. TEPEDEK I BAR Mehmet Berk YALTIRIK
. TEPEDEK I BAR Mehmet Berk YALTIRIK
Tepedeki Bar Mehmet Berk YALTIRIK
Bu novella bir, Gölge e-Dergi çalışmasıdır.
EDİTÖR Mustafa Emre OZGEN
ÖN VE ARKA KAPAK: Mehmet Kaan SEVINÇ
İLLÜSTRASYONLAR: 1, 3, 4, 7 ve 8. Bölümler
Mehmet Kaan SEVINÇ 9. Bölüm
Hü seyin ESEN
Eserin her hakkı Mehmet Berk Yaltırık’a aittir. Para ile satılamaz.
Yaşasın fanzinler! 24 Aralık 2016 KADIKÖY
.
TEPEDEK I BAR Mehmet Berk YALTIRIK
5
ÖNSÖZ YERİNE
Gölge e-Dergi'de yıllar yılları devirdikçe öykülerimin birbirine benzeyebileceği düşüncesi beni tefrika yazmaya sevk etti. Daha önce de bir tefrika denemem olmuştu ancak hikâyeye içim ısınmadığımdan çabuk sona ermişti. Tefrika yazmak öykünün bütünlüğünü korumak açısından zor olsa da her ay farklı temada bir öykü bulup yazmaya göre daha kolay olduğundan Gölge e-Dergi'de artık bu tür tefrikalar kaleme almaya karar verdim. Beni yazmak için adeta cezbeden hikâyeleri tefrikaya dönüştürüp yazmayı başka mecralarda da uygulamaya çalışıyorum. Gölge e-Dergi bunlardan ilki oldu. “Tepedeki Bar” tefrikası 101. sayıda (Şubat 2016) başlayıp 109. sayıda (Ekim 2016) sona eren, kısmen günümüzde kısmen tarihte geçen bir korku öyküsü. İlk başta “Hortlak” dergisinde Memo Tembelçizer'in meşhur “Ölü, Diri ve Deli” çizgi romanından esinle Beyoğlu'nda bir barın alt katına Osmanlı döneminden bir dehşetin hapsedilmesi düşüncesi eksenindeydi. Sonradan şehrin ve dönüşümlerinin hayli dışında esrarengiz bir konak, üstelik bir anda gelen “House on Haunted Hill” ilhamıyla “Tepedeki Bar”a dönüştü.
Hikâyenin geçtiği dönemin konuşmalarının birebir argoyu ve 6
hem 2000'ler hem de Sultan II. Abdülhamid dönemini andırması için çabaladığım bu hikayede bazı gerçek mefhum (Beyoğlu kabadayıları, Arnavut ve Karadağ çeteleri) ve kişilere (Resneli Niyazi Bey) atıf varsa da tamamen kurgu mekanlar ve şahıslar söz konusudur. Tefrikanın yayınlandığı süre boyunca hazırlanan illüstrasyonlar da bu “uzun hikâyemizin” sonunda bir albüm olarak bulunuyor. “Tepedeki Bar” tefrikasının yayınlandığı süreçte aramızdan ayrılan Varol Gökdamar'a ithaf ettiğim bu çalışma, Gölge e-Dergi olarak yayınlanan tefrikaları, çizgi romanları e-kitap, e-albüm yapma yönündeki çalışmalardan sadece bir tanesi olacak.
Gece okumanız tavsiyesi ile…
Mehmet Berk YALTIRIK 24 Eylül 2016 – EDİRNE
(Her zaman Gölge'de onsuz bir eksik kalacağımız Varol Gökdamar'ın anısına)
7
BÖLÜM 1
(1890'lar…) Müştemilatın tahta duvarları arasından gelen rüzgârın uğultusu inilti sesi misali geceye karışmaktaydı. Dışarıda fırtına yoksa da epey rüzgârlı bir hava vardı ve arada bahçedeki ağaçların dalları mütevazı binanın camlarını tırmalıyordu. Köşede yanmakta olan bir ufak sobanın deliğinden vuran ateşin loşluğu örtü gibi mekânın üzerine örtülmüştü. Sobanın içinden gelen çıtırtıların ayak sesine benzerliği, duvar dibindeki yataktan hallice döşeğinde uyumaya çalışan Bekir'in çoktan boş verdiği bir ayrıntıydı, zira alışmıştı. Bir ara her gece sobadan gelen her çıtırtıyla gözlerini açıyordu ama o huyunu da bırakmıştı. Nitekim Peymanzer geldiği vakit kapıyı açıp da öyle süzülürdü yanına, kapıyı çalmazdı. O yüzden Bekir bilirdi de müştemilatın kapısını geceleri kilitlemezdi. Kırda yazıda bu yere hırsız bir yana eşkıya bile uğramadığından gerek de görmezdi. Tedbir cihetinden yastığının altında tuttuğu Karadağ tabancası vardı, sonra memleketinden kalma bir âdeti; ayak patırtısını tez işitirdi. Dağların nihayetinde bir köyden kalkıp şehre gelmeden önce kan davası yüzünden yahut arada bir Şimali Arnavutluğa sarkan Karadağ çetelerinden mülhem baskın beklemeyi, pusmayı, eşkıyalar kaçaklar gibi yaşamayı öğrenmişti. Sülalesiyle şehre konduğunda 8
kendisine bir kapı aramış, sonunda bir paşa köşkünün bahçıvanlığına kapulanmıştı. Ağaçların koruların ortasında kâgir ve aşı boyalı paşa köşkünün hayli yürüme mesafesinde aşağıda bulunan, bahçe duvarlarının bitimindeki kapının hemen önüne kondurulmuş müştemilatta kalıyordu. Peymanzer -köşkün beslemelikten yetişme hizmetçilerindendi, gecenin kör karanlığında o yolu tek başına iner çıkardı da bazı geceleri hem yüreği hem döşeği bayram yerine dönerdi. Köşk tepeye doğru, müştemilat da hayli uzakta kaldığından ses seda işitilmezdi. Peymanzer'in gülmesi, şarkılar okuması, işveli sesleri duyulsa zaten köşkte o saat barındırılmazdı. Aylardır kimse bir şey demediğinden Bekir, köşkün top patlasa duyulmaz bir uzaklıkta bulunduğuna kanaat getirmişti de şükretmişti. Uzaklığa bu kadar şükretmesine değecek bir başka husus ise köşke fazla yanaşmayacak olmasıydı. Bu ikinci şükrünü her hatırladığında belli belirsiz ürperirdi. Koca paşanın bu kadar paraya bir adamı tutmasında bir yağlı kapıdan çok tuzak hissiyatı olmasının nedensiz olmadığını düşünerek hayıflanırdı. Parası vardı, silahı vardı –ki geldiği yerde namus yerine geçerdi, dolu kursağı, yatacak döşeği ve sarılacak kadını vardı. Parasıyla haftada bir izin gününde Beyoğlu'na iner, çoğu belalı paşaların beylerin kapısında, semtlerinde külhanilik eden kimseler olan memleketlileriyle görüşür balozlara, tiyatrolara gider, kantolar seyrederdi. Ardından bazen yeğenlerinden biri bazen kardeşleri aracılığıyla bir miktar parayı anasına ve kardeşlerine gönderirdi, açta açıkta olmadıklarını bilirdi. Bahçıvanken gezindiği sade kıyafetin –geldiği yerden cepken, pabuç bir de beyaz keleşa, aksine, paşanın verdiği ilk parayla aldığı afilli kıyafetlerle inerdi Beyoğlu'na. Keyfi yerindeydi ama yine de içini sıkıştıran, rahatsız eden bir 9
şey vardı kendisini. Belli belirsiz rahatsız eden bir histi. Köyündeki Deli Emina'nın gelişini haber veren çıngırak seslerini duyup korkuyla kaçmasına neden olan, geceleri uyurken gelip boğazına sarılacakmış gibi zannettiren, uykuyu piç eden, kelimenin tam anlamıyla rahatsız edici, huzursuz edici o uğursuz histi. Köşke para almak için, öteberi getirip götüren ayvazlara, hamallara nezaret etmek için, paşanın mabeyne gideceği vakitlerde hazır bulunmak için her gidişinde ziyaret ederdi kendisine. Todor'un meyhanesinde demlenirken zihninin en dumanlı anında bu sırrını bir ahbabına ifşa ettiğinde tafsilata girmeden anlatmıştı meseleyi. Zira köşkün tövbe estağfurullah “sahipli”, perili falan olduğunu düşünmüştü. “Ölüden değil, diriden korkarım more! Göze görünmezden değil, görüneninden korkarım!” diyerek kestirip atmıştı. Gözleri ağır ağır yeniden kapanırken dışarıdan işittiği belli belirsiz bir sesle yerinden fırladı. Kulağına mı öyle gelmişti acaba? Ne olup bittiğini anlamaya çalıştığı o melun vakitte tetikte beklerken bu sefer sesi daha iyi duydu lakin tüyleri diken diken oldu. Peymanzer'in sesine benziyordu. Gerçek mi değil mi diye kulaklarına itimadını sorguladığı o anda Peymanzer'in sesi daha yakından duyulmaktaydı: “Bekir!” Bekir adını duyar duymaz yerinden doğrulamadan müştemilatın kapısı gürültüyle açıldı. Tahta kapı duvara çarpıp kulak tırmalayan bir gıcırtıyla ileri geri sallanırken karanlıkta Peymanzer'in terden sırılsıklam olup ay ışığında parıldayan saçlarını ve korkuyla bakan gözlerini gördü. Dili damağına yapışmıştı endişeden, ağzını açıp bir şey söyleyemedi. Peymanzer de göğsü korkudan inip kalkmaktayken güç bela konuşabildi: “Bekir! Ayağının türabı olayım yetiş! Paşa aklını yitirdi!”
10
11
(2010'lar…) Galatasaray Lisesi'nin önünden koşar adım geçerken neredeyse tramvayın altında kalıyordu Kenan. Tramvay uyarı zilini öttürerek uzaklaşırken arkasından okkalı bir küfür savurdu, lakin bulunduğu muhitteki kalabalığın ekserisi genelde yabancı olduğundan tınısı hariç küfürden hiçbir şey anlamadılar. Ne çok yaşlı denebilecek bir yaştaydı, ne de gençliğin dibindeydi kimse dikkate almadı. Hollanda Konsolosluğu'na doğru koşturmaya devam etti. Saçları yeniden uzama yolunda olup kesmeye hiç niyeti olmayan, kirli sakallı, handiyse çöp gibi zayıftı. Ancak sinirli görüntüsü pek de rüzgâr esse yıkılır intibaı uyandırmıyordu. Bir ara önünden geçtiği mağazanın camından kendi görüntüsüyle karşı karşıya kaldığında geçmişini anımsadı. Askere alınmadan önceki halini anımsadı, sanki mağazanın camında eski uzun saçlarının hayaletini görür gibi olmuştu. Hepi topu bir yıl öncesiydi, o vaziyette bu caddede yürümesi ama sanki asırlar geçmiş gibiydi. Oysa İstiklal birkaç yer hariç hala aynıydı, askerden döneli bir haftalık süreçte görebildiği tanıdıkları aynıydı. En yakın tek arkadaşı Vedat hariç. Vedat kısa sürede -o asırlık askerlikte- almış yürümüştü. Aynı yerde çalışıyorlardı. Kendisi çalıştığı mekanın müzik işlerini –dj'liktenenstrüman icrasına kadarhallederken Vedat bodyguard'dı. Aynı mahallenin çocukları olup aynı kavgalı gürültülü yerde peyda olmalarına rağmen Vedat hep farklı olmuştu. Hep bir adım öndeydi, kararları o verirdi ama bu parlaklığı başarısından çok hırsından ileri gelirdi. Mahallesindeki kocakarıların: “Hırs adamı kurutur!” vecizesine rağmen Vedat hırsla yaşayan, onunla anlam bulan biriydi ve bununla ilgili bir sıkıntı da yaşamıyordu. Çalıştıkları barın netameli ve kaynağı meçhul paralı sahibinin yanında birkaç ayda bodyguardlıktan çıkmış, sağ kolluğa 12
dek oynamaya başlamıştı, iş bitiriciydi. Büyük paralar kazanıyordu, nereden gelip nereye gittiği meçhul liralar akıyordu. Kenan hiç sormazdı bunları. Ancak askerden döner dönmez kulağına çalınanlar ve Vedat'ın kendisini acil olarak çalıştıkları bara çağırırken sesinden yayılan emredici tını ister istemez merakını celp etmişti. Asmalı Mescit'e gelmeden sokak aralarına saparak yıllarını geçirdiği –öncesinde birkaç yer daha dolaşmıştı- “Qasvet” adlı 90'ların sonunda 2000'lerin ortalarında takılıp kalmayı başarabilmiş barın uzaktan aynı neon levhasını fark etti. Kapıda başka birinin siyahlarla dikildiğini –Kenan'dan da Vedat'tan da iriydi- görünce Vedat'ın çoktan badigardlıktan başka mecralara geçiş yaptığını anladı. Mekana girmek istediği esnada –kendisine göre yenibodyguard karşısına dikilince ters ters bakıp: “Vedat çağırdı beni”yi savurdu yüzüne. Adam Vedat'ın adını duyunca önünden çekilip kendisine yol verince, bir kere daha Vedat'ın ne hale geldiğini anlamıştı. İçeri girdiğinde mekân boştu, Vedat barın önünde tabure üstüne tünemişti. Kafasını çevirip kendisine döndüğünde onun “karanlıklar” içinden baktığını gördü zira belinde tekinsizce parıldayan bir emanet sanki sırıtmaktaydı. Vedat'ın tabureden fırlayıp “vay kardeşiml”li bir karşılama sergilemesini bekledi ama onun yerine soğukça elini uzatıp: “Askerlik yaramış koçum!”la karşılaştı. Nasıl olduğunu bilmiyordu ama birkaç ayda Vedat patronluğa fırlamış gibiydi. Belindeki makinenin esbab-ı mucibesini de çözmüştü. Yalnız şunun şurasında gelip geçen 12 ayda her şey nasıl da bu kadar değişebileceğini anlayamıyordu. Vedat değişmiş olabilirdi ama Kenan hala aynıydı. Onda çelimsiz görünen lakin her daim tetikte ve saldırgan adam haleti ruhiyesi vardı ki sürekli tersti. Birini terslemesi gerektiğinde bundan kaçınması gerektiğini düşünmezdi. Modern görünümlü lakin her 13
