Gri Edebiyat Sayı 3 - Tarih Yazan Önderler

Page 1

‘edair Bizi yaratan, yoktan var eden, içimize iman nimetini koyan yüce Rabbimize hamd; habibi, peygamberi, âlemlere rahmet Hazreti Muhammed Mustafa’ya selatu selâm olsun. Gri Edebiyat’ın 3. sayısında mazlum coğrafyanın insanlarına umut ışığı olmaya hayatını vakfetmiş, karanlık bir gecedeki kandil misali yol gösteren, ilham kaynağını Peygamber Efendimiz Aleyhissalatu Vesselam’dan ve Ashab-ı Güzin’den alan önder şahsiyetleri tanıtmak ve anlatmak üzere yola çıktık. Bu çalışmayı yaparken Efendimiz Aleyhissalatu Vesselam’ın vefatından sonra 1385 yıldır Müslümanlara mihmandarlık eden, karanlık her gecenin bir sabahı olduğunu bize muştulayan önderlerin ümmetin gelecekteki liderlerine bıraktığı mirası ve dâvâ ahlâkını genç nesillere aktarmaya niyet ettik. Gözümüz ufuklarda, genç yaşında İslam Ordusu’na komutanlık eden Üsame bin Zeyd’i (r.a), Kur’an-ı Kerim’in Mushaf haline getirilmesinde liderlik eden Zeyd bin Sabit’i (r.a), o kutlu müjdeye nail olmak için tüm gözü karalığıyla Konstantinopolis’in aşılmaz surlarının önüne dikilen tüm meşakkatlere sabır, azim ve gayret ile karşılık vererek inancından vazgeçmeyen ve sonunda o mukaddes beldeyi aslına rücu ettiren Fatih Sultan Mehmed Han’ı beklemekteyiz. İnanıyoruz ki “o genç” gelecek ve Anadolu Kıtası büyüklüğündeki dâvâ taşını gediğine oturtacaktır. Selam o gence ki; Onun dâvâsı Mekke’dir, Medine’dir, Kudüs’tür, Şam’dır, Halep’tir, Bağdat’tır, Saraybosna’dır, Semerkand’dır, İstanbul’dur. Onun dâvâsı Rasulullah’ın dâvâsıdır. Bu matbu eserin, o gencin en buhranlı döneminde ona rehberlik edeceğine, kendinden öncekilerden aldığı ışık huzmesini kendinden sonrakilere taşıyacak bir köprü vazifesi göreceğine imân etmekteyiz. Allah bu çalışmada emeği olan büyüklerimize kendisine karşı olan hayretlerini artırsın ve ahirette Rahîm ismi şerifiyle tecelli buyursun. Selam ve dua ile… Surda bir gedik açtık mukaddes mi mukaddes Ey kahpe rüzgâr artık ne yandan esersen es... Necip Fazıl KISAKÜREK

Yayın Danışmanı Ümit BİLBAY

griedebiyat@gmail.com

Editör Ubeydullah YALÇIN

/ugm.griedebiyat

Tasarım P. Yusmar YUSUF Yazı İşleri Rümeysa BULDAĞ Ecren KÜÇÜKLER

@griedebiyat

Abdulmuttalip SALMAN, Batuhan DERE, Bülent ÖZDAMAN, Hüdayi YÜKSEL, Recep TERLER, M. Cihad TÜRKMEN, M. Ebubekir YAYLA, M. Raşit GÜNGÖR, Samed PAÇACI ve Ümit TORAMIŞ’a desteklerinden dolayı teşekkür ederiz.

*Gri Edebiyat Üsküdar Gençlik Merkezi öğrencilerinin bültenidir.


İÇİNDEKİLER

İmâm-ı Rabbânî Prof. Dr. Necdet TOSUN

Muhavere Dr. Şerafettin Kalay

12

38

45 Bir Gönül İnsanı: Hüsnü Geçer Hoca Efendi

Bir Efsane Şair Yûnus Emre Ahmet EFE Âdem Esen: Hepimizin Hocası Sabahattin Zaim İki İntifadanın Şeyhi: Ahmet Yasin Mehmet Ali GÖNÜL

4 18 24 28

Âdem Özköse: Şehadet Bir Ölüm Biçimi Değil! Bir Yaşam Biçimidir Cennet’ten Gelen, Cennet’e Giden Koku.. Ammar YAĞCI Filistin Direnişinin Ölümsüzleşen İsmi: İzzeddin El-Kassam Ali Rıza AKGÜN Bağrımızdaki Yara: Ayneyn Tepesi Selami YALÇIN Aliya’nın Özgürlüğe Kaçışı Samet ÖZTÜRK

32 36 40 54


Bir Lider ve Öncü: Hasan El-Benna Emre YILDIRIM

72 78

Sûfî’nin Şehâdeti Fatih YILDIZ

20

Mezarlıktaki Diri Nurettin YILDIZ

60

Recep Şentürk: Bir Hürriyet Savaşçısı “Malcolm X

Şairin Öyküsü Recep GARİP

86

Hezarfen Şehit: Metin Yüksel Ahmed EROĞLU

92

Timsal Karabekir: Doğu Cephesinin Fatihi Kâzım Karabekir Paşa

96

Cennete Götüren Bir Makam: Şehidlik Ramazan DİNÇ

Asrı Şekillendiren Lider Aziz Öğretmen Prof. Dr. Necmettin Erbakan ve 42 Yıllık Mücadelesi Yakup ÖKSÜZ

Şehidlerin Ahlakı Selim UĞUR

80

50

Bizim Yunus Özlem GÜNEŞ

Peygamber Efendimiz’in Komşusu Eyüp El-Ensari Bizim De Komşumuz Zafer SÖĞÜT

Selma Argon: Korkma Bir Enerjidir, Bir Ültimatomdur

58 64 68 70

Tılsımı Bozmayan Başkan Adnan Demirtürk Salih TURHAN

76


Söyleşi

Bir Gönül İnsanı: Hüsnü Geçer Hoca Efendi husnugecer.com

İlim, irfan, bilgi ağacı gençlikte dikilir, meyvesi ancak ihtiyarlıkta biçilir.”

‫الحمد لله رب العاملني‬ ‫والصالة و السالم عىل سيدنا محمد و عىل آله‬ ‫وصحبه أجمعني‬

Gençler!

Gençlik insan için büyük bir nimettir. Çünkü beden insanın egemenliğindedir. İnsan istediği gibi gençlikte bedenini kaldırır, yürütür, istediği yerlere götürür. İnsan ihtiyarladıktan sonra bu egemenlik, bu davranış insandan alınır. Tam secdeye gidemezsin, tam okuyamazsın; korkarak abdest alırsın. Hatta dünya işlerine kendini tam olarak veremezsin. Çünkü beden insana “evet” diyemez. Hiç hatırımdan çıkmıyor: Bizim memlekette, Mezre Cudri’de yüz beş yaşında Mele Muhammed Efendi vardı. Ziyaretine gittim. Hâl hatır sorduğumda dedi ki: “Bedenim kontrolden çıktı. Göz benimmiş gibi görmüyor, kulak benimmiş gibi işitmiyor, dil benimmiş gibi konuşmuyor, ayak benimmiş gibi yürümüyor.” Bir insanın bedeni kontrolünden çıkarsa ne olur? İşte böyle günleri düşünerek gençliğinizi değerlendirmelisiniz. Gençliğini değerlendiren bir insan ihtiyarlayınca yararını görür. Onun için Hekimler, filozoflar demişler ki: “İlim, irfan, bilgi ağacı gençlikte dikilir, meyvesi ancak ihtiyarlıkta biçilir.” Eğer insan gençliğini değerlendirmezse meyvesini de göremez. Onun için Peygamber Efendimiz aleyhisselatu vesselam buyurur ki: “Bir insan vardır ki Cenab-ı Allah Celle Celalühü onu çok sever. Allah’ın en çok sevdiği insan kimdir? O gençtir ki ihtiyarların ahlâkında, ihtiyarlar gibi ağırbaşlıdır. İhtiyarlar gibi insanlığına, Müslümanlığına yakışmayan yerlere gitmez, ihtiyarlar gibi ehl-i ibadettir 4

Gri Edebiyat

ve ihtiyarlar gibi düşünerek işlerini yapar, heva ve hevesine tabi olmaz. Böyle bir genci Cenab-ı Allah Celle Celalühü çok sever. Bilir misiniz Allah Celle Celalühü insanı severse ne olur? İnsanı dünyada huzurlu yaşama kavuşturur. Öldükten sonra insanı mutluluğa götürür.” İnsan, Allah’ın dostluğunu kazanırsa dünya ve ahiretin sultanı olur. Bu da çalışmakla olur. Bu ekip buraya gelmeden önce, kuşluk vaktinden sonra uyuyordum, rüya gördüm. Bilgin bir gence nasihat ediyordum. O genç de yazıyordu. O gencin babası da büyük insanlardandı. Kendisine dedim ki babanın yolunda gideceksin. Dinin, kardeşliğin, insanlığın, adaletin, faziletin, ahlakın ilerlemesi için var gücünle çalışacaksın. Bu rüyayı gördükten sonra kendisine birkaç sefer Arapça bir şiir söyledim. Şiirde mealen “İnsanın maksatları çalışmasına, yorulmasına göre yükseklere ulaşır. Yükseklere ulaşmak isteyen kimse gece uykusunu ve istirahatini terk eder.” Bu rüyayı bu sabah gördüm, daha yarım saat önceydi.


Evet, doğrudur. Gençlikte çalışmakla olur, gayret etmekle olur, geceleri uykuyu terk etmekle olur. Av kimsenin ayağına gelmez. Gideceksin, koşacaksın, tazı salacaksın, silah kullanacaksın ki avlayasın. Bütün maksatlar da aynı keklik gibidir. Dışarıda yaşarlar. Onlara ulaşabilmek için çok yorulmak, çok çalışmak gerekir. Ve çalışmakta sabretmek gerekir. Onun için Şeyh İzzeddin El-Haznevî (k.s.) Farsça bir şiirde şöyle söylüyordu. “Suya kavuşmak için kuyu kazarsın. Sabırla sürekli kazarsan kısa bir zamanda berrak suya kavuşursun. Ama ‘Kuyudan bugün iki kürek toprak kazayım, on gün sonra on kürek toprak kazayım.’ dersen ömrün biter, suya da kavuşamazsın.” Demek ki sadece çalışmak, yorulmak değil. Çalışmakta, yorulmakta sabretmek lazımdır.

Şeyh İzzeddin el-Haznevi 1923 yılında Suriye’nin Kamışlı kazasına bağlı bir köy olan Hazne’de dünyaya gelmiştir. Şeyh’in babası ve validesi çok salih kimselermiş. Bu iki salih ebeveynin kucağında büyümüş. Ailesinden aldığı terbiye hayatı için çok önemli bir başlangıç olmuş. Birçok talebe yetiştirmiş ve irşad etmeleri için farklı bölgelere göndermiştir. Şeyh İzzeddin el-Haznevi 2 Ağustos 1992 pazar günü Telmaruf’ta defnedilmiştir. Bu da hatıramızdan çıkmasın ki: Maksat ne kadar ulvi, kıymetli olursa; uğrundaki çalışma, yorulma o kadar büyük olur. En ulvi, en yüksek maksat yüce Allah’ın rızasıdır. O nimete kavuşabilmek için daha fazla çalışmak, daha fazla yorulmak gerekir. Şair şöyle söylüyor: “Ey gönül sevgilisi Allah’ım! Benden razı olursan varlıkta gördüğüm her şey bana güleç olur.” Rızayı Bâri çok yüksek maksattır. Onun için daha fazla çalışmak, daha fazla yorulmak, daha fazla sabretmek lazımdır. Hazreti Muhammed Mustafa Sallallahu Aleyhi ve Sellem’in ahlakı ile ahlaklanmak üzere, İslam’ı yaşamak üzere, nefsinin arzularını bir yana itmek üzere sabredeceğiz. Bu birincisi. İkinci olarak babam da büyük âlimdi. Yüce Allah Celle Celalühü ona ve meftalarımıza rahmet eyle-

sin. Karakoçan’ın Kauman Köyü’nde medfun olan Şeyh Mustafa Sisî’nin talebesiydi. Kur’an-ı Kerim okumayı, Kürtçe ve Türkçe mevlit okumayı babamdan öğrendim. Rahmetli beni çok döverdi. Şimdi kendi kendime diyorum ki: “Keşke beni daha çok dövseydi.” O dövmesi beni o kadar çalışkan etti ki; talebeliğe başladıktan sonra zamanımı hiç boş geçirmedim. Farsça, Osmanlıca, Arapça, Kürtçe çok kitap okudum. Eğer bana o eziyeti çektirmeseydi -zoraki olsa bile- küçüklükte o terbiyeyi bana vermeseydi, ben bugün bu hale gelemezdim. Bu, aynı zamanda babalara da bir hitaptır. Hatırıma geliyor, ben onun koynunda yatıyordum. Yaşım da tahminen dört ya da beş idi. O zaman ben isterdim ki: “Keşke okusam da Şeyh Abdülkadir Geylanî, Şeyh Mustafa Sisî, Şah-ı Nakşibendi gibi olsam. Onlar hangi medresede okumuşlarsa ben de oralarda okusam. Hatta ayakkabılarını nereye koymuşlarsa, değneklerini nereye koymuşlarsa ben de oralara koysam.” Bunları düşündüğümde daha çocuktum. Büyüdükçe, bu düşündüklerim hatırıma geldikçe, küçük bir çocuk Şah-ı Nakşibend’i, Şeyh Abdulkadir Geylanî’yi tanımaz. Demek ki rahmetli babam o isimleri bana öğretmişti, o terbiyeyi bana vermişti. Yoksa çocuk ne bilir: O veli kimdir? Bu veli kimdir? Hakikaten rahmetlinin bana çizdiği çizgi doğrultusunda hareket ettik. Hayat boyunca iyilerden ayrılmadık. Medresede en iyi arkadaşlarla birlikte olurduk. Bugün ihtiyarladık. Elhamdülillah meclisimize iyi insanlar gelir gider. Ömür boyunca o iyilerden fayda gördük. Cenab-ı Allah Celle Celalühü Şeyhin de bereketiyle insanları bize sevdirdi, bizi insanlara sevdirdi. Sevgiyle yaşıyoruz. Allah’a şükür yaşam budur. “İnsanın maksatları çalışmasına, yorulmasına göre yükseklere ulaşır. Yükseklere ulaşmak isteyen kimse gece uykusunu ve istirahatini terk eder.”

Tarih Yazan Önderler

5


Altı yedi yaşında idim her gün dört cüz Kur’an okurdum. Çobanlarla beraber koyun sürüsüne giderdim. Sabahleyin kalkardım, sürüyle gitmeden önce iki cüz Kur’an okurdum. Akşamleyin sürüyle dönerken de çırayı yakardım, iki cüz Kur’an okurdum. O zaman çıra ve gaz lambası vardı. Benim Kur’an’ım boynuma asılıydı. Sürüyü güderken bir fırsat bulsam orada da hemen Kur’an okurdum. İşte babaların evlatlarına verdiği eziyet budur. Talebelere söyleyeceğim odur ki babaların ve hocaların meşakkatini çekin. Gün gelecek ki o meşakkat sizin kalbinizde gül olur, yasemin olur, sosun olur; çok memnun kalırsınız.

Şeyh Ahmed Cezerî Evliyanın büyüklerindendir. Doğum ve vefat tarihleri kesin olarak bilinmemektedir. 1480-1580 seneleri arasında yetmiş beş sene yaşadığı tahmin edilmektedir. Daha önce yaşadığı rivayeti de vardır. Kabri, Cizre’de Kırmızı Medrese’dedir.

Yaşım yediye geldiğinde babam vefat etti. Lakin yine de beni ihmal etmedi. Rahmetli anneme dedi ki Hüsnü’yü Şeyh Muhammed Hadi el-Kaumanî’nin medresesine gönder. Şeyh Muhammed Hadi el-Kaumanî, Şeyh Mustafa Sisî’nin oğludur. İki gözü de âmâ idi lakin Hafızu’l-Ulûm idi. Hafızu’l-ilim değil! Hafızu’l-Ulûm. Çok ilimleri ezberle6

Gri Edebiyat

miş idi. Bilgin olduğu gibi sevgisi, saygısı bugüne kadar herkesin gönüllerinde yaşar. Anam da kusur etmedi. Demedi “Bu çocuktur, nasıl göndereyim?” Kış idi. Beni bir akrabaya teslim etti. Kar-kış demeden üç gün yol gittik. Kauman’a vardık. Yol üç günlük mesafe değildi ama kar çoktu. Hatta bazen kar çukurlarına düşerdim, derinlikten başım görünmezdi. Köçet Köyü’ne geldiğimizde Allah rahmet eylesin Mele Hüseyin’e misafir olduk. Onlar ağaydılar. Bizim evlerimiz küçüktü, kirliydi. Onların evi o zamanın şartlarına göre daha temizdi, daha güzeldi. Sabahleyin tuçmaç çorbası getirdiler. Beşon kişi asker karavanası gibi bir leğenden yedik. O gece bir rüya gördüm. Babam hasta idi. Bingöl Kiğı’da Mezre-i Tumık Köyü’nün arkasındaki bir yerde nurani bir odada, bembeyaz bir yatakta yatıyordu. Kapı çalındı. Dedim: “Kimdir?” Dedi ki: “Ben Şeyh Ahmed-i Cezerî.” Çok büyük bir âlim, ehl-i muhabbet. Mevlana Celaleddin-i Rumî gibi divan sahibidir. Sonra farkına vardım ki rahmetli babam onun ismini de bana öğretmiş. Dedim: “Vallahi sana kapıyı açmayacağım. İlla ki bana bir ders vereceksin.” “Kapıyı aç, sana ders vereceğim.” dedi. Kapıyı açtım. Boyu çok uzundu. Malûm rüyadır. Elbisesi kırmızıya çalıyordu. Başında etrafı sarı sarıkla sarılmış bir fes vardı. Tevbe Suresinden iki ayeti bana ders verdi, ama tam yolculuğuma uygun ayetlerdi. Şimdi onlar Divan-ı Hazin’in başında yazılı. Şeyh Muhammed Hadi el-Kaumanî’nin yanına geldiğimizde “Baban nasıl vefat etti, nasıl oldu?” diye sordu. Ve hakikaten vefatı da acayip idi. Vallahi ben de ne cesaretle söyledim bilmiyorum ama gördüğüm rüyayı anlattım. Malûm Şeyh de Türkçe bilmiyordu. Kürtçe olarak şöyle söyledi: “İnşaallah Cenab-ı Allah Celle Celaluhu azıcık aşkını sana da nasip eyler. Nasıl ki Şeyh Ahmed-i Cezerî’ye nasip etti. O ilahî bir âşık oldu, hak aşığı oldu. Divanı yazdı.” Ve hakikaten devran da öyle döndü. Keşke deseydi ki çok aşkını sana nasip eder, belki Cenab-ı Allah daha fazla aşkını nasip ederdi. Karnım kuru ekmekle doydu o akşam. Hiç hatırımdan çıkmıyor. Dedim ki: “Allah’ım sana şükürler olsun. Bugün kuru ekmekle doyduk!”


Bir sene Şeyh Muhammed Hadi el-Kaumanî’nin yanında okuduk ama nasıl okuduk! Çarığımın altı hep yırtılmış sadece etrafı kalmıştı. Bir yere gitseydik yine de giyinirdik ki hiç olmazsa “Ayağında çarık var, yalınayak değil.” desinler diye. Karda da öyle yürürdük. Bitler son derece çoktu. Açlık düşünülemeyecek derecedeydi. Okuduğumuz ilim de son derece idi. Hatta hatırıma geliyor ki biz Şeyh Abdurrahman-ı Tağî Hazretlerine gitmiştik. Orada her gece rüya görüyordum. Rüyamda evime gidiyordum ve annem bana ekmek veriyordu. Her gece bu rüyayı görüyordum. En ulvi, en yüksek maksat yüce Allah’ın rızasıdır. O zamanın talebeleri de şefkatli idi. Yaşım küçük olduğu için beni bulaşık yıkama, medreseyi temizleme nöbetine dâhil etmiyorlardı. Bir gün talebelere ekmek getirmem için beni fırına gönderdiler. Fırındakiler dört somun fazla verdiler. Fazla somunları koynumda sakladım. İki tane de bende vardı. Somunlar da ya iki parmak kadar ya da biraz daha büyüktü. Akşam namazından sonra tenha bir yerdeki taşların arasına gittim, somunlarımı yedim. Ara sıra kimse gelip onları benden almasın diye başımı kaldırıp etrafa bakıyordum. Karnım kuru ekmekle doydu o akşam. Hiç hatırımdan çıkmıyor. Dedim ki: “Allah’ım sana şükürler olsun. Bugün kuru ekmekle doyduk!”

Şeyh Abdurrahman Taği 1831 senesinde Şirvân’da doğmuştur. Babası, Molla Mahmûd Efendi, annesi Seyyid Molla Muhammed Efendi’nin kızı Meyâsin Hanımdır. Babası Molla Mahmûd Efendi kemâlât, olgunluklar sâhibi, ilmiyle amel eden, sünnete uyma da titizlik gösteren sâlih biriydi. Hazret-i Hüseyin Radıyallahu Anh efendimizin soyundan gelen ve seyyide olan annesi Meyâsin Hanım da sâliha bir hanımdı.

Şimdi bir de bu hâlde iken eğitimimizi düşünelim. Cuma günü medresede ders yoktu. “Neden dersimiz yok?” diye ağlıyorduk. Okumaya karşı öyle muhabbetimiz vardı. “Bizim de dersimiz olsun.” diye, bildiğiniz ağlıyorduk. Bugünkü talebelerin elinde kalem var, defter var. Biz medresede ne kalem ne de defter gördük. Her birimizin elinde bir kitap vardı. Başka kitap da yoktu. Lakin hatırınızdan çıkmasın ki o talebelerin niyeti sadece âlim olup insanlığa hizmet etmekti. İnsanları iyiliğe çağırmaktı. Allah’ın dini olan İslam’ı inkişaf ettirmekti. Yüce Allah’ın rızasına kavuşmak için hizmetleri, niyetleri bu olduğundan dolayı Cenab-ı Allah hemen hemen hepsini âlim eyledi. Bugün eğer yaşasaydılar hangi toplumda olurlarsa olsunlar saygı görür, sevilirlerdi. Benim gözüm yedi senede yedi yabancı kadının yüzüne değmedi elhamdülillah. Gençler, talebeler! “Niyetim Allah rızası. Okuyayım, bileyim, bilginin vasıtasıyla kendimi de başkalarını da aydınlatayım. Hedef ve amacım Cenab-ı Allah’ın rızasına varmak.” Eğer bunu kalbimize damlatarak okursak, sabır ve gayretle ömrün sonunda büyük neticelere varırız. O şekilde orada okuduktan sonra Suriye’ye gittik. Mele Ubeydullah ve geçen sene vefat eden Karakoçan Kızılpınar Köyü’nden hocamız Mele Halil ile beraber idik. Mele Ubeydullah şimdi Karakoçan’da yaşıyor. Allah Celle Celalühü her ikisinden de razı olsun. Ve yanımızda bir arkadaş daha vardı. Suriye’ye geçtik. O zaman hudut yoktu. Karakollara giderdik. Her birimiz yirmi beş kuruş verir geçerdik. O zaman bomba, mayın da yoktu. Suriye’ye gittik. Büyük âlimler vardı, tasavvuf vardı, ruhani yaşam vardı, manevi bir hayat vardı. Aynı istekle, çalışarak ve o temiz niyetle okuduk. Bilin ki göz insanın başına büyük bir beladır. Biz yedi sene orada okuduk. Benim gözüm yedi senede yedi yabancı kadının yüzüne değmedi elhamdülillah. İşte temizlik budur. Bu, üç husustan Tarih Yazan Önderler

7


ileri gelir. Birinci husus gölgelerinde okuduğumuz meşayiğ hocalarımız çok büyük idiler. Onlardan daima Allah’ın muhabbeti ve sevgisi bize akardı. Yüce Allah’ın muhabbeti ve sevgisi bir kalbi doldurursa, istila ederse ağyarın, başkalarının sevgisi kalmaz ki. İkinci olarak ortam temizdi: Hanımlar kendilerini çok muhafaza ederlerdi. Üçüncü olarak biz de iyi terbiye gördüğümüz için kendimizi korurduk.

Sadreddin Konevî 1210 Malatya’da Doğmuştur. Fars bir sufidir. İlk din ve tasavvuf bilgilerini üvey babası Muhyiddin ibn El-Arabi’den aldı. Evhadüddin Kirmani’nin Sadreddin üzerinde etkisi oldu. 1274 yılında vefat etmiştir. Türbesi Konya’nın Meram İlçesi’ndedir. Bilin ki göz insanın başına büyük bir beladır. Hatta şairin birisi diyor ki: “Musibetlerin çoğu bakmaktan ileri gelir.” İnsan malı, mülkü görmezse hırsızlık yapmaz, masayı görmezse kumara gitmez, şişeyi görmezse içkiyi almaz, arkadaşı görmezse fuhşa gitmez ve hakeza. İlla ki gözün payı her masiyette vardır. Gözünü terbiye ve muhafaza eden, her şeyi muhafaza etmiş olur. Cenab-ı Allah Celle Celalühü başta göz terbiyesini cümlemize nasip eylesin. Deme ki “Ben bakıyorum, ne oluyor?” Büyük yangınların çoğu küçük kıvılcımlarla başlar. Nazar olursa, harama bakmak olursa bakarsın ki o bakış seni büyük yangınlara, büyük masiyetlere götürür. Göze ve dile insan çok hâkim olmalı. “Niyetim Allah rızası. Okuyayım, bileyim, bilginin vasıtasıyla kendimi de başkalarını da aydınlatayım. Hedef ve amacım Cenab-ı Allah’ın rızasına varmak.” Eğer bunu kalbimize damlatarak okursak, sabır ve gayretle ömrün sonunda büyük neticelere varırız. Suriye’de Şeyh Alâeddin, Şeyh Mazlum, şeyhimiz Şeyh İzzeddin el-Haznevî’nin yanında okuduk. Seyda Mele Abdullah’ın ve bir müddet de Şeyh Muhammed Arapkendi’nin yanında okuduk. Bun8

Gri Edebiyat

lar eğer bugün hayatta olsaydılar yüzlerce insan etraflarında toplanırdı. Çünkü onlar gecedeki meşale gibiydiler. Gecenin karanlığında bir yerde bir ışık olursa bakarsın ki kelebekler etrafında toplanırlar. Onlar da bir yerde oldukları zaman ruhlar cesetleri çekerek onların yanına götürürdü, ta ki onların ışığından fayda görsünler. İşte günahın çoğalmasından dolayı bugün böyle insanlar çok azalmıştır. Veyahut bu insanlar vardır ama arayıp da görmüyoruz. Hâlbuki olgun olan insanlara gidiş, insanı olgunlaştırır. Bir misal vereyim: Mevlana Celaleddin-i Rumî (k.s.) beş yüz talebe sahibi idi. Talebelerinin çoğu da yazardı. O kadar âlim olmasına rağmen Şems-i Tebrizî’ye intisap etti. Eğer Şems-i Tebrizî’ye intisap etmeseydi, tarikatta ruhani terbiye görmeseydi Mevlana Celaleddin-i Rumî bu kadar inkişaf etmezdi. “Olur mu öyle şey?” demeyin. Elbette olur. Onunla aynı zamanında yaşayan Sadreddin Konyevî Hazretleri var. Belki zahiri ilimlerde Mevlana’dan daha büyük idi. Şam’da Muhyiddin İbnü’l-Arabî’nin yanında okumuştu. Lakin bugün çok az insan onun ismini biliyor. Ama Mevlana Celaleddin-i Rumî’nin ismi her evde var. Kimin evi varsa onun evinde Mevlana’nın ismi var. Şeyh Abdulkadir Geylanî nerededir, kimin oğludur, nerelidir kimse bilmez. Lakin Sibirya’dan tutun Brezilya’ya kadar nerede bir Müslüman evi varsa illaki Şeyh Abdulkadir Geylanî’nin ismi orada vardır. Bu azamet, bu nimet, bu büyüklük; ömrün iyi değerlendirilmesinden, iyi insanlarla sohbet etmekten, okumaktan, ibadet etmekten, zikretmekten ölünceye kadar evrada bağlı kalmaktan ileri gelir. İnsanın eline kolaylıkla geçmez. İnşaallah Cenab-ı Allah Celle Celaluhu azıcık aşkını sana da nasip eyler. Nihayet askerlik vaktim geldi. Memlekete geldik, askere gittik. Çok acayiptir ki dört dili güzel bilirdik, hatta bugün üç dilde eserlerimiz var elhamdülillah. O zaman dört dili çok iyi bilirdik. Kontrol etmek için bizi yüzbaşı ile doktorun yanına götürdüler. Benim kimliğime “İlkokul dördüncü sınıfa muadildir.” yazdılar ve ben bilirdim ki, Bingöl’ün müftüsü de bilirdi ki müftü benim kadar ilim öğrenmemiştir. İşte bizim memleketimizin başındaki bir bela da budur: Medrese insanlarına önem ver-


Şeyh Huseyn el-Cısr 1845 yılında Trablusşam’da doğmuştur. Bir yaşında babasını, on yaşında da annesini kaybetmiştir. Amcası Şeyh Mustafa Cısr tarafından büyütülmüştür. On sekiz yaşına kadar Trablusşam’da din ilimlerini tahsil etmiştir. Buradan Beyrut’a geçerek Muhammed et-Trablusi’nin yanında eğitim almıştır. Onun teşvikleriyle felsefe ve teknik ilimlerle ilgilenen Şeyh 1862 yılında Ezher’e geçmiştir. medik, bu haller başımıza geldi. O zaman benim gibi okuyan binlerce âlim vardı. Belki ben en küçükleri idim. Eğer insan kendi memleketinde olan değerlere kıymet vermezse elbette ki perişan olur. Ama o zaman ilkokul âlimi olarak bile kabul edilmedik ama askerlikte hemen hemen bir buçuk yıl atom dersini ben verdim. Biz o ilimleri de öğrenmiştik. Hatta subay diyordu ki: “Sen gittikten sonra bu dersleri kim verecek?” Bana “Dördüncü sınıfa muadildir.” diyenlerin atomdan hiç haberi yoktu. Değerlerimize değer vermek lazımdır. Bunu da büyüklere, sorumlulara deriz. Değerlerimizin kıymetini bilmeliyiz. Değerliye, hele memleketimizin değerlilerine değer vermezsek, değersizliğe düşeriz. “Sen zavallı bir ersin, bir âlimi nasıl kontrol edersin?” demedik. Ama elhamdülillah askerlikte hep subaylarla beraberdik. Cenab-ı Allah Celle

Celalühü doğru istikameti, bizi amaca götürecek doğru yolu da bize nasip buyursun. Bir keresinde Burdur’dan İstanbul’a gemiyle gelmek için Akdeniz kıyısına gitmiştik. O zaman yeni yazıyı çok güzel yazıyordum ama iyi Türkçe bilmiyordum. Hatta Bitlis’te bir mektup yazdım “Sen Vali misin? Kaymakam mısın?” demişlerdi. Çünkü kimse yeni yazıyı bilmiyordu. Ama Türkçem zayıftı. Yolculukta geceleyin bir şehrin ışıklarını gördüm. Görülen yerin hangi şehir olduğunu merak ettim ama soramadım. Nasıl soracağımı bilemedim. Ne yaptım ne ettimse bir cümle kuramadım. Türkçeyi iyi bilmiyordum. İstanbul’a geldikten sonra çok gazete okudum. O zaman ders de okurduk. Kadı Beydavî’nin tefsiri, Şeyh Huseyn el-Cısr’ın akaitle ilgili yazdığı er-Risaletü’l-Hamidiye’si yanımızdaydı. Benimle Karakoçanlı Mele İzzeddin (Allah gani gani selamet versin ki o şimdi Ankara’da yaşıyor) o iki kitabı okurduk. Askerlikte bile dersimizden geri kalmadık. Cenab-ı Allah’ta Celle Celalühü bize nasip eyledi. Bir hususta şudur ki biz isteğimiz ile İstanbul’a gelmedik. Şeyh İzzeddin El-Haznevi (k.s.) o zaman Mersin’de idi. Bana dedi ki: “Hüsnü buraya gel, Ankara’ya git, işini yap, İstanbul’a git.” Nihayet biz geldik İstanbul’a. Geldikten üç ay sonra doğudaki terör hadiseleri başladı. O da o zatın kerameti idi. Belki orada otursaydık bizlere bir zarar gelirdi. Elhamdülillah Allah bize dokuz çocuk nasip etti, hepsi de yüksek tahsillidir. Kaza namazları da yok-

Tarih Yazan Önderler

9


tur. Hatta bir kızım iki fakülteyi aynı anda okuyup bitirdi. Bu az insanlara nasip olur. Oğlum Ekmel şimdi Sakarya Üniversitesi İletişim Fakültesi’nde Dekan Yardımcısı. Doktorasını İngiltere’de yaptı. Büyük oğlum Ahmet Sudan’da. Hem mastırını yaptı hem de çalışıyor. En küçük oğlumu da medreseye gönderdim. Bu sene Molla Cami’yi bitirdi, kul Ahmet isimli kitaba başladı. Mantık okuyor. Hocaları edepli ve zeki olduğunu söylüyorlar elhamdülillah. Lakin beni okumasından ziyade sevindiren şey namaza karşı olan hassasiyetidir. Ablasının nişanı olacağı zaman eve gelmişti. Eve geç gelmişti. Bana dedi ki: “Baba vakit bayağı geç oldu. Sabah namazına uyanamazsam beni uyandır.” Okumasından daha ziyade onun bu konuşması beni çok mutlu etti. Ben bilirim ki bu çocuk daha namazı bırakmaz. İnşaallah o doğrultuda gider. Müslümanlara, içinde yaşadığı topluma; iyilikte ileri olur, bir işaret olur. Allah Celle Celalühü hepinizi muvaffak eylesin. Rızasına uygun davranışları bize, memleketimizin insanlarına, dünyada yaşayan bütün Mümin kardeşlerimize nasip buyursun. İlmi, ihlası nasip eylesin. Bilelim ki sadece madde değil mânâ da lazımdır. Bir kuş hiçbir zaman tek kanatla uçamaz. Ne kadar çırpınırsa çırpınsın yerde kalır. İnsan sadece bilgi ile ilerleyemez. İnsana din ile ahlak lazımdır. Madde ile mana yan yana gelirse olgunluk olur.

Kadı Beydavi Şiraz yakınlarındaki Beydâ’da doğmuş, tahsil ve terbiyesini burada tamamlamıştır. Asıl adı Abdullah ibn Ömer ibn Muhammed Nâsıruddin el-Beydâvî’dir. İran’da yetişmiştir. Hicri 8. asrın meşhur müfessirlerinden biridir. Şiraz’da kadı olmuş ve burada baş kadılığa kadar yükselmiştir. Rivayete göre daha şeyhi Muhammed ibn-i Muhammed Kethânî’nin tavsiyesiyle kadılığı terk etmiş ve 1252 senesinde Tebriz’e yerleşerek 1286’da vefatına kadar orada yaşamıştır.

‫صىل الله عىل سيدنا محمد و صحبه وسلم‬ ‫و هو عىل كل شيئ قدير‬

Söyleşinin videosunu izlemek için karekodu okutabilirsiniz:

Ayrıca Youtube kanalımızdan da söyleşi videosuna ulaşabilirsiniz:

bit.ly/GriEdebiyatHusnuGecer 10

Gri Edebiyat


Tarih Yazan Ă–nderler

11


Muhavere “Tâhâ. Ey Muhammed! Biz sana bu Kur’an’ı üzülüp sıkıntı çekesin, yorulup takatsiz düşesin diye indirmedik. Biz onu, Allah için gönülleri ürperenlere, huşu duyanlara ibretli bir hatırlatış olsun diye indirdik. İnen âyetler, yeryüzünü ve ucu bucağı bulunmaz yükseklikteki semâları yaratandan gelen âyetlerdir…”

EBU TALHA ve ÜMMÜ SÜLEYM (ra) Ebu Talha’yı tanımaya, asıl adı Rumeysâ olan Ümmü Süleym’e yaptığı evlilik teklifiyle başlıyoruz. Ümmü Süleym, kocası Mâlik Şam’da iken ölünce dul kalmıştı. O, hakikaten güzel, kendi güzelliği kadar zekâ olgunluk ve ahlâk güzelliğine de sahip bir kadındı. Kendisi gibi Neccâr kabilesindendi. Ebu Talha onu elinden kaçırmak istemiyordu. Başkasının teklifi gelmeden, birine bağlanmadan teklifini sunmak arzusundaydı. Henüz başkasına bağlanmadan onun teklifi gelirse teklifinin reddedilmeyeceğini düşünüyordu. O güçlü bir erkekti. El üstünde tutulan birisiydi. Oldukça zengindi... Neccar oğullarının en yiğitlerinden, Yesrib’in sayılı okçularındandı. Ümmü Süleym’in evine gitti. Mâlik’ten olma oğlu Enes Ümmü Süleym’in yanındaydı. Ebu Talha, Ümmü Süleym’e geliş gayesini anlattı ve evlilik teklifinde bulundu. Ancak duyduğu cümleler, beklemediği cümlelerdi. Olgun, zekî ve Müslüman bir kadından geliyordu: “Ey Ebu Talha! Senin gibi bir insanın teklifi reddedilmez. Ancak, Allah dinine inanmış bir kadın olarak, küfürde olduğun sürece seninle asla evlenemem.”

12

Gri Edebiyat

Dr. Şerafettin Kalay @dr_kalay

Ebu Talha, bu cümlelerin evliliği reddetmek için söylenmiş bahane olduğunu zannetti. Ümmü Süleym’in kendisinden daha zengin, daha iyi konumda olan başka birini bulduğu, onu kendine tercih ettiği kanaatindeydi. “Teklifimi reddetmek için gerçek gerekçe bu değil,” dedi. “O zaman ne? “Sarı ve Beyaz. Yani altın ve gümüş!?” “Altın ve Gümüş mü!?” “Evet” “İyi dinle Ebu Talha! Hem seni, hem de Allah ve Rasûlü’nü şahid tutarak söylüyorum: Eğer Müslüman olursan senden hiçbir altın, hiçbir gümüş almadan seninle evlenmeye razı olacağım. İslâm’a girişini mehir sayacağım. Ebu Talha, duyduklarıyla sarsılmıştı. Şimdi önündeki yol, açık ve net bir şekilde belliydi. Susmuş ne diyeceğini bilemiyordu. Bir anda zihni, evde duran, kaliteli bir ağaçtan yapılmış putuna gitti. Medine’de üst tabaka kişilerde evde özel putlar edinmek âdet haline gelmişti. Onda da en kalitelilerinden biri vardı. Putu ne olacaktı? Atalarından gelen inancı, bir anda nasıl terk edebilirdi?


Rumeysâ, keskin zekâlıydı. Onun dalıp gittiğini sezmiş, demiri tavında iken dövmeyi tercih etmişti. Sözlerine devam etti: “Ebu Talha! Hiç düşündün mü? Allah’ı bırakarak taptığın bu put, toprakta büyüyen bir ağaçtan değil mi? “Elbette.” “Farkında mısın? Sen bu ağaç kütüğünün bir bölümüne taparken, başkaları diğer bölümünü yakacak olarak kullandı. Onun ateşiyle ısındı veya üzerinde ekmek pişirdi. Bunu düşünüp, düştüğün konumdan hiç utanmadın mı? Ebu Talha, çok kötü sarsılmıştı. Rumeysâ (Ümmü Süleym) ise konuşmaya son noktayı koydu:

“O halde ne duruyoruz. Mescid-i Haram’a varalım. Allah’ın yüceliğini herkese ilan edelim.” “Ebu Talha! Eğer İslâm dinine girersen, seni eş, İslâm’a girişini de mehir kabul ederim. Senden İslam’dan başka mehir istemem.” ........ Ebu Talha kararını vermişti: “Müslüman olmak için kim bana yol gösterecek? “Ben göstereceğim!” “Nasıl?” Önce kelime-i şahâdet getirecek; Allah’tan başka hiçbir ilâh olmadığını, Muhammed’in Allah Rasûlü olduğunu söyleyeceksin. Sonra evine giderek putunu kıracak, kaldırıp atacaksın. Ebu Talha’nın gönlü ferahlamıştı. Kalbine yeni bir güneş doğuyordu. Hafiflemişti. İçinde sevinç dalgaları dolaşıyordu. Dudaklarından kelime-i şahâdet döküldü. Put, yok edildi, köşesi kaldırıldı ve Ebu Talha Ümmü Süleym ile evlendi. Mü’minlerin dilinde darb-ı mesel olmuştu. Şöyle diyorlardı: “Ümmü Süleym’in mehrinden daha kıymetli bir mehir duymadık.” Ebu Talha, o günden itibaren mü’min saflarında yerini almış, bütün gücünü İslam’a hizmet için ortaya koymaya başlamıştı. Tükenmez bir enerjisi,

müthiş bir gayreti vardı. O cömert olduğu kadar fedâkar ve cesur biriydi. Yeni Nesil İçin İlk Günlerden Bir Hatıra O, Allah Rasûlü’nün(sav) hayatı boyunca hep yanındaydı. Cihad meydanlarında onun sancağı altındaydı. Namaz için saf bağlayıp Rabbine yöneldiğinde arkasındaydı. İlim meclislerinde önündeydi. Gözleri gözlerindeydi. Kalbi söylediklerine açıktı… Onun dünya hayatını terk edişinden sonra da Ebubekir’in, Ömer’in, Osman’ın, Ali’nin(r.a.e.) yanında yer aldı. Dört Halîfenin dördünden de yakınlık gördü. Onun hak dâvâ uğruna yaptıkları, katlandıkları hep hayırla, gıptayla yâd edildi… Bir gün Halîfe Ömeru’l-Fâruk’un(ra) huzuruna varmıştı. Ömer(ra) onu sevinçle karşıladı. Meclisin en güzel yerine oturmasını istedi. “Bu makama en lâyık, Bilal’den sonra sensin.” diyordu. Ömer(ra) ilk yılların fedakârlıklarını ve fedakârlarını, vefâlılarını asla unutmazdı. O yılların, o yıllarda yaşananların unutulmasını da istemiyordu. Söz açılınca Habbâb’tan müşriklerin ona yaptığı işkencelerden en şiddetlisini anlatmasını istedi. Yeni filizlenen neslin hak dâvânın bu günlere hangi çileler ve fedakârlıklarla geldiğini bilmesini istiyordu. Ancak çok konuşkan olmayan Habbâb, bu soruya cevap vermeye utanmıştı. Ömer(ra) ise ısrarlıydı. Onun ısrarları üzerine Habbâb(ra) ayağa kalktı ve üzerindeki gömleği çıkarttı, sırtını döndü. Ömer(ra) ve mecliste bulunan herkes dehşete düşmüşlerdi. Gözlerini eğip manzaraya bakamayanlar, gözleri yaşla dolanlar vardı. Gözleri önünde dalga dalga, tarif edilmez bir sırt vardı. Bu manzarayı o güne kadar Ömer(ra) de görmemişti. Zaten Habbâb(ra) da pek başkalarına göstermemişti. Ömer(ra) dayanamadı sordu: “Bu nasıl oldu?” Habbâb(ra) yaşadığı o acı ve ıstırap dolu anlardan bir dilimi anlatmaya başladı: “Müşrikler benim için bir ateş yaktılar. İyice kor haline gelinceye kadar beklediler. Sonra elbiselerimi çıkarttılar. Beni közlerinden üzerinde sürüklemeye başladılar. Sırtımdan et parçaları kopuncaya, vücudumdan çıkan terler, sular ve eriyen yağlar közleri söndürünceye kadar…” Tarih Yazan Önderler

13


Sonra sustu… Gözler dalıp gitmişti… O an gönüllerde kim bilir hangi rüzgârlar, fırtınalar esti. Habbâb’ın Hz. Ömer’e; “Bilal işkence, azap görürdü. Onu korumaya çalışan olurdu. Benim koruyanım da yoktu, olmadı.” dediği nakledilir.1 (ra)

EBU’D-DERDÂ ve SELMÂN (ra) Asr-ı Saadet’ten bir hatıranın ne demek istediğimizin daha iyi anlaşılacağına yardımcı olacağını ümit ediyorum. Hâtıra, Sahih-i Buhârî’de naklediliyor. Anlatan Ebu Cuhayfe Vehb İbn Abdullah(ra): Allah Rasûlü(sav) Selmân-ı Farisî ile Ebu’d-Derdâ’yı(ra) kardeş yapmıştı. Daha sonraki günlerde Selmân, kardeşi Ebu’d-Derdâ’yı ziyaret etti. Evin bahçesinde Ümmü’d-Derdâ’yı gördü, elbiseleri eskiydi. Neden bu durumda olduğunu sordu. “Kardeşin Ebu’d-Derdâ’nın artık dünyaya değer verdiği, dünyalığa ihtiyaç duyduğu yok.” diye cevap verdi. Selmân söylenmek isteneni anlamıştı. Kardeşi Ebu’d-Derdâ onu karşılamış evini ona açmıştı. Yiyecek bir şeyler hazırlanınca Ebu’d-Derdâ yanına gelmiş, hazırlanan yemeği ona sunmuş ve “Buyur siz yiyiniz, ben oruçluyum.” demişti. Selmân(ra) onun bu sözlerine: “Sen yemedikçe ben de yemem.” diye cevap verdi. Ebu’d-Derdâ(ra)bu kesin tavır karşısında çaresiz kalmıştı. Orucunu açtı, Selmân’la birlikte yemek yedi. Gece olmuştu. Ebu’d-Derdâ, gece namazı için hazırlandı. Selmân’a uyuması için yatak hazırlamıştı. Kendisi pek uyumaya niyetli görünmüyordu. Selmân ona: “Şimdi yat uyu!” dedi. Ebu’d-Derdâ onu kıramazdı. Başını yastığa koydu. Selmân’ın uyuduğu kanaatine varınca sessizce kalkıp namaz kılmak istedi. Selmân(ra)tetikteydi: “Şimdi uyu!” dedi. Selmân’dan kurtulamayacağını anlayan Ebu’d-Derdâ çaresiz uyudu. Gecenin son dilimi kalmıştı. Selmân, Ebu’d-Derdâ’yı uyandırdı ve şimdi kalkmasını söyledi. Ebu’d-Derdâ kalktı. Birlikte abdest alıp namaz kıldılar. Gecenin sessizliği ve sükûnu içinde Rabb’lerine secde etmenin huzuru içindeydiler. Namazın arkasından Selmân, kardeşine bundan sonra hiç 1

14

El-Bidâye ve’n-Nihâye (7/ 322). Gri Edebiyat

unutulmayacak olan bir nasihatte bulundu: “Ebu’d-Derdâ! Rabbinin senin üzerinde hakkı var. Kendi bedeninin senin üzerinde hakkı var. Âilenin senin üzerinde hakkı var. Her hak sahibine hakkı olanı ver.” Sabah olmuştu. Ebu’d-Derdâ(ra) Rasûlullah(sav) Efendimizin yanına geldi. O gece Selmân(ra) ile aralarında geçenleri anlattı ve söylediği sözleri aktardı. Efendimiz: “Selmân doğru söylüyor.” buyurarak Selmân’ı tasdik etti.2 Selmân (ra) yaşça Ebu’d-Derdâ’dan büyüktü. Hayat tecrübesi çoktu. Geçmiş dinler ve medeniyetler hakkında geniş bilgisi olan bir sahabî idi. Özellikle Mecûsîlik ve Hıristiyanlık hakkındaki bilgisi oldukça derindi. Mecûsîlikte ciddî bir rütbesi olmuş, yıllar yılı Hıristiyanlık hakkında bilgi toplamış, acı ve tatlılarını yaşamış, hak arayışına yıllar yılı devam etmişti. İfrad ve tefrîdi iyi bilen bir büyük olarak Medîneli kardeşine nasihat ediyordu. Daha sonra bu iki aziz sahabî bu ümmetin hakîmleri olarak anılacaklardı. Onlar sonraki yıllarda gerçekten hikmetli sözleri ve davranışları ile yeni nesillere örnek olmuşlardı. Hz Ömer’in İslâm’ı Kabul Edişi Hz. Hamza’nın Müslüman oluşu mü’minleri ne kadar sevindirmişse müşrikleri de o derece üzmüş ve endişelendirmişti. Kureyş ileri gelenleri yine Dâru’n-Nedve’de toplanmışlar bu gidişi nasıl durdurabileceklerini konuşuyorlardı. Esasen davetin başladığı günden beri geçen zaman dilimi hesap edildiğinde Müslümanların ulaştığı rakam hiç de çok sayılmazdı. Ancak İslâm saflarında yer alanların bir daha geri dönmeyişi, davalarına bağlılıkları ve uğruna sergiledikleri fedakârlık hayret edilecek derecedeydi. Okudukları âyetlere karşılık vermek, savundukları fikirleri çürütmek mümkün değildi. Her nazil olan âyet onlara güç verirken müşriklerin yüreğini dağlar gibiydi. Şimdi Hamza da onların yanındaydı. Onun varlığıyla cesaretleneceklerdi. Yeni gönüller kazanmak için kapı daha da açılacaktı. Bir avuç insana geri adım attıramıyorlardı. Çoğalır, daha da güç kazanırlarsa işin sonu nereye varırdı? 2

Sahih-i Buhârî, Savm (9/ 143-144).


