudunun bir hapishane olduğunu. Biraz dinlenmek umuduyla, kendi için özel olarak hazırlanmış odaya gitti. Meditasyon yapmalıydı. Ne kadar zor olsa da uygun pozisyonu aldı. Gözlerini kapattı, ancak bu ses, bu lanet ses onun dinlenmesine bile izin vermiyordu. Artık sonsuza kadar, lanetlenmiş yaşamının sürdüğünü gösteren nefesin sesi. Bu da cezasının bir parçası olmalıydı, ustasının bundan sadistçe bir zevk aldığından emindi. Korkusuz kahramanı, aciz bir makineye çevirmek, tam onun yaratıcılığına göreydi. Vader kendini zorladı, günlerdir uykusuzdu ve şimdi meditasyon yapmazsa eğer, görevde başarılı olmayacak kadar yorgun olacaktı. Bir yer olmalı diye düşündü, bu hapishaneden kurtulabileceği bir yer olmalı. Bir süreliğine bile olsa, yüzünü kaplayan bu ikinci surattan kurtulacağı bir yer. Şu rahatsız edici sesi duyamayacağı bir yer. Tekrar insan olduğunu hissedeceği bir yer. Geri döndüğünde ilk işi, o şeytandan bunu istemek olacaktı. Ne olursa olsun, bu özgürlük olmalıydı. Tüm bu düşünceler arasında, Sith’in son Kara Lordu gücün içine dalabildi. Önce sadece karanlık vardı. Gecenin kör karanlığında dolaşır gibiydi, ancak yavaş yavaş konsantre oldukça, Vader’in görüşü açılmaya başladı. Önce ufak renk oyunları, dalgalanan görüntüler, hiçbir şey kesin değildi. Daha sonra ise çölü gördü, uçsuz bucaksız çöl. Susuzluk ve umutsuzluk vardı görüntüsünde. Bu çölde

112


yaşayan herkes geleceğinden umudunu kesmişti. Tek düşündükleri bugündü, bir gün daha hayata kalmak. Burada yaşam ucuzdu. Ancak Vader bir çocuk gördü. Bu çocuk diğerlerinden farklıydı, içinde gelecekle ilgili hayaller ve planlar vardı. O çocukta Kara Lord için çok tanıdık bir şeyler vardı. Neredeyse kendi çocukluğuna benziyordu. Ama onun gibi değildi, Vader çocukken içinde yeşeren bastırılmış bir karanlıkta vardı. Bu çocuk ise tam tersiydi, karanlıkların içindeydi ama etrafa kudretli bir ışık saçıyordu. Bu çocuk uçsuz bucaksız, her şeyi öldüren çöldeki tek umut tanesiydi. Asla yağmurun düşmeyeceği bu çöldeki yeni bir umuttu sanki. Karanlık yine görüntülerini ele geçirdi, Vader birçok ölüm gördü. Kendi eliyle dağıttı ölümler, o kadar fazlaydı ki etrafında cesetler, artık o yüzlerin tanıdık olup olmadığını bile fark edemiyordu. Kara Lord daha sonra tıpkı zırhı gibi kapkaranlık uzayı gördü. Uzay bomboştu, ölmüştü, ne bir yıldız vardı etrafta ne de yaşayan bir gezegen. Ancak çok uzakta ufak parlak bir ışık kaynağı olduğunu fark etti. O kadar uzaktı ki belirli belirsiz görünüyordu. Hatta bunun bir hayal bile olduğu söylenebilirdi. Ancak o ışık kaynağı bulunduğu yerde çok güçlü olmalıydı, dev bir yıldızdı herhalde. Başka türlü bu uçsuz bucaksız karanlıkta nasıl parlayabilirdi ki? Bir anda görüntü değişti ve binlerce ölü çocuk gördü. Hepsi suçlarcasına ona bakıyordu. Çocuklardan birisini tanıyordu. Ya da tanıdığını sanıyordu, sarı saçlı ve mavi gözlü bu şirin çocuk geçmişinden gelen bir hayaletti. Vader o an içinde uzun süredir hissetmediği bir şey hissetti. O kadar kuvvetliydi ki bu his; karanlık tarafın müthiş gücü bile onu bastıramıyordu. Kara Lord bir subayın onu bilgilendirmek için uyandırmasıyla yavaş yavaş görüntülerin etkisinden çıktı. İçindeki acı hala çok yoğundu. Pişmanlık onu yiyip bitiriyordu. Ancak gözlerini açıp karşısındaki subayı gördüğü zaman karanlık tekrar onu ele geçirdi ve bu duyguları derin bir öfkeye dönüştürdü. “Lord Vader, emrettiğiniz koordinatlara ulaştık. Ancak burada eski harabelerden başka hiçbir şey yok. Burada bir yaşam olacağını sanmıyoruz. Sanırım aldığınız istihbarat yanl-” Subayın cümlesi bir anda görünmez bir el tarafından kesildi. Tüm evren ona aitmiş gibi büyük bir iddia ve kibirle konuşan subay artık kabus görmüş ufak bir çocuğun gözleriyle bakıyordu. Boğazı müthiş bir güç tarafından ezilmeye başlamıştı. Konuşamıyordu, o korku ve çaresizlikle sanki görünmez eli çekip atabilecekmiş gibi boğazını, boynunu ovuşturuyordu. Ama orada hiçbir şey yoktu. Bunu gördükçe, daha da korkmaya ve çaresizliğe düşmeye başladı. Ancak hiçbir şeyin Kara Lordun kükreyen sesini duymak kadar ürkütücü olmadığını anladı. “Bu istihbarat bizzat İmparatorumuz tarafından verildi. Onun bilgisine ve otoritesine karşı mı çıkıyorsun? Bu yaptığın vatan hainliğine girer ve bunun cezası ölümdür. İmparator kendine karşı çıkanları hiçbir zaman affetmez. Onun eli olarak cezaları ise ben veririm.” Vader subayın korku dolu gözlerinden onun bu dediklerini anladığını ve af dilediğini fark etmişti. Ne kadar da garip diye düşündü, artık insanların düşüncelerini anlamak ve çözmek için güç ile onların zihinlerini okumama gerek kalmıyor. Ancak bir anda zihnindeki bir ses, Anakin yapma, diye bağırdı. Kara Lord bu sesi çok iyi tanıyordu. Bu Padmé’nin sesiydi. O anlık şaşkınlıkla, subayı bıraktı. Subay büyük bir şükranlık ve sevinç ile odadan hemen kaçtı. Büyük ihtimalle, bu kara gölgeden uzak Dış Halka gezegenlerinden birine tayinini isteyecekti. Duyduğu ses nedeniyle Vader’ın içindeki sevinç ve mutluluk bir anda umutsuzluk ve öfkeye dönüşmüştü. Çünkü Padmé artık yoktu. Bu ses artık onun için anlamsız olmalıydı. Ama çok istese de bunu yapamıyordu. Artık tek dostu olan karanlığın kalbine iyice işlemesi için izin verdi. Karanlık kalbinde gördüğü tüm duygu tanelerini katlederek ilerlemeye devam etti. Vader tekrar kendini güçlü ve yenilmez hissediyordu. Geminin köprüsüne doğru ağır ağır hareket etti. Etraftaki subay ve askerlerden hak ettiği saygıyı göremediğini fark etti. Anlaşılan daha fazla güç gösterisi yap-