her daim arka sokaklara çıkan “polis girmez”li mahalle mensubuydu, sadece şivesi ve görünümü büyük şehre aitti. “Patron olmuşsun…”la karşıladı Vedat'ı. “Henüz değil. Ama çok yakın. Sen de patron olucan…” dedi Vedat, suratında iş bitirirken kullandığı meşum sırıtmalardan biri peyda olmuştu. Ancak Kenan, pek sırıtmaya tav olacak tıynette değildi: “Askerden geldim, daha seni sormadan mevzun açıldı. Bodyguardlığı bırakmışsın falan dediler, bir geldim kapıda başka adam, belde emanet, telefonda bir havalar…” Vedat surat yapmadı, zira ölümüne hırlaşsalar da mahalleden arkadaşlardı. Ancak o can sıkıcı iş bitirici eda bu sefer sesindeydi: “İşleri büyüttük be kardeşim, hep yerimizde sayacak değiliz ya?” “On iki ay. Bir sene. Bir senede ne yaptın, n'oldu ki?” “Pek bi'şey değişmedi. Her şey aynı. Bildiğin gibi çalışmaya devam ettim işte.” “Patron olmaktan bahsediyosun oğlum nasıl aynı? Sen de patron olacaksın falan diyosun. Senin gibi siyahları çekip makineyle mi fink atacağım?” “Yok be kardeşim, değişen bi'şey yok. Sen aynı bildiğin işi yapacaksın. Telefonda anlatamadım. Bar işine giriyoruz.” Kenan'ın manalı gözlerle bulundukları barı işaret ettiğini çakan Vedat tafsilatına değindi: “Patron buranın işletmesini bana devretmişti zaten. Ama benim kafamda başka şeyler var.” “Başka bi'yere mi taşıycaz?” “Yo, burası kalacak. Kalacak ama değişcek biraz. Nasıl desem, buralar çok 2000'ler işi kalıyor anlıyo musun? Değişcek, 14
başka bir mekân olacak, başka müşteri kitlesine hizmet edicek. Bar falan çok gitmiyor buralara artık. Ancak biz farklı bir bar konseptiyle, eğlence sektöründe hizmet vermeye devam edeceğiz.” Konsept, sektör, kitle… Vedat bu ağızları nereden kapmıştı? Hani her şey aynıydı? “Niye be, nesi var Asmalı'nın her yeri bar?” “Belediye sıkıntı çıkarmıyor pek ama… Buralarda böyle yer kalmayacak artık. Yemekli falan bir yer olacak burası, patronla karar verdik.” Vedat'ın ağzından çıkan o son “-dik” sesinden otorite akıyordu. “Yine eğlenmek isteyenleri, farklı bir mekana çekeceğiz. Gelenler kısmen kalburüstü kısmen orta halli kimseler olacak ama iyi para kırıp nam yapıcaz kardeşim. Orman arazisine yakın, şahane bir mekan var. Sen de işin içindesin.” “Beni ne hemen sokuyorsun işin içine aga? Sermaye namına yirmi te le'm ya var ya yok, onu da askerde verdilerdi en son.” “Sen zaten ortak olmayacaksın. Müziğini sanatını icra edeceksin, onda devam edeceksin kardeşim. Ama benimlesin, bırakmam seni.” Mevzu şimdi daha net anlaşılmaktaydı. “Zaten ortak olmayacaksın” tokadının ardından söyledikleriyle müzisyen işini ucuza kapatmak niyetinde olduğunu çakmıştı. Şeytan, sinirle ardını dönüp gitmesini söylese de çaresizlikten kıpırdayamadı Kenan. Nerede iş bulacaktı, Vedat demiyor muydu hem buralar değişiyor diye, buralarda nasıl tutunacaktı? Zaten askerden döner dönmez ayağının tozuyla gelmemiş miydi buraya? Vedat sinir bozucu bir ifadeyle omuzuna dokundu: “Ekibi yeniden toparladım koçum. Bak Pelin de bizimle…” Kenan'ın sesi soluğu bir anda kesildi. Hayata karşı sürdürdüğü 15
daimi atarı kesintiye uğramıştı. Beyni uğuldarken Vedat konuşmaya devam ediyordu: “Henüz isim bulamadık ama neyle tanıncağımızı biliyorum. Tepedeki bar diyecekler!”
16
BÖLÜM 2
(1890'lar…) Peymanzer, suratına alık alık bakan Bekir'i hafifçe sarstı: “Bekir duymaz mısın beni? Bekir! Paşamıza bir haller oldu, medet yetiş!” Bekir, Peymanzer'in kara gözlerine dalıp gitmişti. Ardındaki karanlık ve sağa sola sallanan ağaçların ürpertisi onu çocukluk senelerine, köyüne götürmüştü. Arnavutluk Dağlarının dibinde, İşkodra taraflarındaki o sakin beldeye. İşkodra Gölü'ne yahut Buna (Karadağ ahalisi Bojana derdi) nehrine indikleri zamanı, baharda açan çiçeklerle silueti değişen vadileri, rüzgârın uğultusunu hatırladı. Sonra da sakinliğin bozulduğu anlar kendi kendilerini hatırlattı. Dağların ne ekmeye ne hayvanlara elverişli olduğu Karadağ memleketinin dağlarından komşu ovalara çeteler inerdi. Şakilik yegâne geçimleriydi ki kışı geçirmek için bahar zamanlarında ovalardan vadilerden el koyup topladıkları mallara, eşyalara ihtiyaçları vardı. Bu yüzden sık sık Arnavut köylerine de inerler, aralarında kanlı muharebeler vuku bulurdu. Nitekim bu alışkanlık üzerine yetişen Karadağ erkekleri için yatakta ölmek ayıp, müsademede ölmek ise olağandı. 17
Çetelerle harp etmek kuzey Arnavut memleketindeki insanların fıtratına tesir etmiş, eşkıyalarla haydutlarla tebelleş olmaktan ötürü onlara benzemişlerdi. Bekir aile içerisinde adeta kışladaymışçasına kesin emirlerle, katı disiplinle yetiştirilmiş, genç yaşında elde tüfek çete takiplerine ve nöbetlerine katılarak avken avcı olmayı öğrenmişti. Çete baskınında kurban olmamak için tüfek elde çetelere katılıp Karadağ Prensliği hudutlarında geze dolaşa o da karanlık görünüşlü, sert sıfatlı, zalim bakışlı dağ adamlarından biri olup çıkmıştı. Yaralanma günlük yaşamın bir parçası, ölüm vaka-i adiye idi. Ancak onu ürperten şey o senelerde sıkça karşılaştığı ölümün kendisi değil, onun da ötesiydi. Cesaretini sınayan şey daima Karadağ harambaşalarından (Türklerin haramibaşı dediği) ve Sırp buljubaşalarından (Türklerin bölükbaşı dediği) ziyade köy yaşantısı içinde fark etmeden her birini çepeçevre kuşatmış olan batıl itikatlardı. Öldürdükleri yahut yakaladıkları insanın kulaklarını burunlarını kesip sermaye biçen Karadağ hayduklarından çok cinlerden, peritlerden (peri) korkardı. Shtriga, kukudhi ve lugat isimleri onda Donço, Milotin ve Sokolbaci isimlerinden (kaynaklarda geçen hakiki Karadağ eşkıyaları) daha ziyade korku uyandırırdı. Peymanzer'in ardında sallanıp duran ağaçlar, çocukluğunda hatırladığı geceleyin iki yana sallanıp durmalarıyla yürüyen kabir kaçkınlarını andıran ulu ağaçları hatırlatmıştı. Peymanzer'in gözlerinde dalıp gittiğini fark edince bir an korkuyla irkildi. Söylediği şeyi idrak edip sormayı akıl edebildi: “Kim delirmiştır dedın?” “Paşamız! Paşamıza bir haller oldu. Kurbanın olayım yetiş!” Bekir ne söylemek istediğini anlayamadı. Dışarının 18
karanlığından çekindiğini belli etmeden alışkanlıkmış gibi tabancasını beline sokup, ayağına eski potinlerini geçirip köşke çıkan ağaçlıklı tepeye doğru koşturmaya başladı. Peymanzer de peşinden geliyordu. Karanlık ve yıldızsız gökyüzü, ağaçların ardını örten ürkünç ışıksızlık Bekir'e yine eski zamanlarını hatırlatmıştı. Memleketinin ormanlarında, mezarlıklarında cirit atan mahlûkları orada bıraktığını zannediyordu. Hep kendisiyle olduklarını, zihninden fışkırıp muhayyel de olsa vücut bulmalarını fark edince korkuyla hep zayıf bir anını kolladıklarını düşündü. Çalılara, sallanıp duran ağaçlara bakmamaya çalışarak köşkün olduğu tepeye tırmanmayı sürdürdü. Gözlerini kaçırmayı denediyse de bir anlığına bulutların arasından sıyrılan ay ışığında sallanan ağaçlardan birine gözü takıldı. Kavaklara denk heybetli bir çam ağacı rüzgârın esmesiyle sanki sallanmıyor adeta kafasını sallıyordu. Bekir'in gözlerinin önüne çocukluk kâbuslarından biri canlandı adeta. Evin büyüklerinden dinlediği korkulu varlıklardan birini gördüğünü sanmıştı da günlerce konuşamamıştı. Ağaç olduğunu söyleseler de uzun bacaklarını aça aça yürüyen o şeyi hiç unutamamıştı. O şeyin boynunun ucundaki küçücük başını eğerek pencereye bakışını da ayan beyan görmüştü. Yıllar içinde ölümlerle, müsademelerle, baskınlarla yaşaya yaşaya hayallerden çok gerçeklerden korkmaya başladığından unutmuştu ama şimdi anımsamıştı onu. Sanki çam ağacı koca adımlarını ata ata, başını sallaya sallaya ona doğru yürüyor gibiydi. Gözlerini yumarak neredeyse ezbere bildiği tepeyi öyle tırmanmayı sürdürdü. Geceyi inleten canhıraş bir çığlık sesiyle gözlerini açıverdi. Çığlık köşkten geliyordu…
19
(2010'lar…) “Pelin'e de tepedeki barın assolisti diyecekler!” derken Vedat kapıya doğru uzatmıştı elini. Beyni uğuldamaya devam ederken Kenan tüm cesaretini toplayıp arkasına baktı. İlk gözüne çarpan barın lambaları altındaki simsiyah parıltılardı. Işık uzun ve simsiyah saçların üzerinden salınıp geçerken, beyninin korkudan uğuldadığını fark etti. Neden korkuyordu? Kızın en az saçları kadar siyah gözlerine kilitlendiğinde hatırladı korkusunu. Askere gitmeden çok önceydi… Mahallelerine belki on yıl önce taşınmıştı Pelin. Ailesinin durumu iyiyken bir anda (artık ihaleli işlerden mi, yoksa kör talihin çelmesi mi bilinmez) tam tersi gitmesiyle gelmişlerdi oraya. Çere çöpe düşmüş inciydi. Etrafı bir nice belalıya psikoya gebe mahallede bir nice arkadaş fitnesine, kavgaya ve bıçak çekmelere rağmen inadına yürümüştü Kenan, neticede en külhani hayatında yegâne rabıta Pelin olmuştu. Yegâne hayali bir gün bir şekilde mahalleden sıyrılıp ışıltılı eski yaşantısına dönmek olan Pelin, Kenan'da ne bulmuştu bilinmez. Kenan'a içindeki suç dürtüsünü sanata vurmasından hoşlandığını söylemişti, kadim ve uzak hayatından entel cümlelerle Pelin. Kenan ikna ve tav olmuştu çünkü Pelin'in de sanat manat işlerine şarkılar vokaller vasıtasıyla aşina olduğunu biliyordu. Hattı zatında Pelin'in sesi pek güzeldi ancak hiç okumasını istemezdi bir yerlerde, en varoş duyguları cinnete bağlardı. 2000'lerin ortasına doğru görüntülü ceplerin sıçraması, internetin bollaşması, lise heyecanını atlatışın akabinde iki yıllık yahut açık öğretim üniversite sürecinde, Vedat'ın da kanına girmesiyle, Pelin'i de ufaktan barlara marlara götürmeye başlamıştı. Aynı mahalleden insanlardı, yan yanalardı. Ne olabilirdi ki? 20
Derken 2000'lerin sonları zuhur etmiş, askerlik şafakta görünüp, facebook çoktan sökün edince işin rengi değişmişti. Pelin'den ilk defa o zaman korkmaya başladığını anımsamıştı Kenan. Korkuyordu zira her daim o mahallede ve barda yaşamayı umut ederdi, yaşlılığı aklına pek düşürmezdi. Pelin ise aklına yaşlılığı düşüren şeydi. İlk defa ürpertiyordu Kenan'ı en olumsuz duygularla. Pelin gelinlikti, taksitti, kiraydı, çocuk zırıltısıydı, velhasılı şimdi değil gelecekti… Askerliğe gitmeden bir hafta önce vuku bulan şiddetli bir kavga neticesinde ayrılmalarından sonra Kenan yemeden içmeden kesildi. Kendine mi kızıyordu, Pelin'e mi üzülüyordu bilinmez. Vedat'ın badigardlığa devam eylediği bara son kez uğrayıp patronla, Vedat'la vedalaştıktan sonra suskunluğunu koruyarak metroya atlayıp Bayrampaşa'nın yolunu tuttu. İşte şimdi Pelin'le karşı karşıyaydı. Yüzleşmeye bir daha cesaret edemediği korkusuyla. On yılı birkaç saat ayarında hızla tükettiği, on iki ayı asır mahiyetinde eskittiği –eski- sevgilisi gözlerinin içine korkusuzca bakıyordu. Bir şey söyleyemeden öylece kaldılar. Pelin'in hiç yoktan öfkeyle bakmasını düşünmüştü, beklentisi oydu ama o da yoktu. Bir yabancıya bakar gibi bakmıştı Kenan'a ve bu yüzden içi burulmuştu Kenan'ın. Vedat'ın iş bitiren kallavi ve tiksinç sesi gürleyende gözleri kenetlenmeyi bıraktı: “Bu gece mekanageçicez. Yarın açılışı planlıyorum, son halini sistemi falan görün bi…” Pelin bıkkınca karşılık verdi: “Ben gelmesem. Zaten görmüştüm…” Bu cümleyi söyleyişindeki vurguda Kenan'ın aklına ucu cinayetle bitecek bin bir puşt ihtimal gizliydi. 21
Vedat'ın ihtimallere yer vermeyen sesi ısrarcıydı: “Kalacak yer sıkıntı olmaz. Arabayla geçeriz. Patron kusursuz olmasını istiyor. Kendi işimizde para kazanıcaz. Eskiden olduğu gibi işte…” Kenan'ın içindeki korku yine depreşti. Eskiden olduğu gibi denilse de eskinin çoktan tarih olduğunun farkındaydı. Onu korkutan yine gelecekti. Hayatına sıçan belalı gelecek…
22
BÖLÜM 3
(1890'lar…) Köşkten yükselen çığlık sesi Bekir'in kulaklarından silinmemişken akabinde paşanın gürüldemesini işitti: “Kaçman nafiledir!” Kısa bir sessizlik. Ardından yeniden insanın yüreğini titreten o canhıraş çığlık. Korkunun tesiriyle ayaklarının dermanı kesilen Bekir, çığlık ve bağırtıların tesiriyle bir an duraksadı. Ardı sıra bekleyen Peymanzer'le göz göze geldi. Peymanzer'in gözlerindeki korku kendisininkinden daha kesifti ve fark ediliyordu. Şaşkınlık yerini haklılığa bıraktı. Korkardı elbet. O köşkün içinde yaşamak insanda her türlü korku duygusunu uyandırırdı. Geceleri kaçıp kaçıp yanına gelmesi de biraz bu korkudan kaynaklanmıyor muydu? Dışarıdan bakılsa zenginliğin ve huzurun kaynağı olarak görülecek bu köşkün içini anlamaya imkân var mıydı? Oysa en başta öyle miydi? Bekir'in şehrin sokaklarında diğer işsiz güçsüz akrabaları gibi sağda solda iş bakındığı günlerdi. Dağda hayvancılıktan ve silah atmaktan gayrı bir zanaatı olmadığından hemşerilerinin ziyadece tercih edildiği bahçıvanlık, bekçilik gibi işlere bakmaktaydı. Beyoğlu'ndan ziyade Galata taraflarına çıktığı o vakitlerde, ahbaplarıyla akranı akrabalarıyla birlikte hemşerilerinden birinin 23