“Bir an evvel çaresine bakmazsak ileride önünü alamayacağımız tehlikelerle karşı karşıya kalırız. Buna bir çare bulmalıyız.” diyorlardı. Farklı fikirler dillendirilirken Ebu Cehil: “Muhammed’i öldürmekten başka çıkar yol yok. Bu işi yapana belli sayıda deve ve belli bir miktarda altın verelim.” teklifinde bulundu. Onu öldürenin kazancı sadece altın ve deve de olmayacaktı. Atalar dinine karşı geleni, ilahları küçük düşüreni, Kureyş’i içten sarsanı ortadan kaldırmış olmanın şerefini de taşıyacak, belki de hakkında şiirler söylenecek, hafızalarda ve gönüllerde unutulmaz bir yer edinecekti. Ömer: “Bu işi ancak Hattab Oğlu yapar.” dedi ve harekete geçti. Kılıcını kuşanmış gidiyordu. Öfke ve nefret doluydu. Muhammed’in yaptıkları artık yetmişti. Sözleri, okudukları sadece Mekke içinde de kalmıyordu; dış kabileler arasında da konuşulur, tartışılır olmuştu. Kureyş’in huzuru gitmişti, yakında Kâbe ehli olma vasıfları da gidecekti. Rasûlullah’ın ve arkadaşlarının Safâ yakınlarında bir evde toplandıklarını öğrenmiş oraya doğru ilerliyordu. Öfkesi ve kararlılığı adımlarından belliydi. Yolda kendi kabilesi olan Adiyy Oğullarından Nuaym İbn Abdullah ile karşılaştı. Nuaym, Müslüman olan biriydi. Ömer’in gidişinden endişelenmişti. Ona nereye gittiğini sordu. Ömer öfkeyle: “Muhammed’e! O dininden dönene, Kureyş’i içten bölene, önde gelen insanlarını aklı ermez sefih mertebesine düşürene, inançlarını kınayana, ilahlarına dil uzatana! Onu öldürmeye!..” Nuaym: “Ömer! Nefsin seni aldatıyor. Sen önce dön kendi âilene bak. Önce onları ıslah et!” dedi. Kendi kardeşinin, eniştesinin de İslâm’a girdiğini öğrenince aralarında akrabalarının da olduğu Müslümanlara karşı yumuşayacağını ümit ediyordu. Ömer öfkeyle: “Hangi âilem?” diye kükredi. “Enişten, amcaoğlun Sa‘îd İbn Zeyd, kız kardeşin Fatıma Bint Hattab. Allah için ikisi de Müslüman, ikisi de Muhammed’in dinine bağlı.”

Onlar en yakınlarındandı. Ahlâkı en güzel, sözüne en güvenilir insanlardandı. Ömer’in akrabasıydılar ve şimdi Müslümandılar! İnanamadı. Ancak içine kurt düşmüştü. Yolunu değiştirdi. Eniştesi ve kız kardeşinin evine doğru yaklaşıyordu. O sırada Habbab İbn Eret, yeni nazil olan Tâ Hâ Sûresinin ilk âyetlerini getirmiş, birlikte onu okuyor ve ezberliyorlardı. Ömer’in ayak seslerini duydular. Onun ayak sesleri tanınmayacak gibi değildi. Şimdi öfkeli yürüyüşüyle kendini daha da belli ediyordu. Önce Habbâb’ı sakladılar sonra da okudukları âyetlerin yazılı olduğu sayfayı. Bu ev, Habbâb’ın(ra) sıkça uğradığı, ev halkının dostluğuyla teselli bulduğu, hak yolda öğrendiklerini paylaştığı din kardeşinin eviydi. Köle olduğu için onun evi yoktu. Kem gözlerden uzakta inandığını yaşayacak, Rabbine ibadet edecek bir yeri de yoktu. Gözlerden uzak köşeciklerde namazını kılar, Rabbine niyaz ederdi. Bu ev aynı gün İslâm’a bağlandıkları Sa‘îd İbn Zeyd’in eviydi. Sa‘îd Müslümandı, Ömer’in kız kardeşi olan hanımı Fâtıma ile annesi Fatıma’da Müslümandı. Onlar Habbâb’a evlerini açarlar, Habbâb da bu evde nefes alır, huzur ve teselli bulurdu. Birlikte âyet ezberler bilgi paylaşırlardı. Onlar içerde tedbir almış olsalar da Ömer kapıya yaklaşırken Habbâb’ın Kur’ân okuyuşunu duymuştu. Öfkeyle kapıyı çaldı; açtılar. “Duyduğum sesler neydi?” diye sordu. “Bir şey duymadın.” dediler. Bu sözler Ömer’in zaten taşmak üzere olan öfkesini daha da artırmıştı. “Hayır, vallahi! Zaten Muhammed’e uyduğunuzu, onun dininin peşinize düştüğünüzü haber aldım!” dedi. Ömer zapt edilemez bir haldeydi. Konuşurken üzerlerine doğru ilerliyordu. İlerleyişini durdurmak isteyen Sa‘îd’i yere savurdu. Kocasını korumak için Fâtıma yerinden fırladı ve Ömer’in önüne geçti. Ancak Ömer’in öfkeyle dolu tokadı Fâtıma’nın yüzünde patladı. Vurduğu darbe Fâtıma’yı yaralamış, yarasından kan sızmaya başlamıştı. Ancak Fâtıma onun kız kardeşiydi ve kolay sarsılacak birisi değildi. Akan kanlara aldırmıyordu. Gözlerinin içine bakarak Ömer’e; “Evet!” dedi. “Biz Müslüman olduk. Allah’a ve Rasûlü’ne iman ettik. Ne yapacaksan yap!” Tarih Yazan Önderler

15


Sa‘îd kalkmış, hanımının yanında yer almıştı. Her şeye hazır gibiydiler. Fâtıma’nın sözleri, Sa‘îd’in tavrı ve akan kan Ömer’i durdurmuştu. O ne yapıyordu? Hiçbir kötülüğüne şahid olmadığı, hatta ahlâkına hayran olduğu eniştesi, vefâ ve dürüstlüğün her çeşit güzelliğini gördüğü kız kardeşi, karşısında duran, imanına sahip çıkan kız kardeşi Fâtıma şimdi düşman mıydı? Dövülmeyi, öldürülmeyi hak edecek ne yağmıştı? Sonra kendileri, iman eden ve inandıklarına gönül bağlayan insanları hep kaba kuvvetle vazgeçirmeye çalışmışlardı. Fayda vermemişti. Birçoğu öz yurdunu terk edip inandıkları gibi yaşayabilmek için Habeşistan’a, bilinmedik gurbet illere hicret etmişlerdi. Orada, gurbette yaşamaya çalışıyorlardı. Kendileri ise hâlâ kaba kuvvete başvurmaya devam ediyorlardı. Bundan başka bir şey bilmezler miydi? Bu doğru yol, doğru üslup muydu?.. Düşünceler beyninde şimşek hızıyla dolaşıyordu. Öfkesi bir anda boşalmış gibiydi. Kız kardeşi Fatımâ’ya: “Biraz önce okuduğunuz sahifeyi bana verin. Muhammed’e ne gönderildiğini görmek istiyorum.” dedi. Fâtıma(ra): “Sayfaya zarar vereceğinden korkuyoruz.” diye karşılık verdi. Ömer; “Korkma!” dedi. Sahifeyi okuduktan sonra sağlam olarak geri vereceğine dair kendi ilahlarına yemin etti. Ömer sakindi. Tehdit eden, şimşekler saçan tavırları yerini sükûnete bırakmıştı. Fâtıma’nın gönlünde ümit rüzgârları esti. Sevgi dolu ve içine ümitlerini koyduğu bir sesle: “Sen Allah’a ortak koşan biri olarak necissin. Kur’an’a ancak temiz olanlar dokunabilir.” dedi. Söylenenin manası ağır, söyleyiş şekli dostçaydı, kardeşçeydi. Ömer kalktı, yıkandı, tekrar yanlarına geldi. Bu Fâtıma’nın hoşuna gitmişti. Ömer mert bir insandı. Sözünü tutardı. Kur’ân sayfasını eline alabilmek için yıkanmıştı. Şimdi öfkeyle değil, gönlünden gelen duygularla hareket ediyordu… Fâtıma ona sahifeyi uzattı. Sayfayı teslim alan Ömer okumaya başladı: (ra)

“Tâhâ. Ey Muhammed! Biz sana bu Kur’an’ı üzülüp sıkıntı çekesin, yorulup takatsiz düşesin diye

16

Gri Edebiyat

indirmedik. Biz onu, Allah için gönülleri ürperenlere, huşu duyanlara ibretli bir hatırlatış olsun diye indirdik. İnen âyetler, yeryüzünü ve ucu bucağı bulunmaz yükseklikteki semâları yaratandan gelen âyetlerdir…” Her okuduğu âyet gönlüne farklı duygular veriyordu. Ömer bir süre okumaya devam ettikten sonra içindeki duyguları saklayamadı: “Bu sözler ne kadar güzel, ne kadar değerli ve hürmete layık!” Başından beri olanları saklandığı yerden takip eden Habbâb(ra) artık daha fazla dayanamadı. Ortaya çıkarak: “Ey Ömer! Allah’a yemin olsun ki, Peygamberinin duâsını, Allah’ın sende tecellî ettireceğini, bunun için seni seçtiğini ümit ediyorum. Dün Allah Rasûlü’nün: ‘Allah’ım! Ebu’l-Hakem İbn Hişam veya Ömer İbn Hattab ile İslâm’a güç ver!’ diye duâ ettiğini duydum. Allah için, Allah için ya Ömer!” Habbâb(ra) kabına sığamıyordu. “Ömer, bu sen ol! Sen ol!” demek istiyor, Ömer sanki o an Müslüman olmuşçasına sevincini gizleyemiyordu. Ömer de öyle… Habbâb’a: “Bana Muhammed’in yerini göster. Yanına varmak istiyorum.” dedi. Habbâb ona Allah Rasûlü’nün(sav) bulunduğu Dâru’l-Erkam’ın yerini tarif etti. Ömer şimdi farklı bir duyguyla Rasûlullah’a doğru ilerliyordu. Gözcülük yapan sahabî Ömer’in gelişini görmüştü. Ömer silahlıydı. Onun haberi evde telaş uyandırdı. Ömer heybetli, güçlü, son derece cesur ve sert mizacıyla tanınan biriydi. İyi bir savaşçıydı. Heyecan dalgaları içinde sadece iki kişi sakinliğini koruyordu Allah Rasûlü(sav) ve Hamza(ra). Hamza: “Eğer iyi niyetle geliyorsa hoş geldi safâ geldi. Yok, kötü niyetli ise o daha kılıcını çekmeden başını yere düşürürüm.” diyor telaşa gerek olmadığını vurguluyordu. Kapı Ömer’e açıldı. Rasûlullah’ın yanına varmak istiyordu. Hemen iki kişi sağını ve solunu alarak onu Rasûlullah’a götürdüler. Sanki kalpler durmuş, heyecan zirveye çıkmış, gözler Ömer’e kilitlenmişti. Heyecanlı bekleyiş saniyeler içinde sevinç coşkusuna döndü. Ömer(ra) Rasûlullah’ın önünde diz


Düşünceler beyninde şimşek hızıyla dolaşıyordu. Öfkesi bir anda boşalmış gibiydi. Kız kardeşi Fatımâ’ya: “Biraz önce okuduğunuz sahifeyi bana verin. Muhammed’e ne gönderildiğini görmek istiyorum.” dedi.

çökmüş şahadet getiriyordu. Bir anda tekbir sesleri evi doldurdu, dışarılara taştı. Allah Rasûlü(sav) tekbir getiriyor, sahabiler tekbir getiriyordu… Onların sevinci Ömer’in gönlüne de coşku vermişti. Orada bulunan sahabilere sordu: “Kaç kişiyiz?”

Ömer’in, Muhammed’i öldürme azmiyle yola çıkışına sevinen ve heyecanla dönüşünü bekleyen Kureyşli müşrikler ilk önce Ömer’in onları peşine takarak getirdiğini zannettiler. Ancak Ömer’in;

“O halde ne duruyoruz. Mescid-i Haram’a varalım. Allah’ın yüceliğini herkese ilan edelim.”

“Beni bilen bilsin. Bilmeyen öğrensin! Ben Ömer İbn Hattab! Ben Müslüman oldum!” diye haykırışı ve arkasından yüksek sesle şahadet getirişi ile büyük bir hayal kırıklığı yaşadılar. Büyük bir darbe daha almışlardı.

Şimdi herkesi yeni bir heyecan dalgası sarmıştı. Bu heyecan öncekinden farklıydı. Tatlıydı, coşkuluydu…

Böylece Müslümanlar Kâbe’nin yanına varıyorlar ve ilk defa Kâbe yanında topluca namaz kılıyorlardı.

Mü’minler Kâbe’ye doğru ilerliyorlardı. Hamza(ra) ile Ömer(ra) sağlı sollu gurubun önünde yürüyordu. Allah Rasûlü(sav) ortada ilerliyor, hemen önünde Ali(ra) , sağında da Ebu Bekir(ra) yer alıyordu.

Abdullah İbn Mesûd(ra): “Ömer’in İslâm’a girişi fetih, hicreti zafer, ümmetin başına geçişi rahmetti. O Müslüman oluncaya kadar Kâbe’nin yanında namaz kılamamıştık.” der, Kureyşlilere nasıl karşı durduğunu ve nasıl namaz kıldıklarını anlatır.

“Seninle kırk olduk!” diye cevap verdiler.

◆◆◆

Tarih Yazan Önderler

17


Bir Efsane Şair Yûnus Emre Mezarlarda gezer ve oradaki ölülerle konuşur; insanlara ölümü ve ahireti anlatır. Gözü yaşlı, bağrı başlı bir insandır. Yufka yürekli, sevecen, zarif ve olgun tavırlıdır. Hep bağışlayan, hep affeden, hep iyilikler görmek isteyen bir mümindir.

Y

ûnus Emre, milletimizin yetiştirdiği en büyük şairlerden biri, hatta birincisi olarak kabul edilmektedir. Hakkında pek çok araştırma yapılmış olmasına rağmen nerede ve hangi tarihlerde yaşadığı tam olarak tespit edilebilmiş değildir. Hayatı menkıbe ve efsanelerle süslenmiş bir Hak âşığı, mutasavvıf bir şair, bir derviş ve samimi bir Müslüman’dır. Genel kabule göre XIII. yüzyılın ikinci yarısı ile XIV. yüzyılın başları arasında yaşamıştır. Porsuk Suyu’nun Sakarya Irmağı’na döküldüğü Sarıköy’de doğmuş olup, kabri de buradadır. Karaman, Bursa, Bolu, Erzurum, Eğridir, Keçiborlu ve diğer başka yerlerde Yûnus’a ait olduğu söylenen mezarlar yahut makamlar bulunması, milletimizin bu büyük şaire bütünüyle sahip çıkması bakımından önemlidir. Bugün Türkî Cumhuriyetler olarak bilinen ülkelerde de tanınıp sevildiği ve şiirlerinin çok geniş kitleler tarafından okunduğu bilinmektedir. Araştırmacıların belirttiği gibi “Yûnus Emre ayarındaki çok büyük şahsiyetler şu veya bu şehrin ve bölgenin değil, bütün Türkiye’nin, hatta bütün Türk dünyasının malıdır. Yattıkları yer ise, bütünüyle Türk milletinin kalbidir.” Yûnus, asırlar boyunca dillerden düşmeyen şiirlerini eski Anadolu Türkçesi ile yazmış olup onun “Divân”ından başka “Risâlet-ün Nushiyye” adlı mesnevî tarzında didaktik bir eseri daha vardır. Divân’ında üç yüz kadar şiir bulunmasına rağmen kendisine atfedilen şiirlerin sayısı bini aşmaktadır. Bunun sebebi Yûnus isimli başka şairlerin de bulunması ve Yûnus Emre tarzına yakın şiirler söylemiş olmalarıdır. Nitekim çoğumuzun ezbere

18

Gri Edebiyat

Ahmet EFE ahmetefe.com

bildiği ve Yûnus Emre’ye ait olduğunu sandığımız birçok şiir başka Yûnuslara aittir. Yûnus Emre’nin Hak dostu bir halk şairi olduğunu biliyoruz. Ancak o, daha sonra âşık adını alacak olan ve sazıyla şiir söyleyen bir ozan değildir. Hiç bir tarikat veya zümreye mensup olmadığı ve herhangi bir zümre veya tarikatın propagandasını yapmadığı bilinmektedir. Bazı kaynaklarda onun Bektaşi olarak gösterilmesi ise, -şiirlerinden de anlaşıldığı gibi- doğru değildir. O, batınî itikatlara rağbet etmeyerek, tasavvufa ait incelikleri şeriat ve tarikat birliği içinde ve gerçekten yüksek bir söyleyişle şiirleştirmiş, kendisinden önce gelen Ahmet Yesevî’nin hikmetlerine benzer ilahîler söylemiştir. Yûnus Emre’nin halk dehâsının mihrakı ve muhassalası olduğunu bildiren araştırmacılar, bilhassa ölüm temasını işleyen şiirlerindeki erişilmez güzelliğe dikkat çekmektedirler. Gerçekten onun şiirlerinde dünya, fânilik, tabiat, aşk, sosyal öğütler ve dervişlik gibi temalar yanında ölüm teması da mükemmel bir lirizm içinde sunulmaktadır. Yûnus Emre’nin hayatına dair tarihî malumatımızın yetersizliğine rağmen onun halkımızın muhayyilesinde şekillenen ve asırlar boyunca bir efsane biçiminde nakledilen renkli bir hayat hikâyesi vardır. Rivayetlere göre o, Tabduk Emre dergâhına erenlerin büyüklerinden Hacı Bektaş Velî


tarafından gönderilmiş, burada 30-40 sene hizmet ederek kendini yetiştirmiştir. Dergâha yıllarca odun taşıdığı halde hiçbir eğri dal getirmemeye çalışmış bunun sebebini soranlara ise: “Erenler meydanına eğri yakışmaz!” diye cevap vermiştir. Yine rivayetlere göre o, şeyhi Tabduk Emre’nin kızı ile de evlenmiş, Anadolu’nun muhtelif yerlerinde dolaşarak insanlara ilim ve hikmet deryalarından inciler saçmıştır. Yunûs’un, Selçukluların son dönemi ve Osmanlı Devleti’nin ilk kuruluş yıllarında yaşadığı ve tahsilinin bir kısmını Konya’da yaptığı da anlatılmakta ve bu sebeple döneminin büyük şair ve mutasavvıflarından Mevlâna Celâleddin-i Rumi ile görüşüp konuştuğu ihtimalinden bahsedilmektedir. Hatta şiirlerini bilen Mevlâna’nın, bir seferinde: “İlahî menzillerden hangisine vardı isem bir Türkmen kocasının (Yûnus Emre’nin) izini önümde buldum ve onu geçemedim.” dediği rivayet edilmiştir. Yûnus’un ümmî (okuryazar olmayan) bir şair olduğuna dair görüşler var ise de şiirlerinden iyi bir medrese tahsili gördüğü, Arapça ve Farsçaya vakıf olduğu ve şer’î ilimlerde olduğu kadar tasavvufî ilimlerde de hayli ileri gittiği anlaşılmaktadır. Eserlerinde terennüm ettiği ilâhi aşkı, İslâmî ölçülere, yani şer’î kaidelere uygun olarak dile getirmeye gayret etmiş; zahirî ilimlere uymadan ve şer’in belirttiği ibadetleri yerine getirmeden tasavvufta merhale kat edilemeyeceğini seslendirmiştir. İslâmî Türk Edebiyatı içinde müstesna bir yeri bulunan şairimiz, şiirlerini aruz vezniyle ve çoğu zaman da milli veznimiz sayılan hece ile yazmış ve söylemiştir. İlahî tarzını benimsemiş olması, halkın bu şiirleri kolayca ezberlemesini ve tekkelerde okunmasını sağlamıştır. Şiirlerinin pek çoğu bestelenmiş olup zevkle dinlenmektedir. Divân’ının tenkitli metinleri neşredilmiş, kendisine ait olmayan şiirler ayıklanmış ve nüshalar arasındaki bazı farklılıklara rağmen Yûnus’un şiirleri topluca sunulmuştur.

doğal olandadır. Mezarlarda gezer ve oradaki ölülerle konuşur; insanlara ölümü ve ahireti anlatır. Gözü yaşlı, bağrı başlı bir insandır. Yufka yürekli, sevecen, zarif ve olgun tavırlıdır. Hep bağışlayan, hep affeden, hep iyilikler görmek isteyen bir mümindir. Yaratılmışları yaratan aşkı ile kucaklamak ister. Yüce Allah’a olan sevgi ve bağlılığı bütün vücudunu yakıp kavurmuş gibidir. Kibir, gurur, haset ve mal biriktirme sevgisini gönlünden çıkarıp atmış, sade ve samimi bir derviş olmayı cihanın sultanlığına tercih etmiştir. İnsana, tabiata ve bütün çevresine karşı sonsuz bir şefkat içindedir. En büyük arzusu aşk bahrinde bir damla olabilmektir. Dudaklarından ilahî bir ilhamla dökülen mısralarında tasannû, yani sanat gösterme kaygısı yoktur. Son derece içten ve son derece kolay söylemektedir. Hem aruz hem hece vezni ile şiirler yazmış, bunlar da kısa bir zamanda bütün milletin gönlünde yer etmiştir. Yaşadığı dönemin zorluklarına, kargaşa ve büyük sıkıntılarına rağmen o, her şeyin Hak’tan gelip Hak’ka gittiğini; suların durulacağını, önemli olanın ebedî hayata kavuşabilmek için dünyaya hayrın ekinlerini saçmak olduğunu anlatmıştır. Kuru ve didaktik öğütler yerine lirik ve coşkun bir söyleyişle İslâm’ı tebliğ etmeye çalışmıştır. Yüreğindeki insan sevgisi bazılarının iddia ettiği gibi hümanist bir ideolojiden değil bilakis İslâm’ın ana kaynakları olan Kur’an ve Hadis’ten beslenmektedir. Yûnus Emre’yi hakkıyla tanıyabilmek için muhakkak ki eserlerini tanımak ve şiirlerindeki derin manâlara nüfuz etmek gerekir.

Yûnus Emre daha çok yerleşik düzeni olmayan, aşağı ve yukarı illeri dolaşan gezginci bir derviş şâirdir. Tabiatla iç içe, hatta hayvanlarla dostluk kuran bir garip Hakk dostudur. Halka metalarını saçarken bile gönlü kirlenmişlikten uzak, saf ve

Tarih Yazan Önderler

19


Mezarlıktaki Diri 22 yaşında 20. asrın en kapsamlı uluslararası İslam örgütü olan İHVAN-I MÜSLİMİN’i tek başına kuran HASAN EL BENNA’nın asrını aşan, bir ümmete denk gayreti ve şehadeti.

Nurettin YILDIZ @nurettinyildiz

Akıl veren yok, yol gösteren yok! Cesaret toprağa gömülmüş de üzerine dağlar yığılmıştı sanki. Kimse konuşmuyor, konuşan dinlenmiyordu. Kellesini koltuğuna alıp konuşan ya sözünü bitiremiyor ya da bir daha konuşamayacak dilsize dönüştürülüyordu. Kim kimin adamı, kim nereden geldi, belli değildi. Ne hac hacdı ne de namaz namazdı. Yola çıkan azdı. O azlar da kasabalarının, dar coğrafyalarının sınırlarını aşamıyorlardı. İman kardeşliği ile sınırları çizilmiş koca toprağı düşleyemiyorlardı. Âliminden cahiline herkes, kasabını bekleyen koyuna dönüştürülmüştü. Kıble, namazda Kâ’be’yi, eylemde Batıyı gösteriyordu. Kimi ecelini bekliyor, kimi kestirmeden kurtaracak bir mehdiyi… Aç, açık ve selde saman çöpü gibi bir ümmet… Yirminci Asrın Başları

Kurtlar sofrasında bir ümmet.

Geçmişinden koparılmış, geleceği karartılmış bir ümmet.

Fitne mi fitne, afet mi afet bir dönemdi. Salahaddinlerin, Fatihlerin toprağı bir mezarlığa dönmüştü. Yiğitler diyarı Anadolu, farklı farklı çizmelerin çiğnediği yerdi artık. İlim diyarı Mısır yoktu. Ezher bin yıllık fenerini söndürmüş, Müslümanları karanlıkta bırakmıştı.

Müslümanların yaşadığı toprakların tamamı kasaba kasaba, ülke ülke işgal edilmiş, insanları zincirlenmiş, serveti heder edilmişti. Orduları dağıtılmış, medreseleri çökertilmişti. Dinini hurafeler, bid’atler kuşatmış, camilerini miskinler mesken edinmişti. Yönetimleri fesada uğratılmış, birliğin sembolü Hilafet önce sulandırılmış ardından da ilga edilmişti. Başsız, dağınık, umutsuz, yolsuz, susuz, yapayalnız bir ümmet vardı ortada. Peygamberin vekili, dirliğin direği âlimler, kavuklarının altında kaybolmuştu. Gözleri görmez, dilleri çözülmez olmuştu. Hastası hasta, doktoru da hasta bir ümmet…

20

Gri Edebiyat

Koca bir mezarlık! Akdeniz’in ortasında bir göl gibi kalan mezarlık! Mezarlıktaki gönüllü ölüler arasında ses çıkaranlardan kimileri de başlarına gelenden dinlerini sorumlu tutuyor, neredeyse Hristiyan olsak böyle olmazdık, diyorlardı.


Koca bir mezarlık! Ölülerinin çukurlarını elleri ile kazdıkları mezarlık! Herkes bir kurtarıcı bekliyor ama kimse kurtarıcı olmuyordu. Ölüm sessizliği, pasifliğin kahrı, kimlikleri imha etmişti. Dert yanan çok, derman bilen yoktu. Kendisinden çok şey beklenenler bocalıyor, ümmeti hayal kırıklığına uğratıyordu. Her gün yeni bir facia, yeni bir şok! Bebekken Bile Büyük Doğmuştu Âdeta… Talebeliği esnasında, ‘Mezun olduktan sonra ne yapmayı düşünüyorsun?’ şeklindeki bir kompozisyon sorusuna şu cevabı vermişti: “Mezun olduktan sonra biri özel, biri de genel olmak üzere iki emelim vardır. Özel emelim, yapabildiğim kadar ailemi ve yakınlarımı mutlu etmektir. Genel emelim de gündüz öğrencilere, gece de babalarına dinlerinin aslını öğreten bir mürşit olmaktır.” Ve Koca Mezarlıkta 22 Yaşında Bir Diri Hasan el-Benna 1906’da Mısır’da doğdu. Âlim bir babanın oğluydu. Genç yaşta Kur’an’ı ezberledi. Yaşından büyük düşüncelerle emsallerinin arasından sıyrıldı. Lise talebesi iken ilk cemiyetini kurdu: ‘Haramlara Karşı Mücadele Cemiyeti.’ Henüz üniversite talebesi iken, olaylara sessiz kalan ulemanın tavrına tepki gösterdi. Hocalarını örgütleyip sokağa döktü. Önce camileri dolaştı. İnsanlara, tarihi şereflerle dolu bir ümmetin böyle olmaması gerektiğini, dinlerini yüzüstü bırakamayacaklarını anlatmaya çalıştı. Camilerde Allah’ın dinini anlattı. Dinletemedi. Camisinde garip bir İslam’a ağlamak yerine çareler üretti. Olmaz sanılanları olur hâle getirdi. Ne yazık ki ümmetin fotoğrafı içler acısıydı. Bir taraftan hurafe ve bid’atler, diğer taraftan da bütün olup bitenlere rağmen parça parça olmuş düşünceler, ayrılıklar… Gemisini kurtaran kaptanlaşıyor… Baktı ki dediğini anlayan yok, kendisine yeni bir yol belirledi. Yaşadığı yerdeki kahvehaneleri çalışma merkezi yaptı. İsmailiye’de üç kahvehaneyi kendisine merkez seçti. Her hafta üç kahvehanede sırayla dersler yaptı. Köyleri dolaştı. Mescitleri

gezdi. Sırtında on dört asırlık tarihi ile bir ümmeti yüklenmiş olarak yola koyuldu. Yıl: 1928, Mart Ayı Konuştuğu kahvehanelerde onu dinleyenlerden altı kişi, bir akşam onun evinde toplandı. Artık konuşmalarını dinledikleri Diri’den etkilenmişler, ne yapmaları gerektiğini sormaya gelmişlerdi. O akşam orada, İslam Davası için yaşamaya ve ölmeye yemin ederek sözleştiler. Sermaye olarak ortaya ilk önce ruhlarını ve ailelerinin o günkü ekmek paralarını koydular. İçlerinden biri: “Teşkilatımızın adı ne olacak?” dedi. Hasan el Benna: “Biz İslam’a hizmet için yola çıkmış kardeşleriz. Adımız da ‘İhvan-ı Müslimin (Müslüman Kardeşler)’ olsun.” dedi. Böylece 22 yaşında ‘Müslüman Kardeşler’ örgütünü kurmuş oldu. Yedi yâren yola koyuldu. Ashab-ı kehf mağaraya çekilmişti. Bunlar ise mağaradan meydanlara çıktılar. Mezarlıktaki Ölüleri Uyandırmaya Başladılar Onlar Allah’a güvenip çalıştılar. Allah sözlerine bereket verdi. Müslümanları asil kimliklerine çağırdılar. Hurafelerden arınmaya, yeniden bir İslam kardeşliği kurmaya davet ettiler. Kısa bir zamanda ‘İhvan-ı Müslimin’ büyüdü. Yahudilere karşı cihadı teşvik etti. Filistin meselesini İslam’ın meselesi olarak gündeme getirdi. Filistin’de savaşacak birlikler oluşturup cepheye gönderdi. Bir tanesinin başında da kendisi bulundu. Mısır’ı kemiren İngilizlere karşı ayaklanma başlattı. Mısır çapında okullar, camiler, fabrikalar yapılmasına vesile oldu. Medrese açtırdı. Mitingler yaptı. Binler, on binler derken büyük bir kitleyi uyandırdı. Kadınların şuurlanması ile özellikle ilgilendi. ‘Müslüman Kadınlar’ örgütünü kurdu. Onun En Çok Bilinen Parolası “İşlerimiz vaktimizden çoktur!”

Tarih Yazan Önderler

21


Hiç ümitsiz olmadı. Pek nazik ve tatlı dilli oldu. Çaresizliği asla kabullenmedi. Allah’a itimadını sarsmadı. Olaylardan ve düşmanlardan daha büyük gördü kendisini. Namaz vakti, en büyük iş olarak namazı gördü. Davet zamanı da daveti en büyük eylem gördü. İşleri arasında sürtüşme olmadı. Din ve dünya, iş ve ibadet, aile ve cemaat arasında mükemmel bir denge kurdu. Çevresindekilere örnek oldu. Bıkmadı, usanmadı. Azmi dağlar gibiydi. Etrafında onun sözlerini dinleyenlere nasihat ederken şöyle derdi: “İşlerimiz vaktimizden çoktur!” Taşları Yerinden Oynattı, Oyunu Bozdu 1948’de Yahudilere karşı cihattan söz edince İhvan-ı Müslimin yasa dışı ilan edildi ve kapatıldı. İngilizler onu kara listeye aldılar. Faaliyetlerine ‘Müslüman Gençler’ adıyla devam etti. O ve beraberindekiler, büyük bir sindirmeye maruz kaldılar. Sevenleri grup grup tutuklandı. Bir konuşmasında dedi ki: “Bu gece rüyamda Ömer radıyallahu anh’ı gördüm. Bana, “Hasan öldürüleceksin.” dedi. Ben de kalktım, sabaha kadar teheccüt kıldım.” 1949 yılının Şubat ayında özel aracına el kondu. Ruhsatlı silahı alındı. Yanında korumalığını yapan iki öz kardeşi tutuklandı. Çevresindekiler, araçlarla bilinmeyen yerlere götürüldü. 12 Şubat günü bir konferansından çıkarken silahlı saldırıya uğradı. Olay yerinde ölmedi. Hastaneye kaldırıldı. Polis hastaneye müdahale etti, tedavi görmesini engelledi. Orada ruhunu teslim etti. Mezarlıktaki Diri’nin İlginç Cenazesi Hasan el Benna’nın şehadetinden sonra Kahire’de camiler kapatıldı, erkekler tutuklandı. Sokaklarda sadece polis ve askerler kaldı. Babası doksan yaşında idi.

Cenazesi evine getirildi. Cenazesini mezarlığa kadar götürecek erkek bulunamadığı için kız kardeşleri ve hanımı tarafından mezarlığa götürüldü. Namazını sadece kadınlar ve babası kıldı. Mezara da onlar indirdi.

22

Gri Edebiyat

Tarihte görülüp görülmediği bilinmez bir bedel ödedi. Uyutulmuş bir ümmeti uyandırmanın bedelini ödedi. Ödediği bedele de değdi. Bir ekol oldu. Umut oldu. Örnek oldu. Onun ardından bütün İslam topraklarında art arda hareketler başladı. Mezarlık dirilerle doldu. Vücudu öldü, adı ebedîleşti. Allah ondan razı olsun. Ona rahmet etsin. Şehit İmamın On Çalışma Prensibi 1. Birlik en büyük hedeftir. Kalpler arasındaki bağ güçlü olsun, tek söz üzerine birleşilsin. 2. ‘Lailahe illellah’ diyen herkes tevhit çatısı altında beraberimizdedir. 3. Kusuru nefsinde ara, muhalif hakkında iyi şeyler düşün. 4. Tepki verirken bile ahlâkı göz ardı etme. 5. Tartışma ve kibir yok. 6. Bir meselede doğru, birden fazla olabilir.


7. İttifak edilen şeylerde yardımlaş, farklı düşüncelere saygılı ol. 8. Ortak düşmanı ön planda tut. 9. İş ve üretim ufkunu aç. Her kardeş, -özel hayatındaki işlerine ilave olarak- her gün bir miktar Kur’an okumalı, yatmadan önce nefsini muhasebe etmelidir. 10. Yanlış yoldakilere üzülürüz; üzerine çullanıp teşhir etmeyiz. Yadigâr Kalan Sözlerinden Allah gayemiz, Peygamber aleyhisselam önderimiz, Kur’an yasamız, Cihat yolumuz, Allah yolunda ölüm en büyük hedefimiz… … İslam; kulluk ve liderlik, din ve devlet, ruhanilik, iş ve namaz, cihat ve itaat, Mushaf ve kılıçtır. Bunlar birbirinden ayrılmaz. … Önce güçlü bedeni, sağlam ahlâkı, derin tefekkürü olan, çalışmaya ve kazanmaya muktedir, akidesi pürüzsüz, ibadetine düşkün, nefsi ile mücahede

edebilen, vaktine titiz, işleri düzenli, başkalarına, toplum ve devletine yararlı Müslüman yetiştireceğiz. Sonra da Müslüman ev… Hayatın her alanında, evde ve toplumda İslam ahlâkını koruyabilecek bir ev… İyi bir Müslüman oluşturuldu mu, görevlerine ve çocuk terbiyesine bağlı, başkaları ile iyi geçinebilen, toplumuna faydalı iyi bir eş seçilebilecektir. Müslüman aile oluşturulursa o ailenin etrafında iyilikleri yayacak, kötülüklere engel olacak bir toplum oluşacaktır. İyi bir toplum da Allah’ın dinini uygulayacak, hak ve hürriyetleri koruyacak, iş ve aş üretecek bir devlet demektir. Biz öyle bir ümmetiz ki bizim inanç, anlayış ve iş olarak bu İslam’dan başka onurlu bir çıkışımız yoktur. İslami bir devletin kurulması, başka türlü bir devletin kurulmasından daha kolaydır. Batılın peşinden koşanlar İslam toprağında batıl bir devlet kurabiliyorlarken, Müslümanlar neden İslam devleti kurmasınlar?

Tarih Yazan Önderler

23


Röportaj

Âdem Esen: Hepimizin Hocası Sabahattin Zaim @ademesen42

“Evladım, milletin malına sahip çık. Kendin sahip çıktığın gibi başkasının da milletin malına saygı duyması için elinden geleni yap.” Öncelikle bize, kendinizden ve Sabahattin Zaim Hoca ile tanışıklığınızdan bahsedebilir misiniz? Ben Âdem Esen. 1961 yılında Konya’da doğdum. İstanbul Üniversitesi, Siyasal Bilgiler Fakültesi öğretim üyesiyim. Buradaki görevimden önce İstanbul Sabahattin Zaim Üniversitesi’nin kurucu rektörlüğünü yaptım. Yüksek lisans ve doktoramı Sabahattin Zaim Hoca ile beraber yapmıştım. Sabahattin Hoca ile öyle bir tanışıklığımız vardı. Konumuz da Sabahattin Hoca olunca onunla irtibattan başlamakta fayda var. Sabahattin Zaim Hoca’nın akademik kariyeri oldukça yoğun geçmiş. Bu kariyeri nasıl değerlendiriyorsunuz? Sabahattin Hocayla ilgili kitaplar mevcut. Hatıratı var. Öncelikle onu okumanızı tavsiye edebilirim. Onu bulursanız iyi olur. Orada Hoca’nın aile hayatı, tahsil hayatı, üniversitedeki görevleri, sivil toplum örgütlerindeki görevleri gibi pek çok konu yer alıyor. Benim, Sabahattin Zaim Hoca ile ilgili dile getireceğim birkaç özelliği var. Hoca Evladı Fatihan’dandır. Dedeleri Anadolu’dan çıkıp, şu anda Makedonya sınırları içerisinde olan İştip’e göç etmişler. Babası tüccarmış. Ailesi Bey grubundandır. Soyadından da anlaşılacağı üzere Zaim, yani zeamet sahibi bir aileden geliyor. İştip’te doğmuş, ilkokulun bir kısmını orada okumuş ancak Osmanlı İmparatorluğu’nun dağılmasından sonra arkasından gelen problemlerden ötürü İştip’ten İstanbul’a göç etmişler. Türkiye Cumhuriyet’i kurulduktan sonra göç etmeye mecbur bırakılmışlar. Oradan nasıl göç ettiklerinden, Makedonların onlara neler yaptıklarından, mallarını ve mülklerini nasıl

24

Gri Edebiyat

kaybettiklerinden hatıratında bahseder. Onun için öğrenci arkadaşlara, İşaret Yayınları’ndan çıkan hatıratını okumalarını tavsiye ederim. Yine onun ağabeyiyle beraber yazdığı İştip’le ilgili bir kitap var. O da önemli bir kaynaktır. Onu da okumanızı tavsiye ederim. Hoca ailesiyle birlikte İstanbul’a yerleşiyor. İlkokulu Fatih’te okuyor. Vefa Lisesi’nden mezun oluyor ve Mülkiye Mektebi’ni kazanıyor. O zaman mülkiye mektebi tekmiş. İstanbul Üniversitesi’nde bile yokmuş. Üst düzey yönetici yetiştirmek amacıyla kurulmuş bir fakülteymiş. Hoca iyi yetişmiş. Sonra fark derslerini vererek Ankara Hukuk Fakültesi’ni bitirmiş. Kaymakam adayı olarak göreve başlamış. Eyüp’te, Adıyaman’ın Kâhta ilçesinde


kaymakamlık yapmış. Hatta oralarda bazı güzel hatıraları var, hatıratında bahsediyor. Anadolu’yu tanımış. Birkaç yerde daha kaymakamlık yapmış. Sonra İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi’nde asistanlık açılmış. Orada doktoraya başlamış ve Çalışma Ekonomisi kürsüsünde akademik çalışmalar yapmış. Doçentlik sırasında bir müddet ABD’de Cornell Üniversitesi’nde bulunmuş. Bizim doktoraya başlayacağımız sene Hoca Cidde’de Kral Abdülaziz Üniversitesi’nde çalışıyordu. Sonra bizim Doktora dersimize geldi. Ben kendisiyle o vesileyle tanışma fırsatı buldum ve daha sonra doktora tezimi beraber hazırlamak nasip oldu. Benim danışman hocamdı. Bu arada bazı şirketlerde, özellikle kamu şirketlerinde yönetim kurulu üyeliği yapıyordu. Bu durum Hoca’ya piyasayı tanıma avantajı sağlamış. Zaten iktisat hocası. Çalışma Ekonomisiyle, işçi-işveren ilişkileriyle çok uğraşmış. Hatıratında Türk-İş’in nasıl kurulduğunu, DİSK’in nasıl kurulduğunu, Türk çalışma hayatında ne gibi sıkıntıların ortaya çıktığını detaylı bir şekilde anlatıyor. Bunlar önemli hususlar. Aynı zamanda son 50-60 yılın Türkiye’deki siyasi gelişimini anlatan hususlar da var. Onlardan faydalanmak gerekir. Ayrıca parti kuranların özellikle iktisat fakültelerindeki hocalardan, akademisyenlerden nasıl destek aldıklarından da bahsetmiştir. Partiler kurulurken iktisat fakültesi hocalarından görüş alırlarmış. Hocanın piyasayla da yakın ilişkisi olmuş. Şirketleri tanımış. Bu deneyimi derslerinde de etkili oluyordu. Derslerde daha pratik konulara temas ediyordu. Teorinin yanında pratikte de deneyimi vardı.

Sivil toplum örgütlerinde çok çalışmış biriydi. İlim Yayma Cemiyeti, İlim Yayma Vakfı, Aydınlar Ocağı, Kültür Vakfı gibi pek çok sivil toplum örgütünde hocanın katkısı vardır. Rahmetli hayatının son dönemine kadar koşturdu. Konya Selçuklu’da Belediye Başkanıyken biz de çağırırdık. Topluma, gençlere bir faydam olsun diye hiç tereddüt etmeden gelirdi. Dinamikti. Uluslararası Saraybosna Üniversitesi (IUS) bir vakıf üniversitesi olarak Bosna’da açılmıştı. O üniversitenin kurucu rektörlüğünü yaptı. Ondan önce Sakarya’da İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi’nin kurucu dekanlığını yapmıştı. O zaman ben de Sivas’ta akademisyendim. Sağ olsun kadrosuna bizi de davet etmişti. Sakarya’da epey hocanın yetişmesine vesile oldu. Onlarla Türkiye’de özellikle son yıllarda hem siyasette hem üniversitede ciddi bir katkı sağladı. İş piyasasına da ciddi katkılar sağladı. Müsiad’ın, başka birçok işadamı derneklerinin, vakıflarının kurulmasında ve faaliyetlerinin artmasında ciddi katkıları oldu. Hem teoriğin yanında pratiği de kuvvetli olan birisiydi. Allah rahmet eylesin. Peki, Sabahattin Zaim Hoca ile ilgili unutamadığınız bir anınız var mı? Yani benim bir hoca-asistan münasebetim olmadı ama hocada tez yazdım. Hoca derviş meşrep birisiydi. Çocukla çocuk olabilirdi. Egosunu tatmin etmek için iş yapmazdı. Olgun bir insandı. Bilimsel konularda taviz vermezdi. Pek çok arkadaşımızı yüksek lisans, doktora yapmaya teşvik etti. Danışmanlık yaptığı tezlerde çok hassas davranırdı, hataya asla göz yummazdı. İş konusunda çok titizdi. Başkalarını eleştirmekten ziyade özeleştiri yapan biriydi. Tarih Yazan Önderler

25


28 Şubat döneminde üniversiteler çok sıkıntılıydı. YÖK’teki belli kadrolar, üniversitelerdeki bazı akademisyenler Türkiye’yi lüzumsuzca germişlerdi. O zaman ben, “Bunlar Türkiye’yi lüzumsuzca geriyorlar.” diye şikâyet edince Hoca, “Allah bize büyük nimetler verdi ama biz kadrini bilmedik.” demişti. Bana özeleştiri yapmayı da öğretmişti. Öğrencilikten sonra ki dönemde de bizim irtibatımız devam etti. 1999’da belediye başkanı olduğum zaman eşiyle ziyarete gelmişti sağ olsun. Çeşitli konferanslar verdi. O zaman bana iki şey söylemişti: “Evladım, milletin malına sahip çık. Kendin sahip çıktığın gibi başkasının da milletin malına saygı duyması için elinden geleni yap.” Bu önemli bir şey. Şöyle yatırım yap, böyle yatırım yap diyebilirdi. Ben Hoca’ya Konya’yı gezdirip yapmak istediğimiz projelerden bahsetmiştim, dağlara nasıl ağaç dikeceğimizi göstermiştim. Sağ olsun tavsiyelerde bulundu ama “Milletin malına sahip çık.” demişti. Bu yöneticiler için çok önemli bir tavsiyedir. Hangi mevkide olursa olsun, yöneticilerin milletin malına sahip çıkıp çıkmadığı konusu tarih boyunca konuşulmuştur. Bu Allah katında da bir sorumluluktur. Hoca bu manada çok hassas bir insandı. Allah rahmet eylesin. Sabahattin Zaim’e “Hocaların Hocası” denmesinin sebebi nedir? Hoca iyi bir insandı. Bir ilim adamıydı, aktif bir adamdı. Sadece ilim adamı olmasıyla değil ahlaki anlamda da çok iyi bir örnekti. Hocaların hocası olması doğrudur. Bizim ve bizim gibi birçok hocanın hocasıydı. Pek çok asistan yetiştirdi, pek çok ilim adamı yetiştirilmesine vesile oldu; destek oldu. Hatıratında da var. Kendisinden yüksek lisans, doktora yapanlara orada değinmiş. İyi bir arşiv tutuyordu. Onu sonradan öğrendik. Arşivi güçlüydü. Size de tavsiye ederim. Güçlü bir arşiviniz olsun. Ne yaptığınızı, ne ile çalıştığınızı, ne ile muhatap olduğunuzu arşivleyin. Dokümanları kaybetmekte değil, arşivlemekte fayda var. Hoca hatıratını yazarken onlardan çok faydalandı. Önemli bir husustur. İnsanlarla iyi irtibat kurardı ama hayatın akışı içerisinde illa herkesle iyi anlaşmak zorunda değilsin. Bazı sıkıntılar olur ve onlar hakkında şaibeler olabilir. Hatıratını yazarken bu konuyla ilgili bana

26

Gri Edebiyat

da danışmıştı. Bana, sıkıntı yaşadığı insanlar ve konularla ilgili hatıratında nasıl yer vermesi gerektiğini sormuştu. Ben bu konuların hatıratında yer almasını istediğim için “Siz, zor bir konuyu kolaylıkla ifade edebilen birisiniz. Bu bir sanattır.(sehl-i mümteni) Kelimeleri kullanabilme sanatı. Bunu çok iyi yapıyorsunuz. Bu konuları kavga üslubuyla değil de uygun üsluplarla yer almasını gönlümüz arzu ediyor.” Demiştim ama hatıratında bu konulara çok yer vermemişti. Bazı durumlar ve bazı kişilerle ilgili şu veya bu şekilde olumsuz kanaatler oluşabiliyor ama insanları tanımak açısından bu bilgilerin aktarılması da önemli. Çünkü ona göre insanlar değerlendirecekler. Sırf dedikodu olmasın diye, arkasında olumsuzluklar bırakmamak için bu konulara fazla yer vermemiş. İyi insan olmak, güzel insan olmak üzerinde çok dururdu. Çok okumak, bir şeyler yapmak önemlidir ama insanın niyeti iyi olmazsa, samimi olmazsa hem toplum için hem de kendisi için zararlı olur. Sabahattin Zaim Hoca ilahiyatçı olmamasına rağmen İslam iktisadı konusunda duayendi. Rahmetli Mehmed Zahid Kotku Hazretleri’nin rahle-i tedrisatından geçmişti. Bize ondan çok bahsetmezdi ama Hoca’da ondan aldığı terbiyeyi görüyorduk. Osmanlı beyefendisiydi. Kültürümüzü iyi bilen birisiydi. Kültürümüzü iyi bilmesinin yanında batıyı da iyi biliyordu. İki kültürü bir araya getirebilen bir insandı. Pek çok ilahiyatçının zor kavrayabildiği İslami ve dini konuları, onlardan daha kolay kavrayabiliyordu. Çünkü hem ailesinden, hem çevresinden hem de İskenderpaşa Cemaatin’den aldığı


kültür, Hoca’yı farklı kılıyordu. O farkı görebiliyordunuz. Bunun yanında bilim insanıydı. Çalışmaları hep bilimseldi. Bilim konularını günlük hayatına da aktarmaya gayret ediyordu. Hocanın İstanbul’da kurulan Türkiye’nin ilk özel motor fabrikası olan Gümüş Motor (Pancar Motor) kurucu ortağı ve yönetim kurulu üyeliği ile devlet tarafından Konya’da kurulan TÜMOSAN Motor Fabrikasının ilk yönetim kurulunda üye olarak görev yaptığını biliyoruz. Bu kurumlarda Rahmetli Necmeddin Erbakan Hoca’nın da emeğine vâkıfız. İki büyük zatın arasındaki ilişki nasıldı? Ben, doktora tezimde İslam’da ücret konusunu çalışmıştım. Tezin bir tarafı ilahiyat bir tarafı ise iktisattı. İlahiyatçı olduğum için ilahiyatçılarla beraber çalıştım, iktisatçı olduğum için de Hoca ile çalıştım. Sabahattin Zaim Hoca’nın Necmeddin Erbakan Hoca ile özel hayatında ilişkisi olmuştur. Hatıratında ondan bahsediyor ama bunu öğrencileri olarak biz fazla bilmeyiz. Hoca’nın Necmeddin Erbakan Hoca ile Demirel’le, Türkeş’le illaki irtibatı olmuştur. Yani sağ muhafazakâr kesimle. Çünkü o partilere bazı iktisadi konularda danışmanlık yaptığını kendisi de ifade ederdi. Gümüş Motor’un kurulmasından da hatıratında bahsediliyor. Tümosan bir devlet şirketi olarak kuruldu. Hoca orada yönetim kurulu üyeliği yapmış. Yönetim kurulunda aktif olduğunu tahmin ediyorum. Biraz önce de bahsettiğim gibi bir akademisyen için piyasada olmanın piyasayı görebilmek gibi bir avantajı oluyor. Teorilerinizi yönetim kurulu üyeliğini yaptığınız şirkette gerçekleştirme ve onları anlama imkânı da bulabiliyorsunuz. Dolayısıyla hocanın tespitleri daha tutarlıydı. Hoca iş adamlarına konuşma yaparken iş adamları “Hocadır konuşuyor ama bunlar yapılacak şeyler değil. (!)” demiyorlardı. O, pratiği de bildiği için ayağı yere basarak konuşuyordu. Siz, Sabahattin Zaim Üniversitesinin de kurucu rektörüsünüz. Üniversite’ye Hoca’nın isminin koyulması nasıl gerçekleşti? Sizin etkiniz oldu mu?

görüşünü almıştım. İlim Yayma Vakfı ile beraber bu konuda bir çalışma yaptık. Biz belediye olarak destek olacaktık fakat nasip olmadı. İlim Yayma Vakfı Hoca vefat etmeden önce bir üniversite kurma kararı almış. Rahmetli Hoca da İlim Yayma Vakfı’nın kurucularından ve mütevellisinden olduğu için Hoca’nın ismi üzerinde durulmuş. Üniversiteye isim ararlarken öyle bir konsensüs oluştu. Böylece üniversitenin adı Sabahattin Zaim koyuldu. Orada Sabahattin Zaim’in ailesinin herhangi bir maddi katkısı yok ama manevi bir katkısı var. Bu, İlim Yayma Vakfı için de güzel bir şey oldu. Türkiye’ye ve vakfa hizmet etmiş bir ilim adamının adı koyulmuş oldu. Gerçekten İlim Yayma ile Sabahattin Zaim isimlerinin Türkiye’nin sahip olduğu ortak büyük değerlerden ikisi olduğunu rahatça görebiliyorum. Yani bu iki isim birçok öğrenciye burs vermiş, yurt imkânı sağlamış ve bunları yaparken ‘sağ elin verdiğini sol el bilmeyecek’ şiarına sadık kalmışlardır. Kimseyi bir minnet altında bırakmamışlardır. Bu faaliyetlerin amacı öğrencilerin yetiştirilmesi; ailelerine, ülkelerine, ümmete hizmet etmeleriydi. İlim Yayma Vakfı’nın amacı buydu. Sabahattin Zaim Hoca da “Ülkemize, coğrafyamıza, İslam dünyasına güzel insan yetiştirelim.” derdindeydi. Ayrıca Hoca’nın Müslüman dünyayla irtibatı vardı. Pakistanlılarla arası çok iyiydi. Tabi bu bilimsel çalışmalardan ziyade iyi niyeti, samimiyeti ve olayları takibinden kaynaklanıyor. İslam İşbirliği Teşkilatı’nda Pakistanlı bir akademisyen bana çalışmalarımı sormuştu. Konu bir şekilde Hoca’ya bağlandı. Pakistanlı akademisyen: “Sabahattin Zaim hepimizin hocasıdır.” diye söz etmişti. Sabahattin Zaim Üniversitesi de bu anlayışlarla kuruldu ve İstanbul Halkalı ‘da eğitim-öğretime devam ediyor. Verdiğiniz bu güzel bilgiler için teşekkür ederiz. Allah razı olsun. Âmin, ecmain. Başarılar dilerim.

