Gri Edebiyat Sayı 7 - Üsküdar'dan İz Bırakanlar

Page 1

Üsküdar’a Dair Şehirleri insanlar inşa ettiği gibi, insanları da bir anlamda şehirler inşa eder. Bu karşılıklı bir süreçtir. İnsan şehre ruh verir, şehir de insana hayat üfler. Onu var eder ve biçimlendirir. İnsan yaşadığı, yaşattığı, aidiyet hissettiği şehirle kaimdir. Onunla kimlik kazanır, ona kimlik kazandırır. Şehir ile insan arasındaki ilişki, anne ile çocuk arasındaki ilişki gibidir. Çocuk anneye, anne de çocuğa muhtaçtır. Birbirlerinden beslenir, birbirlerini büyütürler. Unutmayalım ki bütün peygamberler şehirlere gönderilmiştir. Aliya İzzetbegoviç denilince nasıl aklımıza Saraybosna geliyorsa; İstanbul denilince Yahya Kemal, Dostoyevski denilince Petersburg, Kafka denilince Prag, Tunus denilince İbn Haldun, Michelangelo denilince Floransa, Halep & Şam denilince Mustafa Akad, Hafız Şirazî denilince Şiraz şehri geliyorsa akla, Üsküdar denilince de gözümüzün önünde onlarca insan sureti canlanır. Üsküdar, kadim ve zengin tarihi boyunca pek çok kıymetli ismin neşr-ü nema bulmasına vesile olmuştur. O isimlerin her biri Üsküdar için kutup yıldızlarıdır. Yol gösterirler, yol açarlar ve yolu inşa ederler. Onlar Üsküdar’a anlam katarlar, Üsküdar da onlara. Üsküdarlı gençlerimizin hazırladığı Gri Edebiyat Dergisi’nin elinizde tuttuğunuz 7. sayısında, Üsküdar’ın önemli isimlerini sayfalarımıza konuk ettik. Onların Üsküdar için kıymetini anlatmaya satırlar elbette yetmez, o yüzden sadırlarımızın genişliğini mümkün olduğunca harflerle

birleştirmeye çalıştık. Özellikle röportajlarımızı ve portre yazılarımızı dikkatle okumanızı öneririm. Üsküdar’dan İz Bırakanlar başlığını seçtiğimiz bu özel sayı vesilesiyle Üsküdarlı kıymetlerimizi genç arkadaşlarımızla buluşturmaya gayret ettik. Rolmodel “bulmanın” ve onun ötesinde “olmanın” çok zorlaştığı günümüzde bu çabamızın ayrı bir anlam taşıdığını düşünüyorum. Kendi hikâyesinin farkında olmayan, başkasının hikâyesini ne idrak edebilir ne de anlatabilir. O yüzden kendi hikâyelerimize, şehrimize ve bu şehrin yetiştirdiği önemli isimlere aşina olmak zorundayız. Onların ruh dünyasını ve inşa ettikleri o güçlü medeniyet ufkunu derinden hissetmeli ve 2023 hedeflerimiz doğrultusunda geleceğe çok daha sağlam bir şekilde aktarabilmeliyiz. Önümüzdeki on yıllarda, gelecek yüzyılın tohumlarını atacak insanları yetiştirmek her birimizin vazifesi. Bu, kuşkusuz kelam ve kalem ehli bir nesille gerçekleşecek. İşte Gri Edebiyat gibi dergiler buna vesile olsun diye niyet ediyoruz. Bu vesileyle emeği geçen herkese teşekkür eder, güzel bahtlar diler, daha iyi sayılarda buluşmayı temenni ederim. Saygılarımla. Hilmi Türkmen Üsküdar Belediye Başkanı

• Yayın Danışmanı Ümit BİLBAY

griedebiyat@gmail.com

Editörler Ubeydullah YALÇIN Yakup ÖKSÜZ

/ugm.griedebiyat

Tasarım P. Yusmar YUSUF Fotoğraf Ayşe Merve BULDAĞ Batuhan DERE Kübra Nur DUMAN Yazı İşleri Abdullah ÜNAL Ayşe Aleyna KUŞCU Büşra SEVİNDİK Ecren KÜÇÜKLER Fatih ASLAN Rabia Sultan AYDIN BAKIR Rümeysa BULDAĞ

@griedebiyat

/griedebiyatdergisi

Teşekkür Dr. Âdem ERGÜL, Kübra BAĞDAŞ, Prof. Dr. Necdet TOSUN, Yrd. Doç. Özlem GÜNEŞ ve Ümit TORAMIŞ’a desteklerinden dolayı teşekkür ederiz. Yayımladığımız yazılardan yazarları sorumludur. Kaynak gösterilerek alıntı yapılabilir. Tüm hakları saklıdır. *Gri Edebiyat Üsküdar Gençlik Merkezi öğrencilerinin bültenidir.


İÇİNDEKİLER Üsküdarlı Hat, Ebru ve Kitap Sanatları Üstadı: Necmeddin Okyay Prof. M. Uğur DERMAN Üsküdar’ın Mimarı veya Üsküdarlı Mimar: Mimar Sinan Zafer SÖGÜT

Cihan Pâdişahlarına Yön Veren Eşsiz Bir Mâneviyat Sultânı: Azîz Mahmûd Hüdâyî Hazretleri Osman Nûri TOPBAŞ

Şeyh Mustafa Devâtî Necdet TOSUN

04

49

Ayla Ağabegüm: Ben Üsküdar’ı Çiçek Kokularıyla Hatırlarım

53

Yüzakı Bir Üsküdarlı: Ahmed Yüksel Özemre Ahmed EROĞLU

58

11

Kur’ân’a Giriş Olarak Mehmed Âkif Ali Haydar BEŞER

20

Özbekler Tekkesi Muhammed Âkif KOÇ

29

Üsküdar’ın Hazinesi İki Devrin Kadını: Münevver Ayaşlı Rabia Sultan AYDIN BAKIR

36

Özcan Ergiydiren: Biz Ona Sâmiha Anne Derdik

46

39

Hattat Hasan Çelebi: Sanatınızda Sebat Etmelisiniz

14


Âmir Ateş: Bestenin Gönülden Duyulması Lâzım

23

Sâhibü’l Vefâ Hâce Mûsâ Topbas Osman Nûri TOPBAŞ ̧

64

Zarifoğlu Ailesi: Yedi Güzel Adam İdeal İnsandır

70

Celvetî Şeyhi, Müfessir, Şair: İsmâil Hakkı Bursevî Doç. Dr. Ali NAMLI

74

Saraylı Kuşlar Sara HAMZAOĞLU

77

Fuat Başar: Muhabbet Varsa, Muvaffakiyet Vardır

78

Vatan ve Hürriyet Şairi: Namık Kemal Sezai KURT

86

Üsküdar’da Bir Yerde Cemil Meriç’in Kitaplarıyla İmtihanı Samet ÖZTÜRK

90

Ümit Meriç: Ne Ki Olmuştur İyidir, Ne Ki Olacaktır İyidir

32

Hayırhah Bir Hanımefendi: Gülsen Ataseven Sezanur SEZGİN Üsküdar’ın Kalbi: Azîz Mahmûd Hüdâyî Volkan ARSLAN

Dursun Gürlek: İstanbul’un Altı da Üstü Kadar Zengindir

96 98

60


Makale

Cihan Pâdişahlarına Yön Veren Eşsiz Bir Mâneviyat Sultânı

Azîz Mahmûd Hüdâyî Hazretleri

Osman Nûri Topbaş* osmannuritopbas.com Azîz Mahmud Hüdâyî Hazretleri Kimdir? Osmanlı devri İstanbul velîlerinin büyüklerindendir. Asıl adı Mahmûd’dur. “Hüdâyî” ismi ve “Azîz” sıfatı kendisine sonradan verilmiştir. Cüneyd-i Bağdâdî Hazretleri’nin neslinden olup, “seyyid”dir. Bunu ilâhîlerinin birinde: Ceddim ü pîrim sultan Sen’sin yâ Rasûlâllâh diyerek kendisi de ifâde eder. Koçhisar’da doğmuş, çocukluğu Sivrihisar’da geçmiştir. O, bir asra yakın ömür sürmüş ve sekiz pâdişah devrini idrâk etmiş bir gönül sultânıdır. Asrında, gerek eserleri, gerekse sohbet, irşad, vaaz ve nasihatleri ile ümmet için bir feyiz kaynağı olmuştur. İlim, tasavvuf ve edebiyat sahalarında parlak bir hüviyete sahip bulunan Hüdâyî Hazretleri, mâneviyat rehberleri arasında müstesnâ bir mevkii hâizdir. O, kuruluş yıllarında Şeyh Edebali Hazretleri’nin yapmış olduğu kıymetli irşad, hizmet ve faâliyeti, aynı aşk, vecd ve heyecanla yürütebilen nâdir bir mânevî şahsiyettir. Allah rızâsı istikâmetinde ihlâs, samîmiyet ve gayret üzere hareket eden Hüdâyî Hazretleri, sahip olduğu zâhirî ve bâtınî liyâkat sebebiyle de hem pâdişahların hem de bütün tebaanın sevdiği bir Hak dostu olarak tebârüz etmiştir.

Osmanlı’nın yükselişten yavaş yavaş duraklamaya doğru seyir takip eden bir devrinde yaşayan Hüdâyî Hazretleri, bir yandan sultanların âdil, gayretli ve mâneviyat bakımından güçlü ve zinde olmaları için büyük himmetler sarf etmiş, bir yandan da birtakım kargaşadan bunalan devlet ricâlinin ve halkın gönül yaralarını âdeta hâzık bir hekim gibi sarmasını bilmiştir. Bundan dolayı hemen herkes, onun sohbet, irşad ve hizmet sofrasına koşarak ferahlamış; dergâhı, gönüllerin huzur ve saâdete kavuştuğu bir mekân olmuştur. Gerçekten onun devri, saâdetle felâketin birbirini takip ettiği çileli bir zamana rastlamaktadır. Zira siyâsî bakımdan gittikçe artan ve ictimâî bünyeyi de son derece sarsan çalkantılar, bu devirde görülmeye başlamıştır. Askerdeki disiplin ve nizâmın sarsılıp bozulmasının, 2. Osman (Genç Osman)’ı fecî bir sûrette katletme derecesine ulaştığı ve 4. Murad’ın tahtının önünde sadrâzamı Hâfız Ahmed Paşa’nın yeniçeriler tarafından parçalanıp kanlarının tahta bile bulaşmış olduğu düşünülürse, o günlerin siyâsî ahvâli daha iyi anlaşılır. İşte böyle çalkantılı bir devirde İslâm tasavvufunun tesellî edici nefhasıyla Hakk’ın ve hakîkatin sesine çağıran Hüdâyî Hazretleri, dergâhına diğerlerine nazaran çok farklı bir hüviyet kazandırmıştır. Öyle ki, devlet idâresinde azl ve nefyedilen kimselerin ve cemiyette zuhûr eden anarşinin önünden kaçanların sığındıkları yegâne yer, onun dergâh-ı şerîfi olmuştur. Nitekim Halil Paşa, Dilâver Paşa ve Ali Paşa gibi zevât, başları her dara

*Muhterem müellif Osman Nûri Topbaş’ın izniyle Âbide Şahsiyetleri ve Müesseseleriyle OSMANLI adlı eserinden kısaltılarak iktibas edilmiştir.

4

Gri Edebiyat


düştükçe bu dergâha sığınmışlardır. Bu yönüyle Hüdâyî Hazretleri’nin dergâh-ı şerîfi, kimsenin zarar ve ziyânının erişemeyeceği, günümüz tâbiriyle bir nevî dokunulmazlığı olan emîn bir mekân hüviyetine bürünmüştür. Denilebilir ki, o zamanlar Osmanlı mülkünde bu mekândan başka hiçbir dergâh, bu kadar hürmet ve ihtirâma nâil değildi. Burada Azîz Mahmûd Hüdâyî Hazretleri’nin böyle bir makâmı hâiz oluşu ve sahip bulunduğu müstesnâ liyâkati elde edişinin nasıl tahakkuk ettiği üzerinde hâssaten ve dikkatle durmak gerekir. Zira onu bu kemâle ulaştıran metot, mâneviyat yolunda yürüyenlere müstesnâ bir numûne-i imtisâldir. Muhammed Muhyiddin Üftâde Adı Mehmed, lakabı Muhyiddin’dir. Şiirlerinde kullandığı “Üftâde” mahlasıyla tanınır. Üftâde Hazretleri, Azîz Mahmûd Hüdâyî’nin şeyhi, mutasavvıf-şairdir. 1529-1536 yılları arasında tayin edilen Emîr Sultan Camii hatipliği görevini, vefat ettiği 12 Cemâziyelevvel 988 (25 Haziran 1580) tarihine kadar sürdürdü. En meşhur halifesi olan Azîz Mahmûd Hüdâyî ona hayatının son yıllarında, 984’te (m. 1576), intisap etti.

Üftâde Hazretleri ile Tanışması Hüdâyî Hazretleri, talebelik yıllarında ciddî bir ilim tahsili yanında tasavvufî bir alâka ile gönül âlemini de az-çok yoğurmuştu. Gayret ve çalışkanlığı sebebiyle de medresede kendisiyle husûsî bir şekilde ilgilenen hocası Nâzırzâde’nin muîdi olmuştu. Sonraki yıllarda hocası Nâzırzâde ile birlikte muhtelif kadılık vazifelerinde bulundu. Son olarak da Bursa’ya tâyin edildiler. Hocası başkadı, kendisi de Ferhâdiye Medresesi’nde müderrisliğin yanında Câmi-i Atîk Mahkemesi’nde kadı nâibi oldu.

Hazretleri, o zamanlar Bursa kadılığı vazifesini yürüten Kadı Mahmûd Efendi adında sayısız kadıdan sadece biriydi. Bir gün karşısına o güne kadar hiç rastlamadığı türden pek farklı bir dâvâ çıktı. İki gözünden sel gibi yaşlar akıtan bir kadıncağız, kocasından şikâyetle mahkemeye mürâcaat etmişti. Kendisini dinleyen Kadı Mahmûd’a şunları söyledi: “–Kadı Efendi! Kocam her sene hacca gitmeye niyet eder, fakat bir türlü fakirlikten dolayı gidemez. Bu sene de hacca gideceğim diye tutturdu. Hattâ: «–Eğer bu sene hacca gidemezsem seni boşayacağım!» dedi. Daha sonra kurban bayramına yakın ortalıktan kayboluverdi. Beş altı gün sonra da ortaya çıkıp hacca gidip geldiğini söyledi. Hiç böyle bir şey olur mu? Kadı Efendi! Artık bu yalancı adamdan boşanmak istiyorum!..” Kadı Mahmûd Efendi, yapılan şikâyetin tahkîki için kadının kocasını çağırttı ve ona hanımının söylediklerinin doğru olup olmadığını sordu. Adam cevâben: “–Kadı Efendi! Hanımımın söyledikleri de doğrudur, benim söylediklerim de. Bilesiniz ki ben gerçekten hacca gidip gelmiş bulunmaktayım. Hattâ o mübârek beldelerde bâzı Bursalı hacılarla da görüştüm ve kendilerine getirmeleri için birtakım hediyeler emânet ettim…” dedi. Kadı Mahmûd Efendi şaşırdı: “–Bu nasıl olur efendi?!.” diye sordu. Adamcağız da anlatmaya başladı: “–Efendim, her sene olduğu gibi bu sene de hacca gidemeyince, büyük bir üzüntüyle Eskici Mehmed Dede’ye gittim. O da, benim elimi tutarak gözümü yummamı istedi. Gözümü açtığımda ise Kâbe’deydim!..” dedi. Böyle bir hâdiseye ilk defa şâhid olan Kadı Efendi, bunun mümkün olamayacağını söyleyerek adamın ifâdelerini kabul etmedi.

Onun kâmil mânâda tasavvufa sülûk edip mârifetullâha nâil olması da işte bu zamana rastlar. Şöyle ki:

Bunun üzerine hâlâ mukaddes topraklardaki rûhâniyet ve mâneviyat iklîminin taze hissiyâtı içinde olan adamcağız, saf, fakat mânidar bir cevapla haykırdı:

Her türlü ilmî liyâkat ve makamına rağmen Hüdâyî

“–Kadı efendi! Allah Teâlâ’nın düşmanı olan şey-

Üsküdar’dan İz Bırakanlar

5


tan bir anda bütün dünyayı dolaşıyor da, Allah dostu olan has bir kul, niçin bir anda Kâbe’ye gidemesin?” dedi.

Âdeta dipsiz bir uçuruma düşer gibiyim. Ne olur bana himmet ve yardım elinizi uzatınız. Bu bîçâreyi talebeniz olmakla şereflendiriniz!” dedi.

Kadı Mahmûd Efendi de, bu cevabı gâyet mânidar bularak kararı Bursalı hacıların dönüşüne tehir etti. Bursalı hacılar döndüğünde de yaptığı tahkîkat neticesinde meseleyi olduğu gibi öğrendi ve büyük bir hayret ve şaşkınlık içerisinde dâvâyı iptal etmek zorunda kaldı.

Bunun üzerine tebessüm eden Üftâde Hazretleri, talebelik için kadılık ve müderrisliği bırakması, elindeki bütün mal ve mülkü fakirlere dağıtması ve nefsini terbiye edebilmek için sıkı bir riyâzata girmesi gibi üç büyük şart koştu. Çünkü nefsini tanıyıp terbiye etmesi zarûriydi. Kadı Mahmûd Efendi’nin cân u gönülden teslim olması ile de onu mürîdlerinin arasına dâhil eyledi.1

Fakat, yüreğine muammâlı bir kor düşmüş, zihni karmakarışık olmuştu. Ruh ve irâde çağlayanı, sarhoş bir hâlde akmaya başladı. Ne yapacağını düşünürken gönlüne damlayan bir ilhamla derhâl Eskici Mehmed Dede’ye koştu. Hakîkat ve esrâr deryâsına dalabilmek için ona intisâb etmek istedi. Ancak Eskici Dede: “–Kadı Efendi! Nasîbiniz benden değil, zamanın mürşid-i kâmili Muhammed Üftâde Hazretleri’ndendir.” dedi. Bu defa Kadı Mahmûd, aynı niyet ve sâikle Üftâde Hazretleri’nin dergâhına yöneldi. Fakat hikmet-i ilâhî olarak dergâha yaklaştığında atının ayakları kayalara saplandı. O da, atından indi ve yürüyerek dergâha vardı. Pîr’in önünde el bağlayıp onun talebesi olmak istedi. Meşhur Bursa kadısı Mahmûd Efendi’yi şaşaalı kaftanlar içinde gören Hazret-i Pîr, gelişen ahvâlden mânen haberdardı. Ancak Kadı Efendi’nin niyet ve samîmiyet derecesini iyice ölçmek istercesine talebeliğe hemen kabul etmedi: “–Gidin Kadı Efendi! Sizin şöhrete boğulmuş, mal ve makam debdebesi içinde şaşaalı bir hayâtınız var. Bu kapı ise, yokluk kapısıdır. Zâten atınız bile buraya gelmek istemediğinden kayalara saplanmadı mı?” dedi ve dergâhın kapısına doğru yürüdü. Bir yandan şeyhin mânevî câzibesi, diğer yandan da gördüğü açık kerâmetler karşısında hayret vâdilerinde dolaşan Kadı Mahmûd Efendi, hakîkati idrâk etmişti. Kararı kesindi. Zira nefs engelini aşıp vâsıl-ı ilâllâh olabilmesi için vakit geçirmeden artık böyle bir kapıya teslim olması zarûrî idi. Hemen şeyhin arkasından koşup boyun büktü ve: “–Efendim! İrâdesiz ve şaşkın bir vaziyetteyim.

6

Gri Edebiyat

Sonra da Kadı Mahmûd’un kalbindeki kesâfetin temizlenmesi için, yani kadılık makamının kendisine verdiği gurur, kibir ve ucubu bertaraf etmek için sırtındaki süslü kaftanıyla Bursa sokaklarında ciğer satmasını emir buyurdu. Ayrıca dergâhın helâ temizliği vazifesini de ona verdi. Üftâde Hazretleri’nin huzûruna tam bir teslîmiyet ve hâlisiyet içinde gelen Kadı Mahmûd Efendi, üstâdının emirlerine cân u gönülden tâbî oldu. Nefsâniyetini besleyen bütün dünyevî alâkalardan el çekti. Kendisini samîmiyetle mürşidinin tâlimatlarına râm ederek kısa zamanda büyük mesâfeler aldı. Öyle ki, onu sırtındaki süslü kaftanıyla ciğer satarken gören ahâlînin: “–Bizim kadı efendi, delirmiş gâlibâ!” “–Kadılığı bırakmış ama, kaftanını bırakamamış zavallı!..” şeklindeki sözlerine dahî aldırmadan üstâdının verdiği vazifeleri şevkle îfâya çalıştı. Böylece yüce bir olgunluğa hızlı bir şekilde yol almaya başladı. Şeyhinin gözünde ve gönlünde gittikçe kadr u kıymet sahibi oldu. Nefsindeki son varlık ve benlik emâresini bertaraf etmesi ise, pek meşhurdur: Bir gün Kadı Mahmûd, helâ temizlemekle meşgulken, dışarıdan kulağına kadar gelen bir nidâ duydu: Hüdâyî Hazretleri’nin Üftâde Hazretleri’ne intisâbı ile alâkalı diğer bir rivâyet daha vardır ki şöyledir: Hazret-i Hüdâyî, Bursa’da kadı nâibliği ve müderrislik yaparken bir gece rüyâsında kıyâmetin kopup Sırât ve Mîzân’ın kurulduğunu ve nice takdir ettiği kıymetli kimselerin hattâ çok sevdiği hocası Nâzırzâde’nin dahî Cehennemlikler arasında olduğunu gördü. Bundan gerekli dersi alarak büyük bir gayret ve irâde ile dünyevî meşgalelerini terk etti ve Üftâde Hazretleri’nin talebeleri arasına dâhil oldu. 1


“–Ey âhâli! Duyduk-duymadık demeyin; şehrimize yeni kadı geliyor!..” Gönlünün zayıf bir ânını yakalayan nefsi, birden büyük bir vesvese fırtınası kopardı: “–Demek yerime yeni bir kadı geliyor! Âh bîçâre Mahmûd, sen böylesine şerefli bir mesleği bıraktın da, tuttun helâ temizleyiciliği yapıyorsun! Söyle bakalım, bunca yıldır ne kazandın!?” dedi. Nefsinin bu tehlikeli serkeşliği karşısında hemen toparlanan Kadı Mahmûd Efendi, büyük bir iç ürperişiyle hocasını hatırladı. Zira ona kendisine şart koşulan emirleri yerine getireceğine dâir söz vermişti. Derhâl tevbe ve istiğfâr ile nefsinin son derece tehlikeli vesvesesine şiddetli bir şekilde mukâbele etti: “–Ey Mahmûd! Sen, nefsini ayaklar altına alacağına dâir üstâdına söz vermedin miydi? Nerede şimdi sözün? Söyle bu hâlin nedir?..” Ancak Kadı Mahmûd, bu hâle o kadar üzülmüştü ki, nefsinin iğfâline karşı birtakım azarlarla tavır koymak, gönlündeki pişmanlık ve teessürü teskîn etmedi. Hiç düşünmeden elindeki süpürgeyi bir tarafa fırlattı ve nefsine cezâ olarak helâ taşlarını

sakalıyla temizlemeye karar verdi. Tam bu esnâda Üftâde Hazretleri kapıda göründü. Kadı Mahmûd’a mütebessim bir çehre, yumuşak bir ses ve latîf bir edâyla, hitâb etti: “–Evlâdım Mahmûd! Bilirsin ki sakal mübârek bir Sünnet-i Seniyye’dir.” dedi ve yerleri sakalıyla temizlemesine mânî oldu. Sonra şöyle buyurdu: “–Evlâdım Mahmûd! Seyr u sülûk yolunda verdiğim hizmetlerin gâyesi, işte bu mertebeyi geçebilmen içindi. Muvaffak kılan Allâh’a hamdolsun! Gayri bundan böyle vazifen benim abdest suyumu hazırlayıp döküvermendir!..” Kadı Mahmûd, bu vazifeyi de büyük bir titizlik ve kemâl-i edeple îfâya çalıştı. Hiç aksatmadan her sabah abdest suyunu hazırladı ve hocasına abdest aldırdı. Bir kış günüydü. Kadı Mahmûd, biraz gecikerek kalkmıştı. Bu sebeple hocasının suyunu ısıtmaya vakit bulamadı. Büyük bir üzüntüye gark oldu ve gözlerinden yaşlar damladı. Gayr-i irâdî bir şekilde su testisini göğsünün üzerine bastırarak “Allah” lâfzını söylemekten başka bir şey yapamadı. O es-

Üsküdar’dan İz Bırakanlar

7


nâda hocası kapıda göründü. Kendisinden abdest suyunu getirip dökmesini istedi. O da çâresiz ve irâdesiz bir şekilde bu emre baş kesti ve büyük bir endişe içinde suyu hocasının ellerine dökmeye başladı. Su, mübârek ellerine değer değmez Üftâde Hazretleri, yavaşça başını kaldırdı ve talebesinin kaygılı hâline nazar ederek tebessümle:

Hüdâyî İsmi Nasıl Verildi?

Üftâde Hazretleri de:

Bir gün Üftâde Hazretleri, mürîdleri ile beraber bir kır sohbetine çıkmıştı. Emri üzerine bütün dervişler, kırın en güzel yerlerini dolaşarak hocalarına birer demet çiçek getirdiler. Ancak Kadı Mahmûd Efendi’nin elinde sapı kırılmış solgun bir çiçek vardı sadece. Diğerlerinin neş’eyle elindekileri hocalarına takdîminden sonra Kadı Mahmûd, boynunu bükerek bu kırık ve solmuş çiçeği Üftâde Hazretleri’ne takdim etti.

“–Evlâdım! Farkında değilsin; bu su, odun ateşiyle değil, gönül ateşiyle ısınmış!..” cevabını verdi.

Üftâde Hazretleri, diğer mürîdânın meraklı bakışları arasında sordu:

Zira Hüdâyî Hazretleri, girdiği sıkı riyâzatla nefsinin terbiyesi yolunda helâllerden istifâdeyi bile asgarîye indirmiş ve gönlünü tamamen Hakk’a râm ederek rûhunu kuvvetlendirmeye muvaffak olmuştu. Neticede bu güzel hâlin bereketlerine nâil olmuş, ayrıca dirilerden çok ölülerle görüşüp konuşur bir hâle gelmişti. Bir defasında dergâhın yolu üzerinde daha evvel vefât etmiş bulunan bir müezzine rastlayıp ona selâm verdikten sonra bunu üstâdına arz etti. Hazret-i Üftâde ise:

“–Evlâdım Mahmûd! Herkes demet demet çiçek getirdikleri hâlde, sen niçin sapı kırık solgun bir çiçek getirdin?..”

“–Su biraz fazla ısınmış evlâdım!” dedi. Buna pek şaşıran Kadı Mahmûd Efendi, hafif bir sesle: “–Nasıl olur efendim? Suyu ısıtmamıştım ki!..” dedi.

8

“–Evlâdım! Yapmış olduğun riyâzat sâyesinde rûhunu iyice kemâle erdirip kuvvetlendirmişsin. Biz dahî riyâzâtımız zamanında aynı hâl içinde idik.” buyurdular.

Gri Edebiyat

Kadı Mahmûd, edeple başını önüne indirerek cevap verdi: “–Efendim! Size ne takdîm etsem, azdır!.. Ancak hangi çiçeğe koparmak için elimi uzattıysam onu «Allah Allah» diyerek Rabbini tesbîh eder bir hâlde buldum. Gönlüm onların bu zikirlerine mânî olmaya râzı gelmedi. Çâresiz ben de elimdeki şu tesbî-


hine devam edemeyen çiçeği getirmek zorunda kaldım!..” Bu güzel ve mânâ dolu cevâba son derece memnûn olan Üftâde Hazretleri’nin dilinden o anda: “–Hüdâyî, Hüdâyî… Evlâdım! Bundan sonra ismin Hüdâyî olsun!.. Ey Hüdâyî! Bu kır gezisinden yalnız sen nasiplenmişsin…” ifâdeleri döküldü. Böylece Kadı Mahmûd, “Hüdâyî” oldu. Zira o, artık kâinattaki esrâr-ı ilâhiyyeye ve kudret akışlarına âşinâ olmuştu. Âdeta kâinat, kendisine sırlarını açan canlı bir kitap hâline gelmişti. Bundan böyle Hüdâyî diye anılan Kadı Mahmûd Efendi, hâiz bulunduğu üstün ve müstesnâ mânevî mertebesi dolayısıyla hürmeten ismine “Azîz” sıfatı da ilâve edilerek Azîz Mahmûd Hüdâyî diye yâd olundu. Devlet Ricâlini İrşâdı 1. Ahmed Hân’dan sonra 2. Osman (Genç Osman) ile de irtibâtını devam ettiren Hüdâyî Hazretleri, bu yeni ve heyecan dolu genç pâdişâhı da istikâmetlendirmek husûsunda büyük gayretler sarf etti. 2. Osman ki, Devlet-i Aliyye’nin duraklama devrine girdiğini görerek bu gidişâta dur diyebilmek için yeni hamleler tasarlayan ideal sahibi bir pâdişahtı. Bu arada hacca gitmeye niyetlendi. O zamana kadar pâdişahlardan hiçbiri, o devirlerde hacca gidiş-geliş takriben bir yıl sürmesi dolayısıyla devlet nizâmı bozulmasın diye şeyhülislâmların müsâade vermemeleri üzerine hacca gitmemiş, hepsi de vekil göndermek sûretiyle bu farîzayı îfâ etmişlerdi. Buradaki nükteyi çok iyi bilen Hüdâyî Hazretleri, Sultan Genç Osman’ın hacca niyetlenip kadîm an’aneyi bozmasını doğru bulmayarak onu îkâz etti, hacca gitmekten vazgeçirmeye çalıştı. Ancak Sultan, gençliği ve tecrübesizliği sebebiyle bu arzusundan vazgeçmedi ve Hüdâyî Hazretleri’nin ısrarlı îkazlarına rağmen teslîmiyette zaaf göstererek bu niyetini gerçekleştirme yolunda teşebbüse geçti. Neticede bu teşebbüs, yeniçeriler arasında ciddî bir rahatsızlığa yol açtı. Birtakım fitnecilerin de müdâhil olmasıyla Sultân’ın Hicaz’a gitmesinden maksadın, oralardan toparlayacağı bir ordu ile yeniçerileri bertaraf edeceği şeklinde anlaşıldı. Sultân’ın bu hamlesini akâmete uğrat-

mak isteyen zorbabaşılar, derhâl hâdiseyi körükleyerek taraftarlarını harekete geçirdiler ve tarihte “hâile”, yani dram diye anılagelen mâlum çirkin cinâyeti işlediler. Bu hâdise, Hüdâyî Hazretleri’nin mânevî îkâzındaki sır dolu ısrarın ehemmiyetini hazin bir şekilde sergilemiştir. Devlet ricâlinden diğer bâzıları ise, ortalığı saran anarşiden korunabilmek için Hüdâyî Hazretleri’nin dergâhına sığınmışlar, böylece kendilerini büyük bir tehlikeden muhâfaza edebilmişlerdir. Zira Hüdâyî Hazretleri’nin dergâhına gerek devlet, gerekse ehl-i şekâvet herhangi bir müdâhalede bulunamazdı. Bugünkü tâbirle dergâhın âdeta dokunulmazlığı vardı. Dolayısıyla buraya sığınanlar, öldürülmek istenen kimseler bile olsa, kılına dahî zarar gelmez, haklı iseler Hazret-i Pîr’in delâletiyle -Halil Paşa gibi- iâde-i îtibâra mazhar olurlardı. Hüdâyî Hazretleri’nin Kerametleri İşte Hüdâyî Hazretleri’nin en büyük kerâmetleri, cihan sultanlarını bu şekilde yönlendirebilmesi olmuştur. Bununla birlikte onun, erbâbının gönül hissiyâtını besleyici birçok kerâmeti de bulunmaktadır. Hüdâyî Hazretleri’nin pek meşhur olan kerâmetlerinden biri de, gâyet fırtınalı bir havada hiçbir kayıkçının denize açılamadığı bir zamanda kendi kayığına binerek birkaç müridiyle Üsküdar’dan sâlim bir şekilde karşıya geçmesidir. Allah Teâlâ’nın izniyle kayığın takip ettiği yol, âdeta süt-liman olmuş ve dört bir yanda şaha kalkmış dalgalar bu Allah dostunun kayığına hiçbir zarar vermemişti. Hâlen Üsküdar ile Sarayburnu arasındaki bu yola “Hüdâyî Yolu” denir. Bilen kayıkçılar, şiddetli fırtınalarda bu yolu takip ederler. Bu durum, Hüdâyî Hazretleri’nin günümüze kadar uzanan bâriz bir kerâmetidir. Osmanlı Devleti’nin son günlerine kadar Boğaz’da deniz seferi yapan kaptanlar; yolcularını, Üsküdar’dan geçerken Azîz Mahmûd Hüdâyî -kuddise sirruh- dergâhına, Beşiktaş önünden geçerken Yahyâ Efendi dergâhına, Beykoz’dan geçerken de Hazret-i Yûşâ -aleyhisselâm- tarafına doğru tevcîh ederek “Fâtiha”ya dâvet ederlerdi. Bir zamanÜsküdar’dan İz Bırakanlar

9


lar halkın, İstanbul’da medfun olan büyük velîlere karşı ede-bi işte böyleydi!.. Onun yapmış olduğu hizmetler, devletin ve milletin selâmeti açısından pek mühim bir ehemmiyeti hâizdir. O, cihan pâdişahlarını dahî yönlendirebilmiş, böylece koca bir mülkün emîn ellerde temâdîsini temin etmişti. O dönemlerde yavaş yavaş başlayan tekke-medrese mücâdelesi dolayısıyla sarayda ve ilim erbâbı arasında bir hayli nüfûz ve tesiri azalan tasavvufî hayatı, tekrar dirilterek cemi-yete yeni bir zindelik kazandırmıştı. Onun mânevî tasarrufu vefatından sonra da devam etmiştir: 1638’de Bağdat seferine çıkan 4. Murad’ın dirâyetini bilen Safevî hükümdârı, onun Bağdat önlerine gelmesi hâlinde şehri mutlak sûrette kaybedeceğini bildiğinden Sultân’ı bir suikastle ortadan kaldır-manın daha yerinde olduğunu düşünerek üç husûsî yetiştirilmiş casusu Osmanlı ordusuna göndermiş-ti. Bunlar, bir gece sekiz kadar nöbetçiyi aşarak Sultân’ın yanına kadar girmeyi başardılar. Hemen han-çerlerini çekip yatağın başına yaklaştılar. Uyumakta olan Sultan, o anda bir rüyâ görmeye başladı: Çok sevdiği rahmetli üstâdı Azîz Mahmûd Hüdâyî Hazretleri, kendisine misafir olmuştu. Birlikte otu-ruyorlardı. Ancak o esnâda Hazret-i Pîr’in o vakte kadar kendisinden görülmemiş bir sür’atle birden ayağa kalkmasıyla haykırması bir oldu: “–Oğlum Murad! Ayağa kalk!” Zaten hocası daha ayağa kalkarken edeben ayağa 10

Gri Edebiyat

kalkmaya davranan 4. Murad Hân, gelen emirle daha bir hızla yerinden doğruldu. Rüyâda gerçekleşen bu doğruluşla birlikte uyanarak gerçekte de yatağın-dan kalkıverdi ve başında bulunan eli hançerli üç şahsı fark etti. Derhâl üzerlerine yorganını fırlattı ve başı ucunda duran yaklaşık üç yüz kiloluk topuzunu kavradığı gibi üçünü de yere serdi. Böylece hocası Hüdâyî Hazretleri’nin yeni bir tasarrufuyla mutlak bir suikastten kurtulmuş oldu. Azîz Mahmud Hüdâyî Hazretleri’nin Meşhur Duâsı Azîz Mahmûd Hüdâyî Hazretleri’nin Sultan 1. Ahmed Hân’ın talebi üzerine yaptığı şu duâsı ne kadar mânâlı ve güzeldir: “Yâ Rabbi! Kıyâmete kadar bizim yolumuzda bulunanlar, bizi sevenler ve ömründe bir kere türbemize gelip rûhumuza Fâtiha okuyanlar bizimdir… Bize mensub olanlar, denizde boğulmasınlar; âhir ömür-lerinde fakirlik görmesinler; îmanlarını kurtarmadıkça ölmesinler; öleceklerini bilsinler ve haber ver-sinler ve de ölümleri denizde boğularak olmasın!..” Bütün ulemâ ve evliyâ, bu duânın kabul olduğunu, bu yola mensub olanların denizde boğulmadıkla-rını ve pek çok kimsenin vefât günlerine yakın, öleceklerini haber verdiklerini bildirmişlerdir. Yâ Rabbi! Kurmuş olduğu vakfı, vermiş olduğu eserleri ve mânevî tasarrufuyla asırlardır gönülleri feyiz-yâb eyleyen Hüdâyî Hazretleri’nin himmetinden bizleri de nasibdâr eyle! Âmîn!..