işlettiği Arnavut Kıraathanesi'nde zaman geçirirdi. Orası aynı zamanda Silahşoran-ı hassa Arnavut Tahir Paşa'nın baş kabadayısı Matlı Mustafa'nın adamlarının da sıkça uğradığı bir yer olduğundan, kapulanacak birileri olduğunda muhakkak haberdar olacaklarını ümit ediyorlardı. Tüm akranları bir kapı bulup ayrıldıkları ve en son kendisinin tek kaldığı bir vakitte, Tahir Paşa ile pek yakın olduğu söylenen Muhiddin Paşa adında birinin bahçıvan aradığını duymuştu. Kısmet budur diyerek ücreti de pek hoş olunca hiç düşünmeden kabul etmiş ve dağ başında denilebilecek bir yerde bulunan bu köşke getirilmişti. Önce Paşa'nın köşkün bahçesinde beklemekte olan kâhyasına çıkarılmış, ardından paşaya takdim edilmişti. Kâhya köşkün hayli aşağısında bulunan müştemilatta kalacağını söyleyince içinden böylesine bir köşk yerine o türden bir mezbelelikte yaşamayı kendine yedirememişti ancak haline şükretmişti. Para pul sahibi olduktan sonra döşeği nereye serdiğinin ne önemi vardı? Geldiği yerde dağlarda ormanlarda yatmıyor muydu? Yere sermeye pösteki bulsa kaz tüyünden döşek bulmuşçasına sevinmiyor muydu? Köşke girdiğinde gözleri debdebe ve şaşaadan çok hizmetli kızlardan birine takılmıştı ki bu Peymanzer'di. Peymanzer de ona ürkek bakışlarla karşılık vermiş, tanımadığı bu yabancıdan çekinmişti. Köşkün bahçeye bakan geniş salonunda Muhiddin Paşa'nın huzuruna çıkıp el etek öperek temenna etmişti. Nereden geldiğini ne iş yaptığını sorunca bir eksiksiz anlatmıştı yaşadıklarını. Yalan söylemek pek tabiatında yok değildi ancak bulduğu bu yağlı kapının yüzüne örtülmesinden endişe ediyordu. Bekir'i Muhiddin Paşa'nın gözü tutmuştu zira silahşorluğu olduğunu öğrenince köşkün bahçesinde bir nevi kır bekçiliği görevini daha iyi ifa edeceğini düşünmüştü. Üstelik Tahir Paşa ile ahbap olduğundan onun emin 24
adam göndereceğine kani olduğundan, gelen kişinin de Tahir Paşa'nın kapusundaki kimseler gibi müsellah ve sadık olduğunu öğrendiğinden gözü kapalı itimat etmişti. Bekir'in içinde bir aralık böylesine yağlı kapıya denk düşmenin feleğin bir cilvesi olduğu düşüncesi uyanmıştı. Koca paşa kendisinden daha iyi birini elbette bulabilirdi. Lakin bahçıvanlık kabiliyetini dahi sormadan tek bir adamı ne diye bekçi olarak almıştı. Kaldı ki koca konakta hizmetli sayısı neden bu kadar azdı, bu garip tenhalığın nedeni neydi? Ömrü pusularda baskınlarda geçtiğinden ölüm kadar sessiz mekânlarda ölümün insani beklediğine emindi. Bu köşkte de aynı bu türden ürkütücü bir kimsesizlik vardı. Tam paşa kendisini kabul edip göndereceği ve sorunsuz görevine başlayacağını düşündüğü esnada birden Paşa ardı sıra tembihlere başlamıştı: “Gördüğünü görme, işittiğini duyma. Burada yaşayacağın her şeyi unutacaksın. Buradan tek bir söz bile dışarıya zinhar çıkmayacak.” Bekir konuşkan biri olmadığını söyleyip zaten bir konak hizmetlisinde olması gereken hassaların bunlar olduğunu ifade edeceği esnada Paşa zihnini okumuş gibi: “Bilirim zaten susmam icap etmeyecek mi diye şaşkınsın. Elbette konağın bir ferdi olarak bu tür hususiyetlere haiz olman iktiza eder. Lakin benim sırtımda taşıdığım bir yük vardır ki onun her insana ayan olmasını istemem. Bu yükü burada gördüğün herkes taşır. Sen de bileceksin ve bu yüke ortak olacaksın!” demiş akabinde Bekir'e kendisini takip etmesini söylemişti. Bekir şaşkındı. Bir paşanın aile sırlarından çekince duyması gayet tabiydi zira dönem Abdülhamid devri olduğundan paşalar arası rekabet, makam ve ikbal için birbirlerine ters düşme olağan şeylerdendi. Namlı Karadağ eşkıyaları ve onlara arka çıkan prensler haricinde siyasetten zerre çakmayan Bekir, şehirde yaşamaya 25
26
başlayalı beridir siyaseti, jurnalleri, hürriyet sohbetlerini, istibdatı az çok biliyordu. Peki, paşayı böylesine bir sır koruyuculuğuna iten ve çok az insanla hayatını sürdürmesine yol açan şey neydi? Muhiddin Paşa onu köşkün alt katlarında bir odanın önüne götürdükten sonra ona dönerek: “Göreceğin şeyler için senden helallik isterim. Kimsenin buna tanık olmasını istemem lakin burada çalışacağın için bilmen lazımdır. Bu kapıyı açana dek hürsün. Eğer çıkıp gitmek istersen gidebilirsin. Lakin açtığım takdirde bu sırrın bir parçası olacak ve ebediyen buraya bağlanacaksın.” Bekir insandan kurşundan korkmazdı ama korkulu sözler ve itikatlar ona ateş ve çelikten daha ziyade zarar verirdi. Paşa'nın sözlerindeki korku ve gözlerindeki keder onun için yeterince tehdit ihtiva etmekteydi. Lakin parasızlık korkudan daha beterdi. Kafasını hızlı hızlı sallayınca Muhiddin Paşa odanın kapısını bir hamlede açmıştı. Kapı kulak tırmalayan bir gıcırtı ile açılınca, Bekir bu köşkte değil de bahçenin bir ucundaki müştemilatta kalacak olmasına şükretti. O mezbelelik gözüne bir anlığına dünyanın en güvenli ve emin yeri gibi göründü… Gördüğü şey karyolanın demirlerine bağlı olduğu sürece tabi…
(2010'lar…) Vedat bir anda ayağa fırlayıp kapıya doğru yöneldi: “Siz bekleye durun. Arabayı çağırtayım birazdan çıkarız.” Ceketinin cebinden muasır teknoloji telefonu çıkarmasında, zeminde takırdayan parlak ayakkabıların nizami hareketinde ve ağzından çıkan emirdeki patron tınısı Kenan'ı biraz önceki puşt ihtimal 27
olasılığından bağımsız olarak rahatsız etmişti. Araba çağırtmak ve beklemelerini emretmesi… On iki ayda ne kadar da değişmişti dünyası… Pelin, Vedat'ın çıkışının ardından bara yaklaşarak sandalyelerden birine tünedi. Eskiden olsa mekânın loş ışığında bar taburesinin üzerine adeta konar ve gerek bakışıyla gerek duruşuyla şiirsel bir manzara arz ederdi. Oysa şimdi kambur duruşuyla sanki tabure üzerinde düşmemeye çalışan bir baykuş gibiydi ve şiirsellikten hayli uzaktı. Sahi on iki ayda ne olmuştu bu masal perisine? Aklında yine üstü kapalı, örtünün altı türlü rezilliğe gebe ihtimaller peyda oldu. Bir anlığına Pelin'le yeniden göz göze geldiğinde kendisine alelade biri gibi baktığını gördü. Kendisini yabancı gibi görmesi yüzlerce efsunlu gülümsemeli bakışların ardından hayli yıkıcıydı. “Hiç mi özlemedin beni?” “Sen özledin mi?” Pelin'in salvoladığı cevap, sorduğu sorudan daha yıkıcı ve tesirliydi. Zira evlilik ve istikbal korkusunda Pelin'i özlemek hiç aklına gelmemişti. Zaten burada karşısına çıkmasa aklına gelmezdi de. O kavgadan sonra Pelin'in evlenip başkasının hayatına karışıp uzaklarda bir semte şehre falan gelin gideceğini hesaplamış bilinçaltı hariç bünyesinin her bir yerinden silivermişti. Ancak apansızın böyle karşısına çıkınca zihninde halı altına süpürdüğü bütün şeyler dökülüp saçılmış, en başta da gizliden gizliye ne kadar özlediğini anımsamıştı. Büründüğü romantik isyankâr halet-i ruhiyesi çok uzun sürmedi. Bir anda içindeki semt çocuğu uyanıvermişti. Kendisi yokken tek başına buraya gidip gelmiş, onsuz şarkı söylemeye devam etmişti demek. Bir anda yokluğunda başına gelebilecek onlarca taciz ve sarkıntılık hadisesi, yüzlerce barzonun rahatsız edici varlığı sanki 28
o anda bir gölge gibi ruhunun üzerine aksetti. “Sen tek başına ben yokken gelip şarkı söylemeye devam mı ettin?” “Başka iş mi vardı sanki? Semtte bardan çıkma birine kim iş verir kolay kolay?” “Elin sarhoşuna barzosuna meze oldun yani…” “Vedat arka çıktı sağ olsun…” Bu cümledeki puşt tını bir anlığına Kenan'ı öfkeden deliye döndürebilirdi ama yapmadı. Vedat'ın varlığı ilk defa bu denli kendisini rahatsız etmekteydi. Semt çocuğu tarafı aklına kötü şeyler getirmemesini ve delikanlılık teamüllerini hatırlatırken, sokaklarda büyümüş tarafı zihnini an be an paranoyaya sevk ediyordu. Haksız da sayılmazdı. Vedat'a minnetini bildirirken ondan bile tiksintiyle söz ediyordu mimikleri. On iki ayda ne olmuştu? Bir anda Vedat kafasını bardan içeriye uzatıp arabanın geldiğini söyleyince süklüm püklüm çıktılar. Arabaların gelip geçtiği caddelerden birine ara sokaklardan varıp Vedat'ı beklemekte olan şoförlü ve kallavi cipe bindiler. Pelin önden girip Kenan'ın tam karşısındaki koltuğa oturdu. Kenan da arka koltuğun köşesine resmen yayılmış olan Vedat'ın yanına çöreklendi. Araç hareket ettiği sırada içindeki mini bardan viski çıkarıp mukallit kristal bardaklarda ikram etti Vedat. Askerde bulunduğu yerde denetim çok sıkı olduğundan birkaç ispirto denemesi ve çarşı izinlerinde güç bela edinebildiği bira haricinde alkolden epey uzak kalmış Kenan viskiden bir yudum alınca sakinleşti. Aklına puşt ihtimaller getirmemek için ve biraz da merak ettiğinden konuşmaya çalıştı: 29
“Madem viski çıktı meydana iş konuşalım biraz.” “Konuşalım kardeşim. Aklınıza bi'şey takılmasın. Aynı devam edeceğiz, kendi mekânımızda ve biraz farklı bir konseptte. Biraz daha cebinde para olana yahut son parasını internette falan gösteriş yapmaya harcayacak tiplere hitap edecez. Senin müzik işlerin zaten kral. Pelin de söyleyecek işte, başka çocuklar da olacak ses ekibi falan amir gibi olacaksınız.” “Mekân nerede?” “Paşalı Korusu'nun o taraflarda.” “Ne tarafa kalıyor orası? Yeni köprü geyikleri dönüyordu oralar mı?” “Yok, daha aşağısında ama şehre biraz uzak.” “Ben askere gitmeden reklamları dönüyodu Paşalı Evleri yapılacaktı hani orası mı? Sonradan o iş iptal oldu diye duydum sit alanı falan diye. Tek çivi çaktırmazlar bize orda.” “O proje iptal ama çivilikçekiçlik işimiz yok bizim. Talih kuşu kondu başıma. Bir fırsat çıktı ben de değerlendirdim.” “Orman ortasında bar açmak kimin aklına gelir aga? Açıkhava mekânı mı olacak? Hem arazi mafyası hala oranın etrafında fink atıyordur rahat bırakmazlar bizi.” “Ya merak etme sen patron en büyük destekçim bizzat. O yol vermese ben bu işe girer miyim?” “Kardeş yanlış anlama da sen anladığım kadarıyla bu işte patrona ortaksın. Anlamadığım kısmı hangi sermayeyle? Yani senin badigartlıktan aldığın para belli. Hadi illegalin gayrimeşrun oldu desek onda da adını namını duyacak bir icraatın kulağıma çalınmadı. 30
Gökten mi indi bu sermaye?” “Gökten değil kardeşim mahkeme kararıyla! Diyorum ya talih işte. Sen askere gitmeye yakın bana mahkemeden bir kâğıt geldi. İlk gitmeyi unuttuğum bir kavga, yaralama davası falan sandım ama baktım arazi marazi diyor.” “Eee?” “Ee'sibi' bok anlamadım tabi afilli kelimelerden. Mübaşirlikten emekli Asım dayıyı buldum semtin kahvesinde ona okuttum. Bir miras kağıdıymış bana kalması gereken bir miras.” “Canlı mı?” “Yok be oğlum nakit makit değil arazi dedim ya. Arazi kalmış. Gittim sordurdum, dedem zamanı belgesi mi ne kaybolmuş bizdeki ama bize ait bir yer varmış Paşalı Korusu'nda. Bu kopyası işte o inşaat olayları olduğunda Paşalı Evleri'nin ortaya çıkmış başka bir dava araştırması sırasında. Dava açılmadan gerekli evraklarla başvurdum aldım araziyi üstüme. Patron da yardımcı oldu.” “Patron niye yardımcı oldu oğlum?” “Meselenin civcivlendiği yer orası. Patron yeni mekân açmak istiyordu ama İstanbul'da her yer ateş pahası. Buralara hem uzak hem yakın bir yer istiyor, değişik konsept olsun falan onları düşünüyor. Benim üzerime kalan araziyi duyunca talip oldu. Dedi mekan senden para benden yapalım bu işi. Öyle atladım işte.” “Ee sit alanı?” “Şahıs arazisi olsa da o konuda bir sıkıntı oldu zaten. Çünkü arazinin ortasında bir köşk var bizim.” “Sizin aile gariban değil mi aga nereden kalmış öyle?” 31
“Ben de öyle sanıyordum. Allahın hikmeti işte. Osmanlı mosmanlı zamanından kalma bir yer. Benim dedelerden birine kalmış herhalde artık define mi buldu devlette mi görevliydi bilmem. Biz restorasyon ve işletme olmasındaki pürüzleri hallettik. Birkaç aydır hazırlıkları sürüyordu mekânın sezonu bomba gibi açacaz.”