İstanbul Sabahattin Zaim Üniversitesi Halkalı ’da kuruldu. Kurucusu İlim Yayma Vakfıdır. Ben, belediye başkanıyken, Konya’ya bir vakıf üniversitesi kurma niyetimiz vardı. Hatta rahmetli Hoca’nın da

Tarih Yazan Önderler

27


İki İntifadanın Şeyhi: Ahmet Yasin “Müslümanlara ilme önem vermelerini tavsiye ediyorum. İlim, gelecekte bizim düşmanlarımıza karşı zafer elde etmekte kullanacağımız silahımız olacaktır. Cehaletle zafer elde edemeyiz. Dini, dünyayı ve ahireti kuşatacak bir ilimle ancak zafer elde edebiliriz.”

B

ir İsrail yargıcı “O, felçli ve oturak bir adam; ama onun felçli ve oturak olmayan aklı ve dili var…” demişti Şeyh Yasin hakkında.

Yaşantısının en zor dönemlerinde dahi izzet ve onurunu korumuş biri olarak vakarıyla, işgalci İsrail’in kalbine her zaman korku salmıştı. Tavizsiz ve dik duruşu, Mümince bir direnişle onulmaz yaralar bıraktı İsrail’in bağrında. Buna karşın Mümin gönülleri yediden yetmişe fetheden bir izzet, bir şeref, bir direniş önderi oldu her zaman.

Hayatı ve yaptıkları, bahane ve sebepler arkasına sığınanlar için her deliği tıkayan bir durumdu. Felçli ve eli ayağı tutmayan bu şahsiyetin bir ulusu peşinden sürüklemesi, özgürlüğe giden yolda azimle donatması, tüm dünyanın gözleri önünde cereyan eden bir olaydı.

28

Gri Edebiyat

Mehmet Ali GÖNÜL maligonul12@gmail.com

Peki, neydi bu Pir’in öyküsü? Bu “İki İntifadanın Şeyhi” nasıl bir yaşantı sürmüştü? Bilmek gerekmez mi? Bilirsiniz! Kutup yıldızı denizciler için yol göstericidir. Onsuz yol alınmaz engin maviliklerde. İşte işgalci İsrail’in yarım yüzyılı aşan bu zulüm karanlığında Filistin için bir yol gösterici, bir önder, bir kutup yıldızı, bir kılavuz olan Şeyh Ahmed Yasin, Filistin’in Askalan şehrinin el-Cevra köyünde 1937 yılında doğdu. Daha üç yaşındayken babasız kalan küçük Ahmed Yasin’i, annesi büyüttü. Annesinin kanatlarını gerdiği aile, ağabeyi Şihde’nin de yardımıyla 1948’de Gazze’de daha sonraları Şati Mülteci Kampı diye anılacak yerde meskûn oldular.


Bu göçün sebebi, aynı yılın 14 Mayıs’ında Ortadoğu’nun kalbine bir bombanın düşmesi, yani İsrail’in kurulmasıydı. Kuruluşunu ilan eder etmez Filistin’in büyük bir bölümünü işgal etti. Her yerden Gazze gibi merkezi şehirlere göçler oldu. 1952 yılında Gazze’deki İmam Şafii okulunda ilköğrenimini bitirip, er-Rihal ortaokulunda da ortaöğrenimini tamamladı. Bir yandan mülteci olmanın zorluklarını yaşarken, bir yandan da hem çalışıyor, hem de okuyordu. Fakat 1952 yılı yaz mevsiminde bir yüzme esnasında kafası üstü düşmesi sonucunda boyun kemiği kırıldı. Tüm vücudu felç olan Ahmed Yasin, buna rağmen yılmadı. Bedensel özürlü olmayı mazeret göstermedi. Kaçmadı ve kendini eğitime adadı. 1958 yılında felçli haliyle Filistin lisesinden mezun oldu. Özel dersler alarak şahsi çabasıyla da kendini çok iyi yetiştirdi. Hayatının bu döneminde şahid olduğu Filistin’in içler acısı manzarası, üzerinde önemli etkiler bıraktı. 1955’ten beri Filistin İhvan-ı Müslimin Hareketi içinde yer alan Şeyh Yasin, bir müddet öğretmenlik de yaptı. Aynı zamanda hatiplik göreviyle de birçok camide halkı şuur ve bilgiyle donatacak, yaşanılan sürecin gerçeklerini gösterecek tebliğ çalışmalarında bulundu.

bir eğitim görmelerini istediği için bu konudaki aktiviteleri istikbale yatırım yapma adına hızlandırdı. O, işgale direnmenin halkı eğitmekten geçtiğinin bilincindeydi. “Müslümanlara ilme önem vermelerini tavsiye ediyorum. İlim, gelecekte bizim düşmanlarımıza karşı zafer elde etmekte kullanacağımız silahımız olacaktır. Cehaletle zafer elde edemeyiz. Dini, dünyayı ve ahireti kuşatacak bir ilimle ancak zafer elde edebiliriz.” demişti bir konuşmasında. Böylelikle de eğitime önemi vurgulamıştı. 1967 yılında Filistin’in tamamı işgalci İsrail’in eline geçince, sorumluluğunun daha da ağırlaştığının idrakindeydi Şeyh Yasin. İrşad faaliyetlerine daha çok zaman ayırdı. 1965 yılında tutuklanmasıyla halk nazarında daha da tanınmaya başlayan Şeyh Yasin, insanların gönlüne taht kurmuştu. İşgale karşı halka önderlik edecek yegâne adamdı artık. O güne dek yaptığı derneksel faaliyetleri “İSLAM MERKEZİ” adı altında 1968’de daha kapsamlı hale getirdi. Artık adı iyice duyulmuş, tanınır olmuştu. Birçok defa gözaltına alınıp serbest bırakıldı. İslam Merkezi kapatıldı. Fakat yılmayıp değişik

Gönlündeki ilim aşkı onu Kahire’ye sürükledi. Arap Edebiyatı ve İslam kültürü’nün yanı sıra İslam Bilimleri ve Hukukunu okudu. Mısır’ın o yıllardaki durumu, ruhunda bir fırtına koparmıştı. Bir başkalaşma yaşayan düşünceleri, istikbal açısından deruni duygular yeşertti Ahmed Yasin’de. Mısır’daki eğitiminin ikinci yılı sonunda Müslüman Kardeşler üzerindeki baskının daha da artması üzerine Gazze’ye dönmek zorunda kaldı. Eksik kalan eğitimini yerel âlimlerin dizi dibinde oturarak geliştirip tamamladı. Abbasi Camiinde görev alıp irşad faaliyetlerine devam etti. Sohbetleri halkın üzerinde etkili olunca, çevresindeki kitle gittikçe arttı. Önceleri yardım dernekleriyle halkın ihtiyaçlarını karşılayan sosyal faaliyetlerle başlayan teşkilatlanması, gittikçe çocuklara, gençlere ve halka eğitim açısından da yansımaya başladı. Gençlerin yetişmesini ve iyi Tarih Yazan Önderler

29


çalışma yerleri açtı. Ed-Dava ve’l-Cihad, İsrail Topraklarındaki Birlikler, İslam Cemiyeti Hareketi bunlardan bazılarıydı.

olan bu tutuklama operasyonundan maksat Hamas’ı çökertmek, intifadayı söndürmekti. Fakat heyhat ki heyhat…

Bu gayretleri sonucu bağrında yeni nesil yetişiyordu Şeyh Ahmed Yasin’in. İsmail Ebu Şeneb gibi bir mühendis, Abdülaziz Rantisi gibi bir doktor ve daha niceleri onun gayretleriyle yetiştiler bu inşa sürecindeki direniş mektebinde.

Bir yıl boyunca mahkemeye çıkarılmadı. Sakat haline bakılmaksızın nice işkence ve hakaretlerle sorgulandı. 3 Ocak 1990’da mahkemeye çıkarılıp 15 ayrı suçlamadan yargılandı. Fakat o bu iddialara karşılık “Bu mahkeme kanuni olarak beni yargılama hak ve yetkisine sahip değildir. Çünkü bu mahkeme işgalciler tarafından kurulmuştur. Dolayısıyla tamamen gayri meşru ve kanun dışıdır.” dedi.

1984’te o ve pek çok yardımcısı, yürütülen büyük bir operasyonla tutuklandı. 13 yıla hapsedilen Şeyh Yasin’in suçu; İsrail devletini yıkarak yerine İslami bir devlet kurmaktı. Ancak tutuklanmasından 11 ay sonra bir esir değişimi girişimiyle serbest bırakıldı. Tekrar işgalci İsrail’e karşı mücadelenin başına geçti. 8 Aralık 1987’deki 1. intifadanın tamamen yeni kurmuş olduğu İslami Direniş Hareketi (HAMAS) çatısı altında filizlenmesi, ilk derli-toplu, planlı bir direniş oldu. Cebelya mülteci kampından alevlenen 1. intifada Hamas’ı ve Şeyh Yasin’i dünyaya tanıttı. İntifadanın motoru görevinde olan Şeyh Yasin’e karşı işgalci İsrail, katı davranışlarını sürdürdü. Fakat o, halkının önderi ve gözbebeğiydi. Ektiği tohumlar saçıldığı her şehirde, her evde yeşeriyordu. Bu hakikatin farkına varan işgalci İsrail 18 Mayıs 1989’da onu yeniden tutukladı. Geniş kapsamlı 30

Gri Edebiyat

Önce duruşması belirsiz bir tarihe ertelendi. Sonra 6 Ekim 1991’de mahkemenin verdiği karar ömür boyu hapis cezası ve işgalci İsrail devletini yıkmayı hedefleyen Hamas’ı yani kanun dışı (!) bir örgüt kurması dolayısıyla da on beş yıl mahpusluk ilaveten (!) verildi. Remle zindanında sekiz yıllık bir mahpusluk hayatı yaşayan Şeyh Yasin’le, işgalci İsrail zaman zaman gizli pazarlıklar yaptıysa da nafileydi. Tavizsiz ve izzetli bir duruş sergileyen Şeyh Yasin hiçbir anlaşmaya yanaşmadı. Gelişen İslami Direnişin önünü kesmek için dönemin İsrail Hükümeti, hamisi ABD himayesinde Arafat’la kısmi özerklik anlaşması imzalayarak, İslami direnişi pasifize etmek istedi.


Fakat o, bu anlaşmayı tanıdığını deklare etmesi karşılığındaki özgürlük tekliflerini elinin tersiyle itti. Yusufî bir direnişi, Yusufî bir dirilişi seçti. “Bana dışarı çıktığımda karpuz yememi şart koşsanız bile yine kabul etmem. Çünkü ben işgal rejimini kabul etmiyorum ki, onun şartını kabul edeyim. Benim için 100 yıl hapiste kalmak, karşılığında bir takım tavizler vererek çıkmaktan iyidir.” gibi izzetli sözlerle zindanı seçti. Bu sözler izzetli direnişinin belgeleridir. Zindanın kötü şartlarında bozulan sağlığı dahî bu tutumunu değiştirmedi. Hep halkını ve direnişi düşündü. Nitekim 30 Ekim 1997 Salı akşamı 5 gün önce Amman’daki Hamas Siyasi Birim başkanı Halid Meşal’e düzenlenen bir suikastla tutuklanan iki Mossad ajanına karşılık serbest bırakıldı. Amman’a tedavi edilmek üzere götürüldü. Sürgün edildiği gibi dedikodulara işgalci İsrail hükümetinden tedavisinden sonra vatanına geri dönme hakkının saklı olduğuna dair aldığı yanındaki yazılı belgeyle son verdi. Takdir tamamen onun dışında tecelli etmiş ve yine zindandan çıkıp halkının başına geçmişti. O, Amman’a tedavi için götürülürken hasta yatağında “Bu vatana sahip çıkma konusunda asla gevşeklik göstermeyin. İşgalciler sizin en ufak zaafınızı kendi sinsi politikaları için kullanabilirler, buna fırsat vermeyin.” mesajını vermişti. Tedavisinden sonra Gazze’ye dönüşünün ardından direnişin manevi liderliğini devam ettirdi. Fakat bu yılmaz kişiliğiyle o, tüm Filistin’in manevi lideri olarak kabul ediliyordu. Kutsal mücadelenin önderi olan bu Pir-i İntifada, yerel özerk yönetimden de çeşitli zorluklar gördü. Arafat yönetimi onun yükselen önderliğinin önünü kesmek için ev hapsinde tutmayı denediyse de başarılı olamadı. Halkın galeyana gelmesinden çekinip evine yaptığı ablukayı kaldırdı. 2000 yılının 28 Eylül’ünde Şaron’un Mescid-i Aksa’yı ziyaretiyle fitili tutuşturulan ikinci intifadanın da Hamas’ın kontrolünde önlenemeyecek boyutta gelişmesi, Şeyh Yasin’i; “İki İntifadanın Şeyhi” ola-

rak tanıttı. Zira Hamas hem direniş grupları arasında birlik ve beraberliği sağlayan aktivitesi hem de işgale karşı verilen mücadeleye öncülük etmesiyle kitlesel destek elde etmişti. Çünkü direnişin en önemli boyutu da bu iki unsuru mezceden bir fonksiyonu sürdürmekti. Birlik, beraberlik ve öncülük… 10 Eylül 2003 günü yardımcılarından Mahmud Zahar’ın evine işgalci İsrail’in düzenlediği bombalı saldırı sonucu oğlu Abdi şehid olmuştu. Sevdiklerinden Salah Şahade, Yahya Ayyaş, İsmail Ebu Şeneb gibi şahsiyetlerin de birer birer kanatlanıp ebediyet âlemine suikastlerle uçmaları, onun halet-i ruhiyesini farklılaştırmıştı. Manevi bir terakkinin zirvelerinde yaşıyordu hayatının son demlerinde. 22 Mart 2004 yılının sabah namazında İsrail’in hamisi A.B.D. helikopterleri olan Apaçilerden atılan füzelerle cami çıkışında şehadet mertebesine ulaşan Şeyh Ahmed Yasin, geride bu kanlı cinayete şahid parçalanmış tekerlekli sandalyesini bırakmıştı. Daha önceleri de bir iki suikast girişimine maruz kalan Şeyh Yasin, Allah’ın lütfuyla kurtulmuştu. Son yıllarda ise sürekli işgalci devletin takibi ve gözetimi altındaydı. Buna rağmen halkla iç içe olmaktan çekinmiyor ve halktan kopmuyordu. Kitlelerle iç içe olan manevi bir liderin şehadeti şerha şerha kan verdi Filistin’in mazlum ve mustazaf halkına, can verdi. Nitekim Şeyh Yasin’den bir ay sonra, Rantisi’nin şehadetinin de bereketiyle uğruna Şeyh Yasin’in hayatını adadığı bu şuur ve bilinç sonucu, geçen ay yapılan Filistin ulusal seçimlerinde Hamas birinci olarak çıktı. Bu gerçeğin altında şehid kanlarıyla sulanan ve serpilip gelişen bir direniş ve onun bereketi yani hayatlarıyla da ölümleriyle de örnek ve ölümleriyle dirilişe vesile olan önderler vardır. Allah’ın selamı rahmeti ve bereketi üzerlerine, üzerimize olsun.

Tarih Yazan Önderler

31


Cennet’ten Gelen, Cennet’e Giden Koku.. Kızımı kucağıma aldım ve ensesini kokladım. Almış aldığım koku beni buralara kadar getirdi. Aradan altı buçuk sene geçti âleme şahit olan o şehidin kan kokusu hala burnumun ucunda. Yeni doğan bebek ile şehit kanı kokusu arasında sadece yoğunluk farkı var. Dünyaya tertemiz saf gelenin kokusu daha hafif.

Bismillahirrahmanirrahim, Esselamu Aleykum ve Rahmatullahi ve Berekatuh1, Bundan iki buçuk sene evvel Allah, ramazan ayının son günlerinde bir emanet gönderdi. Kızımı kucağıma aldım ve ensesini kokladım. Almış olduğum koku beni benden aldı çok uzaklara götürdü. Birkaç gün sonra ortadan kaybolup uçup gidecek ve belki de daha sonra ölümünde yoğun bir şekilde üzerinde yeniden taşıyacağı Cennet’ten gelen bir koku. … 1

32

Fayda sağlaması için yanınıza meal alınız.6 Gri Edebiyat

Ammar YAĞCI @ammaryagci

Bundan on sene evvel bir haber kanalında Amerika’nın Afganistan işgalinde vurduğu bir gencin görüntüsünü seyrediyordum. Ortada bir masum şehit ve etrafında üzerinden akan kanı koklayarak “Koklayın koklayın Allah aşkı için koklayın” diye haykıran halk sevinç gösterileri yapıyordu. … aRABça’da şehiyd

‫ شهيد‬şehiyd gibi rahiym, keriym, aliym, aziyz, ce-

miyl, aRABça’da faiyl vezninde gelen kulağımızın aşina olduğu kelimelerden. Faiyl vezni; daha iyi anlaşılır ve büyük bir hakikatin görünür olması


için önce manaya bir abartma katar mübalağa icra eder. Ayrıca belli bir zümreyi (kısmı topluluğu) veya şahsı kapsamada kullanılır. Er-Rahman ve Er-Rahim 2 de olduğu gibi, iki kelime de rhm den türemiştir. Er-Rahiym yalnızca belli özellikleri taşıyan sınırlı bir zümreye akacak rahmettir. Her gün birkaç defa duyduğumuz ezandaki ‘eşhedu’ kelimesi de aynı kökten (şhd) gelir. ‘Ben şehadet ederim ki...’ İnsan neye şahid olur?3 Neye şehadet eder? Şehadet etmek; bilinçli bir şekilde bilmek hiçbir kaçak sızıntı olmadan net halde görmektir. Allah’tan başka ilah olmadığını O’ndan başka varılacak4 hiçbir yol olmadığını bilmek ve görmektir. Ölüp giden tüm bedenler ilk andan itibaren çürümeye kokmaya başlarken, O’nun sistemine yaşarken teslim5 olmuş6 ve böylece ölmüş kişinin cesedi etrafa güzellikler ibretler ve ayetler katar. Gayb ve şehadet âleminin bilgisi yalnızca Allah’tadır.7 Allah; dileyene, hak edene, şahit olarak yaşayana, nefes alıp verirken Allah’ın varlığına ve tekliğine şehadet edene8, bu bilgiyi verir. Evet, elFatiha Suresi Ayet no:1 Araf Suresi Ayet no:172 4 Bakara Suresi Ayet no: 156,157 5 Bakara Suresi Ayet no:122/131 6 Tegabun Suresi Ayet no:1 7 Haşir Suresi Ayet no:22 8 Bakara Suresi Ayet no:151/239 2

hamdulillah bizler gayba9 inandığımızı zannediyor, gayba inanan kimseler olarak haşr olmayı10 ümit ediyor “âmin” diyoruz. Yalnız tam manası ile gayba (görünmeyen olarak adlandırdığımız kısma) ne kadar inanıyoruz? Büyüklerimizin zikrettiği üzere gayb görünmeyen değil, görülemeyendir. Böyle olmasa şehadet alemine kavuşmuş /şehit olmuş kişinin yüzündeki tebessüm nasıl gerçekleşir?! Kim bilir daha nelere şahid oldu neler açıldı11 giderken. Ne demişti hisseden?12 “Ölümün rüzgârı yalarken yüzümü, Mis gibi kokusu geliyor cennetin, Hamd edip, şükredip verdiği bu cana, Yeniden iade ediyorum Rabbime.” … Selam diyarına doğru yolda şehadet13 ...sonrasında içeri girdim baktım ayağım kayıyor, herkes bir taraflara koşuşturuyor, yerler ıslak sandım oysa her yer kan. Birkaç kapı pencere önü arbedesi bitince, düşünmek için yerime oturdum. Üzüldüm.. Emanetleri yerlerine ulaştıramazsak insanlar bir daha Mescid-i Aksa ve çevresi için yar-

3

Bakara Suresi Ayet no:3 Meryem Suresi Ayet no:61 11 Nebe Suresi Ayet no:19, Zumer Suresi Ayet no:73 12 La edri 13 31 Mayıs 2010 Rotamız Gazze- Mavi Marmara Gemisinde 9

10

Tarih Yazan Önderler

33


dım göndermezler dedim. Oturduğum yerde kafamı bu düşünce ile çevirdiğimde, etrafımın onlarca yaralı ile dolu olduğunu gördüm ve gözlerim ister istemez doldu. Ne yapıyoruz ya Rabbi doğru yolda mıyız düşüncesiyle arafa girdim. Yanımda bulunan arkadaşım ne düşündüğümü bilmeden “ne olursa olsun Ammar, bugün üzülme günü değil” dedi. Orada bir defa daha uyandım ve kendime “Ammar, işte sana ayet şehitler içeride git bak ve kanlarını kokla!” dedim. İçeri geçtim bir baktım ki dört tane şehit yerde yatıyor üzerlerinde Türkiye bayrağı, Filistin bayrağı ve Kelime-i Tevhid bayrağı var. Akdeniz’in ortasında dört tane şehit yatıyor. Üzerimde bir hafiflik oluştu, yük komple kalkıp gitti. Şehitlerin birinin başına geçtim ve yavaşça örtü olarak kullanılan bayraklardan birini açtım ve elimi kanına sürdüm. “Ya Rabbi” dedim. “Durumum, Hazreti İbrahim’in durumu gibi, elbette sana inanıyorum yalnız bu yolculuğun durumu hakkında kalbimin tatmin olmasını diliyorum”14 Sonrasında elimi burnuma götürdüm “Subhanallah” misk kokuyor. Ya Rabbi elhamdülillah, Allahu ekber ve lillahilhamd. Bulunduğum yerden kalktım ve bir iki arkadaşa durumu izah ettim, gemideki ana vazifem olan tercüme için ayrıldım. Tekrar şehitlerimizin yanından geçerken bir yolcunun kana elini değdirip yüzüne esans diye sürdüğünü gördüm. Ne güzel dosttur.15 Allahu Ekber! Görülemeyen görünür oldu “misk kokusu” …

Kızımı kucağıma aldım ve ensesini kokladım. Almış aldığım koku beni buralara kadar getirdi. Aradan altı buçuk sene geçti âleme şahit olan o şehidin kan kokusu hala burnumun ucunda. Yeni doğan bebek ile şehit kanı kokusu arasında sadece yoğunluk farkı var. Dünyaya tertemiz saf gelenin kokusu daha hafif. İnsanın bedeni ve çevresi kirlenmeye başladıkça mücadelesini arttırması gerekiyor. Allah’a giden yolu açmak için cihat edip O’nun yolunda ruhumuzu teslim etmemiz aslına döndürmemiz gerekir. Saflığı, temizliği, berraklığı ve cenneti temsil eden o misk kokusunun16 aslı hepimizde var. Peygamber efendimiz sallallahu aleyhi vesellem buyuruyorlar “Binekler ancak üç mescid için yolculuğa çıkarılır…”17 Bunlardan bir tanesi Mescid-i Aksa. Şimdi bizler Mescid-i Aksa’ya elimizi kolumuzu sallayarak gidebiliyor muyuz? Arabamızı, gemimizi, uçağımızı bu yolculuk için hazırlayabiliyor muyuz? Hep beraber bunun için düşünmemiz, çaba harcamamız ve Allah’ın emirlerinde ve Resulünün izinde hemen, çarçabuk, acilen birleşmemiz18 lazım. Bunun için tek yol O’nun kitabının çokça okunmasıdır. Kur’an çokça okunan demektir, O’nun kitabı çokça okundukça kapalı olan her şey açılır. İnsanın içi dışı sağı solu altı üstü önü arkası O’nun nuru ile dolar. Allah göklerin ve yerin Nur’udur. Allah bizlere ayetlerini gösteriyor, ayetler her yerde var. Gözlerimizdeki filtreleri iyi ayarlamamız gerekiyor. Allah bizlere O’nun rızasında kullanabileceğimiz ameller, düşünceler ve bakışlar nasip eylesin.

Bknz: Peygamberimizin şehitler hakkındaki hadisi şerifleri Buhari: Fadlu’s- Salati fi Mescid-i Mekke ve’l-Medine 1, Ebu Davud: Menasik 94,95 Ahmed b. Hanbel: Müsned 2/234,238,278 18 Ali İmran Suresi Ayet no:103 16 17

14 15

34

Bakara Suresi Ayet no:260 Nisa Suresi Ayet no:69 Gri Edebiyat



Filistin Direnişinin Ölümsüzleşen İsmi:

İzzeddin El-Kassam Ben çatışma esnasında bir ara kendimden geçerek ayağa kalktım ve işgalcilere o şekilde ateş etmeye başladım. Düşman kuvvetleriyle aramızda yaklaşık elli metre vardı. Yani kendimi göz göre göre tehlikeye atıyordum. Şeyh beni bu şekilde görünce var gücüyle: ‘Yere, sipere yat! Eğer bu şekilde ölürsen şehit olmazsın!...’

Ali Rıza AKGÜN alirizah@hotmail.com

o toprakların bereketine bereket katarak direnişin sembolü haline geldi… O, modern insanın aşındırdığı yollara hiç uğramadı bile. Onun için hiç öyle bir hayat sahnesi olmadı. Lüksiyat, sefahat ve konfor nedir bilmedi. O, hayatını dolu dolu yaşadı; fakirlik, eza, cefa, direniş ve sıkıntılarla yaşayarak pişti ve olgunlaştı. Önce ilim için düştü yollara... Mısır’da el-Ezher’de okudu. İslam’ı özünden, aslî kaynaklarından öğrendi. Öğrendiği gerçekleri adeta kılcal damarlarına kadar özümseyerek yaşamaya çalıştı hayatı boyunca. Nefsinin hoşuna gitmese de bildiği ve inandığı doğrulardan asla taviz vermedi, en kritik anlarda bile…

Şahadetinin üzerinden tamı tamına 82 yıl geçmesine rağmen, zihinlerimize kazıdığı azim, mücadele ve dengeyle hâlâ tazeliğini korumakta ve bereketli Kudüs topraklarında “yolun yolumuzdur” diyen yiğitler başta olmak üzere, İslam’ın direniş ruhuna sahip bütün evlatlarına öncülük etmektedir. Bereketli Şam toprağında doğdu, yeşerdi. Hararetli Kinane toprağında (Mısır) sulandı, olgunlaştı... Ve sonunda Kudüs topraklarını kanıyla sulayarak, 36

Gri Edebiyat

İslam âlemini çepeçevre kuşatan cehalet, fakirlik ve işgallere karşı kendi imkânları ölçüsünde Müslüman halkı uyardı. Devamlı olarak “Bir toplum kendi nefislerindekini değiştirmedikçe Allah onların durumunu değiştirmez.” “İzzet ancak ve ancak Allah’ın, Resulünün ve mü’minlerindir.” mealindeki ayetleri haykırdı topluma… Şeyh İzzeddin el-Kassam önce yerli işgalci ağalara, sonra yabancı işgalcilere; Fransızlara karşı derken en son İngilizlere ve Siyonist Yahudilere karşı ayaklandı, Hakk’ı haykırdı, direndi zalimlere. Hiç beklenmedik bir zamanda Filistin direnişinde bir çığır açtı. İnandığı kutlu yolda kendini feda ederek direnişin öncüsü oldu arkadan gelen nesle...


Şeyh İzzeddin el-Kassam’ın direnişte açtığı çığır kadar, direnişte takip ettiği metot, denge de dikkat çekicidir. Bu gün onun bıraktığı miras üzere yetişen kahramanlarla İslam adına cinayet işleyenleri gördükçe el-Kassam’ın değeri gözümüzde kat kat artmaktadır.

gibi “Raculun Isamî la Izamî” oluşudur, yani onun elde ettiği konum, dededen, babadan ya da hocadan miras kalmamıştır. O, bu başarıyı sıfırdan başlayarak adeta dişiyle-tırnağıyla çalışarak elde etmiş ve dost-düşman herkesin gıpta ettiği bir direniş ortaya koymuştur.

İngilizlere ve Siyonistlere karşı İzzeddin el-Kassam’la beraber girdiği bir çatışmayı anlatan Arabî el-Bedevî adındaki bir yiğit şöyle anlatır: “Ben çatışma esnasında bir ara kendimden geçerek ayağa kalktım ve işgalcilere o şekilde ateş etmeye başladım. Düşman kuvvetleriyle aramızda yaklaşık elli metre vardı. Yani kendimi göz göre göre tehlikeye atıyordum. Şeyh beni bu şekilde görünce var gücüyle: ‘Yere, sipere yat! Eğer bu şekilde ölürsen şehit olmazsın!...’ diye bağırdı.”

Kazanamayacağın bir savaşı neden sürdürüyorsun diyenlere el-Kassam, “Mühim olan illa da bu savaşı bizim kazanmamız değildir. Asıl mühim olan bizim ümmete ve gelecek nesillere iyi bir ders vermemiz, onlarda Cihat ruhunu diriltmemizdir.” diyordu.

Yine el-Bedevî anlatıyor: “Şeyh, kesinlikle Müslüman Arap polisleri hedef almamızı doğru bulmuyor, silahlarımızı İngilizlere ve Yahudilere çevirmemizi emrediyordu. Çünkü o polisler kandırılıp yanıltılarak oraya getirilmişti. Onlar yol kesen eşkıyalarla çatıştıklarını zannediyorlardı. Şeyh, bir masumu -yanlışlıkla dahi olsa- öldürmenin sorumluluğunun çok büyük olduğunu vurguluyordu.” “Bu dünyada unutulup gitmek istemiyorsan, okunacak bir kitap veya yazılacak bir iş yap” demişler. İzzeddin el-Kassam, belki okunacak (yani çok önemli) bir kitap yazmamış fakat Filistin davasını zirveye, teoriden pratiğe taşıyarak, yazılacak çok önemli bir iş yapmış ve dolaysıyla unutulmamıştır. Tabii ki o, bütün bu yaptıklarını unutulmamak için değil! Bilakis inancı ve davası uğruna yapmıştır. Onun adı anıldığında, Filistin davası ve Filistin’in yiğit evladı akla gelir. Çünkü o, Filistin davasıyla özdeş, etle tırnak gibi olmuş ve Filistin tarihine damgasını vurmuştur.

İzzeddin el-Kassam 20.11.1935 tarihinde ingilizlerle yahudilerin bir baskını üzerine çıkan çatışmada şehit olmuştur. O şehit olduğunda cebinde sadece bir ‘Mushaf ve on dört Cüneyh para’ bulunmuştu. En şedit düşmanı zamanın İsrail başbakanı David Ben Gurion dahi onun bu başarısını itiraf etmek zorunda kalmıştır. Gurion, İzzeddin el-Kassam’ın şahadeti üzerine şöyle der: “Araplar, ilk defa bir insanın fikri uğruna hayatını verebileceğini göstermiştir. Bu şüphesiz Arap gençliği ve kitleleri için çok önemli ve öğretici bir faktör olacaktır.” İzzeddin el-Kassam, Arap-İslam Dünyasında yakından tanınmasına ve hakkında onlarca kitap yazılmış olmasına rağmen, Türkiye’de pek tanınmamakta, hayatı ve mücadelesine dair yeterli çalışma bulunmamaktadır. Günümüz Müslümanlarının, İzzeddin el-Kassam’ın hayatı ve mücadelesinden almaları gereken çok şey olduğuna inanıyor, onu daha çok tanıtıcı çalışmaların yapılacağını ümit ediyoruz. Şahadetinin 82. yılında onu rahmetle ve saygıyla anıyoruz…

Ondan bahsedildiğinde, Allah’ın dinini eğip bükmeyen, bir takım kaçamak teviller yapmayan, dünyasını ahiretine tercih etmeyen ve davası uğrunda şehit olan örnek ve önder bir âlim akla gelir. O, İslam’ı bir bütün olarak ele almış; ilim, amel, takva ve cihadı bünyesinde toplamış, İslam’ın yetiştirdiği ender şahsiyetlerdendir. Belki de onun en belirgin özelliği; Arapların dediği

Tarih Yazan Önderler

37


İmâm-ı Rabbânî Hindistan’da birçok âlim vardı. Ancak onlar padişaha ve onun uydurduğu dîn-i ilâhîye karşı eser yazmaktan çekindiler, hakkı söylemekten korktular. Bu sebeple isimleri tarihin sayfalarında unutulup gitti. Ama İslamiyet’i ve hakkı savunmak adına dik duran, korkmadan padişaha ve destekçilerine karşı reddiye yazabilen İmâm-ı Rabbânî bugün dört asır sonra bile saygı ve rahmetle anılmaktadır.

İ

mâm-ı Rabbânî Ahmed Sirhindî’nin (ö. 1034/1624) yaşadığı dönem olan 16. yüzyılın sonu ile 17. yüzyılın başlarında Hindistan’da Bâbürlüler Devleti hüküm sürüyordu. Bu dönemde devletin başında Ekber Şah ve ardından Cihângîr padişahlık yapmıştı. Ülkede birçok îmar ve kültür faaliyetleri sürüyordu. Ancak dînî ve içtimâî hayat çalkantı içindeydi. Müslümanlar ile Hindular arasındaki mücâdeleler devam ederken, Ekber Şah -muhtemelen ülkedeki iktidârını güçlendirmek niyetiyle- Hindular’a yakınlık göstermeye başladı. Bununla da kalmayıp “Dîn-i İlâhî” adıyla yeni bir din ortaya attı. Bu gelişmelerden kaygılanan İmâm-ı Rabbânî sarsılmaya başlayan dînî esasları muhâfaza etmek için kültürel mücâdeleye başladı. Yazdığı eserler ve mektuplarla Müslüman halkı ve idârecileri İslâmî kurallara bağlı olmaya çağırdı.

Ekber Şâh’ın desteklediği doğru yoldan sapmış âlimlerden Fârig-i Tebrîzî peygamberliği inkâr eden (Redd-i Nübüvvet hakkındaki) eserini kaleme almış1, İmâm-ı Rabbânî de bu tür fikirlere karşı cevap mâhiyetinde İsbâtü’n-nübüvve (peygamberliğin ispatı) isimli eserini yazmıştır. İsbâtü’n-nübüvve isimli bu eser hem Fârig-i Tebrîzî’ye hem de onu destekleyen hükümdar Ekber Şah’a karşı yazılmış bir eserdir ve bu eseri yazdığında İmâm-ı Rabbânî henüz yirmi yaşlarında bir gençtir. O dönemde Hindistan’da birçok âlim vardı. Ancak onlar padişaha Takıyyüddin Evhadî, Arafâtü’l-âşıkîn(nşr. Z. Sâhibkârî- A. Fahreddin), Tahran 2010, II, 1063.

1

38

Gri Edebiyat

Prof. Dr. Necdet TOSUN ntosun@marmara.edu.tr

ve onun uydurduğu dîn-i ilâhîye karşı eser yazmaktan çekindiler, hakkı söylemekten korktular. Bu sebeple isimleri tarihin sayfalarında unutulup gitti. Ama İslamiyet’i ve hakkı savunmak adına dik duran, korkmadan padişaha ve destekçilerine karşı reddiye yazabilen İmâm-ı Rabbânî bugün dört asır sonra bile saygı ve rahmetle anılmaktadır. İmâm-ı Rabbânî, o dönemde Hindistan’daki bazı eğitimsiz Müslümanlar’ın Hindu dînî merâsimlerine katıldıklarını, birçok Müslüman kadının, Hinduların suçiçeği hastalığını iyileştirdiğine inandığı tanrıçaya duâ ettiğini kaygıyla anlatmaktadır2. Ayrıca Müslümanlar’ın ibâdette ve kıyâfette bazı bid’atlar îcâd ettiklerini, bazı câhiller ile dünyâya düşkün kötü âlimlerin topluma zarar verdiğini belirtmektedir3. Kötü âlimler hakkında bir mektubunda şöyle der: Büyüklerden birisi şeytanı boş otururken gördü. Şeytan insanları yoldan çıkarmak ve vesvese vermekle zihnini meşgul etmiyordu. O zât bu işin hikmetini sordu. Şeytan: “Bu dönemde kötü âlimler bana çok yardım ettiler ve beni bu işle uğraşmaktan kurtardılar” diye cevap verdi4. O dönemde Hindistan’daki dînî hayatın bu yapısı İmâm-ı Rabbânî Ahmed Sirhindî’yi İslâmiyet’i hem destekleyip güçlü bir hâle getirme, hem de hurâfelerden arındırarak tekrar saf hâline çevirme ve yeİmâm-ı Rabbânî Ahmed Sirhindî, Mektûbât-ı İmâm-ı Rabbânî, Karaçi 1392/1972, III, 363 (no. 41). 3 Ahmed Sirhindî, ae, I, 124 (no. 47). 4 İmâm-ı Rabbânî, ae, I, 96 (nr. 33). 2


nileme (tecdîd, ıslâh, ihyâ) düşüncesine güçlü bir şekilde sevk etmiştir. Bu gâyeyle İmâm-ı Rabbânî o dönemin önde gelen bürokratlarına birçok mektup yazıp onları teşvik etmiş, ayrıca dostlarına yazdığı mektuplarla ve diğer eserleriyle çevresindeki insanları İslamiyet’i doğru anlama ve doğru yaşama konusunda ikaz etmiştir. Ekber Şâh’ın ölümünden sonra yerine geçen oğlu Cihângîr, İmâm-ı Rabbânî’nin müridlerinin çoğalmasından endişe etmiş, bazı bahaneler öne sürerek onu bir sene hapsetmiştir5. Cihangîr, sorgulamak gâyesiyle İmâm-ı Rabbânî’yi sarayına getirttiğinde, o dönemin âdeti olarak kendisine selamlama secdesi yapmasını beklemiş, İmâm-ı Rabbânî ise: “Ben Allah’tan başka kimsenin karşısında eğilmem.” diyerek selamlama secdesi yapmamış, hapsedilmeyi göze alabilmiştir. Hapiste kaldığı bir yıl boyunca mahkûmlara İslamiyet’i anlatıp birçoğunun Müslüman olmasına vesile olmuştur. İmâm-ı Rabbânî tasavvufta yanlış anlaşılan bazı konulara da açıklık getirmiştir. Vahdet-i vücûd (varlığın birliği) düşüncesinin tasavvufta bir mertebe olduğunu ifâde eden İmâm-ı Rabbânî, onun aşılarak vahdet-i şuhûd mertebesine, oradan da abdiyyet makâmına ulaşılması gerektiğini söylemiştir. Bu konuyu Güneş ve yıldızlar örneği ile şöyle anlatır: “Gündüz Güneş doğunca yıldızlar görünmez hâle gelir. Bu esnâda bir kimsenin ‘Gökyüzünde yıldız yok, sadece Güneş var’ demesi ve böyle inanması vahdet-i vücûd ehlinin hâline örnektir, ilme’l-yakîn mertebesidir.”

Detayları için bk. Necdet Tosun, İmâm-ı Rabbânî Ahmed Sirhindî, İstanbul: İnsan Yayınları, 2005.

Yani İmâm-ı Rabbânî’ye göre, vahdet-i vücûd bir algı yanılmasıdır. “Gökyüzünde Güneş’ten başka bir şey göremiyorum, ancak bu durum yıldızların olmadığı anlamına gelmez, yıldızlar vardır ancak Güneş’in yoğun ışığı sebebiyle örtülmüş, görünmez hâle gelmişlerdir” diye düşünen kişi ise vahdet-i şuhûd ehlinin hâline örnektir, ayne’l-yakîn mertebesidir. Eğer bu kişinin görüşü güçlenir ve Güneş ile yıldızları ayrı ayrı görebilirse bu, diğer ikisinden daha yüksek bir mertebe olan hakka’l-yakîn (abdiyyet: kulluk) mertebesidir.6 Netice olarak, İmâm-ı Rabbânî yaşadığı dönemde Hindistan’da üç önemi iş yapmıştır: 1. Dîn-i ilâhî gibi yanlış ve sapkın dinî anlayışlarla korkmadan mücadele etmiştir. 2. Müslüman arasındaki bid’at ve hurâfeleri temizlemek için çalışmıştır. 3. Tasavvufta yanlış anlaşılan bazı ince meseleleri açıklığa kavuşturmuştur. Bir Nakşibendî şeyhi olan İmâm-ı Rabbânî yaptığı bu toplumsal hizmetler ve yenilikler sebebiyle hicrî ikinci bin yılın yenileyicisi (Müceddid-i Elf-i Sânî) olarak kabul edilmiştir. ‘Mektûbât’ isimli üç ciltlik eseri ve diğer bazı eserleri Türkçe’ye de tercüme edilmiş olan İmâm-ı Rabbânî’yi rahmetle yâd ediyoruz.

5

6

Ahmed Sirhindî, Mektûbât, I, 111-112 (no: 43). Tarih Yazan Önderler

39


Bağrımızdaki Yara: Ayneyn Tepesi Abdullah b. Cübeyr’e yöneldi. “Ayneyn tepesine elli okçu yerleşecek” dedi. Bunu niye bana söylemediğini merak ettim. Zira okçuluk deyince herkesin aklına önce ben gelirdim. Eminim ki Efendim’in aklına da ben gelmişimdir. Fakat o konuşmadan soru sormayı edepsizlik bilirdik. Sustum ve dinledim.

U

hud’un tepesine güneşin ilk ışıkları vurduğunda sadağıma koyduğum okları sayıyordum. Bugün kılıcımdan daha çok onlara ihtiyacım olacaktı. Gerçi kılıcımı da daha önce bilemiş, keskinliğini öğrenmek için sakalımdan kopardığım bir teli havaya atarak onunla ikiye biçmiştim. Çeliği pek sağlamdı. Onunla Bedir’de zırha bürünmüş kaç boyun devirdiğimi dün gibi hatırlıyorum. Fakat bu savaş macera heveslisi gençlerin tahmin ettiği gibi olmayabilirdi. Kureyş bütün cengâverlerini intikam almak üzere getirmişti. Üstelik atlılarla yapılacak bir savaşta ok kılıçtan daha avantajlıydı. İşte bunun için yayım ve oklarım Azrail’in emrinde görev yapmaya hazır olmalıydı. Özellikle kanatlı oklara güveniyordum. Onlar havada süzülürken avına hızla dalan şahin gibiydiler. Yayım, kabzasını her tuttuğumda bana güven veriyordu. O güne kadar birkaç yay kırmıştım fakat İranlı ustaların elinden çıkmış olan bu yay çelik gibi sağlam çıkmıştı. Kirişi de yıllardır pazılarımın gücüne dayanabilmişti. Ancak bu savaşın ne getireceği belli olmazdı. Kardeşimin katilleri karşıma çıkarsa bütün öfkemle kirişe asılacağımı biliyorum. Bu nedenle savaş anında yayım bana ihanet etmemeliydi. Onları son bir defa daha kontrolden geçirmem gerekiyordu. Toplanma alanına gittiğimde arkadaşlarımın dün Abdullah b. Übey’in yaptığı ihanetin şokunu atlattıklarını ve neşelerinin yerine geldiğini gördüm. Yahudilerin kenti korumak için yaptığımız ant-

40

Gri Edebiyat

Selami YALÇIN @selamiyalcin

laşmaya uymamalarına bir de onun sihirli diliyle üç yüz kişiyi kandırıp peşinde Medine’ye geri götürmesi eklenince yüreklerimizi derin bir hüzün kaplamıştı. Lakin şimdi herkes burada kalanların sadakatinden emindi. Her neferin canı pahasına savaşacağından kimsenin kuşkusu yoktu. Nedense gözlerim Abdurrahman’ı aradı birden. Aslında bu pek garipsenecek şey değildi fakat şimdi neden onu aradığımı bilmiyordum. Talha’yı, Zübeyr’i ya da Ali’yi görseydim aslında daha iyi olacaktı. Onlarla savaş alanında yapacaklarımızı konuşabilirdik. Neyse ki Peygamberimizin gelmekte olduğunu görünce zihnimdeki düşünceler dağıldı. Süleyman’ın Hüdhüd’ü geldiğinde nasıl bütün kuşlar şakımaları kesip dinlemeye geçiyorsa Efendimiz geldiğinde biz de susar, tüm dikkatimizle O’na yönelirdik. Şimdi yedi yüz kişi soluksuz O’nu dinliyoruz. O söz ustası kelama ruh üflerken biz, ağzından çıkanları aklımıza ve gönlümüze nakşediyoruz. Arkamızı dağa vermişiz. Önümüzdeki tepelerin ötesinde gözlerini intikam hırsı bürümüş olan üç bin azılı savaşçı bizi bekliyor! Bizim Mekke’deki mallarımızı satmışlar. Elde ettikleri paralarla kiralık katiller tutmuşlar. Sonra onları da yanlarına alarak atlara ve develere binip ta buraya kadar gelmişler! Efendim bir ara atlıları işaret etti. Ebubekir ve Ömer’e bir şeyler söyledi. Sonra benim de içinde olduğum okçuların ayrı bir yerde toplanmasını istedi.