Makale

Şeyh Mustafa Devâtî Necdet TOSUN* ntosun@marmara.edu.tr

Şeyh Mustafa Devâtî 17. yüzyılda Üsküdar’da yaşamış, Celvetiyye tarîkatına mensûb bir şeyhtir. Gençliğinde divit1 san’atıyla meşgûl olduğu için Devâtî veya Divitçi nâmıyla bilindiği nakledilmektedir.2 O dönemlerde Üsküdar divitçileriyle meşhûr idi. Hatta “Divitçiler” isminde bir mahallesi bile vardı. Binâenaleyh Mustafa Devâtî Efendi’nin Üsküdar’da doğup gençliğinde bu mahallede divit san’atıyla meşgûl olduğu tahmîn edilebilir. Devâtî Mustafa Efendi, sonraları tasavvufa yönelip Azîz Mahmûd Hüdâyî’nin (ö. 1038/1628) yerine geçen halîfesi Muk’ad Ahmed Efendi’ye (ö. 1049/1639) intisâb etmiştir.3 Gayret ve isti’dâdıyla tasavvuf yolunda kısa sürede ilerleyen Devâtî, ma’nen Hz. Peygamber’in, zâhiren ise şeyhi Ahmed Efendi’nin emriyle Kastamonu’ya halîfe olarak gönderildiğini söylemektedir.4 Kastamonu’daki hayatıyla ilgili olarak, Tuhfetü’s-sûfiyyîn adlı eserinde şunları anlatır: “Beyim! Bilesin ki, Kastamonu’da hayli zaman olmuştu ki hamama gitmemiştim. Fukarâdan birkaç derviş gelip beni hamama da’vet eylediler. Fakîr de “ne olacak” deyip yolda giderken, oynayan birkaç çocuğa selam verdim. Selamımı almadılar ve benimle alay ettiler. Kalbime bir ıztırap geldi, Hakk’a yöneldim. Hâtiften gizli bir ses geldi ki: “Kendi halMarmara Ün. İlahiyat Fakültesi. Prof. Dr. Divit, kamış ve kalem koymaya yarayan uzun ince bir âlet olup ucunda mürekkeb hokkası bulunur ve genelde belde taşınırdı. 2 Uşşâkîzâde, Zeyl-i Şekâik, Wiesbaden 1965, s. 561. 3 Şeyhî Mehmed, Vekâyiu’l-fuzalâ, İstanbul 1989, I, 575; Mehmed Süreyyâ, Sicill-i Osmânî, Heppengheim 1971, IV, 393. 4 Mustafa Devâtî, Tuhfetü’s-sûfiyyîn, İstanbul Belediye Ktp., Belediye blm., 438, vr. 47a. *

1

“Ve her kim ki vücûd bahçesini i’mâr eder, Kıyâmet gününde o benim ve ben onun olurum.”

vetini (yalnızlığını) terk edip hamama giden şeyhi bu kadar alaya almak çok değildir”. Neşeli bir halde dönüp tekkeye geldim...”.5 “Bir zamanlar Kastamonu’da oturuyordum. Efendimin ziyâretine gelmek istedim. Birçok kimsenin ruhu bana gelip: “Senin gitmene izin yoktur” dediler. “Beni engellemeyin” dedim. Şöyle karşılık verdiler: “Üsküdar iki kişinin yeridir. Birisi gönlü ve gözü açık olup ak ile karayı ayıran, her ne yaparsa ruhlar katında ma’zûr sayılan kişidir. Sen ise henüz ne tam körsün, ne de tam görüyorsun. İyi bir göz elde et, ondan sonra git!” Durumu anlayıp köşeye çekildim, gözümden nice kanlı yaşlar döktüm. Sonra tekrar efendimi ziyâret etme arzusu içime düştü. Bu defa iki rekât namaz kıldım, namazım insan şekline büründü. Dedim ki: “Yürü Üsküdar’a git, ruhlardan izin iste!” O anda ma’nen gördüm ki, namazım Üsküdar’a gitmiş. Bütün ruhlar onu karşılayıp izin verdiler. “Artık gelsin” dediler. Hemen kalkıp Üsküdar’a geldim. Önce efendimin huzûruna varıp mübârek ayaklarını öptüm... Orada seyyidimiz Azîz Mahmûd Hüdâyî Efendi (k.s) ile Sultân-ı Kevneyn (a.s)’ın rûhâniyetleri gelip: “Bundan sonra bu kapıdan her kim ma’nâ taleb ederse cevap bulacaktır” deyip emâneti teslîm eylediler. Ben de o zamandan beri hizmete devam ediyorum.”6 Bu anlatılanlara göre Mustafa Devâtî Efendi, şeyhi Muk’ad Ahmed Efendi’nin sağlığında yani 1049/1639 tarihinden önce Kastamonu’dan Üsküdar’a dönmüş ve o esnâda mahallî hilâfetten 5 6

Mustafa Devâtî, ae, vr. 34a. Mustafa Devâtî, ae, vr. 42a-b. Üsküdar’dan İz Bırakanlar

11


“Şeyh Mustafa Devâtî 17. yüzyılda Üsküdar’da yaşmış, Celvetiyye tarîkatına mensûb bir şeyhtir. Gençliğinde divit san’atıyla meşgûl olduğu için Devâtî veya Divitçi nâmıyla bilindiği nakledilmektedir. O dönemlerde Üsküdar divitçileriyle meşhûr idi. Hatta “Divitçiler” isminde bir mahallesi bile vardı. Binâenaleyh Mustafa Devâtî Efendi’nin Üsküdar’da doğup gençliğinde bu mahallede divit san’atıyla meşgûl olduğu tahmîn edilebilir.”

umûmî ve geniş yetkili bir hilâfete (halkı irşad yetkisine) kavuşmuştur. Bilâhare Mustafa Devâtî’nin ilme yönelip ulemâdan birinin yanında mülâzim (asistan, stajyer muallim) olduğu nakledilir. Hangi sebeple ve hangi tarihte medrese hayâtına yöneldiği bilinmemektedir. Ancak gençliğinde bir süre medrese tahsili gördüğü, Kastamonu’dan döndükten, hatta şeyhi vefat ettikten sonra tahsîlini tamamlayıp asistan olduğu düşünülebilir. Osmanlı’da asistanlık yedi sene sürmekteydi. Bunun sonunda imtihan yapılır, kazananlar müderris, kazanamayanlar ise kadı olurlardı. Mustafa Devâtî Efendi de yedi senelik asistanlıktan sonra imtihanı kazanıp Kırklı bir medresede7 müderris olmuştur. Sonra Hicrî 1061 senesinde Neffâtî Mehmed Efendi’nin yerine Molla Kestel Medresesi’nde müderris olup 1061-1062 yılları arasında bir sene bu göreve devam etmiştir. 1062-1067 yılları arasında ise Üsküdar’daki Vâlide Sultan Dâru’l-hadîs’inde Vânî Ali Efendi’nin yerine geçip müderrislik yapmıştır. 1067 senesinde hem bu Dâru’l-hadîsi, hem de tüm medrese hayatını terk edip Üsküdar’daki Şeyh Câmii Tekke’sinde irşâda yönelmiştir. 1061’de Arslan Ağazâde Mustafa Bey tarafından Üsküdar’da inşâ edilen Şeyh Câmii, böylece 1067’den itibâren hem câmi, hem de tekkenin tevhîdhânesi olarak kullanılmaya başlanmış, Şeyh Mustafa Devâtî tarafından da meşruta, mutfak vs. ilave edilmiş olduğu tahmin edilmektedir. Şeyh Câmii Tekkesi’nde 1067-1070 seneleri arasında üç sene irşâd ile meşgûl olan Şeyh Mustafa Devâtî 1070/1659 senesinde vefat etmiş ve tekkenin bahçesindeki türbesine defnedilmiştir. Devâtî’nin bilinen tek eseri Osmanlı Türkçesiyle Muallimlerine 40 akçe maaş verilen medreselerin genel adı Kırklı veya Kırk Akçeli Medrese idi. Bk. Câhit Baltacı, XV-XVI. Asırlarda Osmanlı Medreseleri, İstanbul 1976, s. 38-39. 7

12

Gri Edebiyat

kaleme aldığı Tuhfetü’s-sûfiyyîn isimli eserdir. Bu eserde gördüğü bazı rüyaları ve yaşadığı manevî halleri anlatmıştır. Eserden bazı bölümler aşağıda sunulacaktır:

Bir gün tekkemden çıkıp bahçedeki taş parçalarını gördüm. Tımar eden (bahçeyi temizleyen) dedeye dedim ki: “Niçin şu bahçeyi bir güzel tımar eylemezsin?” O anda Hak tarafından kalbime ilhâm gelip dedi ki: “Ey fülân oğlu fülân! Dışarıdaki (zâhir) bahçeye bakacağına yürü git vücûdunun bahçesini temizle! Bu dünyâ bahçesini güzelleştirip i’mâr edenler Kıyâmet gününde ateş olsa gerektir. Ve her kim ki vücûd bahçesini i’mâr eder, Kıyâmet gününde o benim ve ben onun olurum” diye buyurdular. Bu cevâbı işitince tamâmen dünyâdan yüz çevirdim. Bir gün gördüm ki evimizde bir miktar odun var. Kendi kendime dedim ki: “Daha hayli odun var”. O gece geçip sabah oldu. Sabah namazına başladım. Gönlümden bir ses geldi ki: “Kulum! Bundan sonra yüzünü oduna çevir. Senin ilâhın odur”. Bu azarlayıcı sözü işittikten sonra kalbime bir ateş düşüp tüm dünyâ meşgûliyetlerinden uzak oldum. Ondan sonra istemeden nimet gönderirdi. Bir ara ayağımda ayakkabı kalmadı. Bir cübbem


bile yoktu ki ayağıma ayakkabı alayım. Dervişlerden biri bir gün bir ayakkabı getirdi. Meğer nefsim ondan haz duymuş, giyip namaza durdum. Kıyâma durduğum gibi o ayakkabıyı önüme getirip parça parça ettiler ve dediler ki: “Sâlikin (dervişin) kalbinde Allah’tan gayrisinin olması uygun değildir”. O anda Allah’tan başka her şeyi kalbimden çıkardım, sadece Hak Teâlâ’nın sevgisi kaldı. Bir gün aklıma şöyle bir duygu geldi: “Ey İlâhım! Gücüm yetse de tüm Müslümanların dünyevî ve uhrevî ihtiyaçlarını gidersem”. Hâtiften bir ses gelip: “Ey kulum! Şu anda onların ihtiyaçlarını giderip hepsine ihsân eylemişçesine sana sevap verdim” buyurdular. Yine bir gün Hakk’a yönelmiş otururken kalp kapıma gidip gönül hânemi görmek istedim. İçeri girmek istediğimde kapısında dört kişinin durduğunu gördüm. Bana bakıp dediler ki: “Biz bu kapıda Hz. Peygamber’in (s.a.v.) izniyle duruyoruz.

Anahtar onların ellerindedir. O sultandan anahtarı iste ve gelip aç!” Onlardan bu sözü duyunca gece gündüz kelime-i tevhîde devam eyledim. Bir gün gördüm ki Rasûl-i Kibriyâ Muhammed Mustafa (s.a.v) o kapıda oturmuşlar. O dört kişi yanında duruyor. Bu fakîri görünce dediler ki: “Sultânım! Bu kapıyı açmak isteyen budur”. O Sultân-ı Enbiyâ buyurdular ki: “Ben ona anahtar vereli hayli zaman oldu”. Bu sözü duyunca onlar da anahtarı elime verip teslîm eylediler. Gönül kapısını açtım, içeriye girdim, gördüm ki orada büyük bir câmi var. Pencereleri nurdan. Uzun bir süre bu câmide kaldım. Bu câmiye kim lâyıktır ve kim lâyık değildir tecrübe eyledim. Gördüm ki, lâyık olanlar, şerîat-ı mutahharaya uyup bütün kötülüklerden uzaklaşanlardır. O câmiye giremeyip câmiyi kirletmek isteyenler, dünyâyı seven, gıybet ve iftirâ edenlerdir. Ayrıca evliyâ ve muttakîleri inkâr edip kötüleyenlerdir. Bu tür kötülükler o câmiyi kirletir ve harâb eder.

Üsküdar’dan İz Bırakanlar

13


Röportaj

Hattat Hasan Çelebi: Sanatınızda Sebat Etmelisiniz

Hattat Hasan Çelebi Hattat Hasan Çelebi, 1937 yılında Erzurum/Oltu’da dünyaya gelmiştir. Hasan Hoca II. Dünya Harbi sıralarında doğduğu ve Kur’an-ı Kerim okumanın yasak olduğu bir dönemde yetiştiği için pek çok zorluk ve yokluk görmüştür. Küçük yaşlarda hafızlık yaparken, aynı zamanda camilerdeki hat yazılarını hiçbir bilgisi olmadan taklit ederek kabiliyetini kendince geliştirmeye çalışmıştır. 1964 yılında Hattat Halim Özyazıcı ve Hattat Hamid Aytaç beyefendiler ile tanışması Hasan Çelebi’nin hat sanatı açısından bir dönüm noktası olmuştur. Üsküdar’ın muhtelif camilerinde yıllarca müezzinlik ve imamlık yapmıştır. Ayrıca yurt içi ve yurt dışında başta Mescid-i Nebevî olmak üzere pek çok mühim camiye hat yazısı yazmış ve birçok esere imza atmıştır.

Röportaj: Ümit BİLBAY Hocam, bizlere Hat sanatı ile nasıl tanıştığınızı anlatabilir misiniz? Ayrıca birçok değerli hocadan eğitimler aldınız, bununla alakalı bizi bilgilendirebilir misiniz? Bütün okuyucularımıza başarılar diliyorum. Hat sanatı ile tanışmam 1966’da nasip oldu. Genç yaşlarımda bu hususla ilgili herhangi bir kültür ve malumatım yoktu. İstanbul’a erken yaşta gelme14

Gri Edebiyat

me rağmen bu hususta bir çalışma yapamadım. Kimse de elimden tutmadı, bu da beni korkaklığa sevk etti. Köyümüzde okul olmadığı için ben okula gitmedim. İstanbul’a Kur’an talimi için, tecvidiyle, makamıyla okumak için geldim. O dönemde Anadolu’da böyle eğitimler yoktu. Bu maksatla geldiğim için bunun dışındaki herhangi bir faaliyette önüme düşen olmadı. Burada bu sanatı öğrenmek için mutlaka üniversite, fakülte lazım. Ayrıca cahil


bir adama kimse bir şey öğretmez. Bu mülahazayla hayatımın belli bir dönemi ki esas verimli olacağım dönem, 10 sene bir uyuşukluk içerisinde geçti. “Bir insanın meraklı olduğu zamanda gözünden pire kaçmaz” derler. İnsan bu zamanda gördüğü şeyi zihnine, zekâsına her ân nakşeder. Askerlikten sonra Nasuhi Mehmet Efendi Tekkesi Camii’nde imamlık yaptım. Oranın aslı tekkedir, sonradan camiye tadil edilmiştir. Tabii tekke asıllı olduğu için tekkelerde umumiyetle çok yazı olur. Sufiyenin kelamları, hadisler, dualar vs. O zamanın hattatları, sanatkârları meşayihe karşı muhabbetlerini arz etmek için bu gibi şeyleri yazar, hediye olarak götürürler veya istenilir yazdırılırdı. Orada duvarlar serlevha tablolarla doluydu. Her namaz vaktinde namazdan evvel ve namazdan sonra âdetâ o yazıları tavaf eder, inceler, ezanları düşünürdüm. İçimdeki sevgi, aşk iyice ateşlenir ve beni kim yetiştirir düşüncesi karşıma çıkardı. Ben o yazılara bakarken, bir gün tekkenin mütevellisi Alaaddin Nasuhioğlu, “Evladım sen bu yazılara çok bakıyorsun, sende bir şey var. Seni bir hattata götüreyim de sana yol göstersin. Senden belki bir sanatkâr olur.” demişti. O zaman parkın altında Süleymanpaşa Camii vardı. O caminin karşısında da Necmeddin Hoca oturuyor. İmamlık yaptığım yer ile Necmeddin Hoca’nın evinin arası 100 metreydi ama elimden tutup da götüren olmadı. İşte Uğur Derman o dönemde başladı. Benden evvel birisi bulup onu götürdü ama beni götüren olmadı. 1959’da askerliği bitirdim, orada imam oldum. Bir sene orada vazife yaptım. Tabii bu hasret böyle

giderken ben 1960’ta ailemi alıp gelmek üzere memlekete gittim, nişanlanmıştım. Bu sefer 27 Mayıs 1960’da ihtilal oldu. 27 Mayıs’ta da vakıflara ait olan memurların maaşları kesildi. Bu haberi de alınca bizim artık geri dönme umudumuz kalmadı. Bugün siz İstanbul’da bir ganimetin üstünde oturuyorsunuz bilesiniz. Bugünkü gibi değildi. O gün buraya gelseniz yatacak yer bulamaz, sokakta kalırdınız. Ancak camilerdeki imam ve müezzin efendiler merhamet eder de üşüyüp hasta olmamanız için camide sizi yatsıdan sabah namazına kadar yatırırsa o bir lütuftu. Onun dışında otel yok, cepte para yok. Sirkeci’ye gitsen, ufak evlerden tamir edilmiş 2-3 tane otel var. Meşhur bir otel yok. İşte o senelerde Hilton oteli yapıldı. Ama Hilton oteline herkes gidemezdi. İstanbul’un hâli o zaman öyleydi. Tabii biz geri dönemedik, kaldık orada. Orada, köyde duramazdım. Ben aslen Erzurum/Oltu doğumluyum. Köyümüz Oltu’nun kuzey tarafında, Artvin’in Yusufeli kazasıyla hudut. Orada imamlığa ihtiyaç olmuş. Duydum, oraya gittim. Orada da imamlık için müracaatımda Müftü Efendi dedi ki: “Buradaki müezzini imam tayin ettim. Diyanetten tayin emrini bekliyorum, gelirsen müezzinliğe tayin edeyim.” Tabii vazife vazifedir. Camide imamlık, müezzinlik vazife ne olursa olsun fark etmez. Müracaat ettim. Müezzin olarak tayin edildim. Ama ufak yerlerde insanın çok fazla boş vakti oluyor. Günler uzun oluyor. Büyük şehirler gibi değil. Sabahtan kalkıyorsun akşam olmuyor. Kendine bir meşgale bulmalısın. Gezmek istesen 30-40 tane esnaf var, başka bir şey yok. Tabii bizim bu hevesimiz dürtüyor, bir taraftan da boş duramıyorum. Burada iken elime geçirdiğim Üsküdar’dan İz Bırakanlar

15


gazetelerdeki hadisleri, ayetleri ve eski hattatların yazılarını topladım. Onlara bakarak resim yapar gibi kurşun kalem ile çiziyorum ama nasıl yapıldığını görmedim, bilmiyorum. İçeriğini bir şey ile dolduruyorum. Sonra bir heves geldi. Orada tabela yazan bir çocuk vardı. Cam üstüne dükkân tabelaları yazıyordu. Arkadan yazıyor, üstünü boyuyordu, camın arkasında çıkıyordu. Bunu ben yazıya tatbik edeyim diye oturdum. İki tane yazı yazdım. Onları da bir dükkânın vitrinine koydum. Orada maliyede çalışan bir Ahmet Efendi daha önceden medresede Hüsn-ü Hat dersleri verildiği için o kalemin nasıl kesildiğini, hat yazısının nasıl yazıldığını hiç olmazsa görmüş, tahtaya yazılırken falan biliyor. Camiden çıkınca bana oranın tabiriyle “yeğen” dedi. Yakınlık ifadesi. Benim onunla bir yakınlığım, tanışıklığım yok, orada vazifedeyim fakat tabii beni ailesinden sayması da beni memnun etti. Yeğen dedi sen bir şeyler yazmışsın ama galiba sen bunların nasıl yazıldığını bilmiyorsun. “Bilmiyorum” dedim. “Nasıl yapıyorsun bunları” dedi. “Kalemle böyle çiziyorum.” dedim. “Öyle olmaz, onun kalemi vardır, o kalemle yazılır. Onun için bu kalemle onu denk getiremezsin.” dedi. “Nasıl yapacağım?” dedim. “Öğleden sonra daireye gel, ben sana tarif edeyim.” dedi. Gittim ama tabii sabırsızlıkla saat bir buçuğu bekliyorum ki daire açılsın,

16

Gri Edebiyat

daireye dönmüş olsun. Gittim, bana kurşun kalemin ucunu, ucu uzun şekilde yonttu. Ondan sonra kalemi koydu, yazdı. Bu böyle yazılır, böyledir dedi. Tabii fazla bir şey öğretmesine gerek yok, hemen oradan çıktım. Geldim manavdan bir portakal sandığının bir parça tahtasını istedim, verdi. Aldım gittim, oradaki bakkaldan, işte o zaman herkeste bulunur tabii, karton aldım. Bir tane de kalem mürekkebi aldım. Tabii hiçbir şey bilmiyorum. Ondan sonra geldim, evde onunla kalem yaptım, başladım çalışmaya. Başka kâğıt yok, kartonlar bitiyor. Sonra o kalem mürekkebini batırıyorsun yayılıyor. İstediğin neticeyi alamıyorsun. Onları ben bilemiyorum ki, ancak orada bir iz çıksın. Bir iki derken bize cesaret geldi. Caminin içerisindeki yazıları kartonun üstüne yazdım. Onları götürdüm çivi ile yerlerine çaktım. Bugüne göre bir şeye benzemiyor ama o gün oraya göre benziyor. Cemaat geldi bakıyor bunları kim yazdı, nereden geldi bunlar diye. Tabii onlar da görmemiş etmemiş. Ben onları çakarken Müftü Efendi camideydi. Müftü Efendi oturdu, izledi. Şunu oraya çak, bunu buraya çak diye yerlerini belli etti. Hatta bir de kaza geçirdim. Yukarıya ulaşamıyorum, merdiven yok. Kürsünün üzerine kürsünün merdivenini koyup çıkıyorum. İkinciyi çaktım, üçüncüde merdiveni güzel koyamamışım. Kürsü arkaya doğru gitti ben merdivenin tepesindeyim. Baktım düşüyorum, atladım oradan aşağıya. Elhamdulillah bir yerime bir şey olmadı. Müftü Efendi de telaşlandı. Kalktı, bir şey oldu mu dedi. Yok, dedim bir şey olmadı. Böyle bir kaza geçirdim. Ondan sonra, orada bu takım çalışmalar yaptım ama öyle olmuyor. Elimdeki numunelere bakıyorum, onlara bakıyorum olmuyor bu iş. Tekrar İstanbul’a dönme ihtiyacı duydum ki zaten hiçbir zaman İstanbul’a gelme ümidimi kaybetmedim, ilişkimi de kesmedim. Tekrar İstanbul’a döndüm, burada Sultantepe’de bir camiye imam olarak geldim. Orada Çinili Camii’nin imamından Arapça dersi okuduk, yine başladım devam ediyoruz. O yolun üzerinde de bir taşçı var. Mezar taşları yapıyor. Bir de camii yazıları var. Meğer onlar Ankara Maltepe Camii’nin yazılarıymış. Kapı yazısını filan bunlardan yapıyor, gönderiyor. Merakım mucib oldu, bakıyorum. Bakarken dedi ki hemşehrim mezar taşı mı yaptıracaksın? Allah razı olsun. Onun derdi tabii iş. Yok


dedim. Ben bunlara biraz çalışıyorum da olmuyor. Meraklıyım onun için bakıyorum. Dedi ki bunları yazan hoca buraya geliyor. Bu hafta gelir, ben seni çağırayım da tanıştırayım. Şimdi burada bir bağlantı kurmanız lazım. İmamım, her gün o yazılara bakıyorum. Tahsilli, güngörmüş bir avukat efendi benim o hâllerimi görüyor. Sende bir şey var seni hattata götüreyim demiyor. Benim gibi bir köylü, taşçı, işçi adam taş yontuyor, taştan yazı yazıyor. O benim bu merakımı keşfediyor. Halim Hoca ile tanıştırıyor. Yalnız bunu maddi olarak bu 3 kişi arasında geçen hadise olarak da görmeyeceksin. Bunları hazırlayan Mevlâ. Demek ki vakti gelmemişti. Sabırsızlıkla bekliyorum, iki gün sonra haber geldi, gittim. Hamid Bey ile karşılaştık. Hamid Bey dedi ki ben meşgulüm, pek talebe ile ilgilenemiyorum. Seni talebem Halim’e havale edeyim, ona git dedi. Taşçı da, o yarın gelecek dedi. Ertesi gün beni çağırdılar, gittim, görüştüm. Halim Hoca ile 4 ay çalıştık. Ondan sonra da o bir trafik kazasında vefat etti. Yine ümitsizlik hâlinde ortalıkta kaldım. Nereye gideceğim, ne yapacağım? Çünkü Hamid Bey daha evvelden beni kabul etmedi. Bir daha da kapısına gitme cesaretim yok. Bizim Anadolu terbiyemiz bunu gerektiriyor. Olmadı, olmadı ne yapalım. Bir ahbabım ki o da Ömer Nasuhi Efendi’nin oğlu Avni Bey. Ona uğrardım, giderdim. Yazıhanesi vardı. O çalıştığımı biliyordu. Halim Hoca’nın vefatını da biliyordu. Öyle görünce ne olduğunu sordu. Dedi ki: “Sen Hamid Hoca’ya git, babamın da selamını söyle, kabul eder.” Beni tekrar oraya gönderdiler. Bende ondan cesaret bulup gittim. Halim Hoca’nın yazmış olduğu meşkleri gösterdim. Aldı, oturdu, baktı. Bir 5 dakika düşündü. Hiçbir şey yok. Sonra dedi ki: “Halim’in yolu bizim yolumuzdur. Mademki bu yola girmişsin, gel bakalım, yardımcı olurum.” Öylece başladım. Başladım ama Allah rahmet eylesin Hoca beni pek bu sanatta tutturmak istemiyordu. Duvara sıva tutturamayan usta gibi. Usta çalışmak istemezse sıvayı öyle bir atar ki tutmaz düşer. Bana 2 sene Rabbiyessir yazdırdı. Rabbiyesir’in dersi 6 aydır. İyi talebe 6 ayda geçer. Birazcık zorlanan 1 senede halleder ama bana 2 sene yazdırdı. Sonunda bana izin ver, ben gideceğim dedim. “Hayrola” dedi. Dedim ki: “Herhâlde ben bu işi yapamayacağım, iki senedir

yazıyorum.” Durdu, dedi ki: “Haklısın, sen de usandın yazmaktan.” Ondan sonra bana bir ders yazdı ve başladım. Dersin düsturunu tutturmak için bir hayli sıkıntılarım oldu. Hoca bizim gibi tezgâhtan yetişmediği için, çok kabiliyetli olduğundan, çok güzel karakalemleri vardır. Halletmiş işi fakat talebe yetiştirmek nasıldır talebenin hâlet-i ruhiyesiyle ilgilenmek, onun dersinin geçeceği zamanı bilmek... Talebeler için bu çok mühimdir. Biz şimdi burada talebelerin derslerine yüzde hesabıyla bakıyoruz. %50’yi geçmişse o dersten geçiriyoruz. Çünkü o harfi sonra tekrardan yazacak. Şimdi onu aynı şey üzerinde tekrar döndürürsen bu sefer şevki kırılır, o zaman kimseyi bulamazsın. Yetiştirmenin esası birazcık yardım edeceksin. Hoca bunları tabii hesap etmiyor. Biraz da meşgul. İkincisi de hocanın başına böyle gelenler çok. Geliyor, ders istiyorlar, Hoca meşk yazıyor gidiyorlar. Bakıyorlar zor geliyor, yarım bırakıyorlar. Hoca da bundan meyus oluyor. Bizi de bir gün bırakır, gider sanıyor. Baktı ki bırakmıyorum. Ondan sonra meşk yazdı ama bu sefer ders geçirmede problem var. İki, üç, dört defa yazıyorum, götürüyorum, geç demiyor. Ne yapacağım ben. Aynı şeyi mi yazacağım. Orada da ben kendime göre formül buldum. O şekilde bu günleri atlattık. 1976’da Amerika’dan gelen bir talebe de müracaat etmiş. Onunla ilgilenemeyeceği için bana ilgilen dedi. Ben de yardımcı oldum, onu başlattım. Onu başlattıktan sonra burada da birkaç kişi başladı ve Hat sanatına böyle başlamış olduk, elhamdulillah. Medine-i Münevvere, Mescid-i Kıbleteyn ve Kuba Mescidi gibi bizim için çok değerli olan yerlerde çalışmalarınız oldu. Bu çalışmalarda neler hissettiğinizi bizimle paylaşabilir misiniz? Medine’nin ruhaniyetini anlatmak zor. Harem’in içerisinde bir çalışma vardı. Tamirat için gittim. İş vermediler ama iki buçuk ay orada kaldım. Kuba Mescidi yapılırken teklif geldi, tabii reddedemezdim. Beklediğim şey orda çalışmak, yeter ki verimli olsun, karşındaki insan seni anlayabilsin. Gittik ama bu sefer de tutturdular sülüs yazmayacaksın, kûfî yazacaksın. Kûfî bizde pek geçerli değil, bugüne kadar ben de kûfî yazmış değilim. Oradan birisinin kûfî harflerini buldum. Birisi yapmış, bastırmış. Onlara bakarak başladım ve Kuba Mescidine 1400 metre kûfî yazı yazdım. Bir gün ayağınız düÜsküdar’dan İz Bırakanlar

17


şer de ziyaret ederseniz, oradaki yazılar kûfîdir ve 1400 metredir. Orada 9 ay kadar kaldım ve onlara çalıştım. Tabii orada çalışmanın ruhaniyet tarafını anlatma gücüne sahip değilim. Çünkü o anlatılacak bir şey değil, yaşamak lazım. Orada hissettiğin şeylerin birincisi Harem-i Şerifte beş vakit Rasûlullah’ın (s.a.v) huzuruna gidip namaz kılmak, ikincisi her harfi yazarken yazmış olduğun makamın İslâm’da ilk yapılan mescid olarak düşünürsen neler hissedersin. Kuba Mescidi, İslâm’da yapılan ilk mesciddir, Harem-i Şerif’ten evveldir. Mekke’den hicret esnasında Rasûlullah (s.a.v.) 15 gün istirahat etti. İstirahat sırasında Kuba Mescidi’ni inşa ettiler. Rasûlullah (s.a.v.) eliyle taşı getirip koydu, kıble burasıdır dedi. Cemaatten her biri bir yerden bir taş getirdi. Hayvanlar girip zarar vermesin diye insan beline çıkacak kadar taşlarla bir yer çevirdiler. Sonradan gelenler orayı muhafaza etti tabii. Sonra da bugünkü hâline geldi. Bugün gittiğiniz zaman mescid biraz ileri, biraz da sağa-sola doğru çok büyüdü. Şimdi, onu kaybetmemek için mihrap mahallini anlatmak istiyorum. İnşaatın projesi Mısır’da çizilmiş ama tatbikatçısı Türkler. Mimarlığını, mühendisliğini, işçiliğini, her şeyini Türkler yapıyor. Son şeyh Sami Efendi’nin torunu Mahmud Efendi o zaman kendisi mimar ama orada vazifeliydi. İnşaatın tatbikatını yapan Erdoğan Bey de mimar. Mihrabın mahali kaybolmasın diye uzun uzadıya düşündüler. Sonra mihrabın mahalini kubbede ufak bir delik bırakarak belirttiler. O delikten baktığınız zaman Kuba Mescidi’nde ilk taşın konulduğu yeri görürsünüz. Ayrıca orası Rasûlullah’ın (s.a.v.) mescidde ilk namazı kıldırdığı yerdir. Minberin kapısının sol ayağından üç adım sağa gelir, dört adım da geri gelip yukarıya bakarsanız orada o işareti görürsünüz. Hazine haritası gibi oldu ama en kolay böyle bulunur. Onu muhafaza etmek lâzım. Eskiden mescidin ortasında bir taş vardı. Orada bir ayet nazil olmuştu. Şu anda da o ayet mihrabın üzerinde yazılıdır. Mescid-i Dırâr yapılmış Rasûlullah’ı (s.a.v.) da bu mescidde namaz kıldırmaya zorluyorlar. Hz. Ömer (r.a.) istemiyor, Rasûlullah (s.a.v.) de acaba gitsem mi diye düşünüyor ama bir işaret bekliyor. Mihraptan kalkıp 7-8 adım yürüyor. O esnada Cebrail (a.s.) geliyor ve ayeti okuyor. “Orada asla namaza durma! Daha ilk günden takva 18

Gri Edebiyat

temeli üzerine kurulan mescid, namaz kılman için elbette daha uygundur; burada gerçekten arınmak isteyen adamlar vardır. Allah da temizlenenleri sever.” Tevbe – 108 ayeti nazil oluyor. Bundan sonra oraya gittiğiniz zaman sadece Kuba Mescidi diyerek gezmez, bunları düşünerek ziyaret ederseniz daha çok şey kazanmış olursunuz. Orada bulunduğum zamanda Mescid-i Kıbleteyn genişletilerek yeniden inşa ediliyordu. Oraya da yazı istediler. Hatta Yemen’in hududunda bulunan Necran diye bir yerdeki bir cami için de yazı istediler. Onları da orada bulunduğum zamanda yazdım, bir sene içerisinde teslim ettim ve geldim. Üsküdarlı yıllarımdan da bahsedelim. Zannediyorum ki Üsküdar’ın yerlisi kadar Üsküdar yerlisiyim çünkü Üsküdar’a geleli 63 sene oldu. 63 senelik bir ömür. Bu bakımdan nimetini yediğimiz, istifade ettiğimiz bir yer. İstanbul’a geldiğimde bir sene Fatih’te kaldım, herkes Fatih’te yaşamak ister ama ısınamadım. Ecdad buraya Mekke toprağı der. Mekke toprağının son noktası Üsküdar iskelesidir. Çünkü Hicaz toprağı buraya kadar gelir. Ecdadın ekserisi bu taraflarda iskân etmişlerdir, mezarlarını bu tarafa koymuşlardır. Tabii Eyüp Sultan kabrinin bulunduğu yerde şehit olduğu için onun etrafında defin olunmayı isteyenler için orada büyük bir mezarlık oluşmuştur. Bu bakımdan ben de Üsküdar’ı sevdim, geldim, Üsküdar’da kaldım. O zaman İstanbul’da tanıdığım, bildiğim kimse yoktu. Burada bir hemşehrimiz imamdı, o muavenet etti. Burada kaldık, yerleştik. Eğer edindiğimiz marifet sayılırsa, onu Üsküdar’da edindik. Üsküdar halkıyla haşır neşir olduk. Yani Üsküdar’da bir iki kuşak gitti. Selami Ali Camii’nde 13 sene imamlık yaptım. Şimdi ara sıra gidiyorum, bakıyorum. O günkü cemaatten tek tük kalmış. Hesap edin işte, artık geçiyor gidiyor. Şeyh Camii’nde 11 sene imamlık yaptım. Şeyh Camii’nde o zamanki cemaatten kimse kalmadı. 1956’da iskelede müezzinlik yaptım. Heyhat, orada kimi bulacaksın? İşte biz, ortalıkta geziyoruz. Üsküdar bereketli bir yerdir. Eskiden daha güzeldi, daha ruhaniydi. Burada Azîz Mahmûd Efendi var, onun ruhaniyeti de her şeye yetiyor ama bu yeni gelen sistem, her tarafı olduğu gibi, Üsküdar’ı da yıktı götürdü. Eskiden bir şey bırakmadı. O güzelim bahçeli evler, komşuluklar... Şu anda Milli Eğitim’in getirmiş olduğu


sistemler insanları birbirine yakınlaştırmak yerine iyice uzaklaştırıyor. Yeni çıkan sistem ne getirecek bilmiyorum ama ondan evvelki sistemde bütün çocukları imtihanlarla liselere yazdırdılar. Hiç kimse kendi mahallesinde olan okulda çocuğunu okutmadı. Hep uzak yerlere servislerle gönderdiler. Kartal’a, Topkapı’ya, Sarıyer’e yatılı olarak gönderdiler. Orada, çocuklar mahalleden kopuk olarak okudular. Mahallesinde kimse onu tanımıyor, o da mahallesindeki kimseyi tanımıyor. Kendi mahallesindeki okul kaliteli olsa, herkesin çocuğu o mahallede okusa, mahalledeki çocuklar birbiri ile arkadaş olur, muhabbet ederdi. Cemiyetin ana unsuru olan aile bireylerinin ne kadar sağlam olduğunu o zaman görürüz. Biz çok şey kaybettik. Neslin çoğu uzaklarda. Benim torunum bile şu an Beyoğlu İmam Hatip’te yatılı olarak okuyor. Haftada bir gün gelmesi dışında hep uzakta. Mahalledeki çocuklardan bir tanesi ile irtibatı yok. İki üç tane arkadaşı var, onları soruyorum. Biri Kırklareli’nden, diğeri başka bir yerden. Onun için eski yerleşim yerlerinde olan sistemi arıyoruz. Son olarak öğrencilerime verdiğim tavsiyeleri gençlere de vereyim. Eğer bu sanata sülûk etmek istiyorsanız öncelikle iyi bir hoca ile çalışın. İkinci olarak ‘ben biraz daha adımımı ilerletirim’ diyerek hocanızdan başkasıyla çalışmayın. Sadece hocanızla çalışın. Bir örnektir ki; Mehmed Şevki Efendi dayısı ile çalışıyor. Dayısı bir yere kadar ders verdikten sonra diyor ki; “Evladım, benim sana

öğreteceğim bu kadar. Ben bundan çoğunu sana öğretemiyorum. Sen daha iyi bir hattattan ders almalısın.” Şevki Efendi ise “Hayır, sen hayattayken ben bir başka hocanın önüne gidip oturmam.” Diyor. Hürmeten bunu söylüyor ve bu yüzden bugün Hattat Mehmed Şevki Efendi oluyor. Eğer iyi bir hoca istiyorsanız dolaşmayın, evvela bir tetkik edin. İyisi neredeyse onunla başlayın ve devam edin, bırakmayın. Güzel bir tabir vardır: “Mânend-i şecer nâbit olur sabit olanlar.” Yerinde sabit olanlar ağaç misali büyür. Ağacı bir yere dikip, devamlı orada sularsan ağaç büyür ama yerini beğenmedim diyerek sürekli değiştirirsen, o ağaç tutmaz. Herhangi bir işin erbabı isen o alanda sebat edeceksin. Onun için siz de hocanızın ihlasına güvenin. Hocanıza ihlasla bağlanın, onun duasını alın. Tabii ki bu sözlerim sadece hat talebeleri için değil, bütün ilim tahsili yapan talebeler için geçerlidir. Allah râzı olsun, hocam. Teşekkür ederiz. Allah sizden de râzı olsun. Röportajın videosunu izlemek için karekodu okutabilirsiniz: Ayrıca Youtube kanalımızdan da röportaj videosuna ulaşabilirsiniz: http://bit.ly/HasanCelebi

Üsküdar’dan İz Bırakanlar

19


Makale

Kur’ân’a Giriş Olarak Mehmed Âkif “Üzerine ölü toprağı serpilmiş insanları dininden aldığı ilhamla “‘İş bitti… Sebâtın sonu yoktur!’ deme, yılma. / Ey millet-i merhûme, sakın ye’se kapılma.” diye silkeleyen ümidin adıdır Âkif.”