malıydı. Onu gördükleri an etrafındakiler ölümle yüzleşmiş gibi korkmalıydılar. Ne de olsa Darth Vader Sith’in Kara Lordu ve İmparator’un eliydi. Bu iki grubu iyi temsil etmeliydi. Zaten artık başka övünebileceği sıfatı da kalmamıştı. Geminin köprüsüne ulaştığında herkes kendi işine bakıyordu. Vader’ın nefesini ve ürkütücü sesini duyana kadar kimse onun geldiğini bile fark etmemişti. Vader “Durum raporu verin,” dedi. Geminin kaptanı “Lord Vader, gezegende sadece eski harabeler var. Tarayıcılarımız bir yaşam sinyali almadı. Ancak aşağıya yolladığımız keşif grubu bir mağara tespit etti. Şu anda oraya girmek üzereler,” diye karşılık verdi. Tam bu sırada, aşağıdaki Klon birliklerinden bir haber geldi. Askerler “Burası sisli ve hiçbir şey gözükmüyor. Etrafta yaşam belirtisi yok- Bu da ne? Kendini tanıt?” Telsiz bağlantısından Darth Vader’a tanıdık olan bir ses geldi. Kısa bir süre öncesine kadar tüm klonlar da bu sese tanıdıktı. Yüksek oranda enerjinin bir kristalde yoğunlaşıp, tek bir noktada sabit hale gelişinin sesiydi bu. Yani bir ışın kılıcının açılış sesi. Sesler devam etti “Silahını at, ateş edin ahhhh!” “Onu vurdum, hayır bu olamaz ahhhh!” “Geri çekili-” Kısa süre anlamsız bağırış çağırışlar arasında sesler de kesildi. Kara Lord etrafındakilerin hiç görmediği hiddetli bir ses tonu ve ani bir hareketle geminin kaptanına doğru döndü “Aradığımız kişi işte bu. O bir Jedi, Eski Cumhuriyet’in ihanetçileri ve İmparatorluğun düşmanları. Bu haini öldürmeye bizzat ben gideceğim. İmparator’a aradığımız kaçağın bulunduğunu söyleyin ve mekiğimi hazırlayın.” Vader gezegene doğru inerken bir yanda karşılaşacağı düşmanı düşünüyordu. Gezegendeki Emir 66’dan kaçmayı başaracak kadar yetenekli az sayıda Jedi’dan biriydi anlaşılan. Kara Lord’un içini bir endişe sardı. O lanetli günden beri hiçbir Jedi ile karşılaşmamıştı. Eski ustası Obi-Wan’ın açtığı yaralar hala tam olarak iyileşmemişti. Bu ismi düşününce bile içi büyük bir öfkeyle doldu, yumruğunu tüm gücüyle sıktı, ta ki elinin mekanik aksamından fazla zorlanmadan dolayı bir çıtırtı gelene kadar. Bu Jedi’ın kim olduğunu merak etti. Belki de Obi-Wan’ın kendisiydi. Ustası en büyük başarısızlığını telafi etmek için bu istihbaratı vermiş olabilirdi. Belki de ondan daha büyük bir Jedi’dı. Acaba Kara Lord’un geçmesi gereken son büyük sınava değecek kadar güçlü olan bu Jedi kim olabilirdi? Vader, mekikten inerken pilotlara onu beklemelerini söyledi. Destek kuvvet ve yardım istemiyordu, sadece o ve Jedi olacaktı. Eğer yenilirse bu sefer ölümün kollarından kurtulmak istemiyordu. Mağaraya girerken aklında tek soru vardı. Acaba o Jedi’ı yenecek kadar güçlü müydü? Mağaraya girdiği zaman sislerin arasında belirli belirsiz bir görüntü onu bekliyordu. Bu görüntü Vader’ı görür görmez ‘Hain’ diye haykırdı. “Jedilara sırtını döndün, ailem bildiğim insanları katlettin. Sen düzenin yüz karasısın. İhanetinin bedelini ödeyeceksin. İşlediğin cinayetlerin ve suçların karşılığını alacaksın.” Bu ses Vader için çok tanıdıktı. Hatta imkansız olacak kadar tanıdık. Artık kulakları yerine geçen, alıcılarda Jedi’ın sesi yankılandıkça istemsizce duyduğu şeylere inanamıyordu. Kendi kendine bu olamaz dedi. Bu imkansız. Jedi bir yıldırım gibi, mavi kılıcını açtı. Kılıcın sesi mağaranın içine doğru yankılandı. Vader da bunun üzerine kendi içindeki öfkeyi temsil eden alevler gibi kırmızı kılıcını açtı. Karanlık mağaranın içi, kırmızı ve mavi ışıkla ikiye bölünmüştü. Sanki Sith’in ve Jedi’ın son temsilcileri mağaranın içinde kendine ayrılan yerlerde siperlerini almıştı. Ancak bu ışık oyununa rağmen mağaranın içinde sadece iki kişi vardı. Jedi yavaş yavaş ilerlemeye başladı. Kendinden