32
BÖLÜM 4
(1890'lar…) Bekir'in karyolaya bağlı olarak gördüğü şey devasız ve çaresiz yatan zavallı bir kızcağıza aitti. Yahut bir zamanlar öyleydi. Artık nasıl bir musibete uğramışsa insan olduğuna dair yegâne emare vücudunun biçimiydi. Derisi soluklaşmış, ağzı yüzü eğrilmiş, elleri ve ayakları ters dönmüş, gözlerinin feri gitmişti. Pençesine düştüğü illet yüzünden ruhu da sureti gibi kararmış, aklını dahi yitirmiş kızcağız bağlı olduğu iplere asılarak avaz avaz bağırıyor, etrafına ağza alınmaz küfürler saçıyor, beddualar okuyordu. Bekir yatakta yatan heyulayı görmeye daha fazla dayanamayıp çocukluğunun korkulu düşlerini anımsayarak odadan gerisingeri çıkmıştı. Muhittin Paşa odanın kapısını kapatıp yanına geldiğinde el pençe divan durarak: “Sırrın sırrımdır lakin bakamadım gözlerine more! Ne felakettır bu?” deyivermişti. Muhittin Paşa kızmamış, kızamamıştı. Kızının illetini sırrını korkusuna rağmen korumaya namzet bu gence dili döndüğünce anlatmıştı kapının eşiğinde: “Bir vakitler Babıali'nin istikbali parlak paşa namzetlerindendim. Padişahımız efendimizin kapusuna yürekli bilekli kimseleri doldurmaya başladığı senelerin başlarıydı. Ardımda daima memleketimden, o taraflardan gelme aba zıpkalı Laz ve Çepni uşakları gezerdi. Göğsü madalyalı kabadayı takımına dâhil olmuştum 33
ancak edilmemesi gereken bir iş ettim. Kapumda kimse kalmadı, bu dağ başındaki köşk kapandım kaldım. Kızıma musallat olan şey yüzündendi hepsi!” Bekir çekine çekine sordu: “Bulamadınız mi bir deva begım?” Koca paşa azametine rağmen keder ve elemden yorgun düşmüştü: “Aramadım mı zannedersin? Sulukule'nin falcı karılarından Taşkasap'ın kurşuncularına, Aksaray'ın hoca takımından Galata'nın Frenk cadılarına! Her biri de tek devası vardır ölümdür dedi. Ancak sen canına kıyabilirsin kızının dediler, bu derdin çaresi yokmuş.” “Hangi cinın şeytanın eseridırmore?” “Sultan Hamid'in emriyle Bükreş sefarethanesini ziyarete gittiğimde geldi buldu bizi. Kızıma geceleri yanaşmış, adım adım hem ruhunu hem canını tüketmiş. Kızımı neticede yataklara düşüren, böyle deli gibi bağlatan şey oranın itikatınca bir musibetmiş. Sıtrigoy dediler…” Bekir yutkunmuştu zira Paşa'nın telaffuz ettiği kelime ona çocukluğunda dinlediği efsaneleri söylenceleri hatırlatmıştı. Özellikle aşina olduğu bir kelimeyi: “Bilırım paşa hazretlerı. İçer ademoglininhavvakızininkanıni. Çürıtır hem ruhini hem bedenıni!” “Dağlı bir Arnavut strigoy'u nereden bilebilir?” “Bizım oralarda derler o dedıgıneşıtrigabegım! Aynidır. Bize derlerdı, daglarimızdan ta Tuna yalısina dek kanat çırpar imış! Demedıler mi sana buninçaresıni? Bu hale koyani bulup vurasın kazıgi, kesesınkafasıni, yakasın yüregıniküllerıniiçıresınkızçene?” “Musibeti ele geçirmek nâmümkün olmasa öyle edecektik, 34
35
orada söylediler. Lakin olmadı. Kızımı öldü sanıp defnettik geri geldi sırtında kefenle. Kan somurmasın diye ahaliye tasallut olmasın diye bağladık böyle. Öldürmeye elim de varmadı, bu da benim ömürlük çilemdir, sırrımdır! O kan içmedikçe bu hale geldi!” Bekir, peşinde Peymanzer olduğu halde köşkün kapısına varan dek işte bunları hatırlamıştı. Açık haldeki köşk kapısından geçtiğinde hizmetçilerin ellerindeki kandillerle aydınlanan salonda, Paşa'nın birkaç hizmetiyle iplerinden kurtulmuş kızını ellerinden ve ayaklarından bağlamakta olduğunu gördü. Paşa güç bela başını kaldırıp kan ter içerisinde Bekir'e seslendi: “Öldürmeye elim varmıyor ancak artık iple urganla da zapt edemeyiz! Köşkün mahzenine taşıyoruz, her şeyi hazırlattım!”
(2010'lar…) Vedat'ın kallavi cipi trafiği geride bırakıp şehrin sessizleşen ve metropol yayılmasına rağmen korularının hala varlığını sürdürebildiği kısımlarına saptı. Bir süredir kimse konuşmuyordu. Pelin'in arabanın camındaki yansımasını gören Kenan bir müddet seyretti. Sonra yansıma üzerinden göz göze gelince gözlerini başka tarafa çevirdi. O anda fark etmişti muazzam bir koruya denk geldiklerini. “İstanbul'da böyle yerler mi varmış?” Vedat kafasını salladı: “Kalmış demek.” “Buralara insan gelir mi dersin?” “Mekân dolup taşacak gör sen. Talih kuşu kondu başımıza!” Bir ara orman içinden kıvrıla kıvrıla bir tepeye tırmanmaya 36
başladılar. Demir parmaklıkları çoktan sökülmüş ancak duvarları kalmış bir bahçe kapısından ve yarısı yıkık kagir, tek katlı, ancak duvarları kalmış bir ev kalıntısının yanından geçip bu sefer daha alçak bir tepeyi tırmanmaya başladılar. Cip üç-dört katlı ve oldukça heybetli görünen bir köşkün önüne geldiği zaman Kenan yapıyı hayretle seyretmeye koyuldu. Bir yandan da içinden Vedat'ın talihine küfürler yağdırıyordu. Cipten inen Vedat bazı odalarda ışıklar yanan ve dış cephesi yeni gibi duran köşkü göstererek malını övmeye başladı: “Masraflı oldu ama hem içi hem dışı halloldu. Yeni gibi oldu. Bir tek dış kapı kaldı oraya da bir sistem kurulacak, o yıkık ev güvenlik kulübesi olacak. Köşkün arka tarafı düzlük hem de geniş, kısmen açık hava konserlerine falan da müsait.” Bütün bu bilgi akışına rağmen Kenan'ın merak ettiği tek bir husus vardı: “Daha önce gördün mü burayı Pelin?” Pelin arabadan iner inmez böyle bir soruyla karşılaşınca afalladı. Ne söyleyeceğini bilememiş gibi bir süre Kenan'a baktı, sonra: “Tadilattayken gezmiştik öyle…” deyiverdi. Cümledeki birliktelik hali Kenan'ın huzurunu büsbütün kaçırmıştı. Köşkün açık kapısından tıpkı Vedat'ın badigard olduğu dönemlerdeki gibi giyinmiş dazlak, sakallı bir adam çıkageldi: “Abi hoş geldin. Haber vermedin, bir durum mu oldu?” Vedat yine Kenan'ın canını sıkan patron tınısıyla karşılık verdi: “Yok bi'şey koçum mekânı gösteriyorum ortaklarıma. N'aptın işçiler meselesini?” “Hallettim abi. Mızıldanıyorlardı, paralarını alıp gittiler.” “Yine aynı mesele mi?”
37
“Aynı abi. İşin ilginci artık adamlardan duya duya bende de huy mu yaptı nedir benim de kulağıma geliyor o sesler sanki?” “Sıçtırtmayın lan kulağınıza! Laf çıkaracaksınız gelmeyecek millet ondan sonra…” “Abi müzik falan olacağından sıkıntı olmaz bence…” Kenan mevzudan kıllanmıştı: “Ne sesiymiş o?” Vedat yine patron tınısıyla konuşuyordu: “Ya işte güya ağlama sesi falan duyuyorlarmış, birisi “çıkarın beni” diyormuş bilmem ne. Eski köşk olunca cin peri ayağına korkutmuşlar kendi kendilerini…” Dazlak badigard söze girdi: “Abi ben sordurdum bu civarda hakikaten olmuş bir şeyler yalnız.” Vedat: “Ne civarı lan? İnsan mı yaşıyormuş burada?” Badigard: “Köy gibi bir şey abi, yirmi ev falan var tekel var. Yaşlılar maşlılar yaşıyor.” Kenan kendini tutamadı: “Ulan duyardım da inanmazdım İstanbul'da köy kalmış demek…” Vedat kafasını kaşıdı: “Köy? Haa… Şu yolun öte tarafında. Yakın sayılır, yürüme mesafesinde. Ne anlatıyorlarmış?” Badigard: “Bu civarda dolanmamaları için anneleri babaları büyükleri falan kızarmış hep. Köşkte oturan görmemişler hiç ama yakınlaşıp sesleri duyanlar olmuş. Bir paşanınmış burası güya ama ne kadar doğru bilmiyorum anlattılar öyle. Ben de duydum yalan yok…” Vedat: “Lan oğlum içkili falan olmayasın?” Badigard: “Abi işçiler hep ayıktı ama?” Kenan: “Binanın su borularını yeniletebildiniz mi?” 38
Vedat bir anda şaşırıp Kenan'a döndü: “Ne alaka şimdi?” Kenan: “Askerde bizim yatakhanenin arka kısmında nöbet tutmak gerekiyordu ama tırsıyordu millet. Ses mes geliyordu. Ben de birkaç kere denk gelip inceden tırsmıştım. Sonra komutanlar emretti boruları değiştirdiler ses falan kalmadı…” Vedat kafasını salladı hızlıca: “He lan, borudandır o. Belli yerleri yeniledik ama belki eski borulardır sorarım içmimara. Ayrıca elalemin yanında bu ses mes geyiğini açıp laf çıkarmayın affetmem!”