1873’te Fatih’te dünya hayat aralığına girip 1936’da Beyoğlu’nda ayrılan 63 yıllık uzun bir hayat. ‘Uzunluğu hayatın rakamla ölçülen kısmından kaynaklı değil, öyle olsaydı ömür demek gerekirdi. Uzun bir hayat olması o yıllar boyunca yaşanılan ve yaşadığı şeylerden. Diğer bir söyleyişle niceliksel değil niteliksel olarak uzun bir hayat. Nasıl olmasın ki! Bu dönem aralığında yaşananları gözünüzün önüne getirin. Osmanlı Devleti’nin askerî, malî, idarî, fikrî buhranlar içerisinde olduğu zor dönemleri; Balkanlarda başlayan milliyetçi ayaklanmalar, Meşrutiyet’in ilanı, Osmanlı-Rus savaşı, II. Meşrutiyet’in ilanı, 31 Mart vak’ası, Balkan savaşları, I. Dünya Savaşı, Hicaz ve Mekke’nin kaybı, 1. Meclisin açılması, Anadolu’da başlayan mücadele, Cumhuriyetin kurulması, saltanatın ve sonra hilafetin kaldırılması, tekke ve zaviyelerin kapatılması, alfabe, giyim-kuşam, takvim gibi art arda ve çoğu din ve dindarların aleyhine yapılan inkılâplar… Bunlar Âkif’in yaşadığı dönemde olup biten hadiselerin sadece bir kısmı. Bunlarla beraber on binlerce insanın hayatını kaybetmesi, aynı anda birçok cephede verilen savaş, milyonlarca insanın göç etmek zorunda kalması, fakirlik ve yokluk, zihinlerdeki coğrafya algısını alt üst eden toprak kayıpları ve işgaller, aydın kesimde dinden uzaklaşılmasını talep eden birçok akım, sosyal hayatta ahlâkî tefessüh ve daha niceleri hep bu dönemde yaşandı. İçerisinde yaşadığı topluma tamamıyla yabancılaşmayan kişiler için bile bel bükecek 20

Gri Edebiyat

Ali Haydar BEŞER @alihbeser

hadiseler. Hele bir de rikkatli bir kalbe, duyarlı bir zihne ve en önemlisi dinî bir gayrete sahip Âkif gibi biri olunca yaşanan bunca buhranın onun iç dünyasında nasıl fırtınalara sebep olduğunu kestirmek zor değildir. Fatih’te doğup, babasından ve Fatih Camii’nde hocalardan ders alıp, Arapça ve Farsça öğrenip (buna daha sonra Fransızcayı da ekleyecektir), edebî kabiliyetinin farkında olmasına rağmen babasının vefatı, evlerinin yanması gibi hadiselerin aile hayatını zorlaştırması sebebiyle yeni açılan ziraat ve baytar mektebine gidip, oradan birincilikle mezun olup bir memuriyet aldıktan sonra ömür boyu rahat bir hayat imkânı elde etmişken bahsettiğimiz hadiselere bigâne kalamayarak her türlü imkân ve kabiliyetini bütün bir ömrü boyunca seferber ettiren gayretin adıdır Âkif. İnsanın bütün hayat ışığını söndürebilecek bunca hadise yaşanırken, İslâm’ın yurdu olarak değerli gördüğü toprakları muhafaza için, Anadolu’da şehir şehir gezip camilerde vaaz veren, Berlin’den Necid çöllerine kadar gidip “Âtiyi karanlık görerek azmi bırakmak…/Alçak bir ölüm varsa, eminim, budur ancak.” diyerek yılmadan meselenin ehemmiyetini anlatan, üzerine ölü toprağı serpilmiş insanları dininden aldığı ilhamla “‘İş bitti… Sebâtın sonu yoktur!’ deme, yılma./Ey millet-i merhûme, sakın ye’se kapılma.” diye silkeleyen ümidin adıdır Âkif.


Gezdiği coğrafyalarda, gördüğü insanlardaki ataleti, vurdumduymazlığı, hamiyetsizliği, kahve köşelerinde geçirilen boş zamanları, zevk ve sefaya düşkünlüğü, genel olarak İslâm’dan uzaklaşmayı görerek “Müslümanlık nerde! Bizden geçmiş insanlık bile…/Âlem aldatmaksa maksad, aldanan yok nâfile!/Kaç hakikî Müslüman gördümse, hep makberdedir;/Müslümanlık, bilmem ama, galiba göklerdedir!” diye yakınıp “Vefâ yok, ahde hürmet hiç, emânet lâfz-ı bî-medlûl;/Yalan râic, hıyânet mültezem her yerde, hak meçhûl./Yürekler merhametsiz, duygular süflî, emeller hâr;/Nazarlardan taşan manâ ibâdullâhı istihkâr./Beyinler ürperir, yâ Rab, ne korkunç inkılâb olmuş:/Ne din kalmış, ne îman, din harâp, îman türâb olmuş!” diyerek inleyen, sürekli faal ve cihad içerisinde olmasına rağmen, sosyal hayattaki ahlâkî tefessühü de en temel meselelerinden biri haline getiren ve “Ya hamiyyetsiz olaydım, ya param olsa idi!” diyen hüznün adıdır Âkif.

saatte Vaniköy’deki arkadaşının evinde buluşmayı kararlaştırıp, yağmur, sel ve fırtına olduğu için onun gelemeyeceğini düşünerek evinden ayrılan arkadaşına gitmek için Beylerbeyi’ndeki evinden çıkarak güç bela ve sırılsıklam halde arkadaşının evine ulaşıp evde olmadığını gördüğünde bütün ısrarlara rağmen orada beklemeyip selam söyleyerek geri dönen ve ertesi gün arkadaşının özrüne ‘bir söz ya ölüm ya da ona yakın bir felaketle yerine getirilmezse mazur görülebilir’ diye karşılık veren ve altı ay o arkadaşıyla dargın kalan yüksek ahlâkın adıdır Âkif. Ama en önemlisi Allah’a olan güvenini, Âsım’ın nesline olan itimadını her dâim koruyan, emanet bilincine sahip olan, güvenen ve güvenilir olan, salih amelle desteklenmediğinde içi boş olduğunun idrakinde bir imanın adıdır Âkif. Mehmed Âkif için birçok tanımlama ve sıfat kullanılmıştır. “İslâm şâiri”, “Kur’ân şâiri”, “istiklâl şâiri”, “vatan şâiri”, “karakter heykeli”, “millî şâir”, “Çanakkale şâiri” bunlardan bazılarıdır. Bunların hepsi doğrudur belki ama Âkif bunların hepsinden fazlasıdır. Belki en doğrusu Âkif’i bir isim olmanın yanında bir sıfat olarak da kullanmaktır. Âkif Âkif’tir. Hakkında birçok kitap yazılmıştır.1 Bunların bir kısmı biyografik, bir kısmı edebî, bir kısmı ise akademik metinlerdir. Türkiye’de hakkında bu kadar yazı yazılan, şiir kitabı (Safahat) bu kadar çok satılan başka bir şâir bulmak mümkün değildir. Diğer taraftan kendisi bu sıfatı kullanmamış olsa da İslâmcı kimdir denildiğinde, her kesimden insanın hiç tereddüt etmeden ilk aklına gelecek isim Mehmed Âkif’tir. Türkiye’de İslâmcılık düşüncesi ve İslâmcıların hemen tamamı Âkif’in paltosu altından çıkmıştır dense yeridir. Âkif’in İslâmcılığının en belirgin özelliklerin biri sürekli olarak izzet arayışında ve ıslah peşinde olmasıdır. Bunun için her durumda hak bildiği noktada sağlam bir şekilde durmuş, doğru olanı söylemekten ve yapmaktan hiç geri durmamıştır. Batı’nın askerî, siyasî, fikrî tasallutuna karşı, doğru gördüğü yerde hiç eziklik duymadan ve özgü-

İş arkadaşıyla ikisinden hangisi daha önce ölürse diğerinin çocuklarını bakma sözleşmesi yapıp, arkadaşının genç yaşta ölmesiyle sözüne sâdık kalarak varlıklı olmamasına rağmen kendi çocuklarına onun çocuklarını da ekleyen; belirli bir

Bu kitapların yazarları arasında Eşref Edip, Süleyman Nazif, M. Emin Erişirgil, Hasan Basri Çantay, Sezai Karakoç, Nurettin Topçu, Ahmet Kabaklı, Orhan Okay, M. Ertuğrul Düzdağ, Dücane Cündioğlu, D. Mehmet Doğan gibi onlarca değerli isim vardır. Fakat Mithat Cemal Kuntay’ın kitabını, en yakınındaki bir isim olması, karakterini çok iyi çizgilerle aksettirmiş olması ve zevk verici edebî bir dille anlatmış olması dolaysıyla ayrı bir yere koymak gerekir. 1

Üsküdar’dan İz Bırakanlar

21


venle yine ondan istifade ederek İslâm’ın izzetini muhafaza etmeye çabalamış, diğer taraftan Müslümanlarda ve idarecilerde gördüğü yanlışları hep ıslah amacıyla çalışmıştır. İttihat ve Terakki Cemiyeti’ne kaydolurken oraya giren herkesin kabul ettiği “Bilâ kayd ü şart cemiyetin emirlerine itaat” istendiğinde “Ben cemiyetin yalnız emr-i marufuna biat ederim. Mutlak surette söz veremem, yemin edemem.” diyerek Abdülhamid’e hangi saiklerle muhalefet ediyorsa aynı sahabe ahlâkıyla hareket ederek bu cemiyete girmiş ve daha sonra doğru bulmadığı politikaları dolayısıyla ilişkisini kesmiştir. Bu ve benzeri eylemleri ve fikrî teklifleri daha sonraları eleştiriye tâbi tutulmuştur, fakat hiç kimse hatasız değildir. Nihayetinde tabiri caizse cevapları çok değerli olsa da asıl dikkate alınması gereken şey sorduğu sorulardır. Bu sorular kıymetli, asil ve günümüzün de sorularıdır. Ayrıca yaşadığı dönemi, şartlarını, zorunlulukları ve aciliyeti hesaba katarak insafla hareket edilmelidir. O, Abdülhamid’e muhalifken de, İttihatçıları eleştirirken de, Kemalist politikaları eleştiri düzleminde bile değerlendirmeyerek Mısır’da sükût ederken de İslâm’dan aldığı ilhamla ve İslâm’ın izzetini muhafaza için hareket etmiştir. Başlıkta kullandığım ifade fazla iddialı gelebilir. Ama bu ifadeyi sadece Âkif’in şahsiyeti, ahlâkı gibi Kur’ânî yaşayış özelliklerinden veya Safahat’ında tefsir mahiyetindeki birçok şiirinden veyahut bir Kur’ân meali2 hazırlamış olmasından dolayı teklif 2

22

Kur’ân mealinin yazılış serencamını, akıbetini ve hakkındaki tarGri Edebiyat

etmiyorum. Aynı zamanda ve daha çok Kur’ân’a götürücü bir yol olmasından dolayı öneriyorum. İslâm coğrafyasının ve şu andaki mevcut ülkelerde yaşayan bütün Müslümanların ortak ve mukaddes kitabı Kur’ân-ı Kerîm’dir ve ana yolu (otobanı) temsil eder. Her Müslüman bu ana yola belli ara yollardan bağlanmak durumundadır. Türkiye’deki bir Müslüman için Âkif ve Safahat bu ara yollardan biri ve belki en önemlisidir. Kur’ân yoluna girmek isteyen ve dili Türkçe olan birinin kütüphanesinde bir Âkif kitaplığı ama ille de Safahat3 olmak zorundadır. Bir dönemler Safahat hâfızları varmış. Şu anda var mıdır bilmiyorum, olmak zorunda da değildir ve fakat okunmak zorundadır. Hasan Basri Çantay Âkifnâme’de “Âkif, kanaatimce, yazılamazdı. Hele onu ben hiç yazamazdım; hem aczim mani idi, hem ona olan aşırı muhabbetim.” diyerek, arkadaşlarının bitmek bilmeyen ısrarı üzerine yazdığını söyleyerek eserine başlıyor. Benim ise ne Âkif’e olan muhabbetim ne de aczimi idrakim üstada yetişebilir ve belki de bana bu yazıyı yazdıran tam da bu cehaletimdir. tışmaları ayrıntılı bir şekilde görmek için Dücane Cündioğlu’nun Bir Kur’an Şairi isimli değerli çalışmasına bakılabilir. Ayrıca mealin Tevbe Sûresi’nin sonuna kadar olan kısmını, istinsah edilmiş hâliyle bir şekilde kendilerine intikal eden Recep Şentürk ve A. Cüneyt Köksal’ın hazırlayarak yayımladığını da belirtmek gerekir. 3 Bugün elimizde dizgisiyle, imlâsıyla, tahkiki ve açıklamalarıyla, aruza ve aslına bağlılığıyla mükemmel bir şekilde basılmış – Âkif’in Safahat’ına almadığı ve çeşitli yerlerde yayımlanan şiirleri de dâhil olduğu hâlde- Safahat varsa, bunu M. Ertuğrul Düzdağ’ın ince, titiz ve dakik çalışmalarına borçluyuz. Bunun için kendisine müteşekkiriz, hürmet eder ellerinden öperiz.


Röportaj

Âmir Ateş: Bestenin Gönülden Duyulması Lâzım

Röportaj: Abdullah Ünal Çocukluktan gençliğe ilk adımlarınızı attığınız bir dönemde İstanbul’a geldiğinizi biliyoruz. Aslında gençlik yıllarınız İstanbul’da şekillendi diyebilir miyiz? Bu süreçte bir adaptasyon sorunu yaşadınız mı ya da o günlerde kendinizde yadırgayıp bugünlerde kendi özünüzde gördüğünüz bir hâl var mı? Hiç yadırgamadım. Zira sanki buralarda doğmuş, buralarda büyümüş, buralarda hayatı tanımaya, anlamaya çalışmış biri gibiyim ve öyle de oldu. İlk öğrenciliğim Nuruosmaniye Kur’an Kursu’nda, Vefa İmam Hatip Okulu’nda başlamıştır. Oradan sonra Kadıköy’e, Anadolu yakasına geçtim. Anadolu yakasına geçtikten sonra sanki misafir olduğum bir evden kendi evime geçmiş gibi oldum. O yılları anlatmak istiyorum; çok sakin, fevkalâde bir gönül huzuruyla geçmiştir. Hatta şu anda sadece bir kısmını hatırlayabildiğim şöyle bir şiirim vardı: Çocukluğum, gençliğim, ömrüm hep burada geçti Fenerbahçe, Kalamış, Kuşdili Çayırı’nda dolaşırdık her akşam Kadıköy benim için Üsküdar’a bir zemin oldu. İskele Camii’nin, arkasındaki yamaçta, şimdi Üsküdar

Din Görevlilerinin kullandığı binada çocukluğum geçti, mûsikî talebeliğime orada başladım. 10-12 yıl orada kaldıktan sonra, aslen 1918’de kurulan, bu sene de 100. yılını kutladığımız Üsküdar Mûsikî Cemiyeti’nde kendimi bulmaya çalıştım. Buldum da diyemem daha kendimi bulamadım. İnsanın hamlıktan, olgunluğa doğru gittiğini göz önünde bulundurursak; evvelâ öğrenciliğim, sonra bazı görevlerin bana tevdî edilişi, daha sonra hocalık vasfı, şu anda da naçizane başkanı bulunduğum Üsküdar Mûsikî Cemiyeti, benim için hayatımın bir yarısı olmuştur. Diğer yönümü de mevlidhânlık ve hafızlık teşkil etmektedir. O yıllarda İstanbul’da ve Türkiye’nin her bir yöresinde sık sık mevlid programları olurdu. Bir mevlidhânlar grubu vardı ki, zamanın gelmiş geçmiş en güzel sesleriydi. Hafız Burhan’dan, Hafız Kemal’den sonra rastladığım ve tanımakla da çok müteşekkir bulunduğum Hafız Mecid Sesigür, Hafız Esat Gerede, Hafız Hasan Akkuş, Hafız Üsküdarlı Ali Efendi, Hafız Abdurrahman Gürses hocalar ve birlikte mesai yaptığım Hafız Halil İbrahim Çanakkaleli, Hafız Fevzi Mısır, Hafız Aziz Bahriyeli, Hafız Yusuf Gebzeli, Hafız İsmail Biçer… Gerek şahsiyetleri itibariyle gerek okuyuşları itibariyle, bugün hâlâ yerleri dolÜsküdar’dan İz Bırakanlar

23


durulamayan değerlerdi. Biliyorsunuz belki Yusuf Gebzeli ve İsmail Biçer ile birlikte kaza yaptık, o kazada ikisini kaybettik. Fevzi Mısır ve ben sağ kaldık, onlar mesleğin yüz akıydılar. Bundan birkaç sene evvel Halil İbrahim Çanakkaleli’yi, ondan sonra Aziz Bahriyeli’yi, Fevzi Mısır’ı da kaybettik. Şu anda yapayalnız kaldım dersem herhalde yanlış olmaz, kimse kalmadı eskilerden. O bakımdan bu meslek, az bulunur. Mesela, teşbihte hata olmaz, bir bakan veya bir milletvekili Üsküdar meydanında yürürken nasıl dikkat çekiyor ise, bir Fevzi Mısır, bir Aziz Bahriyeli, bir Çanakkaleli geçerken de bunun fevkinde dikkat çekerlerdi. Çok sevilen, sayılan isimlerdi. Radyolarda, televizyonlarda onların okuyuşları hâlâ sevenlerin kulağında, gönlünde aklında, devam etmektedir. Küçük yaşlarda ezan ve Kur’an-ı Kerim okumaya başlamışsınız. O zamanlarda bu sizin için büyüklerinizden gördüğünüz bir alışkanlık mıydı yoksa içinizden gelen, sizi âdetâ mıknatıs gibi çeken bir durum mu vardı? Tabii ki etraftan gördüklerimiz bize bir şeyler katıyordu. Ancak yapılan bir güzelliğin daha güzel bir şekle getirilmesi icap ederse, tabiri caizse ona hemen kancayı takardım. Bu biraz daha güzel olmalı, biraz daha farklı olmalı derdim. Yıllar önceydi, o zamanlar televizyonlar programlara yeni başlamıştı, Ankara Kocatepe Camii’nin yeni açıldığı zamanlardı. Âmir Ateş İlâhi Korosu ile bir kandil mevlidi yapıldı. Mevlid biter bitmez bana bir telefon geldi, yayın arabasından arandım. O zaman cep telefonu yoktu, Diyanet İşleri Başkanı Sayın Tayyar Altıkulaç arıyordu. “Âmir’ciğim, hayırlı kandiller, hayırlı akşamlar, tebrik ve teşekkür ediyorum, güzel bir mevlid yayını oldu. Benim senden

24

Gri Edebiyat

bir ricam var. Diyanet sitesinde bir ezan-kamet kursuna başlayalım. Bunun senin de yapına uygun buldum.” dedi. Bir hafta on gün sonra, Kocatepe’deki Diyanet Merkezi’ne Ankara’nın en güzel sesli imamlarını, müezzinlerini toplayarak onlarla bir hafta meşkte bulunduk. Fakat başkanımızdan bunun en az bir hafta daha uzatılması hususunda ricada bulunacaklarını söylediler. Bir hafta daha uzatıldı, o da yetmedi. Biraz daha uzatılmasını istediler. “Lakin ben İstanbul Belediyesi’nde görevliyim, memurum. Binaenaleyh benim biraz daha burada kalabilmem için, özel bir görev çıkartılması icap eder.” dedim. Sonra Tayyar Bey sağ olsun dedi ki: “Bir özgeçmişini yaz, eğer sence bir mahsuru yoksa senin görevi buraya aktaralım.” dedi. Arkadaşlarımla istişare ettim. Uzman bir kadroyla seni alırlarsa amenna, yoksa seni Türkiye’nin dört bir yöresine görevlendirir dururlar, sonra pişman olursun diye vazgeçirdiler. Ben de özür diledim. Ondan sonra İstanbul’daki programlarımız başladı. O yıllarda televizyonda her perşembe günü bizim koroyla programımız vardı. Ankara’ya gider; bazen canlı yayın yapar, bazen de birkaç program doldururduk. Sonra İstanbul’da da başladı; bilâhare Haseki Eğitim Merkezi’nde, ezan-kamet ve mevlid dersleri başladı. Bu birkaç dönem devam etti. Daha sonra yeni yetişen, bizim kendilerine sertifika verdiğimiz arkadaşlar, Türkiye’nin dört bir yöresine görevlendirildi. Onlar bu işe atıldıktan sonra, biraz rahatladık. Birçok önemli hocanın tedrisatından geçmişsiniz. Bazen “Burada olmasaydım, başka bir işle meşgul olsaydım nasıl olurdu?” diye düşündüğünüz oluyor mu? Benim akademik bir kariyerim olmadı. Daha ziyade dini alanda naçizane biraz talim, tecvid, meharic-i huruf ve aşere-takrîb gibi eğitimler aldım. Zaten eğer mûsikî ile uğraşmasaydım diyeceğim ama hafızlık, mevlidhânlık mûsikînin ta kendisidir. Yine mûsikîyle ilgilenecek, meşgul olacaktım. Ancak belki bugünkü gibi yarı akademik mûsikî kariyerim olmaz, daha alaylı tarzda olurdu. Fakat elhamdulillah bugünkü konumum itibariyle söylemem gerekirse hemen hemen üç-beş kişi kaldık. Bestekâr olarak ve onların arasında da en çok sanat mûsikîsinin bestekârlığını göz önünde bulundurursak, benden çok bestesi olan bestekâr yok.


Büyüğümüz, benim de çok saygı duyduğum, Prof. Dr. Alâeddin Yavaşca, Erol Sayan, Hafız Sadettin Kaynak, Yesâri Asım Arsoy, Emin Ongan, Yıldırım Gürses, Selâhattin Pınarlar, Avni Anıl, Arif Sami Toker, benim de yakinen tanıdığım bu isimler hâlâ unutulmayan en güzel eserleri bestelemiş bestekârlardır. Şu anda mevlidhânlık alanında yalnız kaldım, bestekârlık alanında da hemen hemen yalnız kaldım dersem herhalde yanlış ifade etmiş olmam. Buna üzülüyorum, yani yalnız kaldık, bu işte bir tek biz varız diye sevinmek şurada dursun, çok üzülüyorum. Bu meslek böyle olmamalıydı, gerek mevlidhânlık, gerek bestekârlık, mûsikîmiz dünyanın en güzel değeriydi. Bir Türk sanat mûsikîsi, Türk halk müziği, hatta ona şimdi tasavvuf müziğimizi de eklersek, bunlar böyle olmamalıydı. Eğer şu anda Sadettin Kaynak, Cevdet Çağla, Şükrü Tunar, Emin Ongan şu anda eğer sağ olsalardı ülkemizin durumu böyle olmazdı, daha başka olurdu. Böyle karamsar bir hava içindeyim şu anda, ümitsizlik yasak biliyorsun. Ayet-i kerimede asla Rabb’inizin rahmetinden, merhametinden ümit kesmeyiniz diyor. Ümitsizlik bir de günahtır, bu nedenle buna ben ümitsizlikten ziyade karamsarlık diye adlandırırsam, herhalde biraz da doğru söylemiş olurum. İnşallah gelecekte çok iyi bestekârlar, çok iyi mûsikîşinaslar, çok iyi mevlidhânlar yetişsin ama her zaman gelen gideni aratıyor, bu da bir gerçek. Sözleri Reha Güzey’e ait olan “Gönlüm Özler Kaybolan Mânâlı Mahzûn Çehreni” adlı besteniz sizin için özel bir anlam ifade ediyor mu? Ayrıca bine yakın besteniz var. Ayrıca bu besteleri yaparken çevre şartları sizi etkiledi mi yoksa ilham içinizden birden bire mi geliyor? Hemen arz edeyim, bir defa bine yakın değil, toplamda iki bine yakın eserimiz var. Şarkının hikâyesine gelince mevzu bahis olan bu şarkı, Gönlüm Özler Kaybolan Mânâlı Mahzûn Çehreni şarkısı. Kadıköy’den dolmuşa bindim, Üsküdar Mûsikî Cemiyeti’ne derse geliyorum, o yıllarda öğrenciydim. O zaman henüz televizyonlar tam bir gündemde olmadığı için radyolarda akşamüzeri reklam programları vardı. Mesela bant reklam Zeki Müren derdi, Yapı Kredi Bankası Münir Nurettin Selçuk derdi.

Tam Selimiye civarındayken Münir Bey, çok güzel, romantik bir eserini bitirdi. Tam o duvar dibinden bu tarafa gelirken, ikinci eserine başladı: “Yellendi yeeel / Tenlendi tenn”. İçimden olmadı be hoca dedim. Biraz önceki o romantik müzikten sonra, böyle klasik bir beste pek gitmedi. Önce bu olsaydı, sonra öteki olsaydı olurdu. Münir Bey’e cevap verircesine gayriihtiyari şu sözler dilimden dökülüverdi: Geçti ömrüm gelmez oldun, Bekledim hep yollarını, Geçti ‘yellelli yelelle’ çağları Geldi aldık aşikâre busileşmek anları diyerek bu dörtlüğü oralarda yazdım, bitirdim. Üsküdar Meydanı’na dolmuştan indikten sonra da, hemen besteyi, güftenin arkasından yapıverdim. Hatta caminin duvarının dibine çömeldim. Nota harflerinin başlarını melodiyi unutmayayım diye hemen işaretledim. Cemiyete çıktım, notayı yazdım. Rahmetli hocam Emin Ongan da radyo evinden, programdan gelecekti. Masasına notayı koydum, zaten her derse gelişimde ‘bakalım Âmir bir şey yaptı mı, bir şey getirdi mi’ diye masasına bakardı. Ve notanın altına bir not düştüm: “Değerli üstat Münir Nurettin Selçuk Beyefendiye ithaftır.” Okudu, hoşuna gitti, aferin dedi. Alttaki notu görünce suratıma fırlattı, ‘olmaz böyle saygısızlık’ dedi. Münir Beye böyle söylenir mi? Tabii biraz önceki neşenin, sevincin yerini bu sefer hüzün aldı. Yanımızdaki ‘Gönlüm Özler Kaybolan Mânâlı Mahzûn Çehreni’ sözlerinin yazarı olan arkadaşımız oradaydı. Hocanın o hareketine biraz alındı. Hemen notayı aldı, cebine koydu. Ertesi hafta derse geldiğimizde o arkadaşımız sözleri yazmış, getirmiş:

Üsküdar’dan İz Bırakanlar

25


Gönlüm özler kaybolan mânâlı mahzun çehreni, Ruhum ağlar ürperir hep kıskanır. Gül yüzün her aklımda yâd ederken ben seni, Güller açmış âlem olmuş neşeden mest. Melodiye öyle bir oturdu ki… Zira aruz vezninde aynı kalıp olunca oturur, hece vezninde olsa, oturmaz. Notayı temize çektim, iki yeni şarkı daha yapmıştım onlarla birlikte tekrar hocama verdim. Hocam da o zaman Nurettin Selçuk, Cevdet Çağlar, Emin Ongan gibi birçok üstatla TRT’deydi. Bir sonraki ders hocam geldi, ‘oğlum aramıza hoş geldin’ dedi. O gün koltuklarım kabardı. ‘O koca hocalar, üstatlar beni tebrik ettiler. Böyle bir talebe yetiştirmişsin diyerek beni taltif ettiler’ dedi. İşte o zaman bu şarkım, o hafta başladı radyolara okunmaya. Hatta dinleyici isteklerine falan girdi. Öyle pazar sabahları insanlar aşağıdaki radyolarımızı dinlerdi. Televizyonlar daha yok, olsa da hafta sonları akşam saatleri oluyordu. Ondan sonra elhamdülillah birimiz iki oldu, ikimiz üç oldu, üçümüz beş oldu, beşimiz on oldu. Şimdi radyolarda çalan üçdört yüz tane eserimiz var, fazla vermedim. Cemiyette olduğumuz yılları hatırlıyorum, sizler gibi bir heyet geldi, dediler ki: “Mehter marşlarının haricinde, Türkiye’yi öven, Türkiye’yi metheden, şarkı var mı?” Bir iki tane bulduk ama ondan sonra tatmin olmadılar. Bu benim içime dert oldu. Şu anda onlarca, yüzlerce şair arkadaş var. Onlara diyorum ki; “Ben, sevgili kardeşim, artık yandım, bittim, öldüm. Yeşil gözlerine, güzel sözlerine falan artık bunlardan gına geldi. Şairlere de, bestekârlara da, dinleyenlere de gına geldi. Artık vatana, millete, bir kuşa, ağaca, doğaya, denize yazın. İllâ affedersin, şehvete, bir şeylere düşkünlük mü sergilemeli? Bir Kızıl Goncaya Benzer Dudağın başka bir anlamda, başka bir manada yazılmıştır. Sadettin Kaynak hocanın “Muhabbet bağına girdim bu gece, açılmış gülleri derdim bu gece” bestesi ilticada bulunuyor. O zamanlar ehli tarik meclislerine gitmek yasaktı. Gittim bir yere, götürdüler beni. Bir baktım ışıklar söndü ve bir plak kondu, herkes sessiz. Ömrümce o saf aşkını kalbimde yaşatsam Kirletmem onu kendimi hicrana da atsam “Allah” diye fırlayanlar oldu. Sonradan en fazla ağlayanlardan, sıçrayanlardan biri ben oldum orada, 26

Gri Edebiyat

kaybettim kendimi. O zamanlar daha şarkıların anlamını fazla bilmiyorduk ama öyle şarkılar vardır ki, bir ömre bedel. Zira öyle diyor: Bir ömre bedel bir gecemiz var, hatıramızda. Bin yıl sürecek saltanatı aşkın, aramızda. Hiç solmayacak gül ve güneşler fatıramızda. Bin yıl sürecek saltanatı aşkın, aramızda. Ayrıca şöyle bir şarkı var: Ezelden âşinânım ben Ezelden hem-zebânımsın Beraber ahde bağlandık Ne olsa yâr-i cânımsın. Ne olsam katrenim senin Kalbimde çarpar hâlâ esrarın Gel ey canân, gel ey can Kalmasın ferdaya didârın

“En son bestelediğim ve bu tarz bestelere bu şarkıdan sonra hız vereceğimi kendime söz verdiğim bestem şu şekilde: Başımın tacısın, sevdadan yana, Bu canım fedadır senin uğruna. Sen yoksan yaşamak haramdır bana, Türkiye’m Türkiye’m canım Türkiye’m. Kimseler alamaz seni elimden, Kimseler silemez seni gönlümden. Adın hiçbir zaman düşmez dilimden, Türkiye’m Türkiye’m canım Türkiye’m. Şehadet huyumdur şehitlik soyum, Aldığım havamsın, içtiğim suyum. Neslimi sorarsan işte ben buyum, Türkiye’m Türkiye’m canım Türkiye’m.”

Son kısımda Kur’an-ı Kerim’e ithaf var. Bundan daha büyük, bundan daha veciz bir ifade olabilir mi? Biz şarkıları şu veya bu için yapan, okuyan, dinleyen kişilerden değiliz. Şahsen ben şarkıları bir sanat içinde Allah’a yaklaşılan, içindeki kirleri silen, günahtan temizleyen bir kavram olarak görüyorum. Mûsikî tarihi insanlık tarihinden öncedir. Bunu birkaç defa televizyonlarda falan söyledim


ve mûsikî tarihi nedir diye sordular. Dedim ki; “Kitaplarda yazan mûsikî tarihini mi yoksa gerçek mûsikî tarihini mi istiyorsunuz?” Gerçeği istiyoruz dediler. “Mûsikî ruhun gıdasıdır derler değil mi? Neden mûsikî ruhun gıdasıdır? Söyle bakalım nesin sen? Hristiyan mısın, Mecusi misin, Putperest misin, Müslüman mısın? Elhamdülillah Müslümanım dedi. Ne zamandan beri Müslümansın? Kâlu Belâ’dan beri. Kâlu Belâ, “Elestü birabbiküm?” hitabının cevabıdır. İşte, Cenâb-ı Hakk ruhları yarattı ve ruhlara, biliyorsunuz, “Ey ruhlar, Elestü birabbiküm? (Ben sizin Rabbiniz değil miyim?)” diye sordu. Ruhlar “Belâ” dediler. İşte “Elestü birabbiküm?” hitabı, öyle bir hitaptır ki ruhlar o mübarek karşısında tir tir titrediler, eridiler, yok oldular. Ruhların ilk duydukları ses, o sestir. İşte gerçek mûsikî… İnsan duyduğu zaman âlem-i ervahtaki “Elestü birabbiküm?” hitabının tesiri altında kaldığına vâkıftır ama herkes bunun farkına varamaz. Onun farkına varanlar yolunu da bulur, kendini de bulur, Mevlâsını da bulur. Onun için mûsikî hiç öyle basit, küçümsenecek, ‘aman canım, o da neymiş’ denecek bir şey değildir. Mûsikî denilen lütf-i ilahi engin, namütenahi bir denizdir. O engin denizin içinde neler neler yok ki… Bir şair öyle diyor, ben de onu besteledim: Gizli ahenk, her şekil her seste var Nağmelerden güller açmış deste var Bir ilahi musikidir kâinat, Ta ezelden bitmeyen bir beste var.

“Şu anda mevlidhânlık alanında yalnız kaldım, bestekârlık alanında da hemen hemen yalnız kaldım dersem herhalde yanlış ifade etmiş olmam. Buna üzülüyorum, yani yalnız kaldık, bu işte bir tek biz varız diye sevinmek şurada dursun, çok üzülüyorum. Bu meslek böyle olmamalıydı, gerek mevlidhânlık, gerek bestekârlık, mûsikîmiz dünyanın en güzel değeriydi.”