114


emin bir hali vardı. Yenilmeyecek gibi duruyordu. Sith ise bir gölge kadar soğuk ve ürkütücüydü. Gölgelerin arasında oluşan hayal bir şekil gibi duruyordu. Yavaş yavaş aldığı mekanik nefes sesi, gerginliği daha da artırıyordu. Jedi ilerledikçe, yavaş yavaş üzerindeki gölgeler kaybolmaya başladı. Uzun sarı saçlar, yüzündeki yara ve keskin mavi gözler belirginleşti. Bu kesinlikle geçmişten gelen bir hayaletti. Artık Kara Lord’un asla göremeyeceği bir yüz. Karşısında duran yıkılan Cumhuriyet ile birlikte ölüp gitmiş birisiydi. Anakin Skywalker, Cumhuriyetin gururu Korkusuz Kahraman! Darth Vader artık göz yerine kullandığı vizörlerin bozulmuş olduğunu düşündü. O anda içinde bastırdığı tüm acı ve üzüntü geri döndü. Donup kalmıştı. Jedi aşağılama dolu bir ses tonuyla ‘Sonun geldi Sith’ dedi. Kılıcını havaya kaldırıp hızlı bir darbe savurdu. Vader, son anda kılıcıyla savunma pozisyonu yapıp kendini korudu. Ancak darbenin gücüyle sendelemişti. Bir adım geriye gitti. Jedi aynı hızla bu sefer, alttan yukarı doğru bir vuruş yaptı. Sith Lordu tek eliyle bunu da karşıladı. O anda karşısına görüntü gelmişti. Kölelik, yarışlar, aşk arkadaşlık dostluk hepsinin karşımı. İçindeki acı ve pişmanlık kalbini kemiriyordu. İstese de kımıldayamıyordu. Karşısındaki bu dünyada yenemeyeceği son kişiydi. Onur, dostluk, aşk içinde yaşamaya dair kalan tüm kırıntılar karşısında duruyordu ve ona büyük bir güçle saldırıyordu. Vader içindeki bu karmaşalardan dolayı, sadece darbeleri savuşturuyordu. Kendini biraz topladı ve ağır ama güçlü bir darbeyle karşılık verdi. Kılıcını kabzası üst tarafta kalacak şekilde sağ tarafında tutu. Yerden aldığı güç ile Jedi’a bir vuruş yaptı. Jedi ise hızlı bir hamleyle, kılıcını elinde çevirip bu darbenin tam zıt tarafına doğru bir savunma hareketiyle karşılık verdi. Kara Lord kendi kılıcıyla yarım daire çizerek, kısa süreliğine bir birine kenetlenmiş olan iki kılıcın karmaşasına son verdi. Tıpkı evrenin karmaşışına son verdiğim gibi, diye düşündü. Bir birlerine çarpan kılıçların sesi, şiddetli yıldırımlar gibi mağaranın içinde kükrüyordu. Vader bu mekanik eller bana ait değil diye düşündü. Onlara alışamamıştı, hala yaşaması bir hataydı. Ölüp gitmesi gerekiyordu. Yürüyen bir cesetti. Karşısındaki ise ondan her anlamda daha üstündü. Anakin’in darbeleri daha güçlü ve hızlı olmaya başladı. Vader sadece kendini savunuyor ve geriye gidiyordu. Sonunda ikili mağaranın başka bir bölgesine geldiler. Yolun sonunda dev bir uçurum vardı ve Vader buraya doğru sürükleniyordu. Vader’ın beyninin içinde hain lafı yankılanıp duruyordu. Evet dedi, ben arkadaşlarıma ve sevdiklerime ihanet ettim. Sith Lordunun içindeki acı iyice artmaya başlamıştı. Darth Vader en sonunda köşeye sıkışmıştı. Sendeledi ve uçurumun kenarında yere düştü. Jedi kılıcını şaşkın şekilde yerde yatan Sith Lordunun yüzüne doğru tutu. “Son sözün nedir Sith Lordu?” dedi. O anda Vader’ın aklında sözcükler yankılanmaya başladı: “Sen özel bir çocuksun, Anakin” “Çocuk eğitilmeyecek çok yaşlı,” “İlerleyişini büyük bir merakla izleyeceğim genç Skywalker,” “Benim yakışıklı oğlum, çok büyümüşsün,” “Yeterince güçlü değilsin Anakin,” “İçin öfke dolu Genç Skywalker ama bunu kullanmıyorsun,” “Eğit kendini, kaybetmeyi korktuğun her şeyin geçip gitmesi için,” “Konseydesin ama Jedi Ustası değilsin,” “Yapman Gerekeni yap Lord Vader,” “Anakin… Yapma!” “Sen benim kardeşimdin Anakin, seni sevmiştim,” “Lord Vader, yüksel!” Vader’ın o anda kalbi büyük bir öfkeyle doldu. Tüm etrafını tekrar karanlık sardı. Öfkeden derisi yanıyordu. Jedilar bana sırtını döndü. En zor anlarımda kimse bana yardım etmedi. Benim için hep en büyük yardımcı öfkeydi. Öfke ve onun ustası karanlık, diye düşündü. Karanlık gücün damarlarında akıp gitmesine izin verdi. Bu güç tek bir noktada toplandı, şu anda acıyan ve üzülen kalbinde. Bir kez daha kalbini karanlığa boğdu. Ama bu sefer doğru cevabın bu olduğunu biliyordu. Lord Vader için başka gerçeklik yoktu. Karanlıkta doğmuştu. Hep karanlıkta yaşamıştı. Öfke hep içindeydi, en büyük dostuydu. Yıllarca onu susturmaya çalıştı. Oysa öfke gücünün en büyük kaynağıydı. Tüm öfkesiyle bağırdı. “Anakin Skywalker öldü! Jedilar ve eski Cumhuriyetle birlikte yok olup gitti. Sen içindeki ger-


çek gücü kullanmayacak kadar zayıftın. Her zaman karanlıktan korktun. Artık tüm Jedilardan daha güçlüyüm. Senden bile…” Öfkesi, karanlık güç ve kılıcı bir bütün olmuştu. Önce öfkesi yol gösterdi, karanlık güç ve kılıç takip etti. Mekaniğin kesilme sesi duyuldu, daha sonra ise acı içinde bir inleme. Darth Vader rakibinin kılıç tutan elini kesmişti. Şaşkın rakibi acı içinde kesik kolunu tutu. Vader rakibine tekme attı. Gücün yardımıyla o hantal vücuttan hiç beklenmeyecek bir hareketle ayağa kalktı. Kılıcını Jedi’a doğru tuttu. Jedi korku dolu gözlerle “Merhamet” dedi. Vader ise soğukkanlı bir sesle “Ben Sith’in Karanlık Lorduyum. Sithler merhamet göstermez,” diye karşılık verdi. Son vuruşu yaparken, aklında tüm acıları, yaşadığı haksızlıklar ve öfke nöbetleri vardı. En sonunda en çok nefret ettiği kişiyi bulmuştu, karşısında duruyordu. Anlamsızca ve çocukça istekleri yüzünden hayatını mahveden kişiydi. Tüm nefretiyle, güçlü bir çığlık atarak vuruşunu yaptı. Böylesine bir çığlığı en son ameliyat masasında atıyordu. Artık zarar vereceği ses telleri de yoktu. Kılıç rakibine değer değmez, Jedi’ın görüntüsü yok oldu. Vader yere uzandı ve tüm bu yaşadıklarını düşünüp gözlerini kapattı. O sırada yine tanıdık bir ses duydu. “Gücün karanlık tarafı, bazılarının doğal olmadığına karar verdiği yeteneklere giden kapıdır.” Bu sözü hatırlıyordu, bu da zihninin ona oynadığı bir oyundu. Ancak gözlerini açtığı zaman ustasını karşısında gördü. Darth Sidious artık herkesin bildiği adıyla İmparator Palpatine ona bakıyordu. Vader hemen doğruldu ve ustasının önünde diz çöktü. Sidious sözlerine devam etti. “Büyük bir iş başardın, Lord Vader. Son sınavını da başarıyla geçmiş oldum. En büyük düşmanınla ve kendinle karşılaştın.” Vader karşılık verdi. “Bu nasıl olabilir, usta. O kişi…” Sözünü tamamlayamadı. Sidious bilgelikle cevap verdi. “Evrende gücün karanlık tarafının yoğun olduğu bazı yerler vardır. Buralar karanlık tarafın doğası gereği karşına en büyük düşmanını çıkartır. Gördüğün gibi sevgili dostum. Biz Jediların asla sahip olamayacağı büyük bir gücü elimizde tutuyoruz. Bu karanlık güç tarafından yaratılmış bir hayaldi. En büyük düşmanınla karşılaştın, yani Anaki-” Vader hiddetli bir sesle ustasının lafını böldü. “O isimi tekrar duymak istemiyorum, benim için bir anlamı yok artık!” Sidious’un yüzünde aşırı memnuniyet ve şaşkınlığın yarattığı değişiklik okunabiliyordu. Dudaklarında alaycı bir gülümseme belirdi, anlaşılan çırağından böylesine büyük bir gelişme beklemiyordu. Çırağının en güçlü Sith Lordlarından biri olacağını düşündü. Hatta kendisinden bile güçlü. Neyse ki, bu büyük gücün tasmasını ellerinde tutuyordu. Palpatine, “Gel Lord Vader, birlikte bu evrene yeniden şekil vereceğiz. İkimizi engelleyecek hiçbir güç kalmadı. Yapacak çok işimiz var,” dedi. Vader ise ayağı kalktı, artık süreli olacağı yerdeydi, ustasının hemen yanında. Ustasıyla birlikte yürürken, Vader işlediği en büyük cinayeti düşünüyordu. Kurbanın yüzü gözlerinin önünden gitmiyordu. Asla unutmayacağı bu kurban ise kendiydi.