39
BÖLÜM 5
(1890'lar…) Bekir, paşanın suratına şaşkın şaşkın bakıyordu. Paşa bir kere daha gürledi: “Ahraz mı oldun! Mahzene taşıyacağız. Urganla sıkı sıkıya bağladım güç bela.” Bekir güçlükle toparlayabildi kendini. Suratına bakmaya korktuğu o şeyi bir de aşağıya mı taşıyacaktı? Paşanın kızgın bakışlarından daha ziyade ürpererek aklına gelen ilk şeyi sordu: “Mahzende ne vardır more paşa hazretlerı?” Paşa urganlarını koparmaya çalışan kızının üzerinden doğrulup Bekir'in üzerine yürüdü: “Emri yerine getirmemek de nereden çıktı?” “Paşa hazretlerı ben demem sana yapmam. Emret yapayim. Emret dahi cinayet işleyım. Lakin de bana maksadın nedır?” Paşa, sinirleri harap olmuş bir şekilde gülmeye başladı. Kafasını iki yana sallayarak kızını gösterdi: “Demek istiyorsun ki neden öldürüp kurtulmuyoruz…” Yüzü bir anda ciddileşti: “O benim en kıymetli varlığım. Ölmesine müsaade edemiyorum. Ne olduğunu bildiğim halde… Onu hapsedeceğim. Duvar arkasına. Bir babanın 40
son isteği olarak telakki et…” Bekir'e bu sözler hayli dokunmuştu ancak paşanın kızından hala çekiniyordu. Paşa alaylı bir ifadeyle bakıp söylendi: “Arnavutun korkağını da ilk defa görüyorum zannederim!” Bu söz Bekir'i tüm korkusuna rağmen harekete geçirdi. Aklına gelen bir nice duayı okuya mırıldana sıkı sıkıya bağlandığı halde olduğu yerde yılan gibi kıvrılan kızı bir hamlede sırtına vurdu. Ağzı da urganla sıkı sıkıya bağlandığından Bekir'e bir zarar veremiyor ancak boyne hareket ederek kendini kurtarmaya çalışıyordu. Tam odadan çıkacakken paşa kahyasına seslendi: “Kahya! Senin imamlığın vardır, nikah kıyabilir misin?” Paşa böyle deyince Bekir bir an duraksayıp gerisingeri döndü: “Ne nikahimore?” “Bekir bana bir iyilik daha yapacaksın. Bu iyilik senin de menfaatinedir. Kızımla nikahlayacağız seni şahitlerin huzurunda, belge akdedeceğiz.” “Ben neçınnikahımaalayimkızi? Duvara gömmeyecek miyız?” “Biraz karışık bir mesele. Bu köşk ve arazisi kızımın üzerine, anneannesi daha doğduğu vakit ona hediye etmişti, vefat etmeden bir yıl önce. Ben paşalığa sonradan yükseldim, malım mülküm belli. Kızım ortadan kaybolursa, öz kızına kıyıp evi üstüne geçirdi diye laf çıkarır, kuyumu kazarlar. Ki olacak olan bu kız kaybolacak, buradan uzaklaşmaları için bize bir nikah lazım. Kızım nikâha razı gelmedi kaçtı, nereye gitti bilmiyoruz, şerefimizi iki paralık etti diyeceğiz. Sen de damadım olarak burada yaşamını sürdüreceksin.” “Bana nasıl bu ka itimat edersın paşa hazretlerı?”
41
“Evvela hovarda adamsın. Cebine parayı koydukça öteye göz koymazsın.” “Doğru dedın.” “İkincisi… Bana şayiaların önüne geçecek bir yabancı lazım. Aile dışından biri. Uşak falan da olmaz millet daha beter kuşkulanır niye aile içinde kızını uşağına verdi diye, laf çıkar. Evi üzerine mi geçirecek diye.” “E ben da bekçinim?” “Artık değilsin. Baş kabadayım yaptım seni. Paran da benden, kendi çetemizi kurar takılırız. Namın yürür. Bak bana paşalık lazım, sana kabadayılık… Ama her şey kızımla nikâh etmene ve bedenini mahzene taşımana bağlı…”
(2010'lar…) Vedat, Kenan'la Pelin'e aniden dönüp: “Gelin içeri bakın bi…” diyerek önden dazlak badigartla konuşa konuşa köşke girdi. Pelin de içeri girmeye hamle edeceği sırada Kenan tıpkı eski günlerindeki gibi kolundan tutup çekti. Ağzından jilet gibi çıktı: “Sen biraz gelsene şöyle…” Pelin sertçe çekti kolunu: “N'apıyorsun be?” “Ben yokken ne geçti lan aranızda?” “Sana hesap mı vericem? Sen kimsin? On iki ay önce bırakıp gittin şimdi gelmiş bana hesap mı soruyorsun?” “Soruma cevap ver, ne geçti Vedat'la aranızda?” “Çok umrunda olsa çekip gitmezdin!”
42
“Kızım beni delirtme. Adam akıllı konuş.” Pelin'in bakışlarındaki öfke bir anda yerini hayal kırıklığına bırakmış gibiydi: “Oldu bir şeyler. Sen gitmiştin. Yalnızdım. Zaten senden dolayı kimse yanaşmıyordu.” “Sende gittin Vedat'ın altına girdin…” “Terbiyeni bozma lan ağzını topla! Hala hayvansın!” “Ya… Tamam kusuruma bakma. Sinirden bir an. Sonra ne oldu?” “Birlikte olduk. Ama bir seferlik bir şeydi. En azından öyleymiş o söyledi. O da bıraktı. Senin gibi.” Kenan'ın boyun damarları gözle görülür olmaya başlamıştı, sinirden yumruklarını sıkıyordu: “Ben gidip o pezevengi yatırır doğramaz mıyım şimdi?” “Beni bırakıp gittiğinde ben ne olacağım dedim ne bileyim dedin gittin. Şimdi mi umrundayım?” “O başka mevzu kızım. İnsan arkadaşının eski manitasıyla nasıl yatar ulan?” “Kenan abartma bir seferlik bir şeydi…” Kenan bir anda kemerine sıkıştırdığı sustalı çakıyı çıkardı: “Ama ben o ibneyi defalarca deşecem!” “Lan manyak mısın hapislerde çürüyeceksin, bir aklını başına topla!” “Fark etmez bana kızım. Askerden geldim ben, içeriden yeni çıkmış say. Tıpış tıpış girerim cezaevine. Bana içerisi de bir dışarısı da. Dışarıda bir bok yokmuş zaten onu içeri girince anladım.”
43
“Bu kadar delikanlıydın askere giderken niye bıraktın beni lan?” “Korkmuştum. Söyleyemedim. Korktum harbiden. Aileden, sorumluluktan. Benim gibi adamdan nasıl baba olur. Ben doğru dürüst aile hayatı yaşamadım, ya sokakta ya izbede işte mahallede. Ben de babam gibi olurum sandım.” “Ama şimdi cinayetten korkmuyorsun…” “Korkunun ecele faydası yok!” “Çakma Polat laflarına sıçayım…” “O sahte ben harbiciyim. Göreceksin şimdi!” Kenan bıçağı açıp köşke doğru hamle ettiği esnada Pelin, Kenan'ı bıçağı tutan elinin bileğinden yakaladı. Kenan'ın pazısından daha tesirliydi. Kenan duraksayınca Pelin boğazından hırıltılı bir ses geldi: “Ben artık yaşamak istiyorum…” Dönüp Pelin'in yüzüne bakan Kenan adeta çarpılmış gibiydi, kızın gözlerinden yaşlar akıyor siyah makyaj boyalarına karışıp yanağına doğru süzülüyordu. O an aklına ne nam, ne namus ne de intikam kaldı. Daha farklı bir histi… O esnada köşkün içinden Kenan'ın: “N'OLUYOR LAN BURDA!” diye bağırdığını işittiler…
44
BÖLÜM 6
(1890'lar…) Bekir, paşanın bu teklifini hiç düşünmeden kabul etti. Paşa damadı bir kabadayı olarak Beyoğlu'nu nasıl kasıp kavuracağını hayal etti. Fakat her şeyden önce sırtında debelenmekte olan öte âlemlere karışmış paşa kızının varlığından duyduğu korkuyu bastırmalıydı. Kızı usulca yere bırakıp bir yandan da hareketlerini zapt etmeye çalıştı. Paşa'nın emriyle köşk ahalisinden şahitler toplandı. Uşaklar pencerelerden sızan rüzgârda alevleri salınan kandillerle odaya geldikleri esnada dışarıda gök gürültüleri işitilmeye başlamıştı. Bekir dışarıda kararmış bulutlar pek dikkatini çekmemişken birden patlayan fırtınaya bir anlam veremedi. Akabinde hemen aklına hortlaklaşmış paşa kızının malik olabileceği tabiatüstü hadiseler geldi. İhtiyar ninesi hep anlatmamış mıydı kara bulutları fırtınaları çekip sürüyen lügatların, kukuthilerin hikâyelerini? Paşa'nın ihtiyar kâhyasının imamlığında oracıkta ecinnilerin hükmündeki paşa kızıyla Bekir'in nikâhı kıyıldı. Ardından paşa Bekir'in verasetiyle alakalı ne iktiza ediyorsa oracıkta imzalayıp mühürledi. “Artık damadımsın. Şimdi onu mahzene indirebiliriz…” “Daha da fenalaşır more paşa hazretlerı. Peymanzer, kilerde 45
var midır sarımsak? Getiresın demet demet saralım etrafına, durulmaz bu başka türlü…” Bekir bunu son anda hatırlamıştı. Peymanzer hemen kilere koşturup ne kadar sarımsak varsa topladı. Daha odaya yaklaşır yaklaşmaz sarımsaklar tesirini göstermişti. Paşa kızı urganlarını bir boğaymışçasına gerip olduğu yerde yılan gibi kıvrılıyor, korkunç çığlıklarıyla köşkü inletiyordu. Oradakiler dışarıdan gelen gök gürültüleri ve yıldırımların şavkımasında hayli dehşetli bir sahneye tanıklık etmektelerdi. Paşa kızını zor bela zapt ederek sarımsakları urganların üzerine bağlamaya başladılar. Paşa kızı görece dinginleşip durulunca Bekir yeniden kızı sırtına vurdu. Paşa ile kâhyanın ardına takılıp ahşap merdivenlerden mahzene indi. Merdiven gıcırtılarıyla gök gürültülerinden başka herhangi bir ses duyulmuyordu. Küf kokulu ve hayli tozlu mahzene indikten sonra mahzenin kömürlükten hallice bir bölmenin önüne geldiler. Bekir paşa kızını bölmeye boylu boyunca uzattı. Paşa'nın önceden hazırlattığı harcı hizmetkârlarla birlikte karıp duvarı örmeye başladılar, Paşa gözlerinde yaşlarla onların hummalı çalışmasını seyrediyordu. Son taşı da en tepeye yerleştirip yegâne deliği kapattılar. Fırtına çoktan dinmiş, mahzenin ufak pencerelerinden inceden havanın aydınlanmaya yüz tuttuğu ayan olmuştu. Bekir, Paşa'ya döndü: “Çift kat ördük paşa hazretlerı. Urganlar bir gün çürür, sarımsaklar toz olur ama istediği kadar bağırsın, tırmalasın yıkamaz bu duvari. Dualarla ördük taşlarıni!” Paşa: “Ben ölünceye kadar bu sır aramızda kalacak. Ben öldükten sonra duvarı kırdırıp kızımı öldürebilirsiniz… Bu sır asla buradan dışarıya çıkmayacak!” 46
(2010'lar…) Vedat'ın bağırması üzerine Kenan merakına yenik düşüp, Pelin'e: “Senle sonra konuşucaz!” diyerek köşke doğru koşturdu. Bu sefer Pelin arkasından bağırmaya başlamıştı: “Ne konuşucaz ulan? Ne kaldı konuşacak?” Kenan köşke gireceği esnada bu sefer Pelin koşturup koluna yapıştı Kenan'ın. Kenan şaşkın şaşkın yüzüne bakarken imkân bulsa bir kaşık suda boğacak gibiydi: “Ben senin istediğin zaman hesap soracağın, kafana estiğinde de çekip gideceğin biri değilim artık!” Kenan kolunu sertçe çekti: “Kavganın sırası mı kızım? Adam niye bağırdı ona bakacağım!” Pelin'in suratında manalı bir ifadesizlik hasıl oldu: “Peki, bak. Ben Vedat'ın odasına çıkıyorum dinleneceğim biraz…” diyerek bir hışımla merdivenlere doğru yürüyüp topuklarını vura vura yukarıya çıkmaya başladı. Kenan sesindeki tınıdan tiksinmişti, hırsından saldırabilirdi ama kendisini sinir etmek için kasten yaptığını kendi kendine telkin ederek sakinleşti. Kel badigardla Vedat'ın tartışma seslerini dinleye dinleye onların olduğu yere doğru ilerledi. Taş merdivenlerden mahzene indiği esnada küf kokusunun genzini doldurmasıyla yüzünü ekşitti. Tavandan sarkan tozlara, sağda solda yığılmış üstü neredeyse toprakla kaplı üstü örtülü eski eşyalara bakına bakına ilerledi. Vedat'la kel badigardı bir duvarın önünde tartışırken gördü: “Oğlum buradan gelen ses neydi? Tadilatta temizlikte hiç mi bakmadınız lan?” “Abi sana ses geliyor deyince kızıyordun ne yapalım?” 47