Hepimiz O’nun önünde dizildik. Sayımız çok değildi. “Koca bir orduya altmış, yetmiş okçu ne yapacak ki?” diye düşünüyordum. Fakat Efendim öyle düşünmüyordu. Evet, ben bir savaşçıydım lakin planlama Efendim’in işiydi. O, bizim göremediklerimizi görüyor, akledemediklerimizi düşünebiliyordu. Abdullah b. Cübeyr’e yöneldi. “Ayneyn tepesine elli okçu yerleşecek” dedi. Bunu niye bana söylemediğini merak ettim. Zira okçuluk deyince herkesin aklına önce ben gelirdim. Eminim ki Efendim’in aklına da ben gelmişimdir. Fakat o konuşmadan soru sormayı edepsizlik bilirdik. Sustum ve dinledim. “Abdullah!” dedi. “Elli okçu seç. Genç, bileği güçlü, gözleri keskin olsun! Biz düşmanla savaşınca şu atlılar var ya, işte onlar, arkadan bize saldıracaklar! Sen onları durduracaksın!” buyurdu. Efendim’in önderliğinde Abdullah okçuları seçti. Hepsinin kanı kaynıyordu. Gövdeleri yere sermek sonra da altın, gümüş ve sedef kakmalı kılıçları ganimet olarak almak istiyorlardı. Heyecanlarını gözlerinden okuyordum. Kendilerini şimdiden muzaffer görüyorlardı. Fakat Efendim durumun ciddiyetini iyi biliyordu. Benim onların gözlerinden okuduğumu O da okumuştu. Onları Ayneyn tepesine götürdü. Vadiden gelecekleri kolay bir av gibi vuracakları şekilde onlara mevzi aldırdı. Sonra da şu kesin talimatı verdi: “Şu yerinizden asla ayrılmayın! Bizim cesetlerimizi kuşların kapıştığını görseniz de; düşmanları bozup hezimete uğrattığımızı görseniz de, size haber göndermedikçe sakın yerinizden ayrılmayın! Sakın ha!” Okçular mevzilendikten sonra kalan birlikle karargâh olarak konuşlanacağımız yere doğru harekete geçtik. Ordudakilerden kimi tekbir getiriyor, kimi de zafer için dua ediyordu. Yanımda Abdullah b. Cahş vardı. Sırdaşım, dostum, arkadaşım… Ona

dedim ki: “Gel biz de dua edelim.” O anda aklıma bir fikir geldi. Abdullah’a: “Önce ben dua edeceğim sen de âmin diyeceksin. Sonra sen dua edersin, ben de âmin derim.” Onun öyle bir dua edeceği aklımın ucundan geçseydi asla böyle bir teklifte bulunmazdım. Ben başladım ve: “Ya Rabbi! Büyük bir düşmanla karşılaşayım, savaşarak onu yeneyim ve muzaffer olayım!” diye dua ettim. O da: “Âmin!” dedi. Sonra sıra Abdullah’a geldi. O: “Ya Rabbi! Ben de bir büyük düşmanla karşılaşayım, onunla çarpışayım ve sonunda şehid olayım.” dedi. Ben de: “Âmin!” dedim. Fakat Abdullah bu kadarla yetinmedi: “Ya Rabbi! Burnum ve kulaklarım kesilsin. Yarın mahşer gününde bana: “Burnun ve kulakların nerede kesildi?” diye sorduğunda: “Ya Rabbi! Senin ve Resulünün yolunda kesildi.” diye cevap vereyim!” şeklinde dua edince iliklerime kadar ürperdim. Rengim attı. Yüzüne baktım. Çok ciddiydi. “Âmin desene”, der gibi yüzüme bakınca ben de mecburen: “Âmin!” dedim. İki ordu saf düzeninde yerini aldı. Sancaktarımız Efendime en çok benzeyenimiz, Medine’nin öğretmeni, şandan, şereften, paradan ve konfordan Allah ve Resulü için vazgeçen, meleklerin övüncü Mus’ab b. Umeyr’di. Nefesler tutulmuştu. Kulakları iyi işiten biri kalp atışlarımızın sesini duyabilirdi. Önce düello şeklinde teker teker vuruşmalar oldu. Müşrik Kureyş ordusunun sancaktarı Talha b. Ebi Talha idi. İlk olarak o öne atıldı: - Benimle çarpışmak için er meydanına kim çıkacak? Ey Muhammed’in arkadaşları! Siz bizi öldürdüğünüzde Allah’ın bizi cehenneme atacağını, biz sizi öldürdüğümüzde de Allah’ın sizi cennete koyacağını söylüyorsunuz! Öyle ise, benim kılıcımla ölüp hemen cennete girecek, ya da beni öldürüp cehenneme gönderecek yok mu?! diye seslendi. Ben hemen atılmak istedim fakat savaş kuralları gereği önce Efendimin yakın akrabalarından birinin çıkması gerekiyordu. Bunun üzerine cengâver Ali atılarak: - “Ben!” dedi. “Allah’a yemin ederim ki ben de seni kılıcımla cehenneme göndermedikçe ya da senin kılıcınla cennete gitmedikçe seni bırakmayacağım!”

Tarih Yazan Önderler

41


Ali kükreyen bir aslan gibi hızlıca hasmının üstüne yürüdü. Başının ortasına öyle bir kılıç darbesi indirdi ki başı çenesine kadar yarılıp ayrıldı. Talha bir kütük gibi yere yığıldı. Efendimi ve Müslümanları bir coşku sardı. Yeri inleten tekbirler Uhud’tan yankılanıyordu.

Benimle çarpışmak için er meydanına kim çıkacak? Ey Muhammed’in arkadaşları! Siz bizi öldürdüğünüzde Allah’ın bizi cehenneme atacağını, biz sizi öldürdüğümüzde de Allah’ın sizi cennete koyacağını söylüyorsunuz! Öyle ise, benim kılıcımla ölüp hemen cennete girecek, ya da beni öldürüp cehenneme gönderecek yok mu?! diye seslendi. Talha’dan sonra, sancağı kardeşi Osman b. Ebi Talha aldı. O da kibirli bir edayla meydana çıkarak rakip istedi. Aslan avcısı, yiğit Hamza ileri atıldı. Yırtıcı hayvanları yere sermede ün yapmış olan Hamza ona bir kılıç savurdu! Osman’ın bir yanı vücudundan kopup yere yığıldı. Yere düşen parça omuzuyla koluydu. Böğründen ciğeri görünüyordu! Hamza aslan gibi kükreyerek: “Ben hacılara su dağıtanın oğluyum!” dedi ve geri döndü. Bu sefer yerdeki sancaklarını Ebu Sa’d b. Ebi Talha aldı. Onu da ben gebertmeliydim. İzin almak için Efendimin gözüne baktım. Onayını alır almaz yayıma sarıldım. Ebu Sa’d’ın yanına kadar gitmeye ne sabrım ne de onun bir nefes daha almasına tahammülüm vardı. Tepeden tırnağa zırha bürünmüştü. Zırhlı bir adamın en zayıf yanını biliyordum. O anda boğazındaki âdemelması bir kavun gibi büyümüştü gözümde. Nişan aldım ve yayımı gerdim. Fırlattığım ok tam da gözümün nişan aldığı yere saplandı. Kuduz bir köpek gibi dili ağzından dışarı sarktı. Ne konuşabiliyor, ne bağırabiliyor, ne de rahat nefes alabiliyordu. Yanına vardım. Sancağı tutan sağ eline bir kılıç darbesi indirdim. Kopup yere düştü. Ebu Sa’d sancağı sol eline aldı. O elini de kestim. Yaman biriydi Ebu Sa’d, pes etmiyordu. Sancağı iki kollarıyla göğsüne bastı. Sonra da, sırtının üzerine düştü. Benim işimi iyice kolaylaştırdı. 42

Gri Edebiyat

Sonra Asım b. Sabit yiğitler meydanındaki yerini aldı. Önce müşriklerin sancağını alan Müsafi’ b. Talha’yi, arkasından da kardeşi Cülas b. Ebi Talha’yı attığı oklarla cehenneme gönderdi. Müşrikler felaketi yaşıyordu. Bizden herhangi birisine bir kılıç darbesi dahi indiremeden en yiğit savaşçılarından beşini yitirmişlerdi. Artık kılıçlar kınında duramıyordu. İki taraf da birbirine saldırdı. Bizim ön safımızda duranların her biri aslan kadar güçlü, kaplan kadar çevikti. Müşriklere bir dalışımız vardı ki melekler imrenmişti. Karşımızda direnemiyorlardı. Geri geri giderek savunma yapıyorlardı. Sonra selin önünden bendi kaldırırsınız ya, işte öylece kaçmaya başladılar. Düzenleri dağıldı. Kovalamaca başladı. O sıralarda savaşın başladığı noktadan hayli uzaklaşmıştık. Birden arkadan bağrışmalar, haykırışlar duyuldu. Geriye dönüp baktığımda büyük bir şaşkınlık yaşadım. Üstümüze atlılar geliyordu. Aklıma ilk gelen “okçulara ne oldu?” sorusu oldu. Fakat bunu araştıracak vakit yoktu. Hemen Efendimin yanına koştum. Düşmanı kovalarken birliğimiz dağılmış, düzenimiz kaybolmuştu. Atlıları görünce kimi onlara yöneldi, kimi dönmemizi fırsat bilerek kaçmaktan vazgeçen ve geri dönen düşmanla çarpışmaya başladı. İki düşman arasında sıkıştık. Önden ve arkadan müşriklerin saldırısına uğrayınca zayıf bir anda yakalandık. Dost, düşman belirsiz hâle geldi. Aceleden ve dehşetten, bilmeyerek, birbirimizi yaralayanlar hatta öldürenler oldu. Çok çetin vuruşmalar yaşanıyordu. Öbek öbek vuruşanlar meydanı kaplıyordu. Yerleri kanlar suluyordu. Bir ara Efendimi her yandan kuşattılar. Kılıçların O’na yöneldiği, okların her yandan kendisini hedef aldığı bir sırada, yalnız Talha b. Ubeydullah’ın O’nun önünde kendisini siper ve kalkan yaptığını gördüm. Kılıcını çekmişti. Lakin gelen saldırılara karşı Efendimi önünden mi, arkasından mı, sağından mı, solundan mı koruyacağını bilemiyordu. Hızlı hamlelerle yanlarına vardım. Birkaç yiğitle üzerlerine saldırdık. Müşrikler nihayet dağıldılar. Fakat akınları bitmiyordu. Müşriklerden bir birlik gördüm. İçlerinde Ebu Cehil’in oğlu İkrime de vardı. Tam onlara saldıracaktım ki aslan Ali onlara doğru hücum etti. Kılıcını sıyırıp aralarına daldı.


Çevresini sardılar. Ancak onların her biri Ali’nin kılıcının tadına vardı. Sonra, içlerine ikinci bir dalış daha yaptı. Ecel gelmediği için, vardığı gibi sapasağlam geri döndü. Ben bir tarafta, Ebu Dücâne başka bir tarafta müşrik savaşçıları üzerimizden atmaya uğraşıyorduk. Sonra birden müşrik atlılar Efendime doğru hamle yaptılar. İbni Kamia sancağı elinde tutan Mus’ab’a saldırdı ve onu şehid etti. Sonra da: “Muhammed’i öldürdüm!” diye bağırmaya başladı. Arkadaşlarıma büyük bir hüzün çöktü. Kimi kaçtı, kimi kederden olduğu yere çöküp kaldı. Efendimin etrafında otuz kadar kişi kalmıştık. Savaş en çetin şekliyle devam ediyordu. Bir yanda Ali, bir yanda Talha, bir yanda Zübeyr, bir yanda Abdurrahman, bir yanda da ben üçer beşer kişiyle vuruşuyorduk. Hepimiz vuruşmakla meşgul iken İbn Kamia iyice Efendimize sokulmuş. O zaman yanında sadece sekiz kişi kalmış. Onu savunan Ümmü Ummare, İbn Kamia’ya birkaç kılıç darbesi indirmiş, lakin kefere çift zırh giydiği için kılıç darbeleri onu durduramamış. Efendim’e iyice sokulup yüzüne bir darbe indirmiş. Efendimin zırhı olmasaydı halimiz perişandı. Allah o zırh sayesinde O’nu korumuştu. Lakin zırhı yüzüne batmıştı. Kanlar içinde kalmıştı. İşte ben tam o anda tekrar yanına yaklaşmıştım. Ebu Bekir, Ali, Abdurrahman, Ebu Dücane, Talha, Ebu Ubeyde, Zübeyr ve sırdaşım Abdullah b. Cahş Efendimin etrafında pervane gibi dönerek savunma yapıyorlardı. Bir ara Abdullah’ın kılıcı kırıldı. Efendim hemen ona bir hurma dalı verdi ve: “Bununla vuruş Abdullah!” buyurdu. Abdullah şehid oluncaya kadar onu kılıç gibi kullandı. Ben bazen gelen saldırıyı durdurmak için savunma yaparken uzaklaşıyordum. Lakin Ebu Dücane, Talha ve Ebu Ubeyde bir kalkan gibi Efendimin etrafında duruyorlardı. Bazen bir kelebek gibi etrafında uçuşuyorlardı. Talha, Efendimi korumak için en cevvalimiz ve en fedakâr davrananımızdı. Biz oraya buraya yönelerek vuruştuğumuz zamanlarda, o yanından hiç ayrılmamıştı. Ben Efendimin yanına her döndüğümde, Talha’nın, onun çevresinde dolanarak kendisini ona siper ve kalkan yaptığını görüyordum. Müşriklerden attığını vurabilen okçu Malik b. Züheyr, Efendime bir ok attı. Talha’nın

Efendime doğru gelen okun önüne geçip eliyle onu durdurması gözümün önünden asla gitmez. Nitekim ok onun parmağına değip sakatlamıştı. Hele Ebu Dücane’yi anlatmadan geçemem. Cesaret mi, yiğitlik mi, fedakârlık mı, kahramanlık mı, ne derseniz onda vardı. Allah’ın ne yazdığını bilmediğim için sınırımı aşmak istemem lakin Azrail o gün kesinlikle ondan tırsmıştır, yoksa sağ kalması imkânsızdı. Hele bir an vardı. Bize doğru akın yapılıyordu. Gelenler hem okçu, hem mızraklı, hem de keskin kılıçlı; bir de iri cüsseli adamlardı. Efendimi onlara karşı savunmak ne zordu ya Rabbi! İyi ki daha önce Efendimin verdiği talimata uyarak her gün ok atma talimi yapmışım. Yoksa sekiz yüz kadar ok atacak mecali o gün bulamazdım. Bu talimler sayesinde pazılarım yayımın kirişi gibi dayanıklı, bileğim demir gibi sağlamdı. Her ne kadar gücüm, kuvvetim yerinde olsa da üstümüze sel gibi gelen dinç ve dinlenmiş bunca savaşçıya kâh kılıçla, kâh okla karşı koymak kolay olmuyordu. İşte o esnada Efendimin bir yanında ben vardım, öbür yanında Talha. Sadağımdan ok çıkarıyor, aceleden bazen tam nişan dahi alamadan atıyordum. Fakat attığım her ok onları korkutuyor ve durduruyordu. Bunun üzerine onlar da ok atmaya başladılar. Ebu Dücane Efendim ile müşriklerin arasına oturdu. Sırtını onlara dönerek Efendimin üstüne kapaklandı. Etrafımızda oklar uçuşuyordu. Bir de baktım ki Ebu Dücane’nın sırtına oklar saplanıyor fakat onun sanki umurunda bile olmuyordu. Yanımıza düşen okları Efendim yerden alıp bana veriyor ve: “At, anam babam sana feda olsun ey Sa’d! Durma, at!” diyordu. Ben de daha dikkatli hedef belirlemeye başlayarak atışlar yapmaya başladım ve her atışımda: “Allah’ım! Atacağım ok, senin okundur. Onu düşmanına eriştir!” diyordum. Efendim de: “Allah’ım! Dua ettiği zaman, Sa’d’ın Tarih Yazan Önderler

43


duasını kabul et! Allah’ım! Sa’d’ın atışını, okunu doğrult!” diye niyazda bulunuyordu. İşte o günden beridir dualarımın reddedildiğini bilmem. Çok nazik bir andı. Zamanla yarışıyorduk. Efendim kendi sadağındaki okları da yanındaki bir yaya yerleştirip bana veriyordu. Böylece zaman kaybetmeden ben de onları düşmana atıyordum. Okları yaya yerleştirmede Efendim herkesten daha hızlıydı. Tam düşmanı savuşturmuşken yanımıza Ka’b b. Malik geldi. Birden yüksek sesle: “Resulullah yaşıyor!” diye haykırmaya başladı. Efendim ona susmasını söyledi. Zira düşmanın üstümüze daha çok saldırma riski vardı. Fakat o dinlemedi. Nitekim o haklı çıktı ve onu duyan arkadaşlarımız birden etrafımızda toplanmaya başladılar. Kalabalıklaştık ve böylece Efendimi düşmanlardan kurtarmış olduk. Bu arada içimde oluşan bir yarayı da anlatmak isterim. O da kardeşim Utbe b. Ebi Vakkas ile il-

gili. Allah’ın düşmanı ne zaman yaptı, nasıl oldu bilmiyorum. Benim kılıçla vuruştuğum bir zamanda Efendime koca bir taş fırlatmış. Ah keşke ben o zaman onu görseydim de kılıcımı onun kanıyla sulasaydım. Ama kader bu ya eceli gelmemiş keferenin, ne edeyim! Onun attığı taş Efendimin alt dudağını yaralamış ve dişini kırmış. Ah ki ne ah! Ben Efendim için can verip can alırken, hain kardeşim ona kast etmiş. Bir kardeşim Bedir’de onun uğrunda şehadet şerbeti içmişken kâfir olan öteki ise göz bebeğime ilişmiş. Bir kez daha anladım ki akrabalık, soy ve sopla olmuyormuş; insanı yakınlaştıran veya uzaklaştıran şey inançlarıymış. Bugün Medine’li Ebu Dücane bana Utbe’den çok daha yakındır. Anam, babam bir olsa da Utbe benden, ben de ondan fersah fersah uzağız. Bugün benim asıl kardeşim beraber dua edebildiğim, duama âmin diyebilen Abdullah b. Cahş’tır. Bugün Allah’ın duasını kabul ettiği kardeşim Abdullah!

◆◆◆

44

Gri Edebiyat


Röportaj

Âdem Özköse: Şehadet Bir Ölüm Biçimi Değil! Bir Yaşam Biçimidir @ademozkose Şehîdlik aslında ölümle irtibatlandırılıyor ama bence daha çok yaşamla irtibatlı bir şey. Şehadet hakkında ne düşünüyorsunuz? Şehîdlik bir Müslüman için dünyayı terk edebilecek en anlamlı, en güzel vedadır. Şehîdlik aslında ölümle irtibatlandırılıyor ama bence daha çok yaşamla irtibatlı bir şey. Şehîdlik güzel yaşanmış bir hayatın güzel bir sonudur. O yüzden güzel yaşanmadan hak edilmez. Şehîd olabilmek için öncelikle güzel bir yaşama sahip olmalı insan. O güzel yaşamın karşılığında da Allah-u Teâlâ’nın bir armağanı, bir ikramıdır şehîdlik. Şehîdler Allah tarafından seçilirler. Birçoğunun hayatına baktığımız zaman niçin seçildiklerini çok net bir şekilde görebiliyoruz. Güzel bir şekilde yaşadıkları için, iyi ameller işledikleri için Allah-u Teâlâ onları seçiyor. Ben çok şehîd tanıdım. Belki yüzü geçmiştir tanıdığım şehîd sayısı. Hepsinin gördüğüm ortak özelliklerinden birisi çok mütevazı olmaları, çevrelerindeki insanlar tarafından sevilmeleri, İslam’ın sünnet gibi birtakım inceliklerine dikkat etmeleri, bir dertleri ve davaları olmasıydı. Bugün insanlar ne yazık ki bir sivil toplum kuruluşuna, bir partiye, bir vakfa girerken; “Buradan ne alabilirim, buradan ne şekilde faydalanabilirim?” diye düşünürler. Ama benim tanıdığım şehîdler “Ben buraya ne katabilirim?” duygu ve düşüncesinde olan ve hayatlarında da bu durumu gösteren kişilerdi. Ayrıca benim gördüğüm şehîdlerin en çok dikkat ettikleri husus namazdı. Namaza çok dikkat ederlerdi. İyi bir şekilde yaşanmadan şehîd olunmuyor. Bir de unutmamak gerekir ki bir toplumu, bir davayı ayakta tutan şeylerden biri şehîdlerin kanlarıdır. 15 Temmuz’da Ömer Halisdemir’ler, Halil Kantarcı’lar canlarını, kanlarını vermeselerdi eğer

toplum çökecekti. O zaman bu topraklarda ne devlet kalacaktı ne de başka bir şey. Onlar fedakârlık yaptılar. 15 Temmuz’un kahramanları oldular. Bu fedakârlıkları da onları ölümsüz yaptı. Ayette diyor: “Allah yolunda öldürülenlere ‘ölüler’ demeyin. Hayır, onlar diridirler. Ancak siz bunu bilemezsiniz.” Onlar hem Allah hem de insanlar katında diridirler. Eğer ölümsüz olmak istiyorsanız, bir şehîd ölümsüzdür. Çünkü insanların yüreklerinde sürekli yaşıyordur. Diğer taraftan ayetlerden de gördüğümüz üzere Allah katında da diridirler zaten. Şunu unutmamamız lazım: Şehîdleri sadece anma gecesi gibi etkinliklerde hatırlamak doğru değil. Asıl yapılması gereken onların mirasları olan davalarını hatırlamak ve hatırlatmaktır. Şehîdleri salt bir anma programının öznesine dönüştürmeyi çok doğru bulmuyorum. Tabi ki bu anma programla-

Tarih Yazan Önderler

45


rı yapılmalı ama asıl mesele şehîdlerin davalarını anlamak. Asıl mesele uğruna can verdikleri hayatı hâkim kılmaktır. Bizim millet olarak, ümmet olarak şehîdlerimiz çok. Zaten bu kadar çok olmasa ne milletimiz ne de ümmetimiz ayakta kalamazdı. 15 Temmuz’da da o insanlar canlarını vermeseydi ayakta kalamayacaktık. Ben Halil’in şehadeti istediğine şahidim. Allah hepimize şehîdlik şuuru versin. Çünkü şehîdlik bir şuurdur her şeyden önce. Zaten o şuurla yaşarsanız şehîd olabiliyorsunuz. “Her kim kalbinden sadık olarak Allah’tan şehîdlik isterse, yatağında ölse bile Allah o kişiyi şehîdler mertebesine eriştirir.” şeklinde bir hadis var. O sebeple şehîdlik bir yaşam tarzıdır. Şehadetin nasıl bir yaşam tarzı olduğunu da şehîdler hayatlarıyla gösteriyorlar. Hepimizin önüne örnek olarak koyuyorlar. Onları takip etmesi de bizlere kalıyor. Şehîd Halil Kantarcı ile ilişkiniz nasıldı? Tanışıklığınız nereye dayanıyor? Halil ile 28 Şubat sürecinde cezaevinde tanıştık. Eskişehir cezaevinde birlikte kaldığımız günler oldu. 16-17 yaşlarında cezaevine girmişti. Polisler evine gelip şubeye gelmesini istemiş. Daha sonra babası şubeye götürmüş. O gidiş Halil’in 8-9 senesine mâl oldu. O dönemler çok zordu. Başörtüsü yasağı vardı, imam hatipler kapatılıyordu. Bir mücadele verilmişti. Bu mücadele sonucunda kimimize zindana girmek düştü. Cezaevlerinde canlarını veren arkadaşlarımız oldu. Ben çıktıktan sonra cezaevinde kalmaya devam etti. Halil’le hapisten çıktıktan sonra da görüşmeye devam ettik. Onun mahkûmiyeti bittikten sonra da davaları sürüyordu. Birkaç sefer mahkemesine gitmiştim. Dönem dönem bir araya da geliyorduk. En son Mihrimah Sultan Camisi’ndeki ve Hüdai Camisi’ndeki sabah namazı buluşmalarında bir araya gelmiştik. Ben Halil’in şehadeti istediğine şahidim. Aramızda şehîd olmak istediğine dair konuşmalar geçmişti. 15 Temmuz gecesi biz köprüdeydik, onlar da Çengelköy’deydi. Sabahleyin arkadaşlar aradılar “Halil’e ulaşamıyoruz.” diye. Sonra şehîd olduğunu

46

Gri Edebiyat

öğrendik. Hastaneye gittim, morga girdim, bedenini gördüm. Tam bir şehîd gibiydi. Sanki her an kalkacakmış gibi bir hali vardı. Onlar bu millet için bir çığır açtılar. İnşaallah kıyamete kadar bu millet var olduğu müddetçe onlar unutulmayacaktır. Ailesi de çok büyük örneklik gösterdi. Eşi ve ağabeyi şehîd ailesine yakışacak bir şekilde durdular. Tabi Halil gibi arkadaşların mücadelesini, fedakârlıklarını bundan sonraki nesillere aktarmak lazım. Bu bağlamda buna vesile olmanız ve bunu dert edinmeniz güzel bir şey. İnşaallah bu artarak ve daha kapsamlı bir şekilde bir devam eder. Çünkü şehîdler bir milletin onurudur. Bir millet şehîdlerine ne kadar sahip çıkarsa geleceğine de o kadar sahip çıkmış olur. Lider içimizde en çok fedakârlık yapan, en çok takva sahibi olan, en çok koşturan, kendini inandığı davaya en çok veren insandır. Siz ümmet coğrafyasını geziyorsunuz. Dünya’nın birçok yerindeki Müslümanlarla görüşüyorsunuz, tanışıyorsunuz. Önder, lider deyince aklınıza kimler geliyor? Lider, fedakârlık yapabilen insandır. Bir insanın liderliği, fedakârlığı ile doğru orantılıdır. Bugün farklı bir veçhesi var. Lider dendiği zaman etrafın-


da herkesin hazır ola geçtiği kişi gibi anlaşılıyor. Lider içimizde en çok fedakârlık yapan, en çok takva sahibi olan, en çok koşturan, kendini inandığı davaya en çok veren insandır. İslam dünyası her ne kadar son yüzyılda kaht-ı rical yani adam sıkıntısı çekse de Hasan El Benna, Aliya İzzetbegoviç, Erbakan Hoca, Şeyh Ahmet Yasin, Malcolm X gibi büyük önderler çıkarmıştır. Bu saydığım isimler sadece kendi coğrafyalarına değil ümmete mâl olmuş isimlerdir. Mesela Hasan el-Benna 43 yaşında şehîd edilmiştir. Ama görüyoruz ki onun davası engellenememiştir. Bugün milyonlarca İhvan-ı Müslimin mensubu vardır. Malcolm X şehîd edilmiştir ama hâlen etkisi devam etmektedir. Rahmetli Erbakan Hocanın ektiği tohumlar bugün bu ülkenin yönetiminde. Recep Tayyip Erdoğan başta olmak üzere ülkemizin yöneticilerinin önemli bir kısmında Erbakan hocanın emekleri var.

yor. Toplum liderine ayak uyduruyor. Mesela Recep Tayyip Erdoğan gerçek bir liderdir. Çünkü 15 Temmuz gecesi onu destekleyen desteklemeyen herkesi sokaklara döktü. Liderlerle kitleler arasında görünmez bir irtibat oluyor, bir köprü oluyor. O köprü hiçbir sosyolojik, psikolojik terim ile açıklanamıyor.

Çünkü şehîdler bir milletin onurudur. Bir millet şehîdlerine ne kadar sahip çıkarsa geleceğine de o kadar sahip çıkmış olur.

Dünyada nerede bir Müslüman yaşıyorsa maalesef orada kan var, zulüm var. Sizce bu lider eksikliğinden mi kaynaklanıyor?

Ümmet bugün gerçekten lider sıkıntısı çekiyor. “Şu an yaşadığımız dönemde İslâm dünyasında ümmete mâl olmuş kaç tane lider var?” desem, aklınıza geleceklerin sayısı 10’u geçmez. Bizim için çok büyük bir engel. “Bir yerde savaş var. Haydi, savaşa gidiyoruz.” dediğimiz zaman yüzlerce, binlerce insan geliyor. Ama ümmet lider çıkaramıyor maalesef. Lider çıkaramadığı zamanda her türlü işgale açık oluyor. İslâm dünyası liderlerle yürü-

Bunun tabi birçok sebebi var. Bir kere şunu bilmemiz lazım: İslam dünyası yüz sene önce çökmüş bir dünyadır. Osmanlı’nın tarihten çekilmesiyle birlikte siyasi ve askeri etkisini kaybetmiştir. Siyasi ve askeri birlikteliğini kaybetmesinin yanında düşünsel anlamda da çok zaaflar barındırmaya başlamıştır. Dinamizmini kaybetmiştir. Tüm dünyada birlikler olmasına rağmen İslam dünyasında bir birlik yok. Bizim birliklerimiz daha çok kâğıt üstünde bir dernek gibi. İslam İşbirliği Teşkilatı gibi

Eğer kaliteli liderler yetiştirebilseydik durumumuz bu şekilde olmazdı. İslam dünyasında herkes asker olmaya talip ama kimse lider olmaya talip olmuyor. Askerimiz yeterli ama asıl ihtiyacımız olan komutan. Bazen çok askere ihtiyaç duyulur. Bazen de çok komutan ihtiyacı olur. Şu an komutanlara, liderlere ihtiyacımız var. Üstat diyor ya: “Bir genç arıyorum, gençlikte köprübaşı” işte şu an köprübaşı olacak o gençlere ihtiyacımız var. Eğer o gençlerimizi bulup yetiştirebilirsek halimiz şu ankinden çok daha iyi olur.

Tarih Yazan Önderler

47


Mesele iradeyi teslim etmemektir. Zihinsel olarak işgali kabul etmemektir. Bizim Halep gibi Bağdat gibi işgale uğrayan şehirlerimiz tarihte de birçok kez düşmüştür ama Müslümanlar bu şehirleri zihinlerinde düşürmedikleri için bu şehirler tekrar dirilmiştir. Mesele şehirleri zihinde düşürmemektir. yapılar var ama bunların hiçbirinin Avrupa Birliği gibi tarihi değiştirebilecek bir niteliği yok ama bir arayış var. Bu anlamda Türkiye, Müslümanlar için büyük bir umut oldu. İslam dünyasının etrafına iktisadi ve siyasi olarak sınırlar çizildi, duvarlar örüldü. Müslümanlar bir kuşatma altındaydı. Yıllardır ‘batı’ işbirlikçisi diktatörler tarafından yönetiliyordu. Türkiye’nin ekonomik olarak bağımsızlaşması siyasi bağımsızlaşmayı getirdi ve bölgede bir aktör olmaya başladı. Bölgesel aktörlükten küresel aktör olmaya yönelik bir hareketlenme oldu. Bu, İslam dünyasına örnek olmaya, İslam dünyasının önünü açmaya başladı. Bir model oldu. Şu an bu durdurulmaya çalışılıyor. Bizim şu anda yaşadıklarımızı bununla irtibatlandırıyorum. Ülkemize dört bir taraftan saldırıyorlar. Ekonomik bağımsızlığımızı yok etmeye çalışıyorlar. Terör örgütlerini kullanarak bizi savaşa çekmeye çalışıyorlar. Bir irade, bir güç İslam dünyasının kendine gelmemesi için elinden geleni yapıyor. Bu güç Türkiye bu kuşatmayı kırdığı zaman İslam dünyasının da kendine geleceğini tespit etmiş ama mutlaka bu karanlıktan bir güneş doğacak. Bu karanlıktan bir aydınlık mutlaka çıkacak. Tabi bizim milletimiz davası, derdi olan bir millet. Sevdası olan bir millet. Eğer derdimiz, davamız, sevdamız büyükse; sıkıntımız da büyük olur. Şu anda da bu sıkıntıyı yaşıyoruz. İslam dünyası acılar çekiyor ama teslim olmuyor. Aliya İzzetbegoviç diyor ya: “Biz ölüyoruz ama onlar da kazanmıyorlar.” Mesele iradeyi teslim etmemektir. Zihinsel olarak işgali kabul etmemektir. Bizim Halep gibi Bağdat gibi işgale uğrayan şehirlerimiz tarihte de birçok kez düşmüştür ama Müslümanlar bu şehirleri zihinlerinde düşürmedikleri için bu şehirler tekrar dirilmiştir. Mesele şehirleri zihinde düşürmemektir. Biz de bu ümmete aitiz. Bir şeye aidiyet, bir fedakârlığı gerektirir. İçinden geçtiğimiz dönemde İslam dünyasının kaderinin ortak olduğunu düşünüyorum. Aslında Şam’ın, Halep’in kaderiyle İstan48

Gri Edebiyat

bul’un kaderi arasında bir fark yok. Hepsinin birbiriyle irtibatı var. Cumhurbaşkanımız diyor ya “Eğer biz El-Bab’da olmazsak, Kilis’te de olamayız Kilis’i de koruyamayız.” Bütün hepsi birbiriyle bağlantılı. Hepimiz bunu dert edinmeliyiz. İslam milletinin tekrar ayağa kalkması, tekrar kendine gelmesi, tekrar bir siyasi ve askeri bir güç olabilmesi için; medeniyetimizin yeniden canlanması için kafa yormalıyız, çalışmalar yapmalıyız ve bunu dert edinmeliyiz. Şu an Suriye’de dünyanın ve tarihin en büyük acıları yaşanıyor. Orada, bir halk resmen yok edilmeye çalışılıyor. Bize, Suriye’ de esir kaldığınız zamanlardan biraz bahsedebilir misiniz? Öncelikle benim yaşadıklarım Suriye halkının yaşadıkları ile kıyaslanamaz bile. Bizim durumumuz kamuoyu gündemine geldiği için biraz daha biliniyor. Onun için gündem oluyor. Asıl konuşmamız gereken Suriye halkının yedinci seneye girecek olan bu mücadelesi. Şu an Suriye’de dünyanın ve tarihin en büyük acıları yaşanıyor. Orada, bir halk resmen yok edilmeye çalışılıyor. Biz, Suriye’de yaşananları anlatmak için belgesel çekerken kaçırıldık. Ben iki ay Suriye’de zulüm gördüm, zulme şahit oldum ama bizim iki ayda yaşadığımızı Suriye halkı yedi senedir yaşıyor. Biz Suriye zindanlarından çıktık ama bizim gibi binlerce insan var ve onlar bu zulme yıllardır maruz kalıyor. Hepimiz gördük insanların Halep’ten dramatik bir şekilde çıkarıldığını. Bizim insan olarak, Müslüman olarak vazifemiz; biraz da olsa başkalarının acılarını hissetmektir. Başkalarının acılarını hissedemiyorsak, başkalarının acılarını paylaşamıyorsak ne insanlığımız insanlıktır, ne de Müslümanlığımız tam olarak Müslümanlıktır. Müslüman olmak paylaşmaktır. Suriyeliler orada üşürken biz burada rahat yataklarımız da yatıyorsak bir sıkıntı var demektir. İnsanlar orada ekmek bulamazken bizim burada yediğimiz önümüzde yemediğimiz arkamızda


1. Kur’an-ı Kerim, Hadis-i Şerif, ilmihal gibi İslam’ı doğru bir şekilde öğrenebileceğimiz okumalar yapmamız lazım. 2. Bize siyasi bir perspektif kazandıracak tarih, siyaset, coğrafya okuması yapmamız lazım. Bize medeniyet bilinci kazandıracak, yaşadığımız dünyayı daha iyi anlamamızı sağlayacak tarzda bir okuma olmalı. Bu okuma hem kendi klasik eserlerinizi hem de batıya ait klasik eserleri içermeli. rahatça yaşıyorsak hem insanlığımızda hem de Müslümanlığımızda bir sıkıntı var demektir. Unutmayalım ki Suriye’de yaşananların aynısını bizim memleketimizde de yapmak istiyorlar. Bizim memleketimizi de Suriye’ye çevirmek istiyorlar. Halep’e bakarak Adana’nın, Konya’nın, İstanbul’un ne hale getirilmek istendiğini görebiliriz. Şu çok önemli: Bizim halkımız üç milyondan fazla Suriyeliyi misafir ediyor. Zaten 15 Temmuz’da da şu Hadis-i Şerif’e şahit olduk: “Yer halkına merhamet edin ki, gök halkı da size merhamet etsin.” Bu millet topraklarından çıkarılan, muhacir duruma düşen, bombalardan ve zulümden kaçan insanlara merhamet etti; 15 Temmuz gecesi Allah da bize merhamet etti. Biz Suriye’de direnen son insan kalana kadar Suriye halkının mücadelesini desteklemeye devam edeceğiz inşaallah. Peki, son olarak ümmetin gençlerine tavsiyeleriniz nelerdir? • Namaz çok önemli. Namazlarımıza çok dikkat etmemiz lazım. • Birinci olarak mutlaka iyi okumak gerekiyor. Günde en az yetmiş sayfa kitap okumayan bir arkadaş çok iddialı cümleler kurmasın. İnsan okudukça ne kadar cahil olduğunu fark ediyor. Okumak çok önemli. Farklı düşüncelere, farklı ideolojilere açık olmamız lazım. Bir düşünce dinamizmine sahip olmamız lazım. Salt okumak yetmez! Yaşamak da lazım. Okumalarda üç şey çok önemli.

3. Kendi alanlarımızla ilgili okumalar yapmamız lazım. Örneğin bir eğitimci, eğitim alanıyla ilgili okuma yapmalı. Ayrıca bir insan bir alanda 30-35 kitap okuduğu zaman o konuyla alakalı az çok söz söyleyebilecek duruma gelir. Bu okuma onun için bir girizgâh olur. • Bir derdimiz olmalı. Misyonumuzu keşfetmeliyiz. “Ben bu dünyada ne için varım?” sorusuna cevap bulmalıyız. Kendimize bir misyon belirlemeli ve bu misyonu yerine getirmek için çabalamalıyız. • Mücadele etmemiz çok önemli. Birçok insan teoride, kitaplarda bulamadığını aksiyon içinde, mücadele içinde öğrenir. Okuyup fildişi kulelere çıkmak yok. Hayatın içinde olmalıyız, aktif ve dinamik olmalıyız, mücadele etmeliyiz, yanlışlara karşı gelmeliyiz, mazlumun safında yer almalıyız. Belki insan dünyayı değiştiremez. İstenirse o da olur ama insan mutlaka bir saf tutmalı. • Bir de ben kitap ve sohbet halkalarını çok önemsiyorum. İstikrarlı bir şekilde okumak çok önemli. Bu din ferdî olarak yaşanabilecek bir din değil! Vakıflara, derneklere, gençlik merkezlerine gitmek lazım. Bu kurumların insana vereceği çok şeyler var. Bu kurumların özellikle genç nesle çok faydası var. Bize vakit ayırıp bu söyleşiyi yaptığınız için teşekkür ederiz. Allah razı olsun. Allah sizden de razı olsun, çalışmalarınızı bereketlendirsin.

Tarih Yazan Önderler

49


Cennete Götüren Bir Makam: Şehidlik “Kim Allah’a ve Resûl’e itâat ederse işte onlar, Allah’ın kendilerine lütuflarda bulunduğu peygamberler, sıddîkler (doğrular ve doğrulayanlar), şehidler ve salih kişilerle beraberdir. Bunlar ne güzel arkadaştır.” (Nisa 4/69)

H

ayatı ve ölümü yaratan, her ikisine de yücelikler katan Allah’a sonsuz hamd ve sena olsun. Hayatı en güzel bir biçimde yaşayarak bizlere her yönüyle örnek olan Efendimiz Sallallahu Aleyhi ve Sellem’e selat ve selâm olsun. Kimi insanlar dünyayı göremeden, kimileri asırları devirerek âhiret yolculuğuna çıkar. Kimileri yapışır, bırakmak istemez, dört elle tutunur dünyaya, nimetlere, zevklere, kimileri de elinin tersiyle geri çevirir, ayağına serilen imkânları reddeder. Kimileri dünyada sahip olduklarını batıl dava ve ideolojiler için tüketir, kimileri de kendisine verilen tüm emanetleri Allah yolunda fedâ eder.

arkadaştır.” (Nisa 4/69) Allah Resûlü’ne gelip sordular: “Yâ Resûlallah! Kim Allah yolundadır?” Efendimiz Sallallahu Aleyhi ve Sellem cevap verdiler: “Kim Allah’ın adını yüceltmek (i’lâyı kelîmetullah), O’nun hükmünü her şeyin üstüne çıkarmak için savaşırsa, o, Allah yolundadır.” (Buhari, Müslim, İmare 42, İbni Mace Cihâd, 15) Şehid; İslâm toplumuna bereket vesilesi olan Mü’mindir. Şehid; toprakları gerçek mânâda İslâm vatanı yapan Mü’mindir.

Dünya böyledir işte.

Şehid; geride kalanlara ölümsüz mesajlar bırakan Mü’mindir.

Yüce Bir Makâm

Şehid; bu dünyadan ayrılsa bile bedenlerini Allah’ın çürütmediği Mü’mindir.

Rabbimizin özel lütuflarına mazhar olan peygamberlerin nübüvvetinden sonraki en yüce makâmlardan biridir şehidlik. Çünkü şehid; Allah yolunda, O’nun zaten mübarek olan adının yücelmesi, İslâm’ın hâkimiyeti ve korunması için canını fedâ eden Müslümandır. “Kim Allah’a ve Resûl’e itâat ederse işte onlar, Allah’ın kendilerine lütuflarda bulunduğu peygamberler, sıddîkler (doğrular ve doğrulayanlar), şehidler ve salih kişilerle beraberdir. Bunlar ne güzel

50

Ramazan DİNÇ

Gri Edebiyat

Şehid; kul hakları hariç, günahları bağışlanan Mü’mindir. Şehid; kabir azabından muaf tutulan Mü’mindir. Şehid; Rabbine kavuşma anında, ancak bir çimdik kadar acı duyan Mü’mindir. Şehid; Allah’ın izniyle ailesinden bazı kimselere şefaat etme yetkisi alan Mü’mindir. Şehid; İslâm Ümmetinin medarı iftiharı, işaret fişekleri, nur saçan kandilleri, yoldaki fânuslarıdır.


Çalınan Bir Kavram: Şehid

Şehidlere Özel Karşılama

Hırsızlar sevilmez ama bu tür hırsız hiç sevilmez.

Canını Allah yolunda fedâ eden şehidler, ruhların bedenden ayrılmasından itibaren melekler tarafından özel bir şekilde karşılanır ve yine özel ve güzel bir muameleye tabi tutulurlar. Bu öylesine bir lezzet veren durumdur ki onlar iki şey isterler Rablerinden.

İnsanın evine giren, arabasına dalan, cebine dadanan bir hırsız, insana mali açıdan zarar verir. Ancak bizim bahsettiğimiz türden hırsızlık ise bundan çok vahimdir. Çünkü bu hırsız bizim maneviyatımıza, kutsalımıza dadanmıştır. Gerek onu yok etmek, gerekse; asıl manasından, bağlamından koparmaya çalışmaktadır. Meseleyi biraz açalım… Yukarıda belirttiğimiz gibi şehidlik dînî bir kavram olup, Yüce Rabbimizin biz Mü’minlere verdiği bir pâyedir. Ancak bazı beşeri ideolojilere mensup insanlar veya seküler bir anlayışı benimsemiş şahıslar, kendi ölüleri için bu kavramı kullanmaktadırlar. Adam batıl bir ideoloji, sapık bir düşünce, ırkçı bir anlayış için mücadele ederken ölmekte ve ona hemen şehidlik rütbesini (?) vermektedirler. Gazeteci ölmüş, basın şehidi sayılmıştır. Bir aktivist ölmüş, demokrasi şehidi sayılmıştır. Bazı ilkeler için ölmüş, devrim şehidi sayılmıştır. Sevgisi uğruna ölmüş, aşk şehidi sayılmış. Vazifesini yerine getirirken ölmüş, görev şehidi sayılmış. Bu ve buna benzer şehid türleri ile aslında bu kavramın kutsallığı ve yüceliği zedelenmektedir. Şu husus her zaman bilinmelidir ki, kişinin şehid sayılabilmesi için öncelikle Müslüman olması gerekir. İkinci olarak da Allah’ın rızasını gâye edinen bir hedef için mücadele etmesi gerekir. Bu iki unsurdan mahrum olan bir kişi, Allah Resûlü ile birlikte savaşsa bile, şehid sayılmaz. Tıpkı Kuzman gibi… Günümüzde, insanların nezdinde de yüce bir anlamı olan şehidliği kullanarak kendi davaları, ideolojileri için bir meşruiyet arayışına girenler, bizim olan bu kavramı çalmaktadırlar. Müslümanların uyanık olması gerekir. Unutmayalım ki, Allah karşıtlarının şehidi olmaz. Seküler anlayışın şehidi olmaz. Âhireti olmayanın şehidi olmaz. Batıl davaların şehidi olmaz. Onların ancak cehennem yolcusu kahramanları (?) olur.

Birincisi, yaşadıkları bu durumdan dünyadaki kardeşlerinin haberdar olmasıdır. İbni Abbas Radıyallahu Anh Resûlullah Sallallahu Aleyhi ve Sellem’den naklediyor: “Şehidler şöyle derler: “Ey Rabbimiz! Kardeşlerimize bizim haberimizi kim ulaştırır? Bizim cennette olduğumuzu, rızıklandığımızı, cihâddan asla vazgeçmemelerini, savaştan dönmemelerini kim haber verir?” Sübhan olan Allah: “Sizin bu durumunuzu onlara ben haber vereceğim.” buyurdu ve şu âyeti gönderdi: “Allah yolunda öldürülenleri sakın ölü zannetmeyin. Bilakis onlar diridirler. Rablerinin yanında, sevinçli bir halde, rızıklara mazhar olmaktadırlar.” (Âl-i İmrân, 3/169) Şehidlerin bu isteğini bizlere bildiren Rabbimiz, onların ikinci isteklerini ise dünya imtihanı ve sünnetullah gereği gerçekleştirmemiş ama onların arzusunun yüceliğini bize Peygamber Efendimiz Sallallahu Aleyhi ve Sellem aracılığıyla bildirmiştir. “Hiçbir kimse cennetten dünyaya gelmek istemez, ancak şehidler hariç. Onlar mazhar oldukları ikram sebebiyle yeryüzüne gelip, tekrar şehid olmak isterler.” (Buhari, Cihâd 5, Müslim, İmaret 108, Tirmizi, Nesei, Kütübü Sitte, Canan, 5/44)

“Allah yolunda öldürülenleri sakın ölü zannetmeyin. Bilakis onlar diridirler. Rablerinin yanında, sevinçli bir halde, rızıklara mazhar olmaktadırlar.” (Âl-i İmrân, 3/169)

Tarih Yazan Önderler

51


Şehid Olma Arzusu

İkincisi: Âhiret şehidi sayılan Mü’minlerdir.

Bugün dünya nimetleri ve makâmlarla büyük bir imtihan yaşayan biz Müslümanlar cihâd arzusundan, şehid olma isteğinden sanki uzaklaştık. Dünyaya daha fazla meyil gösterdik. Fedakârlığı, paylaşımı, âhireti unuttuk adeta…

Hata ve kaza sonucu ölenler, yangın, deprem, tedavisi imkânsız ve salgın hastalıktan, doğum yaparken, çocukken, boğularak, çığ altında kalarak, gurbette, ilim yurdunda, canını, malını, iffetini, ülkesini korurken ölen Mü’minler.

Oysa “Hayat îmân ve cihâddır.”

Bunların âhirette şehid sevabı alması ve bazı üstün nimetlere nâil olması umulur.

Oysa Allah yolunda cihâd etmek bize hayatımız boyunca verilmiş bir emirdir. Oysa şehid olma arzusu sahih îmâna sahip olan Mü’minlerin en temel bir arzusudur. Allah Resûlü Sallallahu Aleyhi ve Sellem’in şu temennisi ne kadar düşündürücüdür: “Allah yolunda öldürülmem, bana bütün evlerde ve çadırlarda olanların benim olmasından daha sevgilidir.” (Nesei, Cihâd 30, K. Sitte, Canan, 5/45) Davası uğrunda canını veren rahmetli Seyyid Kutup, bu arzunun hep canlı tutulmasını ister: “Hak uğrunda ve Allah yolunda şehid olmak her Müslüman için ertelenmeyen bir arzudur. Bu arzu çok açık, temiz ve şereflidir. Dostlara ve çok sevilenlere kavuşma özlemidir. Allah yolunda çarpışanlar ve bu yolda çalışanlar, insanların en şereflileridir.” “Her kim samîmîyetle Allah’tan şehid olmayı isterse, Allah onu şehidlerin derecesine ulaştırır. İsterse yatağında ölmüş olsun.” (Müslim, Ebu Davut Cihâd 40, Nesei Cihâd 36, Tirmizi, İbni Mace, K. Sitte, Canan, 5/56) Mü’min Allah yolunda cihâd etmeye söz veren kişidir. Bu yüzden kimi cihâdını vermekte, kimi de şehadet sırasını beklemektedir. (Ahzâb, 33/23) Bu, Rabbiyle yaptığı büyük bir alışverişin gereğidir. (Tevbe, 9/111)

Bunlar, meşru bir mücadelede ölen ancak niyeti Allah rızası olmayanlardır. Mal, mülk, şeref, kahramanlık gibi sebeplerle ölenlerdir. Dünya ölçeğinde şehid sayılsalar da Allah katında şehid kabul edilmeyenlerdir. Rabbim tüm Mü’minleri kendi rızası doğrultusunda mücadele eden ve şehid ecri alan kullarından eylesin. Âmin… ÖLÜME MEYDAN OKUYANLAR… Hazreti Ömer devri… İslâm ordusu, İran’ın fethi için Nihavend bölgesindedir. Kırk bin kişilik İran ordusuna karşılık sayıca az bir Müslüman Birliği vardır. İran ordu komutanı Müslümanlarla görüşmek ister. Muğire b. Şube Radıyallahu Anh, elinde mızrağı, kıymetli halıları çize çize, gayet heybetli, şaşaalı bir şekilde komutanın çadırına girer. Komutan, altın sırmalı elbiseler içinde, mütekebbir bir edayla sorar: “Siz kim oluyorsunuz da buralara kadar geliyorsunuz?

Üç Tür Şehid

Açlık ve sefalet mi sizi buralara getirdi?

Şehidlikten bahseden âlimler, üç konumdan bahsederler.

Size biraz gıda yardımı yapalım da çekip gidin buralardan…

Birincisi, dünya ve âhiret şehidleri, yani “Hükmî Şehid” olanlar.

Sizde ne hayır var ki? Sizi öldürmeye bile değmez.

Bunlar yukarıda belirttiğimiz şekilde Allah’ın dînî için mücadele ederken canını sunan bahtiyarlardır. 52

Üçüncüsü ise sadece dünya şehidi olanlar.

Gri Edebiyat

Siz çapulcu sürüleri, medeniyet yoksunu insanlar değil misiniz?” Bu sözleri sabırla dinleyen Muğire b. Şube Radıyallahu Anh tüm heybetini kuşanarak cevap verir:


“Sizin bu dedikleriniz doğru. Ancak bunlar tamamen geçmişte kaldı. Ne zaman ki Hazreti Muhammed Sallallahu Aleyhi ve Sellem geldi, bizler bambaşka insanlar olduk.

Şimdi biz sizi İslâm’a davet ediyoruz. Kabul ederseniz kardeşimiz olursunuz. Değilse sizinle savaşırız. Eğer ölürsek şehid oluruz, kalanlarımız da sizi esir alır.

Evet, biz önceleri sefil insanlar idik. Aç idik. Zalim ve cahil idik. Birbirimizle uğraşır idik. Medeniyetten yoksun idik. Ama içimizden bir Peygamber çıktı, Rabbimizin elçisi, bizi tüm bunlardan uzaklaştırdı.

Vallahi sizin hiç kurtuluşunuz yok!