Cem SÜER

116


BUĞULU TEHLİKE

13. cadde üzerindeki binanın çatı katında başlayan gürültülerden rahatsız olan komşuların çağrısı üzerine gelen polisin gördüğü manzara hiç de hoş değildi. Etrafa dağılmış yemekler, mumlar, kırılmış şarap kadehleri, duvara sıçrayan kan izleri ve yerde bir ceset... Dedektif Ray ve Edward ile hemen irtibata geçildi ve iki genç meslektaş olay yerine geldiğinde polis durumu kısaca özetledi: — Birileri burada güzel bir akşam yemeği yemek istemiş ama görünüşe bakılırsa gece hiç de hoş bitmemiş. Komşular gece yarısı tuhaf sesler duymuşlar. Geldiğimizde ise katil çoktan kaçmıştı. Ölen kızın kimliği belirlendi. Kaitie Rush Henüz 19 yaşında üniversite öğrencisi. Birkaç yakın arkadaşını bulduk, ailesi zaten perişan kızlarından bihaberler. Ne oldukları o gece nerede olduğu hakkında en ufak bir fikirleri bile yok. Binada oturan gencin adı ise Robby Dawson. Kayıp ve birinci

117


derece şüpheli. Arkadaşlarının ifadelerini sizin almanızı istiyorum. Şimdi olay yerinden parmak izi alınacak Merkezde görüşmek üzere beyler, görev sizin. Ray ve Edward olay yerini incelemeye başladılar. Edward muzipçe gülümsedi. — Bir şeyler yolunda gitmemiş belli, çocuk yemekleri beğenmemiş olabilir mi? — Sanmıyorum. Düşünsene, kız arkadaşınla romantik bir gece planlamışsın yolunda gitmeyen ne olabilir de bu cinayet işlenebilir? — Aslında birçok şey… Kıskançlık, telefonda yakaladığı bir mesaj, bir itiraf, ayrılmak isteği, her şey olabilir. Ray ve Edward olay yerini bir süre gözlemlediler. Dikkat çekebilecek bir ayrıntı ya da ipucu bulmak için uzun süre orada kaldılar. Kızın göğsündeki yarığa dikkat çektiler, kusursuz bir biçimde tek hamlede çizgi çeker gibi çekilmiş ve kan kaybından ölmüştü… Bıçak yarasına benziyordu. Ayrıca bir süre boğuştukları belliydi, kızın yüzünde, kollarında darp izleri vardı. O sırada Edward’ın gözüne bir şey ilişti. Bir kâğıt parçası üzerine şarap dökülmüştü. Biraz yakından bakıca üzerinde notalar olan bir portre olduğunu anladı. Evde herhangi bir enstrümana rastlamamışlardı. O gece başka birisi de orada olabilirdi. Kafalarında her şey darmadağın olan iki dedektif soluğu merkezde aldılar. Kaitie’nin en iyi arkadaşı olduğu belirlenen ve merkeze getirilen Jessy şaşkın ve ağlamaktan şişmiş gözlerle sorgu odasındaydı. Önce Ray sordu. — Kaitie’nin erkek arkadaşını tanıyor musun? — Evet, ama çok iyi birisidir. İyi anlaşıyorlardı, nasıl olabilir hâlâ aklım almıyor. — Daha önce aralarında herhangi bir sebepten dolayı bir kavga çıkmış mıydı? Mesela kıskançlık, aldatma benzeri bir şey? — Hayır, yani en azından benim bildiğim kadarıyla yoktu. Fakat Robby biraz hassastı yani Kaitie ona göre fazla duygusuz olabiliyordu zaman zaman. Belki de duygularının yoğunluğu ona bir hata yapmış olabilir bilemiyorum. — Nasıl yani, biraz açar mısın? — Dediğim gibi Robby hassastır ama gereğinden fazla bunalıma girebiliyor bazen. Zaten ne zaman canı bir şeye sıkılsa bir yerlere kaçar. Hatta öyle ki bir kaç gün dönmediği bile olur. Ray’in kafasına takılan ilk soru bu kaçışların ardında yatan sebebin sadece aşkın dışında bir konu olmasıydı. Katil oydu belki de. Bu arada bir haber geldi. Binadaki diğer insanların ifadesi üzerine anlaşıldı ki o gece orada sadece ikisi yoktu. Komşuların söylediğine göre o gece geç vakitte evden elinde kemanı olan yaşlı bir adam görmüşlerdi. Belli ki Robby biraz romantizm yaşatmak istemişti. Bu kemancı binanın az ilerisindeki caddenin başında keman çalarak para kazanan yaşlı bir adamdı. Ray hemen o caddenin başına gitti. Adam aynı yerinde keman çalıyor, çevresindeki insanlar büyülenmiş gibi onu dinliyor, bazısı para atıyordu. Ama bakışlarında öyle bir şey vardı ki adamın nereye baktığını anlayamıyordu. Tıpkı güneş gözlüğü takan bir adama bakmak gibiydi. Sen ona bakarsın ama karşındakini nereye baktığını bir türlü anlayamazsın. Yaşlı adam ne olduğunu anlayamadan merkeze götürüldü. Edward sordu: — O gece o binada neler oldu? — Hiçbir şey sadece yemeğe başladıklarında bir kaç şarkı çaldım — Eee sonra? — Sonrası işim bitti ve çıktım gittim, hepsi bu kadar… Cinayetten haberim yok — Sen oradayken gözüne çarpan herhangi bir şey olmadı mı, kavga etmiş gibi bir halleri var mıydı? — Hayır, bir anormallik yoktu hallerinde. Klasik iki genç sevgili manzarasından ibaretlerdi. Yaşlı adamın tedirginliği Ray’i şüphelendirdi. Bulduğu nota kâğıdı da bu adama ait olabilirdi