Rüzgârın uğultusu, kuşların cıvıltısı, suların şırıltısı, güneşin pırıltısı, işte mûsikî böyle harikulade... O ahengi, o mûsikîyi yapabilen bir tek Cenâb-ı Hakk’tır. Hiçbir kul, hiçbir insanoğlu o mûsikîyi yapmaya muktedir değildir. O bakımdan mûsikîyi sevelim, sevdirelim. O bizim kültür hazinemizin en güzel sözü, en güzel rengi ve ahengidir. O bakımdan sizleri tebrik ediyorum, teşekkür ediyorum. Buna gönül verip de, benim gibi bir garibin karşısında, böyle kısa bir zaman dilimi içerisinde bile dinlemiş olmanız benim için büyük bahtiyarlıktır. Estağfirullah hocam, biz teşekkür ederiz. Hocam, ailenize zaman ayıramadığınızı düşündüğünüz zamanlar ya da onlardan sitem duyduğunuz bir şey oldu mu? Ailemin yanında saygısızca ayaklarımı uzatıp otururken, ‘ben neden böyle işe yaramaz, zerre kadar değer ihtiva etmeyen bir insanım’ diye sorgularım. Şöyle donanımlı bir şeyler yapabilseydim, bir şeyler icat edebilseydim gibi düşünceler beni sık sık rahatsız eder. Yaptıklarımın hemen hemen hiçbir şey olmadığını, hiçbir şey yapamadığımı düşünürüm. Bazıları da ‘sen zamanın en önemli, en değerli, en önde gelen bestekârlarından birisin’ der. Haşa, haşa. Bir defa en gariban denmesine gönlüm razı olur da, en harika denmesini asla kabul etmem. Çünkü Dede, Itri, Farabi, Abdülkadir Meragi gibi bestekârların yaptıklarının yanında hiçbir şey. Üsküdar Yeni Camii, Altunizade Camii ve Bulgurlu’daki çok eski bir caminin imam hatibi olan Bulgurlulu Hafız Hüsnü Efendi, Kur’an okuduğu on toplantının birinde mutlak surette, sekte-i kalpten vefat edenler olurmuş. Öyle mühlik, öyle okuyuş ki adamı kıvırırmış. Şu anda çağın dijital aletleriyle yapılan besteler, beste değildir. Bestenin gönülden duyulması, hissedilmesi lâzım. Tabii ki istisnalar kaideyi bozmaz. O müzik aletlerinde bir yere kadar başardıkları, elde ettikleri şeyler olabilir ama oradan ileriye gidemez. Gönülden gelenin ise önüne geçilemez. Hocam, Üsküdar’a geldiğiniz günden bugüne Üsküdar’da neler değişti? Üsküdar çok değişti. Üsküdar’da çok şey değişti. Üsküdar’da çok şey değişmeliydi ve daha da değişecek ama her şeyin aslı, nesli neyse yerinde kalması şartıyla. Bir Azîz Mahmûd Hüdâyî HazretleriÜsküdar’dan İz Bırakanlar

27


nin yeri değişemez. Ona olan duygular değişebilir, daha iyi anlaşılabilir, daha farklı anlatılabilir. Bir Nasûhî Mehmed Efendi Hazretlerinin, bir Ahmet Çelebi Hazretlerinin, bir Kartal Baba olarak da bilinen Şeyh Ahmed Kartal Hazretlerinin, bir Karacaahmet Sultan Hazretlerinin yerleri değişemez ama onlara bakış açıları değişebilir, onların etrafındaki dizaynlar değişebilir. Üsküdar’ın değerlerinden bahsettik, bu kavlimiz elbette hafızalarda, gönüllerde yer edici şeyler. Bu sene benim Üsküdar Mûsikî Cemiyeti’ndeki 59. yılım. Üsküdar 59 senede çok değişti. Mesela merhum Mustafa Düzgünman beni çok severdi. Bana âdetâ hasta olan insanlardan biriydi. Üsküdar Yeni Camii imam hatibi olan Hattat Necmeddin Okyay, elini öptüğüm büyüklerden biriydi. Özbekler Tekkesi şeyhi Necmeddin Efendi gibi birçok zâtı tanıdım. Onlarla çok beraber olduk. O bakımdan ahir-i kelâm edelim. Şimdiki konservatuarın olduğu deniz kenarındaki dairede benim çocukluğum ve hafız okuyucu olarak memuriyetim geçti. Bir Cuma günü saat 11-12’ye doğru kapının önünde biri belirdi. Meşhur bestekâr, Yıldızlı semalardaki haşmet ne güzel şey, Mehtaba dalıp yâr ile sohbet ne güzel şey… sözlerinin sahibi Sadi Hoşses… “Âmirciğim” dedi fakat ağlıyor. “Buyurun ağabey” dedim. “Bugün Cuma’ya nereye gidiyorsun?” dedi. “Nereye dersen oraya gideriz.” dedim. “Ben bir rüya gördüm. Rüyamda Azîz Mahmûd Hüdâyî Hazretlerine her

28

Gri Edebiyat

zamanki gibi gidiyordum, tam yaklaştım. Önüme sakallı bir zât çıktı, nereye gidiyorsun Sadi dedi. Efendim, Azîz Mahmûd Hüdâyî Hazretlerine gidiyorum, Cuma’ya gidiyorum dedim. Sen hiç utanmaz mısın, burada bu garibanlar dururken, onları çiğner de nasıl Azîz Efendiye geçersin dedi. Kim olduğunu sordum, Ahmet Çelebi dedi.” Kalktık gittik. Tam Azîz Mahmûd Hüdâyî’nin yukarısından gelirken, sağ tarafta küçük bir camidir. Müezzin bizi kapıda karşıladı. Hoş geldiniz dedi. Şaşırdık. Bizi bekliyor. Biriniz iç ezan, biriniz dış ezanı okuyacaksınız dedi. Pekâlâ, kaç dakika var dedim. 1015 dakika falan var dedi. Ben dış ezanı okuyayım, Sadi ağabey iç ezanı okusun dedim. Herhalde geleceğimizden haberdarlarmış. Bu anlattığım 50-55 sene önceydi. Üsküdar bu… Üsküdar boş bir yer değil. Üsküdar evliyaların, Allah dostlarının çoğunun bulunduğu bir yer… Teşekkür ederiz hocam, Allah râzı olsun. Rica ederim. Allah sizden de râzı olsun.

Röportajın videosunu izlemek için karekodu okutabilirsiniz: Ayrıca Youtube kanalımızdan da röportaj videosuna ulaşabilirsiniz: http://bit.ly/AmirAtes


Makale

Özbekler Tekkesi Muhammed Âkif KOÇ @muhammedakifkoc

Yıl 1752…

1760 Sonraları

Sultantepe mevkiinde renkleri adeta gökkuşağını andıran birçok çadır yerini almıştı. Bu çadırları Orta Asya’dan gelen hacı adayları kurmuş ve ihrama girerek Hac yolunu tutacakları güne kadar bu çadırlarda beklemişlerdir. Ancak bu duruma günümüz şartları ile bakıldığında bir gariplik vardı. Orta Asya’dan gelen ve Hac vazifesini yerine getirmek isteyen hacı adayları neden direk Mekke yolunu tutmamışlardı da İstanbul’da bulunuyorlardı? Cevabı içerisinde bir medeniyetin izlerini taşıyan bu soruya kulak verelim dilerseniz…

Tekke müştemilatı yıllar geçtikçe bugünkü halini almaya başlıyordu. Semerkandlı Abdülekber Efendi zamanında genişleme başlamış ve Abdülmecid Han döneminde yapılan son restorasyona kadar devam eden genişleme sonucu tekke bugünkü halini almıştır. Özbekler Tekkesi, misafir ve yolcuların geldiği zaman konakladıkları bir mekân olmakla birlikte aynı zamanda Orta Asya asıllı Nakşibendi dervişlerin ve şeyhlerin zikir meclislerini kurdukları bir merkez olmuştur. Bu tekkeye Sultantepe bölgesinde yaşayan mahalle halkı “Hacı Hoca Tekkesi” de demiştir. Böyle demelerinin sebebi tekkede tarikat faaliyetini yürüten Nakşibendi şeyhlerin “Hâcegân” yani hocalar olarak anılmasından kaynaklanmaktadır.

İstanbul uzun zaman ümmetin fertleri tarafından hilafetin merkezi olarak kabul edilmiştir. Bu zamanlarda Hac vazifesini yerine getirecek olan hacı adayları önce İstanbul’a gelirler burada halife-i ruy-i zemîn’i selamlar ve duasını alırlar sonra da Üsküdar’da bulunan Harem bölgesinden ihrama girerek sürre alayları ile uğurlanırlardı. İşte bu gaye ile Orta Asya’dan İstanbul’a hacı adayları gelmişler ve Sultantepe’de konaklamışlardır. Rivayet edildiğine göre Sultan 1. Mahmud vezirleri ile birlikte Sultantepe civarında dolaşırken bu çadırları görür ve burada kalan insanların amaçlarını öğrendikten sonra yanında bulunan Maraş Valisi Abdullah Paşa’ya bundan sonra gelenlerin konaklayacağı bir mekân yapması emrini verir. Bu emri yerine getiren Abdullah Paşa, konaklama mekânını kısa sürede tamamlar. İlk zamanlarda hacı adaylarının konaklaması için yapılan mekân, bu hizmetin yanı sıra 1758 yılında Hasan Ağa isminde bir hayırseverin desteği ile Nakşibendiyye tarikatına ait bir tekke halini de zamanla almıştır. Bu tekkenin ilk şeyhi kayıtlarda Orta Asya’dan getirilen Hacı Abdullah Efendi olarak geçmektedir.

Tarih boyunca içerisinde yaşayan şeyhlerin etkisiyle Özbekler Tekkesi’nde kültür ve sanat başta olmak üzere birçok sahada önemli işler yapılmıştır. Bunların yanı sıra belli günlerde Özbek pilavları pişmiş ve tekkeye gelen misafirler düzenlenen tasavvuf merasimlerinde ağırlanmışlardır. Bu merasimlerde pilav yenildikten sonra vakit girmiş ise önce vakit namazı kılınır ardından Kur’an-ı Kerîm okunur ve zikirler yapılırdı. Yapılan zikirlerin ardından Çağatayça ve Türkçe ilahiler söylenir dua ve tekkede bulunan sakal-ı şerifi ziyaret ile programlar bitirilirdi. Genel tasavvuf neşesi devam ederken aynı zamanda yukarıda zikrettiğimiz kültür ve sanat işleri de tekke içerisinde belli dönemlerde kendini göstermiştir. Bu faaliyetleri saymadan önce ismini zikretmemiz gereken şeyh efendiler vardır. İbrahim Ethem Efendi (Hezârfen), Şeyh Sadık Efendi, Atâ Efendi ve Şeyh Necmeddin Efendi. Bu şeyhler haricinde isimlerini zikretmediğimiz şeyhlerin de tekkeye birçok açıdan önemli katkıÜsküdar’dan İz Bırakanlar

29


ları olmuştur lakin bu isimler tarihte gösterdikleri belli özellikleri ve fârik vasıfları ile diğerlerinden bir nebze ayrılmışlardır. Hezârfen kelime anlamı itibariyle bin sanat demektir ve İbrahim Efendi bu lakabı gerçekten sanat sahibi bir insan olduğu için almıştır. Kendisi Ebru, Hat, Ahşap Sanatı, Dokumacılık gibi sahalarda çok önemli eserler meydana getirmiştir. Bunların yanı sıra tekke içerisinde buharlı makine üretimi için de gayret ettiği kayıtlarda mevcuttur. Şeyh Sadık Efendi ise ilim ve talebe yetiştirme yönü ile ön plana çıkmaktadır. Özellikle Farsça, Çağatayca, Türkçe dillerinde mahir olan Şeyh Sadık Efendi’nin Üsküdar’da bir okulda ders verdiği ve Türkçe gramer kaidelerini öğrettiği “Üss-i Lisân-ı Türkî” adında bir kitap kaleme aldığı bilinmektedir.

Milli Mücadele Yılları Şeyh Atâ Efendi… Onun ile alakalı söylenebilecek en önemli ayırt edici vasıf “Milli Mücadele Kahramanı” olmasıdır. Atâ Efendi Milli Mücadele yıllarında tekkenin başında olan şeyh efendidir. Özbekler Tekkesi, Kurtuluş Savaşı yıllarında çok önemli bir merkez halini almıştır. Yeri gelmiş silahların Anadolu’ya sevkiyatının planlandığı ve uygulandığı yer olmuş, yeri gelmiş önemli toplantılara ev sahipliği yapmıştır. Zor zamanlarda hastaların ve yaralıların muayene edildiği bir mekân halini dahi almıştır. Tüm bu rolleri üstlenmesinde hiç kuşkusuz en önemli isim Şeyh Atâ Efendi’dir. Atâ Efendi’nin Millî Mücadele’ye destek vermesi Karakol Cemiyeti üyeliği ile başlamıştır. Karakol Cemiyeti üyesi olarak gündüzleri Üsküdar mahallelerinde ve sokaklarında Milli Mücadele’ye er olacak yi-

30

Gri Edebiyat

ğitler belirlemek için çalışmalar yapılıyor aynı zamanda insanlardaki vatan savunma duygusunu artıracak sohbetler gerçekleştiriliyordu. Gündüz belirlenen kişiler ile sözleşiliyor, bu kişiler akşam tekkeye davet edilerek başta silah sevkiyatı olmak üzere çok önemli meseleler konuşuluyordu. Yeterli sayıya ulaşılınca silah sevkiyatı Nakkaştepe sırtından başlayarak belirlenen plan ile Ankara’ya kadar devam ettiriliyordu. Bu dönemde tekkeyi çok önemli isimler ziyaret etmiştir. Bunlardan bazıları; İsmet İnönü, Mehmet Akif Ersoy ve Halide Edip Adıvar’dır. Milli Mücadele döneminde tekke üzerinden bu faaliyetlerin gerçekleştirilmesinde en önemli sebep olarak işgalci İngiliz güçlerinin cami, medrese ve tekke ahalisinden ilk dönemlerde kuşkulanmaması gösterilebilir. Ancak daha sonraları durumdan haberdar olan işgalci İngiliz güçleri tekkeye baskın düzenlemiş ve faaliyetlerin önüne geçmiştir.

“Milli Mücadele döneminde, Özbekler Tekkesi’nde Atâ Efendi önderliğinde Anadolu’ya silah sevkiyatı yapılmış, önemli bilgilerin konuşulduğu toplantılar tertip edilmiş ve hatta yaralılar tedavi ettirilmiştir.” Milli Mücadele döneminde yapılan kahramanlıklar ve gösterilen fedakârlıklar Özbekler Tekkesi tarihinde çok önemli bir yer tutmaktadır. Atâ Efendi önderliğinde Anadolu’ya silah sevkiyatı yapılmış, önemli bilgilerin konuşulduğu toplantılar tertip edilmiş ve hatta yaralılar tedavi ettirilmiştir. Gün-


“İstanbul uzun zaman ümmetin fertleri tarafından hilafetin merkezi olarak kabul edilmiştir. Bu zamanlarda Hac vazifesini yerine getirecek olan hacı adayları önce İstanbul’a gelirler burada halife-i ruy-i zemîn’i selamlar ve duasını alırlar sonra da Üsküdar’da bulunan Harem bölgesinden ihrama girerek sürre alayları ile uğurlanırlardı. İşte bu gaye ile Orta Asya’dan İstanbul’a hacı adayları gelmişler ve Sultantepe’de konaklamışlardır.” düzleri halkın içerisinde cihat ve vatan sevgisi duygusunu anlatan Atâ Efendi akşam vakitlerinde bu uğurda koşturacak olan erler ile planlamalar yapmıştır. Milli Mücadele döneminde dervişleri ile birlikte en ön safta vatan ve millet için hizmet eden bir şeyh efendinin varlığı, tekke ve tarikatların sadece Allah’ın zikrinin yapıldığı yerler olmadığı, aynı zamanda yeri geldiğinde bu uğurda koşturmanın iman meselesi halini aldığı kurumlar olduğunu da göstermiştir. Atâ Efendi’den sonra tekkenin son şeyhi Necmeddin Efendi’dir. 1924 Tekke ve Zaviyelerin Kapatılması Kanunu’na denk gelen bu dönemde Necmeddin Efendi tekkenin yaşaması için elinden gelen gayreti göstermiştir. Öyle ki tekkenin açık artırma ile satılma fikrinin gündeme gelmesinde buna şiddetle karşı çıkmış tekkenin bir şekilde insanlara hizmet etmesinin önünü açmıştır. Onun döneminde tekkeye misafir olan birçok insan olmuştur. Ebru sanatı bu dönemde özellikle önemli Ebru sanatçısı Necmeddin Okyay’ın da tekke ile münasebeti sebebi ile buradan da yayılma imkânı bulmuştur. Tekke Osmanlı döneminde iki defa, Cumhuriyet döneminde de iki defa olmak üzere toplam dört defa restorasyon görmüştür. En son

2006 yılında Vakıflar Genel Müdürlüğü tarafından yapılan restorasyon 2012 yılında bitmiştir. Şimdilerde ise tekke İSAR Vakfı tarafından bilimsel çalışmalar ve araştırmalar için kullanılmakta ve aynı zamanda gelen misafirler için hazırlanan çorba ikramı ile birlikte ziyaret yapılabilmektedir. Tekkenin içerisindeki hazirede yani mezarlığında birçok önemli şahsiyet bulunmaktadır. Bunlardan birisi de Zenci Musa’dır. Aslen Sudan’lı olan ve Girit’te doğan birinin nasıl olur da Üsküdar Özbekler Tekkesi’nde kabri olur sorusunun cevabı genç beyinlerin araştırma heyecanına bırakılmıştır. Bu yazıda tafsilata inilmeden kısaca geçilen konuların yine gençler tarafından araştırılması ve okunması temennimizdir. Tekkeden ahirete irtihal edenlere ve Milli Mücadele kahramanlarına bu vesile ile bir Fatiha…

Üsküdar’dan İz Bırakanlar

31


Röportaj

Ümit Meriç: Ne Ki Olmuştur İyidir, Ne Ki Olacaktır İyidir

Röportaj: Ayşe Aleyna Kuşcu Sözlerime “İçimdeki Cennete Yolculuk” kitabınızdan bir kesitle başlamak istiyorum. “Ne ki olmuştur iyidir, ne ki olacaktır iyidir. Öğrenilen ve öğretilen küçük ve birbirinden kopuk gerçeklerden bıktım, keşfedilen ve keşfedilecek mutlak ve külli hakikatlere müştakım.” Bu kelâmınızdan yola çıkarak hayata karşı bakış açınızı, geleceğe yönelik ne gibi tasarılarınızın olduğunu ve bu tasarıları eyleme dönüştürürken nasıl adımlar attığınızı anlatabilir misiniz? Evvelâ ben bir Üsküdarlı ceninim, çocuk olmaktan önce ceninlik dönemim Üsküdar’da geçmiştir. Çocukluk dönemim ve ömrümün bundan önceki son 13 yılı da yine Üsküdar’da geçmiştir; Üsküdarlı, Kuzguncuklu, Beylerbeyili ve Çengelköylü

32

Gri Edebiyat

bir çocuğum. Şu anda da yaz aylarında Anadolu Hisarı’nda yaşıyorum. Ayrıca Ümîdî Üsküdarî mahlasıyla yazdığım “Servi revana sarılmış mor bir salkımdır Üsküdar” diye bir şiirim vardır. Allah hepimize hayırlı ömürler versin ama şarâb-ı mevti nûş ettikten sonra da Üsküdar’da kalmak istiyorum. Yani ben, doğum öncesinden ölüm sonrasına kadar ‘fena halde Üsküdarlıyım’. Bu sebepten dolayı Üsküdarlı gençleri sevgiyle kucaklıyorum. Hepsi kardeşim, hepsi yavrum, hepsi torunum… Hayat çizgim, bir Üsküdarlı olmam hasebiyle bir Üsküdarlının sahip olduğunu zannettiğim vasıflara ulaşmakla geçti diyebilirim. Ben küçükken Üsküdar’dan Kadıköy’e tramvayların işlediği dönemde Karacaahmet Mezarlığı’ndan geçerken -çünkü Çamlıca Kız Lisesi’nde okuyordum, Acıbadem’e gidiyordum- üç İhlas bir Fâtiha’yı hiç ihmal etmeyen bir mü’mineydim. Hayatım mü’mine olarak


başlamadı ama mü’mineliği keşifle devam etti ve elhamdülillah şu anda hayatım bir güzellikler zinciri halinde devam ediyor. Eğer hayatın bana öğrettiği cümleyi söylememi isterseniz; “Cemâl’inden Cemâl’ine yâ Rabb’el âlemin” derim. Benim için Rabb’imin bütün sıfatları Cemâl sıfatıdır. Bu iyimserliğimi zannediyorum ki dünyanın en güzel şehri olan İstanbul’un, en güzel ilçesi olduğuna inandığım Üsküdarlı olmama borçluyum. Rabb’im beni gerçekten çok güzel bir şehirde, çok güzel bir ilçede dünyaya getirdi ve sayılı olan nefesimin önemlice bir kısmını burada alıp vermemi nasip etti. Çok mutlu bir insanım, doğumumun öncesinden başlayan bir mutluluk. Çok bahtiyar bir annenin ve çok bahtiyar bir babanın çocuğu olarak dünyaya geldim. Yani beşiğimde birçok nimetleri hazır buldum, Allah’ın şımartmış olduğu bir kulum. Elbette hayatımın başkalarına zor gibi gözükecek tarafları da oldu. Hayatımın önemli bir kısmını görmeyen bir babanın gözleri olarak yaşadım. Fakat bütün bunların Allah’ın bana verdiği birer nimet olduğunu düşünüyorum. Hayatın bir tevafuklar zinciri olduğu kanaatindeyim. Eğer idrakimizin kapılarını açarsak, beş duyunun hapsinden kendimizi kurtarırsak, Rabb’imin güzeliklerinin bizi âdetâ okyanusun içindeki bir su damlası gibi cömertlikle kuşattığını görürüz. Benim için doğum bir hakikat, ölüm de bir hakikat. Ama doğumla ölüm arasındaki o küçücük çizginin, o parantezin dışında kalan mutlak hakikat asıl bu parantezin içini yaşamamız için bize verilmiş olan bir şanstır. Sanıyorum ki okyanusta bir damla olma idrakine bir Üsküdarlı ihtiyar olarak -çünkü artık 72 yaşındayım- erişmiş bulunuyorum. Hayatta annemden ve babamdan öğrendiğim en önemli ders, zamanın kıymetidir. Bir kum saatinin elimize verildiğine inanıyorum, doğduğumuz andan itibaren üstteki kumlar aşağıya her saniye akmaktadır ve hiçbir el bir daha asla o kum saatini tersine çevirmeyecektir. Dolayısıyla yaşadıkça yani Allah’ın bize verdiği sermaye, nefeslerimizde var oldukça hayatı idrakimizin kapılarını genişletmek için kullanmamız gerektiği kanaatindeyim. Zamanın son derece rölatif, son derece fırsattan ibaret bir kavram olduğu kanaatindeyim. İnşallah hepimiz zamanı aşarak zaman ötesi idrakine son

nefesimiz bize verdirilmeden ulaşmış oluruz. Dolayısıyla beşikten mezara kadar ilmi tahsil eden bir insanım. Vaktim çok kıymetli, tek bir saniyemi dahi ziyan etmek istemem. Teşekkür ederiz, bir hatıranızda babanızın iskemleyi masanın üzerine koyup orada kitap okumaya devam ettiğini söylemişsiniz. Bu bizi çok etkiledi, buna benzer sizin için özel bir anınız varsa bize anlatabilir misiniz? “Babam Cemil Meriç” kitabım dün çıktı, çiçeği burnunda. Onu lütfen okuyun. Binlerce hatıra var, hangisini daha çok severseniz o sizin tercihiniz olsun, benim tercihim olmasın. İnşallah. Gençlik denilince aklımıza gelen ilk şey de tabii onlar için yapılan çalışmaların ne kadar kıymetli olduğudur. Cemil Meriç’i yıpratan, olmasını isteyip de gerçekleştiremeden göçtüğü bu dünyadan acaba gençler için bir şey yapmanızı istemiş miydi? Babam, bence son nefesini verirken “Allah, Allah, Allah ve Muhammed (s.a.v.) sevgilim” dedi. Bu şekilde ahirete intikal etmek herhalde çocukluk, gençlik ve yaşlılık çağlarının hepsinde hepimizin gönülden isteyeceği bir idrak zirvesidir. Babam hayatını iki kelimeyle özetliyor: öğrenmek ve öğretmek. Gençlere de bunu tavsiye ediyorum. Ben de ömrüm boyunca öğrendim ve öğrettim. Her şeyi öğrenmek istedim ve her öğrendiğimi de öğretmek istedim. Öğrendiklerimin hiçbirisinin bende kalmasını istemedim çünkü bu beni çok mutsuz ederdi. Âdetâ bir bardağın gereğinden fazla doldurulması gibi... Ben o bardağı kendim doldurmalıydım ama başkalarının da çiçeklerine su vermeliydim. Sonra o boşaldıkça tekrar bardağımı

Üsküdar’dan İz Bırakanlar

33


doldurup başka çiçeklere su vermeliydim yani benim için öğrenmek, öğretmek olduğu ölçüde güzel ve anlamlıdır. Öğrenmeyi ve öğretmeyi çok severim. Gençlere de aynı şeyi tavsiye ediyorum. Yani bilginin zekatını yine aynı cinsten vermeliyiz.. Zekâtı kırkta bir vermiyorum, kırkta kırk veriyorum. Bana hiçbir şeyin kalmasına gerek yok çünkü bardağım tekrar dolacak. Mesela, hediye etmek üzere bir arkadaşımın çocuğuna Brüksel ve Roma ile ilgili iki tane çocuk kitabı aldım. Hem Brüksel’i hem de Roma’yı çok iyi biliyorum ama yine de acaba içinde benim bilmediğim şeyler var mıdır diye baştan sona okudum, not aldım ve Allah nasip eder de günün birinde torun sahibi olursam, onu Belçika’ya ya da Roma’ya götürmek üzere karar verdim. İnşallah.. İstikballe ilgili projelerim arasında bu da var. Güzel cevabınız için teşekkür ederiz. Araştırma yapan ve tefekkür eden birisi olarak Cemil Meriç nasıl çalışırdı, kendine has yöntemleri var mıydı? Babamın kitaba saygısı çok büyüktür. Gözlerinin gördüğü zamanda okur, kitabın kenarına notlar alırdı. Sonra defterleri vardı, o defterlere aldığı notları yazar ve bunları dosyalara koyar, üzerine çalışacağı konuya göre o dosyayı çıkarır, tekrar okurdu. İnceleyeceği yeni kaynaklar arada belirmiş ise onları zaten mutlaka kaydetmiştir. Onları da çalışmasına dâhil eder ve önce bir müsvedde metin çıkarır. Bunun için bazen onlarca, bazen yüzlerce kitap ya da 34

Gri Edebiyat

makale okur. Notlarını alır, daktilo ettirirdi. Sonra kitapları kaldırır, çünkü onlardan alacağını almıştır, notlarını bize defaatle okuturdu. Daktiloya kâğıdı koy evladım der ve yazdırmaya başlar. Bazen bir sayfanın yirmi defa otuz defa yeniden yazıldığı, “Çıkar evladım o kâğıdı, yeni bir kâğıt koy daktiloya.” dediği de vâkidir. Babam daktilonun tıkırtısıyla çalışmayı çok severdi, gözleri görmediği için o tık tıklar ona yazısının kemâle ermekte olduğu müjdesini verirdi. Yani elden çok bize daktiloyla yazmamız konusunda ricada bulunurdu. Ne kadar güzel.. Bu, havuzdan havuza aktarma yöntemi dediği bir yöntemdir. Diyelim ki yüz sayfalık müsvedde çıkardı; üzerine çalışacağı konudan okutur, okutur, okutur onu elli sayfaya indirtir, onu beş sayfaya indirtir. Daha da okutur; bazen bir buçuk, iki sayfa eder o yüz sayfalık bilgi. Buna havuzdan havuza aktarma yöntemi derdi. Çok çalışkan bir insan idi. Maşallah. Bir de güzel dilimizi peyderpey yitirdiğimiz bu dönemlerde neye dikkat etmemiz gerektiği konusunda -sonuçta Cemil Meriç Türkçesi diye bir kalıbımız da mevcut- özellikle kitap kritiği yaptığında nelere dikkat ederdi? Evet, Cemil Meriç Türkçesi diye bir Türkçe var. Ben yirminci yüzyıl Türkçesi’nde iki zirve görüyorum. Bunlardan birisi Ahmet Hamdi Tanpınar Türkçesi, öbürü Cemil Meriç Türkçesi. Ahmet Hamdi Tanpınar Türkçesi daha dişi, daha ressam Türkçesi, Cemil Meriç Türkçesi ise daha erkek, daha heykeltıraş Türkçesi ama ikisi de çok güzel. Yirminci


yüzyıl Türkçesi’nin iki zirvesi bunlar ama bence bu zirvelerin imzası üslup olarak atıldı. Tabii ki babam yazı hayatına tercüme ve tercüme tenkitleri ile başlamıştır. Mesela “İhtişam ve Sefalet” adlı Balzac’tan yapmış olduğu tercümeyi biz yıllar sonra yeniden elden geçirdik. Dört yüz küsur sayfalık bir romandır. Onun sadece ilk elli atmış sayfasını yeniden elden geçirdi, bu bizim altı ayımızı aldı. Yani fevkalade titizdir, onun için tercümenin teliften bir farkı yoktur. Son derece büyük bir dikkat ile tercüme yapardı. “Hernani” ve “Marion de Lorme” adlı Victor Hugo’dan iki eseri şiir şeklinde tercüme etmiştir. Hugo’nun iki ayda yazdığı şiiri, Hernani’yi, babam iki yılda bitirmiştir. Manzum da olduğu için mesela bir sayfa çeviri yapar, sonra yeni bir kafiye bulduğunda baştan sona o sayfayı bozar, yeniden manzum olarak tercüme ederdi. Dolayısıyla Cemil Meriç’in bir manada bütün eserlerini manzum Türkçenin şaheseri olarak kabul edebiliriz. Manzum yazmadığı zaman da manzumun lezzetini verir Cemil Meriç’in Türkçesi. Gençlere tavsiyem; ellerinde kâğıt kalem ile kitap okumaya başlamalarıdır. Evvelâ kitapları çok iyi seçmeli. Dilin ne kadar geniş olursa, gönlün de o kadar geniş olur. Dil malum, hem iki dudağımızın arkasındaki et parçası hem de gönül manasına gelir. Eğer bu dil çok genişse, bu gönül de çok geniş olur. Bu ikisi birbirinin tercümanıdır. Bu bakımdan gençlerimizin yabancı dil öğrenme konusunda gösterdiği hassasiyeti evvelâ anadillerini öğrenme konusunda göstermelerini tavsiye ediyorum. Zaten babam anadilin çok ileriki yaşlarda öğrenilmesine taraftardır çünkü kendi anadilini çok iyi bilmeyen bir insan bir yabancı dili asla çok iyi öğrenemez derdi. Teşekkürler. Son olarak, Cemil Meriç’in gözleri âmâ olduğunda siz ona kitap okumuşsunuz. Ama o zamanlar yaşınız çok küçüktü, neler düşünürdünüz okuduğunuz kitaplar hakkında? Evimiz Fethipaşa Korusu’nda şimdi belediyenin lokantası olan yerdi. Onun önünde iki tane mermer merdiven var ama orijinalinde orası Üsküdar mutasarrıfının evidir ve tek mermer merdivenle çıkılır idi. Aslında kapalıydı ama renkli camlı bir taraçası vardı. O merdivenlere minder koyar, otururduk. Güneşli havalarda ben babama, Necip Fazıl’ın o sıra-

da çıkarmakta olduğu Büyük Doğu’sundan ve yine o dönemin sol tandanslı Kim ve Akis dergilerinden parçalar ve Cumhuriyet Gazetesi okurdum. Evvelâ okuduğum metinleri anlamazdım. Düşünün, Necip Fazıl’ı sekiz yaşındaki bir çocuk ne kadar anlayabilir ki? Babama sorardım. Bir sordum, iki sordum, üç sordum, beş sordum... Kelimeyi anlamıyorum, kavramı anlamıyorum, babam bana cevap veriyor ama ben yine anlamıyorum. Sonunda dedim ki anlaşılan ben okuduklarını anlamayan bir insanım, o zaman babamı hiç böyle sorularla rahatsız etmeyeyim, anlamadan okuyayım. Uzunca bir müddet anlamadan okudum, anlamaya başladığım zaman ise hayret ettim. “Aa, ben anlamaya başladım.” dedim ki o zaman artık yaşım 13-14’e gelmişti herhalde. Bunun getirdiği hem iyi hem de kötü yönler var. Tabii sıkılarak okumak çok rahatsız edici bir şey, bu sıkılarak okumam ileriki yıllarda da devam etti. Yani babama her okuduğumdan sıkılmazdım, çok zevk alırdım ama onun bazı istediklerini ben o sırada merak etmezdim. Çünkü biz hep babamın istediklerini okurduk. Hatta bu yüzden bir kere isyan ettim, hep sizin istediklerinizi okuyoruz, benim istediklerimi hiç okumuyoruz dedim. Sonra barıştık kendisiyle, tabii artık benim istediklerimi de dinlemeye başladı. Dolayısıyla o beni kendi dünyasına çekti, ben de onu kendi dünyama çektim, orta yerde buluştuk. Birlikte birikmeye devam ettiniz.. Aynen öyle. Katkılarınızdan dolayı çok teşekkür ederiz, Allah râzı olsun. Estağfirullah, rica ederim. Ben de teşekkür ediyorum.

Röportajın videosunu izlemek için karekodu okutabilirsiniz: Ayrıca Youtube kanalımızdan da röportaj videosuna ulaşabilirsiniz: http://bit.ly/UmitMeric

Üsküdar’dan İz Bırakanlar

35


Makale

Üsküdar’ın Hazinesi İki Devrin Kadını: Münevver Ayaşlı “Münevver Hanım, bir düşünce dünyasına ait olmak ve Üsküdar’ı kendine mesken seçmekle bir hayat tarzı, duruşu ve estetik görüşü ile örnek olmuş iki devrin kadınıdır.”

Tarihi milattan öncesine kadar dayanan, birçok imparatorluğa, dine ev sahipliği yapan ve bu dinlerin müntesipleri tarafından kutsal olarak addedilen Üsküdar, muazzam bir tarihî birikime ve doğal zenginliğe sahiptir. Üsküdar’da birçok tarihi eser hâlâ ayakta ilçeye ihtişam katarken göstermediği, derinlerde sakladığı hazinelerini de gönül insanlarıyla paylaşmıştır. Bu gönül insanlarından biri de Münevver Hanımdır. Osmanlı coğrafyasında dolaşıp, sonunda Üsküdar’ı kendi kalbine meskûn kılmış ve Üsküdar, kucağında misafir ettiği bu yüce gönüllü kadını, hazinelerini yazsın diye seçmiştir. Kimdir bu Münevver? Koca bir Osmanlı tarihi görüp Kurtuluş Savaşı’na şahitlik eden, Cumhuriyet’in kuruluşuna tanıklık edip tüm değişimleri kalemiyle aktarmaya çalışan, Selanik’te başlayıp Üsküdar’da biten bir hikâyedir. Babasının memur olması sebebiyle sürekli yer değiştirmek zorunda kalan ve bu vesile ile doğum yeri 1906 yılı Selanik olarak kayda geçen kişidir. Üç kardeşin en küçüğüdür. Yazarımızın hayatına bir göz attığımızda: “Selanik’te doğmuş Konya Türkmenlerinden bir Türk” olarak kendini ifade eden Münevver Hanım, Selanik’in düşmesi nedeniyle dört yaşındayken İstanbul’a göç etmişlerdir. Babasının memuriyeti sebebiyle İstanbul’da da fazla kalamayıp 8 yaşlarında iken Osmanlı vilayeti olan önce Halep’e, iki yıl sonrada Beyrut’a meskûn olurlar. 13 yaşlarında iken annesi ile Almanya’ya gidip bir yıl sonra geri 36

Gri Edebiyat

Rabia Sultan AYDIN BAKIR @AYDINRabia

dönmüştür. Diyarbakır’a da yolu düşen Münevver Hanım, Hariciye’deki görevi dolayısıyla da Ankaralı olmuştur. Hayatındaki bu yer değiştirmeleri önemlidir, birikimlerinin de kaynağını oluşturmuştur. Aynı zamanda bir yere ait olmayan ama bir devre ait olan iyi bir eğitim almış, Fransızca ve Almancayı öğrenmiş, Farsça ve Arapçaya hâkim olmuştur. Bu farklı iki dünyaya ait olan dilleri bilmesiyle Münevver Hanım, hem Doğu’yu hem de Batı’yı tanımıştır. Küçüklüğünden hatırladığı onun muhayyilesinde önemli bir yeri olan babasının elinden hiç düşürmediği kitabı Muhyiddin-i Arabî Hazretleri’nin Fususü’l Hikem’i Ayaşlı’nın kitaba, okumaya, daha sonra tasavvufa olan merakını celp etmiştir. Çocukluğu ve gençliği Osmanlı’nın son döneminde geçen Münevver Hanım, aldığı eğitim ve birikim sayesinde Cumhuriyet’in ilk yıllarında insana duyulan ihtiyaç ile Ankara’da Hariciye Vekâleti’nde çalışmaya başlamıştır. Çalışma hayatına, o dönemde tanıştığı Viyana Büyükelçisi Tanzimat Dönemi’nin önemli isimlerinden olan Sadullah Paşa’nın oğlu Nusret Bey ile 24 yaşında evlenmesiyle ara vermiştir. Münevver Hanım 28 yaşında 1934 yılında çıkan Soyadı Kanunu ile “Ayaşlı” soyadını almıştır. Nusret Bey’le evliliğiyle birlikte hayatında İstanbul ve ömrünün vefasını vereceği Üsküdar dönemi başlamıştır. Tam da yerleşemez Üsküdar’a, önce eşinin Çengelköy’deki muhteşem Sadullah Paşa Yalısı’nda ikamet etmiştir. Lâkin yalıda elektrik


36 yaşında her şeyini paylaştığı annesi Hayriye Hanım’ı, ondan kısa bir süre sonra da hayat arkadaşı Nusret Bey’i 38 yaşında kaybetmesiyle derin bir yalnızlık çekmiştir. Genç yaşında hayatındaki bu iki önemli kayıp onun için başka dünyaların aralanmasına yol açmıştır. Açılan ilk kapı ile küçükken babasının elinden düşürmediği kitabın açtığı dünyaya giriş yapmıştır. Manen kendini bir yere bağlayacaktır. Hacca gidip geldikten sonra yakın çevresinde ‘hacı anne’ olarak anılan Münevver Hanım ünlü şarkiyatçı Massignon’dan tasavvuf dersleri almış ve Bayramiyye tarikatına bağlanmıştır.

ve su olmadığı gibi bazı ailevi problemler, onun üzerinde yalının beddualı olduğu inancını yerleştirmiştir. Bu yüzden de burada kalmak istememiştir. Kısa bir süre Teşvikiye’de geniş bir apartman dairesi tutup oraya çıkmıştır. Teşvikiye’deyken kültür sanat ve cemiyet hayatının önemli isimleriyle yakın dostluklar kurmuş ve İsmail Hami Danişmend’in evindeki meşhur cumartesi ve çarşamba toplantılarının müdavimi olmuştur. Evler o dönem kültür merkezleridir. Evlerde edebi, tarihi, siyasi, entelektüel sohbetler yapılmaktadır. Bir çevresi olmasına rağmen Teşvikiye onu sarmaz ve hep Üsküdar’a yerleşme isteği, Nusret Bey’in 1936 yılında Beylerbeyi İskele Caddesi’ndeki eski yalıyı satın almasıyla neticelenmiştir. Hayli yıpranmış yalı yeniden yaptırılarak Münevver Ayaşlı oraya yerleşmiştir. 30 yaşında artık bir Üsküdarlı olan Münevver Ayaşlı 93 yaşında 1999 yılında ölünceye kadar tam 63 yıl Üsküdar’da yaşamıştır. Bir Osmanlı Hanımefendisi olarak sahip olduğu birikim ile Üsküdar gibi bir cazibe merkezi olmuş, devrin önemli kalem sahiplerini çevresinde toplamıştır. Necip Fazıl ve Abdülhak Hamid bunlar arasındadır. Yalıda verdiği yemekler ve toplantılarda Abdülhak Hamid Tarhan, Yahya Kemal Beyatlı, Necip Fazıl Kısakürek, Asaf Halet Çelebi, Ressam Namık İsmail gibi isimlerin sohbetlerine ev sahipliği yapmıştır.