Allah’a ibâdet etmemizi, Allah yolunda cihâd etmemizi emretti. Biz de ona uyduk ve bambaşka insanlar olduk.

Sizin hayatı sevdiğinizden, dünyaya olan bağlılığınızdan çok daha fazla biz ölümü, şehadeti arzuluyoruz. Siz dünyaya böylesine bağlı, biz de şehid olmaya arzulu iken, bize ne yapabilirsiniz?!..” Ve yapılan savaşta Müslümanlar galip gelir.

“Allah yolunda öldürülmem, bana bütün evlerde ve çadırlarda olanların benim olmasından daha sevgilidir.” (Nesei, Cihâd 30, K. Sitte, Canan, 5/45)

Tarih Yazan Önderler

53


Aliya’nın Özgürlüğe Kaçışı “Karanlığa alışmış olan köstebekler ışığa müsamaha gösteremezler. Onlara göre karanlık normal durumdur, ışık ise gayrı tabii ve tahammül edilemez bir şeydir. Bazı insanlar onlara benzer. Karanlığa alışmışlardır, ışıktan hoşlanmazlar.”

Tefekkür defterlerinden birine şöyle yazmıştı: “Karanlığa alışmış olan köstebekler ışığa müsamaha gösteremezler. Onlara göre karanlık normal durumdur, ışık ise gayrı tabii ve tahammül edilemez bir şeydir. Bazı insanlar onlara benzer. Karanlığa alışmışlardır, ışıktan hoşlanmazlar.” Karanlıktan bahsediyordu zira karanlık bir coğrafyaya ışık tutmak istemişti Aliya. Fikir biriktirmişti yüreğinde ve taşmıştı. Köstebeklerin musallat olduğu bir coğrafyada nurdan1 bahsetmek zor işti. Balkan coğrafyasından tüm bir İslam medeniyetine ve insanlığa, kalabalıkların hapsolduğu girdaplara dair çıkış yollarından bahsetmek istemişti. Sonrasında karıştı işler. Aliya’nın, “Hayvan Çiftliği”nden2 sıklıkla alıntıladığı tespitler hatırlanmaya azmetmişti. “Herkesin eşit olduğu ancak bazılarının daha eşit olduğu” bir ortamda, 58 yaşındaki Aliya İzzetbegoviç 14 yıl hapse mahkûm olmuştu. 21 yaşındaki 3 yıllık mahkûmiyet cezasının ardından bu onun ikinci mahkûmiyetiydi. Hücrelere, parmaklıklara, koğuşlara, suç isnatlarını kabul etmeyen mahkûmların dertlerine yabancı değildi Nur: Allah’tan bağımsız olmayan “aydınlık” İngiliz yazar George Orwell’ın ilk olarak 1945 yılında yayınlanan ve Stalin Rusyasını hicveden romanı.

1 2

54

Gri Edebiyat

Samet ÖZTÜRK sametozturk@live.com

Aliya. Ancak karanlığa tahammülü yoktu. Ve Yugoslavya zindanları, Aliya’nın fikirlerine karanlığın hükümranlığı ile zulmetmek istiyordu. Baştan alalım: 1983 yılında, Mart ayının son günlerinden birinde, erken bir saatte Aliya’nın kapısı çalındı. Sabahın köründe 12 polis memuru, ayakkabılarını bile çıkarmadan içeri dalmışlardı. Bir memur, formalite gereği hazırlanan arama belgesini Aliya’ya gösterirken diğerleri evi aramaya başlamışlardı bile. Ekip mütevazı bir ev için kalabalık görünüyor olabilirdi. Aramaların evdeki kitaplara yoğunlaşması nedeniyle dar bir yerde karınca sürüsüne benzer bir telaş oluşturuyorlardı. Az sonra polislerden biri Aliya’ya kendileri ile birlikte Devlet Güvenlik Karargâhına gelmesi gerektiğini söyledi. Yazıları ve kitapları ekseninde sürdürülecek şekilde planlanan soruşturmalar, bu şekilde başlatılmış oluyordu. Bir avukatın belki bir gün bile tutuklu kalmayacağını düşünüyordu ailesi. Onlara, soruşturmanın sıhhati açısından evin reisinin üç gün kadar tutuklu kalacağını söylemişlerdi. Fakat sorgulamalar 100 günden daha fazla sürmüş ve bu sürecin ilk iki ayı içerisinde tutuklu avukat, ailesi ile hiçbir iletişim


kuramamıştı. Dört ay sonra çıkarıldığı hücreden doğruca mahkemeye getirilmiş, sorgulamalardan çıkar çıkmaz yargılama ile karşı karşıya kalmıştı. Mahkeme salonuna geçildiğinde burada kamera kayıtları için yeterli bir kalabalık görünüyordu zira bazı arkadaşları da Aliya ile birlikte yargılanacaklardı.

kimleri sayıyorsunuz? Beni de bu İslam dünyasına dahil ediyor musunuz?

Öncelikle “İşçi sınıfının iktidarını yıkmak için karşı devrim oluşturmak” suçlamasıyla karşılaştılar. Resmi suçlama buydu ve bu suç “Rejimi dönüştürmeye yönelik teşekkül oluşturmak” şeklinde yorumlanıyordu. Bu arada mahkemedeki savcıyı tanıyordu Aliya. Gergin bir halet-i ruhiye ile suçlamaları dillendirecek olan Bayan Edina Residoviç, kendisini daha önce hücrede sorgulayan kişilerden biriydi. Mahkemede Aliya’ya ilk sorusu, yazdığı kitabıyla ilgili olacaktı:

Kameralar daha ziyade şaşırmış, bocalayan bir mahkûm edası bekleseler de Aliya yüzündeki onurlu ifadeyi muhafaza ediyor ve dimdik duruyordu. Umursamaz bir şekilde tavana bakıyor, açıklanan kararı önemsemediğini her haliyle belli ediyordu.

- Soruşturma sırasında “İslam Deklarasyonu” adlı kitabınızın Sosyalist Yugoslav Federasyonu’nu doğrudan hedef almadığı yolunda tek bir cümle beyan ettiniz mi? Aliya hiç düşünmeden, sakin bir tonda cevaplıyordu: - Hayır. Çünkü buna gerek yoktu. Metnin bağlamından bu gayet açık bir biçimde çıkıyor. Değerlerinden korkmayan bir avukata yaraşır şekilde sürdürüyordu savunmasını: - Bense, Yugoslav hükümetini değilse de Yugoslavya’yı çok seviyorum. Fakat itiraf etmeliyim ki özgürlüğü daha çok seviyorum. Yugoslav hükümetini sevemiyorum çünkü özgürlüklerin sağlanması için hiçbir şey yapmıyor. Ben Müslümanım ve Müslüman olarak kalmaya kararlıyım. Kendimi İslam Davası’nın bir neferi olarak telakki ediyorum ve bu hayatımın sonuna kadar böyle devam edecek. Çünkü İslam, benim için iyi ve asil olmanın en doğru ifadesidir. Soru ve cevaplar, genel olarak bunların tekrarı durumundaydı denebilir. Savcı cevaplardan hoşlanmıyor, hazırladığı soruları kişileştirerek sormaktan dahi çekinmiyordu. Hangi kararı nasıl etkileyeceği belki bilinmez ama şöyle bir soruyu dahi dillendirebiliyordu: - Dünyadaki yedi yüz milyon Müslüman arasında

Sonucu en baştan belli olan bu mahkemenin kararı okunurken kamera ışıkları Aliya’nın yüzünde yoğunlaşıyordu. Ve hâkim kararı okudu: - İzzetbegoviç Aliya! 14 yıl hapis cezası!

Bir tek kişi alkışladı kararı. Muhtemelen, alkışlaması için tutulan bir kişi... Böylelikle Aliya’nın uzun soluklu ikinci mahkûmiyeti başlamıştı. Kararın açıklanmasından sonraki gün, geride kalan dört ayın ardından ilk kez bir gazeteyi okuyabiliyordu Aliya. Sorgulamalar sürecinde dünya ile irtibatı kesilmişti. Şimdi ise Oslobođenje3 Gazetesi, Aliya ve beraberinde yargılananlar için “Düşmanlara 90 yıl hapis!” manşetini atıyordu. İlk okuduğu gazeteden kendisi ve dostları için sıkıntılı bir sürecin başlayacağı açıkça belli oluyordu. Bazen öyle olur; imtihanlar ard arda yağar bu hayatta. Bir sağanağın altındaydı Aliya ve ümitvar olmak zorundaydı. İleriki günlerde bir kenara şöyle yazacaktı: “İnsanın bir çıkış yolu vardır ve onun büyüklüğü de budur.” Düşünceleri hudut tanımayan insanları duvarlarla kısıtlamak, düşüncelerden korkanlar için bir çözüm müydü? Hareketin ve bedenin kısıtlanması, tefekkürü kısıtlayabilir miydi? Sahi, mahkûmiyet insanı özgürlükten alıkoyabilir miydi? İnsanın her imtihanında bir çıkışı, her sıkıntısında bir kaçış yolu olmalıydı. Özgürlüğe kaçışın bir yolu bulunmalıydı. An’a, mekâna, duvarlara hapsolamamalıydı insan; büyük düşünmeliydi. Doğumdan ölene dek süren bir imtihansa bu hayat, her saniye bir eylem içerisinde bulunmalıydı insan. Her koşulda ve her zamanda yapılabilecek bir şeyler olmalıydı. Genel merkezi Saraybosna şehrinde bulunan “Hürriyet” gazetesi.

3

Tarih Yazan Önderler

55


Cezaevinde çokça düşünebileceği, çokça okuyabileceği, çok insanın derdini dinleyip toplum üzerinde tefekkür edebileceği günler vardı önünde. Bu günler boyunca her fırsatta bir çıkış yolu bulma azmindeydi. Karanlık onu hapsedememeliydi. Bir şeyler yapılabilirdi, yapabilmeliydi. Mahkûmiyetinden önce hukuk danışmanlığı yapması, cezaevinde onun başına pek çok iş çıkaracaktı. Avukatlık birikimi onu sözü dinlenen biri kılacak, böylece pek çok mahkûmun derdini dinlemek durumunda kalacaktı. Türlü çeşit suçtan hüküm giymiş mahkûmların dertlerini dinliyordu Aliya. Onlar için dilekçeler, savunma notları yazıyor, bu vesileyle her defasında masum olduğuna inanan birçok mahkûmun çözüm arayışına şahit oluyordu. “Düşmüş kahramanlar” ya da “Kaybeden ünlüler” üzerine çok kez düşünmüştü. İnsanlığın öylelerine duyduğu sempati ve hayranlık üzerine çokça kafa yormuştu. “Farkında olsak da olmasak da derinden derine dinsel bir hayranlık” demişti bunun için. “İlyada’dan ve Gılgamış destanından bu yana, bize eşlik etmiş olan düşmüş kahramanlara duyduğumuz hayranlığın kökeni nedir?” diye soruyor ve bu sorunun cevabını arıyordu: “Kaybedenlere karşı hissettiğimiz duyguların hiçbir materyalist yorumu olamaz.” Ancak her geçen gün, “kaybeden” pek çok kişiyle muhabbet etmesi gerekecekti ve bunların hiçbiri ünlü veya kahraman değildi. Yasalar önünde suç işlemiş, cezasını çekmekte ve çoğunlukla kabullenememekte olan insanların dramlarını dinliyor, onlar için hukuki çözümler düşünüyor, tavsiyelerde bulunuyordu. Önündeki uzun yıllar bu şekilde geçecek gibiydi. Zira Kasım ayında nakledildiği Foça’daki cezaevinde, “S-20” diye kodlanan bölüme konuldu. Burası cezaevi sakinlerince “katiller bölümü” olarak bilinen ve cinayet suçundan hükümlülerin bulunduğu meşhur bölümdü. Şimdi her bir koğuş arkadaşı öykü ve ibret doluydu. S-20, 80-100 kişinin sığdırıldığı genişçe bir kısımdı. Siyasi mahkûmların azılı suçlularla birlikte yaşamını sürdürdüğü bu bölümde Aliya’nın altı yıla yakın bir süre dinlediği hikâyeler belli çerçevelerde dönüyordu: Hırsızlık, ticari suçlar, otoyol soygunculuğu ve cinayetler. Bir de idamını bekleyen bir 56

Gri Edebiyat

mahkûm vardı, üç kişinin katili... Çoğu mahkûm defaatle ailesini ziyaret etme hakkını elde edebiliyordu ancak Aliya’nın böyle bir hakkı olmayacaktı. Bu nedenle insanlara ve duvarlara baktıkça hayattan soğumamanın bir yolunu bulmak zorundaydı. Oysa Aliya’nın bu duvarlardan başka yoldaşı, bu mahkûmlardan başka dinleyeni olmasın isteniyordu. Fakat insanın beynine hiçbir güç pranga vuramıyordu. Düşünecek çok vakit vardı. Düşündü Aliya, çok düşündü. Düşüncelerini notlar olarak tutmak istedi ama yasaktı bu. Fakat ilham, istenince gelen bir şey değildi ve fikirler Aliya’ya duvarlar arasında yağıyordu, rahmet misali. Hayat ve kader, din ve siyaset, okuduğu kitaplar ve yazarları gibi konularda iki bin günden daha fazla düşünme imkânı olacaktı. Düşüncelerini duvarlar arasında gömmemek üzere bir şeyler yapmalıydı. Basit ama önemli bir sorunu çözmeliydi önce: Nasıl yazacaktı? A4 kâğıtlarından her yerde bulmak mümkün. Ama A4 tomarlarını saklamak zor iş. A5 var, bilen bilir, A4’ün yarı boyunda. Bir A4 kâğıdını alıp ortasından katlıyorsunuz ve 90 derece yan çeviriyorsunuz. İşte bu küçük ebatta defterlerden var, hemen her ülkede. Koğuşlara sokulabilen pek çok şey arasında A5 ebatındaki defterlerden getirebilmek de zor değildi. Böyle bir defter geçti Aliya’nın eline. İçindekileri dökmeye başladı; madde madde... İnsandan bahsetti Aliya, özgürlükten ve ahlaktan bahsetti. Tarihe ve ideolojilere dair düşüncelerini harmanladı, tek tek satırlara kustu içindekileri. Bir süre sonra bitti defter. İki küçük sorun vardı şimdi:


- Biten defter nasıl korunacaktı? - Yeni bir defter bulmak lazımdı. Yüreğinde fetih arzusu duyanlar bunu kolayca anlayabilirler: Surda bir kez gedik açılırmış ve asıl taarruz o ana kadar sürermiş. Devamı savaş değil, amelelik. İlk kez yapılan hiçbir şeyin tekrarı çok yormazmış insanı. İlk defterin cezaevine girdiği gibi Aliya’nın eline 12 tane daha defter geldi. Sırasıyla doldu bunlar. Okunaklı olmayan bir yazıyla. Zira birinin eline geçerse okunmamalı, okunamamalıydı. Kendisinin okuyabileceği şekilde hızlıca ve nizamsız bir el yazısıyla defterlere kodlanıyordu tüm fikirler. Dışarıdaki yoğunluk içerisinde üzerine odaklanılamayacak kadar yoğun türden... Zaman zaman dolaplar, yataklar alt üst ediliyordu koğuşta. Gardiyanların rutin arama görevleri sürecinde bir düşünce mahkûmunun dolabından tefekkür defteri çıkmamalıydı. Hayvan Çiftliği’ndeki formülü bir kez daha hatırladı Aliya: “Herkes eşit ama bazıları daha eşit.” Buna binaen bazı mahkûmlar, diğerlerinden daha eşit olmalıydı. Öyleydi de. Cinayet işlemiş bir mahkûmun dolabı aranmıyordu örneğin. İçerisinde boş yer kalmayan defterler orada saklanabilirdi. Mahkûm sakınca görmedi bundan, sağ olsun. Köylü bir katilin dolabına bakmaya gerek duymuyordu gardiyanlar. Doldurulan defterlerin böylelikle başı derde girmiyordu. Öyle öyle tam on üç defter tamam oldu ve köylü katilin dolabında bekledi. Önünden baktığınız zaman yıllar gözünüzde büyür ya hani, ardından baktığınız zaman da tam tersi olur; yaşadıklarımız kum saatine tepesinden perçin vurur. Öyle de oldu. Okuya okuya, düşüne düşüne tahliye gününe yaklaştı Aliya. Çok düşündü, çok yazdı, çok da okudu. Hatta okumalarına dair bir defasında aklına şöyle bir şey geldi ve defterine not aldı: “Meşhur bir film yönetmeni, ‘Bir insanın çok okuyabilmesi için ya çok zengin ya da çok fakir olması gerekir’ demiş. Şunu eklemek isterim: Ya da bir mahpus. (Benim durumumdaki gibi.)” Okuyordu, düşünüyordu, yazıyordu ve yıllar geçiyordu. Sürpriz tahliyesinin yaklaştığı zamanlarda on üç defter boyunca yazdıklarını tamamlamıştı.

Şimdi bir küçük sorun daha vardı: Bu on üç defter cezaevinden nasıl çıkarılacaktı? Düşünmek gerekiyordu. Duvarlar fikirleri çarmıha geremiyordu ama defterleri cadı cezaları nev’inden yakılarak yok etmekten kim kurtarabilirdi? İnsanın çıkış yolu hep vardı. Defterleri eli kolu olacaktı Aliya’nın. Yanmadan özgürlüğe kaçırılmalıydı. Veselin üstlendi o işi. Sahte belge düzenlemek suçundan hükümlüydü ve cezası bitmek üzereydi. Koğuştaki satranç kutusunu aldı ve defterleri içerisine sıkıştırdı. Çıkarken kutuyu açmadı kimse. Defterlere bir gedik bulunmuştu. Dışarı çıktığında defterleri Aliya’nın çocuklarına götürdü. Üç çocuğu var Aliya’nın. Onlara babalarının defterlerini getirdiğinde, cezaevinden yeni çıkmış vaziyetiyle paraya ihtiyaç duyduğu kolayca hissedilebilen Veselin’e para uzattılar. Alabilir miydi; alabilirdi elbette. Almadı ama Veselin. Defterler bu şekilde dışarıya çıkarılmıştı. Çok zaman geçmeden Aliya’nın da mahkûmiyeti nihayete ermişti. Ve yıllar sonra Aliya bu notlarını bir kitapta topladı. “Özgürlüğe Kaçışım”4 dedi bu kitaba. Dışarıda, bu defterlerle uğraşmak için içerideki kadar zamanı olmayacaktı. On üç defterden müteşekkil kitabını derlediğinde, önsözüne şöyle yazmak zorunda kaldı: “Maalesef hapishanede yaptığım düzenlemeden daha ileriye gidemedim. Zamanımın olmadığını hissettim; belki de eldeki malzemeden daha iyisi yapılamazdı. Dolayısıyla el yazma nüshamı yazıldığı şekliyle, ham olarak sunuyorum.” Hemen aşağısında da Veselin hakkındaki düşüncelerini aktarıyordu: “Veselin bu defterleri bir satranç kutusu içinde dışarı çıkardı. Paketi çocuklarıma verdiğinde de herhangi bir para almadı. Bizim cani olarak adlandırdığımız insanlar bazen beğenilmekten hoşlanırlar. Bunun sebebi onların gerçek yoldaşlığın ne olduğunu bilmeleridir ve onlar böyle fırsatları değerlendirmeye isteklidirler. Sözde ‘kibar insanlar’ çoğunlukla bu meziyetlerden mahkûmdurlar.” 4

Boşnakça karşılığı: “Moj Bijeg u Slobodu” Tarih Yazan Önderler

57


Bizim Yunus Gelin tanış olalım İşi kolay kılalım Sevelim sevilelim Dünya kimseye kalmaz

Özlem GÜNEŞ ozlem.gunes@izu.edu.tr

Y

unus Emre’nin yaşadığı çağ, Anadolu Selçuklu Devleti’nin dağılmaya başladığı ve Anadolu’da Beyliklerin ortaya çıktığı 13. yüzyılın ortalarından Osmanlı İmparatorluğu’nun kuruluş döneminin başı olan 14. yüzyılın ilk çeyreğine denk gelmektedir.

anlayacak ölçüde Farsça bilgisinin yanı sıra Arapçayı, dinî ilimleri, İslam tarihini, İran ve Yunan mitolojilerini bildiği de anlaşılmaktadır. Nitekim Yunus, kişinin kendini bilmesini ilim olarak nitelendirmekte ve Hakk’ı bilenin de kendini bileceğini şiirlerinde ifade etmektedir:

Bir taraftan Moğol istilasının sancılarının hüküm sürdüğü, diğer taraftan Anadolu Türklüğünün iç çekişmelere ve kavgalara, kıtlık ve kuraklığa maruz kaldığı, sünni olmayan mezhep ve inançların yayılmaya yüz tuttuğu bir zamanda yaşayan Yunus Emre, Mevlânâ, Hacı Bektaş-ı Velî, Ahmed Fakih, Ahi Evran gibi şahsiyetlerle beraber bu coğrafya insanının manevî gücü hâline gelmiştir. Halkı, genelde İslam tasavvufu ve güzel ahlak, özelde Allah aşkı/sevgisi, yönünden eğitmeye çalışmıştır. Yunus Emre’nin hayatı hakkında çeşitli rivayetler olmakla beraber konuyla ilgili elimizde kesin bilgiler mevcut değildir. Elde olan bazı bilgiler ise, özellikle menkıbevi eserlerden, halk rivayetlerinden öğrenilmektedir. Araştırmalar sonucunda Yunus’un XIII. yüzyılın ikinci yarısı ile XIV. yüzyılın ilk çeyreğinde yaşadığı anlaşılmaktadır. Anadolu’da doğup büyüdüğü bilinen şairin ailesinin buraya ne zaman ve nereden geldiği, tam olarak nerede yaşadığı bilinmemektedir. Yunus Emre’nin okuma yazma bilmeyen, ümmî bir şair olduğu söylenmektedir. Ancak Yunus Emre’nin Risâletü’n-Nushiyye’si ve Divân’ındaki şiirleri incelendiğinde onun iyi bir tahsil hayatından geçtiği, devrinin ilim ve felsefe disiplinine vâkıf bir şair olduğu, Mevlânâ ve Sa’dî-i Şirâzî’nin şiirlerini

58

Gri Edebiyat

“İlim ilim bilmekdür ilim kendin bilmekdür Sen kendüni bilmezsin yâ nice okumakdur Okumakdan ma’ni ne kişi Hakk’ı bilmekdür Çün okudun bilmezsin ha bir kurı emekdür Okudum bildüm dime çok tâat kıldum dime Eri Hak bilmezisen abes yire yilmekdür Dört kitabun ma’nisi bellüdür bir elifde Sen elif dirsin hoca ma’nisi ne dimekdür Yunus Emre dir hoca girekse var bin hacca Hepisinden eyüce bir gönüle girmekdür”1 Yunus Emre’nin tarihî şahsiyeti, menkıbevi hayatı içinde adeta kaybolmuş gibidir. Bu açıdan onunla ilgili menkıbelere ayrı bir dikkatle bakılmalı ve onlardan tarihe ışık tutabilecek bilgiler elde etmeye çalışılmalıdır. Mevlânâ İle Yunus Arasında Geçenlere Dair Menkıbeler: Naklolunan bilgilere göre Mevlânâ şöyle demiştir: F.Kadri Timurtaş, Yunus Emre Dîvânı, Babıali Kültür Yayıncılığı, İstanbul 2006, s 65-66.

1


“İlahi menzillerin hangisine çıktıysam, bir Türkmen Koca’sının izini önümde buldum ve onu geçemedim.” Bu sözden muradı, Yunus Emre’dir. Bir rivayete göre Yunus, bir gün Mevlânâ’ya: ‘Mesnevî’yi sen mi yazdın?’ diye sorar. Mevlânâ da ‘Evet’ karşılığını verince, ‘uzun yazmışsın, ben olsam “Ete, kemiğe büründüm, Yunus diye göründüm” derdim, olur biterdi!’ der. Yunus ve Molla Kasım: Halk rivayetine göre; Yunus’un söylediği üç bin şiir vardır, Molla Kasım adında biri bu şiirlerin şeriata aykırı bularak tahrip eder. Söz konusu şiirleri okuyan Molla Kasım, bir su kenarında oturup şiirlerden binini yakar, binini suya atar, geri kalanını da okumaya başlayınca Yunus’un şu beytiyle karşılaşır: Derviş Yûnus bu sözi eğri büğri söyleme Seni sigaya çeken bir Molla Kasım gelür.

Böylece Yunus’un ne denli keramet sahibi olduğunu anlayan Molla Kasım, onun büyüklüğünü kabul eder; ancak Yunus’un geriye sadece bin şiiri kalmıştır. Bu şiirlerden yakılanları gökte melekler, suya atılanları sudaki balıklar, geriye kalanını da Yunus’u sevenler okumaktadır diye inanılır. Yunus Emre’nin mezarının nerede olduğu da tartışmalıdır. Miladi takvime göre 1320-21 yılında ve seksen yaşlarında öldüğü bilinmekle beraber mezarı konusunda farklı bilgiler vardır. Nitekim gönüllerde yaşamayı hedefleyen, ölümü önemsemeyen, “Ölen hayvan-durur âşıklar ölmez” diyerek ölümsüzlüğünü ilan eden bir sûfiye mezar aramak da beyhude bir uğraştır. Tam kırk yıl boyunca o, bu erenler kapısında, hocası Tapduk Emre’nin irşadıyla ham iken pişkinliğe ulaşan, ‘ben’liğinden sıyrılıp nefsin elinde esir olmaktan kurtulan ve bütün insanlığı aynı sebepten, Yaratan’dan ötürü seven bir ‘Yunus Emre’ hâline gelir ve “Bizim Yunus” olur.

O bilmezdi kin ile kem hiddeti, Diler idi; Kahhar Haktan mededi, Şu fani dünyaya mehil vermedi, Canan Yunus idi, O derviş Yunus.

Tarih Yazan Önderler

59


Röportaj

Recep Şentürk: Bir Hürriyet Savaşçısı “Malcolm X” Malcolm X bir hürriyet savaşçısı, bir insan hakları savunucusu, kapitalizme karşı çıkan bir direnişçi.

Sizce Malcolm X yaşadığı dönem için ve şimdi Türkiye ve İslam dünyası için ne anlam ifade ediyor? Bu sorunun içerisinde üç tane soru var. Öncelikle yaşadığı dönemde ne ifade ediyordu? Oradan başlayalım isterseniz. Yaşadığı dönemde kimin için ne ifade ediyordu? Yaşadığı dönemde ABD’deki siyahiler için ne ifade ediyordu? O siyahiler içerisinde Müslüman olanlar ve Müslüman olmayanlar vardı, onlar için ne ifade ediyordu? Tabi en önemlisi Müslüman olanlar için ne ifade ediyordu? Orada Malcolm X’in hayatının iki safhası önemli. Ehlisünnete gelmeden önceki safhası ve ehlisünnet akaidini benimsedikten sonraki safhası. Malcolm X ehlisünnet olmadan önceki aşamada National İslam’ın bütün Amerika çapında sözcüsü ve Elijah Muhammed’den sonra en önemli lideri olarak görülüyordu ve herkes onun emrinde idi. Bu açıdan çok önemli. Sürekli yeni ibadethaneler açıyorlardı, kendi anlayışlarına göre İslam’ı yaymaya çalışıyorlardı. Bu dönemde National İslam’dan olan siyahi Müslümanların lideri pozisyonunda bir insandı. Daha sonra hacca gidip ehlisünnet akaidini benimsedikten sonraki safha çok önemli. Malcolm X’in ABD’deki Müslümanlara yapmış

60

Gri Edebiyat

olduğu gerçek katkı bu safhada ortaya çıkmıştır. Yanlış istikamette giden ABD’deki siyahi Müslüman topluluğunu tekrar sahih istikamete döndürme çabası içerisine girmiştir ve bence Malcolm X’in 20.yüzyılda yapmış olduğu en önemli katkı bu noktada olmuştur. Yoksa şu anda ABD’de milyonlarca sapık Afro-Amerikan insan olacaktı ama Malcolm X o akımı bir şekilde ehlisünnet istikametine çevirdi. Biz bu sayede ehlisünnet itikadına sahip Afro-Amerikan kardeşlerimizden oluşan Müslüman bir toplulukla karşı karşıyayız. Tabi o eski sapık inancı devam ettiren Farrakhan isimli başka bir kişi var. Onun etrafındakiler hâlâ National İslam ideolojisi üzerine devam ediyorlar ama çok küçük bir gruplar. Şu anda esas büyük çoğunluk ehlisünnet çizgisinde. Onları National İslam’ın yanlış ideolojisinden ve inancından kopartıp ehlisünnete getiren kişi Malcolm X’dir. İşte Malcolm X bu açıdan çok önemlidir. Peki, Malcolm X oradaki beyazlar için ne ifade ediyor? Beyazlar için Malcolm X bir hürriyet savaşçısı, bir insan hakları savunucusu, kapitalizme karşı çıkan bir direnişçi. Şuanda Malcolm X sadece Müslümanlar için kahraman bir insan değil! Sırf bu direnişinden dolayı kapitalizme direnen solculardan olsun, Marksistlerden olsun Malcolm X’i örnek bir lider olarak gören birçok insan var. Malcolm X’in o dönemde beyaz üstünlüğüne ve sömürgeciliğe karşı Müslüman olmayan insanlarla da işbirlikleri ve görüşmeleri var. Dolayısıyla Müslüman olmayanlar arasında da sevilen, sayılan bir insan. Biz Müslüman olduğu için seviyoruz; onlar kapitalizme karşı direnen, halkını sömürülmekten kurtarmaya çalışan bir insan olduğu için seviyorlar. Hatta o dönemde beyazlardan gelip Malcolm X’e


yardım etmek isteyenler, onun davasını desteklemek isteyenler var. Beyazların şeytani olduğuna inandığı, National İslam düşüncesine sahip olduğu dönemde beyaz bir kadın ona: “Ben senin siyahları bu ezilmişlikten kurtarma mücadeleni çok takdir ediyorum, sana nasıl yardım edebilirim?” diyor. Malcolm ise kadına “Hiçbir şekilde yardım edemezsin çünkü sen bir beyazsın.” diyerek, yardımcı olma isteğini reddediyor. Çünkü o dönemde ırkçı bir yaklaşıma sahip ama sonraki dönemde düşünceleri değişiyor. Beyazların şeytani olmadığını, siyahiler gibi insan olduklarını, Müslüman olabileceklerini ve hakikati savunabileceklerini anlıyor. Zaten ondan sonra daha geniş bir yaklaşımla işbirliklerine girişiyor. Maalesef biz kitapları, matbu malzemeyi biraz putlaştırıyoruz. Biz zannediyoruz ki her şey matbu malzemeyle olacak. Hâlbuki esas olan sohbettir, konuşmadır, insanların kalplerine dokunabilmektir. Günümüz açısından Malcolm X ne ifade ediyor? Malcolm X günümüz açısından gençlere bir rol model olmuştur. Çağdaş dünyada nasıl Müslüman olunacağını, nasıl mücadele edileceğini bizlere öğretmiştir. Bir ülkede demokrasinin olması; orada haksızlıkların olmayacağı, mücadele edilmeyeceği anlamına gelmiyor. Örneğin ABD demokratik bir ülke olmasına rağmen siyahlara baskı yapıyordu, onlara haklarını vermiyordu. Dolayısıyla Malcolm X, bu demokratik ortamda haklı mücadelenin devam edeceğini ve nasıl yapılması gerektiğini ortaya koymuş oldu. Diğer taraftan özellikle hacca gittikten sonra evrensel olarak bütün ezilenlerin haklarını savunmayı benimsemiştir. Sadece ABD’deki Afro-Amerikan siyahilerin haklarını değil, sadece Müslümanların haklarını değil! Bütün ezilen insanların haklarını savunma yolunu benimsemiştir. Bunu İslam’ın emri olduğu için yapmıştır. Bu açıdan Malcolm X, çağdaş dünyada yaşamış bir insan hakları savunucusudur: Evrensel insan hakları savunucusu. Bu açıdan da bizlere çok önemli bir mesaj veriyor. Biz insan haklarını savunacaksak sadece kendi kabilemizin, aşiretimizin, kliğimizin, ırkımızın veya vatandaşlarımızın ya da sadece Müslümanların değil; bütün insanlığın, ezilen bütün insanların haklarını savun-

mak mecburiyetindeyiz. Bu da bizim dinimizin bir emridir. Ben ABD’de görüyordum, çağdaş insan hakları savunucuları resim yapıyorlar, tablolarını koyuyorlar ama içinde bir tane Müslümanın bile resmi yok. Hâlbuki bizim de aynı şekilde, çağdaş insan hakları savunucuları içindeki Müslümanların miraslarını ortaya çıkartmamız gerekiyor. Malcolm X, o açıdan gençlerimiz için çok önemli bir rol model teşkil ediyor. 20. yüzyılda bir Müslümanın evrensel olarak bütün ezilenlerin haklarını nasıl savunduğunun örneğini bize göstermiş oluyor. Malcolm X aksiyon yönü son derece kuvvetli, karizmatik bir liderdi. Kitap yazmamasına rağmen hayatı ve konuşmalarıyla büyük kitleleri etkiledi. Modern çağ içerisinde Malcolm X’in bu yönlerini nasıl değerlendiriyorsunuz? Maalesef biz kitapları, matbu malzemeyi biraz putlaştırıyoruz. Biz zannediyoruz ki her şey matbu malzemeyle olacak. Hâlbuki esas olan sohbettir, konuşmadır, insanların kalplerine dokunabilmektir. Zaten günümüzde de sosyal medya, televizyon, sinema gibi araçlar kitaplardan daha etkili. Bu noktada kitaplar da bir araç sadece. Malcolm X’in amacı kitlelere ulaşmaktı ve konuşmalarıyla bu kitlelere çok rahatlıkla ulaşabiliyordu. Dolayısıyla yapacağı iş ve ulaşmak istediği maksat açısından kitap yazma ihtiyacı yoktu. Zaten kitap yazacak bir eğitimden de geçmemişti ama kitap yazmadan da maksadına ulaşmış oldu. Mesajını kitlelere ulaştırmış oldu. Buradan çıkaracağımız bir ders var: Biz de günümüzde mesajımızı kitlelere en güzel şekilde nasıl ulaştırabiliyorsak; o vesileleri, o metotları kullanarak ulaştırmaya çalışmalıyız. “İlla kitapla olacak, illa şununla olacak, illa bununla olacak” diye bir şey söz konusu değil. Matbu sözden ziyade yaşayan söz, insanlar üzerinde daha etkiliTarih Yazan Önderler

61


dir. Onun için sohbet kitaptan daha etkilidir. Zaten Peygamber Efendimiz Aleyhissalatu Vesselam da insanları sohbetle eğitmiştir. Günümüzde de söz her zaman için matbu eserlerden daha güçlü bir şekilde insanları etkilemektedir. Malcolm X iki kez adını değiştiriyor. İlk önce soyadını Little’dan X’e, sonra adını Hacı Malik el-Şahbaz’a. Bu değişimler hakkında ne düşünüyorsunuz? Ben “Malcolm X” kitabımda bu durumu anlattım. Malcolm X sürekli bir arayış içerisinde ve arayışta olduğu için de hayatının bu şekilde farklı safhaları var. İlk olarak Malcolm Little safhası: Orada kendini sorgulamayan, nefis muhasebesi yapmayan tamamen ‘nefsi emmare’ peşinde koşan bir kişi olarak hayatını sürdürüyor ama daha sonra yavaş yavaş düşünmeye ve kendini sorgulamaya başlıyor. Bu sorgulama neticesinde kendisinin Malcolm Little olmadığını, kendi kimliğinin meçhul olduğunu fark ederek “X” soyadını alıyor. “X” bilinmeyen anlamına geliyor. Yani “Ben kendimi tanımıyorum, bilmiyorum, bir arayış içindeyim” demiş oluyor. Bu çok önemli bir şey. Modern eğitim, modern kültür hepimize belirli kimlikler empoze ediyor. En basitinden hepimizi tüketici olarak sınıflandırıyorlar değil mi? Bazı insanlar kendilerine empoze edilen bu kimlikleri veya boyandıkları bu boyayı hiç sorgulamıyorlar. Öylece yaşayıp gidiyorlar ama Malcolm X gibi insanlar sorguluyor. “Modern kültürde, modern eğitimde bana bu ideoloji verildi, bu isim verildi, bu kimlik verildi ama bu gerçekten doğru mu, değil mi?” bunların sorgulanması icap ediyor. Modaya, kalabalığa uyarak bir hayat yaşamak belki rahat olabilir ama o tarz bir hayat yaşamak insana yakışmaz. Malcolm X kendini, kitlenin veya toplumun genelinin kapılıp gittiği rüzgârdan bir şekilde ayrıştırıyor. Diyor ki “Ben sizin verdiğiniz ismi kabul etmiyorum, sizin verdiğiniz kimliği kabul etmiyorum.” ama onun yerine neyi koyacağımı da bilmiyorum. Bu ‘la’ anlamına geliyor. Yani ‘reddediyorum’ diyor. Henüz ‘illa’ safhasına geçmemiş. İşte bu, kim olduğunu; soyunun, aslının, dininin ne olduğunu arayış dönemidir. Bu arayış bir müddet devam ediyor. Kendini bulduğu zaman X’i kaldırıyor. “Ben artık Hacı Malik el-Şahbaz’ım, ben Afrika’dan Müslüman bir kabilenin soyundan geliyorum.” diyor ve o zaman gerçek kimliğini bulmuş 62

Gri Edebiyat

oluyor. ‘La’dan ‘illa’ya geçmiş oluyor. ‘La’ safhası meçhul bir safhadır, red safhasıdır. Ondan sonra ‘illa’nın gelmiş olması kendisini rahatlatıyor; çizgisini, kimliğini daha net bir hâle getirmiş oluyor. Bu, modern toplumun olduğu bütün memleketlerde böyledir. Modern eğitim, modern kültür, modern ideolojiler insana hep belli şeyleri empoze etmeye çalışır. Gençlerimizin buradan çıkaracağı örnek; bunların hepsinin sorgulanması gerektiğidir. Mesela, Türkiye’de inkılap tarihi öğretiliyor değil mi? Piyasada dolaşan belli siyasi ideolojiler, fikirler, moda var. Bunları bizim üzerimize yapıştırmaya çalışıyorlar. Bizim bunları sorgulamamız gerekiyor. Bu sorgulama çok rahatsızlık verici bir şey, çok sıkıntılı bir dönem. Çünkü orada kendini ‘X’ olarak görüyorsun. Mâlûm Necip Fazıl da benzer bir süreçten geçiyor. Modern eğitimin, modern kültürün, modanın verdiği kalıplara bir yabancılaşma; bunları reddetme dönemi yaşıyor. Necip Fazıl gibi, İsmet Özel gibi ve onlara benzer başka düşünürlerimiz içerisinde de benzer şekilde modern hayat hapishanesinden kendini kurtarmaya çalışan insanlar var. Hapishaneden kaçıp henüz evini inşa edememiş insanlarımız var. İşte o safha ‘X’ safhası; meçhul, arayış içinde olunan bir safha. Çünkü o akaid, din Allah’la kul arasında olan bir şeydir. Ama zulüm insanla insan arasında olan bir şeydir. Bizim inancımıza göre bir siyasi sistem küfür ile ayakta durabilir ama zulüm ile ayakta duramaz. Tabi herkes o cesareti gösteremiyor. İşte o cesareti gösterenler böyle sıkıntılı bir dönem yaşadıktan sonra her şeyin hakikatine erme imkânına kavuşmuş oluyorlar. Bizim gençlerimizin de buradan böyle bir ders çıkartmaları gerekiyor. Toplumun, modanın, kültürün bize hazır olarak sunmuş olduğu kalıpları sorgulayıp, İslam’ın hakikatini, gerçek soyumuzu, neslimizi, manevi kimliğimizi araştırarak bulup, onu sahiplenmemiz icap ediyor. Osmanlı’nın yıkılmasından sonra Türkiye’de de benzer bir yabancılaştırma süreci yaşandı. Nasıl ki Afrika’dan siyahileri alıp Amerika’ya götürüp adlarını, kültürlerini, dillerini değiştirip bir kültür evrimi, özüne ve köküne yabancılaştırma süreci yaşanmışsa benzerini bütün İslam dünyasında


ve Türkiye’de yapmaya çalıştılar. Bizi de İslam kültüründen, Osmanlı kültüründen uzaklaştırmaya; isimlerimizi, ezanımızı değiştirmeye çalıştılar. Akaidimizi, ahlâkımızı, âdâbımızı değiştirmeye çalıştılar. Oradaki süreçle buradaki süreç birçok açıdan benzeşmektedir. Biz, onu sorgulayıp ondan koptuğumuz zaman bir ‘X’ dönemi yaşamış oluyoruz. “Biz, Hazreti Muhammed Aleyhisselam’ın ümmetiyiz, biz ehlisünnetteniz, Osmanlı soyundanız.” dediğimiz zaman gerçek kimliğimizi bulmuş oluyoruz. Bu sebeptendir ki Malcolm X’in hikâyesi Türkiye’deki gençlere, insanlara yabancı gelmiyor. Bu açıdan da çok ilginç benzerlikler var. Son olarak, Malcolm X öldürülmeden önce çok önemli görüşmeler yapmıştı. Hatta Fidel Castro ile bile görüşmüştü. Sizce bu görüşmelerle neyi amaçlıyordu? Daha önce de bahsettiğim gibi Malcolm X, hayatının son safhasında evrensel insan hakları savunucusu haline gelmiştir. Sadece siyahların, sadece Müslümanların haklarını savunan değil; ezilen kim olursa olsun, kim tarafından ezilirse ezilsin, onu tutup kaldırmak ve ezen kim olursa olsun kimi eziyor olursa olsun ona karşı da isyan etmek, direnmek istiyordu. Böyle bir noktaya gelmişti. Fidel Castro da Latin Amerika’da ABD tarafından ezilen insanların haklarını savunmaya çalışıyordu. Aynı zamanda ister Afrika’da olsun ister ABD’nin kendi içinde olsun ezilen, sömürülen bütün insanlara destek olmaya çalışıyordu. Tabi, akidesi bakımından, ideolojisi bakımından farklı olabilir ama sömürüye ve ezilmeye karşı çıktığı için Malcolm X onunla görüşmüştü. Aslında Fidel Castro kendisi gelip Malcolm X’i ziyaret etmiştir. Görüşme talebi Malcolm X’den gitmemiştir. Castro saygısından dolayı gelip bizzat ziyaret ediyor. Malcolm X böyle bir işbirliğine açık. Biz de bugün ‘Hılf-ul Fudul Cemiyeti’nde olduğu gibi zulme karşı çıkan herkesle; akaidine, dinine, ideolojisine bakmaksızın işbirliği yapabiliriz. Çünkü o akaid, din Allah’la kul arasında olan bir şeydir. Ama zulüm insanla insan arasında olan bir şeydir. Bizim inancımıza göre bir siyasi sistem küfür ile ayakta durabilir ama zulüm ile ayakta duramaz.

193. Ayette şöyle buyuruluyor:

‫الظَّالِ ِم َني‬

‫فَالَ ُع ْد َوا َن إِالَّ َع َل‬

Zalim ister Müslüman olsun, ister beş vakit namaz kılıyor olsun, isterse ailenden olsun; Müslüman olarak zulmüne karşı çıkmak senin vazifendir. Öbür taraftan bir insanın dînî yanlışı olabilir ama insanlara zulmetmiyorsa ve zulme karşı çıkıyorsa biz onlarla şeriatın koyduğu sınırlar içerisinde işbirliği yapabiliriz. Adalete inanan insanlarla birlikte zalimlere karşı mücadele etmeliyiz. Günümüzde bu tür işbirlikleri içerisinde olmamız lazım. Her ne kadar Müslüman olmasa bile hem doğuda hem batıda adalete inanan, sömürgeciliğe karşı çıkan, Müslümanların haklarını savunan, başörtüyü savunan bir sürü insan var. Bizim bu insanlarla da bir işbirliği yapıp koordinasyon içerisinde olmamız lazım. Diyelim ki Almanya’da bir yere cami yapılıyor. “Bu cami yapılmasın, bu cami yıkılsın” diye protesto eden Almanlar varken bir de onlara karşı caminin yapılmasını savunmak üzere gösteri yapan Almanlar var. Bizim bu iki cenahı aynı görmememiz lazım. Kuran-ı Kerim’de “Leys-ül Sevaa” buyuruluyor: Ki onlar eşit değillerdir. Yine Âli İmran Suresi 75. Ayette mealen “Kitap ehlinden öylesi vardır ki, ona yüklerle mal emanet etsen, onu sana eksiksiz iade eder. Fakat onlardan öylesi de vardır ki, ona bir dinar emanet etsen, tepesine dikilip durmadıkça onu sana iade etmez.” buyruluyor. Dolayısıyla insanlar Hristiyan da olsa, Yahudi de olsa, başka dinlerden de olsa bunların hepsi eşit değildir. Aynı şekilde ahlaklı olan, dürüst olan, hakkı ve adaleti savunan insanlar var. Bu insanlar için bir insanın Müslüman olması veya kendi dininden olmaması, zûlme maruz kaldığında onların hakkını savunmasını etkilememektedir. Biz bunlarla işbirliği yapmalıyız. Malcolm X’in yaptığı da buydu. Peygamberimiz Sallallahu Aleyhi ve Sellem’in ‘Hılf-ul Fudul Cemiyeti’nde yaptığı da buydu. Peygamber Efendimiz “Bugün dahi olsa gider o cemiyete katılırım.” buyurmuştu. Bu bize, Efendimiz ’den güzel bir mesajdır. Hocam teşekkür ederiz. Allah razı olsun. Ben teşekkür ederim. Allah sizden de razı olsun. Sizlere muvaffakiyetler versin.

Kur’an-ı Kerim’de zalimlerden başka kimseye düşmanlık etmek yasaklanmıştır. Bakara Suresi

Tarih Yazan Önderler

63


Asrı Şekillendiren Lider Aziz Öğretmen Prof. Dr. Necmettin Erbakan ve 42 Yıllık Mücadelesi Bir çiçekle bahar olmaz. Ama! Her bahar bir çiçekle başlar…

54. Hükümetin Başbakanı, Milli Görüş Lideri Prof. Dr. Necmettin Erbakan, ‘Yeniden Büyük Türkiye’ ve ‘Yeni Bir Dünya’ idealine ömrünü verdi ve 42 yıllık siyasi mücadelesiyle Türk ve dünya siyasetinin unutulmayan isimleri arasında yer aldı. Yüzünde beliren tevekkülün en derin izleri ile görene Allah’ı hatırlatan, hem şahsi hayatında hem de siyasi yaşamında planını programını kulluk bilinciyle oluşturan, geçmişten aldığı güçle daima geleceğe yürüyen bir lider Erbakan hoca. Erbakan Hoca, toplumun İslami kimliğini, hassasiyetini, siyasi bir bilince ve güce dönüştürmek üzere devreye giren ve bu noktada hem kendi ekseninde oluşturduğu güçle hem tüm toplumu etkilemesiyle çok özel bir lider.

64

Gri Edebiyat

Yakup ÖKSÜZ @yakupoksuz

Almanya’da dizel motorlarda püskürtülen yakıtın tutuşmasının matematiksel anlatımını yaptığı tez ile leopar tankları konusunda araştırma başmühendisi olarak görevlendirilen Erbakan, ülkesinin motor ithalatını sonlandırmak için, uzun yıllar Pancar Motor olarak kullanılan ve bilinen motorları imal edecek fabrika Gümüş Motor’u kurar fakat başına gelmeyen kalmaz. İthalatçılar zararına satış yapma pahasına engel olurlar. O dönem, bu konularda yetkili Odalar ve Borsalar Birliğine geçer. Bu kez engel olarak siyaset çıkar karşısına. Akademik anlamda önünde geniş bir saha olmasına rağmen, meşakkatli ve en küçük hatanın bile ağır bedellerle ödetildiği siyasete adım atar. Halkın önüne çıkar. Asıl çilesi işte o zaman başlar. Düşmanları artar. Sürekli engellenir, yasaklanır ve inanılmaz sıkıntılar yaşar. Hayatı boyunca takatin kesilinceye kadar çalışılması gerektiğini vurgulayan Erbakan hoca yılmaz, ilk yerli otomobil çalışması Devrim başta olmak üzere, yerli ağır sanayi ve ekonomisi güçlü bir Türkiye için çalışmaya devam eder. Kıbrıs Barış Harekâtı ve D-8 ile dünya gündeminde yer alır. Kurduğu teşkilatlar ve yetiştirdiği insanlar tüm ülkede söz sahibi olur. Hedefi daima büyük tutar ve tüm insanlığın huzur ve saadeti için çalışılması gerektiğine işaret eder. Bu çile dolu yürüyüşünde kendisine yaşatılan her türlü sıkıntı ve zorluğa rağmen hiçbir şekilde yıkılmadığını ifade edercesine zarif bir tebessümle basamakları sabır ve yıkılmaz bir iradeyle tırma-


nan Erbakan hoca, bunun karşılığı olarak milyonların duasını alarak ebedi âleme göçtü, Rabbimiz mekânını cennet eylesin, çok sevdiği Efendimiz sallallahu aleyhi ve selleme komşu eylesin. Erbakan hoca, sadece siyasi bir partinin genel başkanı değil, bütün insanlığın kurtuluşu için mücadele eden ve bunu gerçekleştirmenin bütün yollarını bulmak, uygulamak için çabalayan bir liderdi. Böyle bir lideri konuşmak, anlatmak çok zor bir durum. Siyasi hayatı yanında ilmi ve bilimsel çalışmaları, projeleri, dünya çapında mühendislik uygulamaları ile de insanlığa faydalı olmayı hayat düsturu edinmiş bir şahsiyetti. Erbakan hocamızın en önemli özelliklerinden birisi, herkesi kendi kabiliyet ve kapasitesine göre değerlendirmesi ve yine herkesi kendi ayarında ve bulunduğu yerde idare etmesiydi. Muhatap olduğu, hitap ettiği kişi ve kişilerin özelliklerine göre en güzel teknik ve yöntemleri kullanarak konuşur ve muhakkak etkili olur ve amacına ulaşırdı. Gençleri ve eğitimi de çok önemseyen, bu alanlarda da ciddi çalışmalar yürüten, bunun için organizasyonlar, seminerler, konferanslar, çalıştaylar, büyük salon programları gerçekleştiren ve bu işleri daha planlı yürütebilmek için sivil toplum kuruluşları kurarak faaliyetler yürütülmesini sağlayan engin bir ufka sahipti. Erbakan hoca, siyasetini sadece Türkiye ölçeğinde düşünmüyordu, öncelikle bütün Müslümanları, mazlum ve mağdur halkları ve bütün insanlığı düşünerek hareket ediyor ve buna göre de planlamalar yapıp uluslararası çalışmalar yürütüyordu. Bu şekilde bir giriş yaptıktan sonra özetle şunu söylememiz uygun olacaktır; Rahmetli Erbakan hocamızın kafasındaki siyasal anlayışın temelini, Hak-Bâtıl mücadelesi oluşturuyordu. Erbakan hoca, siyaset yaptığı alanı sadece Türkiye olarak değil tüm dünya olarak değerlendiriyor ve dünyanın her neresinde hakla batılın mücadelesi varsa kendisini hakkın temsilcisi olarak bâtıla karşı konumlandırıyor ve bu çerçevede mücadele yolları oluşturuyordu. Okuduğumuz, izlediğimiz ve sadece Türkiye’de siyaset yapan Erbakan’ın dışında, bir de dünya için kafa yoran ve mücahede eden bir Erbakan var.