118


ki alınan parmak izleri sonunda adamın metodundan düştüğü anlaşıldı. İkinci sorguya Ray devam etti. — Bu kâğıt sana ait, o gece orada kalmış, üstünde parmak izin var — Düşürmüş olabilirim, bu beni katil mi yapıyor hemen; diye çıkıştı yaşlı adam. Belli ki bu oyundan sıkılmıştı. Dikkatler ne yazık ki hâlâ üzerindeydi. Birlikte işlenmiş bir cinayette olabilirdi bu. Her türlü ihtimali göz önünde bulundurmak zorundaydılar. — İyi düşün, o geceyi ne zaman ayrıldın evden? Adam bir süre düşündü, o geceyi yeniden gözden geçirdi. — Bir ara kemanımı bırakıp aşağı inmiştim, telefon etmem gerekiyordu. Geri döndüğümde genç adam beni içeri almamıştı. Kapıdan kemanımı verip artık bana ihtiyacı olmadığını söylemişti. Tek hatırladığım bu… Ray düşündü bu planlı bir cinayet olmayabilirdi. İki seçenek vardı önünde ya cinayeti işleyip hedefi şaşırtmak ya da o gece yolunda gitmeyen başka bir şey oldu ve ortada delil olmaması için kemancıyı erkenden gönderdi. Bu sırada Robby’nin arkadaşları ailesi araştırılmış ve Robby’nin en iyi arkadaşı olan Jack sorguya çekilmişti. Üzerinde hafif bir gerginlik sezen Ray onu ürkütmemek için yumuşak bir dille konuşmayı seçti. — Olaylardan haberin var. Arkadaşın bir katil belki de hâlâ ortalarda olmaması onun lehine işliyor. Genç adam başı önde konuştu. — Emin misiniz dedektif? dedi buğulu ve keskin bakışlarıyla. Bu cinayeti onun işlediğinden emin misiniz? diye yeniledi sorusunu. — Emin olduğumuzu söylemedik delikanlı ama arkadaşın kayıp ve dediğim gibi bu yüzden de her şey ona odaklanıyor. Bildiğin bir şeyler varsa bizimle paylaş lütfen onun iyiliği için. — Bakın Robby deli gibi âşıktı Kaitie’ye onu öldürmek gibi delilik yapacağını hiç zannetmiyorum. — Aşkın gözü kördür, bir kıskançlık krizine giremez mi sence? — O geceyi beraber hazırlamıştık. Hatta kemancıyı da ben bulmuştum onlar için. Bu cinayeti Robby’nin işlemesine olanak veremiyorum. Edward’ın kafası karışmıştı. O gece göze çarpan tek nokta yaşlı kemancının geri döndüğü sıra onu içeri almaması. Bir telefon konuşma süresi kadar sürede içeride bir şeyler olmuştu gecenin büyüsünü bozan ne olabilirdi. Bu sırada Edward yeniden sordu. — Bak, o senin en iyi arkadaşın belki sana nereye gittiğini söylemiştir. Ya da nerede kalabileceği hakkında? Bir süre sessiz kaldı, başını iki yana salladı. Gözleri dolmuştu. — Bu cinayeti o işlemiş olamaz, bu işin içinde başka bir şey var dedektif buna inanıyorum — Peki delikanlı gidebilirsin. Edward sorgudan çıkıp Ray’i aradı. — Ray, Robby’nin şu arkadaşı onu takip etmeliyiz. Bence o nerede olduğunu bizden saklıyor. Sorguda da çok tedirgindi. Arkadaşını koruduğuna eminim. — Peki, ben de okula gittim orada da bir kaç kişiyle konuştum. Dün gece geç vakitte ikisini birlikte görenler olmuş. Belki de bu işi ikisi planlanmış olabilirler. Ertesi gün okul çıkışı Jack’i takibe aldılar. Arabasına atlayan delikanlı onu takip eden iki dedektifi fark etmemişti. Ayrıca her türlü çatışma ihtimaline karşı bir sivil polis ekibi de arkalarından geliyordu. Şehrin dışında bir ormanlık alana çekti arabasını. Etrafta göze çarpan tek şey küçük bir kulübeydi. Arabayı fark edip, dikkat çekmemek için açık ara mesafe bırakarak uzaktan takibe baş-