Bu özel bağlılıkla tüm tasavvuf büyüklerine olan sevgisini yazılarında ifade eden Münevver Hanım, Üsküdar ve İstanbul’a hep bu tasavvuf irfanından bakmıştır. Osmanlı’ya hayranlığı, Cumhuriyet döneminin geçmişe duyulan düşmanlığıyla daha da pekişmiş ve bu mirası aktarmak için özel bir görev üstlenmiştir.

Muhyiddin İbn’ül-Arabî Eserleri ve görüşleriyle Selçuklu ve Osmanlı tasavvufî düşünce hayatını etkileyen Endülüslü âlim İbn’ülArabî 1165’de dönemin İspanya’sının Mürsiye şehrinde doğdu. Tefsîr, hadîs, fıkıh, kırâat gibi pek çok ilimlerde, büyük âlim oldu. Beş yüzden fazla kitap yazdı. İbn’ül-Arabî’nin görüşlerini takdir edenler tarafından kendisine Şeyhü’l-Ekber/en büyük şeyh denmiştir. “Bir gün, hayat mücadelemde, kalemimin bana yardımcı olacağını hiç düşünmemiştim. Hâlbuki kalemin ne kadar mübarek ve mukaddes olduğunu bize Kur’an-ı Kerim emreder.” diyerek işte bu amaçla, hayat bulacağı açılan ikinci kapıyla 41 yaşında yazı hayatına giriş yapmıştır. İlk yazılarını Yeni İstanbul gazetesinde “Merak” başlığıyla günlük hayatını ve hatıralarını okuyucuyla buluşturmuştur. Neden hatırat? Çünkü Münevver Hanım Yeni İstiklal gazetesinde yayımlanan bir yazısında hatırat bırakmadan gidenlerden şikâyet etmiş ve “Batı’da Üsküdar’dan İz Bırakanlar

37


Kitabın ikinci bölümü “Merak”ta ise 1967-1972 yılları arasında gazetelerde yazdığı dinî-tasavvufî mahiyetteki köşe yazıları bir araya getirilmiştir. Özellikle “İşittiklerim, Gördüklerim ve Bildiklerim” adlı anı kitabında Osmanlı’nın yıkılış günlerinde şahit olduğu portreler ve olayları hakkında ilginç anılarını kaleme almıştır. “Pertev Bey ve Ailesi” adlı roman serisinde Osmanlı’nın yıkılış günlerinden başlayarak Cumhuriyet’in kuruluş yıllarında yaşanan sosyal değişimleri bir ailenin dramı çerçevesinde dile getirmiştir.

zengin bir hatırat edebiyatı vardır. Biz bu yönden de züğürdüz. Hatıralarını yazmış padişah, vezir, serdar tanıyor musunuz? Neden Batı’da öyle, bizde böyle oluyor?” diye sorar. Bu sorgulama, kişi hatıralarına, zamanın dedikodularına dayanan yeni bir tarih yazımını gündeme getirmiştir. Ayaşlı yazıları hakkında soru sorulduğunda; “Görebilmek, duyabilmek ve bir devri rivayetiyle, dedikodusuyla nakletmek, tarihe ve tarihçiye en büyük hizmet. Tarihçi bu yazıları ayıklasın, istediklerini alsın, istemediklerini bıraksın.” demiştir. 1973 yılında yayınlanan “Gördüklerim Bildiklerim” eseri bu bakımdan büyük önem taşımıştır. Daha sonraları “Merak” köşesinde yazdıkları “Edep Yâ Hû”, ismiyle 1984’te kitaplaştırılmıştır. Eserde, Osmanlı saray hayatına dair çok önemli detayları okuyucuyla paylaşmıştır. Amacı Osmanlı sarayındaki âdet ve merasimleri (Cuma selamlığı, dinî bayramlar, cülûs törenleri, düğün ve sünnet merasimleri vs.), sarayda ve haremde yaşananlar (Sultan Abdülhamid’in tahta çıkışı, Sultan Mehmed Reşad’ın mizacıyla ilgili bilinmeyenler, saray sofraları ve ikramlarla ilgili detaylar, sarayda üç ayların nasıl yaşandığı, Osmanlı’da kiler kültürü, Türk mutfağı ve Ramazan sofralarıyla ilgili unutulmaya yüz tutmuş ilgi çekici teferruatlar) ve devrin meşhur isimlerine dair hikâyeleri paylaşarak bir devri aydınlatmak istemiştir.

38

Gri Edebiyat

Kurmuş olduğu Ayaşlı Vakfı’na ait aile yalısında 56 yıl boyunca Tezhip, Ebru, Tasavvuf Musikisi ve Mesnevi dersleri verdiren Ayaşlı, buna benzer birçok faaliyete de öncülük etmiştir. Bir dönem yalının salonlarını eğitim ve zikir törenlerine açmıştır. Halen üniversite öğrencilerine kucak açan İlim Yayma Cemiyeti’nin kurucularının arasında yer almıştır. Pertev Bey’in Üç Kızı (1968), Pertev Beyi’in İki Kızı (1969) ve Pertev Bey’in Torunları Olmak üzere üç romanı; hatıralarını kaleme aldığı Dersaadet (1975), tarihi konulara yer verdiği On Dokuzuncu Asır (1971), tanıdığı önemli kişilere ait portrelerin yer aldığı İşittiklerim Gördüklerim (1973), Haminne’nin Suret Aynası, Geniş Ufuklara ve Yabancı İklimlere Doğru, Edep Yâ Hû önemli eserleri arasında sayılabilir. Osmanlı’nın doğru anlaşılması, yaşadığı dönemi iyi analizleri ile entelektüel olarak da kendini kabul ettiren Münevver Hanım, bir düşünce dünyasına ait olmak ve Üsküdar’ı kendine mesken seçmekle bir hayat tarzı, duruşu ve estetik görüşü ile örnek olmuş iki devrin kadınıdır. KAYNAK Şahamettin Kuzucular, Sadullah Paşa Hayatı Edebi Kişiliği Eserleri Dursun Gürlek, Boğaziçi’nin Haminesi Münevver Ayaşlı


Röportaj

Özcan Ergiydiren: Biz Ona Sâmiha Anne Derdik

Röportaj: Fatih Aslan Kıymetli vaktinizi bize ayırdığınız için size çok teşekkür ediyoruz. Öncelikle bize kendinizden biraz bahsedebilir misiniz? 1935 yılında Manisa’da doğdum. İlk, orta ve liseyi Manisa’da okuduktan sonra İstanbul’a geldim. İstanbul’da Güzel Sanatlar Akademisi’nin mimari bölümünde okudum. Askerliğimi Çankırı’da yaptım ve yaklaşık beş sene orada kaldım. Daha sonra Ankara’ya geldim ve 22 sene kaldım. Ankara’dan sonra tekrar İstanbul’a geldim, şimdi İstanbul’da yaşamaya devam ediyorum. Evliyim, çocuklarım ve torunlarım var Allah’a şükür. Uzun zamandır da çalışmıyorum, emekliyim. Kubbealtı ve Fetih Cemiyeti’nde elimden geldiği kadar bir şeyler yazmaya çalışıyorum. Ayrıca eş dostla ve sizin gibi gelip gidenlerle görüşüyoruz. Hocam arzu ederseniz Sâmiha Ayverdi Hanımefendi kimdir, biraz ondan bahsedelim, sizinle tanışıklığı nasıldır bundan konuşalım. Sâmiha Ayverdi ile ilk önce gıyabi olarak yani kitapları ile tanıştım. Lisede edebiyat hocam olan

bir hanım, Allah kendisine rahmet eylesin, bana onun kitaplarını okuttu. Kendisiyle bizzat görüşmüş biri olarak bana onu anlattı. O zamanlar lise dört seneydi ve ben üçüncü sınıftayken benim okuduğum ilk Sâmiha Ayverdi romanı Ateş Ağacı’nı bana hocam vermişti. Bana anlamadığın bir yer olursa geçme, atlama demişti. O kadar çok anlamadığım şey olmuştu ki ben 100-120 sayfa olan kitabı ancak üç ayda okuyabildim. Tabii genç yaşta birçok problemlerim, suallerim vardı. Bu sebeple hem Ayverdi’yi nispeten tanımış oldum hem de kendi suallerime birçok cevap bulabildim. 1954 senesinin eylül ayında liseyi bitirip İstanbul’a gelince hocamın tavsiyesi ile bir hafta içerisinde Sâmiha Ayverdi Hanımefendi ile kendi evinde görüştüm. Daha sonrasında temaslarım sıklaştı, bana burası senin de evin sayılır, istediğin zaman gelebilirsin diyerek bir lütufta bulundu. Bu yakınlığımız devam edip gitti. Sâmiha Ayverdi’nin bu tutumu sadece bana karşı değildi, bilhassa kapısı gençlere her zaman açıktı. Sâmiha Ayverdi gençlere çok ehemmiyet verirdi, bizim üzerimizde anlatılamayacak kadar çok emeği vardır. Üsküdar’dan İz Bırakanlar

39


ra ilk görüşmeleriniz nasıl oldu diye sormak üzere pek çok kimseyle görüştüm. Kimisi bir bulut içinde gibiydim dedi. Çoğu insan hiçbir şey hatırlamıyorum diyordu. Her biri fevkalade bir şahsiyet ile karşılaştıklarını hissetmişlerdi. Ben o gün konuşulanları Manisa’daki hocama yazmıştım. Bu yüzden ben hatırlayabiliyorum. Çiçek gibi altın oyma bir broşa sahipti, broşunun içinde de bir yazı vardı ama bu yazıyı sonradan okudum çünkü hemen okunmuyordu. Bütün hayatı boyunca sadece onu kullandı. Üstünde Ken’an Rifâî Hazretlerinin annesinin adı Hatice Cenan Sultan yazıyordu.

Biz o zamanlar 8-10 kişiydik ve Allah öyle lütfetmiş ki ben hasbelkader Sâmiha Ayverdi’nin bu gençlerle olan alâkasının ilkiydim. Kendisi ile ilk görüştüğüm zaman onu bir romancı diye tanıyordum. Güzel ve hikmetli şeyler yazmış, büyük bir insanmış diyordum. Ayverdi’nin abisi ile beraber oturdukları iki katlı evi hâlâ olduğu gibi duruyor. Girişte küçük bir oda var, evvelce beni o büyüledi çünkü duvarlarda hat levhaları vardı. Bir camekânın içinde yay, topuz ve çeşitli eşyalar gibi eski eşyalar vardı. Avizeler çok güzeldi. Kapının yanında ince bacaklı altın yaldızlı bir sandalye vardı, oraya oturdum. Sâmiha Hanımefendi geldi, kapıdan girdi ve ben ayağa kalktım. Buyur otur evladım diyerek pencereye bakan köşeye oturdu. Her zaman olduğu gibi çok sade giyiniyordu. Ben onu hayatımda hiçbir zaman bir süs eşyası kullanırken görmedim. Bir yüzük, bir kolye veya bir küpe taktığını hiç görmedim. Saçları dalgalı ama çok uzun değildi. 49 yaşlarındaydı ama 40 falan görünüyordu. Karşıma ince ama uzun boylu, zarif, yeşil gözlü bir hanımefendi oturdu. Öyle bir havası vardı ki karşımda olağanüstü bir varlık olduğunu hissettim ve gayri ihtiyarı bir şekilde toparlandım. Görüşmeden son40

Gri Edebiyat

Hülasa olarak bana şunları anlattı: “Türkiye’nin bugün içinde bulunduğu birtakım tehlikeler ve bazı düşmanları var. Birincisi Haçlı Seferleri’dir. Haçlı Seferleri deyince tarihte gerçekleşmiş olan Haçlı Seferleri’ni sanıyor, vaktiyle oldu ve bitti diyoruz. Ancak Haçlı Seferleri hâlâ devam ediyor, bitmedi. İkinci tehlike ise Masonlardır. Siyonizm bütün dünyaya hâkim olmak için birtakım şeyler yaptı ve yapmaya devam ediyor. Ayrıca Osmanlı’nın yıkılışında büyük rolü oldu. Bu millet yeryüzünde var oldukça insanlara rahat ve huzur yoktur. Üçüncüsü ise Rusya’dır. Rusya bizim ebedi ve ezeli düşmanımızdır. İsim değişir, Rusya, Sovyetler Birliği, Çarlık olur ama Rusya hiçbir zaman bizim dostumuz olmamıştır, olmayacaktır. Sonuncu ve hepsinden daha mühim olan düşmanımız ise cehalettir. Biz tarihimizi, milletimizin nasıl bir millet olduğunu bilmiyoruz. Bizim en karanlık tarih dönemimiz Cumhuriyet Dönemi’dir.” Bunları söylerken bana ilk dersi vermiş oldu. Manisa’nın kenar bir mahallesinde doğdum ve İkinci Cihan Harbi sırasında yaşadım. Çok ölüm, açlık, sefalet, hastalık gördüm. 12 yaşında bir kardeşim öldü. Allah rahmet eylesin. Çok acı devirlerden geçtim. Taşradan gelmiş olmama rağmen az çok nezaket biliyordum ama aklıma elini öpmek gelmedi. Sonradan onun insanlara ne kadar yakın olduğunu, ne kadar mütevazı olduğunu gördüm. Ayrılırken bana, “Burası senin de evindir, ne zaman istersen gelebilirsin. Bu arada ilk dersi almış oldun.” dedi ve bundan sonra benim yakınlığım kademe kademe arttı. Hayatımın İstanbul’da bulunduğum kısımlarında da, başka


şehirlerde olduğum zamanlarda da bu irtibatlarım hep devam etti. Zîra Ayverdi bir kimseyle tanıştığında eğer onda müspet bir şey görürse, onun yakasını katiyen bırakmazdı. Eğer o şahıs kendi terk edip giderse ona bir çare yoktur. Ama Sâmiha Ayverdi son derece vefalıydı. Filanca kişi uzun zaman gelmeyince o kişi ne yapıyor neden gelmiyor diye sorardı. Hatta kendisinin kalkıp gittiği zamanlar da olmuştur.

Benim evim 123 basamaklı bir tepede, 2 m x 2.40 m boyutunda bir odadan ibaretti. Sandalye koyacak yer yoktu. Soba, kalorifer yoktu. Bir sürü zorluk içerisinde okudum. Bir pazar günü, saat sabah 09.30 gibi ev sahibi hanım kapıyı çaldı. “Ercan, bir hanım geldi, seni arıyor.” dedi. Aşağıya indim, bir baktım ki Sâmiha Anne gelmiş. Biz ona Sâmiha Anne diyorduk. Ne yapacağımı şaşırdım. Kahvaltı ettin mi diye sordu. Ben o zamanlar hiç kahvaltı etmezdim. Yıllarca hiç kahvaltı yapma fırsatı bulamadım. Hayır efendim dedim. “Haydi gidelim bir yerde bir şeyler yiyelim. Burada kahvaltı edecek bir yer var mı?” dedi. Mimar Sinan Güzel Sanatlar Akademisi’nin karşısında bir muhallebici vardı. Gittik, havadan sudan konuştuk. Buralarda biraz işim vardı, sana uğradım dedi. Kahvaltı ettikten sonra kalktık, bir vasıtaya binmesi için Taksim’e kadar çıkması gerekiyordu. Kendisine eşlik etmek isteyince yok sen gelme dedi. Çok hassas bir insandı. Birinin bir derdi olduğu zaman onu kendi içinde hissediyordu. Benim sabahları kahvaltı etmediğimi biliyor ama ben ona hiç söylememiştim, o da sormamıştı. Ayrıca insanların gönlünü almasını çok iyi biliyordu. Sâmiha Ayverdi’yi önce kitaplarıyla tanıdım. Yaklaşık 50 tane kitabı vardır, bütün kitaplarını oku-

dum. 1950’ye kadar sekiz roman yazmıştır. Bir tane hikâye kitabı, bir de mensur şiirleri vardır. 1950 tarihi onun hayatında mühim bir tarihtir. Hocası Ken’an Rifâî’nin vefat ettiği yıldır. Ken’an Rifâî, Türkiye’nin iman hayatında çok önemli bir yeri olan biridir. Ancak Türkiye’de âdetâ gizli bir ittifak vardır. Milli ve manevi değerlere ait eserlerin umumiyetle üstü örtülür. Mesela Ahmet Hamdi Tanpınar Beş Şehir’i yazdığı zaman, arkadaşlarından bazılarına sonradan şikâyet ediyor. “Haydi beğenmediniz, bari kötüdür deseydiniz, tenkit etseydiniz. İki satır bir şey yazsaydınız.” diyor. Hiçbir şey yok; ne müspet, ne menfi. Bu bir taktik işidir, yeter ki o adamın ismi duyulmasın. Aleyhinde de olsa reklam olacak diye yapılmıyor. Bu ittifak hâlâ devam ediyor. Bu kadar eser vermiş olan Ayverdi neden yeterince tanınmıyor? İşte en mühim sebebi budur.

Ken’an Rifâî Büyükaksoy 1867 tarihinde Selanik’te dünyaya gelen Ken’an Rifai, Filibe hanedanındandır. Her şeyden önce büyük bir din âlimi, sonra mükemmel bir düşünür ve sonuç olarak da ruhanî bir lider (mürşid) ve rehberdi. Sâmiha Ayverdi’nin mürşididir. 19 yaşlarında iken Balıkesir İdâdîsi Müdürlüğüne tayin edildi. Mesleğinde defalarca terfi ettirildi. Fransızca, Almanca, Arapça, Farsça, Rumca, Çerkezce ve 80 yaşından sonra öğrendiği İngilizceyi ana dili gibi bilmekteydi. Sâmiha Ayverdi’nin bir yazar cephesi var. Kısacık ondan bahsedelim. 1950 tarihine kadar romanlarını yazdıktan sonra başka eserlerini yazmaya başlıyor. Meşgalesi çok fazla olan bir insandı. Ailevî meseleleri vardı. Çocuk gibi bakıma muhtaç olan kızından hiç ayrılamayan bir anneydi. Torunları vardı. Maddi zorlukları vardı. Devam eden bir davası vardı. Mesela iki katlı harap olmuş bir binası vardı ama kiracı kirasını ödemiyor ve evinden çıkmıyordu. Yıllarca onunla uğraşırdı. Babası şehit olmuştu, küçük bir maaşı vardı. Masrafı çoktu ve mutlaka elinde olanı başkalarına dağıtıyordu. Üsküdar’dan İz Bırakanlar

41


Kitaplarından Allah rızasıdır diyerek telif hakkı almıyordu. Mesela buradan çıkan kitapları var, alsa da almasa da o parayı veriyorlar. Bir öğretmenin hatıralarında yazıyor. Bir gün bu öğretmenin eline bir miktar para geçiyor. “Tam da bayram arifesiydi, çok ihtiyacım vardı.” diyor. Öğretmen bu nedir diye soruyor. Yayınevinde çalışan Sait: “Sâmiha Ayverdi diye bir yazar vardır. O, kitaplarının telif haklarını almaz, ihtiyacı olanlara verir.” diyor. Hiçbir zaman parası olmazdı, yani onun geliri on misline çıksa yine parası olmayacaktı. Ken’an Rifâî, adından da anlaşılacağı üzere Rifâî tarikatına mensuptur. Mevlevilik, Şâzelilik tarafı da vardır. Ve bir öğretmendir. Devrinde hem dedikodusunun hem de takdir edenlerin çok olduğu, çok değişik tipte bir münevver adamdır. Mükemmel derecede Arapçası ve Farsçası olan bir kimsedir. Pîr Ahmed er-Rifâî’nin Sâmiha Anne’den duyduğum şöyle bir sözü var: “Bizim yolumuz üç şey üzerine kurulmuştur: İstemeyiz, reddetmeyiz, biriktirmeyiz.” Yani kimseden bir şey istemeyiz ama biri gelir bir şey verirse reddetmeyiz ve biriktirmeyiz ihtiyaç sahiplerine veririz. Sâmiha Anne de böyleydi. Kimseden bir şey istememiş, kimseye minnet etmemiştir. Ken’an Rifâî Hazretleri vefat ettikten sonra Sâmiha Ayverdi bana “Ken’an Rifâî ve Yirminci Asrın Işığında Müslümanlık” kitabı gönlüme düştü demişti. Üç hanım arkadaşıyla bu kitabı yazdılar. Bu sayede Ken’an Rifâî unutulmaktan kurtuldu. Yenikapı Mevlevihanesi şeyhi Abdulbaki Efendi, Bahariye Mevlevihanesi şeyhi ve hatta çok iyi yazarlar unutulurken, Ken’an Rifâî unutulmadı. “Şüphesiz ki, Allah her yüzyılın başında bu ümmete dinî işlerini yenileyecek bir müceddid gönderecektir.” şeklinde bir hadisi şerif vardır. Yani dinin üzerini kaplayan toz zerrelerini silip, aslını ortaya çıkaran biri gelir. Ken’an Rifâî böyle bir insandı. Çok güzel bir tesadüf ki Sokrates hep konuşan bir adamdır ama Sokrates’i Eflatun yazmıştır. Eflatun olmasaydı, Sokrates meçhul olacaktı. İşte, Ken’an Rifâî ile Sâmiha Ayverdi de birbirini böyle tamamlamıştır. Sâmiha Ayverdi’nin “Peygamber Ahlâkı” diye küçük bir risalesi vardı. Sâmiha Ayverdi orada ne yazıyorsa öyle bir insandır. Bu yüzden insanla42

Gri Edebiyat

rın üzerinde çok büyük tesirler bırakır. Birçok kimse ona bütün bağları ile bağlanmıştır, ona hayatını vakfetmiştir. Allah onlardan razı olsun. Çoğu rahmetli oldu. Sâmiha Ayverdi, çok müşfik, sevgi dolu bir insandı. Kuşu, kediyi, köpeği, her şeyi seviyordu. Eskiden İstanbulluların yazlığa gitmek gibi bir âdeti vardı. Sâmiha Hanım’ın ağabeyi, annesi ve kendisi büyük bir aile olarak beraber oturuyorlardı. Evinin emektarları vardı. Genç yaşta gelmiş, evin bir ferdi gibi artık orada yaşayan ve evin hizmetlerini de yapan kimselerdi. Hep birlikte sofraya otururlardı. Hizmet edenleri ayırmazdı. Mesela bu hizmetlilerden Hayriye isminde biri vardı. Sâmiha Anne, ona Hayriye abla derdi. Hayriye ablaya hiçbir iş yaptırmaz, her sabah eldivenleriyle kendi odasının tozunu kendisi alırdı. Sâmiha Anne çok mütevazı bir insandı. Tekrar kitaplara dönelim. Kendisine roman yazmayı neden bıraktığını sorduğumda, “İçtimai hadiseler o kadar ağır bastı ki, başka şeyler yazmak mecburiyetinde kaldım.” demişti. Bir daha da roman yazmadı. O sırada İstanbul Fetih Cemiyeti kuruldu. Sâmiha Ayverdi ve ağabeyi Ekrem Ayverdi de kurucularındandı. Fetih Cemiyeti’nin kurulmasının sebebi 1953 yılının İstanbul’un Fethi’nin 500. yıl dönümü olmasıydı. Abdülhak Şinasi Hisar ve


birçok yazar da derneğin danışmanı veya üyesi olarak yer alıyordu. Fakat son dakikada Menderes hükümeti Yunanlı dostlarımızı gücendirmeyelim diyerek böyle bir faaliyetin yapılmasını istemiyor. Yani büyük kutlamalar yapılmasını desteklemiyor. O hâlde daha kalıcı olması sebebiyle kitap yazmaya karar veriliyor. İstanbul ile ilgili konular paylaşılıyor. Ekrem Bey de Fâtih devri mimarisini yazmayı üzerine alıyor. Kendisinden 6 yaş küçük olan Sâmiha Ayverdi ise “Edebî ve Manevî Dünyâsı İçinde Fâtih” diye bir kitaba başlıyor. Hatta bazı mektuplarında zamanın çok dar olduğunu, yeterince araştırma yapamadığını, filân tarihte bitmesi gerektiği için çok sıkıştığını anlatıyor. Başkaları da yazıyor ama onlar kaybolup gitti. Ekrem Bey, ilk defa Fatih devrinde yapılmış olan cami, han, hamam gibi eserlerin nerede olduğunu tespit ederek Türkiye içinde teker teker hepsinin rölövesini yapıyor. Yani eserlerin planlarını tekrar çiziyor, fotoğraflarını çekiyor, kitabelerini okuyor. Bunların hepsiyle ortaya büyük bir eser çıkarıyor. Kız kardeşi de Fâtih’in derûnî hayatı ve şiirleri ile onun iç dünyasını anlatan bir kitap yazıyor. Üç tane Ayverdi vardır. Biri Sâmiha Ayverdi, bir diğeri ağabeyi Ekrem Ayverdi, diğeri de Ekrem Bey’in hanımı İlhan Ayverdi. Bu şahısların üçü de hayatlarını hizmete vakfetmiş kimselerdi. Tanpınar’ın tam hatırlayamadığım bir eserinde; “Bir insanın tıpkı yanıp tükenen bir mum gibi bütün ömrünü bir ideal uğruna sarf etmesi ne güzel bir şeydir.” şeklinde bir cümle vardır. İşte bu insanlar böyleydi. Ekrem Bey, 1950’ye kadar müteahhitlik ve tarihi eser restorasyonu yapan, İstanbul’da tanınmış, işinde çok dürüst olan, işini mutlaka vaktinde yapan hayırsever bir adamdı. Ayasofya’dan tutun da 10 sene Topkapı Sarayı’nın restorasyonunu yapmış birisiydi. Üç Şerefeli Camii gibi birçok cami ve medreseyi de restore etmiştir. Eski yazıyı çok iyi okuyordu. Eski adamların emsali yoktur. Mesleğinin zirvesindeyken, 1950 yılında işini bıraktı ve kitap yazmaya başladı. Tam 30 sene sonra, yani 80 küsur yaşına gelince artık benden geçti dedi ve Ekrem Bey tekrar geri döndü. Bu defa Osmanlı mimarisinin başlangıcından Fâtih’e gelene kadar tekrar gözden geçirdi. İlhan Hanım ve birkaç genç mimar ile eserleri yerinde görerek tekrar yazdı ve bir arşiv çıkarttı.

Bir gün İlhan Hanım, Sâmiha Annemize geliyor ve “Efendim, size bir şey söyleyeceğim.” diyor. Sâmiha Anne de bir kâğıt uzatıyor kendisine ve bu mu diye soruyor. Kâğıtta, bir lügat hazırlayalım yazıyor. İlhan Hanım evet diyor. Bu şekilde Kubbealtı lügati dediğimiz, içerisinde 100 küsur bin kelime olan ve misalli bir lügat ortaya çıktı. Diğer lügatlerde yalnızca kelimenin hangi manada olduğu verilirken bu lügatte kullanım şekliyle birlikte verilmiştir. Mesela Evliya Çelebi’de veya Fuzuli’de kelimenin nasıl geçtiği verilmiştir. Çok büyük bir emek ile hazırlandı ve bir 30 sene de orada gitmiş oldu. Sâmiha Ayverdi ise daha önceden başladı ve vefatına kadar devam etti. Üç Ayverdi de insan için birbirinden mühim hizmetler verdi. Allah razı olsun, hizmetleri hâzır olsun. Sâmiha Annenin narin bir yapısı olduğu için hastalıkları oluyordu. Tarih kitabını yazarken bir bel ağrısı vardı. Masanın başına oturup biraz yazıyor, ağrı gelince uzanıyordu. 10 dakika ya da 15 dakika dinlendikten sonra tekrar kalkıyor ve yazmaya devam ediyordu. Kitabının bir kısmını bu şekilde yazmıştı. Demek istediğim vaktini hiç israf etmeyen bir insandı. Bu arada etrafına gençler teşekkül ediyor, onlara zaman ayırıyordu. Manisa’daki yurt bilgisi dersine gelen öğretmenimiz, aynı zamanda bir ressamdı, meğer Manisa

Üsküdar’dan İz Bırakanlar

43


tarihini yazan adammış. Mehmet Çağatay Uluçay ile İbrahim Gökçe yazmış. Ben onun talebesiyim ama bilmiyordum ve bu adam beni Manisa’da gezdirmedi. Manisalı bir genç olmama rağmen bende ve arkadaşlarımda hiçbir merak uyanmamıştı. Bana bir gün Manisa’nın ne olduğunu, nasıl bir yer olduğunu anlatabilirdi. Ama anlatmadı, hiçbirinin aklına gelmemişti. Yaklaşık 10 öğrenciydik ve Sâmiha Anne bizim eksikliklerimizi biliyordu. Bir miktar dini bilgi haricinde hiçbir şey bilmiyorduk. Onun için bize dersler yaptı. Ken’an Rifâî’nin dervişlerinden Mehmed Dede, beyaz sakallı, bizim yaşlı sandığımız ama aslında daha 65 yaşını doldurmamış bir adamdı. Sâmiha Anne bize “Mehmed Dede’ye benden selam söyleyin, size Kur’an sohbeti yapsın.” dedi. O insanlar, Sâmiha Hanımın ne kadar büyük hizmetler yaptığını bilirdi. Ben kime ondan bir haber götürsem, hepsi baş üstüne derlerdi. Biz cumartesi günleri Mehmed Dede’nin sohbetlerine gitmeye başladık. Daha sonra bize çok büyük bir müzikolog ve neyzen olan Halil Can Bey musiki dersi verdi. Ayrıca hoca bizim ayağımıza geliyordu. Eski tarikat kültürü alalım diye Sâmiha Ayverdi’nin tanıdığı olan Şeyh Raşit Efendi bize ders vermeye geliyordu. Hocamız Kartal’da tapu kadastro müdürüydü. Evi ise Erenköy’deydi. Kartal’dan trene biniyor, Haydarpaşa’da iniyor. Vapurla karşıya geçiyor, Eminönü’nden tramvaya binip Fatih’e eve geliyor. Bize ders veriyor ve bir de bu kadar yolu geri dönüyor. Aslında talebe, hocanın ayağına gider. İşte Sâmiha Anne bize böyle imkânlar hazırladı. Sâmiha Hanım’ın evinde ayda bir toplantı yapılırdı. Bu toplantılarda eski zaman dediğimiz adamlar ve bir de yeni zaman dediğimiz bizler vardık. Niyazi Sayın, Ulvi Erguner, Halil Can Bey, o devrin hafızları ve 6 tane şeyh geliyordu. Çok kültürlü adamlardı. Orada hem musiki hem de sohbet oluyordu. Ayrıca Ken’an Rifâî’nin eski talebelerini tanıdık. Bu insanlar inanılmaz derecede başka bir dünyadan inmiş gibiydiler. Üniversite falan da okumamışlar ve arif, kibar, zarif, inanılmaz insanlardı. Sâmiha Anne bizim yetişmemiz için ne lazımsa yaptı. Ayrıca kendi sohbetleri de vardı. Hiç kimseyi kapısından çevirmezdi. Herkesle görüşürdü. Kendisine

44

Gri Edebiyat

devamlı mektup gelirdi ve muhakkak her mektuba cevap verirdi. Mektuplarla ilgili şu anda 8 kitap var. Aslında en az 28 tane daha çıkar ama gönderdiği mektupların çoğu temin edilemedi. Tahminen, mübalağa değil, 6-7 bin mektup yazdı. Ne kadar meşgul olduğunu bildiğim için İstanbul’da bulunmadığım zamanlarda mektup yazmak istesem de mektup Allah’ın selamı gibidir diyerek cevap vereceğini de bildiğim için mektup yazmazdım. Bunun için çok az yazdım. Her yerden mektup geliyordu. Bu mektuplar hapishanede yatan bir mahkûmdan, bir profesörden, bir hocadan ya da bir talebeden gelirdi. Her sınıftan insan vardı. Bazen arkadaşlarla bu kadar eseri bu zamana nasıl sığdırabildi diye konuşuyoruz çünkü bu inanılmaz bir şeydir. Gözümüzle görmesek inanmayacağız. Zamanını ziyan etmezdi. Bizler arkadaşlarla böyle konuşurken içimize bir hasret düşüyor. Gözlerimiz sulanıyor, ağlamaklı oluyoruz. İnanamıyoruz, gözümüz ile gördüğümüz halde inanamıyoruz. Bizde bir sürü emeği var, bu sebeple ben ve arkadaşlarım kendimizi borçlu hissediyoruz. Ayrıca Sâmiha Anne sayesinde Semâ öğrendim. Semâ’ya çıkmak denir. Diğer arkadaşlarımdan sanatkâr olanlar vardı. Mesela Yusuf diye bir arkadaşımız var, o şimdi hasta olduğu için evden çıkamıyor, 19 yaşında Üsküdar Musiki Cemiyeti’nde hocalık yapıyordu. Dinçer diye bir arkadaşımız vardı, rahmetli oldu. Her sazı yapıyor, her sazı çalıyordu. İki tane arkadaşımız Kütahyalı mimar ve neyzendi. Biz semazenler ve neyzenlerle beraber 11 kişilik bir grup olduk. Her biri Sâmiha Ayverdi ekolündeydi. Bu heyet ile birlikte Konya’ya Şeb-i Arus Merasimleri’ne giderdik. Ancak Sâmiha Anne 1960’tan sonra gitmeyeceğiz dedi. Çünkü,


mektuplarında da anlatmıştır, artık bir karnaval havasına girmişti. Kaşık ekibi, kılıç kalkan, devlet tiyatrosu... Bir şey otantik olmalı, aslı neyse öyle olmalıdır. Sâmiha Ayverdi, “Bütün çocuklar benim çocuklarım, bütün meseleler de benim meselemdir.” derdi. Bize nasihatlerinde ve bana yazdığı mektuplarında da olduğu gibi “Bir meseleniz olmalı, bir davanız olmalı. Bir adam ne yapar diye kendinizi asla küçümsemeyin.” derdi. Ben Manisalı olduğum için Manisa tarzanını örnek almamızı söylerdi. Manisa tarzanı kıvırcık saçlı, atletik vücudu olan bir adamdı. Yatacak yeri yoktu. Manisa Kalesi’nde oda gibi bir yerde bir masanın üstünde üzerine gazete kâğıdı örterek uyurdu. Ancak bu adam binlerce ağaç dikti. Bir adam ne yapar demeyin diyerek bizi her zaman hizmete teşvik etti. Biz ona layık olabildik mi? Bu ayrı bir meseledir. O benim içimde bir acıdır. Siz daha iyi bilirsiniz Sâmiha Ayverdi yazları Çamlıca’daki köşklerine gidermiş. Ayrıca eserlerine bakınca ana konularından birinin de İstanbul olduğunu görüyoruz. Ayrıca bir İstanbul yazarı kimliği de var. Bu bağlamda genelde İstanbul’u, özelde ise Üsküdar’ı bize Sâmiha Ayverdi’nin ağzından anlatır mısınız? Ken’an Rifâî nereye giderse orada yazlık tutmuşlardı. Bu da ekseriyetle boğaz ve boğazın Anadolu Yakası olmuştur. O zamanlarda Münevver Ayaşlı’nın yalısında birlikte kalırlardı. Çocukluğu Üsküdar’da geçmiştir ama bağlantısı azdır. Daha çok Rumeli tarafında kaldılar. Bu insanların hassasiyeti, acıları çok fazlaydı çünkü İstanbul’un böyle berbat edildiğini görüyorlardı. Neleri kaybettik? Koskoca devletimizi kaybettik. Sonra dilimizi kaybettik. Ayverdi Türk’ün bir imanı var derdi. Tasavvuf anlayışı, din anlayışı vardı der, bize bunu anlatırdı. Eski bir medeniyet vardı: İstanbul medeniyeti. İstanbul medeniyetin bir merkezidir. Güzel bir şehirdir burası, her şeye rağmen güzel insanlar vardı, bunlar ahlaklıydı derdi. Bir gün Konya’ya ihtifal için gittiğimizde Ekrem Bey kış günü haydi şöyle bir yürüyelim dedi. Sâmiha Annemiz ile çıktık caddede yürüyoruz. Ekrem Bey bir lokantanın önünde durdu. Lokantanın ta-

belası şöyleydi: Restoran Memet. Ekrem Bey onu yüksek sesle okuyarak tepkisini gösterdi. Çünkü kendisi şöyle derdi: “Türkçeden bir kelime yok edildiği zaman sanki öz evladımı kaybetmişim gibi ıstırap duyuyorum.” Onlar bu facianın nerelere gideceğini biliyorlardı. Bugün Türkçe ile artık şiir söyleyemiyor, doğru düzgün roman bile yazamıyorsunuz. Özellikle felsefe alanında olmak üzere tercüme bile yapamıyorsunuz. Onların acıları çok büyüktü ancak biz onları tam anlayamadık. Ayverdiler yaptıklarıyla hem bize hem de Avrupalıya diyor ki: “Sen büyük bir medeniyet kuran bir milletin çocuklarısın.” Ve bazı insaflı Batılılar, çok az olmakla beraber, diyorlar ki: “Dünyada Türkler kadar imar yapan bir millet yoktur.” Bu üç büyük insan, eskiler böyle insanlara evliya der, Nazik Erik hocam çok hizmeti olan bir insandı. Sâmiha Ayverdi ile beraber bir gün Ankara’dan İstanbul’a dönerken, bir söz açıldı ve dedi ki: “Nazik Hanım benim nazarımda bir evliyadır. Lâkin evliya kuş gibi havada uçan, su üstünde yürüyen insan değildir. Evliya, Hakk için halka hizmet eden insandır.” Nitekim başka bir zattan duydum: “Evliyalar arasında da mertebeler vardır. Ama en üst mertebe hizmet makamıdır.” Peygamberler bütün bu çilelere, acılara, hakaretlere göğüs gererek insanlara hizmet ederdi. Ayverdi de öyleydi, hiç korkusu yoktu. Allah’tan korkan, kuldan korkmaz. Çok cesurdu ve iradesi gayet kuvvetliydi. Hiçbir işi yarım bırakmamıştır. Allah onlardan razı olsun, hizmetleri ümmete hâzır olsun. Teşekkür ederiz hocam. Allah razı olsun.