Erbakan hocanın her sahada çalışması vardı. Gazete, dergi, televizyon, dernek, vakıf, sendika ve tabii ki en çok önem verdiği siyaset. Cemaat yapısı yoktu. Sadece şu gazete veya bu televizyon değil her gazete ve derginin okunması, ideolojik yaklaşımın olmaması en önemli nokta idi. “Kendinizi iyi yetiştirin” ile başlayan “hangi işi yapıyorsanız yapın, ama en iyisi siz olmak için çalışın” ile devam eden bir silsile vardı. “Mesleki alanınız dışında mutlaka bilgisayar, bir yabancı dil öğrenin ve bir kültürel uğraşıda kendinizi geliştirin ama bunları ahlak ve maneviyatla tamamlayın” diyen bir anlayış bir ideoloji olamaz. Olsa olsa bir yaşam tarzı olur. Erbakan hoca, “D-8’lerin öncüsü ve mimarı” olarak, bütün hayatını adalet ve refah üzerine oturtulan Adil Bir Dünya’nın kurulmasına adadığını somutlaştırmayı başarmış bir dünya lideridir. D-8’in kuruluşu ile ilgili olarak Erbakan; “20. yüzyılın en önemli olaylarından birisi ve 20. yüzyılın 21. yüzyıla en kıymetli hediyesidir. D-8’lerin kurulması baştan sona harplerle ve çatışmalarla geçen 20. asrın sonunda, aydınlığa açılan bir kapı gibidir. Dünyada artık huzur, barış ve saadetin tesisi için, bir an evvel yanlışlardan vazgeçilmesi doğrulara dönülmesi ve yeni bir dünyanın kurulması gerekmektedir ve D-8 hareketi bu manada bir çalışma olarak değerlendirilmelidir. İnsanlık 20. asırda cereyan eden olaylardan ders alıp bir kez daha hataya düşmemek için şunları esas almalıdır; materyalizm değil maneviyatçılık, çatışma değil diyalog, çifte standart değil adalet, tekebbür değil eşitlik, sömürü değil işbirliği, baskı ve faşizm değil insan hakları, özgürlük ve demokrasi” demişti. Kuşkusuz Erbakan hoca, Türkiye halkının izzeti ve refahı için derin, kalıcı ve yol gösterici izler bırakmış bir şahsiyettir. Kendi ideallerini izlerken gösterdiği azim ve kararlılığı, çalışkanlığı ve istikrarlı tutumu, Erbakan’ın geride hoş bir sada bırakmasına, isminin sürekli olarak hayr ve iyilikle anılmasına vesile olmuştur. Erbakan; gerginlik, ayrımcılık ve çatışmalardan uzakta ve hep ileriye doğru adımlar atan dünya çapında bir adalet toplumuna ulaşmak hedefiyle, ortak çalışma ve dayanışma anlayışı içerisinde üyelerini İslam dünyasının önde gelen ülkelerinin oluşturduğu D-8 Grubu’nun öncüsü ve mimarı olarak yıllarca ezilmiş olan Tarih Yazan Önderler

65


Müslüman halklarına bir ümit ışığı, bir yol gösterici olmayı başarmıştır. Erbakan, temelini İslam inancından alan adalet, insanı önceleyen yaklaşım ve küresel çapta projeleriyle İslam dünyasının ve insanlığın huzura kavuşturulması mücadelesi vermiştir, bu mücadele nedeniyle de emperyalist ve Siyonist mihraklarla sürekli mücadele etmek zorunda kalmıştır. Filistin davası onun en önemli davasıydı. O şunu çok iyi biliyordu, ümmetin onuru Kudüs’ten geçiyordu. Kudüs işgal altındayken ümmetin onuru da işgal altındadır. Siyonizmle mücadelenin önemini bütün dünyaya haykıran Erbakan, siyonizmi dünyaya öğreten lider olarak da anılmayı hak etmektedir. Öncü şahsiyetler vardır, onlar öncü ve önderlerdir, milyonları idare ve sevk ederek hedefini gerçekleştirme mücadelesi verir. Erbakan hoca, Türkiye’nin ufkunu açan liderlerdendir! Kısıtlı imkânlarla ve zorluklarla nitelikli kadrolar yetiştiren Erbakan, Türkiye siyasetine etki edecek yeni liderlerin filizlenmesini sağladı. Uzun vadeli planlar yaptı, taşları ustalıkla ve kendisiyle mücadele edenlere hissettirmeden yerine iyi oturttu. Çünkü o, zaferin, planları/tuzakları bilen ve planlar/tuzaklar kuran Allah’tan geleceğine inanıyordu. Erbakan’ın ne kadar rakibi varsa onları iyi bir şekilde hatırlayan bile yok, isimlerini telaffuz eden bile yok! Ama Erbakan hoca asla unutulmuyor, unutulmayacak ve hakkı kıyamete kadar teslim edilmeye devam edecek. Erbakan güçsüz değil, tam tersine çok güçlüydü. Bu mücadeleler sonucunda kaybeden cuntacılar, kazanan Erbakan’ın nezdinde millet oldu! Bugün ülkemizi yöneten irade ve kadro Erbakan’ın 42 yıllık mücadelesiyle ve tecrübelerle şekillenmiş dünyada benzeri olmayan çok özel bir başarıdır. Kendisi bir tohum ekmiş, tohum toprağa karışmış ve filizlenmiştir, bugün milletimiz bunun çok bereketli meyvesini toplamakta ve sonucunu yaşamaktadır. Necmettin Erbakan hocamızı bu vesileyle bir kez daha dualarla ve hayırla yâd ediyoruz. Türkiye’nin

66

Gri Edebiyat

tüm inanç kesimleriyle birlikte, kadim İslam toprağı olduğu bilinciyle dünya lideri olduğu günleri de göreceğiz Allah’ın izniyle! Erbakan Hocamızın hayatı ile ilgili bazı bilgiler; 29 Ekim 1926 yılında Sinop’ta doğan Erbakan’ın babası Adana’nın Kozan ve Saimbeyli bölgesinde yaşamış olan Kozanoğullarından Mehmet Sabri Erbakan’dır. Ağır ceza reisi olan babasının birçok yerde görev yapmış olması dolayısıyla çocukluğu muhtelif şehirlerde geçen Erbakan’ın annesi de Sinop’un tanınmış ailelerinden birinin kızı olan Kamer Hanım’dır. Necmettin Erbakan, Kayseri Cumhuriyet İlkokulu’nda başladığı ve babasının Trabzon’a tayin olması dolayısıyla ilkokul öğrenimini burada okul birincisi olarak tamamladı. 1937 yılında ilk tahsilini tamamladıktan sonra aynı yıl İstanbul Erkek Lisesi’nde orta tahsiline başladı. İstanbul Erkek Lisesi’ni 1943 yılında birincilikle bitirdi. 1948 yılı yaz döneminde İTÜ Makine Fakültesinden mezun olan Erbakan aynı yılın 1 Temmuz’unda Makine Fakültesi Motorlar Kürsüsünde asistan olarak göreve başladı. 1948-1951 yılları arasındaki bu 3 yıllık asistanlık döneminde o zaman doktora tezine tekabül eden yeterlilik tezini hazırladı. Sınıflarda ders vermek doçent ve profesörlerin yetkisinde olmasına rağmen kendisi asistan olduğu halde ders vermesine izin verilmiştir. Yeterlilik tezindeki başarısından dolayı üniversite tarafından 1951 yılında Aachen Teknik Üniversitesi’nde ilmi araştırmalar yapmak, bilgi ve görgüsünü artırmak üzere Almanya’ya gönderilen Erbakan, Alman ordusu için araştırma yapan DVL araştırma merkezinde Profesör Schimit ile birlikte çok başarılı çalışmalar yaptı. Aachen Teknik Üniversitesi’nde çalıştığı 1,5 yıl süre içerisinde, bir


tanesi doktora tezi olmak üzere 3 tez hazırlayan ERBAKAN, Alman üniversitelerinde geçerli olan “Doktor” ünvanını aldı. Alman Ekonomi Bakanlığı için motorların daha az yakıt yakmaları konusunda araştırmalar yaparak rapor veren ve bu arada da doçentlik tezini hazırlayan Erbakan’ın “Dizel motorlarda püskürtülen yakıtın nasıl tutuştuğunu” matematiksel olarak izah eden bu tez, Alman ilim çevrelerinde büyük yankı uyandırdı. Tezin mecmualarda neşredilmesi üzerine o tarihte Almanya’nın en büyük motor fabrikası olan Deutz motor fabrikalarının umum müdürü Prof. Dr. Flats tarafından Leopar tanklarının motorları ile ilgili araştırmalar yapmak üzere bu fabrikaya davet edildi. Alman Ekonomik Bakanlığı’nın Ruhr sahasındaki fabrikalar üzerinde araştırma yapmak için görevlendirilen heyette kendisinin de yer almasının istenmesi üzerine 15 gün Ruhr sahasındaki bütün Ağır Sanayi fabrikalarını gezip inceleme fırsatı buldu. II. Dünya Harbi’nden sonra Alman üniversitelerinde ilk Türk ilim adamı olan Erbakan, 1953 yılında doçentlik imtihanını vermek üzere İstanbul’a döndü. İmtihan sonucunda 27 yaşında Türkiye’nin en genç doçenti olma başarısını gösteren Necmettin Erbakan, araştırmalar yapmak üzere tekrar Almanya’nın Deutz fabrikalarına gitti. Burada 6 ay süreyle motor araştırmaları başmühendisi olarak, Alman ordusu için yapılan araştırma çalışmalarına katıldı. 1953’ün Kasım ayında İstanbul Teknik Üniversitesi’ne dönen Erbakan, Mayıs 1954 - Ekim 1955 yılları arasında askerlik görevini ifa etti. İstanbul Kâğıthane’deki 6 aylık yedek subay öğreniminden sonra Halıcıoğlu’ndaki istihkâm bakım bölüğünde 6 ay asteğmen, 6 ay da teğmen olarak makinelerin bakım ve tamiratları kısmında görev yaptı. Askerlik görevinden sonra tekrar üniversiteye dönen Necmettin Erbakan 1956 yılında Türkiye’de ilk yerli motoru imal edecek olan, 200 ortaklı Gümüş Motor A.Ş.’yi kurdu. Erbakan’da böyle bir fabrika kurma fikri Almanya’da çalışmaları esnasında, Türkiye Zirai Donatım Kurumu’nun sipariş verdiği motorları görünce iyice uyanmıştı. Yurda dönünce bu çalışmayı başlattı. Ve bugün Pancar Motor adı altında çalışan fabrikanın temelini 1 Temmuz 1956’da attı. Gümüş Motor fabrikasında seri imalat 1 Mart 1960 tarihinde baş-

lamıştır. 1960 yılında Ankara’da yapılan Sanayi Kongresi’nde Gümüş Motor’un yaptığı imalatları sunan Erbakan “Yeni hedef otomobillerin Türkiye’de yapılmasıdır” fikrini ortaya atmış, o zaman yönetimde olan askerler tarafından revaç bulan bu fikir üzerine Eskişehir Demiryolları CER atölyesinde “DEVRİM OTOMOBİLİ” adıyla ilk yerli otomobil Erbakan tarafından imal edilmiştir. Askeri yönetim Gümüş Motor fabrikasını gezmiş, büyük ilgi ve heyecan duymuşlar, bunun üzerine 200’e yakın General ve üst rütbeli subaya Erbakan tarafından bir Sanayi Konferansı verilmiştir. 1965 yılında profesör olan Erbakan, Şubat 1966’da Odalar Birliği Sanayi Dairesi Başkanlığına getirildi. Daha sonra Genel Sekreter olan Erbakan, 1968 Mayıs’ında Odalar Birliği İdare Heyeti Üyesi, Mayıs 1969’da da Odalar Birliği Başkanı oldu. O zamanki hükümet her türlü kanuni hükümleri hiçe sayarak Erbakan’ı polis zoruyla görevinden uzaklaştırdı. Nermin Hanım eşi Erbakan için şöyle diyor; “O, iyi bir lider olmanın yanı sıra çok iyi bir eştir. İçinde bulunduğu yoğun programlarına rağmen bizi ihmal etmez. Çocuklarla yeteri kadar ilgilenir. Bu yönüyle de çok iyi bir babadır.” Erbakan 43 yaşında Milletvekili seçiliyor 1969’da Konya’dan bağımsız milletvekili seçilen 43 yaşındaki Prof. Dr. Necmettin Erbakan, istikbalde fikir ve düşüncelerinden dolayı birçok zorlukla karşılaşacağını bildiği halde aday olup siyasete girdi. 1998 yılı Şubat ayında Genel Başkanı olduğu Refah Partisi’nin kapanmasıyla 5 yıl siyasi yasaklı hale gelen Erbakan 17 Ekim 2010 günü Saadet Partisi’ne Genel Başkan olarak seçilmiştir. Milli Görüş Lideri Prof. Dr. Necmettin Erbakan 27 Şubat 2011 Pazar Günü Hakk’ın rahmetine kavuştu. Erbakan, 1 Mart 2011 Salı günü İstanbul Fatih Camii’nden çok kalabalık bir topluluk tarafından Hakk’a uğurlandı. Prof. Dr. Necmettin Erbakan, İstanbul Zeytinburnu’nda bulunan Merkezefendi Kabristanı’nda yatmaktadır. Allah kendisine ve tüm geçmişlerimize rahmet eylesin, mekânı cennet olsun. Ruhuna bir Fatiha…

Tarih Yazan Önderler

67


Peygamber Efendimiz’in Komşusu Eyüp El-Ensari Bizim De Komşumuz Vapurun hareket düdüğünü, iskeleden ayrılalı epey mesafe alındığını, neden sonra fark edip elimdeki simitleri martılara ikram etmeye başladım. Yüzümde beliren tebessüm sanki Medine’de o kutlu insanların arasında, onlara komşu gibi yaşadığım bir andan kalma hatıra gibiydi.

Zafer SÖĞÜT / zfrsgt

mama sebep oldu. Kimdi Eyüp Sultan, ne yapmıştı? Nasıl yaşamıştı? İstanbul’da neden bu kadar seviliyordu. Bunları anlamak için onun yaşadığı yıllara, onun şehrine bir martının süzülüşünü izlerken dalıp gittim.

Ü

sküdar’dan Eyüp semtine vapur seferleri başladığını duyduğumda hissettiğim mutluluğu tarif edemem. İstanbul’a ait olmanın bence ilk şartı vapura binip martılara simit ikram etmektir. Vapurla yolculukta martılar misafir, ben ev sahibi oluveririm. Oysaki İstanbullu olmak ne kadar da zordur. İstanbul’u sahiplenmek yürek ister. Cesaret ister. Hakkını vermek gerek. Çünkü İstanbul bir medeniyet merkezidir. İnsanlık biraz da İstanbul’da şekillenmiştir. İstanbul’da yaşamak, insan olmayı, mesela komşu olmayı fark etmek demektir. Bize komşuluğu öğreten nadir bir ev sahibi de İstanbul’da Eyüp’te bulunmaktadır. Vapurla Üsküdar’dan başladığımız yolculuğumuz Eyüp’e olduğu kadar komşuluğuna sığındığımız Eyüp Sultan Hazretleri’nedir aynı zamanda. Vapurun hareket saatini beklerken gökyüzünde martıları aramak, geçmişe ufak bir yolculuk yap-

68

Gri Edebiyat

Zor şartlar içinde Mekke’den Medine’ye hicret eden Peygamber Efendimiz’i Medine’de yüzlerce insan heyecanla beklemekteydiler. Peygamberimiz birazdan şehre girecek Medinelilerin komşusu olacak, onlarla beraber yaşayacak aynı sokağı paylaşacaktı. Bunu bilen herkes Hazreti Muhammed Aleyhisselam’ı misafir etmek için yarış içindeydiler. Her geçtiği mahalde insanlar önüne çıkıyor, yularından tutarak devesini çevirmeye çalışıyor, “Bizim evimizi şereflendir Yâ Resûlallah! İşte canlarımız, işte mallarımız. Bize misafir ol, seni biz koruyalım.” diyorlardı. Bu kutlu görev Halit bin Zeyd’e nasip oldu. Allah Resulünü yedi ay konuk edip, onu en güzel şekilde ağırlayan Halit bin Zeyd, Ebu Eyyub El-Ensari, olarak tarihe geçti. Ve ümmet tarafından çok sevildi. Peygamberimiz, Hazreti Hâlid’in evinde yedi ay kaldı. Önce alt kattaki odaya yerleşti. Ama Ebû Eyyûb ile hanımı Ümmü Eyyûb, Resûl-i Ekrem Sallallahu Aleyhi ve Sellem’in üst katında ona komşu olmaktan rahatsız oldular. Onu rahatsız etmekten korkarak evin üst katını ona ayırdılar.


Allah Resulü, Sallallahu Aleyhi ve Sellem Eyüp el-Ensari’nin evinden ayrılınca hemen onun evinin karşısında bulunan Mescid-i Nebi’nin yanında yapılan yeni evine taşındı. Allah Resulü Aleyhissalatu Vesselam vefat edinceye kadar bu evde oturarak Ebu Eyyub’a komşu oldu. Bu süre zarfında zaman zaman Ebu Eyyub’un evine gidip orada dinlenir, komşuları ile ilgilenerek onların hâl ve hatırlarını sorardı. Vapurun hareket düdüğünü, iskeleden ayrılalı epey mesafe alındığını, neden sonra fark edip elimdeki simitleri martılara ikram etmeye başladım. Yüzümde beliren tebessüm sanki Medine’de o kutlu insanların arasında, onlara komşu gibi yaşadığım bir andan kalma hatıra gibiydi. Vapurun Haliç’e girmesi ile tekrar aynı heyecan belirdi içimde, yolculuğun başında hissettiğim ev sahipliği yerini misafirliğe bırakmaya başladı. Beni ağırlayacak kişinin Peygamberimizi ağırlayan, uzun yıllar ona komşu olan Eyüp Sultan Hazretleri olduğunu düşününce, bu yolculuğun ne kadar derin bir yolculuk olduğunu anladım. Asr-ı Saadet yıllarına yoğunlaşmıştı düşüncelerim. Kimdi Eyüp Sultan? Neden İstanbul’un ev sahibiydi? İlk sahabelerdendi. Allah Resulü Sallallahu Aleyhi ve Sellem’in 2. Akabe Biatı’nda söz vererek iman etmişti. Kahraman bir gazi idi. Efendimiz’in katıl-

dığı bütün savaşlara katılmıştı. Hadis râvisiydi, 200 kadar hadis-i şerif rivayet etmişti. Aynı zamanda Peygamber Efendimiz ile akraba sayılırdı. Vahiy kâtibi olacak kadar önemli görevler almıştı ve Ensar’ın önemli Hafızlarındandı. Yaşının çok ilerlemiş olmasına rağmen Kıbrıs’ın fethine ve 2. İstanbul kuşatmasına katılmıştı. Ve İstanbul’da şehit oldu Eyüp el-Ensari. Türbesi, İstanbul’un manevi merkezi olarak tüm İstanbulluların komşusu sayıldı. Bir komşuyu ziyarete gider gibi geldiğimiz Eyüp ilçesi, bizi zamanda bir yolculuğa çıkararak çağlar ötesinde ağırlıyor sanki. Komşuluğun bağlanmak demek olduğunu, Eyüp sokaklarında gezerken anlıyoruz. Osmanlı Devleti’nin onlarca devlet yöneticisinin, bilim adamının Eyüp el-Ensari’ye komşu olmak için buralara yerleştiğini, türbelerindeki yakınlığın ona komşu olmak gibi bir anlamı olduğunu görüyoruz. Saygının insan ilişkilerinde temel noktayı oluşturduğu bir medeniyet karşılıyor bizi Eyüp külliyesi etrafında. Burada, Eyüp’te en sıcak komşunun evinde bizi 500 yıllık çınar ağacı, Eyüp Camii ve türbesi karşılıyor. Eyüp sokaklarında kaybolurken içimizde böyle bir komşuya sahip olduğumuz için duyduğumuz gurur kalıyor.

Tarih Yazan Önderler

69


Şehidlerin Ahlakı Bir cesaret ve yiğitliğin şecaat sayılması için onun güzel bir maksada dayanması gerekir. Bu da Allah için mukaddes değerler uğruna olmasını gerektirir. Kabile, ırk, maddi kazanç elde etmek, gösteriş, korku salmak, meşhur olmak, büyüklenmek, kadını elde etmek vb. gayeler için gösterilen öfke ve cesaretin manevi bir karşılığı yoktur.

H

ak ve batıl mücadelesi insanlık tarihiyle birlikte başlamıştır. Ne küfür orduları iman ehline saldırmaktan, ne zalimler mazlumu ezmekten, ne bozguncular mukaddesatı çiğnemeye çalışmaktan geri durmuşlardır. Dolayısı ile düşmana ve işbirlikçi hainlerine karşı günümüze değin çetin mücadeleler verilmiş, nice yiğit Allah yolunda şehid olmuştur. Şehidlerimiz gıbta makamındadır. Allah’ın nimet verdikleri arasındadır. Allah Teâla Kuran-ı Kerim’de şöyle buyurmuştur. “Kim Allah’a ve resule itaat ederse işte onlar Allah’ın kendilerine nimet verdikleri peygamberler, sıddıklar, şehidler ve salihlerle beraberdir. Bunlar ne güzel arkadaştır.” (Nisa 4/69) Allah yolunda, mukaddesatı uğruna şehid olan kişi, Allah’ın “ne güzel arkadaştır” diye methettiği seçkinler arasına girmiştir. Bu şüphesiz büyük bir nasiptir. Şehitlerimiz, en ulvi makamlara yükselirler, geride bıraktıklarının, bizlerin de imanını kuvvetlendirirler. Her şehit hamiyet ve şecaatimizi artırır. Kalplerimizden korkuyu ve tembelliği siler. Bizleri daha dirayetli, şuurlu insanlar haline getirir. Onlar hem gönüllerde hem de Allah’ın şehidlere verdiği özel bir hayatla yaşamaya devam ederler. Şehidler hakkında Bakara suresindeki ilahi ferman şöyledir: “Allah yolunda öldürülenlere ölüler demeyin! Hayır, onlar diridir¬ler, fakat siz bilemezsiniz.” (Bakara 2/154) Tüm bu ilahi lütuflara ve daha nicesine ulaşan şehitlerimizin ortak taşıdığı bazı değerler ve duruş

70

Gri Edebiyat

Selim UĞUR

vardır. Onların şu dört ahlakı kesin olarak taşıdığınız görürüz: 1. Hamiyet Ahlakı İslam milletini, yakından ilgilendiren büyük olaylarda İslam’ın mümine telkin ettiği bir ahlak, o ahlakın icap ettiği bir duruş vardır. Hamiyet ahlakı bu türden ahlaklardan olup şehidlerimizin taşıdığı güzel ahlakın başında gelir. İslami bir terim olarak kişinin vatanını, milletini, dinini korumak ve bunların şerefini savunmak için gayret göstermesidir. Kitabımızda hamiyet lügat manasıyla geçer ve kafirlerin bir durumu olarak cahiliye hamiyetinden bahsedilir. Bu ayeti kerimelerde müşriklerin cehaletteki taassup ve direnci, İslam’a girmekten kaçınmaları ve küfrü himaye etmeleri gibi manalar kastedilir. İslam hamiyeti ise lügat manasına bağlı olarak din, vatan, millet vb. mukaddesata dokunulmaya çalışıldığında öfkelenmek ve üzerine düşen İslami sorumluluğu canı/malı pahasına yerine getirmektir. 2. Şecaat Ahlakı Şecaat ahlakı da hamiyet gibi şehitlerimizin temel vasıflarındandır. Şecaat kelimesi İslamiyet öncesi daha çok gözü karalığı ve saldırganlığı ifade etmiştir. Kabilecilik ve intikam kelimeleriyle ilgili yerlerde daha çok kullanılmıştır. İslam ahlakında şecaat ise insan tabiatında bulunan gazap/ öfke duygusunun İslamla ıslah edilmesi neticesinde, savaşta akıl ve kalp süzgecinden


geçmiş bir öfke ve kahramanlık halini anlatır. Şecaatin Kur’an’dan delili Fetih suresindeki şu ayeti kerimedir: “Muhammed Allah’ın resulüdür ve beraberindekiler kafirlere karşı çetin/şiddetli, müminlere karşı merhametlidir” (Fetih 48,29) Her ne kadar şiddeti çağrıştırsa da şecaat da güzel ahlaklardandır ve saadetli Efendimiz’in üstün ahlakından biri de şecaatli olmasıdır. Bir cesaret ve yiğitliğin şecaat sayılması için onun güzel bir maksada dayanması gerekir. Bu da Allah için mukaddes değerler uğruna olmasını gerektirir. Kabile, ırk, maddi kazanç elde etmek, gösteriş, korku salmak, meşhur olmak, büyüklenmek, kadını elde etmek vb. gayeler için gösterilen öfke ve cesaretin manevi bir karşılığı yoktur. Bu maksatlarla cihada ve mücadeleye girenler belki dünyada niyetlerine ulaşabilirler ancak ahirette zulüm ve kötü niyetlerinin karşılığını görürler. 3. Hubbu’l Vatan/Vatan Sevgisi Şehitlerin belirgin vasıflarından biri de vatan sevgisidir. Vatan kişinin doğduğu, yerleştiği, barındığı ve yaşadığı yer mânasındadır. Vatan ve mukaddes değerler arasında kuvvetli bir irtibat vardır. Bu irtibatın kaynağı ise kalpteki imandır. Bu manayı “Vatan sevgisi imandır” rivayeti açık bir şekilde ifade eder. Müminler imanı gereği vatanını severler, özlem duyarlar. Bir musibet, saldırı, kalkışma anında ise düşmanın ve hainlerin karşısında dağ gibi dikilirler. Gözünü kıpmadan vatanları için şehadete yürürler. Vatanla ilgili yazılan eserlerde vatan sevgisiyle vatan hasretinin insana fıtrattan gelen bir duygu olduğunu söylenmiştir. Bu sebeple, “Vatanında sıkıntı çekmen gurbette bolluk içinde yaşamandan daha iyidir” denilmiştir. Genelde insanlar vatanlarını rızıklarından daha çok önemsemişlerdir. Kurak, verimsiz bir beldede yaşayanlar daha zengin beldelere gitseler de yine de vatanlarını özlerler. Vatandan ayrılmanın zorluğu hakkında şu ayeti kerime misal verilmektedir: “Eğer onlara, ‘Kendinizi öldürün’ yahut, ‘Yurtlarınızdan çıkın’ diye emretmiş olsaydık içlerinden ancak çok az kısmı bunu yapardı-(yurtlarından ayrılırdı)” (Nisâ 4/66)

“Eğer onlara, ‘Kendinizi öldürün’ yahut, ‘Yurtlarınızdan çıkın’ diye emretmiş olsaydık içlerinden ancak çok az kısmı bunu yapardı-(yurtlarından ayrılırdı)” (Nisâ 4/66)

4. Fütüvvet Ahlakı Şehadete götüren vasıflardan, şehitlerimizin güzel ahlakından biri de fütüvvettir. Fütüvvet sözlükte gençlik, yiğitlik, mertlik gibi anlamlara gelir. Fütüvvet ehline “feta” denilir. Feta da lügatte genç, yiğit ve mert anlamındadır. Şüphesiz Hz. Ali’nin fütüvvet tarihinde ayrıcalıklı bir yeri vardır. Bu manada “La feta illa Ali-Ali (r.a) gibi feta yoktur” sözü meşhurdur. Fütüvvet bir ahlak olup özellikle tasavvuf ehli tarafından büyük önem verilmiştir. Gerek Horasan’da gerekse Irak’ta fetâ denilen kişilerin en belirgin vasıfları cesaret, cömertlik ve fedakârlıktır. Fütüvvet ahlakı daha çok Horasan ve Irak çevresinde ön plana çıkmış, Hak erenlerinin ve savaşçı alpler gibi iki önemli sınıfın vasıflarını kendinde toplayan “Alperenler” yetişmiştir. Bu kimseler hadisi şerifte buyrulan “Muhakkak ki mümin hem kılıcıyla hem de lisanıyla mücadele eder.” hadisi mucibince amel eden, kılıcı, lisanı ve güzel ahlakıyla İslam için mücadele eden faziletli zatlar olmuşlardır. İslam’ın muhafazasında, her yöreye yayılmasında, özellikle Anadolu ve Balkanlara ulaşmasında bu kimselerin büyük hizmeti dokunmuştur. Fütüvvet mürüvvettir. Kemal bulmuş bir şahsiyet ve güzel ahlaktır. Birinci yönü kuvvetli iman ve Hz. Peygamber’e bağlılık, ikinci yönü mertlik ve yiğitlik, üçüncü yönü misafirperverlik ve halka hizmettir. Bu vasıfları kendinde toplayanlar hem savaş meydanında hem de sulh zamanında İslam’ın en önemli hadimleri olmuştur.

Tarih Yazan Önderler

71


Bir Lider ve Öncü: Hasan El-Benna Benna’nın bedeni ortadan kalkmıştı ama düşünceleri ve onu sevenler halen tüm dinamizmi ile ışık saçmayı sürdürüyordu.

İslam tarihinde her kaos ve kriz zamanı, acıların yanı sıra fırsatlarıyla birlikte kendi liderlerini de çıkarmıştır. Bu dönemlerden biri olan 20. yüzyıl da, her ne kadar İslam halkları açısından büyük felaketlere, işgallere ve parçalanmalara sahne olmuş bulunsa da, bu krizler içinden kendi liderlerini çıkarmaktan geri kalmadı. 1906 yılında doğan Hasan el-Benna, karanlık 20. yüzyılın içinde aydınlığa elçilik edenlerden biri ve belki de kendi koşulları içinde en etkilisi idi. 43 yıl süren kısa ömrüne çok büyük işler sığdırmış bir önder olan Benna, 1949 yılında şehid edilmesine kadar geçen yarım asırlık zamanda, kendisinden

72

Gri Edebiyat

Emre YILDIRIM

sonraki Ortadoğu kaderini derinden etkileyecek izler bırakmayı başarmış büyük bir İslam önderi, siyasi bir lider, teorisyen ve eğitimci kişilikleri bünyesinde toplamış takva sahibi bir deha idi. Yaşadığı dönem İslam dünyasının en karmaşık ve çıkmaza girdiği dönem idi. Birinci dünya savaşı sona ermiş, Osmanlı devletinin enkazı üzerine onlarca gece kondu devlet inşa edilmişti. Müslüman bir otoritenin yokluğu, tamamı işgal altında bulunan Müslüman halkların öfkesinden korkan işgalcileri kukla yönetimler kurmaya itmişti. Mısır bu ülkelerden biriydi. Gerçekte İngilizlerin denetimindeki Mısır’da görünüşte bağımsız bir


kral yönetimde bulunuyordu. Sözüm ona bağımsızlık yanlısı Veft Partisi gibi milliyetçi hareketler verilen ilk iktidar fırsatına kanarak ideallerini bir kenara itmiş, Mısır halkını işgale karşı savunan onurlu sesler azalmıştı. Böylesi bir ortamda Hasan el-Benna, 1928’de kurduğu Müslüman Kardeşler (ihvan-ı Müslimin) hareketi ile kendi toplumundan başlayarak tüm İslam dünyasının ihyası çalışmasına girişti.

ride kuracağı hareketin siyasal bir kurtuluş mesajı taşımakla birlikte bireylerin ahlaki yaşamına da büyük vurgu yapması, Benna mektebini oluşturan selefi-sufi karışımın güzel bir örneğiydi.

Mesajı gayet net idi: Kurtuluş için yeniden İslam’a dönüş ve tüm ahkâmıyla birlikte İslam’ı hayatımıza uygulamak.

Kahire’deki gençlik yılları Benna’nın birçok Müslüman düşünürle ve fikirleriyle tanışmasını beraberinde getirdiği gibi, onu aktif mücadelenin tam ortasına yerleştirmişti. İslam dünyasının Batı karşısındaki gerileyişine kafa yoran Benna, okuldan mezun olduğunda, genç bir öğretmen olarak kendini mücadele meydanında koşturmaya hazır hissediyordu.

Çocukluğu İslami bir çevrede geçen Hasan el-Benna, üniversite eğitimi için gittiği başkent Kahire’de zengin bir entelektüel ve fikri ortamda kendini yetiştirmeyi başarmıştı. 1920’li yılların Mısır’ında yaşanan tüm siyasal ve ekonomik çalkantıya bizzat şahitlik yapan genç Benna, eğitim fakültesinde yaşanan tartışmalar, tebliğ çalışmaları ve gösteriler sırasında siyasal fikirlerini olgunlaştırdı.

İlk görev yeri İsmailiye’ye 1927’de ulaştığında, bir yanda genç neslin eğitimine kafa yorarken, diğer yandan toplumun bilinçlendirilmesi için neler yapılabileceğini düşünüyordu. Gençlere ulaşması zor değildi. Okulda onlarla ders harici faaliyetler aracılığı ile ilgilenmesi mümkündü. Diğer halka ulaşmak için ise çok ilginç bir yerden başladı: Kahvehanelerden.

Çocukluğunun geçtiği taşra kasabasından çıkıp 1923’te Kahire gibi büyük bir kente gelmesi, o yıllarda İngiliz işgalini bizzat yakından tanımasına, Mısır’ın sürüklendiği siyasal, ekonomik ve ahlaki çöküşü yakından görmesine fırsat verdi. Küçüklüğünde aldığı sufi terbiye ve ahlak ile, kentte tanıştığı selefi siyasal anlayış onun fikri çizgisini oluşturan temel yolu çizdi. İle-

Bu tür yerlerdeki insanlarla ilgilenerek kendi tabanını oluşturan Benna, sonunda ortak hareket edeceği samimi dostlar edinmekte gecikmedi. Bu dostları ile yaptığı çalışmalar bir süre sonra gönüllü çabaları kaldıramayacak kadar genişlemeye başlayınca bir merkez kurma ve örgütlenme ihtiyacı ortaya çıktı. İşte bu aşamada 1928 yılında Müslüman Kardeşler Hareketi bu kentte, Benna’nın mütevazı evinde doğdu. Hareket 10 yıl gibi kısa süre içinde tüm Mısır’daki siyasi atmosferi etkileyecek bir etkinliğe kavuştu. Artık bir davet ve tebliğ hareketi olduğu kadar, siyasal bir güçtü de. Onun güçlenmesi, Mısır halkını bilinçlendirmesiyle doğru orantılı idi. Mısır halkının uyanışı ise, sömürgeci güçlerle ona destek veren yerli işbirlikçilerin tüm hesaplarını alt üst etmeye başlamıştı. Çünkü 1940’lara gelindiğinde teşkilatın Mısır’daki şube sayısı 3 bini bulmuş, bağlılarının sayısı ise yüzbinlere ulaşmıştı. Benna’yı sürgün etmeleri, arkadaşlarını tutuklamaları ve cemaate bağlı kuruluşların kapılarına kilit vurulması gibi baskıların sonuç vermemesi üzerine onun bedenini ortadan kaldırarak hedef-

Tarih Yazan Önderler

73


lerine ulaşmayı düşündüler ve Şubat 1949 tarihinde büyük aksiyon adamı ve dava önderi Hasan el-Benna’yı şehit ettiler. Benna’nın bedeni ortadan kalkmıştı ama düşünceleri ve onu sevenler halen tüm dinamizmi ile ışık saçmayı sürdürüyordu. Ardından cemaate karşı büyük yıldırma operasyonları yapıldı. Merkezleri basıldı, masum binlerce kişi tutuklandı, işkenceye maruz kaldı ya da öldürüldü. Tüm bunlara rağmen Benna’nın düşünceleri ölüm pahasına da olsa, İslam dünyasının birçok yanında rağbet buldu ve giderek yayıldı. 1960’lara gelindiğinde hareket kendine yeni fikir adamları ve şehitler kazanırken, 1970’lerde gücünü yeniden toparladı. 1980’lerde önemli taktik değişiklikleri yapan ve sosyal tabanını geliştirmek için toplumsal projelere yönelen bağlıları, 1990’ların dünyasında Fas’tan Irak’a kadar 20 ülkede siyaset sahnesinde belirleyici konumda bulunuyorlardı. İnsanları Benna’ya ve fikirlerine çeken en temel unsur onun samimiyeti ve fikirlerini sunmadaki sadeliği idi. Benna’nın iki temel hareket noktası vardı: - Bireysel ve toplumsal ıslah - Sömürgeciliğe (işgale) karşı sözlü ve fiili cihad

74

Gri Edebiyat

Onun ana düşüncelerini oluşturan temel unsurlar; yeniden İslam’ın özüne dönüş ve bu dönüşü fiili hayatta bizzat gösterme esaslarına dayanıyordu. Bunu yaparken bu çağın gerektirdiği teknik donanımlara sahip olunmasının zorunluluğunu da belirten Benna, geliştirdiği örgütlenme modeli ile aileden başlayıp devlet örgütlenmesine kadar devam eden iç içe geçmiş halkalar oluşturmuştu. Benna, İslam’ı vicdani bir konu olmaktan öte, bir nizam, bir yaşam biçimi ve uyulması gereken yasalar bütünü olarak görür. Bunları savunurken, içinde yaşadığı toplumun birçok davranışını eleştirmekle birlikte onları dışlayıcı bir üslup kullanmaz. Rejimi tamamen yıkmaktansa, onun ıslah edilmesini savunur. Düşman olarak sadece sömürgecileri ve siyonistleri gösterir ve onlara karşı silahlı mücadeleyi teşvik eder. Bunları yaparken üç yönlü karşı koyuş ve direnme ile karşılaştı. Bunlardan en geneli işgalci İngiliz yönetiminin baskıları idi ki; buna karşı onurlu bir karşı koyuş ve direnişi sonuna kadar kullandı. İkinci baskı odağı iç siyasi baskılardı ki, bunları da bizzat devlet kademelerindeki yöneticilere hikmet ve güzel öğütle yaptıkları işin yanlışlığını onlara anlatarak ikna etmeye çalışmaktı. Üçüncü halkadaki problem ise cemaatin bizzat içinden kaynaklanan


sorunlardı. Bunlar iç ihanet ve ayrılmalardan küskünlüklere kadar çok sayıda sebebe dayanıyordu. İç sorunlarla mücadelesinde kavgacı bir üsluptan ziyade nasihat ve uzlaştırıcı olmaya gayret ediyordu. Kendi döneminde alternatif bir nesil oluşturmada önemli ilerlemeler sağlayan Benna, kendi döneminde dünyanın en büyük İslam cemaatlerinden birini oluşturmayı başardı. Onun bıraktığı miras kendisinden sonra katlanarak büyüdü ve bugün Arap dünyasının en güçlü İslami siyasi hareketi durumuna geldi. Benna, bir ideolojik yapı kurmaktan ziyade, mükemmel bir teşkilat çalışması ve sistematiği ortaya koyarak, 20. yüzyıldaki mücadele yönteminin sınırlarını çizmiş oldu. Tüm Arap ülkelerinde siyasi tabanı bulunan Müslüman Kardeşler hareketi, Benna’nın fikirlerinden aldığı esinle, bizzat o ülke parlamentolarında siyaseti belirleme konumuna sahip. Mısır, geleneksel olarak en güçlü olduğu ülke ve parlamentodaki tabanı yüzde 20’lere yakın. Hareketin güçlü olduğu diğer ülkeler, Ürdün, Yemen, Cezayir, Kuveyt, Irak, Suriye, Lübnan, Sudan, Fas, Suudi Arabistan ve Filistin. Bu ülkelerde siyaseti doğrudan etkileme gücüne sahip olan hareket, Avrupa ve Amerika yapılanmaları ile de çok önemli bir sosyo-ekonomik tabanı yönetiyor. Hareketin tüm ülkelerdeki kolları arasında hiyerarşik bağlantı ve emir-komuta zinciri olmamakla birlikte Mısır’daki liderlik halen Benna’nın bıraktığı mirasın sahipleri olarak görülmektedir.

Mısır’da doğmasına rağmen fikri, siyasi ve toplumsal etkileri bakımından tüm İslam dünyasını etkileyen Hasan el-Benna, bugün Müslümanların içinde bulunduğu sorunların çözümünde halen en önemli alternatiflerden biri olarak gündemdedir. Direnişçi ama bir o kadar da ılımlı ve yerel değerlerle hikmetli bir şekilde mücadele eden model olması bakımından Benna ve hareketinin anlaşılması çok önemli ipuçları verecektir. İslam’ı terörle özdeşleştiren günümüz Batı dünyasına karşı olsun, aşırı yorumlardan dolayı İslam’dan uzaklaşma eğilimindeki geleneksel Müslüman toplumlara yönelik olsun, bugün içinde bulunduğumuz metodolojik sorunların aşılmasında da Benna tecrübesi eşsiz bir hazine gibidir.

“İslam dininin özgürlük, bağımsızlık ve hakimiyetten daha azına razı olmadığını onlara öğretin..!”

Tarih Yazan Önderler

75


Tılsımı Bozmayan Başkan Adnan Demirtürk Salih TURHAN @AGDSalihTURHAN

“Lügatimizde kin, nefret, haset, düşmanlık, husumet sözcükleri olmamalıdır. Yıkmak için değil, yapmak için var olduğumuzu unutmamalıyız. Ucuz kahramanlık gösterilerine, işportaya düşmüş slogancılığa, serkeşliğe, havailiğe iltifat etmemeliyiz. Mesuliyetimizi kuşanmalıyız, vakti kuşanmalıyız. Yorgunluk, bıkkınlık, ümitsizlik, karamsarlık, kırgınlık, küskünlük sözcüklerini bir paçavra gibi hayatımızdan söküp atmalıyız. Yaptıklarımızı şan şöhret ikbal için değil, bir gün kendisine döneceğimiz âlemlerin Rabbi Yüce Allah’a yüz akıyla ve alın açıklığıyla kavuşmak için yapmalıyız.”

İ

nsan yeryüzünde kalıcı değildir. Kendisine verilen mühlet doluncaya kadar bekleyecektir. Tercihlerde bulunacak, tutum ve davranışlar ortaya koyacaktır. Çoğunluk, yeryüzündeki sayılı günleri konfor ve haz peşinde koşarak tüketecek, verilecek bir hesap olmadığı düşüncesiyle yaşayacaktır ama her çağda sayıca az inanmış kadın ve erkekler ise sınandıklarının bilinciyle hareket edeceklerdir, en azından bunun için gayret edeceklerdir. İşte Adnan Demirtürk Ağabeyimiz, bu gayreti “Allah’a kilitlenmek” olarak nitelendirirdi ve şöyle söylerdi: “Gençler! Açısı tam olmak, Allah’a kilitlenmiş olmaktır. Allah’a kilitlenen insana virüs bulaşmaz.” İnsanın önünde iki yol vardır. Âlemlerin Rabbi’nin hoşnutluğuna giden yol meşakkatli, zor bir yoldur. Beled Sûresi’nde bildirildiği üzere sarp bir yokuştur. Sarp yokuş, bir köleyi azat etmek, bir borçluyu kurtarmak, kıtlık gününde yakın olan bir yetimi doyurmak, belki paçası çamurlu bir yoksulu yedirmek, her türlü sıkıntıya ve baskıya rağmen, iman edenlerle bir topluğun içerisinde, sabırla, kalplerinde iyilik, güzellik ve merhamet taşıyanlardan olmak için yürünülen yoldur. İnsanın, Kelam-ı Kadim’in bu şekilde tarif ettiği yolda olması en büyük

76

Gri Edebiyat

nimettir. Merhum Demirtürk Ağabeyimiz, “Her nimetin şükrü kendi cinsindendir. Hidayet nimetinin şükrü ise cihattır.” demiştir. Cihat, Beled Sûresi’nde tarif edilen sarp yokuşta yürüme kararlılığıdır. Yapılan bütün haksızlıklara, suçlamalara, baskılara rağmen O, teşkilatları itidale davet ediyor ve şunları söylüyordu: “Lügatimizde kin, nefret, haset, düşmanlık, husumet sözcükleri olmamalıdır.


Başkanlığı görevi kendisine verildiğinde Vakfın bir Genel Merkez binası yoktu ve MGV Ankara Şubesi’nin Sıhhiye’deki küçük bir dairesi kullanılıyordu. Adnan Ağabey, hizmet binası olarak Ulus’ta beş katlı bir iş hanını MGV’ye kazandırırken daha binanın açılışında, “ Bu bina bizim için artık eskimiştir, ilk hedefimiz Esenboğa Havalimanı yolu üzerinde yüz dönümlük bir arsa alıp oraya bir külliye inşa etmek olacaktır” diyerek, bir işi bitirdiğinde diğerine koyulmak gerektiğinin örnekliğini gösteriyordu. Bunun adı inşirahtı.

Yıkmak için değil, yapmak için var olduğumuzu unutmamalıyız. Ucuz kahramanlık gösterilerine, işportaya düşmüş slogancılığa, serkeşliğe, havailiğe iltifat etmemeliyiz. Mesuliyetimizi kuşanmalıyız, vakti kuşanmalıyız. Yorgunluk, bıkkınlık, ümitsizlik, karamsarlık, kırgınlık, küskünlük sözcüklerini bir paçavra gibi hayatımızdan söküp atmalıyız. Yaptıklarımızı şan şöhret ikbal için değil, bir gün kendisine döneceğimiz âlemlerin Rabbi Yüce Allah’a yüz akıyla ve alın açıklığıyla kavuşmak için yapmalıyız.” Fişlemelerin olduğu, tutuklamaların olduğu, siyasi yasakların getirildiği, faili meçhul cinayetlerin işlediği, adeta bir korku toplumunun oluşturulduğu bir dönemde Adnan Ağabeyimiz, musibetlerden kurtulmanın yolunu herkese tekrar tekrar hatırlatıyordu: “En büyük emniyet çalışmaktır… Arkadaşlar! İhlâsla çalışalım. İhlâs; dünya yansa içinde bir kalbur samanı bulunmamaktır. Yılmaz, yorulmaz, yıkılmaz bir gayretle çalışalım… Az topluluğun sırrını bilelim. Sevginin galip gelmesi için çalışan insan olalım; yani adam gibi adam olalım… En şerefli nimet bir insana Cenab-ı Allah’ın kendi rızası yolunda çalışmayı nasip etmesidir. Bu çalışma zor şartlar altında gerçekleşiyorsa ecri kat kat artar…” Yirmi bir yaşında Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesinden mezun olan Adnan Demirtürk Ağabeyimiz, genç yaşına rağmen İlçe Başkanlığından Genel Merkez Seçim Karargâhı Başkanlığına, Belediye Başkan Adaylığından Milletvekili Adaylığına siyasetin birçok kademesinde görev yaptı. Otuz iki yaşında Milli Gençlik Vakfı Genel

28 Şubat sürecinin sıkıntılı şartlarına rağmen sınanmanın varlıkta da darlıkta da devam ettiğini bilen Adnan Demirtürk Ağabeyimiz her daim umudu kuşanmıştı: “Saatlerinizi zafere ayarlayın!... Âlemlerin Rabbi en zor dönemde insanlara en zayıf sebeplerle yardım etmiştir. Bir örümcek ağında peygamberimizi gizlediği gibi. Bu günde davaya zarar gelmesin diye güvercinler gelir, örümcekler gelir. Herkes kendi kulluğunu yapacak. Allah’a teslim olacağız ve muzaffer olacağız.”

“Tılsımı bozmayın. Tılsım kanlı bir kefenle Allah’ın huzuruna çıkmaktır.”

Âlemlerin Rabbi’nin huzuruna alın açıklığıyla ve yüz aklığıyla çıkmak isteyen Adnan Ağabeyimiz, sık sık, “Tılsımı bozmayın. Tılsım kanlı bir kefenle Allah’ın huzuruna çıkmaktır.” derdi. Dediği de oldu. Samsun’da gerçekleşen bir program sonrası Ankara’ya dönerken trafik kazasında iki dava kardeşimizle birlikte Hakk’a yürüdü. Yine son cümlelerimiz Adnan Ağabeyimizin dudaklarından dökülsün: “Ne kadar başarılı olsak başımız öne eğiliyor. Çünkü bu işin sahibi Allah’tır. Allah emirlerinde galip olandır. Kulluk görevimizin gereği olarak bu çalışmaları yapıyoruz.”