“Ulan kauçuk insan gibi çağır burayı göster o zaman. Gelip kontrol etmesem, millet gelip gitmeye başlayınca sesten rahatsız olsa batıracaksınız beni demek?” Kenan: “Sesiniz ta yukarıya geliyor, ne oldu?” Vedat: “Duvardan hakikaten ses geliyor ama boru sesi falan değil. Bildiğin çığlık sesi.” “Kedi sıkışmıştır o zaman.” “Tamam da nereden girecek?” “Kedi aga bu, pencereden falan girmiştir. Hem burada duvar olması saçma, diğer bölmeler açık burası sonradan kapatılmış gibi. Ardında cam falan olan bir bölme var demek ki?” “Manyak mı lan bunlar niye kapatsınlar duvarı?” “Ben nereden bileyim senin dedenden kalmış, git ona sor!” Badigard: “Abi günah olmasın da bu kendi kendine ölür bence içeride…” Vedat hızla dönüp kel badigartın karnına yumruk attı. Tadilatçılardan kalma büyükçe bir balyozu gösterip tükürükler saçarak haykırdı: “Senin bok yemen lan! Ben kedi medi istemiyorum. Yık duvarı çıkar hayvanı! Hadi lan!” Kenan'ın şaşkın, Vedat'ın öfkeli bakışları altında kel badigard tadilattan kalan araç gerecin durduğu köşeye koşturdu. Kenan tepedeki ışıkları gösterdi: “Tesisatı siz mi döşediniz?” Vedat gergince kafasını salladı: “Komple. Elektriği de biz çektik. Burada uzun süre oturan olmamış, oturan da elektrik çektirmemiş niyeyse.” Badigard elinde balyozla koşturup duvarın yan tarafına geçti. 48
Besmele çekip ilk darbeyi duvara indirdi. Darbenin sertliğinden duvarda bir çatlak oluşturmayı başarsa da pek etkilenmemiş gibiydi. Vedat'a seslendi: “Abi çift kat örmüşler galiba?” Kenan bağırdı: “Sıçarım katına kutuna lan! Yık çabuk çıkar hayvanı! Gözüm üstünde!” Kel badigard bir kere daha bu sefer patronuna karşı beslediği öfkeyle savurdu. Duvarda ilk delik açıldıktan sonra ağrıyan kollarına rağmen birkaç darbe daha indirdi. Neredeyse bir insanın sığabileceği genişlikte bir delik açılmıştı. Tam bir lahza soluklanıp balyozu tekrar kaldıracağı esnada dışarıda bir yerlere aniden yıldırım düştü. Köşkün duvarları yıldırımın tesiriyle zangırdarken bir anda ortalık zifiri karanlığa gömüldü. Üçü cep telefonlarını çıkarıp ışıklarını açtılar. Vedat: “Ulan dışarıda bulut falan da yoktu ne ara geldi bu yıldırım?” Kenan: “Sigortalar attı. Barın elektrik tesisatına ben bakardım yine bir kurcalayım?” Badigart: “Gidip açayım mı abi?” Vedat: “Sen buradan bir yere ayrılma lan! Kenan sigortaların yerini bilmiyor gidip göstereyim, sen burada kalıp o kediyi çıkar. Hadi!” Kenan'la Vedat'ın elindeki telefonların ışıkları hızlı adımlarla mahzenin taş merdivenlerinin olduğu yerde gözden yiterken kel badigard kendi kendine küfürler ederek telefonunu ışığı yanar vaziyetteyken ufak pencerelerden birinin önüne bıraktı. Sırtını karanlığa vererek balyozu kaldırmak üzere tekrar kavradı ama bir şey kaldırmasına neden oldu. Korkudan ayaklarının uyuştuğunu, sol 49
koluna neredeyse inme indiğini fark etti. Yürümek istiyordu ama yürüyemiyordu. Bağırmak istediğinde boğazından sadece zayıf bir soluk sesi çıktı, boğazı kurumuştu. Örümcek misali bembeyaz ince parmaklı iki elin deliğin içinden uzandığını ve kedi gözü gibi iki parlak gözün kendisine baktığını görmüştü…
50
BÖLÜM 7
(1909) “Geliyorlar paşa hazretleri! Hareket ordusu! Resneli Niyazi'yle fedaileri geliyor!” Konağın eli tüfekli ayvazlarından birinin kendisine böyle hitap etmesi Bekir'i kısa bir anlığına geçmişe sürüklemişti. Paşa hazretleri… Paşa… Paşa damadı olduktan sonra Beyoğlu'nu kasıp kavurduğu, daha da yükseklere temas ettikten sonra Hürriyetçi takiplerine başladığı günleri düşündü. An gelince o da Sultan Abdülhamid Han'ın göğsü madalyalı kabadayılıktan gelme paşaları arasına karışıvermişti. Hareket Ordusu kapıya dayanınca şehirdeki ayaklanmadan mesul tutulan kimselerden görülüp evvela teslim olmasını isteyen birkaç zabit, ardından da Resneli Niyazi Bey'in adamları konağa gönderilince Bekir Paşa'nın saltanat günleri de böylece sona ermişti. Bekir Paşa kendine gelince merdivenlerden kendini seyretmek olan bir zamanlar hizmetçiliğini yaptığı konağın hanımı olan Peymanzer'le göz göze geldi. Peymanzer'in yanı sıra iki oğlu da annelerinin yanında beklemekteydi. Az bir zaman sonra her biri tüfeklerle tabancalarla konağın girişindeki salonda toplanmakta olan hizmetçilerle, kapısındaki kabadayıların patırtısı nedeniyle 51
Peymanzer'e de fazla bakamadı. “Herkes silahlanıp toplandı mı more?” “Eşref Ağa'nın takımı hariç buradayız paşam. Yükte hafif pahada ağır eşyayı da yanımıza aldık.” “Eşref nerededır?” “Emrettiğiniz gibi bahçenin girişinde Hürriyetçilerle müsademeye tutuştu. Konağa varmalarını geciktiriyor…” “Tamam. Söyleyesın ona vuruşa vuruşa çekilsın arka tarafa. Biz dahi oradan yarıp çıkacaz. Deryaya varana dek kaybederler izimizi.” “Paşa hazretleri?” “Ne var more? Ne dikilirsın hala burada?” “O… O şey ne olacak paşam?” Ayvaz parmağıyla konağın mahzenlerini işaret etmişti. Bekir'in aklından nasıl çıkmıştı sahi? Paşa'nın vefatından sonra duvarı yıktırıp halletmeyi düşünmemişti bile. Gece olduğu vakit insanın dayanması güç boğuk çığlıklar konağın duvarları arasında çınlamış durmuştu yıllarca. Yıllar içerisinde de konak ahalisince alışılmıştı. Üstelik Bekir Paşa'nın pek de işine yaramıştı. Konağını ziyaret eden hasımları perilerin cinlerin musallat olduğu böylesine bir evde hiçbir şeyden korkmadan yaşayan çatal yürek bu paşadan ziyadesiyle çekinmişlerdi. Tüfek patırtıları ve naralar yakınlaşmaya başlayınca Bekir Paşa yine dalıp gittiği geçmişten sıyrıldı. Yüzünde hain bir sırıtma peyda oldu: “Konak zaten benim more, ya bana ya evladıma… Mahzendekı da kalsın alanın başına!” 52
Paşa karısını ve çocuklarını yanına çağırarak arka kapıya seğirttiği vakit ayvaz da ön kapıdan çıkıp Resneli Niyazi'nin fedaileriyle birbirlerine kurşun yağdırmakta olan Eşref Ağa'nın yanına koşturdu. Eşref Ağa'nın takımı birer, ikişer kayıp verip ormanlık alana doğru savuştuğu sıra Resneli'nin adamları da konağa girmeye muvaffak oldu. Konağı tepeden tırnağa elde kamayla tüfekle arayıp bir şey bulamayınca beş kişiyi konağın bahçesindeki ardiyede, beşini de konağın içinde nöbetçi bırakarak ormanda takibi sürdüren diğer fedailere katıldılar. Nöbetleri güneş batana kadar sakin geçti. Ardiyedeki fedailer akşam karanlığında köşkten koştura koştura inen diğer nöbetçileri görünce ilkin Bekir Paşa'nın adamlarının baskına geldiğini sandılar. Nöbetçiler bütün konağı didik didik aradıkları halde duvarlardan çınlayan tuhaf bir sesten bahsediyorlardı. Namlularını konağa doğrultup içeriye girdiklerinde nöbetçilerin yeminler ederek duyduklarını söyledikleri o acayip sesi kendileri de işittiler. Bir kadın çığlığıydı. Kesik kesik yükselen, hançereyi yırtarcasına çıkan dünya dışı bir böğürtü… İnsanın kalbini yerinden oynatan korkunç bir feryat… Nöbetçi bırakılanlar Resneli'nin ardından İstanbul'a gelmiş, çoğu Makedonya'nın Arnavutluk'un dağlarından gelme kimselerdi. Çocuklukları sayısız dinlence ve efsaneyle geçmişti. Konakta yükselen kaynağı meçhul çığlık seslerini işittiklerinde bir daha oraya geri girmemek üzere terk edip hep birlikte ardiyeye indiler. Sabah olunca da haberci gelmesini beklemeden kışlaya döndüler. Vakanın üzerinden yıllar geçti, konak köhnedi ancak çığlıklar kesilmedi.
53
54
(2010'lar) Kenan binanın mutfak kısmındaki sigorta kutusunu kurcalarken Vedat da elindeki telefon ışığını kutuya doğru tutuyordu. Vedat sıkkın bir şekilde söylendi: “Halledebilcek misin?” Kenan gözlerini kutudan ayırmadan konuştu: “Sanmam. Sigortalarda bi'şey yok. Bu civarda arıza olmuştur, sigortalık değil gibi.” “Hay anasını satayım. Koduğumunjeneratörcüsüne elli kere gel hallet şu tesisatı dedim, bugün iş çıktı abi, yarın iş var abi diye diye savdı. Sıçacam ağzına. Şimdi burası açık olsa, elektrikler kesilse n'olacak?” Mutfak kapısından bir anda kafasını uzatan bir siluet görür görmez Vedat'ın yüreği ağzına geldi. Telefonun ışığında yüzü hayaleti andıran Pelin'den başkası değildi. Elindeki sigarayı uzatarak: “Ateş var mı?” diye sordu. Vedat telefonu öbür eline alıp çakmakla Pelin'in sigarasını yaktığı sırada yanaklarına akmış simsiyah gözyaşlarını fark etti. Pelin: “Yukardayım ben” diyerek çekilip gidince hiçbir şey soramadı. Hışımla Kenan'a baktı: “Ne söyledin lan kıza?” “Ne söyleyeyim? Açık hava sinirlerini gevşetmiştir.” “Kafasını kertmedin di mi lan kızın?” Kenan içinden yükselen öfkeyi ve küfürleri bastırarak sinir bozucu bir sırıtmayla Vedat'a döndü: “Ya salla birader hatun milleti işte. Hallenmiştir, olmuştur bi'şeyler.” “Ben senin ruhunu bilirim lan. Yine dangıl dungul konuşup canını sıkmışsındır kızın kesin. Git konuş şunla.” “Ne konuşayım anasını satayım?” 55
“Sakinleştir işte ne bileyim. O kadar iş planlıyoz, bok edeceksin şimdi. Git gönlünü al kızın. Ben de inip bizim hayvana bakayım. Duvarı yık dedik sesi soluğu kesildi. Kaytarıyor mu ne bok yiyorsa artık…” “Kör karanlığın içinde nereden bulayım kızı şimdi?” “Lan oğlum Çırağan Sarayı sanki. Benim odadadır. Üçüncü katta merdivenin hemen karşısındaki oda.” Vedat'ın “benim odam” demesi ve böylesine detaylıca tarif etmesi içindeki öfkeyi hayli kızıştırsa da Kenan sakinliğini korudu. Bitmiş bir ilişkiydi. Paraya ihtiyacı vardı. Hatun meselesi yüzünden hiçbir şeyi bok etmek istemiyordu. Söylene söylene mutfaktan çıkıp merdivenlere yöneldi. Vedat bodruma inmeden önce anlayacakmış gibi beyhude yere sigorta kutusunu seyretti. Kenan ahşap merdivenlerden takıla takıla çıkarak ve zerre ışık yakmayarak üçüncü kata geldiğinde ardına kadar açık kapıyla yüz yüze geldi. Ay ışığı odayı aydınlatıyordu. İçeriye girdiğinde Pelin'i camın kenarında oturmuş vaziyette gördü. Bir an sinirle Kenan'a baktıktan sonra yeniden pencereye döndü. Kenan söze gireceği sırada odanın kırmızı ipek kumaşlı yatak takımını ve kırmızı mobilyalarla döşenmiş halini görünce duraksadı. İçindeki öfkeyi zapt edemiyordu. Şeytan kulağına cinayet tasarıları üflüyordu. Cebindeki paranın miktarını anımsayınca öfkesi yine duruldu ancak dizginleyemedi: “Ben giderken bile ağlamadın da şu lavuk için mi döktün bunca gözyaşını şimdi?” Simsiyah yaşlar Pelin'in yanaklarından aşağıya süzülürken, Kenan'a aşağılar gibi baktı. “Sen iflah olmayacaksın. Herkesi kendin gibi bencil zannedeceksin…” deyiverdi. O esnada Vedat söylene söylene binanın bodrumuna iniyordu. 56
Telefonunun ışığını ileriye tutarak kel badigardın olduğu yere yürüdüğü sırada, kirli, beyaz elbiseli bir kadınla badigardı sarmaş dolaş gördü. Kadının siyah saçları soluk ışığın altında kuzgun tüyleri gibi parıldıyordu. Birden, sinir patlamasıyla gürledi Vedat: “Ulan mekana nere ara karı attın lan? İş yap dedik, sinemaya gelmiş gibi cıvırla yiyişiyor öküz!” Vedat'ın öfkeli yüz ifadesi yerini kısa bir süre sonra korkuya bıraktı. Zira kadın kafasını kaldırıp ona doğru baktığında badigardın cansız gözleriyle parçalanmış boğazını, kadının kedi gözleri misali ışıldayan gözleri ve kanlı ağzıyla birlikte görmüştü. Kadının dudaklarından süzülen kanların elbisesine akıp kırmızı lekeler bırakmış o hali parmaklarıyla kabir tahtalarını kazarken elleri parçalanmış huzursuz ölülerin kefenlerini andırıyordu. İfadesiz zift karası gözleriyle Vedat'a bakarak çarpık çurpuk sivri dişlerini sırıtırcasına sergiledi.