ladılar. Jack arabadan inip kulübeye doğru yürüdü şimdi tam zamanıydı. Sivil polis ekipleri hızlıca etrafı sardılar. İçeriye girdiklerinde ise Robby’i bileklerini kesmiş bir vaziyette bulan Jack ve iki dedektif şaşkındı. Hastaneye kaldırılan Robby’nin hayata dönmesi beklenirken bu sırada Edward ve Ray Jack’i yeniden sorguya çekti. Hem yalan söylemiş hem de arkadaşının hastanede olması onu daha da gergin yapmıştı. — Onu ele veremezdim, diye söze başladı. Edward sordu: — Robby neden kaçıyordu peki? Umarım artık yalansız bir şekilde anlatırsın bize neler olduğunu. Jack, gözleri dolu dolu olmasına rağmen konuşmaya keskin bir ses tonuyla devam etti. — Robby ile kardeş gibi büyüdük ama o farklıydı biraz… Anne babası küçük yaşta ayrılmıştı. Kendisini hep dışlanmış gibi hissetti. Zaten şimdi de yalnız yaşıyordu. Anne, babası onu senede iki kere ancak arıyordu. Bunu içinden atamadı. Evet, ailesinden ayrılan tek çocuk o değildi belki ama o da her çocuk gibi değildi. Edward ve Ray suskunluğunu koruyup önce her şeyi dinlemek istedi; bu yüzden Jack arada sussa da bir şey sormadılar. — Onun evde olmadığı bir gün günlüğünü buldum. Onları okuduktan sonra bunca yıllık arkadaşımın aslında içinde biriktirdiklerinin hiç de hafife alınır olmadığını daha iyi anladım. Kaitie’ye âşık olunca bunca zamandır yaşayamadığı birçok duyguyu içine katarak yaşamaya başlamıştı aşkını. Bu yüzden aşırı duygusal olması her şeyi sorun etmesi ve en kötüsü de hepsinin birikiminin potansiyel bir tehlikeye dönüşmesiymiş. Edward: — Bastırılmış duygular saatli bomba gibidir. Günü ve zamanı geldiğinde ise patlaması kaçınılmaz hale gelir. Robby de böyle bir karmaşanın içinde patlamış ne yazık ki. Onun bu içsel kaçışı ne yazık ki kendine zarar vermekten başka bir işe yaramadı. Peki, Jack şimdi o geceye dönelim. — O gece birlikte tanışma yıldönümlerini kutlayacaklardı. İki saat sonra Robby titreyen sesiyle beni yanına çağırdı. Bir şeyler yolunda değildi yoksa neden baş başa yemek yedikleri bir gece beni çağırsınlar? Oraya vardığımda kemancının aşağı indiğini gördüm. Yukarı çıktığımda ise Kaitie yerde kan içinde yatıyordu. Robby ise duvara sinmiş deli gibi ağlıyordu. Ne yapacağımı bilemedim aklıma gelen ilk şey onu oradan götürmekti. Ne zaman canı sıkılsa şehrin dışında ki ormanlık yerde kafasını dinlemek için oraya giderdi. Onu orada bıraktım kendine gelememişti. Nasıl olduğunu öğrenemedim çünkü konuşamıyordu. Edward ve Ray buraya kadar olan bölümden anladılar ki sorunlu bir gencin ne yazık ki belki de istemeden işlediği bir cinayetti. İki gün sonra Robby hastaneden çıkıp merkeze getirildi. Bilekleri hâlâ sarılı olan genç hâlâ şoktaydı. Doktoruyla görüşen iki dedektif fazla üstüne gitmemeleri gerektiğini ve hâlâ sakinleştiricilerin etkisinde olduğu konusunda uyardılar. Edward söze başladı. — Olanları biliyoruz ama o gece hâlâ sır neden işledin bu cinayeti, o gece orada ne oldu? Robby acı bir gülümsenin ardından bakışlarını donuklaştırdı ve konuşmaya başladı. — Siz dedektif, yalnız büyümenin nasıl bir şey olduğunu biliyor musunuz? Yatılı okullarda büyümek tatillerde gidecek bir ailenizin olmaması bunların nasıl bir his verdiğini bana resmedebilir misiniz? — Belki de hayır delikanlı ama şunu biliyorum, kaçarak değil üstüne giderek çözülmeyecek hiçbir meselenin olmadığı. Şimdi o geceyi bize anlatır mısın Kaitie ile aranda ne geçti, neden ve nasıl öldürdün onu? — Onu öldürmek istemedim aslında. Kaitie’yi çok seviyordum ama o biraz sorumsuzdu ve birçok şey ona göre çok normaldi… O benim için bir dayanaktı oysa o bunu bana çoğu zaman

120


belli etmese de benim duygusal zayıflığım aslında hiç de ona göre değildi. O gece yemekte her şey normal ve güzel ilerliyordu. Hatta kemancının çaldığı şarkılarla dans etmiştik. Yaşlı adam telefon için aşağı indiğinde kemanının yayını eline aldı ve ucuna çantasından çıkardığı jileti yerleştirip ışığın altında kemanı eline aldı ve “Bak gördün mü ucundaki jilet nasıl da parlıyor,” dedi. Bunu neden yaptığını anlayamadım. “Bir yerine bir şey olacak bırak onu,” dediğimde ise sert bir şekilde bana çıkıştı. Korkak olduğumu ve buna dayanamadığımı söyledi. Kemanı elinden almak istedim vermek istemedi. Bir süre boğuştuk. Sinirlenmeye başlamıştım yayını elinden alıp onu itmek istedim ama o üstüme gelince... Sözünü bitiremeyen Robby hikâyenin sonundaki üç noktayı çoktan doldurmuş olan iki dedektife baktı. Ray: — Peki delikanlı ama aslında ne kadar şanslı olduğunu sakın unutma seni çok sevip koruyan bir arkadaşın var. Yargılanacaksın ama bu bir cinayetten çok kazara olmuş gibi görünüyor bu nedenle az bir ceza ile kurtulabilir, hayatında kaybetmekten çok kazanacaklarını düşünürsen kaçmayı değil hayata doğru yürümeyi öğrenebilirsin. Sorgu bittiğinde arkadaşı Jack onu dışarıda bekliyordu. Ona sımsıkı sarılan Robby’nin gözleri dolmuştu titreyen sesiyle her şey için ona teşekkür etmişti. Yeniden bir araya gelecekler ve hayata bir kez daha başlayacağına dair söz vermişlerdi. Edward ve Ray işleri bittiğinde meslekleri için de tezadın farkına bir kez daha varmışlardı. Kaçmak ve kovalamak… Aslında onlar da birer kaçış içindeydiler herkesin hayattan ya da bir takım duygulardan kaçtıkları yalan değildi. Kimi kendinden, kimi bir başkasından, kimi sevmekten, kimi ise hayattan hatta yaşamaktan… Robby’ninki sadece bir dışa vurumdu. Daha önceki davalarda da bunu örneklerini, tarihin tekerrürlüğüne çok kez şahit olmuşlardı. İki dedektif şimdi onları bekleyen bir diğer kaçış hikâyesinin başrolleriyle tanışmaya hazır bir yönetmen gibi koltuklarında yerlerini aldılar.

Merve VERAL


YAZARLAR Ayfer KAFKAS 1979 yılının Eylül ayında halen yaşamakta olduğu Kütahya’da doğdu. Okula gitmeden iki yıl önce okumayı keşfetmesinin ardından kitap okumaya başladı. Mevcut piyeslerin daha iyi yazılabileceğini keşfedip, kendi piyeslerini yazmasıyla sözcükler dünyasına girdi. En büyük hayat gayesi ise okumak, yazmak ve okur-yazar tabirinin aslında çok daha büyük manalara işaret ettiğini her fırsatta ifade edebilmek ve oğluna okumanın büyülü dünyasını anlatabilmek… Ayşe GAFFAROĞLU 1960’da Nevşehir’de doğdu. Tarım Kredi Kooperatiflerinden emekli oldu. Ürgüp’ün Ayvalı köyüne yerleşti. Öykü Evi Otel ve Restoran’ın sahibi ve işletmesidir. Köye yaptırdığı kütüphanede çocuklara önce hayal kurmayı öğretiyor. Yalnızlığını paylaşan köpeği Nisan ile mutlu ve huzurlu bir yaşam sürüyor. İstanbul’da yaşayan bir kızı, bir de oğlu var. UMAG Vakfı’nda yaratıcı yazma seminerlerine katıldı. TRT Radyo ve Güllük Radyo’da yayımlanan öyküleri var. Bütün Dünya dergisi ve Sokak Yazarları öykü kitaplarında basılmış öyküleri bulunuyor. Ayten ÇETİN 1983, Erzincan doğumlu. Selçuk Üniversitesi Harita Kadastro bölümünden mezun oldu. İstanbul’da ikamet ediyor. Yazmayı-okumayı-çizmeyi ve güzel olan her şeyi fotoğraflamayı çok seviyor. Beril KANIK 6 Mayıs 1986, İstanbul doğumlu. Sabancı Üniversitesi Üretim Sistemleri Mühendisliğinde 4. sınıf öğrencisi. Yazı hayatına çocukluğunda şiir ile başlayıp, gençliğinde günlük şeklinde devam ettikten sonra, lise dönemi boyunca psikolojik yazılar yazdı. Üniversite yıllarında ise yazmak bir tutku halini aldı. Deneme ve öykü çalışmaları oldu. Şiir ve deneme alanında ödül ve mansiyonlar kazandı. Sabancı Üniversitesi’nin kulüplerinden biri olan Okyanus Yayın Kulübü’nün başkanlığını halen hem editör hem de yazar olarak sürdürmekte. Bülent SABIRLI 1975 Temmuz’unda yeşilin, beyazın şehri Bursa’da doğdu. İki köklü okuldan, önce Bursa Erkek Lisesi’nden, sonra da Yıldız Teknik Üniversitesi İnşaat Mühendisliği bölümünden mezun oldu. 1998 yılındaki üniversite mezuniyetinden bu yana Bursa’da toplu konut üretimi projelerinde kontrol mühendisi olarak çalışıyor. Yazı çalışmalarının ilk meyvesi, korku/gerilim türündeki ilk romanım “İstila” 2007 Ekim ayında Ötüken Neşriyat tarafından yayımlandı. Şu sıralar büyük kısmı kâğıda dökülmüş ikinci romanının sonuna varabilmekle meşgul. Caner KELER Kütahya’da doğdu. 1984 yılında Kuleli Askeri Lisesi’nden ve 1988 yılında Kara Harp Okulundan mezun oldu. TSK içinde çeşitli birlik komutanlıkları ve öğretmenlik yaptıktan sonra kendi isteğiyle binbaşı rütbesinde emekliye ayrıldı. Halen ilgi alanı olan bilimkurgu konusunda öyküler yazmaktadır. Çizgi roman, parapsikoloji, uzay diğer ilgi alanlarıdır. Kendisine ait www.bilimkurgucu.net sitesi bulunmaktadır.