“Her nimetin şükrü kendi cinsindendir. Hidayet nimetinin şükrü ise cihattır.”

Tarih Yazan Önderler

77


Sûfî’nin Şehâdeti Fatih YILDIZ yakubzade@hotmail.com

Dervişler hazır asker “Allah” der cihad eder Ben diyem doğru haber Sözü işiten gelsin Eşrefzâde Abdullah Rûmî

Î

slamî disiplinler arasında “kavramların izahı” meselesi asrımızda problemli bir mesele halini almaktadır. Bu kavramların Kur’an ve hadis eksenli anlayış disiplinleriyle fıkıh, kelam ve tasavvuf merkezli anlayışlarda ifade ediliş tarzı da maalesef bugün doğru bir şekilde yerine oturtulamadığı için münakaşa meselesi haline gelmekte, cemiyette ilme güvenin sarsılmasına sebep olmaktadır. İlgili mesele önemli miktarda İslamî disiplinler arasında irtibat kurmakta zorlanan modern/batı düşüncesinin zihinlerimize zerk ettiği parçacı anlayışın ürünüdür. Farklı anlayış ve akımların kavga ve ihtilaf üzerine yükseldiği batılı paradigmanın eğitim anlayışıyla gönüllerimize vurduğu önemli bir darbedir. Maalesef cemiyetin en alt tabakasından akademisine kadar etrafımızı sarmalamış bir açmazdır. Şehadet gibi tevhide/birliğe en yakın bir konu dahi ele alınırken aynı hataya düşüp bölmeye ve parçalamaya gidilebilir. İslamî disiplinleri aynı düzlemin farklı parçaları gibi düşünmek gibi masumca görünen bir anlayıştan hareket edersek, bu bölünme işten bile olmayacaktır. Şu durumda sûfiler yatay/ çizgisel değil de, dikey/dâirevî düşünmeyi teklif etmektedirler. Parçaları birbiri içine geçmiş, birbirini kapsayan halkalar gibi düşündüğümüzde hem tevhide daha yakın durmuş ve hem de maksada kavuşmuş oluruz. Tabi burada en önemli ilke en büyük ve kapsayıcı halka/ilkenin şeriat olduğunu bilmemiz gerekir. Böyle bir durumda “Fıkıhta şehadet”, “Hadiste şehadet”, “Tefsirde şehadet”, “Tasavufta şehadet”... dediğimizde herbirinin yerini takdir ettiğimiz bütüncül bir yapıyı tanımlamış oluruz. Hiçbirini dışarıda bırakmadan ve küçümsemeden 78

Gri Edebiyat

her ilme gayesi ışığında hakkını verirsek; tanımını Kur’an ve hadisten alan, ölçülerini fıkhın belirlediği ve derinliğini âriflerin tecrübe ettiği iç içe geçmiş halkalardan oluşan bir bütün karşımıza çıkar. Bu anlama/anlamlandırma usulüyle alakalı girişten sonra; Şehîd isminin Allah’ın esmasından olmasından başlayabiliriz. Sûfî kainattaki “kendisine var denilebilecek” her şeyin; zâtının, sıfatlarının ve fiillerinin Allah’ın sıfatlarının ve fiillerinin tecellisi olduğunu idrak eden kişidir. Bu sıfatlar en kamil bir biçimde eşref-i mahlûkât, zübde-i âlem olan insanda toplanmıştır. İnsanların hepsinde potansiyel olarak var olan bu câmîlik/toplayıcılık durumunu bi’l-fiilden, bi’l-kuvveye geçiren insana gerçek anlamda insan, insân-ı kâmil adı verilir. İşte aslında her kamil insanda Allah’ın Şehîd isminin de bir tecellisi olmak durumundadır. Bir insan bunu farklı tasavvufî yolların öne sürdüğü yöntem ve usullere bağlı kalarak, Allah’ın lütuf ve keremine mazhar olabileceği bir hazırlık devresinden sonra Cenâb-ı Hakk’ın medediyle kendi kabiliyetleri sınırınca Allah’ın istediği seviyede elde edebilir. Bu bir anlamda kazanılan bir şehadettir. Kulun kalbi zikirle ve tefekkürle perdelerden arınarak muhâdara makamına ulaşır, bundan sonra kalpten bütün şüpheler kalkarak huzurda olma hali denilen mükâşefe mertebesine ulaşır, daha sonra ise kulun her şeyi tevhid ile gördüğü müşâhede gelir. İşte bu nokta şehîd dediğimiz insanlarla kemal yolundaki insanın birleştiği bir noktadır denilebilir. Şehîd “şâhid olan” demektir. Şehîd neye, nasıl şâhid olmuştur?


Şehadette iki önemli sıfat bulunmaktadır; irade ve fedakarlık. Şehid öyle büyük bir irade sahibi/ mürîd’dir ki bu dünyadaki en önemli şahsî sıfatından, canından fedakarlık yapabilecek kadar iradesini Allah’ın iradesinde fânî kılmıştır. En büyük irade herhalde kişinin iradesinden fânî olmasıdır.

“Benlikten kendisinde bir damar kaldıkça kulun müşahedesi sahih değildir.” Asrımızın büyük sûfilerinden Mahmud Es’ad Coşan Hazretleri fedakarlığı/cömertliği üçe ayırmaktadır; mal cömertliği, ten cömertliği, can cömertliği. Mal cömertliği infak, ten cömertliği ümmete hizmet, can cömertliği ise gerektiğinde hayatını ortaya koyabilme fedakarlığıdır. Tabi bu en başta fiilin rızâ-i Barî’ye uygun olmasını, rızaya uygunluk niyetin sahih olmasını, niyetin sahih olması da niyetlerin merkezi olan kalbin salâhını gerektirmektedir. Bir savaş esnasında sahâbenin şehadetini kutladığı bir şahsın Peygamberimiz tarafından cehennemde olduğunun belirtilmesi niyetin önemini ortaya koyan bariz bir örnektir. Diğer yandan bu fedakarlıkların herbiri ciddi anlamda “verebilmek” üzere kurulmuş bir nefis terbiyesini lüzumlu kılar. Hasılı tasavvufî terbiyenin gereklerinden olan kalp tasfiyesi ve nefsin ıslahı şehadetin sıhhatı için de burada karşımıza çıkmaktadır. Büyük cihad/küçük cihad meselesini de bir kere daha hatırlatmakta fayda var. Burada makasın iki ağzını artık birleştirebiliriz. Şehîd, göstermiş olduğu büyük irade ve fedakarlıkla şehitlik mertebesini kazanırken bir anlamda sûfî’nin farklı irfânî yöntem ve tecrübelerle elde ettiği müşâhede makamına ulaşmaktadır. Sûfî salih bir niyet ve irade ile başladığı önemli tekâmül mertebelerinden kalb/ruh meydanında gösterdiği nefis mücahedesi ile müşahedeye ulaşırken; aynı

çıkış noktasından niyet ve iradeyle hareket eden şehid, cihad meydanında canını feda ederek şehadet mertebesine ulaşmaktadır. Ebu’l-Hüseyn en-Nûrî der ki: “Benlikten kendisinde bir damar kaldıkça kulun müşahedesi sahih değildir.” Sûfî varlığına dair her şeyden soyunup fenâ bulmadıkça gerçek anlamıyla şehadet mertebesini elde eldemez, şehid ise kanının ilk damlasıyla birlikte varlığından soyunur ve ilahî alemleri ve oradaki ikramları müşâhede etmeye başlar. Yunus Emre’nin “Ölen hayvân imiş, âşıklar ölmez.” mısrası da bir anlamda Bakara 154. âyette buyrulan “Allah yolunda öldürülenlere ‘ölüler’ demeyin. Hayır, onlar diridirler. Ancak siz bunu bilemezsiniz.” ilâhî irşadını tefsir etmektedir. Allah aşıkları, marifetullah erleri “irâdî bir ölüm”le müşâhedeyi kazanmışlar, şehidler cihad meydanlarında “büyük fedakarlık”larını göstermişler ve hususî bir ölümsüzlük kazanmışlardır. Son olarak Erbilli Es’ad Efendi de; “Ne mümkin bunca âteşle şehîd-i aşkı gasl etmek, Cesed âteş, kefen âteş, hem âb-i hoş güvar âteş.” beytiyle bu iki sınıfın yollarını birleştirmektedir. Şehidler yıkanmaz, müşâhede erbabı sûrî/fıkhî anlamda şehid muamelesi görmeyip yıkansa da öyle bir tevhid ateşiyle varlığını yakmıştır ki artık gasl edilen beden, kefen, su öncelikli bir anlam ifade etmemektedir. İslam dünyasının merkezi başta olmak üzeri birçok yerinde fikrî ve fiilî bir kargayaşa ve anarşinin hüküm sürdüğü şu günlerde sahih/kadîm geleneğimizin mirasını her yönüyle kucaklayacak çok katmanlı ancak hiçbir katmanı devre dışı bırakmayan birleştirici yorumlara ihtiyaç vardır. Bu hususta sûfîlere önemli vazifeler düşmektedir. Bu küçük denemenin inşaallah bu vazifeye mütevazı bir katkı olmasını niyaz ederim.

◆◆◆ Tarih Yazan Önderler

79


Röportaj

Selma Argon: Korkma Bir Enerjidir, Bir Ültimatomdur Asım’lar sadece erkekler değil! Asım bütün gençlerdir, sadece erkekler değil! Köse İmam’ın oğlu olarak geçiyor ama Asım bir simgedir, içimizde olan bir histir aslında. Kızlar da ona dâhildir, sadece erkekler olarak düşünmememiz gerekir aslında.

Milli şairimiz Mehmet Akif Ersoy’un torunu olmak nasıl bir duygu? Bize kendinizden bahsedebilir misiniz? Ben Mehmet Akif’in en küçük kızı olan Suat Hanım’ın kızıyım. Rahmetli dedemin 3 kızı 2 oğlu olmuş. Bir oğlu 1,5 yaşında iken vefat etmiş. Sırayla kızlar, sonra erkekler. Ailenin en küçük torunuydum hep. Annemlerden sonraki nesilden şuanda iki kişi kaldık. Ortanca teyzemin kızı Seyhan ablam var. Benden çok büyük ve şu ara irtibatımız biraz kopuk durumda. İnşaallah hasta değildir. İki torun kaldık. Mehmed Akif Ersoy’un torunu olmak tabi ki çok güzel bir şey. Onun torunu olmak bir kere ilk başta sizlerle beraber olmamı sağlıyor. Benim en büyük keşkelerimden biri ona yetişememiş olmaktır. Ablam 10 yaşındayken görebilmiş. Ben, onu hiç gö80

Gri Edebiyat

remedim. Dedesi olanlara, büyükleri olanlara hep imrenmişimdir. Çünkü insanın hayatında dede olsun, anneanne olsun, babaanne olsun başka türlü bir varlık. Anneden babadan başka insanı şımartan, onların yapma dediklerini gizli gizli yaptıran insanlardır dedeler. Çocukken pek anlamıyorsunuz onun torunu olmayı ama okula başladığınız andan itibaren bir farklı hissediyorsunuz. Çünkü öğretmenlerin size olan davranışı başka türlü oluyor. Mesela küçücükken öğrenmiştim İstiklal Marşı’nı. Mutlaka sınıfta bana bir kere okuturlardı. “Hadi oku bakalım.” diye. Anneme sorardım “Niçin hep bana okutuyorlar bunu?”, anlamaya başladığımdan itibaren annem anlatmaya başladı. “Bunu yazan senin deden, benim de babam.” Yavaş yavaş “Dedem yazmış bunu.” diye bir kere seviniyorsunuz ama işin ne kadar ciddi olduğunun farkında değilsiniz. Ancak ortaokul hatta lise çağına geldiğinizde diyorsunuz ki “Bu çok önemli bir şey.” Hayatını okumaya, evdekilere sormaya, onunla alakalı bir şeyler öğrenmeye başladığınızda, o küçücük yaşta hayretler içinde kalmaya başlıyorsunuz. “Bu satırlar nasıl yazılmış? Benim dedem bunları nasıl yazmış?” diyorsunuz ki gerçekten inanılmaz satırlardır Safahat’taki bütün şiirler. Ben biraz edebiyata düşkündüm, edebiyatım iyidir. Araştırmaya başladığım andan itibaren de artık dedeme ayrı olarak büyük bir hayranlık duydum. Bırakın dedem olmasını insan olarak samimiyetine, samimi bir Müslüman oluşuna, her olayında samimi oluşuna hayranlık duydum. Dedem oldu-


ğu için onur duydum ve sevindim. Bana büyük bir nimet verilmiş, öyle bir ailenin torunu olduğum için. 2011’de “Mehmet Akif Yılı” ilan edildi. Mehmet Akif’in Kastamonu Nasrullah Camii’nde verdiği vaazları içeren bir kitap çıktı, çok önemlidir. Yazan kişi beni oraya davet etti, bir hafta kaldım. Dedemin dolaştığı yerlerde, vaaz verdiği camide gezdim. Ondan sonra aşırı bir ilgi başladı. Bu ilgi bizzat şahsıma değil tabi, dedemden dolayı bana. Televizyon programlarından, gazetelerden, dergilerden ve de bütün Anadolu’daki okullardan ve üniversitelerden konferans veya seminer vermek için davet almaya başladım. En küçüğünden en büyüğüne Mehmet Akif’in yaşadığı dönemi, onun hayatını, yazdıklarını anlatabilmek için. Çünkü hem yaşadığı dönemde hem şimdi hâlâ anlaşılamamış bir insandan bahsediyoruz, hep satıhta kalmış; İstiklal Marşı’nın şairi, büyük İslam şairi, milli şair. Onun dışında bambaşka bir hayatı var, kendi hayatı da apayrı bir şiir zaten. Onun için çok araştırılması gereken bir insan. 2011’den beri bu vazifeyi yürütüyorum aşağı yukarı. Her yere gidiyorum. Almanya’ya, Hollanda’ya da davet edildim. Orada yaşayan Türkler, sizin gibi gençler tarafından. Orada da konferanslar verdik iki hocayla beraber. Kosova’ya çok gittim. Malumunuz üzere dede yurdudur, İpek kasabası. Orada amca torunu yaşıyordu, 25 gün evvel vefat etti. Dedem sayesinde hayatımda çok güzel şeyler oldu.

Korkmamamız gerektiğini, hiçbir şey olmayacağını söyler bize meğer ki son ocak sönmesin yurdumuzda. Dedem zaten sevgili Peygamberinin yolundan gitmiş, onun yaptığı hemen her şeyi yapmaya çalışmış bir insandır. Yetimlere bakışı, spor yapışı, dinini yaşayışındaki samimi inancı, ondan bahsederkenki sevgisi ve ölürken dahi “Ne mutlu bana ki Peygamberimin yaşında ölüyorum.” diye sevinerek gitmesi. Manevi yönü çok yüksekti. Zaten manevi yönü bu kadar yüksek olmasa, dininde inancında bu kadar samimi olmasa bu kadar da sevilmezdi. Hayır, hayal ile yoktur benim alışverişim… İnan ki: Her ne demişsem görüp de söylemişim. Şudur cihanda benim en beğendiğim meslek: Sözüm odun gibi olsun; hakikat olsun tek! Aynı bu şiirde de görüldüğü gibi yazdığı her şey gerçektir. Bütün şiirlerinde görüp de yazdığı olaylar vardır. Onun için ben hep diyorum ki: “Safahat belgeseldir: Şiirle aruzla ve hatta resim ile çizilmiş bir belgesel.” Türkiye’nin o zaman yeniden doğuşundan itibaren yaşadıkları, dedemin yaşadığı milli mücadele, Balkan Savaşları şiirlerini okudu-

Hicrette Peygamber Efendimiz Aleyhisselam ile Hazreti Ebubekir Radıyallahu Anh, Sevr mağarasında iken müşrikler mağaranın girişine gelmişlerdi. Hazreti Ebubekir endişelenmişti. Peygamberimiz Sallallahu Aleyhi ve Sellem : “Korkma Ey Ebubekir, Allah bizimle beraberdir.” buyurmuşlardı. Mehmet Akif Ersoy da İstiklal Marşı’mıza “Korkma” ile başlıyor. Bu bağlamda Akif’in hissiyatından ve manevi yönünden bizlere bahseder misiniz? Bize zaten onu hatırlatır hemen. Birçok insan “Korkma”yı ölme korkusuyla ilişkilendiriyor. İsmini anmak istemediğim bir sürü insan var: “Türk korkar mı canım, niye korkma diye başlıyor İstiklal Marşı?” diyen. O korkma başka bir korkma. Korkma bir enerjidir orada, bir ültimatomdur aslında.

Tarih Yazan Önderler

81


ğunuz zaman “Herhâlde bugün yazdı bu şiiri.” dersiniz. Ve şimdi içimizden çıkan hainlerden bahsettiği bir şiiri var ki. Sanki dersiniz “Görmüş de bize göndermiş bu şiiri.” Ve büyük inancı sayesinde Çanakkale şiirini yazmıştır. Hâlbuki yazarken Çanakkale’de değildir, çöldedir. Küçücük ahır gibi bir yerde. Kuşçubaşı Eşref’ten Çanakkale zaferini işittiği zaman oraya çekilip sabaha kadar ağlayarak dua ederek yazmıştır o şiiri. Bize resimle anlatır, tablolarla anlatır adeta. Allah’a o kadar yalvarmış ki “Bu şiiri, bu destanı yazmadan canımı alma” diye. Profesör Mehmet Şimşek hoca vardır. Dedi ki: “Rabbi onun iç gözünü açtı, ona ilham verdi, ona yazdırdı o satırları.” Ben de onunla aynı fikirdeyim, buna çok inanıyorum. Bu kadar temiz yürekli, inancı çok yüksek bir insana yazdırılmıştır bu şiir. Çünkü nasıl fışkırmış o yazı, askeri güneşe benzetmiştir ve hiçbir şeye koymaya kıyamamıştır; Peygamberimizin kucağına gönderir. Çok muhteşem, bambaşka bir şiirdir. Onun gibi yazılamamıştır, yazılamaz da. Günümüzde çokça yerde karşımıza çıkan “Asım’ın Nesli” söylemi gençlere yol haritası olarak sunuluyor. Mehmet Akif Ersoy “Asım’ın Nesli”ni hangi şahsiyet üzerinden şekillendirmiştir? Asım’ın karakter yapısından bizlere bahsedebilir misiniz? Asım aslında biraz da Mehmet Akif’in kendisidir. Kendi yapamadığı şeyleri ileriki yaşta ona yaptırmak ister. Asım aslında bir karakter. Köse İmam’ın oğlu olarak geçer. Köse İmam’ın oğlu yok fakat o dostunu o kadar sever ki Asım karakterini onun oğlu olarak nitelendirir. Hocazade de dedemdir. Dört kişi arasında geçer. Safahat’ın en büyük bölümlerinden biri Asım’dır. Köse İmam hep şikâyet eder Asım’dan. Aslında ilk önce okuyan bir çocuk fakat birdenbire okumayı bırakıyor, ceketini omzuna atıyor, çete gibi bir şey kuruyor, kahvehane basıyor, Ramazan’da içki içenleri dövüyor, sokakta sigara içenleri dövüyor, kabadayı haline geliyor. Bazen dayak atıyor, bazen dayak yiyor. Köse İmam da baba olarak korkuyor tabi. Hocazade’ye dert yanıyor, yani Mehmet Akif’e. İşte “Şöyle bir olay oldu ne yapacağız? Bu çocuk hiç beni dinlemiyor.” diye. “Sen merak etme! Asım kalben çok iyi bir çocuk.” Diyor Akif de. Böyle sohbet ederlerken o ara Asım eve geliyor, dedem ona bazı nasihatlerde bulunuyor. Tabi Asım önce itiraz ediyor, kabul etmek istemiyor. 82

Gri Edebiyat

Biz arkadaşlarımızla onu tiyatro haline getirdik. İlk olarak Milli Türk Talebe Birliği’nde oynadı. Sonra Osmaniye’de, Mardin’de. Turneye çıkacak, istenilen yerde oynayacak. Çok güzel oldu, çok güzel tepkiler aldı.

“Asım’ın nesli diyordum ya nesilmiş gerçek. İşte çiğnetmedi namusunu çiğnetmeyecek” ve “Unutmayın her karanlık gecenin bir sabahı vardır.” Sonra Asım kitap okumaya başlıyor ama görmesinler diye de gizli gizli okuyor. Yeniden okumaya başladığını görürlerse utanacak çünkü. Anlıyor ki çok önemli şeyler kaybetmiş. Zaten bir müddet sonra da Asım’ı dışarıya gönderdiklerini anlıyoruz. “Git Batı’nın ilmini al ama Batı taklitçisi olma, bizim geleneklerimizle kaynaştırıp arkadaşlarını yetiştir” der. Sonraki bölümde Asım’ı gelmiş, tertemiz giyinmiş, arkadaşlarını da yetiştirmiş bir genç olarak görüyoruz. Yine kuvvetlidir, yine haksızlığa karşıdır. Zulme karşıdır. Zaten “Zulmü alkışlayamam, zalimi sevemem.” Asım Bölümü’ndedir. Öyle bir genç olarak karşımıza çıkıyor. Asım’ı bir simge yapan ikinci bölümdür. Gençleri yetiştirecek, zulmü sevmeyecek, mazlumu sevecek, onları koruyacak, asla şiddete başvurup da çareler aramayacak, sorunları bilimle çözecek, ilimle karşılık verecek, şiddete başvurmayacak ama haksızlık gördüğü zaman da çiğnense de hakkı yerden kaldıracak, hakkı yerde süründürmeyecek. O küçücük şiirde bile Asım’ın karakteri vardır zaten, Asım öyle bir gençliktir. Bana soruyor çocuklar: “Dedenizin cenazesinde hükümetten hiç kimse yoktu, hiç kimse ilgilenmedi. Kimsesizler gibi kaldırıldı. Küskün müsünüz, kırgın mısınız?” diye. Niçin kırgın olayım? Dedem istediği gibi gitti. İstiklal Şiiri okunurken bile utanıp da dışarı çıkan bir insan. Çelenkleri, övülmeleri, alkışları sevmeyen bir insan. Çekinen, mütevazı bir insan. O sevdiği gibi gençlerin sırtında gitti. Dedem Dar-ül Fünun’da da edebiyat dersleri vermişti. Gençler Mehmet Akif ismini gördükleri zaman “Eyvah!” demişler. Biliyorlar hasta olduğunu. Üniversiteye haber gidiyor. O anda organize olmadan bir sürü genç toplanıyor orada. Bir sürü genç ailenin yanında. Türk bayra-


ğı getiriliyor, bir Kâbe örtüsü getiriliyor ve tabutu gençlerin sırtında götürülüyor Edirnekapı’ya kadar. Ben niçin kırgın olayım. O sevdiği Asım’ların sırtında gitti. Asım’lar sadece erkekler değil! Asım bütün gençlerdir, sadece erkekler değil! Köse İmam’ın oğlu olarak geçiyor ama Asım bir simgedir, içimizde olan bir histir aslında. Kızlar da ona dâhildir, sadece erkekler olarak düşünmememiz gerekir aslında. Asım birçok yerde de Mehmet Akif’in oğlu olarak tanınır ama değildir. Kendisinin olan her şeyi ona yüklemiştir. Asım’dan çok şey bekliyor. “300 senelik kaybı geri getirin bir an evvel. Bir an önce gidin hemen dönün.” diyor. O kadar acele etmek istiyor ki. Bakıyor ki el âlem atomu keşfediyor. “Uçaklar yukarıda uçuyor, tersanelerde gemiler yapılıyor. Bizim niye üstümüzde ölü toprağı var. Biz neymişiz bir zamanlar! Gelip dünyaya medeniyet nedir öğretmişiz. Niçin şimdi böyleyiz?” diye çok üzülür ve ister ki gençler ilerlesin. Hiçbir şeyin savaşla olmayacağını, şiddetle olmayacağını, fen ile olacağını o zamanlardan bize anlatır Asım’da. Sonradan Asım da çok çalışkan pırıl pırıl gençler olur şimdi gördüğüm bu gençler gibi. Bizler artık dev-

rediyoruz, sizlere bırakacağız. Sizlerden çok şey bekliyoruz hakikaten. Günümüzde artık her şey eskisinden daha zor. O zaman düşmanı tanıyabiliyordunuz, karşınızda duruyordu. Cephede savaşırsınız, ölürsünüz veya öldürülürsünüz. Cephede olurdu her şey, arka planda başka bir şey olmazdı. Ama şimdi nerede ne savaş olduğu belli değil her yer cephe. Ve sinsice yapılan bir savaş var. Ekonomik bakımdan, araya fitne fesat sokarak, birbirimizi bize kışkırtarak yapılanlar var. Kimin ne olduğu belli olmadığı için çok daha tehlikeli bir dönem. Onun için çok uyanık olmak lazım. “Asım’ın nesli diyordum ya nesilmiş gerçek İşte çiğnetmedi namusunu çiğnetmeyecek” ve “Unutmayın her karanlık gecenin bir sabahı vardır.” Dizeleriyle manevi olarak yoğrulan Asım’ın Nesli milletimiz, 15 Temmuz gecesi İstiklal mücadelesi ruhuyla harekete geçmiş ve kahramanlık destanı yazmıştır. Yıllar öncesinden yazılan bu dizelerin günümüzdeki etkisini sizden dinleyebilir miyiz? Demin de dedim ya sanki bugün yazılmış gibidir Safahat, ibret alınacak her bir satır. Hakikaten dersiniz ki 80 sene sonrasını görmüş. Cumhurbaşkanımız her konuşmasında o günki konuya uygunsa mutlaka 2-3 satırını okur, dedeme büyük bir saygısı var. Çok da güzel okuyor. Geçen sene seçimden önceydi zannedersem, Kosova’da İpek kasabasına bağlı dedemin dedesinin köyünde bir cami açılışı oldu. Savaşta yıkılmış, çok cici küçük bir cami TİKA tarafından restore edildi. 40 kişilik grupla açılışına gidecektik fakat seçimler olduğundan toplanılamadı. Gidilemeyince beni Ankara’ya çağırdılar. Telekonferans ile açılış yapıldı. Cumhurbaşkanımız o gün 4-5 tane açılış yaptı. O caminin açılacağı sıra gelince sahneye çağrıldık, bende yanında yer aldım. Büyük bir onur benim için. Tabi ki yine dedemin sayesinde Cumhurbaşkanımızın yanındaydım. Konuşmalar oldu, açılış yapıldı. O ara bir fırsat oldu. Dedim ki “Sayın Cumhurbaşkanım, size bir şey söylemek istiyorum: Çok güzel şiir okuyorsunuz.” Hakikaten çok güzel bir hitabı var, çok güzel şiir okuyor. Gülümsedi ve dedi ki: “Hele de dedenizin şiirlerini.” Ben de “Evet ama hepsini çok güzel okuyorsunuz.” Dedim. Gülümsedi. Bu benim için ayrı bir güzellik oldu.

Tarih Yazan Önderler

83


Şiir okumak başka türlü bir yetenektir. Şiir yazarsınız ama kendi şiirlerinizi okuyamayabilirsiniz. Vurguları yapmak, kelimeleri tane tane okumak. Hakikaten her yerde dedemin şiirlerinden mutlaka okuyor. İçinden o güne hangisi uyuyorsa seçiyor ve onu okuyor. Onun için minnettarım kendisine. Sanki dedem bugün yazdı şiirlerini, öyle bir his var içimde. Adeta bugünleri anlatmış bize.

“Benim çevirdiğim mealde bir noktayı yanlış yere koyduysam Peygamberimin yüzüne nasıl bakarım, rabbimin huzuruna nasıl çıkarım?” -Mehmet Akif Ersoy “Etmesin tek vatanımdan beni dünyada cüda” dizelerini Mısır’daki zor, hüzünlü, gurbet yaşantısından ve orada hastalığı şiddetlenince vatanına dönme arzusundan mı yazmıştır. Bu durumdan bize bahseder misiniz? -Biliyorsunuz gitme sebebi asla şapka giymemek değildir. Sürülme gibi bir durum da yok. Dedem Mısır’a gittiğinde şapka kanunu çıkmamıştı bile. Fakat birinci meclis fesh edildikten sonra İslam ile ilgili; din büyüklerimizle, İslam büyüklerimizle ilgili büyük bir karalama kampanyası var. Mehmet Akif de bu kampanyalardan birine maruz kalıyor. Hem yeni reformlarla birlikte filizlerini sulamaktadır hem de eskiyi muhafaza ederek yükselmemizi istemektedir. Bazı insanlara Hilafet kalkmayacağına, bir simge olarak kalacağına dair sözler verilmiştir o zamanlar. Fakat verilen o sözlerin çoğu tutulmamıştır. Daha dağılmadan önce mecliste büyük bir kırgınlık yaşanmıştır. Dedemin can dostlarından, Anadolu’ya beraber kaçtığı Ali Şükrü Bey de muhaliflerin başındadır. Diyor ki “Bu kadar muhalefet etme başına bir iş gelecek.” Ali Şükrü Bey’i çok seviyor çünkü. Topal Osman tarafından boğdurulur ki, memleketlisidir Ali Şükrü Bey’in. Cesedi bulunduğunda dedemin bir hafta ağladığını söylerdi annem. Zaten siyasetten Allah’a sığınan bir insan. Bu olaydan sonra büsbütün soğumuş. Mehmet Akif’in mecliste hiç konuşması yoktur. Milletine faydalı olabilmek için, isyanlar bastırmak için, insanları inandırmak için sadece Burdur’dan milletvekili seçilmiştir. İnşaat heyetinin başındadır. İstiklal şiiri okunurken bile utanıp 84

Gri Edebiyat

dışarıya kaçmış. Hamdullah Suphi’ye demiş ki: “Ben iyi yazdım mı bilmiyorum ama sen çok güzel okudun.” Dışardan duymuş alkış seslerini. Her satırında tartışmalar da var büyük alkışlar da. Ali Şükrü Bey öldürüldükten sonra muhaliflerin başında dedem gösteriliyor çünkü aynı zamanda büyük bir İslam âlimidir. Onun gibi insanlar birdenbire bir karalama politikasının içinde buluyorlar kendilerini. İngilizler tarafından büyük bir baskı var. “Türkiye Cumhuriyeti’nin dini İslam’dır.” İbaresi çıkarılacak. Hatta ve hatta her şey Türkçeye çevrilecek. O zaman İstanbul’a geldiğinde dedemin peşinde hafiyeler dolaşmaktadır. Çünkü muhalif görünmektedir. Mısır’da olduğu dönemlerde “irtica 906” diye dedemin kodu var. İrticacı olarak, yobaz olarak gösteriliyor. Mehmet Akif’le yobaz kelimesini yan yana koyanlara da ben “cahil” diyorum artık. “Peşimde hafiyeler dolaştırılıyor. Ben vatan haini miyim?” Dermiş arkadaşlarına. Daha evvel de gittiği Mısır’a tekrar Abbas Halim Paşa’nın davetiyle gider. Beş parası yok, hiç maaş bağlanmadan. 3 sene milletvekilliği var, 21 sene baytarlığı var ama hiçbir şey yok ortada. Anneannem astım hastalığı olan bir hanımdı. 2 oğlan, 2 kız; 4 tane çocukları var. Para kazanması gerektiği için gitmek zorunda artık. Kahire’de el-Ezher Üniversite’sinde Türkçe Edebiyat dersleri veriyor. Abbas Halim Paşa’nın kızlarına dersler vermek üzere davet ediliyor. Zaten Abbas Halim Paşa büyük ağabeyidir. Mısır apartmanının da sahibidir aynı zamanda. Gidiyor ama küstürüldüğü için “Dönmemek üzere gidiyorum.” diyor. Sürgün değil! Kendisini gönüllü sürgün etmiştir, biraz da mecbur edilmiştir. Reformlara karşı muhalefet olduğundan ve onlara alet edilmekten çekinmiştir. Onun ismini kullanarak birçok hadiseler çıkarmışlar. Biraz da o tip olaylara sebebiyet vermemek için çekip gitmiş, hassas bir insan neticede. Ne olursa olsun o çok sevdi vatanını. Hastalığının bir sebebi de vatanından ayrı kalmasıdır zaten. Siroz hastalığı; çok büyük üzüntüler, çok büyük sıkıntılardan dolayı olan bir hastalıktır zaten. Dedem hak etmediği bir muameleye maruz kaldığı için çekip gitmiştir. Ama giderken de kendisine Kur’an-ı Kerim’in Türkçe Meali’ni yazması teklif ediliyor. İlk önce büyük tepkisi var “Kur’an tercüme edilemez.”


Diye. Çünkü küfürdür. Bir de Arapça çok zengin bir lisan, çok fazla kelime var. “Siz Arapça’yı bir Araptan daha iyi biliyorsunuz ve yorum katmadan çevirecek tek kişisiniz. Elmalılı Hamdi tefsir etsin, siz meal yazın.” diye ısrar ediyorlar ancak öyle kabul ediyor ve Mısır’da kaldığı 11 senenin 7sini meale harcıyor. Hatta arkadaşlarına “Aruzu küstürdüm galiba.” Diyor. Hakikaten mükemmel bir eser çıkıyor ortaya. Eşref Edip oraya ziyarete gitmiş ve eseri incelemiş. Okuduğu zaman, “O kadar sade, o kadar müthiş bir şey olmuş ki okuduğunuz zaman Allah’ın kelamı olduğunu anlıyorsunuz. Ama o ne güzellik, sanki içinizden sular akıyor. Sanki bir şelale altında yıkanıyormuşçasına ferahlık hissediyorsunuz. O kadar güzel olmuş.” Diyor. Fakat endişeleri olmuş dedemin. İstanbul’dan haberler geliyor ezanların Türkçe okunduğuna, namazların Türkçe kılındığına dair. Hatta Sadettin Kaynak Türkçe ezan okuyor. “Benim çevirdiğim mealde bir noktayı yanlış yere koyduysam Peygamberimin yüzüne nasıl bakarım, rabbimin huzuruna nasıl çıkarım?” diyerek meali teslim etmekten vazgeçiyor. Dedeme 1000 lira avans vermişler giderken, o 1000 lirayı da tefsirine devam etsin diye Elmalılı’ya verdiği söylenir. Çok aramışlar meali. Sağlığında da gitmişler, ölümünden sonra da çalmaya kalkmışlar. Dedem Yozgat’ta İhsan Efendi’ye teslim etmiş. Demiş ki “Dönersem tekrar üstünden

geçerim. Dönemezsem yakın.” ama dönemeyeceğini biliyor. İhsan Efendi kıyamamış yakmaya. Bir kopyasını çıkartmış. İki nüshayı da vefatına kadar bir çekmecesinde saklamış. Ölmeden önce oğluna diyor ki iki tomar var, onları oradan al ve yak. Bakıyorlar ki Mehmet Akif’in Kur’an meali. İsmail Hakkı Şengüler 1962 senesinde verdiği bir röportajında ikisini de alıp, bir leğen içinde parça parça yaktıklarını anlatıyor. Hatta yakarken ağlamışlar. Ben yakıldığına yürekten inanıyorum çünkü çok sevdiği bir dostun vasiyetidir. Ama 3-4 sene evvel “Mehmet Akif’in Kur’an Meali” diye bir kitap çıktı, bana da gönderdiler. Ertuğrul Düzdağ Hoca okumuş ve dedeme ait olabileceğini söylüyor. Düzdağ Hoca Akif’in üslubuna çok yatkın. O çok büyük biri: Onu çok iyi bilen, üslubunu bilen biri. Dedem daha ilk yapmaya başladığı dönemlerde Diyanete ve bir de büyük teyzemin eşi Ömer Rıza enişteme gönderiyormuş ve “Okuyun, uygun bulursanız tekrar bana geri verin beyaza çekeyim.” Demiş. Ömer Rıza eniştemin vefatından sonra belki kitaplarının arasında sahaflara düşmüş olabilir. Zaten tamamı mevcut değil kitapta, sadece elde edilen bazı bölümler var, çok az bir bölüm. Bize vakit ayırıp bu kıymetli bilgileri bizimle paylaştığınız için teşekkür ederiz. Rica ederim. Başarılar dilerim.

Tarih Yazan Önderler

85


Şairin Öyküsü

Recep GARİP @Recep_Garip

insan neyle uğraşırsa o alan önünde genişliyor ve o alanda gelişmeler elde ediyor. Şiire tutunmak, şiirle ömür geçirmek bu uğurda göze alınabilecek en çetrefilli, en dolambaçlı, en engelli, en zorun başarılması uğruna bir mücadelenin eşiğinde durduğumun ne ben farkındaydım liseli yıllarımda, ne de şair adayları. Böyle bir süreçle başlayan edebiyata olan, kitaba olan, okumaya olan dostluk, gayret, kelimeler dünyasında sizin beslenmenizi sağlıyor.

Şiir, medeniyetin dilidir. Ben oldum olası söyleyemesem de Cahit Zarifoğlu ile aramda inceden inceye, gizliden gizliye bir yol bulurum. En basit ifadesiyle, O’da şair ben de, O da Akdeniz havzasından bende, Onunda üç kızı bir oğlu var, benim de. O’da artist bende. (Torunum Bahadır Selim, henüz iki buçuk yaşında öyle diyor “Artist Dede” diyor” birazda ondan cesaret alarak ifade ettim bu noktayı. Aslında o da yakışıklı bende demek istiyorum. Bunlar söylenebilecek şeyler 86

Gri Edebiyat

midir aramızdaki ünsiyet açısından, böyle bir ironi oluşturabilirim elbette. Bu ifadelerim için de affımı istirham eylerim. Bu beni mutlu eder. Kimin ya da kimlerin ne diyeceği, nasıl yorumlayacağı pek umumda da değil açıkçası. Kişinin kendisini ne, nasıl ve nerede hissettiğinin önemli olduğunu ifade ediyorum. Neyi, neden, nasıl ve niçin yaptığını bildikten sonra söylenilenlerin pek de bir önemi kalmıyor.


Cahit Abi’nin tarz ve tavrının da fazlasıyla bende mevcut olduğunu da söylemem gerekli. Sıcak, ilgili, yakın, görünen ve kaybolan. Her daim önde düşünülen genellikle arkayı tercih ederek bir “derviş hüneri” sergileyen, planlayıcı, motive edici, görevlendirici bir kolektif aksiyoner adam fotoğrafı var, fazlasıyla öyle. Beni tanıyanlar da bilirler neler yapıp yapamayacağımızla ilgili. Protokolü hiç sevmedim, şartlar yine de önde durmamı mecbur eyledi. Fotoğrafta artist, duruşu aktör, tepeden tırnağa bir şair edasıyla dur durak bilmeyen bir gezgin adam. Dünyayı bir uçtan bir uca –bir bakıma otostopla- gidebilecek bir yüreğe sahiptir şairimiz. Bu cesaret bende yoktur örneğin. Bu girizgâhtan sonra aramdaki ülfetten kaynaklı Ağabey tabiri yerine, ya soyadını ya da ismiyle birlikte ifade edeceğimi de belirtmiş olayım. Arada sırada kaçırırsam eğer hoş görülmemi istirham ederim. Cahit Zarifoğlu’nu yazarken böyle bir ünsiyetin de önemli olduğunu ifade etmeliyim. İlk Mavera’da saatlerce bekledikten sonra hiç görmeden yalnızca gölgesinden tanıdığım ve göz göze geldiğimizde koşar adımlarla canım kardeşim hoş geldin diyerek beni sıkıca kucaklayışı yok mu? Benimde tarzım ve tavrım öyledir. Kapımdan girenler öyle gördüler. Kişiliklerin örtüşmesinden daha tabii ne olabilir ki? Büyük şiir, büyük edebiyatçı denilmesi nefsin en büyük tuzağıdır ve aldatıcıdır. Her birimiz için geçerli olan nefsin istediği iltifatları duyduğumuzda nasıl da havalandığımızı, gurur ve kibre kapılıverdiğimizi göz ardı edemeyiz. Tevazuyu, tahammülü, hoş görüyü, vefayı, nefsin terbiyesini ihmal edemeyiz. Şairimiz, yerinde duramayan bir aksiyon adamıdır. Düş gören ve düşlerini mutlaka takip eden biri. Aklına koyduğunu yapabilecek cesarete sahip. Yola çıktığında asla geri dönmeyi düşünmeyen idealist bir lider. Tevazunun insana en çok yakışan olduğunu bilerek dervişliği elbiselerinin altında gizleyen çağdaş bir hikâyeci, romancı. Gönül adamı, abi, çok yakın, insicamlı, nezaket sahibi, dilde, düşüncede usta. Artistçe dili istediği gibi kullanabilecek

bir zekâ sahibidir. Yürüyüşe çıktığı dostlarını çocukluk yıllarından, liseli ve üniversiteli yıllarından seçerek ahretlik bir inançla birbirlerine sırt veren, kol kanat geren dava adamlılığıyla bu dünyada birlik ve tesanütün, dayanışmanın, başarının örneklerinden birisidir. Birileridir “Yedi Güzel Adam”. Belki de ayrılan yönümüz onun doğuştan, tepeden tırnağa, bütün doğallığıyla şiir söylüyor, yazıyor olmasıdır. Bendeki farklılık ressam oluşumdur sanırım. İmdi, besmele ve hamdele ve selam niyetiyle Maraş’tan bir sürgün gibi sürgünlere düşen şairin, ömründeki şiire, idealistliğe, idrake ve koştuğu medeniyet iklimine girişler ve çıkışlar yapalım. Heybeyi doldurmana bak ey şair! Gökte yıldız var Senin gözlerin yıldız Al beni de yaldızla biraz Biraz okka biraz kiraz Bir miktarda şiir yaz İnsanın başarısı sevdiğine yürüdükçe artıyor. Mavera yolculuğunun şiire olan mahkûmiyetle ilgili olduğu benim kuşağım tarafından malumdur. 80 ihtilali benim hatıralarımın, yazdıklarımın, şiirlerimin, günlüklerimin, mektuplarımın üzerinden geçmemiş olsaydı en azından Cahit Zarifoğlu’na yazdığım ve aldığım cevaplar elimde var olacaktı. Şimdi yoklar. İspatımın mümkünü yok. İhtilal sabahı evin kapısı çalındığında rahmetli babam Ahmet Garip hocam telaşlanır ve polislere Recep, İstanbul’da demesinden sonra bana ait ne kadar dergi, belge ve mektuplar varsa hepsini sobada yakar. Baba endişesi, o dönemin siyasal rejimin inanca, imana, İslam’a olan düşmanlığından ürkerek böyle bir uygulamayı sonraki yıllarda itiraf eder. Bu yalnızca bana ait değil, benim kuşağımın her birisinin hayatında buna benzer olaylar oldukça fazladır. Rejim İslam’a karşıdır. Dine karşı olan rejim, Müslümanların yaşama hakkını elinden alma hakkını da elinde bulundurmuş oluyor. Liseli yıllarda süren edebiyat okumalarım, edebiyat dergilerinin yollarını da öğreterek liseli bir öğrenci olarak iki tane dergi çıkarmıştım. O yıllarda öğretmenlerimizin hiç birisinin bu çalışmalarımı fark etmemeleri de ayrıca tahlil gerektiriyor. Öğret-

Tarih Yazan Önderler

87


“Yedi Güzel Adam” da kendisini şöyle tanımlar şairimiz; “-Adım Mustafa ve Niyazi ve Abdurrahman Kafkas yaylalarında çadırlarımın Sürülerimin ocak taşlarımın İzleri vardır / doğup yürümeye başlayınca Çıplak basmıştım toprağa / Yine de ana’vâzın duymasam hiç uyanmam Bedenim öylesine yorgun babam öylesine ölü Ölü gibi kımıldamıyor dedem Sini belli kendi belli değil Ne bir hak torunlarında ne yaşayan bir arzusu” Abdurrahman Cahit Zarifoğlu 1940, Ankara doğumlu olsa da aslen Maraşlıdır. - 7 Haziran 1987 yılında Üsküdar Küplüce’de ebedi âleme yolculuğa çıkmıştır. O günden bu güne üzerinde çok konuşulan, yazılıp tartışılan, şiirleri ve Mavera dergi merkezinde “Mavera Gençlik” sevdalısı yiğitleri ayakta tutan bir derviş şairdir. Çocukluğu genel itibariyle Siverek, Maraş ve Ankara’da geçer. İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Alman Dili ve Edebiyatını bitirdi. men öğrencisiyle ne kadar ilgilidir ki kaliteli cemiyet, toplum kazanılmış olsun? Sözün özü; insan neyle uğraşırsa o alan önünde genişliyor ve o alanda gelişmeler elde ediyor. Şiire tutunmak, şiirle ömür geçirmek bu uğurda göze alınabilecek en çetrefilli, en dolambaçlı, en engelli, en zorun başarılması uğruna bir mücadelenin eşiğinde durduğumun ne ben farkındaydım liseli yıllarımda, ne de şair adayları. Böyle bir süreçle başlayan edebiyata olan, kitaba olan, okumaya olan dostluk, gayret, kelimeler dünyasında sizin beslenmenizi sağlıyor. Böylece edebiyat öncülerimizle tek tek tanışma, yazışma, bilişme imkânını da elde etmiş oluyoruz. Şair, romancı, denemeci, hikâyeci, dergici, radyocu, yapımcı, gözükmeyen lider Cahit Zarifoğlu, aynı zamanda bir derviş adam, iyi bir eş, güzel bir babadır. Kasım Arvasi hocamın (kayın pederinin) ifadesiyle Zarifoğlu Ağabeyiniz; “geceleri teheccüde beni de kaldırırdı gençler” diyerek sırlar aralayarak çağın sıkıntılarından, kapitalizmin tuzaklarından kurtuluşun yolunu gösteren bir yıldızdır. Yazı, sorumluluk ister. Şiirde öyle. Tıpkı hayatın kendisi sorumluluktur. 88

Gri Edebiyat

“Diriliş”, “Edebiyat” ve “Mavera” dergilerinde şiirleri, yazıları ve hikâyeleri yayınlandı. Yeni Devir gazetesinde yazdı. Seyyid Kasım Arvasi Hoca efendinin kızı Berat hanımla evlendi, üç kız, bir erkek evladı oldu. Üstat Necip Fazıl Kısakürek nikâh şahididir. Askerliğini Sarıkamış’ta 1973 yılında yaptı. Benim Adana İmam Hatip Lisesi’ni bitirdiğim yıl yani 1974 yılında Kıbrıs Barış Harekâtı’na katılmış, 1975 yılında da vatan görevi sona ermiştir. 1969 yılında Nuri Pakdil ile “Edebiyat” dergisini kuranların içinde, 1976 yılında da “Yedi Güzel Adam’ın şiirinden yola çıkılarak ifade edilen isimlerle “Mavera” dergisini kurmuşlardır. 7 Haziran 1987 tarihinde kanser hastalığından İstanbul’da vefat etmiştir. Üsküdar Beylerbeyi’ndeki Küplüce mezarlığında, kayınpederi Kasım Arvasi hocamızla birliktedir. O günden bu güne her 7 Haziranda Küplüce’de mezarı başında sevenlerince yâd edilmektedir. Çeşitli şehirlerde, ilçelerde Kültür Merkezlerine ve Okullara şairin ismi verilmiştir. Eserleri; Şiir – Şiirler, İşaret Çocukları, Yedi Güzel Adam, Menziller, Korku ve Yakarış.