57
BÖLÜM 8
(2010'lar) Kadın suretindeki dehşet kollarını kel badigarttan çektiğinde adamın çuval misali yere yığıldığını gördü Vedat. Badigartın yüzündeki korku ve şaşkınlık ifadesi kadından daha ürkütücüydü. Bir anlığına badigartın ayağa kalkacağını zannetti ancak adamın kıpırtısızlığı karşısında boğazı kurudu. Karşısındaki kadına benzeyen şey parıltılı gözlerini gözlerine dikmişti. Çarpık sivri dişleri Vedat'ın telefonunun ışığında ayan beyan görülüyordu. Telefonu tutan elinin titremesine engel olamayan Vedat, içinden türlü çeşit duaları hatırlamaya çalışarak ağır adımlarla gerilemeye başladı. Karşısındaki varlık ses çıkarmadan kendisini seyrediyordu. Kafasını hafif hafif kıpırdatarak Vedat'ın üzerine yürümeye başladı. Aklına dua gelmediğinden sadece besmele çekerek gerileyen Vedat, bir eliyle de arkasını yokluyordu düşmemek veya sütunlara çarpmamak için. Gözlerini o korkunç şeyden ayırmaya cesaret edemiyordu. Sanki bunu yaparsa karanlıklar içerisinde kaybolup ummadığı yerden saldıracaktı. Vedat taş merdivenlere ulaştığı esnada kadına benzeyen varlığın yüzünün sanki kızmış gibi kaşlarını çattığını, suratını öfkeyle çarpıttığını fark etti. Kadının boğazından yeryüzünde dolaşırken asla 58
işitmediği türden bir ses yükseldi. Ulumaya dönüşen korkunç bir böğürtüydü bu. Duvarların içinden yükselen o acayip sese benziyordu. Vedat insanı dehşete düşüren o ürkünç ayrıntıyı fark ettiğinde çoktan kapıya ulaşmıştı. Bodrumun kapısını çarpıp kapatmadan önce kadının bu sefer krize tutulmuş birinin çığlığına benzer bir ses çıkarak üzerine atıldığını gördü. Kapıyı örttüğü esnada o şeyin ahşaba çarptığını ve kapıyı zorladığını hissetti. Ürkünç varlığın fiziki temasını bu şekilde bile olsa hissettiğinden ayakları inceden titremeye başlamıştı. İçerideki böğürtü kesilmişti ancak kapı sanki arkasında göze görünmez esrarlı bir güç varmışçasına her bir ucundan itiliyor gibiydi. Kapı kolunun hayaletli ev hikâyelerindeki gibi sürekli hareket ettiği ve durmadan zorlanan kapının ardından ağlamaklı bir kadın sesi duydu Vedat: “Lütfen… Lütfen açın! Yalvarırım! Korkuyorum!” Ses normal geliyordu ama çıkaran şeyin ne olduğunu tahmin ettiğinden kıpırdayamıyordu. Kadın kapı kolunu oynatmayı sürdürüyor, histerik bir şekilde kapıyı zorlamaya devam ediyordu. Vedat ses vermeyince kadının sesi bu sefer öfkeyle yükseldi: “Oradasın! Biliyorum, oradasın! Kokunu alıyorum! Aç kapıyı! Aç! Aç!” Vedat kapının anahtarını konağın duvarlarında çınlayan bir şangırtıyla yere düşürünce kadının yine o tuhaf böğürtüyle ancak insan gibi konuştuğunu işitti: “Buranın türlü yerlerini bilirim! Ben de başka yerden çıkarım! Geliyorum! Geliyorum!” Kapı şiddetle sarsılmaya başlayınca Vedat korkudan ayaklarını hissedemez olmuştu. Sinirlerine güç bela hâkim olmaya çalışarak merdivenlerden yukarıya tırmanmaya koyuldu. Ayakları balçığa batmış gibiydi, korkusundan zar zor yürüyordu. Kapının zorlanması bitince bir an duraksayıp tırabzanlardan aşağıya baktı. Konak ürkütücü bir sessizliğe bürünmüştü. Ancak duvarların 59
içerisinden yükselen ve derinden gelen bir çığlık sesi işitince neredeyse kalbi sıkıştı. O şey başka bir taraftan geliyordu. Merdivenleri tırmanırken duvarların içinden gelen fare tıkırtılarının da arttığını işitti Vedat. Onlar da kaçıyorlardı o şeyden. Sanki duvarların içinden sürünerek geliyordu. Üçüncü kata soluk soluğa ulaştığında Kenan'la Pelin'in şiddetli bir kavganın ortasında olduğunu gördü ve bu sahneye rağmen ilk kez rahatladı. “Kızım bak beni delirtme şurda birlikte iş yapıcaz neticede!” “Yine kendini düşünüyosun işte! Bencilsin!” Vedat artık takat kalmamış dizleriyle birkaç adım atıp odanın girişinde yere yığılınca kavgayı kesip ona doğru döndüler. Pelin oturduğu yerden fırlayıp Vedat'ın yanına koşturunca Kenan'ın içinde yine birkaç kıskançlık kurdu oynadı. Pelin, Vedat'ın koluna girip kaldırmaya çalışırken bir an dönüp Kenan'a çemkirdi: “Yardım etsene, ne dikiliyorsun orada öyle?” Kenan istemeye istemeye Vedat'ı koltuk altlarından tutarak odadaki tekli koltuklardan birine oturttu. Odanın camın dışından vuran ay ışığı aydınlığında betinin benzinin kireç gibi olduğunu fark ettiler. Dehşetten büyümüş gözleri ve hızla nefes alıp vermesi karşısında şaşkınlıkla karışık bir korku yaşadılar. Pelin hemen çantasına koşturup getirdiği kolonya şişesini Vedat'ın bileklerine ve suratına boca etti. “Vedat ne oldu? İyi misin Vedat?” Kenan bu sahneyi ölümüne kıskanarak Vedat'a dalga geçer gibi baktı. Ancak içten içe o da tedirgin olmuştu. Uzun süre sonra ilk defa Vedat'ı patron tavırlarından bu kadar uzak görmüştü. Esasında ilk defa korktuğunu görmüştü. Zira Vedat'ın bar badigartlığı işine girmesi tesadüfi değildi. Gençlik yıllarında karate salonlarından semt kavgalarına, bar önlerinde torbacılıktan mafya tetikçisinin kapısında topukçuluk yapmaya ömrü hep karanlıklarda geçmişti. Vedat'ı ilk 60
61
defa karanlıktan bu denli korkarken görmüştü Kenan. Onun bu zayıf hali içindeki kıskançlığı körükledi. Alay etmek ve Pelin'in karşısında küçük düşürmek istedi. “Ne oldu lan betin benzin atmış?” “A… Aşa… Aşağıda… Aşağıda bi şey var oğlum.” “Bi şey ha? Çok enteresan!” Pelin gözlerini devirerek Kenan'a bakınca alay etmekten vazgeçti. “Ne gördün? Ne oldu?” “Oğlum aşağıda bi şey varmış.” “Sokucam şeyine ha!” “Ya duvarın ardında… Duvarın ardında bi şey varmış. O sesi çıkaran şey.” “Kedi?” “Ne kedisi lan! İnsana benziyor ama değil… Bizim kel badigartın yıktığı duvarın içinden çıktı…” “Haplandın mı lan manyak mısın?” “Lan ne hapı sövdürcen şimdi! Gözümle gördüm lan kapıyı zorladı. Kel badigartı öldürmüş, bizim de ağzımıza sıçacak. Duvarı açtıran aklıma sıçayım ben!” “Ne çıktı ki? Bana bak yatır felan mı? Eski konaklarda monaklarda olurmuş ya hep böyle dalgalar?” “O aşağıdaki yatırsa bütün mahalle benim üstümden geçsin. Değil lan değil. Üç harfli felan herhalde. Ağzı yamulmuş, çarpık dişli bir şey bağırıp duruyor.” 62
“Dalga geçmiyorsun di mi lan?” “Sen benim şaka yaptığımı ne zaman gördün p.şt! Aşağıya kilitledim, kapıyı zorladı manyak! Buraya doğru geliyordur, görürsün!” “Delirdin mi lan? Kafanı kör karanlıkta bi yere mi vurdun? Nasıl gelecek kapıyı kilitlediysen?” “Duvarın içinden yürüyor kaltak sesini duydum.” “Duvarın içi?” “Aynen. Ses kablolarını falan geçirdiğimiz yer, eski sistem. Osmanlı zamanında da kendi elektrik altyapısını döşetmişler o dönemden.” O esnada kablolar bahsinin üzerine koridordaki birkaç ses kablosunun sanki birisi asılıp yere vururmuş gibi çıkardığı sesler üzerine her biri sessizleşti. Kablolar sanki yılanmışçasına kuyruklarını “Pat! Pat!” sesleriyle yere vuruyorlardı. Üçü birbirlerinden cesaret bularak telefon ışıklarını açıp koridora çıktılar. Ses sistemlerinin olduğu ve Vedat'ın dans pisti olarak dizayn ettirdiği ikinci kattan geliyordu. Vedat onlara yalvarır gibi bakıp: “Kaçalım! Burada durmayalım!” dedi. Ama Kenan yine içindeki kıskançlık kurtlarının kımıldanmasıyla Pelin'in önünde onu küçük düşürebilmek için zıttına gitti: “Ne kaçıcamlan. Çok istiyorsan sen kaç!” Kenan, arkasına bile bakmadan onların önünden hızla inerek ikinci kata indi. Pelin'le Vedat arkasından takip ediyordu. Kenan'ın rahatlığı kabloların çıkış yaptığı büyük deliği görene kadar sürdü. Duvar boşluğuna açılan delik genişlemiş, kireç parçaları etrafa saçılmıştı. Kabloların üzerinde kıpırdayan, delikten çıkmayan şeyi o anda fark etti. Korkunç varlık Kenan'ı fark edince boğazından 63
yükselen ürkütücü bir böğürtüyle ona hamle yaptı. Delikten çıkmaya çalışırken parıltılı gözlerinin karanlığın içinde kendisine dikildiğini gördü. Can havliyle Vedat'a bağırdı: “Çek silahını vur şunu! Çek silahını!” Vedat elinin titremesine olduğu kadar engel olmaya çalışarak varlığını arkadaşının hatırlattığı silahını çıkardı. Elindeki telefonu Pelin'e uzattı. Pelin her iki elindeki telefon ışıklarını yaratığa doğru tuttu. Şarjörünü çekip iki eliyle yaratığa doğrulttu. Nişan alıp tetiğe basarken besmele çekti. Silah konağın duvarlarında yankılanan korkunç bir gürültüyle yaratığa isabet edince başından vurulan yaratığın kıpırtısız düştüğünü gördüler. Tam rahatladıkları esnada yaratık birden kafasını kaldırarak böğürmeye başladı. Vedat ile Pelin merdivenlerden inerek hızla birinci kata inmek üzere bir alttaki merdivenlere yöneldiler. Kenan da onların peşine takıldı. Birinci katta iki kapılı bir odaya kendilerini zor atarak kapıları kilitlediler. Pelin korkuyordu: “Ne yapıcaz ya?” Her biri telefonlarına bakıp çekip çekmediklerini kontrol ettiler. Vedat telefonu tuşlamaya başladı: “Polisi arıyorum.” Kenan sinirle karşılık verdi: “Ne diycen? Abi duvarı yıktık, içinden bi şey çıktı bize saldırıyo mu diycen? Ondan sonra narkotiği göndersinler koduğumunkeşleri diye?” “Ne yapıcazlan başka?” “Semtten çocukları arayalım gelsinler.” “Onlara ne diycez?” “Kavga var deriz.” “Neyle gelceklerlan buraya koşarak mı? Mevcut tek Beyaz Şahin'e doluşarak mı? Öyle olsa kavga var diye polisi çağırırız 64
baştan.” Tam o esnada Vedat'ın telefonu çalmaya başladı. Ekranda görünen “Patron” yazısı yanıp sönüyordu. Üçünün de kanı çekildi. Vedat: “Şimdi tam sıçtık. Patron arıyor. Tam arayacak zamanı buldu.” “Daha iyi oğlum aç işte. Mekanı bastılar de gelsin kurtarsın bizi.” Vedat telefonu korkarak açtı: “Evet abi. Evet. Evet. Biz de mekândaydık zaten. Hıhı. Tepedeki bar aynen. Misafirler mi? Abi yalnız şöyle bir pürüz çıktı. Burayı bastılar. Kel badigartı indirmişler. Biz iyiyiz. Sen ne zaman gelirsin abi? Tamamdır. Boş gelmeyin abi çok sakat burası. Estağfurullah abi.” Telefonu kapatınca Kenan sordu: “Ne diyo?” “Ya Allah'ın şanslı kullarıyız ya da Allah belamızı verdi. Patron buraya geliyormuş tam. Misafirlerine mekânı gösterecekmiş. Ben de bastılar diye yalan söyledim.” “Ne dedi?” “Ağzıma sı.tı. 'Ulan hergeleler iki elinizle bir s.ki doğrultamazsınız zaten. Kim basabilir lan Arnavut'un mekânını!' dedi. Bizi sordu. Geliyormuş hemen. Dışarıda bekleyelim, yakınmış. Boş gelmeyin dedim küfür etti.” “Yılların Arnavut'u lan bu boş gezer mi? Anasına söv daha iyi.” “Ne bileyim ulan korkudan ne dediğimin farkında mıyım? Bu işte başımıza bir bela geleceği belliydi ama. Çok ah aldık. Bu ev aslında patronun. Ama vergi bokuna falan heralde evi benim üstüme yaptırdı. Kaç adamı tehdit ettim sırf şu iş olsun diye. Topukçulukta tahsilatçılıkta ben bu kadar adam tehdit etmedim. Tapudaki 65
memurlardan birini bile çocuğuyla karısıyla tehdit ettim. Bu pislik bir işti Allah belamızı verdi.” İçinde bulundukları odanın kapısı birden gürültüyle sarsılmaya başlayınca Vedat sustu. Üçü pencereye doğru gerileyerek kapı kolunun hızla sarsıldığı, dört bir yanından zorlanarak menteşelerinden fırlayacakmış gibi görünen kapıyı korkuyla seyretmeye başladılar. Panik vücutlarını ele geçirmişti. Kapının ardından o korkunç böğürtü işitiliyordu…
66
BÖLÜM 9
(2010'lar) Odanın kapısı zorlanıp kadın suretli dehşetin böğürtüsü kulaklarında çınlarken bir anlığına hareketsiz kaldılar. Ahşap kapılar pençe darbelerine dayanamayarak ardına kadar açıldığı esnada kanlı beyaz elbisesi ve çarpık dişleriyle arz-ı endam eden dehşetle göz göze geldiler. Vedat: “Öbür kapıdan!” diye bağırınca bir anda kapıya hamle edip hızla başka bir odaya geçtiler. Vedat da arkalarından girip kapıyı örttüğü esnada yaratığın kafasını kapının arasından sokarak kapıyı ittiğini gördüler. Vedat'ın zorlandığını görünce var güçleriyle kapıyı itmeye başladılar. Kadından yükselen boğucu küf kokusu yüzlerine çarpıyordu. Işıltılı gözleri ve dişleri oldukça yakınlarındaydı. Bedeninin olanca gücüyle kapıyı itmeye çalışan dehşet arada bir böğürerek konuşmaya başladı: “Ben de... Ben de… Ben de sizler gibiydim. Bana… Bana bir şey oldu. Susadım! Susuyorum! Susuzluğumu dindirmem lazım! Lazım! Lazım!” Vedat hengâme esnasında beline sıkıştırdığı silahını yeniden çekerek olanca gücüyle yaratığın suratına indirmeye başladı. Yaratık böğürdükçe kapıyı daha da şiddetli itiyordu. Kenan: “Bana ver baba silahı benim sağım kuvvetlidir!” deyince Vedat tereddüt etmeden silahı ona verdi. Kenan, silahın kabzasını söve söve dehşetin suratına indirmeye başladı. Koyu renge sahip bir kan yaratığın suratını 67