Cem SÜER 1986, İstanbul doğumlu. İletişim Meslek Lisesi’nde Gazetecilik Bölümü’nü bitirdi. 16 yaşından beri bu mesleği yapıyor. Posta’da Teknoloji köşesi, Radikal Ekran Ekinde film ve dizilerin eleştirisini ve Akşam’da bilgisayar oyunlarıyla ilgili yazarlık yaptı. Ufak yaşlardan beri Star Wars ve bilim kurgu seviyor. Dune gibi psikolojik ağırlığı olan evrenler de hoşuna gidiyor. Ceren GÜNEŞ 4 Mayıs 1989’da Ankara’da doğdu. İlköğretim ve lise öğrenimini TED Ankara Koleji’nde tamamladı. 2006 yılında, Başkent Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Amerikan Kültürü ve Edebiyatı bölümüne girdi. Halen bu bölümde, dördüncü sınıfta öğrenimime devam ediyor. 2009 yılında İzmir Kültür ve Dayanışma Derneği’nin açtığı “Ankara’da İlk Günler” konulu öykü yarışmasında “Ankara Çok Derin” adlı öyküsüyle ikincilik ödülü aldı. Temmuz ayı içerisinde Yitik Ülke Yayınları tarafından yayımlanacak olan Bozcaada Öyküleri adlı öykü derlemesinde “Adanın Sonbaharında” isimli öyküsü yer alacak. Cezmi ERSÖZ 1959 yılında İstanbul’da doğdu. Kabataş Erkek Lisesi’ni bitirdikten sonra eğitimine İstanbul Üniversitesi Siyasal Bilimler Fakültesi’nde Siyaset ve Kamu Yönetimi Bölümü’nde devam etti. Edebiyat yaşamının başlangıcını edebiyat dergilerinde yayımladığı şiir ve eleştiriler oluşturdu. Daha sonra Cumhuriyet Güneş Özgür Gündem Aydınlık gibi günlük gazetelerde yazıları ve röportajları yayımlandı. Ardından, haftalık Deli dergisinde yazdı. Demet GÜNER 15 Mayıs 1985 tarihinde İstanbul’da doğdu. İlk ve ortaöğretimini babasının memuriyetinden dolayı çeşitli illerde tamamladı. 1999 yılında Bahçelievler Anadolu Lisesi’ni kazandı ve mezun oldu. Sakarya Üniversitesi ve Anadolu Üniversitesi’nde üniversite eğitimi aldı. Emlak ve Emlak Yönetimi mezunu ayrıca İşletme öğrenimi devam etmektedir. Yazı hayatına kendince kaleme aldığı günlüklerle başladı. Bu günlüklerden sonra kısa denemeler ve şiire karşı yakınlaşmalar oldu. Yaşamını İstanbul’da devam ettirmektedir. Emre DEMİROK 21 Kasım 1972 de, Eskişehir’de doğdu. İlköğretimini ve liseyi Ankara’da bitirdi. Anadolu Üniversitesi Açık Öğretim İşletme Fakültesi’nden mezun oldu. Altı yıldır Remzi Kitabevi’nde çalışıyor. “Gökyüzüne Şarkılar” adıyla yayımlanmış bir öykü kitabı var. Erol ÇELİK 1973 Yılında Artvin’de doğdu. İ.T.Ü. Düzce’de MYO Kontrol Sistemleri okudu. Dokuz yıl radyo spikerliği ve programcılığı yaptı. Süper FM, Joy FM, Lokum FM gibi radyolarda çalıştı. Şu an, yedi senedir görev yaptığı NTV’de, ses operatörü olarak çalışıyor. “Heyula” ile “Satranç Ve Şövalye” isminde iki öykü kitabı yayımlandı. Senaryosunu kendi yazdığı kısa filmler çekiyor ve festivallere katılıyor. Yönetmenliğini yaptığı kısa filmler: Son İstek, 2008 (senaryo ve yönetmen); Sandıklı Gelin Efsanesi, 2008 (senaryo ve yönetmen); Vasiyet, 2007 (Senaryo ve yönetmen) Gökcan ŞAHİN 1988 yılında Sivas’ta doğdu. İlköğrenim ve liseyi İstanbul’da tamamladı. 2006’dan bu