Röportajın videosunu izlemek için karekodu okutabilirsiniz: Ayrıca Youtube kanalımızdan da röportaj videosuna ulaşabilirsiniz: http://bit.ly/OzcanErgiydiren

Üsküdar’dan İz Bırakanlar

45


Makale

Üsküdarlı Hat, Ebru ve Kitap Sanatları Üstadı: Necmeddin Okyay Prof. M. Uğur DERMAN

“Lâle, karanfil, sümbül gibi çiçekleri aslına uygun şekilde ebru teknesinde resmetmeyi başardı. Bundan dolayı çiçekli ebrulara san’at çevrelerinde “Necmeddin Ebrusu” adı verildi.”

Üsküdar’ın Toygartepesi semtinde doğdu (28 Ocak 1883). Babası Üsküdar Mahkeme-i Şer’iyye başkâtibi ve Yeni Vâlide Camii imam hatibi Abdünnebî Efendi, annesi Binnaz Hanım’dır. Karagāzi mahalle mektebini bitirip Kasapzâde Hâfız Mehmed Efendi’den hıfza başladı. Ravza-i Terakki Mektebi’nde tahsilini sürdürürken, hocasının vefatı üzerine hıfzını bu mektebin hocası Hâfız Şükrü Efendi’den tamamladı. Mektebin hat muallimi Hasan Talat Bey’den rık’a, dîvanî, celî dîvanî yazılarını rüşdiye seviyesinde meşk ederek icazet aldı. Hasan Talat Bey, 1902 yılında onu Nuruosmaniye Medresesi’ndeki “yazı odası”na götürerek Filibeli (Bakkal) Hacı Arif Efendi’nin derslerine devam etmesini sağladı. Üsküdar İdâdîsi’ndeki tahsilinin ikinci yılında hat meşkıne gitmesine müsaade edilmeyince mektebi bıraktı. Bu sırada eline geçen bir ebru kâğıdı onu bu san’ata yönlendirdi. 1903 yılında Sultantepe’deki Özbekler Dergâhı şeyhi Edhem Efendi’ye devam ederek ondan ebru san’atını, kâğıt boyama ve âharlama usullerini, biraz da ince marangozluğu öğrendi. Ertesi yıl hocasının vefatının ardından ebruyu kendi gayretiyle ilerletti. Toygartepesi’nden komşusu olan Ressam Hoca Ali Rızâ Bey’den bu konuda renk zevkini geliştirdi.

46

Gri Edebiyat

Edhem Efendi’nin delâletiyle meşhur celî üstadı Sâmi Efendi’den ta’lîk hattını meşk edip 1905 yılında bu yazıdan, ertesi yıl da sülüs-nesih yazılarından icazet almaya hak kazandı. Bu arada Konyalı müderris Mehmed Vehbi Efendi’den is mürekkebi îmalini, Sultan Abdülaziz’in okçubaşısı Seyfeddin Bey’den kemankeşliği öğrendi. Kaptanpaşa Camii imamı Ahmed Nazîf Efendi’den aşere ve takrîb, Çinili Camii imamı Nuri Efendi’den ilmiye icazetnamelerini aldı. 1907’de babası vefat edince Yeni Valide Camii’nin ikinci imamlığı kendisine intikal etti. Daha sonra tayin edildiği birinci imamlık ve hatiplik vazifelerini 1947 yılına kadar sürdürdü. Necmeddin Efendi genç yaşlarından itibaren eski hat üstatlarının icazetnamelerini ve san’at hayatlarının muhtelif devrelerine ait örnekleri titizlikle toplamaya başladı. 1915’te hoca olarak davet edilip yanlışlıkla talebe kaydedildiği Medresetü’l-hattâtîn’de Hacı Kâmil Efendi’den (Akdik) sülüs hattını ilerletti, Tuğrakeş İsmail Hakkı Bey’den de (Altunbezer) celî sülüs ve tuğra meşk etti. Medresetü’l-hattâtîn’den diploma almasından iki yıl önce 22 Mayıs 1916’da ebru ve âhar muallimliğine tayin edildi. Yine aynı yıllarda Süleymaniye’deki Kanunî Sultan Süleyman Mektebi ile Bostancı ve


bile yay çekmeyi meraklılara heyecanla gösteren Necmeddin Efendi vakıf arazisi olan Okmeydanı’nın ilki 1920’de, ikincisi 1940’ta olmak üzere satışını Devlet Şûrası’na kadar takip ederek önledi. 1926’da Gülcü Şükrü Baba ve Tuğrakeş İsmail Hakkı Bey’in (Altunbezer) teşvikiyle Toygartepe’deki dört dönümlük bahçesinin bir bölümünü gül yetiştirmeye ayırarak 400 çeşit gül yetiştirdi. Katıldığı gülcülük müsabakalarında madalyalar kazandı. Bu zevkini 1950’li yıllara kadar sürdürdü. Şark Tezyînî San’atlar Mektebi’nin Güzel San’atlar Akademisi’ne Türk Tezyînî San’atları Şubesi adıyla bağlanmasının (1936) ardından muallimlik hizmetine burada da devam etti. Ocak 1948’de emekliye ayrıldıktan sonra san’at faaliyetlerini daha ziyade evinde öğrencileriyle çalışarak ve isteyenlere levhalar yazarak sürdürdü. Erenköy mekteplerinde rik’a yazısını öğretti. Medresetü’l-hattâtîn’deki hocalığı sırasında yazılı ebru denilen tarzı ve çiçekli ebruyu buldu. Lâle, karanfil, sümbül gibi çiçekleri aslına uygun şekilde ebru teknesinde resmetmeyi başardı. Bundan dolayı çiçekli ebrulara san’at çevrelerinde “Necmeddin Ebrusu” adı verildi. Medresetü’l-hattâtîn’in 1925’te Hattat Mektebi, 1929’da Şark Tezyînî San’atlar Mektebi ismiyle devamında da öğretim vazifesini sürdürdü. Bu arada hat ve kitap san’atlarına dair tabir ve ıstılahları başta Bahaddin Efendi (Tokatlıoğlu) olmak üzere eski üstatlardan tesbit etme yolunda çalışmalara başladı. Celâl Esat Arseven’in San’at Ansiklopedisi’ne ve Mehmet Zeki Pakalın’ın Osmanlı Tarih Deyimleri ve Terimleri Sözlüğü’ne bu konularda şifahî kaynaklık etti. 1925’te eski bir mücellit terekesinden eline kadîm tarzda cilt kalıplarının geçmesiyle mücellitliğe heves eden Necmeddin Efendi, Bahaddin Efendi’nin yardımıyla bu meslekte de kendini geliştirdi. Elindeki eski kapların tamiri dışında yeni cilt kalıpları elde etmek için galvanoplasti metodunu öğrendi ve bu sahada da başarılı oldu, 1926 yılından itibaren kadîm tarzda kitap kapları ve deriden yazı çerçeveleri îmal etti. 1930’ların son birkaç yılında saray kütüphanesindeki tamire muhtaç kıymetli kitapların cilt bakımını yapmaya memur edildi. Okçuluğa olan sevgisini soyadı kanunu çıktığında Okyay soyadını alarak ispatlayan ve yaşlı hâlinde

Hattat Mehmed Şevki Efendi Kastamonu’nun Seydîler (Seyyidler) köyünde doğdu. Üç yaşında İstanbul’a gelen Şevki Efendi, dayısı Mehmed Hulûsî Efendi (ö. 1291-1874)’den sülüs ve nesih yazılarını meşkederek 12 yaşında icâzetini aldı. “Bana yazıyı rüyâ âleminde öğrettiler.” demesi, elde ettiği başarının Allah’tan olduğunun açık ifâdesidir. 2. Abdülhamid’in şehzâdelerine yazı hocalığı yaptı. Sülüs ve nesih yazılarına en güzel nisbetlerle son şeklini vermiş, bütün İslâm dünyâsında benimsenen kendi üslûbunu ortaya koymuştur. 13 Şaban 1304’de (7 Mayıs 1887) vefat etti. Dostlarının ve yerli yabancı san’at severlerin uğrak yeri olan evi âdeta bir kültür ve san’at merkeziydi. Çok cepheli oluşundan dolayı hocası Edhem Efendi gibi “hezarfen” lakabıyla anılan Necmeddin Okyay’ın önemli bir meziyeti de imzasız hüsn-i hat eserlerinin kime ait olduğunu büyük bir isabetle tayin edebilmesiydi. Şeyh Hamdullah, Hâfız Osman, İsmail Zühdü, Mustafa Rakım, Kazasker Mustafa İzzet, Mehmed Şevki ve Sami gibi hayranı olduğu üstatların hatlarını yazdıkları yılı da bazan aynen, bazan küçük bir farkla söyleyebilirdi. Bunu zekâ Üsküdar’dan İz Bırakanlar

47


“Gözlerine ârız olan glokom hastalığı, son yıllarında hüsn-i hat seyrinden kendisini mahrum bırakmakla beraber ziyaretine gelen sevenlerine birikimlerini aktararak bahtiyar olurdu.” 5 Ocak 1976 tarihinde Haydarpaşa Numune Hastanesi’nde vefat eden Okyay ertesi günü, kırk yıl imamlık yaptığı Yeni Valide Camii’nde öğle namazını müteakip kılınan cenaze namazından sonra Karacaahmed’deki aile kabristanına defnedildi. Hocası Sâmi Efendi’nin tavsiyesi üzerine daha ziyade ta’lîk hattına yönelmiş, eserlerini o yolda vermiştir. Sınırlı sayıda sülüs ve celî sülüs levhaları da vardır. Ta’lîk ve celî ta’lîk eserlerine, bir kısmı kendi ebrularıyla bezenmiş olarak müze ve özel koleksiyonlarda rastlamak mümkündür. Altmış sene içinde oluşturduğu koleksiyonunun büyük bölümü 1960 yılında Topkapı Sarayı Müzesi’ne intikal etmiş, metrûkâtı ise 1977’de Türk ve İslâm Eserleri Müzesi ile Türkpetrol Vakfı’nda toplanmıştır.

ve hâfızasına olduğu kadar gördüğü eserleri tedkik edişine ve her hattatın yazı karakterini zihnine kaydedişine borçlu olduğunu belirtirdi. Okyay’ın bir başka hususiyeti de Osmanlı topraklarında yaşayan muhtelif halkların konuştuğu Türkçeyi lehçe farklarıyla taklit edebilmesiydi. Kur’an-ı Kerîm’i “Üsküdar ağzı” ile tiz perdeden okuyuşuyla tanınır, mûsıkî tahsil etmediği halde tabii makam seyriyle okuması erbabınca çok takdir edilirdi. Hadiseler karşısında ebcedle irticalen tarih düşürür, tarih düşürmek için çaba sarf ettiği takdirde muvaffak olamadığını söylerdi. Gözlerine ârız olan glokom hastalığı, son yıllarında hüsn-i hat seyrinden kendisini mahrum bırakmakla beraber ziyaretine gelen sevenlerine birikimlerini aktararak bahtiyar olurdu.

48

Gri Edebiyat

Güzel San’atlar Akademisi’nden ayrılırken eski personel kanununa tâbi oldukları için emekli maaşı alamayan birkaç hoca arasında yer alan Okyay, her ay 178 Türk lirası karşılığında bir eserini akademiye vermeye başlamış, bunu sürdürebildiği 1960 yılı sonuna kadar 150’nin üzerinde yazısı Güzel San’atlar Akademisi’nde toplanmıştır. Bu yazıların bir kısmı mezuniyet ödevi olarak öğrencilere tezhip ettirilmiş olup hâlen Resim ve Heykel Müzesi koleksiyonundadır. Okyay’ın hem celî ta’lik hem de Latin harfleriyle yazdığı tek bina kitabesi Çemberlitaş’taki Piyer Loti’nin evi üzerindedir. Yazdığı mezar kitabeleri de vardır. A. Süheyl Ünver, Topkapı Sarayı Müzesi Müdür Muavini Lütfi Bey, Ressam Şefik Bursalı, Muhsin Demironat, Rikkat Kunt, Feyzullah Dayıgil, Emin Barın, Kerim Silivrili, oğulları Nebih, Sami ve Sâcid, yeğeni Mustafa Düzgünman, Ali Alparslan, Mes’ud Kacaralp, Bekir Pekten, Numan Batur ve Uğur Derman, Okyay’ın muhtelif dallarda yetiştirdikleri arasında zikredilebilir.


Makale

Üsküdar’ın Mimarı veya Üsküdarlı Mimar: Mimar Sinan

Zafer SÖGÜT / zfrsgt

Okuyucu isen değerlere sahipsin demektir. Hele de bir dergiyi eline almışsan bazı değerleri paylaşma şansımız var demektir. Bu yazı iki değeri bir araya getirme çabası için kaleme alınmıştır. Yürek işçisi olarak bu çabaya birkaç kürek de sen atmak -bir medeniyet inşa etmek- istersen haydi gel Sinan’ı ve Üsküdar’ı konuşalım. Durduk yere iki ayrı kavramı bir araya getirmek, sınırları zorlamak belki ilmî ortamlarda gereksiz bir gerginlik olarak nitelendirilebilir. Anlamak için ortaya konulan çaba olmak için imkânlar demekse bu riski göze almaya değer. Hele bir de senin gibi bir yürek işçisi yoldaş olmuşsa, bu anlam yolculuğuna zaten o zaman hedefe ulaşılamazsa da maksat hâsıl olmuş demektir. “Görmezden gelinemeyen kavramları” temel kavram ilan ettikten sonra başlayalım zihnimizde bir huzur şehri inşa etmeye. Kadim olsun ama huzur koksun. Mutluluğu yürürken hissettiğimiz sokakları esenlik duyguları üzerine bina edelim. Bir anlamı olsun içinde hüznü olan köşe başları olan. Mekke toprağı sayılan, içinde Kudüs özlemi olan bir iç dünya inşa edelim. Böyle bir dünya inşa edebilmek için ancak Üsküdar örnek alınabilir ve sadece Mimar Sinan gibi bir dahi böyle bir dünya inşa edebilir. Hiç baktın mı Süleymaniye’den Üsküdar’a? Bu tecrübe yaşanmadan Sinan ile Üsküdar arasındaki bağ anlaşılamaz! Bu bakış noktasını tecrübe edenler şunu fark edecektir; insanın iç yolcuğunda fark ettiği ne varsa Süleymaniye ile Üsküdar arasında da o ilişki var-

dır. İstanbul fethedilmesi gereken bir değerdir ve o değerin dışarıda kalmış en nadide parçasıdır Üsküdar. Bugün İstanbul’u işgal etmiş tüm çarpık beton yığınlarını bir silsek kafamızdan ve bir Üsküdar’dan bakabilsek Süleymaniye’ye, o zaman Süleymaniye’nin ne kadar olması gerektiği yere yerleştirildiğini anlarız. Bir de Süleymaniye’den bakabilsek tüm Asya kıtasına... Muhtemelen Sinan, bu tepeyi seçerken Asya’dan getirilen o tüm kültürel mirası önce Üsküdar’da bir özüt olarak gördü ve onu sur içine aktardı. Bir bileziği tam kilitlemek için takılan bir bağ ile bağladı; iki kıtayı, iki medeniyeti birbirine. Sinan; mimar, şehir planlamacısı, mühendis, şehir tasarımcısı, lojistik uzmanı bana sorarsanız aynı zamanda şehirler üzerine imzasını atan bir ressamdır. Yaptığı eserlerin üzerinden 500 yıl geçmiş olmasına rağmen bu eserlerin 120’den fazlası hâlâ kullanılıyorsa o sanatçı ancak Sinan olabilir. Mimar Sinan’ın İstanbul’da 200’den fazla eseri var. 50 yıl mimar başı olarak görev yapan Koca Sinan’ın bilinen 450 eseri var. Sinan bin Abdulmennan’a neden mi Koca Sinan deniyor? 48 yaşında mimar başı olup 83 yaşında Selimiye’yi yaptığı için “Koca Sinan”... Madem kendisi hakkında bilgi vermemiz gerekiyor; o zaman şu acıyı hissederek özel sayılabilecek birkaç bilgiyi paylaşalım, herhangi bir zamanda herhangi bir çalışma için yani bir sebepten mezarı açılarak kafatası incelemek üzere çıkarılıp bir daha türbesine konulmayan Sinan, 1491 öncesi Kayseri’nin Ağırnas köyünde doğmuştur. Osmanlı ordusunun bir neferi olarak

Üsküdar’dan İz Bırakanlar

49


Fotoğraf: Kübra Nur Duman birçok sefere katılıp 1521’den başlayarak Belgrad, Rodos, Mohaç, Irak, Bağdat başta olmak üzere 1538’e kadar üç kıtada incelemelerde bulunmuştur. 1584’te hacca gittiğinde 100’lü yaşlarındadır ve 1588’de vefat etmiştir. Eşi Mihri Hanım’dır. Oğlu Mehmet Bey, şehîddir. İki kız, iki torun sahibi olarak geride mal varlığı olarak; 18 ev, 38 dükkân, kayıkhane su yolu, değirmen ve 300.000 akçe vakfetmiş. Döneminin en büyük mimarı, dünyada yapılmış birçok mimari yapıyı görmüş incelemiş, üç kıtayı gezmiş bir mimar olarak Sinan, en özel eserlerini yani Şehzade, Süleymaniye ve Selimiye camilerini 50-60-80’li yaşlarında vermiştir. Böyle bir ustanın Üsküdar’a eser vermemesi düşünülemezdi. Çünkü Üsküdar camilerini incelediğinizde dünyanın hiçbir yerinde bulamayacağınız bir açık hava müzesi gibidir. Cami mimarisinin tarihte nasıl geliştiğini görmek isterseniz Üsküdar’ı gezmeniz yeterlidir. Tüm Osmanlı tarihi boyunca yapılmış cami plan tiplerinin birer örneğini görürsünüz. İslâm medeniyetinin sivil toplum örgütü sayabileceğimiz dergâhlar da Üsküdar’da birer sosyolojik gerçeklik olarak önümüzde durmaktadır. İstanbul’un en büyük mezar alanında yani Karacaahmet Mezarlığı’nda eşi benzeri olmayan mezar taşları, bizi taş işçiliğinde ne kadar başarılı ürünler verdiğimizin bir göstergesi olarak yine Üsküdar’da araştırma yapmaya sevk ediyor. Bu alanlar sadece İslâm medeniyetinin önemli isimlerini misafir etmiyor. Üsküdar’da yer alan Musevi Mezarlığı, Rum, Ermeni, İngiliz mezarlık alanları ebedî istirahatgâh olarak Üsküdar’ın seçilmiş olmasın-

50

Gri Edebiyat

daki tercihi de belirtiyor. İstanbul’un Anadolu’ya açılan kapısının karşılanması ve uğurlanmasını 120’den fazla çeşme ile süslemiş bir medeniyet, bu toprak parçasını Mekke toprağı sayarak onu uhrevi bir ortam olarak tanımlıyor. Bu manevi ortam Üsküdar’ı hanım sultan külliyeleri ile dolu bir şehre dönüştürmesi olarak da algılanmalıdır. Manzarası için onlarca seyyahın methiyeler düzdüğü bir şehri tabii ki onlarca padişah sarayları için uygun mekân olarak görüp vakitlerini burada geçireceklerdi. Üsküdar’ı uzun uzun düşünmek onun ne kadar değerli bir semt olduğunu keşfetmek zihnimizi biraz zorlasa da şu soruyu akla getiriyor: Acaba Mimar Sinan en önem verdiği eseri Selimiye Camii’ni neden Üsküdar’a inşa etmemiştir? Acaba padişaha böyle bir teklifle gidilmiş midir? Bugünkü Üsküdar’a bakınca uygun boşluk olmadığı gibi bahaneler veya o zamanki stratejik durumlar buna el vermemiş olabilir. Ama zaman içinde başka bir Selim’in Üsküdar’a bir padişah camii hediye etmiş olması Üsküdar’ın güzelliğine bir güzellik katmış olmalı. Üsküdar’ı ve Sinan’ı konu eden bir yazıda olmayanı gündem etmek yerine Sinan ve Üsküdar’ı yani Sinan’ın Üsküdar’a attığı imzaları konu edelim. Sinan Üsküdar’da; Atik Valide Külliyesi’ni, Mihrimah Sultan Külliyesi’ni, Şemsi Ahmet Paşa Külliyesi’ni, Valide Sultan Hamamı’nı ve Hacı Ahmet Paşa Türbesi’ni inşa etmiştir. İskele Camii diye bilinen Mihrimah Sultan Camii; çifte revak sisteminin İstanbul’daki ilk örneklerindendir. Caminin dış görünüşünü oluşturan bölümlerle beş kubbeli son cemaat revağı, ikinci bir revakla caminin üç tarafından kuşatılır. Geniş saçakların revak eteklerini daha aşağıya indirmesi, eğimli çatının yüzeyini belirgin ölçüde öne almıştır. Denizden gelebilecek rüzgâr etkisini binaya zarar vermekten koruduğu düşünülebilir. Geniş çatı görüntüsü arkasına yerleştirilen cami ana kütlesi, merkezi kubbe etrafına üç yarım kubbeyle hareketlendirilmiştir. İki adet tek şerefeli minarenin gözlerimizi üst noktaya taşıdığı tasarım, yapının arkasında yer alan tepe ile bir bağ oluşturmaktadır. Caminin kuzeyde bir cümle kapısı bulunur. İç mekân, merkezi kubbe dört adet pandantif üzerine oturtulmuştur. Yarım kubbeler ve köşelerde


oluşan boşluklara yerleştirilen küçük kubbelerle üst örtü bütünlüğü sağlanmıştır. Müezzin mahfili, dışa çıkıntı yapar ve yedi ince mermer sütunla taşınır. Kubbe 11,40 metre çapında 24,20 metre yüksekliğinde olup dışarıdan kurşunla kaplanmıştır. Yapı tamamen kesme küfeki taşından inşa edilmiş caminin örtü sisteminde, tuğla kullanılmıştır. Pencere sayısı az tutulmuştur. Çini kaplamalarında az olan caminin karanlık bir iç mekân etkisi olduğunu söyleyebiliriz. Pencerelerin üzerindeki renkli camlarla içeri süzülen ışığın, iç mekânı renklendirmiş olması, “güneş ile ay” anlamına gelen Mihrimah’ın ismine bir atıf olarak algılanabilir. Mihrimah Sultan Medresesi, caminin doğusunda yer alır. Dikdörtgen avlunun etrafına, U planlı medrese odaları sıralanmıştır. On altı hücreli medresede hücreler, revaklı avlunun iki geniş kenarına yerleştirilmiştir. Kesme küfeki taşından inşa edilen yapının örtü sisteminde, tuğla kullanılmıştır. Üst örtü dışarıdan tamamen kurşunla kaplanmıştır.

“İnsanın iç yolcuğunda fark ettiği ne varsa Süleymaniye ile Üsküdar arasında da o ilişki vardır. İstanbul fethedilmesi gereken bir değerdir ve o değerin dışarıda kalmış en nadide parçasıdır Üsküdar.” Mihrimah Sultan Sıbyan Mektebi, külliyenin güneyinde bulunur. Dikdörtgen planlı sıbyan mektebinin üzeri iki adet kubbeyle örtülüdür. Bazı kaynaklarda, 1913 yılında mektepte muhacir ailelerin kaldığı belirtilir. Rüstem Paşa’nın kardeşi, Kaptan-ı Derya Sinan Paşa’nın mezarı cami haziresinde ziyaret edilmesi gereken bir mezardır. Sandukası yeşil somaki, baş ve ayak taşları beyaz mermerdendir. Şemsi Paşa Külliyesi Şemsi Paşa Külliyesi’ni konu etmeden Sinan’ın bu yapıda minimize ettiği bir eser olarak ne mesaj vermeye çalıştığını anlamalıyız. Şemsi Paşa ile diğer devasa yapılar arasındaki büyüklük farkı; yapının ölçüleri ile değil zihinde bıraktığı etkideki büyüklüğün önemli olduğu vurgulanmaktadır. O

Fotoğraf: Kübra Nur Duman yıllarda batılı bir ressamın Rönesans boyunca elde ettiği tecrübe gereği perspektifi kullanması ve bu yeteneğinin ayırıcı bir özellik olması sanat için önemli bir sıçramadır. Bu bilgi yani perspektif kullanımı bir mimarın zihninde olabilir mi ve bunu denemiş midir? Yani bir ressamın tuvale yansıttığı bir teknik bilgi, bir mimar tarafından bir şehre yerleştirilmiştir. Üsküdar’ın herhangi bir noktasından can evine yani sur içine bakmayı seçerseniz Şemsi Paşa’nın durduğu yerin ve yapım ölçülerinin ne kadar önemli olduğunu görürsünüz. Bakış hedefi sur içi olunca sur içinin özlemi Üsküdar’dan başlar. Minimalize edilmiş bir külliye yani Şemsi Paşa Külliyesi taşıdığı sembolle yani minare ve kubbe ile İstanbul’un içinde yer edinen bu medeniyeti dışarıdan bir gözle de ancak bu kavramla yani tevhid ile anlaşılması gerektiğini bize anlatır. Tabii bugün külliyenin yanındaki radar kulesi bu kadar yakında olmasa idi... Yapı; cami, medrese ve türbeden oluşur. Külliyenin Topkapı Sarayı’nın tam karşısı olan bir bölgede inşa edilmiş olması, yapının anlam değerini artırmaktadır. Küçük bir yapı olarak algılanan külliyenin, mimariyi doğal çevreyle organik biçimde kaynaştıran Sinan’ın estetik yönünü vurgulamaktadır. Sinan cami ve türbeyi kıble yönüne doğru yerleştirirken, medresenin kıyıya konumlanan bir kolunu kısa tutarak, boğazın manzarasına açılan, L planlı asimetrik bir yapı ortaya çıkmıştır. 8x8 metre boyutlarındaki caminin 8,20 metre çapındaki kubbesi dört köşesinde dört yarım kubbe ile örtülmüştür. Türbede olduğu gibi, kesme küfeki taşından inşa edilen yapının örtü sisteminde tuğla kullanılmıştır.

Üsküdar’dan İz Bırakanlar

51


Fotoğraf: Kübra Nur Duman Medrese bir adet dershane odası ve on iki adet hücreden oluşur. Kesme küfeki taşından inşa edilen cami ve türbenin aksine, medrese taş ve tuğladan inşa edilmiştir. Yapının ortalama duvar kalınlığı 80 cm’dir. Bugün kütüphane olarak kullanılması Üsküdarlılar için büyük bir nimet sayılabilir. Bahçesinde boğaz olan bir ortamda kitap okumanın zevkini başka ne verebilir ki. Şemsi Ahmet Paşa’nın türbesi, camiye bitişik olarak, caminin iç mekânının uzantısı olarak yapılmıştır. Kesme küfeki taşından inşa edilen yapının örtü sisteminde tuğla kullanılmıştır. Çevresi külliye duvarlarıyla sınırlandırılmış doğu köşede yer alan küçük hazirede, çoğunluğu 18. yüzyıla ait mezarlar yer alır. Valide Sultan Hamamı Yeşil Direkli ve Büyük Hamam adıyla da bilinen eser, III. Murad’ın annesi Nurbanu Valide Sultan tarafından yaptırılmıştır. Çifte hamam tipinde inşa edilen yapı, Atik Valide Sultan Külliyesi’ne gelir getirmesi amacıyla yaptırılmıştı. Doğu-Batı doğrultusunda dikdörtgen bir alan üzerine yerleştirilen hamam, simetrik bir plana sahiptir. Atik Valide Külliyesi’nin camisinin kubbesi 12.70 metre çapında altıgen bir baldakendir. Avlu girişlerine çeşme yerleştirilmiştir. Üç yönde saçakla örtülü revak tasarımı Hattat Hasan Üsküdârî’ye ait olabilir. Mihrabta yer alan Ayet-el Kürsî etkileyicidir. 106 pencere vardır. Camiyi ziyarete gittiğimizde avludaki şadırvandan önce tarihi çınar ağaçları dikkat çekecektir. Üç yarım kubbeli bu camiden on yıl sonra dört yarım kubbeli Şehzade Camii’nin inşa edilmesi sonrasında iki yarım kubbeli planla Süleymaniye’nin yapılmış olması bu caminin önemini göstermektedir.1 1

52

Mülayim Selçuk, Sinan b. Memnan, s. 159 Gri Edebiyat

18 odalı medrese, imaret ve aşevi gibi yapıların yanında Atik Valide Külliyesi’nde Sinan’ın nadir yaptığı tekkelerden olan tekke binası dış dünya ile bağlantıyı azaltmak için dış duvarların mümkün olduğunca penceresiz olması istenmiş, tabii bu durum Üsküdar manzarası için olumsuz bir durum teşkil etmiş olmalıdır. Tarikat ruhunun binaya yansımasının sağlanması bakımından ince bir düşünceyi oluşturmuştur. Tekke ile beraber darüşşifa; içinde hamam tasarımı ve 14 birimlik hacmi ile şifa dağıtan bir mimari yapıya sahip olması önemlidir. Ayrıca darül kurra ve darül hadis binaları yani eğitim kurumlarının bir dönem cezaevi olarak kullanılması burada kalanların çektiği acılardan daha acı bir durumdur. Atik Valide’nin yapıldığı tarihten günümüze etkisinin büyüklüğünü görmek için hem cezaevinde hem de hastanede kalan ünlüleri görmek gerek. Akıl hastanesinde Neyzen Tevfik, Said Nursi ve Afife Jale misafir olurken; cezaevinde Necip Fazıl Kısakürek, Can Yücel, Nihal Atsız, Metin Oktay, Yılmaz Güney misafir olmuştur. Hacı Ahmet Paşa Türbesi Eskiden, Doğancılar Camii’nin yanında Sinan’ın yaptığı Hacı Paşa Mescid’i bulunuyordu. O dönemde bu cami ile birlikte eğitim için de bir mekân inşa edilmiş olmalı ama maalesef bugün yok. Sinan’ın yaptığı türbede Hacı Ahmet Paşa ile eşi ve iki çocuğunun da mezarları bulunmaktadır. Sekizgen planlı yapı Halit bin Velid’in soyundan gelen Hacı Ahmet Paşa’ya aittir. Mimar Sinan’ı Üsküdarlı yapma çabamızı beyhude bulanlar olabilir. Bu görüşte olan arkadaşları bilime yaslanmış bir zihne sahip oldukları için saygı ile karşılamakla beraber Koca Sinan ile bir medeniyet incisi arasındaki bağı fark edemedikleri için de bahtsız olarak nitelemek zorunda kalarak son sözümüzü söyleyelim. Bu aralar kafelerden geçilmeyen Üsküdar’da nerede gezindiğinin farkında olmayan gençlerin varlığı heyecan verici. Telefondan kafalarını kaldırıp Üsküdar’ı bir fark ederlerse ve Üsküdar onlara gülümserse o zaman tüm insanlık için yeni bir medeniyet başlayacaktır. Sinan’ı var eden o kadim medeniyet en az Sinan kadar yetenekli bu gençleri de tarihin altın sayfalarına yerleştirecektir. Yeter ki bizler Üsküdar’a baktığımızda Sinan’ı, Sinan’ın eserlerine baktığımızda o maneviyatı görebilelim.


Röportaj

Ayla Ağabegüm: Ben Üsküdar’ı Çiçek Kokularıyla Hatırlarım

Röportaj: Ecren Küçükler Merhaba Ayla Hanım, öncelikle sizi tanımak isteriz. Bize biraz kendinizden bahseder misiniz? Babam Elazığ/Harput’lu ama görevi dolayısıyla ben Bilecik’te doğdum. Ben üç yaşındayken Elazığ’a taşındık. İlkokulu, ortaokulu, liseyi Elazığ’da bitirdim. Elazığ için o zamanlar Şark’ın Paris’i derlerdi. Güzel bir şehir ve aynı zamanda kültür şehridir. Çok değerli öğretmenlerimiz vardı. Mesela ilkokulumuzun müzik salonu vardı. Öğretmenimiz oraya götürürdü. Bugün birçok okulun kütüphanesi bulunmuyor maalesef ama bizim lisemizin zengin bir kütüphanesi vardı. Ayrıca basımın az olması sebebiyle piyasada fazla kitap yoktu. Bazı emekli amcaların kendilerine göre sahaf dükkânı vardı, kirayla verirlerdi. Oradan da alırdık bazı kitapları ve okurduk. İlkokul, ortaokul ve lise hayatım çok güzel geçti. O yıllarla ilgili çok hatıra var ancak birkaç öğretmenimden söz etmek isterim. Belki de öğretmen olmama tesir ettikleri içindir. Onlardan birisi çok sevdiğim bir ilkokul öğretmenimdi. Kendisi 10 sene önce vefat etti. Bize geldi, ben onlara gittim, birlikte kaldığımız zamanlar oldu. Bana etki eden

özelliği ise öğretmenliğin dışında bütçesine katkı olsun diye çiçek yapmayı öğrenmesiydi. Gelin çiçekleri ve buna benzer her konuyu öğrendi. Aslında bugünkü gibi kurslar yoktu ama nasıl öğrendiğini bilmiyorum. Kendi kendine öğrenerek değişik şeyler yaptı. Renkli ve zengin bir hayatı vardı. Öğretmenimin daha sonraki yıllarda sıkıldığını görünce, ona hatıralarını yazmasını tavsiye ettim. O günden sonra hep hatıralarını yazdı. Yaklaşık 10 defter oldu. Şu anda o defterler kızında duruyor. Kendisi unutamadığım bir öğretmenimdir. Lise hayatımdaki iki öğretmenimden belki diğer öğretmenlere bir ilham verir diye her yerde bahsediyorum. Birincisi fizik öğretmenimizdi ama astronomiden geometriye kadar bütün derslerde ikmale kalanlar onun yanına giderdi ve öğretmenimiz gönüllü olarak onları sınavlarına hazırlardı. O zamanlarda en yüksek not 10 olmasına rağmen o bize not vermeye 5’ten başlardı. Herkes dersini dinlediği için çok çalışırdı. Nazım Hikmet’i çok severdi, ondan şiirler okurdu. “Ben İstanbul’a ve Ankara’ya gitsem ücretli ders veririm.” derdi ama öğretmen maaşı ile annesi, kardeşi ve kendi geçiniyordu. Ben Anadolu’ya hizmet için geldim demişti.

Üsküdar’dan İz Bırakanlar

53


seyemedikleri için öğrencilerle aralarında böyle alaylı bakışlar vesaireler olurdu. Ben o sıralar neden böyle diye üzülürdüm. Annem İstanbullu olduğu için bütün kelimelerimi düzeltiyordu. O öyle söylenmez, bu böyle söylenemez diyordu. Beni Elazığlı sanmıyorlardı. Bu yüzden çok uslu bir öğrenci olmama rağmen, bu öğretmenlere yaramazlık yaparak isyan ederdim. O yıllarda böyle bir şuur oluşmuş, her yerde Elazığlı olduğumu söylüyorum. Gençlik yıllarınız nasıl geçti? Bizimle unutamadığınız bir gençlik anınızı paylaşır mısınız?