kaplamış, daha da korkutucu hale gelmişti. Kenan odanın diğer ucundaki kapıyı Pelin'e gösterip kafasıyla işaret ettikten sonra tüm gücünü toplayıp yaratığın suratına tekrar vurdu. Yaratık kafasını çekince Vedat kapıyı tamamen kapatarak kilitledi. Pelin'in eşiğinde dikilmekte olduğu kapıya atılarak: “Beni takip edin aşağıya inmemiz lazım!” diye bağırdı. Kadının böğürtüsü daha da şiddetlenmişti ve duyulabiliyordu. Odalardan hızla geçip konağın öbür ucundaki merdivene doğru yürürken Kenan bir yandan elde silah söyleniyordu: “Ulan böyle temiz iş olmasından kıllanmalıydım. Senle girdiğimiz hangi iş sağlam oldu ki bu olsun? İnşaattan geçilmeyen, yakılmamış ormanın olmadığı İstanbul'da sen git böyle bir ev bul anasını satayım…” Vedat müstehzi bir ifadeyle karşılık verdi: “İyi yönden bak! Arazi mafyasıyla da kapışabilirdik!” “S.ktir git lan! Mafyaya en azından sıkabiliyorsun. Bu ölmüyor!” Merdivenlerden koştura koştura aşağıya inip birinci kata vardıklarında zemin kata inen merdivenlerin olduğu yere geçebilmek için uzunca bir koridora saptılar. Vedat bir yandan yürürken bir yandan Kenan'a bakıyordu: “Patron geliyor. Eli kulağında!” “Patron ne yapacak? Bizdeki silahsa ondaki de silah. Roket mi sıkacak karıya?” Vedat bir anlığına geri dönüp Kenan'ın üzerine yürüdü: “Ne bileyim ulan! Ne yapacak! Ne yapacak! Uğursuzluk abidesi! Her işin uğurunu kaçırırsın zaten…” Kenan gerilemek yerine tam karşısına dikilmişti Vedat'ın: “Öyle mi oldu şimdi? Senin yüzünden hayatım kaydı lan benim. 68
Hangimiz uğursuzuz acaba?” Pelin ikisinin arasına girdi hemen: “Ya durun Allah aşkına sırası mı? Çıkalım şuradan önce…” Vedat, Pelin'i bir kenara itti: “Bir dakika Pelin anlayayım bir beyefendinin hayatını nasıl kaydırmışım?” Kenan: “Buraya getirmen bile başlı başına bela lan nasılı mı var?” “Hayır! Onu kastetmedin çıkar ağzındaki baklayı!” “Kızın yanında konuşmayalım istersen.” “Konuş ulan bu saatten sonra bir şey olmaz…” “Ben askere gitmeden önce yaptığımız o toz işi işte. Tek iş ama hayatımı kaydırmaya yetti…” “Kafana silah dayamadım.” “Paraya ihtiyacım olduğunu biliyordun. Pelin'le evlenecektim!” “Pisliğe girmekse hepimiz girdik. O işte beraberdik.” “Pis tarafını yapan bendim. Benle Kadir. Sana bir bok olmadı!” “Konuş konuş susma….” “Ne konuşayım lan biliyorsun işte. Toz işi yapılacak dedin. Tek seferde muazzam miktarda canlı indiragandi dedin. Kadir'le birlikte “he” dedik. Demez olaydık. Bildiğin gibi o işi takip eden başka bir lavuk varmış, tepemize çöktü. Kadir'i kurşunladılar. Ben askerliği tecil ettirmek yerine askere gitmeyi tercih ettim.” “Benimle ne alakası var bunların peki? Talihsizlik işte satış 69
olmadı. Mafyayla papaz olduk. Sen askere gittin kurtuldun tüm bok bana kaldı ben de hepimizi sıyırdım işte.” “Paramı alamadım. Arkadaşlarımdan biri öldü. Saçlarımı kaybettim. Pelin'i kaybettim. Hala ne alakam var diyorsun!” “Ben mi yedim lan paranı? Satış işinden geleni mafyaya vermesem seni kışladan çıktıktan sonra beni de çok öncesinde Kadir'in yanına yollayacaklardı! Kadir'in vadesi dolmuş onun için elimden bir şey gelmezdi. Pelin'in de bildiğim kadarıyla kalbini kırıp askere kaçan sendin…” “Zarar verirler diye korktum lan! Benimle ayrılırsa mafya peşine düşmez diye düşündüm.” “Ben vardım. Ben korurdum. Gittin kafana göre iş yaptın!” “O zamanlar kıytırıkbadigarttın lan ne yapacaktın koca mafyaya? Hem emanet etsem ne olacak. Ne bok yediğinizi bilmiyor muyum?” Pelin bu sözü duyunca beyninden vurulmuşa döndü. Dengesini yitirdiği esnada yanında durduğu pencereye yaslandı. Elleri titriyordu. Vedat, ceketinin cebinden sigara paketi çıkarıp Pelin'e uzattı. Titreyen elleriyle sigarasını güç bela yakan Pelin zonklayan şakaklarını ovuşturmaya başladı. Vedat küfreder gibi baktı Kenan'a: “Ne bok yemişiz?” “Ben yokken yaptığınızı diyorum. Gerçi sen buna da bir bahane bulmuşsundur. Nasıl olsa ayrıydık di mi?” “Senin ağzından çıkanı kulağın duyuyor mu lan?” “Ben kızı bırakıp askere gittim sen de fırsattan istifade… Konuşturma beni!”
70
“Arkadaşım olmasan, başkası dese şunu ölüsü çıkardı burdan! O olay sandığın gibi değil…” “Nasıl sandığım gibi değil lan arkadaşın manitasına bakmak delikanlılığa sığar mı?” “Ben öyle bir eşeklik yaptım, yaptım ama Pelin masum lan. Bir gece barda kaldık yağmur bastırdı. Kafam da iyiydi. Yanaştım o halde… Ama Pelin… Pelin istemedi. Kız yaptığın eşekliğe rağmen istemedi.” “Yalan!” “Kızı üzme Kenan. Bilsem böyle olacağını vallahi konuşalım demezdim.” “Yalan olduğu belli işte…” Vedat bir anda Kenan'ın yakasına yapıştı: “Ne yalanı lan! Yalan olsa sana bu imkânı sağlar mıydım? Parayı alır mafyaya paranın sende olduğunu söylerdim!” Tam o esnada Pelin'in önünde durduğu camın korkunç bir şangırtıyla parçalandığını işittiler. Pelin cam kırıklarından korunmak için bir anlığına başını yüzünü örtüp eğildi. Kenan'la Vedat o esnada camdan baş aşağı sarkan dehşeti fark edebildiler. Yaratık Pelin'i bir anda kucaklayarak yukarı doğru çekti. Pelin'in canhıraş çığlıkları konağın dört bir yanında çınlarken ellerini pencerenin pervazına dayayarak direnmeye çalıştı. Vedat bir anda Pelin'in ayaklarına atılıp kızı kendine çekmeye başladı. Kenan da kendine gelince Pelin'i belinden tutup çekmeye başladı. Kadın suretli dehşetin böğürtüsü Pelin'in çığlıklarını dahi bastırıyordu. Kenan bir anlığına Pelin'le göz göze geldi. Yalvarır gibi bakıyordu: “Kenan! Beni ona canlı teslim etmeyin! Beni ona 71
bırakmayın! Öldürün beni!” “Kurtarıcaz seni!” Pelin'in gözlerinden yaşlar süzülüyordu: “Öldür beni! Yalvarırım öldür!” Yaratık Pelin'i yukarıya doğru insan ötesi bir güçle çekiyordu. Vedat dahi bir müddet sonra haykırmaya başladı. Sesi ağlamaklıydı: “Onu böyle bırakma. Dediğini yap! Ben bırakamıyorum sen yap!” Kenan ellerinin titremesine hâkim olmaya çalışarak istemeye istemeye kıza doğrulttu. Boğazında düğümlenen hıçkırıklara aldırmayarak nişan aldı. Tetiğe basarak Pelin'i başından vurdu. Pelin'in gözlerinin donuklaştığını ve kana bulanan yüzünü görür görmez olduğu yere yığılıverdi. Vedat, Pelin'i bırakır bırakmaz yaratık kızın cesedini yukarıya çekti. Kenan yığıldığı yerde çökerek sarsıla sarsıla ağlamaya başladı. Vedat'ta çöktüğü yerde ağlıyordu. Kenan'a bakarak bir anda ayağa fırladı: “Sağ kalmamız lazım. Onun için!” Kenan onu duymazdan geldi. Vedat üzerine atıldığı esnada namluyu kendi kafasına dayadı: “Artık benim için dünya yok…” Tetiğe basar basmaz patlayan gürültünün ardından yere düştü Kenan. Vedat gözyaşlarını silerek koridorda koşmaya devam etti. Merdivenlere ulaştığında korkudan yine ayaklarını güç bela hissedebildiğini fark etti. Yine o bataklıkta, çamurlara bata çıka yürüyormuş hissi… Zemin kata ulaştığında kapıya yöneldi. Kapıya varmadan kapının iki kanadının da muazzam bir gürültünün ardından açıldığını gördü. Patron kapıdaydı. Ona doğru koştururken bir yandan da kurtulmuş gibiydi: “Patron! Seni Allah gönderdi abi yetiştin!” 72
Patron mağrur bir ifadeyle poz keserek elindeki silahı hazırda tuttu: “Kim basabilir lan Arnavut'un mekanını? Nerede o pezevenkler?” Vedat patronun yanına varınca bu sefer başka bir korkuya kapılarak boynunu büktü: “Patron ben sana olayı tam aktarmadım.” “Nasıl aktarmadın?” “Baskın değildi. Bir kişi. Dahası bir şey. Duvardan çıktı. Sonra…” “Bir dakika. Duvardan mı çıktı?” “Evet abi. Ses geliyordu sürekli. Ben de kedi sıkışmıştır sandım bizim kel badigarta yıktırdım. Ölmesini bekleyene kadar sesi keseriz diye düşündüm. Kenan'la Pelin'i bir de bizim badigartı öldürdü işte…” “Ulan beyinsiz herif! Burası zaten bar olacak o müzikte kim neyi duyacak? Su borusu der geçerdiniz. Bok mu vardı o duvarı kıracak?” Patron böyle deyince Vedat duraksadı. Onun duvardan çıkan dehşeti garipsemediğini görmek şaşırtıcıydı. O esnada patronun ardında ikisi kadın beş kişinin daha olduğunu gördü. “Misafirleri…” diye düşündü zira her birinin giyimi jantiydi. Patron misafirlerine şöyle bir baktıktan sonra Vedat'a döndü. Şaşkın bakışlarını görünce alaycı bir ifadeyle gülümsedi: “Burasını çok özel partiler için yaptırmıştım. Ancak bu kadar erken bir organizasyon beklemiyordum!” Patronun bunları söylerken bir anlığına sırıtmasıyla bunca zamana kadar fark etmediği bir detay onu dehşete düşürdü. Yahut yaşadığı olayların tesiriyle hayal gördüğünü sandı. Zira patronun köpek dişleri gözlerine biraz fazla uzun gibi gelmişti. 73
Patronun misafirlerinden biri içeriye girerek konağa göz gezdirdi. Ağzını açtığı sırada Vedat onun da dişlerini olağandan uzun gibi görmüştü. Gözlerini ovuşturduğu esnada adam sakin bir ses tonuyla konuşmaya başladı: “Bekir'ciğim bence tıpkı eski Beyoğlu günlerimiz gibi olacak!” Patron: “Pek huyum değil ama biraz aperatife ben de hayır demeyeceğim sanırım. Aç gelmiştik zaten…” Vedat bu konuşmalarına bir anlam vermeye çalışırken dışarıdaki insanlara daha dikkatli baktı. Gözlerinin tıpkı o kadın suretli dehşet gibi ışıldadığını gördü. Vedat şaşkınlıkla Bekir'e baktığı sırada patronunun da gözlerinde aynı korkunç ışıltıyı fark etti. “Patron… Sen bu duvardaki şeyi biliyor muydun?” Bekir gülümsedi. Ardından ağır adımlarla konağa giren misafirlerine döndü: “Hatırlarsınız sizlere eski yaşadıklarımı anlatmıştım. İttihatçılar konağı sarınca ben gündüzden ne olur ne olmaz diye duvarda bir küçük delik açtırmıştım. Elime sımsıkı bağladığım bir kamayla birlikte kolumu delikten içeri soktuğumda kendimi ısırttırabildim. Baygın düşmeden evvel hem onu yaraladım hem de kolumu kurtardım. Eski halk ananelerini iyi bilirim! Kamayı yaladığımda onun kanı ve ısırığı bana hayat vermişti yeniden!” Daha sonra Vedat'a baktı: “Eğer o duvarı kırmasaydın buradan elinizi kolunuzu sallayarak çıkabilirdiniz. Sonuçlarına katlanacaksın…” O esnada Vedat kafayı yiyip yemediğini düşünürken merdivenlerden aşağıya doğru o kadın suretli dehşetin indiğini gördü. Yanında Pelin ve Kenan'ın cesetlerini çuval misali sürükleyerek aşağıya iniyordu. Kadının ağzı kana bulanmıştı ancak beslendiği için silueti insanı ziyadece andırıyordu. Bekir onu görünce misafirlerine geleni takdim etti: “Paşa kızı 74
ama çok hamarat. Bakın bize elleriyle ziyafet hazırlamış!” Kadın suretli dehşet ona bakıp sırıttığı esnada Bekir de aynı korkunç sırıtışla ona karşılık verdi: “Seni uzun süre ihmal ettim muhterem refikam. Lakin artık öte hayatın tadını çıkarabiliriz! Afiyet olsun!” Vedat tam ortasına düştüğü dehşeti fark ettiği sırada Bekir'in misafirlerinin bir anda üzerine atılıp kollarından ve boynundan kendilerini dişlediklerini gördü. Çığlıkları konağın duvarlarında çınlıyordu…
75
76
Şeytan, sinirle ardını dönüp gitmesini söylese de çaresizlikten kıpırdayamadı Kenan. Nerede iş bulacaktı, Vedat demiyor muydu hem buralar değişiyor diye, buralarda nasıl tutunacaktı? Zaten askerden döner dönmez ayağının tozuyla gelmemiş miydi buraya? Vedat sinir bozucu bir ifadeyle omuzuna dokundu: “Ekibi yeniden toparladım koçum. Bak Pelin de bizimle…” Kenan'ın sesi soluğu bir anda kesildi. Hayata karşı sürdürdüğü daimi atarı kesintiye uğramıştı. Beyni uğuldarken Vedat konuşmaya devam ediyordu: “Henüz isim bulamadık ama neyle tanıncağımızı biliyorum. Tepedeki bar diyecekler!” 77