Hikâye; İnsanlar. Çocuk hikâyesi; Serçekuş, Katıraslan, Ağaçkakanlar, Yürekdede ile Padişah, Küçük Şehzade, Motorlu Kuş, Kuşların Dili. Çocuk şiiri; Gülücük, Ağaçokul (Çocuklara Afganistan Şiirleri). Roman; Savaş Ritimleri, Ana. Günlük; Yaşamak. Deneme; Bir Değirmendir Bu Dünya, Zengin Hayaller Peşinde. Tiyatro; Sütçü İmam. Dine karşı olan rejim, Müslümanların yaşama hakkını elinden alma hakkını da elinde bulundurmuş oluyor. Cahit Zarifoğlu’nun da içinde yer aldığı İslamcı şiir; Mehmet Akif Ersoy, Necip Fazıl ve Sezai Karakoç’la başlamıştır. İslamcı şiir, kendisini ifade edebileceği bir zemin, bir üslup ve bir imge oluşturarak, farklı şiirsel algı ve söyleyişe sahip olmuş Zarifoğlu ile birlikte, Erdem Bayazıt, Mehmet Akif inan, Alaeddin Özdenören yolu belirginleştirmiştir. Elbette ki isimlerini yazmadığımız geçmişten bu güne yol gösterici onlarca kadim şairlerimizde mevcuttur. Burada şair kimliği var olmakla birlikte düşünce ve dil ustası olarak bilinen bütün bu isimlere ağabeylik ve ustalık yaparak “reis” imzasıyla kadim anlayışın “klâs duruş” unu zamana ve mekâna zerk eden Nuri Pakdil’de İslam şairidir. Alman Dili ve Edebiyatı mezunu olan Zarifoğlu, Fransız ve İngiliz şiirini bildiği gibi Alman ve Amerika, dahası batı şiirine, kültürüne de vakıftır. Şairin kimliğini oluşturan bu gerçeklik, okuduğu okullara, aldığı bilgilere hasredilemez yalnızca. Onun aileden, toplumdan, geçmişten, sofradan ve sofalardan aldığı bütün kadim birikimin sahibi İslam kültürünün geniş bakış açısının da kendisinde mevcut olduğunu söyleyebiliriz. İslam’ın hoş görü anlayışı çerçevesinde zihni gelişmiş, yüreği harmanlanmış ve mistik davranış, kabulleniş hale yansımakla kalmamış söze de, şiire de yazdıklarına da sirayet etmiştir. Bu nedenledir ki metafizik

bir şairdir Zarifoğlu. Şiirlerinde fazlasıyla teması bulunan dünya ahiret dengesi, hayat ve ölüm, hayat ve uyanış yani kıyamet-ahiret dengesi her zaman belirgindir. Sofi meşreplik, tasavvufi hayat anlayışı ruhunda, davranışlarında ve yazdıklarında gözükmektedir. Kendi çağdaşı olan birlikte yol aldığı İslamcı şiir belirginliği içerisinde yer alan dostlarının şiirlerinde de mevcuttur. Zarifoğlu’nu onlardan ayıran tek yön; belki de dili kullanma melekesi, ayrıcalığı, farklı yetisiyle insanı sendelettiren, kolay ele vermeyen yönüyle de gizemliliğini her daim koruyan bir kalem oluşundadır. Yalnızca İslamcı akımın içindeki şairler Zarifoğlu’nu takip etmez aynı zamanda dönemin şairleri de takip eder ve ondaki farklılığı tezekkür etmekten geri kalmazlar. Materyalistlerin, Marksistlerin ve Kapitalistlerin çizgisindeki maddede tıkalı kalan durum, ötelere doğru yelken açan şaire kuşkuyla baksalar da okumaktan, takip etmekten geri durmazlar. Güneş, her zaman kendisini göstermeyi bilir. Cahit Zarifoğlu, yaptığını en iyi yapma, en mükemmele ulaşma gayretindedir. Yaşadığı toplumun değer yargılarındaki yanlışlıkları görür onlarla aynı yanlışlıklar içinde olmak istemez. Ona göre bir yön çizer kendisine. Mesele büyük olmak değildir, büyük düşler görerek bu düşlere ulaşmaktır. Büyük şiir, büyük edebiyatçı denilmesi nefsin en büyük tuzağıdır ve aldatıcıdır. Her birimiz için geçerli olan nefsin istediği iltifatları duyduğumuzda nasıl da havalandığımızı, gurur ve kibre kapılıverdiğimizi göz ardı edemeyiz. Tevazuyu, tahammülü, hoş görüyü, vefayı, nefsin terbiyesini ihmal edemeyiz. Şair, evde, babasının dost meclislerinde yapılan dini sohbetlerden öğrenir önce. Yüreğinde var olan İslam anlayışını önemseyerek, dünyaya dair endişelerin, dini endişelerle özdeşliği, bu durumun şiire de, çalışmalarına da, yazılarına da, romanlarına da yansıdığı görülür. Dolayısıyla bu dünyada öte dünya hazırlığının idrakini her an hisseder ve o belirgin bir şekilde materyalist felsefeden ayrılır. Mesele, İslam’ın sanata, şiire, edebiyata, estetiğe nasıl baktığı, nereden baktığıdır. Ölçü Kuran ve sünnet olunca, İslam sanatının dokusu da belirginleşmiş olur. Her attığı adım, her yazdığı şiir onu biraz daha merkeze, öze taşımaTarih Yazan Önderler

89


sı icap eder. Yazdığı mektuplar, cevaplar, dosyalar yeryüzünde ki direnişe mütealliktir. Necip Fazıl’a olan hayranlığı ve Sezai Karakoç’a olan bağlılığı şiirini de şekillendirmiş olur. En baştan itibaren şiirinde ki damar; yıl olarak 1960lı yıllara tekabül eder ki, o günün şartları, siyasal endişeler ve kayıp giden belirsizlik şiiri daha da kıymetli hale getirmektedir. İlk dönem şiirlerinden son ana değin şiirsel serüveni “İkinci Yeni” çizgisini hissettirse de metafizik algı bakımından, yüklediği ödevler bakımından, şiiri tamamıyla aslında ayrılmıştır. Tarz, tavır, üslup bakımından benzese de öz itibariyle ve taşıdığı duygu ve gaye itibariyle ayrılır Zarifoğlu şiiri. İkinci Yeni şiiri, kuşkusuz Ahmet Haşim, Cenap Şahabettin gibi kalemler, batının modernist akımını yansıttığından dönemi etkilemiştir. Öyle olsa bile, çağın tanıklığı açısından aklın rolü yadsınamaz. Çağlar boyu akıl her daim hizmetini görmüştür. “İkinci Yeni” aklı sorgular. Zarifoğlu da bir Molla Kasım edasıyla sorgulamaktan çekinmez. Bu durum bir yanıyla İslami şiirini yansıtırken diğer yönden de İkinci Yeni çizgisinin şiirini izlediği görülür. Bu eksiklik değil bilakis var olan gerçeklik üzerinden kendisine olan güvenle geleceğin şiirini var kılar. Şair Cahit Zarifoğlu ve kuşağı, 1940lı yıllarda başlayan düşünce, sanat, edebiyat hareketliliğinde “Büyük Doğu, Diriliş ve Edebiyat” dergilerinin oluşturduğu zemin ve altyapı kuşkusuz onları Mavera’ya doğru taşır. Bu süreç Türkiye’de inancın, Allah’a ve son Peygamber Hazreti Muhammed Aleyhisselam’a iman ve o uğurda çalışmaların yasaklandığı yıllardır. Büyük bir coğrafyadan bu noktaya gelen Anadolu her şeye yeniden başlar gibi hayata başlamış, değerlerini yeniden tırnaklarıyla kazarak, idam sehpalarında, darağaçlarında hayatları yok edilen inançlı insanlara yapılan zulümler, sistemle muhasebe asla bitmemiştir. Gül Yetiştiren Adamların yetişebilmesi için zihin, gönül ve yürek çalışmaları kadar inançla imanla yazıyı, şiiri hayata sürmek gerekiyor. Bu uğurda verilen mücadelelerin adı kimi zaman şiir, kimi zaman sanat, kimi zaman roman, kimi zaman tiyatro, kimi zaman ev sohbetleri, kıraathane oturumları ve kimi zaman da siyasal oluşumlara kapılar açıyor. Hem “Edebiyat” dergisi hem de “Mavera”nın içinde anılabilecek önemli dergilerden, çalışmalardan 90

Gri Edebiyat

birisi de kuşkusuz Yaşar Kaplan’ın “Aylık Dergi”siydi. “Aylık Dergi”de bizim vaz geçilmez takibini yaptığımız bir dergiydi. Çağın kargaşasına, bulanıklığına karşı şiirsel girizgâhlar diyebileceğimiz surelerden ayetleri naklederek başlardı derginin ilk sayfası. Bu edebiyat dergiciliğinde ilk denenmiş denemelerdendi. “Aylık Dergi, Ehli Sünnet Özel Sayısı” çıkaracak, “Mücahide Mektuplar- Yazışmalar” ya da hikâye diliyle uzun hikâyelere örnek olabilecek “Sıfır üç Depremleri”ni yazacak kadar sıkıntılı bir sürece edebiyatın kalemleri müdahale etmeyi kulluk ödevi biliyorlardı. Kalem, emrolunanı yazmakla mükelleftir. Yazar, bu çizgi içerisinde hayata ve insana katkıda bulunur. Mehmet Akif İnan “Doğ Ey Güneş” şiirinde söylemek istediklerimizi bakın nasıl söylüyordu;


“Her eylem yeniden diriltir beni

bahseder. İlgilerini çekmek ister. Selam verir, selam alır. Tasavvufi anlayışı teşvik eder. Bu bir şairdir. Ahirete iman etmiş bir şairdir. Meselesi, arzda Allah’ın emanetine sahip çıkarak ömrü tamamlama gayretinden başka bir şey değildir.

Nehirler düşlerim göl kenarında Doğ ey güneş erit taştan adamı Ve kurut taşları diken elleri

Rasim Özdenören, “Kırk yedi yıllık bir koşuşturmaca ile geçen bir ömrün dönemeçleri arasındaki mesafelere, ne çok acı, ne çok aşk, ne çok karar, ne çok pişmanlık sığdırılmış…” diyor ya bana kapılar bir bir aralanıyor gibi geliyor.

Kurtuluş haberi olsun dünyaya Ayırma üstümden bir an gölgeni Ey deprem gel yetiş bu şehirlerin Doğayı çarpıtan konumlarına Babamın gölgesi koruyor beni Ah ne güzel şehir bu eski şehir Dönüştür ey kalbim bahçeli eve Anlamı ezen o makinaları”. Edebiyatçı, çağından sorumludur. Çağındaki fırtınalara karşı durabilecek metinler, şiirler hazırlayarak karşı koymaktan asla vaz geçmez sanatçı. Zarifoğlu’nda idrak ettiğimiz bu gayret; Anadolu’dan gelen mektuplara dur durak bilmeksizin, üşenmeden her birisine cevaplar verip, onlara yollar önermesi, edebiyat tarihimiz açısından da kayda değerdir. Şiiri anlaşılmaz olan Zarifoğlu’nun mektupları tam tersinedir, anlaşılır ifadelerle yüklüdür. Şiirine, denemesine, hikâyesine dair sözleri söylerken, söylemek istediklerinden asla çekinmez, bunu bir sorumluluk olarak görür hatta bunun dışına çıkarak iman dersleri kapsamında ifade edebileceğimiz unsurlar da yerleştirir. “Namaz kılmanın, kitap okumanın gerektiğinden, misvak kullanmanın öneminden, kardeşlikten, Afganistan’dan, Afrika’dan, Kudüs’ten, Bağdat’tan, Doğu Türkistan’dan

İnsanla insan arasındaki mesafeler, insanla toplum arasındaki mesafeler, insanla şehri ve uygarlığı arasındaki mesafeler anlatıldığı gibi, insanın kendisiyle arasındaki mesafelere de vurgu yapıldığını düşünüyorum. İnsanın inancıyla, sevdiğiyle, yaratıcısıyla arasındaki mesafeler gündeme gelip oturuveriyor. “Sofra” şiirinde Zarifoğlu şöyle sesleniyor; “Biz bir şey yapmalıyız galiba -ama neyi Daha yeni mi sordun bunu çok mu yeni Ekmek Yüz yıldır sormadın Soranın ardına varmadın da... Elim yakanda dirilecek orda” İnsanın kitapla olan temasındaki mesafelerle çocukla arasındaki mesafelerinde birbirine ne kadar çok benzerlik arz ettiğini de düşünmeden edemiyorum. Kitaba dost olan insana dost olur.

“Asıl marifet buluttaydı ama herkes yağmura şiir yazdı.” Abdurrahman Cahit Zarifoğlu

◆◆◆ Tarih Yazan Önderler

91


Hezarfen Şehit: Metin Yüksel Cuma namazı çıkışı Fatih Camii avlusunda “şehit” oldu. Karlarla kaplı cami avlusu, “Âsım’ın nesli”nden bir cami kuşunun al kanlarına boyandı.

Ahmed EROĞLU ahmeter68@hotmail.com

elinde tutan Türkiye’yi kontrol altında tutmak, tarih boyunca, Siyonist-İngiliz temelli dünya emperyalistlerinin stratejisi olmuştur. Bu sebeple merkez ülke Türkiye’de belli periyotlarla devreye sokulan ihtilallerle ülke; hep durdurulmuş, karıştırılmış ve İslâm ümmetinin yağız delikanlıları, bu toprakların yapay ve ithal sorunları olan sağ ve sol fraksiyonların maşaları olarak birbirine kırdırılmıştır.

Hezarfen bir mücahit Metin Yüksel merhum. On parmağında on marifet: Karikatürist, boksör, Millî Görüş’ün parti mitinglerinin baş organizatörü, fakir-fukaranın tedavisi için dispanser açan, tebliğ afişçisi, metin yazarı ve marangoz gibi özelliklerinin yanı sıra hasbî, dünyevî hesabı kitabı olmayan, olduğu gibi, sabırlı, içi-dışı bir, kendisiyle barışık, radyo kurma hayali olan ve sonrasında şehâdetine kapı aralayacak asıl tarafı da; gözü pek olması, o dönemde Afganistan’a giderek Rus emperyalizmine karşı cihada katılma hayali güden dâvâ delisi, kabına ve ele avuca sığmayan bir delişmen mücahit şehit Metin Yüksel ağabeyimiz. Mazide olduğu gibi bugün ve gelecekte de oyun kurucu olma kuvvesini her an fiile taşıma gücünü

92

Gri Edebiyat

Amerika’nın ta’lîm ve tasarısı ile Türkiye’de gerçekleştirilen 12 Eylül 1980 askerî ihtilâline hazırlık maksadıyla ülkenin her bir semti; ya eylemci solun veya eylemci sağın parselinde, at koşturulan bir halde iken; özellikle İstanbul’un gözde semti Fatih, her iki eylemci grubun nüfuz edemediği bir vaziyetteydi. Buna sebep ve engel olarak görülen kişi ise memleketin içine çekildiği sağ-sol çatışması nedeniyle okumakta olduğu Vefa Lisesi’ni bırakma mecburiyetinde kalan, İslâmcı söylemi ve mutmain Müslüman karakteriyle tanınan ve ele avuca sığmayan Metin Yüksel idi. Hedefteydi. Ortadan kaldırılmak için hedef tahtasına konmuştu. Sonunda Komünist ideoloji kurbanlarının silâhından çıkan mermilerle Daruşşafaka Lisesi önünde “gâzi”, iki sene sonra 23 Şubat 1979 tarihinde Kavmiyetçi ideoloji kurbanlarının tabancalarından çıkan kurşunlarla Cuma namazı çıkışı Fatih Camii avlusunda “şehit” oldu. Karlarla kaplı cami avlusu, “Âsım’ın nesli”nden bir cami kuşunun al kanlarına boyandı. Şehâdet haberini alan devrin müçtehit âlimlerinden müderris babası Sadrettin Yüksel, mütevekkil bir edâ ile şu önemli cümleyi söyleyecekti: ‘’ Allah, bütün Müslümanlara kendi nizamı uğrunda şehîd düşmeyi nasip etsin…’’


Hoca, can havliyle bir intikam işareti verecek olsaydı; değil sadece İstanbul’da, Türkiye’nin birçok şehrinde sağ ile solun it dalaşına bu güzel memleketin Müslüman gençliği de bulaştırılmış olabilirdi. Metin Yüksel’i şehit eden silah veya silahları kullanan grup, isim isim, aile fertleri ile Akıncılar tarafından bilinmesine rağmen hiçbir zaman misilleme düşünülmedi. Çünkü yapılacak her karşı hareket, ortalığı karıştırmak isteyen iç ve dış güçlerin ekmeğine yağ sürmek demekti. İslâm’ın iki temel kaynağını kendi hareket anlayışına rehber edinen İslamcı gençliğin zihniyetinde bir Müslümanı müteammiden öldürmenin cezası, dünya ve âhirette rezil rüsvay olmaktır: “Her kim bir mü’mini kasten öldürecek olursa, onun cezası ebediyyen cehennemde kalmaktır! Çünkü Allah ona gazap etmiştir, onu lanetlemiş ve ona büyük bir azap hazırlamıştır.” (Nisa / 93)

“Şehâdet bir çağrıdır tüm nesillere ve çağlara”, “En büyük ibadet, Hakk’ı müdafaa etmektir” ve “Şehâdet, inkılâbın habercisidir” gibi söylemleri inşâd eden ve bu düşünceyle hareket eden Fatih Akıncıları lideri olarak Metin Yüksel’in ve aynı zamanda Türkiye sathında 630 noktada teşkilatlanmış olan Akıncılar Derneği’nin en büyük ideali, Türkiye’de Allah’ın razı olacağı bir Kur’ân Devleti’nin kurulması idi.

“Milletim Uyan!” Akıncı Gençlik, sağ-sol çatışmasının tavan yapmaya başladığı o yıllarda hep barış yolunu benimsedi. Küresel emperyalistlerin oyununu gördüğü için de hep savunmada kaldı. Tedhiş ve terörü körüklemek yerine İslâm dâvâsını anlatma gayreti güttü. Metin Yüksel; ev ev, köşe köşe, kahvehane kahvehane hep İslam dâvâsını tebliğ ve temsil peşinde koştu. Evladı ve en yiğit kardeşlerinin öldürülmesi karşısında bile ne müderris baba ve kardeşleri ne de Akıncılar Teşkilatı, asla bu ülke gençlerinin kan davasıyla tükenişine kapı aralamadılar. İntikam ateşini yakmadılar. Oysa Metin Yüksel’in şehadeti, Türkiye’nin yakın siyasi tarihinin en önemli siyasi cinayetlerinden birisiydi. Eğer Sadrettin Yüksel

“Müslüman Devlet!” İslâm şeriatına göre cezaî müeyyideyi ancak ve ancak devlet uygulayabilir. Şeriatın bu belirleyiciliğini, yüreği bir kor gibi yanmasına rağmen şehidin kardeşi Müfit Yüksel de ifade etmiştir. Bu bilinç, sonuçta, Türkiye’nin bir gençlik hareketini heder olmaktan muhafaza edecektir. Mehmet Zahid Kotku, Mahmut Sami Ramazanoğlu, Süleyman Hilmi Tunahan, Nurettin Topçu, Necip Fazıl Kısakürek, Mahmut Ustaosmanoğlu, Necmettin Erbakan, Sezai Karakoç… Çizgisi, daima ve hassaten 80 öncesinde, Müslüman gençliği gözleri gibi korumanın yanında güçlü eğitim ve öğretimleri için canla başla çalışmıştır. Hiçbir zaman siyasî kavgaların içine çekilmesine müsaade etmemişlerdir. Buna rağmen, 80 ihtilali öncesinde savunmada kalmasına rağmen, bütün çabası; eğitimli, terbiyeli ve siyasî şuur sahibi Müslüman toplum liderleri ve gençliği yetiştirmek olan MTTB ve Akıncı Gençlik teşkilatları, ülke çapında 110 civarında şehit vermiştir. Siyasette şiddet, her zaman darbeleri tetiklemiştir. Ve ülkemizde özel mahfillerce tezgâhlanan şiddet, tabiî değil sun’î olarak geliştirilerek yaygınlaştırılmıştır. Günümüzde daha iyi anlaşılmaktadır ki,

Tarih Yazan Önderler

93


80 öncesi çalkantılı dönemde, büyük bir ilâhî lütuf ve siyasî öngörü sayesinde terörden ısrarla uzak tutulan MTTB ve Akıncı Gençliği, son 25 yıldır Türk siyasi hayatına ivmesi giderek artan bir şekilde damgasını vurmaya devam etmektedir. Refahyol hükûmetinin Millî Görüş kanadı ile mevcut Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, Prof. Dr. Numan Kurtulmuş, Mehmet Güney, Metin Külünk ve daha niceleri, şehit Metin Yüksel’in o dönemdeki dâvâ arkadaşları arasındadır.

“Tek Yol İslâm” Emperyalizmin kapitalizm ve komünizm cephesine ve faşizm hastalığına karşı Metin Yüksel, sadece Allah’ın rızasını kazanmaya kendini adamıştır. İntikam hırsının değil davasının emrinden çıkmamıştır. Örneğin Metin Yüksel, kendisini 1977’de 3 kurşunla yaralayanları Fatih’teki Gelenbevî Ortaokulu duvarında kıskıvrak yakalamasına rağmen nasihat ederek merhametiyle gitmelerine müsaade etmiştir. Kendisi için Müslüman kimliğini yeterli görmüş ve bu uğurda –merhamet, af ve adalet anlayışıyla- kanının son damlasına kadar çaba sarf etmiştir. Metin Yüksel’e yön veren en belirgin âyet-i kerimelerden birisi de şudur: “Allah’ın dinine çağıran, güzel ve yararlı işler yapan ve ben Müslümanlardanım diyenden daha güzel sözlü kim var?” (Fussilet / 33) Bu çerçevede Fatih’in en fakir Haydar mahallesinde Akıncılar Derneği’ni bizzat kurarak hem başkanlığını hem de hizmetkârlığını yapmıştır. Boş vakit geçirmemiştir. Haftada iki gün fakir fu94

Gri Edebiyat

karanın yararına doktorlar getirterek bir dispanser açmıştır. İlaçların temini için gönüllü eczaneler ayarlamıştır. Çanakkale Şehitleri’ni Anma Etkinlikleri’ne katılmıştır. MSP’nin Türkiye çapındaki bütün mitinglerini Fatih Akıncıları olarak organize etmiştir. O dönemin dergileri olan Gölge, Akıncılar, Akıncı Güç ve Sebil’in dağıtımını yapmıştır. Evini ise gelecek kuşaklar için bir cami, mekteb ve medrese gibi kullanmıştır. İran İslam devrimini sırf Allah için desteklemiştir. Babası müçtehit Sadrettin Hoca’dan öğrendiği Arapça ve Farsça ile radyo kanallarından dünya Müslümanları hakkında bilgilenirdi. Böylece başta Afganistan ve Filistin olmak üzere Filipinler, İran, Eritre, Angola ve Moro hakkında verdiği seminerlerle Akıncı Gençliği, İslam Ümmeti bilinciyle besleyip canlı tutmayı başarmıştır. Eğer ırkçı hastalığın pençesine düşmüş olsaydı Metin Yüksel, iyi bir eylemci Kürt milliyetçisi olabilirdi. Fakat o, Peygamber Efendimiz Hazreti Muhammed Aleyhisselam’ın uyarısını dikkate almış ve bu yolda şehâdetle ödüllendirilmiştir. Müslim rivayetiyle gelen hadis-i şerifte Peygamberimiz Hazreti Muhammed Aleyhisselam diyor ki: “Irkçılık davasına çağıran bizden değildir. Irkçılık davası için mücadele veren bizden değildir. Ve ırkçılık davası uğrunda can veren de bizden değildir.” Metin Yüksel’i ve takip ettiği yolu daha yakından tanıyabilmek için 80 öncesi Akıncı Gençlik’in öne çıkan afiş ve sloganlarından bazılarını belirtmekte fayda var: “Milletim Uyan!” “Müslüman Devlet” “Tek Yol İslâm” “Ermeniden Hesap Sorulacak” “163 Zulmüne Son” “Müslümanlar Birleşin” “Filipin Davası, Müslümanların Davasıdır” “Müslümanlar Kardeştir” (Türkçe, Arapça, Kürtçe ve İngilizce olarak dört dilde yazılmıştır)

“163 Zulmüne Son” Kutlu şehidin psikolojisini çözmek için o dönemin Akıncılar Derneği genel başkanlarından olan Mehmet Güney ağabeyin anlattığı bir hatırayı da nakletmekte fayda var: “Metin Yüksel, boks ant-


renmanlarına giderdi. Boks hocası bir maçta yenilince, Metin Yüksel: “Ben bu hocayı bıraktım.” diyerek, geldi. “Niye bıraktın Metin?” diye sorunca da; “Ben yenilen birinden ders almam.” dedi. Metin Yüksel’i anlamak ve izlemek için Ahzab Suresi 23. âyet-i kerime ile Maide suresi 54. âyet-i kerimeyi iyi anlamak ve gereğince yaşamak gerekiyor:

“Ermeniden Hesap Sorulacak” “İnananlar arasında, Allah’a verdiği söze sadık kalan nice yiğitler vardır ki, kimileri sözünü yerine getirdi, kimileri de (şehadet şerbetini içeceği günü sabırsızlıkla) beklemektedir. Onlar, (verdikleri sözü) hiç bir zaman değiştirmediler.” Ahzab / 23 “Ey iman edenler! Sizden kim dininden dönerse, (şunu iyi bilsin) Allah öyle bir kavim getirecek ki, Allah onları sevecek; onlar da Allah’ı sevecekler. Mü’minlere karşı alçak gönüllü; kâfirlere karşı ise şiddetli olacaklar. Allah yolunda cihad edecekler ve hiçbir kınayıcının kınamasından da korkmayacaklar. İşte bu, Allah’ın bir ihsanıdır ki, onu dilediğine verir. Allah, ihsanı bol olan, (her şeyi) çok iyi bilendir” Maide / 54. 1980 askerî ihtilalinden sonra çok badireli yollardan ve sınavlardan geçti Türkiye Müslümanları. En sarsıcıları 28 Şubat ve 15 Temmuz olsa da yüz akıyla aşılmıştır. Ve sonunda isim babalığını merhum Erbakan Hoca’nın yaptığı Akıncı Gençlik, bugün Türkiye’yi yönetir hale gelmiştir.

“Müslümanlar Birleşin” İslâm dâvâsı, Hazreti Âdem babamızla başladı. Peygamberlerin, sıddîklerin, şühedâ ve salih kulların izinde bu dâvâ, bir kartopu gibi büyümektedir. Türkiye’de suyun yatağını bulmasına az kalmıştır. Hakk-batıl mücadelesi bitmeyecektir. Fakat Hakk, eninde sonunda galip gelecektir. Mühim olan bu Hakk yolda bir olmak, iri olmak ve diri olmaktır. Tarafını doğru belirlemektir. Ümmet bilincine erişmektir.

Geçmişin MTTB ve Akıncı Gençliği bugün; AGD, İHH, Yedihilâl, Nizâm-ı Âlem ve daha nice isimler altında ve dahi isimsiz kahramanların gayretleriyle varlığını ve etkisini sürdürmeye devam ediyor. Âlimce derinlik, Yunusça kuşatıcılık ve Metince duruşun bir araya gelmesiyle teşekkül edecek olan Müslümanca bir kimlik ve kişilik eşliğinde Rabbimizden en az Osmanlı kadar büyük, muktedir ve âdil bir İslâmî devlete yeniden kavuşturmasını niyaz ediyoruz. Metin Yüksel, 1958’de Bitlis’in Kolongo yaylasında başlayan dünya hayatını İslâm Dâvâsı uğrunda İstanbul’da Fatih Camiî avlusunda şehid olarak noktaladı. 1979’da elli bin seveni, kışın ortasında, şehidin bembeyaz karlara düştüğü camii avlusunda Mahmut Efendi’nin imamlığında cenaze namazına katıldı. O’nu sevenlerdeniz. Şefaatini dileyenlerden. O’nun iman heyecanından bize de lütfeyle yâ Rabbi! Firdevs cennetinde O’nunla buluştur ve tanıştır yâ Vehhâb!

“Filipin Davası, Müslümanların Davasıdır”

Tarih Yazan Önderler

95


Röportaj

Timsal Karabekir: Doğu Cephesinin Fatihi Kâzım Karabekir Paşa Doğu Cephesinin büyük komutanı Kâzım Karabekir Paşa’yı kızı Timsal Karabekir’den, babasıyla birlikte yaşadığı, şu an Kâzım Karabekir Paşa Müzesi olan köşkte dinledik.

A

ile Karabekiroğulları diye tanınıyor. Bugün Karaman civarındaki Kâzım Karabekir ilçesine yerleşiyorlar. Daha sonra o soyismini verdiler, hayattayken bunu bilmedi. Kendi ifadesine göre Selçuklu’ya dayanan bir geçmişimiz var. Kırmızı şalvar, kırmızı cepken giyiyorlar ve ne zaman gerek duyulsa padişah yanlısı olarak savaşlara katılıyorlar. Babası Mehmed Emin Efendi 15 yaşındayken Kırım Savaşı’na katılıyor ve gazi olarak madalyalarla yurduna dönüyor ama yurduna döndüğü zaman Allah’ın bir lütfu diyorum ben buna ki alaylı olarak orduda kalıyor ve jandarma generalliğine kadar yükseliyor. Niye Allah’ın lütfu dediğime gelince, Kâzım Karabekir’in çocukluğu daha sonra kurtaracağı doğu illerimizde geçiyor. Yöreyi ve insanları çok iyi tanıyor. Kâzım Karabekir, 5 erkek kardeşin en küçüğü. 1882’de İstanbul Küçük Mustafa Paşa doğumlu. Bir büyük ağabeyi okula başlarken onu da yanına katıyorlar. 4 yaşında bir çocuk ağabeyiyle beraber okula gidip gelecek. Ama küçük Kâzım’a bir cüz kesesi alınmamış. Cüz kesesi: Osmanlı evlatları âmin alayıyla okula başlarken elif-ba cüzlerini koydukları, sırmalı, şık okul çantaları. Küçük Kâzım’a bu alınmamış ve çok üzülüyor. Öğlene kadar zor zapt ediyor kendini ama öğle olunca başındaki fesi dertop edip öğretmeninin yüzüne atıyor. “Niye yaptın Kâzım?” dedikleri zaman “Bana cüz kesesi almadınız.” diye üzüntüsünü belli ediyor. Herhalde daha sonra alınmış. Çünkü müzemizde var bir tane. Mahalle okulu olarak okula başlıyor ve okulu

96

Gri Edebiyat

da hiç sevmiyor esasında. Mahalle okullarında uygulanan falaka gibi cezalardan ötürü okuldan hiç hoşlanmıyor. O sıralarda Ermeni meselesi konusu güncel bir konu. O tarih itibariyle Ermeniler ve Türkler kardeş ilişkisi içinde yaşarken yurdumuzun doğusundan bir dedikodu çıkıyor. Rusya’dan bir grup Ermeni araya nifak sokmak için gelmek üzeredir. Bu nedenle padişah, Mehmed Emin Paşa’yı asayişi korusun diye Van’a gönderiyor. O, küçücük yaşında en küçük oğlan. Evvela görev başına önden baba gidiyor daha sonra da çocuklarıyla beraber anne-


si. Tabi o günün şartlarında buradan Van’a gitmek çok zor. Anca Trabzon’a kadar deniz yoluyla gideceksin, oradan aşağı zor meşakkatli bir yol. Van’a giderken yolda Erzurum’da bir konaklamaları var. Orada çok önemli bir şey yaşıyor. Yaramaz da bir çocukmuş. Bir yerden bir yere atlarken düşüyor başından bir avuç kan toprağa karışıyor. Zaman içinde Erzurum’a düşman girdiği zaman “Daha büyük bir şevkle mahmuzladım atımı, benim oradan alacak kanım vardı.” diyor. Kendisini birazcık da Erzurumlu ve doğulu olarak hissediyor. Van’a gittikleri zaman babaya kavuşuyorlar. Aşçıları Ermeni, arkadaşları Ermeni. Ermenilerle hiçbir sorun yaşanmıyor. Van, Harput, Elazığ gibi o yöredeki illerde Ermenilerle iyi ilişkiler içindeler. Hayatım kitabında Van’ı o kadar güzel anlatıyor ki. İnşaallah boş zamanınızda okuyun. Gül cennet köşesi gibi sular akıyor, yeşillikler içinde Van bir cennet. Daha sonra babası Mekke’ye vali muavini olarak tayin ediliyor. Kutsal toprakları da çok güzel anlatıyor. Kâbe’nin içini, Kâbe’yi nasıl tavaf ettiklerini çok lezzetli bir üslup ile anlatıyor. Kendisi aşağı yukarı 11 yaşındayken kolera salgınında Mekke’de babasını kaybediyor. Aile İstanbul’a dönüş yapıyor. Aile İstanbul’a geldiği zaman Kâzım Karabekir’in askerlik hayatı şekillenmeye başlıyor. Fatih Askeri Rüştiyesi ve Kuleli Askeri Lisesi’nde okuyor. Burada özellikle gençlere vermek istediğim çok önemli bir mesaj var. Daha lise 1 ya da 2 talebesi iken, 1415 yaşında bir çocuk. “40 yıl Rus zulmünde olan Kars’ı kurtarmak benim idealimdir.” diyor. Kafaya koymuş bunu. Ben okullarda çocuklara idealleriniz olacak diyorum. Allah korusun Kars’ı kurtarmak gibi idealleriniz olmasın. Vatanımız hiçbir şekilde ziyan görmesin ama ben bu vatana nasıl faydalı olurum minvalinde idealleriniz olacak. İstidatlarınız doğrultusunda kendinizi vatana hazırlayacaksınız. Kâzım Karabekir dedeniz daha lise

çağında bunu yapmış. Kuleli ‘den sonra da Harbiye Harp Akademileri’nde askerlik hayatına adımını atıyor. Bu da enteresan bir konu. “Bir okul çıkışında ortada bir gayri tabilik hissettim, elektrikli bir hava vardı. Araştırdığım zaman Ermeni baskınları, Babıali Baskını, Osmanlı Bankası baskınının olduğunu öğrendim. Bunlardan bir tanesini ağabeyime sordum: Bizim Ermeniler mi yaptı bunları?” diyor. İnanamıyor bu duruma. Kardeş olarak beraber yetiştiğimiz insanlar nasıl bu kadar canavarlaşabilir? Ağabeyinin cevabı “Araya nifak sokarsan insan insana düşman olabilir.” oluyor. Kurtuluş Savaşı’nda beraber hareket ettikleri Mustafa Kemal, İsmet İnönü ve Ali Fuat Cebesoy ile beraber okumuşlar. Aralarında birkaç yaş var.

“Biraz daha geç kalsaydım kurtaracak can bulamazdım. İnsanlar gülerek beni karşılıyorlar. Dişlerini görecek mesafedeyim ama biraz daha yaklaştığım zaman ortada bir gayrı tabiilik hissettim. Bu insanlar hiç kımıldamıyordu. Daha da yaklaştığım zaman dehşetle gördüm ki Ermeniler tarafından her biri canlı canlı kazıkları oturtulmuşlar ve çehreleri ıstıraptan kasılmış şekilde öylece can vermişler. Allah, benim gözümün gördüklerini dünya üzerinde başka kimseye göstermesin.”

Tarih Yazan Önderler

97


Kerevizdere 17 Ekim 1915 Yarın Kurban Bayramıdır. Yüzbinlerce muvahhidinin, Kâbe-i Muazzama’da dergâh-ı ulûhiyete yöneldiği, rahmet-i ilâhiye kapılarının âlem-i İslâm’a açıldığı gündür. İngiliz vahşeti, Fransız denaeti, Rus zulüm ve esareti milyonlarca İslâm kardeşimize bu sene Kâbe-i Muazzama’nın yollarını kapadı. Bu melanet elbette gayretullaha dokunacaktır. Ordu-yı İslâm pek yakında mansur ve muzaffer olacaktır. Gelecek yılın bu günleri, dörtyüzmilyon ehl-i İslâm hür, müstakil ve müttehid, livaü’l-hamd-i Ahmedî altında, Al-i Osman bayrakları sayesinde, müştak ve müftehiri olduğu, Beytullah’a kavuşacak, “lebbeyk!” diye haykıracaktır. Kâzım Karabekir Altın Maarif Madalyası hak ederek okulunu birincilikle bitiriyor ve okulunda kalıp öğretmenlik yapma hakkı tanınıyor. Bir müddet okulunda kalarak tabiye öğretmeni olarak görev yapıyor. Aklı fikri bir an önce kıtasına giderek askerlik hayatına başlamakta. Bir an önce kıtasına kavuşma arzusu var. Çünkü Osmanlı’nın en acı günleri başlamış. Balkan Savaşları’nda can kaybediyoruz, toprak kaybediyoruz. Kâzım Karabekir’i Balkan savaşlarında görüyoruz. Çete savaşlarında Bulgarlarla savaşıyorlar ve Edirne Savunmasında Kâzım Karabekir Şükrü Paşa’nın kurmayı. Edirne düştüğü zaman bir müddet Bulgarlara esir düşüyor. “Hür öl, esir yaşama!” Esareti bizzat yaşıyor. Bulgarlar kendisini bir otelde misafir etmelerine rağmen adı esaret ve çok büyük acılar yaşıyor. Daha sonra Kâzım Karabekir’i Çanakkale’de görüyoruz. Çanakkale’de Kerevizdere’de Fransızlarla çarpışıyor. Mustafa Kemal Paşa ile Çanakkale’de de beraberler. Çanakkale’de cephede iken kurban bayramı denk geliyor. Onun bir Tebrik mesajı var o çok mühimdir. Hatta Çanakkale’de çadırına düşen bir bomba parçası var, şu an müzemizde bulunuyor. Gençler için çok önemli bir delildir o zamanlarda 98

Gri Edebiyat

Her evde, her bucakta, tehliller, tekbirlerle kurbanlar kesilirken, biz de Kerevizdere kurbanlarımıza ve şehit kardeşlerimize Fatihalar gönderelim. Bizler ya şehitlik ya da gazilik duygusuyla Hakk’a bel bağlayalım. Tâ ki, dinimiz kurtulsun, namusumuz masum kalsın. Nâm-ı millet yükselsin. Vatan ebedi şan ve şeref bulsun. Bu mübarek gün vesilesiyle zâbitan ve efrat arkadaşlarımın gözlerinden öper cümleyi tebrik ederim. 14. Fırka Komutanı Kaymakam Kâzım Karabekir

Çanakkale Cephesi’nde neler yaşandığını görmek için. Yarbay olarak görev yapıyor. Daha sonra Kût’ül-Amâre’de, Irak cephesinde İngilizlerle savaşırken görüyoruz. Lakin hiç mi hiç mağlubiyeti olmamış, o ve askeri hep galip gelmiş düşmanlarına karşı. Kût’ül-Amâre’de albay mevkiinde. Daha sonra yurdumuzun doğusuna geliyor. Yurdumuzun doğusuna geldiği zaman özellikle çocukluğunda


anlattığı Van’a gidiyor. Van’ı görüyor ki yanmış, yakılmış, Ermeniler tarafından perişan edilmiş. Öyle bir harabenin, öyle bir yangının içinde Van’da yüreği acıyor. Kurtardığı yerleri Erzincan, Erzurum, Sarıkamış, Kars ve ötesi diye anlatıyor. Burada da Erzurum’a girdiği zaman gördükleri onu çok müteessir ediyor. Diyor ki: “Biraz daha geç kalsaydım kurtaracak can bulamazdım. İnsanlar gülerek beni karşılıyorlar. Dişlerini görecek mesafedeyim ama biraz daha yaklaştığım zaman ortada bir gayrı tabiilik hissettim. Bu insanlar hiç kımıldamıyordu. Daha da yaklaştığım zaman dehşetle gördüm ki Ermeniler tarafından her biri canlı canlı kazıkları oturtulmuşlar ve çehreleri ıstıraptan kasılmış şekilde öylece can vermişler. Allah, benim gözümün gördüklerini dünya üzerinde başka kimseye göstermesin.” Bizim canlarımız bizim topraklarımızda böyle can vermişler. Çok ıstıraplar yaşanmış. Çok büyük katliamlar yaşanmış. Kâzım Karabekir yurdumuzun doğusunu kurtarıyor. Yıllar yılı, o kadar şehit vererek Sarıkamış’ı vatanına tekrar kavuşturuyor. Sarıkamış’ın bir özelliği de şu: Anası babası şehit olmuş evlatları Sarıkamış’ta yetiştiriyor. Sarıkamış’ı bir çocuk kasabası haline getirir. Evlatlarını orada yetiştiriyor. Kâzım Karabekir doğuyu, Kars’ı, Sarıkamış’ı

kurtardıktan sonra daha ötesi diye nitelendirdiği yer Nahcivan’dır. Nahcivan’daki canlarımız da çok ıstırap çekmişler ve hâlâ da ıstırap çekiliyor. Karabağ’da Ermenilerin çektirdiği ıstırap tükenmiş değil. Nahcivan’a gittiğinde orada Hüseyin Cavit Bey diye bir Türk şairi ile çok iyi dost oluyor. Orduyu teşkilatlandırıyor, okullar açıyor, tiyatro kuruyor. Amacı Bakü’ye gitmek fakat Bakü’ye gitmeden Tebriz’de iken “geri dön” emri alıyor. Mondros Ateşkes Antlaşması imzalanmış. “Ateşkes ne demektir?” diye soracak olursanız buna ilkokul çocuğu bile “niye soruyorsun? İki devlet arasındaki savaşı durduran bir anlaşmadır.” diyecektir ama Osmanlı için ateşkes gel vatanımızı zapt et olmuş. Padişahın eli kolu bağlı, bir şey yapamaz halde. Egemen olan güçler İngilizler, Fransızlar, İtalyanlar… Kâzım Karabekir’in kendi satırlarında geçiyor. “Batum’dan geri dönmek üzere gemiye binerken buralarda bulduğum hafif Japon toplarını geminin şaftını yükledim ve Trabzon’a bıraktım.” diye. Bir milli mücadele fikri var ki Anadolu’yu silahlandırmaya başlıyorlar. Kâzım Karabekir Reşit Paşa Gemisiyle, deniz yoluyla İstanbul’a girdiği zaman gördüğü manzara yabancı zırhlılar oluyor. Çanakkale geçilmez diye destan yazmış Türk Askeri’ne rağmen! Ama gelin görün ki uğursuz bir Mondros

Tarih Yazan Önderler

99


Ateşkes imzalanmış ve Çanakkale geçilmiş. Hatta çok acı bir hatırasında “Tarabya önlerinde Reşit Paşa Gemisi’nin güvertesindeyim. Bir İngiliz komutan Türk gemisinde Türk askerine emir veriyor: ‘Türk’ün bayrağına indir, yerine İngiliz bayrağı as.’ Hayatımda hiç bu kadar acı çekmemiştim. Fakat o an İstanbul’un yükselen minareleri bana şu yemini ettirdi: ‘Tek dağ başı mezar oluncaya kadar çarpışacağım.’ Bu yemini ettikten sonra o yabancı zırhlılar gözünde bostan korkuluğu niteliğindeydi, hiç değeri kalmamıştı. Kâzım Karabekir İstanbul’a geldiği zaman gördüğü manzaralar onu çok üzdü. Beyoğlu caddelerinde İngiliz askerleri dolaşıyor, küstah bir Fransız generali Tophane’den bindiği atıyla İstanbul’u fethetmiş gibi Fatih Sultan Mehmed’i taklit ediyor. İstanbul caddelerinde, Beyoğlu caddelerinde Türk’ün şerefi, Türk’ün bayrağı yerlerde sürükleniyor, padişahın eli kolu bağlı durumda, egemen olan

100

Gri Edebiyat

yabancı güçler… Yine anılarında geçer: “İstanbul’a gelir gelmez Harbiye Nazırı Abdullah Paşaya çıktım. Paşam ben size doğuda Ermeni mezalimini içeren vesikalar gönderdim. Niye bastırmadınız?” diyor. “Bunlardan hiç haberim olmadı Kâzım.” cevabını alıyor. “Sağda solda buldurttuğum yazıları ve fotoğrafları bir risale olarak bastırdım ama yetmezdi. Fransızca’ya çevrilmeli ki ecnebiler de neyin ne olduğunu bilsin. Ama gel gör ki devletin bütçesinde yeteri kadar para yoktu. Ben temin ettim ve bastırdım. Daha sonra İsmet’in başında bulunduğu bir komisyon o parayı bana ödedi.” Bu vesikalarda bir Rus generalinin utanarak Ermeni mezalimini yazdığı anıları da mevcuttur ve bugün arşivimizdedir. Çok ıstıraplar yaşanmış. Kendi vatanımızda, vatandaş bildiğimiz kardeş bildiğimiz Ermenilerden çok ıstırap çekmişiz.


İmam Hatip Neslinin Meçhul Kahramanı: Celal Hoca “Ben asrın ilimleriyle mücehhez, şark ve garbı bilen, tavizsiz fakat müsamahakâr din âlimi yetiştirmek istiyorum.”

Ahmet TÜRKBEN @turkbenahmet

bilen münevver bir âlim, artık muallim olarak sınıfa girdiğinde dağların çakılışı gibi çakılmıştır arza ve tutmaktadır körpe fidanları esen her rüzgârda savrulup gitmesinler diye. Atanmış değil adanmış bir muallimdir Celal Hoca, yüksek idealleri uğruna her türlü zahmete katlanmaya, fedakârlıkta bulunmaya ve şahsî hedeflerini bir kenara bırakıp rahatından vazgeçerek vaktini, enerjisini, malını ve canını vakfetmeye taliptir. Verdikçe çoğalacağına inanan bir ilme ve irfana talip olanlar kendine talebe olanları da aynı istikamette büyük adamlar olarak yetiştirecektir. Onun adanmışlığı; vakıf ruhuyla mesai ve ücret kaygısı gütmeyen; itibar, kariyer, terfî, makam, mevki gibi hiçbir karşılık ve menfaat beklentisi içinde olmadan sadece Hakk’ın rızasına talip olan Allah erlerine has bir erdem olarak kayda geçecektir. Yokluklar içinde geçen bir ilim yolculuğu… Babasını dört yaşında annesini on yaşında kaybeden ve genç yaşında imamlık vazifesinden ayrılarak tek başına Trabzon’dan İstanbul’a gelen bir ilim talebesinin hikâyesi olarak başlar Celal Hocamızın hayatı. Ne kalacak bir yurt vardır o dönemde İstanbul’da ne de burs verecek bir vakıf. Kirasını dahi ödemekte zorlandığı bir han odasında çoğu zaman aç sabahlar. Sarsılmaz bir iman sapasağlam bir iradeyle kökleşince, ilim öğrenme ve öğretme aşkı, şevkle gayrete gelince imkânsızlık bahane olamazdı. 1912’de muallim olarak atandığında iftihar tablosu bir başarı hikâyesi bırakır geride. Tüm okulları birincilikle bitiren ve üç lisan bilerek doğuyu da batıyı da iyi

Bir derdi vardır Celal Hocanın, başka tür dermanlara değişmeyeceği kutsal bir derdi: Bir nesil yetiştirmek. Nasıl bir nesil sorusunun cevabını da şöyle vermişti: “Ben asrın ilimleriyle mücehhez, şark ve garbı bilen, tavizsiz fakat müsamahakâr din âlimi yetiştirmek istiyorum.” Onun gayesi; vasat ve standart iyi insanlar içerisinden birikimli ve üstün ahlaki özelliklere sahip âlimler yetiştirmektir. Çağın gerektirdiği ilim, fen ve teknikle donanmış, doğuyu ve batıyı iyi bilen, çıkarları için dininden asla taviz vermeyen ama dinin anlatılması konusunda da alabildiğine müsamahakâr âlimler yetiştirmek için yetmişli yaşlarda olduğu halde bir delikanlı enerjisiyle gecesini gündüzüne kattı. Zulümatın nuru boğmaya çalıştığı bir zamanda aydınlık bir gelecek için yardan ve yerden geçecek, bir mum yakacak ve ilmin zihinleri ve yürekleri aydınlatan Tarih Yazan Önderler

101


Talebesi Nurettin Topçu anlatıyor: ‘’Bir tatil günü okula gittim. Celaleddin Hocayı, 70 yaşına gelmiş haliyle okulun tuvaletlerini temizlerken buldum... ‘Hocam, bu genç işidir, bırak gençler yapsın’ dedim. Bana şu cevabı verdi: ‘Gençler, yaptıkları işlerle şahsiyetleri arasında irtibat kurarlar. Yarın tuvalet temizleyip okudum diyerek kompleks sahibi olurlar. Onları, gürbüz bir fidan gibi yetiştirmek bizim vazifemizdir...’ Bir dönem başbakanlık da yapmış olan Şemsettin Günaltay, medreseden arkadaşı olan Celal Hoca’ya, “Hoca gel mason ol. Seni üniversiteye alalım. Liselerde, orta mekteplerde sürünme. Şimdi üniversitede Arapça dersi var, ama müsteşrikler okutuyor.” demiş. Ancak Celal Hoca ret cevabı vermekte tereddüt etmemiş: “Ben Bu saatten sonra asla cehenneme seccade seremem.” cevabını vermiştir. Bir gün Dârüşşafaka’da derse girerken talebelerden biri sınıfın kapısında bağırır: diriltici etkisiyle yola koyulacak, yeni bir fikir ve yepyeni bir proje olarak İmam Hatip okulu projesini hayata geçirecektir. Evet, yine bir yokluk yaşanmaktaydı, cenaze yıkayacak ve cenaze namazı kıldıracak bir imamın bile bulunmadığı çorak bir zamanda o, sadece ölüleri yıkayacak insan yokluğundan daha tehlikeli başka bir yokluğa işaret ediyordu. Kendisinden dinleyelim: “Hâlbuki asıl tehlike bu değildi... Cenazenin üzerine bir teneke su atarsın yahut bir havuza, bir göle batırırsın yıkarsın... Avam: Cenazemizi yıkayacak hoca kalmadı, der; hocayı, cenaze namazından ibaret bilir... Fakat asıl tehlike şu idi ki: Milletin imanını yıkayacak, ruhunu yıkayacak, aklını yıkayacak hoca kalmamıştı; kalmayacaktı...” Ve 1951’de 7 yıllık İmam Hatip Projesinin hayat bulması için yollara düştü. Mevzuat, kanun, yönetmelik… Tüm engelleri aştı, elbette yalnız başına değildi. Ona bu kutlu davada iki isim yardım etti. Dönemin Milli Eğitim Bakanı Tevfik İleri ve başbakan rahmetli Adnan Menderes… Allah her birinden razı olsun.* İmam Hatip Okulunun kurucu müdürü olan Celal Hocamıza ait pek çok anekdot paylaşılabilir ancak biz sadece birkaçını burada nakletmekle yetineceğiz . 102

Gri Edebiyat

“Celal Hoca geliyor!” Hoca sınıfa girdikten sonra, “Herkes efendi, bey, beyefendi oldu, ben hâlâ Celal Hocayım!” diye serzenişte bulunur. Yıllar sonra bu sözün doğru olup olmadığını soran kayınbiraderine Celal Hoca, “Evet, ben söyledim.” deyince kayınbiraderi hakikati teslim eder: “A üstadım, herkes efendi, bey, beyefendi olur ama Celal Hoca olamaz!” Celal Hoca, külfet yoğun yaşanan bir hayatın nimetlerin en güzeline erişmekle ölümsüzleşeceğinin, yokluklarla çelikleşen iradenin vardan öte bir var oluşla bitimsiz bir servete dönüşeceğinin en güzel örneğidir. Bize düşen, kuru ve nostaljik bir anma değil, Müslümanca bir hayatın izdüşümlerini anlayabilmek için onu tanımak, mesajını anlamak ve uğruna mücadele ettiği değerleri yaşatarak kendi hayatımızı anlamlandırmaktır. Rabbim ondan ebeden razı olsun. *İlk imam hatip için nasıl izin alındığının öyküsü Ali Ulvi Kurucu’nun hatıratında genişçe yer almıştır. Tafsilatı için hatıratın 4. cildine bakılabilir.


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.