Edebiyat öğretmenimiz de çok sevdiğim bir diğer öğretmenimdi. O yıllarda liseler fen bölümü ve edebiyat bölümü diye ayrılıyordu. Edebiyat öğretmenimiz nereye gitse biz de peşinden giderdik. Hiç unutmuyorum lise son sınıfta önce edebiyat bölümünde ders veriyordu istemeden de olsa biz edebiyata gittik. Sonra bölümümüzü fen olarak değiştirdiler. Sonra tekrardan edebiyat bölümüne verdiler. Mahsus mu yapıyorlardı bilmiyorum. Böylece hoca neredeyse biz orada olduk. Ders saat 09.00’da başlıyorsa biz edebiyatı sevenler olarak kurs gibi saat 08.00’de giderdik. Kimse aruz veznini bilmiyordu, ben birisi okurken bulabiliyordum, çok zevkliydi. Öğretmenimizin bir başka özelliği de iki ayda bir para toplatıp, İstanbul’dan kitaplar getirtmesiydi. Biz sınıfta aynı kitapları okurduk. Birlikte okumanın faydası kitap hakkında konuştuğunuz zaman ortaya değişik fikirlerin çıkmasıdır. Son yıllarda bu doğu meselesi ile ilgili bazı hanım milletvekillerinin diğerlerinden çok daha rahat konuşuyor olduğunu fark ettim. Sordum, soruşturdum. Onların kitap okuyup, tartıştıklarını öğrendim. Bu sebeple rahat konuşmaya, tartışmaya, düşünmeye o yıllarda alışmış olduk. Annem İstanbullu idi. İstanbul ile Elazığ değişik kültürlere sahiptir. Anadolu’nun kendine göre bir konuşma tarzı, bir hayat tarzı vardır. Büyükşehirlerden gelen bazı öğretmenlerimiz onları benim54

Gri Edebiyat

Annem de, babam da şiiri çok severdi. Ayrıca babam bana dinî konuları anlatırken yasakları saymak yerine dinî hikâyeler anlatırdı. O hikâyeler çok önemlidir çünkü siz onları senaryo hâline getiriyor, kendi kendinize düşünüyorsunuz. O çok düşünmeleriniz sayesinde sonraki yıllarda o konuda yanlış yapmıyorsunuz. Sadece yasaklarla, günahlarla olunca çocuk bir müddet sonra yasağı deliyor. O devir için bu şekildeydi ancak şimdi filmler var, başka şeyler var. Edebiyat Fakültesi’nden mezun olduğum için pedagojik formasyon derslerine giriyorduk ama öğretmenlik tecrübemiz yoktu. Ayrıca fakültede öğretmen okuluna gitmeyenler akşamları Çapa Öğretmen Okulu’nda kalıyordu ve hocamız onlarla orada ayrıca ilgileniyordu. Tabii ki onların daha çok öğretmenlik tecrübesi oluyordu. Bir arkadaşımla staj için Haydarpaşa Lisesi’ne gidiyorduk. Haydarpaşa bir erkek lisesi ve çok yaramaz çocuklar vardı. Dersin öğretmeni şair bir hanımdı. Bize hiç gelmeyin demişti çünkü onun da dersi bozuluyordu. Size sonunda stajınızı yazarım dedi. Öğretmenliğe başladığımda staj da yapmadığım için sınıfa girdiğimde kendi kendime “ne yapacağım” demiştim. Öğretmenlik yıllarımdan bunu hiç unutmuyorum. Bir başka anımı anlatayım: Adana Karşıyaka Lisesi biraz zor bir liseydi. Gecekondu muhiti gibi bir muhit ve okumak istemeyen çocukların da olduğu bir okul. Çocuklardan birinin kitabı yok ve alamıyorum dedi. Ayrıca sert mizaçlı bir çocuktu. Ben kitabı aldım mümessile verdim ama benim verdiğimi söyleme, dedim. Neyse onun da bir kitabı oldu. Sonra yazılı yaptım 2 ya da 3 aldı. Yanlışlarını gör-


sünler diye yazılı kâğıtlarını dağıtırdım. Tabii ilk olduğu için ve zayıf aldığı için çocuk kâğıdı yırttı. Yırttı yırttı ve önüme bıraktı. Ne yapmam lâzım? Dersin bitmesini mi beklemem lazım yoksa hemen mi bir şey yapmam lâzım? Ben tabii müdürü çağırdım. Müdür çocuğu aldı, götürdü. Daha sonra ben disipline vermedim ama müdür beni disiplin kuruluna çağırdı. Hiç unutamadığım bir şekilde öğrenci çıkarken bana dedi ki: “Hoca hoca, eğer bana ceza verirlerse annenle babanla helalleş.” dedi. “Ben Elazığlıyım, helalleşip geldim.” dedim. Bu çocukların çok hoşuna gitmiş. Öğrenci cezayı aldı ama çocuktan ses seda çıkmadı. Sene sonunda anladım, sınıf öğretmeni söyledi. Bir daha o hocaya karışmayacaksın diyerek bu çocuğu iyice bir dövmüşler. O da hâliyle karışmamış. Bu tehlikeyi de öyle atlatmış oldum. Buna benzer çok hikâyeler var.

Öğretmenlikte de, yazarlık hayatına başlarken de hemen sevdiğiniz, tesiri altında kaldığınız yazarı sorarlar. Öğretmenlik de öyledir, size tesir eden öğretmenler vardır. O arada yazılarıyla da tesir eden öğretmenler vardır. O yüzden ben hem öğretmenliği hem yazarlığı çok önemli buluyorum. Elazığ’da olduğum zaman bir Sıdıka Avar efsanesi vardı. Cumhuriyet kurulduktan sonraki yıllarda Atatürk tarafından edebiyat öğretmeni olarak Elazığ’a yatılı bir kız okuluna gönderiliyor. Türkiye’den ilk defa darp üyelerinden çocukları getiriyor. Onlar ile okulda yatıp kalkıyor. Kapısı sabaha kadar açık. O hatıralarını okumuştum. “Kır Çiçekleri”ydi galiba. O hatıralar bana o kadar tesir etmişti ki ben de yatılı okula öğretmenlik yapmaya gittiğimde tecrübe edinmiş kadar olmuştum. O hatıralar ile öğretmenliği de öğreniyorsunuz. Sıdıka Avar unutamadığım bir insandır.

Çok güzel bir anımı daha anlatayım. Bir kız lisesinde öğretmenim, yine kitap okuma ödevi veriyorum. 15 tane kitap ismi veriyorum, hangisi olursa yazıyorlar, sonra alıyoruz. Öğrencilerden birisi teneffüste o arkadaşımız roman ve hikâye okumayı sevmiyor, yapamaz, biz söylemiş olalım dedi. Bahsi geçen öğrenciye evden ince bir kitap seçtim, ona ulaştırın dedim. Okudu tabii, ödevini yaptı. 10-15 yıl sonra vapura biniyordum, o da vapurdan iniyordu. Geldi, sarıldı. Hocam ben kitap okumayı hiç sevmeyen öğrencinizim dedi. Çantasından bir kitap çıkardı. Vapurda bile kitap okuyorum dedi. Bu da benim için güzel bir hatıradır.

Dergiye gidip gelirken hoca ödev yazıları verirdi. Aslında ben yazar olmayı düşünmüyordum. Daha çok eğitimle ilgilenmeyi, öğretmenlik dışında eğitim projeleri yapmayı düşünüyordum. Bu ödev yazılarını yazarken mecburi yazar olmuş olduk. Ahmet Taşgetiren o yıllarda Türk Edebiyatı Dergisi’nde yazı işleri müdürüydü. Öğretmenlik hatıralarımı yazmamı rica ettiler, Öğretmenin Günlüğü başlığı ile hatıralarımı anlatırdım. Bu şekilde yazarlığa başlamış oldum. Tabii yazarlık benim için çok önemli ama birilerinin istediği şekilde değil. Yazarlık kendi düşündüğü ne ise onu yazmasıdır. Yoksa yazarlık değil ısmarlama bir iş oluyor. Hani terziye gidiyorsunuz ve benim elbise şöyle olsun diyorsunuz, elbiseniz ona göre dikiliyor. Yazarlıkta da birileri size şunu yazacaksın, şunu yazmayacaksın diyorsa o zaman siz bana göre yazar olamazsınız. Öğretmenlik yemini var. Yazarlığın yemini yok ama bana kalırsa yazarlığın da yemini var. Ben kimseden menfaat beklemeden bildiğim doğruları söylemeliyim. Ama söylemeliyim derken o bildiğimiz doğrular belki kırıcı olabilir. Kırıcı bir dille değil, bir üslup içinde söylenmelidir. Zamanla bundan uzaklaşıldı aslında. Benim örneğim Ahmet Kabaklı Hoca idi. İhtilal zamanlarında, hatta sıkıyönetim zamanlarında bile yazılarında hiç kısıtlama yapmadı ve şimdi ihtilal bana şunu yaptı diye anlatırlar. Kabaklı Hoca’ya bir şey yapmadı çünkü yazılarını bir üslup içinde yazıyordu. Başka

Bir programda “Yazı, Allah ile yazar arasında antlaşmadır.” demişsiniz. Yazarlık hayatınıza nasıl başladığınızı bize anlatabilir misiniz? Fikir ve yazarlık hayatından tecrübelerinizden bahseder misiniz? Öğretmen olduktan sonra İstanbul’da bulunduğum zamanda Ahmet Kabaklı Hocanın Türk Edebiyatı Vakfı’nda hocaya olaylar ile ilgili mektuplar yazardım. Sonrasında hoca görüşelim dedi ve tanışmış oldum. Tabii bir taraftan öğretmenlik devam ederken bir taraftan da Edebiyat Vakfı’nın Türk Edebiyatı Dergisi’nde uzun yıllar hoca ile beraber çalıştık. O dönemlerde vakıf sayısı fazla değildi, dergi sayısı da fazla değildi. Türk Edebiyatı Dergisi o devrin Anadolu’daki öğretmenlerine bir okul oldu.

Üsküdar’dan İz Bırakanlar

55


bir örnek vereyim; Demirel, Erbakan vs. bütün idarecilerle arası iyiydi ama ben biliyorum ki Sınırlar Ötesi kitabında vardır. O konuda yanlış bir politika olduğu için acımasızca eleştirmişti. Düşünebiliyor musunuz? Çok sevdiği Erbakan’ı o şeyden dolayı eleştirmişti. Bugün bu şekilde doğruları söyleyen bir yazar bulabilir miyiz? Bulamıyoruz. Bulamadığımız için de üzülüyoruz. Bize Üsküdarlı yıllarınızdan bahseder misiniz? Üsküdar’ın sizdeki yeri nedir? Liseyi bitirdiğim zaman fakülteye gitmek için İstanbul’a geldik. Oturduğumuz evden dört sokak aşağıda anneannemin ahşap bir evi vardı. Bir katlı, iki katlı veya üç katlıydı o ahşap evler. Üç katlı ev olarak iki tane paşa konağı vardı onun dışında genelde bizim gibi iki katlı evler vardı. Hepsinin bahçesi olduğu için ilkbahar ve sonbahar zamanı arasında değişik ağaçlar, değişik çiçekler... O çiçeklerin kokuları… Deniz, aşağı yukarı o evlerin bahçelerinden de görünürdü. Komşuluk ilişkileri de şimdiki gibi değildi. Mesela evlerde fırın yoktu. Börek yapıldığı zaman fırına götürülür, üstüne güzel bir örtü örtülürdü. Ama eve gelince sorarlardı kim gördü diye. Çünkü kim görmüşse ona kokusu gitmiştir diye o eve de börekten gönderilirdi. İnsanlar birbirine yardım ederdi. Biz memur ailesiyiz, bir de daha zor durumda olan aileler vardı. Sokak o zaman bir eğitim yeri gibiydi. Çünkü Anadolu’dan gelmiş daha ne yapacağını bilmeyen bir hâlde iken çocuğuna bağırıyorsa hemen birisi ona eğilip kulağına bağırma falan derdi. Ve bir süre sonra o sokaktaki bütün insanlar değişik düzeyde gelirleri olduğu halde birbirlerine karşı tavırları bakımından aynı olurlar-

56

Gri Edebiyat

dı. Sokağın kendiliğinden bir terbiyesi vardı. Zor durumda olanlara onur kırmadan yardım edilirdi. Mesela “Bizim çocuklara bir şeyler alıyordum da sizinkilere de aldım.” veya “Köyden geldi, size de getirdim.” diyerek yardımlar ulaştırılırdı. Ayrıca daha çok başkaları görmesin diye akşam karanlığında götürülürdü. Bunların dışında İstanbul’un yazlık sinemaları güzeldi. Gece eğlencesi sinemadır. Üsküdar’da, Salacak’ta denize karşı konserler olurdu. Dönemin sanatçısı Safiye Ayla ya da Hamiyet Yüceses gelirdi. Ayrıca Üsküdar şehir tiyatrosu vardı. Üsküdar’daki tanıdıklar gece birbirlerine giderdi. Sokaklar sessizdi. Kavga edilmez, yüksek sesle konuşulmaz, sanki bir eğitimden geçilmiş gibiydi. Herkes kendi kapısının önünü süpürür, çöp atılmazdı. Şimdi Üsküdar’da her akşam çöp arabaları geziyor. Gündüz saat üçte insanlar çöpünü kapı önüne koyup nereye gidecekse gidiyor. Belediye bu kadar titizken ne yazık ki insanlar çöplerini koyuyorlar. Nerdeyse kapıları çalıp koymayın diyeceğim. Üsküdar çok değişti, binalar değişmeye başladı. O güzelim binalar yıkılmaya başladı. Allah’a şükür ki Üsküdar’da çok yüksek evler yapılmıyor. En azından onunla avunuyoruz. İşte bizim geldiğimiz o ahşap ev devrinden betona geçildiği zaman bahçeler kalmadı. Yine beton ev yapılsın ama bir bahçesi olsun. Çoğunun bahçesi olmadı. Leylaklar açar, akasyalar açar. Aslında bahçelerde, saksılarda olan çiçeklere bakıyorsunuz isimleri değişti. Mesela karanfiller çok güzel kokardı. Onlar yok oldu. Şimdi üstüne parfüm sıkıyorlar, karanfil oluyor. Her şey suni hayata doğru gitmiş oluyor. Şartlar zor. Ütü yapıyorsunuz, kömür ütüler var. Gaz ocağı var. Çamaşırlar leğende yıkanıyor. Evler tahtadan.


Hanımlar övünürken benim tahtalarım sakız gibi sapsarı, tertemiz diyorlardı. Ayrıca ev hanımları o kadar zor hayata dayanıyordu. Peki, Üsküdar’ı bir cümle ile açıklamak gerekirse ne söylerdiniz? Ben Üsküdar’ı bahçeleri ve çiçek kokularıyla hatırlarım. Gençlik çalışmaları hakkında neler düşünüyorsunuz? Gençlere vermek istediğiniz tavsiyeler var mı? Dernek, vakıf ve sivil toplum kuruluşu işlerini çok severim. Edebiyat Vakfı’nda da diğer değişik derneklerde ve vakıflarda da gençlerle kitap okuyup üzerine tartışmalar yapmıştık. Çok faydalı oluyordu. Onun dışında gençlik çalışmalarını pek takip edemiyorum ama sanatın birinci plana alınmasını düşünüyorum. Her genç sanat eğitimi almalıdır. Türküleri bilmeli, enstrüman çalabilmelidir. Türkü bilmeyen bir gençlik yetişiyor. Türkü neden önemlidir? Çünkü bizim yüzyılların içinden geliyor. Duygularımız, heyecanlarımız hep o türkülerin içindedir. Rahmetli Muzaffer Sarısözen’in her yerde söylediğim bir cümlesi var: “Türkülerin söylenmediği yerler vatan olmaktan çıkar.” Biz bir devirde radyoda türküler dinlerdik. Daha sonra TRT’nin bir kanalı ile idare ederdik. Güzel bir şarkıyı dinleyemiyorsunuz ve ruhunuz kararıyor. Müzik aslında ruhunuzu dinlendiriyor. Şu anda haftada ancak iki gün türkü dinleyebilirim. Her akşam televizyonda siyasi tartışmalar oluyor. Siyasi tartışmalar halkı yordu, bunalttı. Her şey siyaset değildir. Dünyanın hiçbir ülkesinde her gün siyaset konuşulmaz, kültür konuşulur. Onun için ben dertliyim. Mesela gençler için şiir çok önemlidir. Öğretmenlik tecrübesi diyorsunuz ya, her gün bir konu anlatılırken bu konu hakkında iki mısra söyleyene sözlüden 9 puan verirdim. Bu sefer öğrenciler şiir ezberlemeye başlıyordu. Benim o gençlik yıllarımda da daha sonra mecliste de sert tartışmalar oldu ve her devirde olacaktır. Muhalefet ve iktidar her devirde var ama işte o devirde bir dörtlük söylenir ve hava yumuşardı. Şu anda belki de şiir bilen öğretmenimiz yoktur. Sanattan, şiirden, kültürden uzaklar. Tabii ki gençler de o şekilde yetişiyor. İnternetle, bilgisayarla Türkçemiz elden gidiyor. Kısa

yazmalar, sesli harfleri kullanmamalar... Hatta bazen ne demek isteniyor anlamıyorum. Velhasıl tabii ki okuyan bir gençlik var ama bizim istediğimiz bütün gençlerin aynı konuda hem sanat ile hem kültür ile ilgilenmesi ve çok kitap okumasıdır. Sorduğumuz zaman çok kitap okunuyor. Bütün öğrenciler okuyorsa, biz onlara alıştırmışsak o öğrenci için gelecek güzeldir. Ben şunu biliyorum biz Edebiyat Vakfı’ndayken tıp fakültesinden üniversite öğrencileri gelirdi. Daha sonra mezun olmuş, doktor olmuşlardı. Yanına gittiğim zaman masasında bir kitap vardı. Doktor ama kitap okuyor, bir enstrüman çalıyor. Şu anda hali vakti yerinde aileler çocuklarına kurslar vasıtasıyla eğitim aldırıyor ama benim maksadım herkesin faydalanması. İnşallah daha da artar. Son olarak bir eğitimcide olması gereken vasıflar sizce nelerdir? İlk akla gelen, öncelikle mesleğini sevmelidir. Doktorluk ve öğretmenlik gibi meslekler sevilmeden yapılmaz. Sevmiyorsanız faydalı olamazsınız. Sadece anlatırsınız ama içinizde sevgi olmadıkça anlattıklarınız karşıya aksetmez. Eğitimci konuşmasıyla, hareketleriyle, bakışlarıyla, giyinişiyle örnek bir insan olmalıdır. Öğrenci ayırmamalı, adaletli davranmalıdır. Bütün öğrenciler eşittir. Hatta öğretmen zor durumda olan öğrenci ile daha çok ilgilenmeli, daha çok sevgi göstermelidir. Çünkü onlar zor şartlarda yaşadıkları için evlerinde de sevgi bulamıyor. Öğretmen gönlü sevgi dolu olmalı, inançlı bir insan olmalıdır. Eğer dininin güzelliklerini yaşamıyorsa dışarıya yansıtamayacaktır. Öğretmenlik kolay bir meslek değildir. Sevenler seçsin, sevmeyenler ise öğretmenliği seçmesin diyorum.

Röportajın videosunu izlemek için karekodu okutabilirsiniz: Ayrıca Youtube kanalımızdan da röportaj videosuna ulaşabilirsiniz: http://bit.ly/AylaAgabegum

Üsküdar’dan İz Bırakanlar

57


Makale

Yüzakı Bir Üsküdarlı: Ahmed Yüksel Özemre “Benim aldığım terbiyede devlet, göreve gel dediği zaman gelinir, git dediği zaman da gidilir.”

Çok yönlü bir karakterle karşı karşıyayız. İlim adamlığı, uluslararası kurumlarda Türkiye’yi temsili, sûfî-meşreb tabiatı, mûsikîşinas, edip ve sportmen kişiliğinin yanı sıra bir dürüstlük abidesi olan Üsküdar sevdalısı, yüksek atlama ve tetratlonda rekor üstüne rekorlar kırar. Fırtınalı gençlik ve özellikle Galatasaray Liseli yıllarında inanılmaz bir biçimde tam 3.5 sene Ramazan ve Kurban Bayramı günleri hariç her gün oruç tutar. Ardından Savm-ı Dâvûd’a başlar ve bu oruçlu halini evleninceye kadar devam ettirir. İyi bir fotoğrafçıdır. Liseli yıllarından itibaren geceleri genellikle 2-2.5 saat uykuyla kifâyet ederek geceleri okuma, tefekkür ve araştırmalarla geçirir Özemre Hoca. Delicesine bir tetkik ve gayret tutkunudur. Hayalden hakikate uzanan yolda başarı merdivenlerini hızlı ve emin adımlarla tırmanan atom karıncamız, 3,5 yaşında sobacılığa, 5 yaşında tayyareciliğe, 6. sınıfta mühendisliğe, 7. sınıfta da fizikçi olmaya karar verir. 8. sınıftayken teorik fizikçi olma fikrinde karar kılar. Daha ilkokuldayken Hayat Ansiklopedisi ile Çocuk Ansiklopedisi’ni ailesinin, özelde ise annesinin teşvikleriyle tamamen okuyarak bitirir. Meşhur Adamlar Ansiklopedisi’ni de döne döne okumaktadır. Doğma büyüme bir Üsküdarlı olan Ahmed Yüksel Özemre’nin Ayazma’daki 21. İlkokul’dan sonra Galatasaray Lisesi ve ardından İstanbul Üniversitesi Fen Fakültesi’ndeki tahsil hayatı, Fransa’ya uzanır. Burada Nükleer Bilimler ve Teknoloji Milli Enstitüsü’nde Atom Mühendisliği sahasında master yapar. Böylece Türkiye’nin ilk atom mühendisi olur. Akl-ı selim, kalb-i selim ve zevk-i selim sahibi olan Ahmed Yüksel Özemre için âdetâ görünmeyen üniversite niteliği taşıyan “Üsküdar’daki attar dük-

58

Gri Edebiyat

Ahmed EROĞLU

kânı”, oldukça etkili bir mektep hüviyeti taşımıştır. Âlim, ârif ve sanat ehlinin küllüğü olan bu dükkânın, 50 sene kadar müdavimliğini yapan teorik fizikçi Özemre’nin milli ve manevi kişiliği de baba evinden sonra ziyadesiyle bu dükkânda teşekkül etmiştir.

Anne tarafından yaklaşık 400 sene, baba tarafından ise 170 sene ecdadı Devlet-i Aliyye-i Osmaniyye’ye hizmet etmiş olan Türkiye Atom Enerji Kurumu başkanı Ahmed Yüksel Bey, 1986 Çernobil faciasının kurbanı yapılarak zorla istifaya zorlanır. Kendisine Danıştay’a dava açarak görevine iadeyi teklif edenlere ise şu manidar cevapla karşılık verir: “Benim aldığım terbiyede devlet, göreve gel dediği zaman gelinir, git dediği zaman da gidilir.” Kur’an tilavetinde ‘Üsküdar ağzı’nın son temsilcilerinden biri olan babası Hafız Mehmet Nurullah Bey’den Kur’an dinlemek ve Kur’an okumak hayatının unutulmaz hatıraları arasındadır. Genç Özemre, ara vermeksizin Kütüb-i Sitte’nin tamamını, Kadı Said Kummi’nin 13 ciltlik hadis külliyatını, İbn-i Arabi’nin Fususu’l-Hikem’ini, tasavvufi divanları okur da okur. Prof. Dr. Ahmed Yüksel Özemre, halen İstanbul Üniversitesi Fen Fakültesi’nde okutulan fizik ve


atom mühendisliği dallarında 12 ciltlik bir te’lif esere de imza atmayı ihmal etmeyecektir. Akademik hayatındaki başarısı, sûfî-meşreb ve mücadeleci kişiliği ve ülkeye hizmet aşkıyla bir benzerini Necmettin Erbakan Hoca’da müşahede ettiğimiz Ahmed Yüksel Özemre, 34 yaşında profesör olur. Fransızca, İngilizce, İtalyanca, Almanca ve İspanyolca bilen hocanın 100’e yakın profesör payeli öğrencisi ülkemize halen hizmet etmektedir. Din, sosyal ve pozitif ilimler konularında 350’ye yakın makale ve rapor yayınlamıştır. Bunlar arasında Masonluğun Kökeni isimli araştırması ile Üsküdar’da Bir Attar Dükkânı kitabı hemen okunması gereken eserleri arasındadır. Gel de Çık İşin İçinden isimli hikâye kitabı da özellikle meraklılarına ivedilikle tavsiye olunur. ‘Bilginin İslâmileştirilmesi’ tezine karşıt görüşüyle de bilinir Özemre. Kelime ve kavram ustası olan edibimiz, ahlâki ilkelerden ‘ihsan, merhamet, sadakat, dirayet, cesaret, adalet, salabet, ittikâ ve ferâgata özel ihtimam gösterir. Konuşurken ‘fehm, idrak ve temyiz’ kelimelerini hep art arda kullanmayı bir bilinç haline getirir. Türkçeyi güzel konuşan nadir insanlardandır. Tek fobim der, Ahmed Yüksel Özemre; “Cenâb-ı Hakk’ın emirlerine ve Cenâb-ı Peygamber’in rızasına aykırı bir işin benden zuhur etmesi fobisidir.” Zaman zaman yaptığı konuşmalarından ve eserlerinden tespit edebildiğimiz gençlere öğütlerinden bazılarını burada zikretmek faydadan hali olmasa gerek: •

Emr-i bi’l-maruf ve nehy-i ani’l-münkere kesinlikle ittiba etmelerini öneririm.

Tevekkül ehli olunuz.

Rızık ezelde tayin edilmiştir, gelir sizi bulur. Muhteris olmayınız.

Yaptığınızı Allah rızası için yapınız.

Kadere inanınız.

Affetmesini biliniz.

Vermesini biliniz, sehavet sahibi olunuz.

Manevi dünyanın kalpazanlarına ve çıkar çevrelerine karşı korununuz; milletinizi ve İslâm ümmetini de koruyunuz.

Para, mal-mülk, şan-şöhret, şehvet ve makam bir afettir, dikkatli olunuz ve ne elde ederseniz ediniz ama helalinden isteyiniz.

Hakkınız olmayan hiçbir şeye el uzatmayınız.

Allah’a şirk koşmadan bir yaşama sanatınız olsun lütfen. Prof. Dr. Necmettin Erbakan 29 Ekim 1926’da Sinop’ta dünyaya geldi. 1948 yılında İTÜ Makine Fakültesi’nden üstün başarıyla mezun olan Erbakan, 27 yaşındayken “Türkiye’nin en genç doçenti” unvanını aldı. Milli Görüş Hareketi’nin lideri olan Erbakan, 20032011 yılları arasında Saadet Partisi’nin genel başkanlığını üstlenmiş ve 19961997 yılları arasında da başbakanlık yapmıştır. “Mücahit” lakabıyla tanındı, Türk siyasi hayatının en renkli simalarından biriydi. 27 Şubat 2011’de vefat etti. Kabrine, Türkiye’nin çeşitli bölgelerinden, Kudüs’ten, KKTC’den ve Boşnak lider Aliya İzzetbegoviç’in mezarından toprak getirilmiştir.

Kalp rahatsızlığı, gözünden defalarca ameliyat geçirmesine rağmen gayret ve insanlara ve ülkesine faydalı olmaktan asla geri durmayan Özemre Hoca, “Üsküdar’da yaşamak kolaydır; ama Üsküdarlı olmak her babayiğidin harcı değildir” der. Allah; peygamberlerin, sıddîklerin, şehitlerin ve salih kullarının izinden ayırmasın. 1935’te Üsküdar’da başlayıp 2008’de Üsküdar’daki Karacaahmet’in yamaçlarında ebedî istirahatgâhına geçen kâmil insan Ahmed Yüksel Özemre hocamıza Allah’tan rahmet dileriz. NOT: İlgili makamlardan Türkiye’nin her bir okuluna Ahmed Yüksel Özemre Biyografik Köşesi açtırmasını istirham ederiz. Üsküdar’dan İz Bırakanlar

59


Röportaj

Dursun Gürlek: İstanbul’un Altı da Üstü Kadar Zengindir

Röportaj: Abdullah Ünal Hocam, İstanbul’da öğrenci olmak size neler kattı? İstanbul’a ilk geldiğinizde, neler hissettiniz? Birtakım tedirginlikler yaşadınız mı? Yaşadıysanız o süreci nasıl atlattınız? Beklentilerinizin karşılığını buldunuz mu? İstanbul’a gelmeden önce de İstanbul’u sevmeye başlamıştım. Okuduğum gazete ve dergilerdeki şairlerin, hattatların, ilim adamlarının yazıları, İstanbul’u görmeden sevmeme neden olmuştu. Bu yüzden üniversite imtihanları için mutlaka İstanbul’a geleceğim diye aklıma koymuştum. Aklıma koyduğum bu hususu 1970’li yılların başında gerçekleştirdim. Üniversite imtihanına girdim ve edebiyat bölümünü kazandım. Tabii ilk geldiğimde büyük bir hayranlık duydum. Hayranlıkla beraber şaşkınlık da duydum. Düşünüyorum da taşralı bir delikanlı, İstanbul gibi nüfusu milyonları çoktan geçmiş bir ilim ve kültür 60

Gri Edebiyat

merkezine geliyor. Bu şaşkınlığım kısa bir süre sonra hayranlığımı daha da artırdı. Çünkü İstanbul Mekke, Medine ve Kudüs’ten sonra İslâm dünyasının mukaddes şehirlerinden biridir. Yani bana sorarsanız İslam dünyasının en önemli şehirlerinden biridir. Efendimiz (s.a.v) dünyayı Mekke’de, ahireti de Medine’de şereflendirdi, Rabbine kavuştu. Kudüs’te ise gökleri şereflendirdi, yani miraca çıktı. İstanbul’a da manevi bir işaret gönderdi. Fetih hadisi üzerine en önemli, en büyük sahabilerinden Eyüp Sultan Hazretleri’ni gönderdi. Peygamberimiz (s.a.v.), İstanbul’un Müslümanlar tarafından fethedileceğini şu hadisiyle müjdelemiştir: “Konstantiniyye elbet feth olunacaktır. Onu fethedecek emîr ne güzel emîrdir ve o ordu ne güzel ordudur.” İstanbul bu müjdeye mazhar olan müjdeli şehirdir. Eyüp Sultan Hazretleri bu müjdeyi bildiği için, ileri yaşına rağmen uzun yol sıkıntısını ve meşakkatini göze alıyor ve burada şehit düşüyor. İşte o gün bugündür, Eyüp Sultan Hazretleri şehrimizin manevi


ve hakiki sahibidir. Dolayısıyla İstanbul mukaddes bir şehirdir ve bu şehirde Eyüp diye bir ilçemiz, bir mekânımız var. Eyüp, İstanbul’un en uhrevi yerleşim birimlerinden, en manevi mekânlarından birini hatta birincisini teşkil ediyor. Üsküdar ise bana göre ikincisi diyebiliriz. İstanbul sahabe şehirdir, padişahlar şehridir, evliyalar şehridir ve İstanbul’un altı da üstü kadar zengindir. Hatta İstanbul’un üstünü altındakiler idare ediyor. İstanbul’da yaşayanların, İstanbul’dan şikâyet etme gibi bir lüksleri, bir hakları yoktur çünkü burası mübarek bir şehirdir. Ufak tefek sıkıntıları da hoş görülmelidir. Çünkü gülü koklayan dikenine katlanacak. İstanbul bir güldür, varsın birkaç tane dikeni olsun. 41 senedir İstanbul’dayım, bu gülü koklamaya ve bu gül kokusundan zevk almaya hâlâ devam ediyorum. Dikenleri beni o kadar da rahatsız etmiyor. Medya ile tanışmanız nasıl oldu? Bu süreçte size ön ayak olan birisi oldu mu? Gerçekten bir hevesle mi girdiniz yoksa içine girdikçe mi öğrendiniz? Medya ile gazete ve dergiler ile çok erken yaşta tanıştım. İlkokulu bitirdikten sonra Tokat İmam Hatip Okulu’na kayıt oldum ve 7 yıllık bir tahsil süresi oldu. Sıradan bir talebe değildim, derslerime tabii ki çalışıyordum, notlarım da iyiydi ama onlarla yetinmiyordum. O günkü gazeteleri ve dergileri okumaya devam ediyordum. Sağ kesiminden de, sol kesimden de... Tabii esas olarak dindâr, muhafazakâr kimliğe ait sağ kesimi... Biz o zamanlar, üstat Necip Fazıl’ın Büyük Doğu’sunu, Osman Yüksel Serdengeçti’nin, Serdengeçti Mecmuasını, Peyami Safa’nın yazılarını, Bugün Gazetesini, İstanbul Gazetesini, Bizim Anadolu Gazetesini okuyarak yetiştik. Tabii İstanbul’a gelince bütün bu gazetelerin, dergilerin, kitap dünyasının merkezine düştük. Bal küpüne düşmüş gibi oldum. O zamanki meşhur şair ve gazetecilerle temas kurdum. Necip Fazıl’la, Cemil Meriç’le, Osman Turan hocayla, şair ve yazarlarla tanıştım. Gazeteleri ziyaret ettim, Ahmet Kabaklı Hocayla tanıştım. Mekânı cennet olsun, kendisi bana ilk yazı yazdıranlardandır. Yazı hayatıma 1976-77 yıllarında Kabaklı Hoca’nın yaz demesiyle Türk Edebiyatı dergisinde yazdığım makalelerle başlamışımdır. İlk yazım 1977 yılında Kültür Bakanlığının çıkardığı Milli Kültür Dergisinin 11. sayısında neşredildi. Yazının başlığı, “Şarkta Roman”dı ve ilk telif ücretimi de o yazıdan

aldım. Rahmetli Divan Edebiyatı hocamız Mehmet Ali Tanyeli, dersi yarıda kesip bu yazıyı okumuştu. Beni çok onurlandırmıştı. Medya demişken biraz daha öncesine dönelim. Kitaplara olan merakınız nasıl başladı? Yazmayı kendi içinize nasıl oturttunuz? Gençlere yazmaya nasıl başlamalarını tavsiye edersiniz? Yazmadan önce okumayı tavsiye ederim çünkü İslâm’ın ilk emri “Üktüb (Yaz)” değil, “İkra’ (Oku)”dır. Zaten iyi bir yazar olmanın şartı da çok okumaktır. Esefle belirteyim ki, günümüzde yeni yeni ortaya çıkan bazı yazarlar okumaktan ziyade yazıyorlar. Onun için hitapları da, alelade yapılmış yemekler gibi tatsız, lezzetsiz oluyor. Bir yemeğin lezzetli olması için yavaş yavaş pişmesi gerekir. Ve itinayla yapılması icap eder. Kitap yazma işi de öyledir, önce kafanı bilgiyle, gönlünü irfanla dolduracaksın, ondan sonra eline kalem alacaksın. Ecdadımız genellikle böyle yaptığı için eserleri kalıcı oluyordu. Mevlana’nın Mesnevisi 750 senedir okunuyor. Gazzâlî’nin İhyâ’u Ulumid’din’i, keza diğer büyüklerimizin eserleri de aynı şekilde hâlâ okunuyor. Demek ki bunlar kalıcı eserleri yazmış, genç yazarlara böyle tavsiye ederim. Benim okuma zevkim ilkokulda başladı. Köydeki mahallemizin ihtiyarları, uzun kış gecelerinde bana kitap okuttururlardı. Şimdiki gibi imkânlar yoktu o zamanlar evlerde. Elektrik, radyo, televizyon vs. yok. Ne yapacaklar, vakit geçirmek istiyorlar. Evlerine çağırırlardı, ben onlara Battal Gazi hikâyeleri, Hz. Ali (r.a.) cenkleri, Ahmediye, Muhammediye, Karacaoğlan, Leyla ile Mecnun, Yunus Emre ilahileri vb. kitaplar okurdum. Ben okurdum, onlar dinlerdi hatta bazen ağlayanlar da olurdu. Hatta okula gitmeden önce okumayı öğrenmiştim. İşte o hareketler bana okuma zevkini kazandırdı. O zevkten şimdiye kadar hiçbir şey eksilmedi, tam aksine çoğaldı. Dolayısıyla okumaya ağırlık vermemiz gerekiyor, okumadan yazılırsa eser kalıcı olmaz, basit olur, sığ olur. Gençler kendini iyi yetiştirsin, kalıcı eserler hazırlasınlar çünkü söz uçar, yazı kalır. Biz şifâhî bir milletiz, konuşmayı daha çok seviyoruz. Yazmaya gelince elimiz kaleme pek gitmiyor. Bizim yakın tarihimizde öyle âlimler gelmiştir ki, hakikaten ayaklı kütüphane sözü bile onları tam anlatmaya yetmez. Bir de insanda tûl-i

Üsküdar’dan İz Bırakanlar

61


Fotoğraf: Kübra Nur Duman emel var. Yarın yazarım, öbür gün yazarım derken insanın fani olan kısa ömrü bitiyor, öylece eser yazamadan götürüyor. Böyle âlimlerimiz var, İsmail Saip Sencer Hoca bunlardan biridir. Yazmak esastır çünkü yanlış hatırlamıyorsam Peygamber Efendimiz’e (s.a.v.) bir sahabe gelmiş, “Ya Rasûlullah, sizi dinlerken âdetâ kendimizden geçiyoruz, çok şey öğreniyorum, çok hoşuma gidiyor sohbetleriniz. Fakat eve gidince onları unutuyorum, ne yapayım?” diyor. Efendimiz gayet edebi bir lisanla demiş ki: “Sağ elinden yardım iste.” Yani yaz, not et. Onun için bu manada not etmek, eser hazırlamak zaten bizim dinimizin emri, tavsiyesidir. Lâkin dediğim gibi esas olan okumaktır. İnsan neden tarih okumalı? İnsanımız ve özellikle de Türk gençleri neden tarihe merak salmalı, neden tarihini bilmeli?