yana Yıldız Teknik Üniversitesi Elektronik ve Haberleşme Mühendisliği’nde okuyor. Yazarlığa 2007’de öykü yazarak başlayıp kısa zamanda büyük bir gelişim gösterdi ve elliden fazla öykü yazdı. Ayrıca Xasiork Dergi’de inceleme ve eleştiri yazıları yayımladı. Şu anda Xasiork’ta e-kitap olarak yayınlanan Ozancan Demirışık’la beraber kaleme aldığı SIFIR adlı öykü dizisinin yanı sıra roman çalışmaları yapıyor. Hakan Günay AYDINOĞLU 1986 yılında, Manisa’nın Salihli ilçesinde doğdu. Son dört yıldır Karadeniz Teknik Üniversitesi’nde elektrik-elektronik mühendisliği eğitimi almakta. 2007 yılının Ekim ayında, bir sabaha karşı ilk denemesini yazdı. Sonraki yazılarında kendisini öykü alanında denemeye karar verdi. Mühendisliğin ağır sayılarından ve diferansiyel karmaşasından vakit buldukça irili ufaklı öyküler kaleme aldı ve bol bol okudu. Okumaktan en çok keyif aldığı tür polisiye/gerilim, en beğendiği isimler ise Ahmet Ümit ve Matthew Pearl. Şimdilerde dijital dünyasının içine duvarları kelimelerle örülü bir baraka inşa ediyor, sığınma amaçlı. Masis ÜŞENMEZ 1979 yılında, İstanbul’da doğdu. Dadyan İlkokulu, Getronagan Lisesi, Yıldız İktisat ve İstanbul İşletme MBA programından mezun oldu. Yazılarına kayipdünya sitesinde sinema köşesi ile başladı. Ötekisinema’dan Murat Tolga Şen ile tanışarak sinema eleştirileri yapmaya devam etti ve sitenin editörlüğünde görev aldı. Ötekisinema’daki yazılarının yanında Gölge e-Dergi’ye de öykü ve sinema yazıları ile destek vermektedir. Yazarlığının yanında amatör olarak da fotoğrafçılıkla uğraşmaktadır. Mert YANIKOĞLU 1976 yılı, Ankara doğumlu. Hacettepe Üniversitesi Bilim Kurgu ve Fantezi Topluluğu’nun kurucuları arasında yer aldı. Aynı üniversitenin İstatistik Bölümü’nden mezun oldu. 2007 yılında T.B.D. Bilişim Dergisi Bilimkurgu Öykü yarışmasında “Suret” adlı öyküsü ile ikinci oldu. hititgunesi.org’da öyküler yazıyor ve podcast kayıtları yapıyor. Yarı zamanlı yazarlığının yanı sıra, tam zamanlı bir bankacı. Merve VERAL 1987’de, İstanbul’da doğdu. Ortaokul yıllarında mizah dergileri okumaya başladı. Okumak, gülmek, düşünmek öyle güzel ve eğlenceliydi ki yazmaya başladı. Günlük, deneme, öykü, mizah türleriyle yazmaya devam etti. Bu sırada Açık Öğretim Fakültesi İşletme Bölümü 4. sınıfına geçti. Müziğe olan tutkusunu (2 yıldır) bir gitarla pekiştirdi. Amatörce de olsa ders vermeye başladı. Geçen Mayıs ayında verilen Gençlik Konseri’nde gitar ve ritim grubunda, Büyük Ada Halk Eğitim’in hazırladığı ritim grubunun kısa şovunda yer aldı. Murat BAŞEKİM Ankara doğumlu. Tam Macera, Esin Sanat, Deli Gücük Osmanlı Taşrasından Korku ve Dehşet Hikâyeleri gibi çalışmalarda çeşitli öykü ve senaryoları yayımlandı. Stephen King, Bernard Cornwell gibi yazarların eserlerini çevirdi. Müslüm YÜNSAL 13 Kasım 1988, İstanbul doğumlu. Aslen Şanlıurfa Birecik’li. Şu an için Okan Üniversitesi Uluslararası Lojistik Bölümü öğrencisi olmasına rağmen okula ara verdi ve dramatik ya-


zarlık için yetenek sınavlarına hazırlanıyor. Genelde hayatın kötü yanlarını görüp, ona göre yazıyor. Yazarken onu en çok etkileyen şey, acılardır. Kişinin acılara boğulması ve bunlardan çıkış yolları araması en çok ilgilendiği hayat yönüdür. Oğuz ÖZTEKER 1968 Yılında doğdu. Lisedeyken kitap koleksiyonu yapmaya, üniversitedeyken yazmaya başladı. 1993’de İ.T.Ü. İnşaat Fakültesi’nden mezun oldu. “Hollywood Stili Yeşilçam Öyküleri” adlı hikâye kitabı 2005 senesinde yayımlandı. Boş zamanlarında kitap okur ve hayal kurar. Zaten öykülerinin hepsi de onun hayallerinin bir ürünüdür. Öznur BAYCAN Doğum yılı henüz kesinleşmemiş olmasına rağmen 25 Aralık doğumlu olan Öznur Baycan, ilkokul, ortaokul ve lise eğitimini gelişi güzel tamamladıktan sonra, üniversite eğitimi için gittiği Sakarya Üniversitesi’nden Muhasebe okuyarak ayrıldı. Fakat bu dünyada hiçbir şey onu gerilim, korku romanlarından, polisiye tutkusundan alıkoyamadı. Şimdilerde bomboş olan zamanını hikâyeler yazarak geçirmekte. Sadık YEMNİ 1975’ten bu yana Amsterdam’da yaşıyor. Gizemli, paranormal, iyi saatte olsunlar, polisiye, bilimkurgu, dram alanlarını tarayan öykü ve romanlar yazıyor. Bu türe kendi terimiyle TekinsizX diyor. Muska, Yatır, Öte Yer ve Ağrıyan (Eylül 2009) adlı romanlarında yazarın alteregosu Sarp Sapmaz’ın serüvenlerini anlatıyor. En yeni kahramanı TekinsizX vakalar hafiyesi Osman Demir Bey pek yakında okurların beğenisi pistine iniş yapacaktır. Serdar KÖKÇEOĞLU Sinema-TV/Yönetmenlik eğitimi aldı. Kenan Yarar uyarlaması bir kısa filmle mezun oldu. İstanbul’da editörlük ve reklâm yazarlığı yaptı. Mynet Beyazperde Genel Yayın Yönetmeni olarak çalışıyor. Kargart için! Geceyarısı Filmleri! gösterimlerinin küratörlüğünü üstleniyor. ((GVP)) isimli video/müzik grubuyla sahneye çıkıyor/video klipler hazırlıyor. Ayrıca çeşitli dergi ve internet sitelerinde sinema, müzik ve çizgi roman üzerine yazılar yazıyor. Kan Kardeşler isimli uzun metraj vampir senaryosu satın alındı; 2009–2010 döneminde hayata geçmesi bekleniyor. Ümit KİREÇÇİ Ankara Üniversitesi Tiyatro Bölümü Dramatik Yazarlık Bölümü’nde öğrenim gördü. Lila Düşler Tiyatrosu Genel Sanat Yönetmeni; çocuklara oyun yazıyor, sergiliyor, dersler veriyor. Çizgi Roman Senaryosu adlı bir kitabı var ve 1002. Gece Masalları adı seçkide bir öyküsü bulunuyor. Çizgi Roman Okurları Platformu’nun (ÇROP) da kurucusu. Volkan Levent SOYLU 1984’de İstanbul’da doğdu. Antropoloji eğitimi aldı. Yaklaşık 6 yıldır öyküler yazıyor. Fantastik ve korku türlerinde okumayı ve yazmayı seviyor.


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.