62

Gri Edebiyat

Tarih ilimlerin arasında en şerefli mevkiye sahip ilimdir. Ömer Hayyam’ın dediği gibi; “Tarih, kâinatın vicdanıdır.” Öyleyse vicdanımızın sesini dinlememiz gerekiyor. Bugünü öğrenmek içinse dünü çok iyi bilmemiz gerekiyor. Yani binanın dayanıklı olması için, temelinin derin ve sağlam atılması gerekir. İşte tarih, sağlam atılan bir temel gibidir, öyle ufak tefek depremlerde sarsılmaz, yıkılmaz. Zaten tarih izafidir. Mesela şimdi sizinle konuşuyoruz, 15 dakika sonra zaman geçiyor ve o geçen zaman tarih oluyor. Dolayısıyla devir daim makinası gibidir. Öyleyse tarih hepten de geçmiş değildir, aktüeldir. Bu demek oluyor ki her an tarihin içinde yaşıyoruz. Önümüze çıkan engelleri geçebilmek için tarihe ihtiyacımız var. Diyelim ki yolda giden bir adam bir müddet yürüdükten sonra uçurumla karşılaşıyor. Çok büyük değil ama gözü kesmiyor. Öbür tarafa nasıl atlayacak? Kısa bir tereddüt yaşadıktan sonra geçebileceğine kanaat getiriyor. Lâkin önce geri geri gidiyor ve hız alıyor. O hızla bir koşuyor, uçurumu atlayarak geçiyor. İşte bizim tarihe gitmemizin gereği, ileriyi daha iyi görmek, ileriye daha iyi atlayabilmek içindir. Bunun için Yahya Kemal “Ne harâbîyim, ne harâbâtîyim/Kökü mazide olan âtîyim” diyor. Dolayısıyla bizim de gözümüz âtîde, istikbalde, gelecekte. Maziye gitmeden, maziyi bilmeden, geçmiş büyük insanların hayat hikâyelerini öğrenmeden, eserlerini okumadan içinde bulunduğumuz günü ve gelecek günleri tam olarak tahlil edemeyiz, sağlıklı sonuçlara varamayız. Bu bakımdan tarih son derece önemli bir ilimdir. İslâm tarihine bakınca Abbasîler, Emevîler, Selçuklular, özellikle de Osmanlı zamanında çok meşhur tarihçilerin yetiştiğini görüyoruz. Biz bile Cumhuriyet tarihinde Osman Turan, Ord. Prof. Mükrimin Halil Yinanç, İbnülemin Mahmud Kemal İnal, İsmâil Hâmî Dânişmend ve İsmail Hakkı Uzunçarşılı gibi daha nice meşhur tarihçilerimizin eserlerini okuyarak tarih şuuru edindik ve okumaya da devam ediyoruz. Dolayısıyla eğer doğruları öğrenmek istiyorlarsa gençlere resmi tarihten ziyade gayriresmî tarihi okumalarını tavsiye ederim. Üsküdar sizin için, neyi ifade ediyor? Üsküdar’da düzenli olarak gittiğiniz bir yer var mı? Ayrıca geçmiş bir zaman dilimi içerisine dönme şansınız olsaydı, Üsküdar’da hangi zamanda yaşamak isterdiniz?


Fatih’in İstanbul’u aldığı zamanda, Üsküdar’da yaşamak isterdim çünkü Fatih’in İstanbul’u almasından tam yüz sene evvel Üsküdar Müslüman oldu. İstanbul’u feth etmeye gelen Emevî ve Abbasî orduları, en son kara sınırı olarak Üsküdar’a kadar geliyorlardı. Kuşatmaları başarılı olamıyor, geri gidiyorlardı. Bu bir müddet devam etti. Tabii o zaman savaşlar için altı ay yol kat ediyorlar, ayrıca bir o kadar da burada kalıyorlardı. Bu sırada ölenleri işte bu topraklara gömüyorlardı. Hatta Karacaahmet Mezarlığı bu şekilde ortaya çıktı. Yahya Kemal’in tabiriyle, “İstanbul’un fethini gören Üsküdar”, İstanbul’un nasıl fethedildiğini seyretti. Üsküdar’ın İstanbul ilçeleri içerisinde böyle bir ayrıcalığı var. Gönüller sultanı Azîz Mahmûd Hüdâyî Hazretleri burada. Daha pek çok evliyâullah burada. Üsküdar’da Osmanlı eserleri var. Hatta hanım sultanların eserleri var. Osmanlı padişahları, hanımları veya kızları Üsküdar’da çok fazla cami yaptırmış. Bu bakımdan Üsküdar’ın bir ismi de “Hanım Sultanlar Şehri”dir. Bir ismi “Kâbe Toprağı”dır. Bir ismi “Altın Şehir”dir. Mihrimah Sultan’ın yaptırdığı Mihrimah Sultan Camii, Râbia Gülnûş Emetullah Sultan’ın yaptırdığı Yeni Camii, 2. Selim’in hanımı, 3. Murat’ın annesi Afîfe Nur-Bânû Valide Sultan’ın yaptırdığı Eski Valide Camii, Kanuni Sultan Süleyman’ın cariyelerinden Gülfem Hatun’un yaptırdığı Gülfem Hâtun Camii, Mahpeyker Kösem Valide Sultan’ın yaptırdığı Çinili Camii... Üsküdar, hanım sultanlar şehridir, mübarek bir şehirdir. Dolayısıyla daha önce de belirttiğim gibi, tekrar seçme hakkım olsaydı, herhalde yine Üsküdar’ı tercih ederdim. Tarihiyle, kültürüyle, maneviyatıyla, folkloruyla, insanlarıyla Üsküdar’ı seviyorum kardeşim. Kalplere ambargo koyamazsınız, siz de başka bir yeri sevebilirsiniz ama ben Üsküdar’ı seviyorum. Üsküdar’a geldiğiniz günden bu yana birçok şey değişmiştir. Sizin için bir alışkanlık olan ama artık bulunmayan, belki bir arkadaşlık, belki bir mekân, belki de düzenli olarak yaptığınız bir şey var mıydı? Eski Üsküdarlılar yok. Sohbet erleri olan beyler, hatta hanımlar yok. Mesela bendeniz Münevver Ayaşlı Hanımın, mekânı cennet olsun, hayranıydım. Bir İstanbul hanımefendisiydi, tüm yazılarını okurdum. Beylerbeyi’nde yalısını defalarca ziyaret

etmiştim. Orada, Muzaffer Ozak, Şefik Can gibi hocaların da katıldığı Mesnevi ve tasavvuf sohbetleri yapılırdı. Bugün bir Münevver Ayaşlı yok. Asaf Hâlet Çelebi Beylerbeyi’nde, Cemil Meriç Fethi Paşa Korusu’nda otururdu. Necip Fazıl Kısakürek de bir müddet Üsküdar’da oturmuştu. İşte, Üsküdar bu güzel insanların mekânıydı. Zaten mekânların süsü binalar değildir. Binalar ikinci, belki de üçüncü derecede süstür. Mekânların süsü insandır. “Şerefü’l-mekân bi’l-mekîn” derler, yani mekânı şereflendiren orada bulunan insanlardır. Mamafih bu insanlar Allah’ın emriyle, “İrciî’! (Dönün!)” emrine uyararak ahiret âlemine gittiler ise de, ben onlarla alâkamı kesmedim. Eserlerini okuyarak, kabirlerini ziyaret ederek, hatıralarını tekrarlayarak, onlarla yine ahbaplığımı devam ettiriyorum. Bu bakımdan bana Üsküdar’da mutlu olarak yaşayan sayılı şahıslardan biri gözüyle bakarsanız, yanılmış olmazsınız.

Röportajın videosunu izlemek için karekodu okutabilirsiniz: Ayrıca Youtube kanalımızdan da röportaj videosuna ulaşabilirsiniz: http://bit.ly/DursunGurlek

Üsküdar’dan İz Bırakanlar

63


Makale

Sâhibü’l Vefâ

Hâce Mûsâ Topbaş Osman Nûri TOPBAŞ* osmannuritopbas.com Muhterem pederimiz Mûsâ Efendi, Osmanlı Cihan Devleti’nin son dönemlerine rastlayan 1917 (h. 1333) senesinde Konya’nın Kadınhanı ilçesinde dünyaya geldi. Muhterem pederleri, Ahmed Hamdi Topbaş Efendi; vâlideleri ise Âdile Hanımefendi’dir. Ahmed Hamdi Efendi’nin dedesi Ahmed Kudsî Efendi (v. 1887), hem büyük muhaddislerden âlim bir zât, hem de Hâlid-i Bağdâdî Hazretleri’nin halîfesi Muhammed Kudsî Bozkırî’den hilâfet almış bir Hak dostudur. Topbaşzâde Ahmed Hamdi Efendi, ümmetin meseleleriyle ilgilenen, takvâ sahibi ve fedâkâr bir gönül insanıdır. Mûsâ Efendi’nin doğumundan altı ay kadar sonra İstanbul’a hicret eder. Mûsâ Efendi’nin çocukluğu ve gençliği, İstanbul’un Erenköy semtinde geçer. İlk, orta ve iki yıllık lise tahsili, Cumhuriyet’in ilk yıllarına rastlar. Dîne ve tarihe karşı redd-i mîras edilen bir dönemde, yanlış fikirlerle gönlü kirlenmesin diye muhterem pederleri onu ticarete istikâmetlendirir. İlimle iştigâl etmeyi çok arzulayan Mûsâ Efendi, maddî ve mânevî tahsilini, devrin önde gelen âlimlerinden husûsî dersler alarak ikmâl eder. Son dönemin en güçlü müfessiri olan Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır, yine zamanın meşhur muhaddislerinden Babanzâde Ahmed Naîm Efendi, edebiyatçı ve Mesnevîhan Tâhiru’l-Mevlevî gibi pek çok muhterem zâtın rahle-i tedrîsinde bulunur. Ömer Nasûhi Bilmen, Bekir Hâki Efendi, Mustafa Âsım Yörük ve Hacı Cemal Öğüt gibi kıymetli âlimlerin ilim meclislerine devam eder. Tasavvufa ilgi duymaya başladıktan sonra, Sarıyerli Nûri Efendi, Abdülhay Efendi, Seyyid Şefik Arvasî, Ali Haydar Efendi, Süleyman Hilmi Tunahan ve Said Nursî gibi dönemin önde gelen mâneviyat ricâline sık sık ziyaretlerde bulunur, bir kısmının da hizmetlerini görüp duâlarını alır. Fakat Mûsâ Efendi’nin hayatında en büyük tesir icrâ eden âlim ve ârif zât, hiç şüphesiz ki Mahmud Sâmi Ramazanoğlu Hazretleri’dir. Bu büyük zâtı tanıdıktan sonra Mûsâ Efendi’nin önünde sonsuz mânevî ufuk-

lar açılmıştır. Artık bambaşka biri olmuş, rûhunda o zamana kadar hissetmediği mânevî hâller ve ihtilâçlar zuhûr etmiş, içine bir ateş düşmüştür. Mûsâ Efendi, Üstâd’ına öyle bir muhabbetle bağlanmıştı ki târifi mümkün değildir. Onun şu ifâdeleri, bu muhabbetin şâhidlerinden biridir: “Sâmi Efendi Hazretleri’ne intisâbımdan sonra dünyaya bakışım ve görüşüm değişti. Eski sevdiklerimi sevemez hâle geldim. Her gün beraber yiyip içtiğim arkadaşlar vardı; bir anda silindi. Ne onlar fakiri aradı, ne de ben onları aradım… Muhterem Üstâdım Mahmud Sâmi Hazretleri’nin huzûr-i âlîlerine girdiğimizde, tasavvufa dâir hiçbir

*Muhterem müellif Osman Nûri Topbaş’ın izniyle Altın Silsile adlı eserinden kısaltılarak iktibas edilmiştir.

64

Gri Edebiyat


mâlûmâtım yoktu. Bize evrâd verecekler, yapacağız, o kadar zannediyordum. Mânevî değişiklik gibi şeylerden haberimiz yoktu… Ancak o zaman anladım ki kalbe kuvvetli bir aşk aşısı vuruyorlar. Sâlik, hakîkaten zeki ve anlayışlı ise onun kıymetini biliyor, o hâlini muhâfaza ediyor. Biraz noksanlığı olan ise, istifâde etse bile nâkıs kalıyor.”1 Mûsâ Efendi Hazretleri’ni yakından tanıyanlar, onun, Sâmi Efendi Hazretleri’ne olan hayranlığını, engin muhabbetini, teslîmiyetini, tâzîmini ve hizmetini dâimâ gıptayla seyretmişlerdir. O, Üstâdının vefâtından sonra bile âdeta onunla yaşamıştır. 1956 yılında başlayan bu mânevî yolculuk, 1976 yılında irşâd icâzeti ile taçlanmış ve Üstâdının 12 Şubat 1984’te Hakk’a yürümesinden sonra, yine onun işaret ve arzusu istikâmetinde bir mürşid-i kâmil olarak, Hak yolcularının mânevî terbiye hizmetini îfâ etmişlerdir. GÜZEL AHLÂKI Mûsâ Efendi Hazretleri’nin duruşunda vakar ve heybet sezilirdi. Görenlerin gönüllerine, hem muhabbeti, hem de heybeti birlikte nüfûz ederdi. Cemâlinde celâl, celâlinde cemâl saklıydı. Mübârek yüzünü görenler Allâh’ı hatırlar, kulluğun şerefini ve güzelliğini hissederlerdi. Gönüllerindeki engin muhabbet âdeta yüzüne akseder, baktıkları her şeye muhabbetle nazar ederdi. Sözlerinde ayrı bir lezzet vardı. Sesi ipek gibi lâtîf ve sözleri kelime kelime hikmetti. Az ve öz konuşur, sözü gereksiz yere uzatmaz, yalnızca söylenmesi gerekeni söylerdi. Sözleri, âdeta bir goncadan süzülen şebnemler gibi, dinleyenlerin gönül toprağına düşer, ilâhî hikmet ve hakîkatlere susamış gönüller, bu feyz damlalarını bir âb-ı hayat gibi içerdi. Her hâlinde edep, nezâket ve zarâfet sezilirdi. Efendilik ona sanki doğuştan verilmişti. Duruşunda, oturuşunda, yürüyüşünde hep asâlet vardı... Namazlarındaki tâzim, huşû ve sükûneti; hediye, ikram ve infaklarındaki nezâket ve letâfeti; yemek yiyişindeki tertip, düzen ve huzur hâli; bir bardağı tutuşundaki zarâfeti; bir çocuğun başını sevgiyle okşayışı, gönüllerde kalan en tatlı hâtıralarındandır… Vefâkârlığı ise dillere destân idi. Cenâb-ı Hakk’a ve O’nun Habîb-i Ekrem’ine, muhterem Üstâdına, mübârek ecdâdına ve sevenlerine karşı hep vefâlıydı. Bu sebeple sevenlerinin dilinde, dâimâ “Sâhibü’l-Vefâ” diye anılırdı. 1 Bkz. Allah Dostunun Dünyasından: Hacı Mûsâ Topbaş Efendi ile Sohbetler, haz. Erkam Yayınları, 1999, s. 45, 58.

Hulâsâ o, hem sûretiyle hem de sîretiyle, ne güzel bir kuldu! O, ömrü boyunca Hakk’a kulluğu, hayatının bütün safhalarına teşmîl etmiş, bütün hâl ve davranışlarında âdeta bir şi‘r-i tabiî hâlinde tecellî ettirmişti… MÂNEVÎ TERBİYEYE ÇOK EHEMMİYET VERİRDİ Mûsâ Efendi, mânevî terbiyenin zarurî olduğuna inanır ve her fırsatta din kardeşlerine bu hakîkati hatırlatırdı. Şöyle buyururdu: “İnsan ne kadar ibadet ederse etsin, bütün ömrü secde ile ve oruçlu geçsin, ancak sevap kazanır. Mânen terakkî edebilmek, ancak seyr u sülûk yoluyladır. Seyr u sülûk yoluyla insan nefsini tanır. (Acziyetinin farkına varır.) Nefsini bilince de Allah Teâlâ’yı tanımaya başlar. Zira Cenâb-ı Hakk’ı ancak nefsini bilenler tanıyabilirler. Nefsini bilmeyen, istediği kadar zâhid olsun, âbid olsun, bilgi sahibi olsun, bütün bunlar onun kemâle ermesi için kâfî değildir. Bir mü’min nefsini bildiğinde her şeyin mânâsı değişir. O zaman her şeyi Cenâb-ı Hakk’a ircâ etmeye başlar. Her ne zuhûr ederse etsin, o «Cenâb-ı Hakk’ın ihsânıdır.» der ve öyle kabûllenir. Görüşü değiştiği için de her hareketi ibadet olur. Cenâb-ı Hakk’ı tanımaya başlayan bu kul, meselâ mal-mülk kazanmak arzu ederse, gâye değişir. Evvelce; «Ben mal-mülk sahibi olayım, yiyip içeyim, ev-bark sahibi olayım,

Üsküdar’dan İz Bırakanlar

65


herkes beni alkışlasın!» şeklinde nefsânî düşüncelerle uğraşırken, tekâmül ettikçe; «Cenâb-ı Hakk’ın verdiği mal ve mülkle hem helâlinden âilemin nafakasını temin eder, hem de cemiyet-i İslâmiyeye hizmet ederim!» demeye başlar. Ve niyetteki mânâ değiştiği için dünyevî çalışmaları da ibadet olur. İnsanın düşüncesi dâimâ Cenâb-ı Hak olduğunda, her şeyi ibadet sayılır. Yemesi, uyuması, âilevî münâsebetleri hep ibadet olur.”2 İRŞAD ÜSLÛBU Mûsâ Efendi Hazretleri’nin nazarında her insan kıymetliydi. Onun kıymeti; şöhretinden, makâmından, malından ya da nesebinden kaynaklanmıyordu. Sadece Allâh’ın kulu olduğu için kıymetliydi. Böyle bir hürmet ve muhabbete muhâtap olan sevenleri, Üstâd’ın gözünde ve gönlünde husûsî bir yerlerinin olduğunu ve onun tarafından sevilmiş olmanın sıcaklığını yüreklerinde hissederlerdi. Yaşı ve ictimâî durumu ne olursa olsun, herkesin isminin başına ya da sonuna; “efendi”, “bey”, “kardeş” gibi hürmet ve nezâket ifâdeleri eklerdi. Sevenlerine olan muhabbetini bâzen hediyelerle, bâzen ziyaretlerle, bâzen de farklı usullerle izhâr ederdi. “Onun, her seveninde bir hediyesi vardır.” denilse mübâlağa edilmiş olmaz. Bir gül yağı, bir seccâde, bir kumaş, bir tesbih, bir takke, bir kandil ikrâmiyesi, bir selâm, bir hat, bir çiçek… Hepsi de hediye edenin “efendiliği” ölçüsünde, nezâhetinde ve zarâfetinde…

lisânında çokça tekrarlanan tatlı bir ifâdeydi.

Hulâsa kimin gönlüne nasıl girileceğini çok iyi bilirdi. Gönül almayı çok severdi. Muhtelif yollarla, sevenlerinin gönlünü doyururdu. “Kurtarmak için herkesi bir yerinden tutmak lâzım!” buyururdu.3

“Herkes üzerine düşeni yapmalıdır. Meselâ bir muallim iyi talebe yetiştirmeye gayret etmelidir… Mimar güzel güzel câmiler, İslâmî anlayışa uygun evler yapmalıdır. Yani herkesin yapabileceği işler vardır…

SOHBETE ÇOK EHEMMİYET VERİRDİ

Herkes istîdâdına göre vaktini en faydalı işe tahsis etmelidir… Kimisinin fazla ibadete kâbiliyeti vardır… Kimisi şecaat ehlidir… Hepsini topladığın zaman aynı hedefe varır, ama yollar farklı… Bir hastanın bile vazifesi vardır. Hasta yalnız kendisini düşünmeyip, elinden hiçbir şey gelmiyorsa ümmet-i Muhammed’e duâ etmelidir…

Mûsâ Efendi, irşad hayatının merkezine sohbeti yerleştirmişti. Öyle ki, âilesinden üç kişi bir araya gelse, fuzûlî konuşmalara müsâade etmez ve; “Bir sohbeti hak ettik!” buyururdu. Hattâ hastahânede kaldıkları bir gecenin seherinde, refâkatçileriyle yaptıkları sohbet, unutulmaz hâtıralardan biri olarak hâfızalarda yer etmiştir. Muhterem Üstâdımız, sohbetlere ibadet vecdiyle iştirâk edilmesi gerektiğini hatırlatırdı. Onun gözünde sohbet, sıradan bir toplantı değil, ulvî ve mânevî bir meclisti. Mûsâ Efendi Hazretleri, mânevî terbiyede gönle çok ehemmiyet verdiği için, sözü-sohbeti neticede hep oraya getirirdi. “Gönlü Allâh’a vermek” tâbiri, onun 2 Bkz. Sâdık Dânâ, Altınoluk Sohbetleri, V, 42. 3 Bkz. Allah Dostunun Dünyasından, s. 10.

66

Gri Edebiyat

HİZMETLERE ÖNCÜLÜK EDERDİ Mûsâ Efendi, atâleti hiç sevmezdi. Tasavvufun bir kenara çekilmek olmadığını sık sık hatırlatır, herkesin imkân ve kâbiliyetine göre yapabileceği bir hizmetin olması gerektiğini şöyle ifâde ederdi:

Kimisi namazla terakkî eder. Bâzısının oruç tutmak çok hoşuna gider. Bâzıları irfanla, bâzıları neşriyatla. Hele bu zamanda neşriyat en önde gelen hizmetlerdendir…”4 Muhterem Üstâdımız, akrabâlarını ve evlâtlarını hizmete teşvik etmeden evvel, bizzat kendisi öncülük ederdi. Birçok hayır müessesesinin kuruluşunda onun desteği ve teşviki vardır. Kur’ân Kursu, İmam Hatip Lisesi, câmi ve benzeri yerlere hep destek olmuştur. Meselâ 1980 yılında Erkam Yayınları’nın, 4 Bkz. Allah Dostunun Dünyasından, s. 103, 180-181.


1985 yılında Üsküdar’da Aziz Mahmud Hüdâyi Vakfı’nın kurulmasına, 1986’da da Altınoluk Dergisinin çıkarılmasına bizzat öncülük etmiş, maddî ve mânevî yardımlarda bulunmuştur. Bunun gibi daha pek çok müessesenin tesisine öncülük etmiştir. TÂZİM VE ŞEVKLE ÎFÂ EDİLEN İBADET HAYATI Mûsâ Efendi Hazretleri’nin hayatındaki anahtar kelimelerden biri de hiç şüphesiz ki “tâzim” idi. Ulaştığı mârifet-i ilâhiyyenin neticesi olarak, Cenâb-ı Hakk’a karşı son derece tâzim ve huşû içinde idi. “İbadet, insanı cennete götürür; tâzimle yapılan ibadet ise insanı Allâh’a götürür.” buyurur, ibadetin feyz ve bereketini çoğu zaman tâzîme bağlardı. Mûsâ Efendi namaz için güzelce cübbesini giyer, bembeyaz takkesini takar, en güzel gül kokularından sürer, yakınında bulunanlara da ikram eder, daha sonra da huşû içinde ezanı beklerdi. Seccâdenin olabildiğince düzgün serilmesine dikkat ederdi. Gözü ve gönlü meşgul edecek dağınıklığa izin vermezdi. Onun ezana tâzîmi de bir başkaydı. Sünnet’te tavsiye edildiği üzere ezana icâbet eder, onu huzurla dinler ve sonunda huşû içinde ezan duâsını yapardı. Namaz, tâdil-i erkâna riâyetle edâ edildikten sonra, âdeta sıcak bir günde soğuk bir su içmişçesine, mübârek dudaklarından ruhları okşayan bir letâfette; “el-hamdü lillâh” sözü duyulurdu. Namaza gösterdiği bu tâzim ve hassâsiyetleri, diğer ibadetlerinde de aynen müşâhede edilirdi. Ramazân-ı şerîfte, bilhassa Harameyn’de açtığı iftar sofralarına gösterdiği îtinâ ve ehemmiyet, haccı îfâ ederken daldığı derin tefekkür hâli, Server-i Âlem (s.a.v.) Efendimiz’i ziyaret ederken büründüğü edep ve hürmet, Allâh’ın Kelâmı’yla olan ülfet ve dostluğu, sadaka ve zekât verirken hissettiği sonsuz minnet, nezâket ve emânet duyguları, hep onun Cenâb-ı Hakk’a olan tâzîminden ileri geliyordu. ŞEFKAT VE MERHAMETİ Mûsâ Efendi Hazretleri’nin engin muhabbeti, kendisini deryâ gönüllü, büyük bir şefkat ve merhamet âbidesi hâline getirmişti. Onun şefkat kucağı; fakirler, yetimler, kimsesizler, hastalar, kurtuluş arayan günahkâr kullar ve hattâ diğer canlılar için bir tesellî sığınağı olmuştu. Müseccel Allah düşmanları hâriç, herkesi ve hattâ her şeyi severdi. Onun bu muhabbeti, elinden, dilinden ve gözlerinden şefkat ve merhamet olarak taşardı. Bir güle bakarken, bir çocuğu severken, bahçesindeki kedilere ve ağaçlara konan martılara bir şeyler ikram ederken, hep bu hâl müşâhede edilirdi…

Onun merhametinin uzandığı diğer bir grup da günah batağına düşmüş kimselerdi. Hiç şüphesiz günaha buğzederdi, fakat günahkâra da acırdı. Günaha olan nefreti günahkâra taşırmazdı. Hattâ böylelerini içinde bulunduğu hâlden kurtarmak için hem duâ eder, hem de elinden gelen himmeti gösterirdi.

Ömer Nasuhi Bilmen 1882 yılında Erzurum’un Salasar Köyü’nde doğdu. 1908 yılında İstanbul’a gelerek, Fatih dersiâmlarından Tokatlı Şakir Efendi’nin derslerine devam etti ve icazet aldı. Medreset’ül Kudat’ta dört yıl hukuk tahsili yaptı. 1912 yılında açılan rüûs imtihanını kazandı. Fatih dersiamı olarak göreve başladı. 12 Ekim 1971’de İstanbul’da vefât etti ve Edirnekapı Sakızağacı Şehitliği’ne defnedildi. Başlıca eserleri olan “Hukuk-i İslâmiyye ve Istılahat-ı Fıkhiyye Kamusu”, “Kur’an-ı Kerim’in Meâl-i Âlisi ve Tefsiri” ile “Büyük İslâm İlmihali” yanında, yayınlanmış ve yayınlanmamış daha pek çok önemli eseri bulunmaktadır. DASİTÂNÎ VEFÂSI Mûsâ Efendi, sayısız güzel vasıfları üzerinde taşıyan “Muhammediyyü’l-meşreb” büyük bir Allah dostu idi. Ancak ondaki vefâ duygusu bir başka idi. Bu sebeple ehl-i hikmet ona “Sâhibü’l-Vefâ” sıfatını lâyık görmüştür. Kul olarak vefâlıydı. “Elest bezmi”nde5 Rabbimize verdiği söze bir ömür sadâkat göstermişti. “…Nerede olursanız olun, Allah sizinle beraberdir…” (el-Hadîd, 4) âyetini sık sık tekrarlar, başta ibadetleri olmak üzere bütün hayatı tam bir ihsân duygusu, yani dâimâ ilâhî müşâhede altında olduğunun idrak, edep ve huzûru içinde geçerdi. Rasûlullah (s.a.v.) Efendimiz’e vefâsı bir başka idi. Uzun yıllar devam eden Medîne günlerinde, çoğunlukla teheccüd namazı ile birlikte Mescid-i Nebevî’ye gider, büyük bir huzur ve edeple, gül râyihaları içinde Türbe-i Saâdet’i ziyaret ederdi. Türbe-i Saâdet bekçileri, ziyaretçilerin birçoğuna müdâhale ettikleri, hattâ zaman zaman sert davrandıkları hâlde, Muhterem 5 Bkz. A‘râf Sûresi, 172. Üsküdar’dan İz Bırakanlar

67


Üstâd’ın huzûr-i Rasûlullah’taki o derin, müeddeb ve sükûtî hâlinin tesiri altında kalırlardı. Ziyaretin akabinde teheccüd namazı kılar, sonra da sabah namazına kadar zikir ve murâkabe hâlinde olurdu. Sıhhatli zamanlarında sabah namazından sonra da kuşluk vaktine kadar tam bir huzûr hâlinde Harem-i Şerîf’te kalırdı. Rasûlullah (s.a.v.) Efendimiz’e gerçek vefânın, O’nun sünnet-i seniyyesine tam sarılmak olduğunu, bunun da şeklî hususlarla birlikte O’nun gönül dokusundan hisseler almakla mümkün olacağını ifâde ederdi. Onun bir başka vefâsı da ehlullah hazarâtına gösterdiği nihâyetsiz muhabbet ve bağlılıkta tezâhür ederdi. Üstâdı Mahmud Sâmi Hazretleri’ne karşı dâsitânî bir vefâ hissiyle doluydu. Onun için hayatın en mühim anları, Üstâdı ile buluştuğu, onunla beraber olduğu günlerdi. Otuz yıla yakın beraberliklerinde o büyük velîye hep bir “sıddîk” teslîmiyeti ile bağlı kalmış, hayata ve hâdiselere hep onun gözüyle bakmaya îtinâ göstermiştir. Hayatını o büyük Allah dostuyla zâhiren ve bâtınen beraber yaşamış, onda fânî olmuş, son nefesinde de tıpkı “o” olmuş, onunla aynîleşmiştir. Kendisine küçük hizmetler sunan torunlarına ve diğer yakınlarına sergilediği âlîcenaplıklar, daha evvel âhirete irtihâl eden büyüklerine, dostlarına, ülkeye hizmet eden güzel insanlara ayrı ayrı, isim isim gönderdiği Fâtihalar, onun vefâkârlığının güzel numûnelerindendir. Şahsen benim daha kundak yaşımdayken hizmetimi gören hemşireyi, elli beş sene sonra bile aratarak buldurması ve ona izzet ve ikramlarda bulunması da

68

Gri Edebiyat

takdîre şâyan bir vefâkârlık misâliydi. Onun engin nezâket, kadirşinaslık ve vefâsını gösteren bir başka misâl de, kendisinin tedâvisiyle meşgul olan bütün doktorlara, ayrı ayrı ve her sene bir hediye veya mektup göndermeleriydi. Bunu Medîne-i Münevvere’de bulundukları zaman bile aslâ ihmâl etmez, bizlere telefon ederek bu vazifeyi kendileri nâmına yapmamızı isterlerdi. Nitekim doktorlarından biri, kendisini çok duygulandıran bu vefâ ve kadirşinaslığı şöyle ifâde etmişti: “Ben bu kadar hasta tedâvi ettim. Hastalarımın bana tedâviden sonra teşekkür edip hediye verdikleri olurdu ama, bir sene sonra ve devam eden yıllarda bunu hatırlayıp da teşekkür eden insan, ilk defa gördüm.” SEHÂVETİ VE İNFAK COŞKUSU Gönlü kırık kimseleri bulup sevindirmek ve muhtaçların derdine derman olmak, Mûsâ Efendi Hazretleri’nin büyük bir mânevî hazla îfâ ettiği ictimâî ibadetlerdendi. Şuurlu ve plânlı bir infak hayatı vardı. O âdeta tek başına bir vakıftı. Muhtelif hayır fonları vardı. Meselâ bir “eytâm” (yetimler) hesâbı vardı. Hayır hesâbından muayyen bir kısmı, yetim çocuklarla ilgilenmek üzere vazifelendirdiği yakınlarına teslim eder ve: “İşiniz onlara sadece burs vermek değil! Kendi çocuğunuzla nasıl ilgileniyorsanız bu yetim yavrularla da aynı şekilde ilgileneceksiniz!” buyururdu.6 Ayrıca bir “kitap” hesâbı vardı. Sâmi Efendi Hazretleri’nin kitapları başta olmak üzere, bilhassa gençliğe 6 Abdullah Sert, “el Vedûd İsminin Mazharı Bir Allah Dostu”, Altınoluk, Sayı: 245, s. 11, Temmuz 2006.


ve ümmete faydalı olacak bir kitabı gördüğünde, ondan çokça alır, uygun gördüğü kişilere hediye ederdi. Üniversite gençliğine Osmanlı tarihi ve İslâm kahramanlarıyla alâkalı kitapları hediye ederdi. Muhterem Üstâdımız’ın “hastalar”la alâkalı bir hesâbı da vardı. Sağlık hizmetleri noktasında çok hassastı. Tedâvi olma ve ilâç alma imkânı bulunmayan hastalarla ilgilenmek üzere, yakını olan bir doktoru vazifelendirmişti. Onların masraflarını, haberleri olmadan karşılardı. Mûsâ Efendi, belirlediği bu fonlar için, her sene yılbaşında bütçesini yapardı. Bütün bunlar, zekâtın hâricindeki hayırlardı. Zira o, kifâyet ve ihtiyaç hâricini infâk etmek isterdi. Her vesîleyle infakla ilgili nasihatlerde bulunurdu. Sevenlerini ve yakınlarını, Allâh’ın ihsân ettiği nîmetleri, O’nun rızâsı istikâmetinde cömertçe sarf etmeye yönlendirirdi. SON GÜNLERİ VE VUSLATI Muhterem Üstâd’ın bütün hayatı; “İnnâ lillâh” (biz her şeyimizle Allâh’a âidiz) muhtevâsında geçmişti. Seksenli yaşlara gelince ise “ve innâ ileyhi râciûn” (ve nihâyet yalnız O’na döneceğiz)7 tecellîsi kendini göstermeye başladı. Rasûlullah (s.a.v.) Efendimiz; “Belâların en şiddetlisi peygamberlerin, sonra derece derece sâlihlerin ve diğer kulların üzerine iner…” buyurmuşlardır. (Tirmizî, Zühd, 57/2398) Bir peygamber vârisi olan Mûsâ Efendi Hazretleri’nin iptilâları da ağır olmuştur. Bu iptilâlar, mü’minlerin hem sâfiyetlerini ve terakkîlerini artırır, hem de Cenâb-ı Hak ile beraberlik ve ünsiyetlerini ziyâdeleştirir. Hastalıkları sebebiyle iki yıllık hareketsizliğin neticesinde, ayaklarındaki kan dolaşımında ciddî rahatsızlıklar ortaya çıkmıştı. Vefâtından bir gün evvel de kangren olan ayağının diz üstünden kesilme zarureti zuhûr etmişti. O gün bu operasyonu gerçekleştiren doktor anlatıyor: “Kendisini çok görmek istemiştim. Bir türlü fırsat olmamıştı. Kısmet, o son anlara imiş. Ayağının ameliyat vazifesi bana düştü. İki kelimecik işittim o kısa sürede: «Allah… Allah…» Zikir ehlinin, rahatlık zamanlarında da sıkıntı anlarında da yegâne sığınağı zâten hep O değil miydi?” Bu ameliyattan bir gün sonra da, yani mü’minlerin bayramı olan bir cuma gününde, Üsküdar’ın o coşkulu cuma ezanları arasında, bir aşk-ı ilâhî şehîdi olarak 7 Bkz. el-Bakara, 156.

son nefeslerini verip aziz rûhunu Mahbûb’una teslîm etti. Cuma gününe husûsî bir tâzimi vardı. Beyazlara bürünür, huzur ve sükûnet içinde Allâh’ın evlerinden birine giderdi. O cuma da öyle oldu. Yine beyazlara büründü; ancak bu sefer o evlerin sahibi olan Allâh’a doğru yola çıktı. Bir bayram gününde, bayramını Hakk’a vuslatla taçlandırdı. Muhterem Üstâdımız, bir ömür yana yakıla hep O “Yüce Dost”u aramıştı ve artık vuslat günüydü. Muazzez ruhları, münevver cesedinden ayrılıp Refîk-ı A‘lâ’ya kanatlandığında, takvimler 16 Temmuz 1999 Cuma’yı gösteriyordu. Rabbimiz kendilerini en güzel ikramlarıyla mükâfatlandırsın ve umduklarına nâil eylesin. Âmîn! MUSA TOPBAŞ EFENDİ’NİN VASİYETİ Mûsâ Efendi, her yaptığı güzel işten sonra “el-hamdü lillâh” diyerek, o imkânı bahşeden Rabbine şükreder ve O’nu hiçbir zaman unutmazdı. Öyle ümid ediyoruz ki, can emânetini yüz akıyla Hakk’a teslim ettiği için de gönülden bir “el-hamdü lillâh” demiştir. Vefâtından sonra açılmak üzere yakınlarına bir vasiyetnâme bırakmıştı. O vasiyetnâmenin bir kısmı şöyledir: “Ey kâinâtı yaratan, yerlerin, göklerin, kürelerin, zerrelerin, insanların, cinlerin, hulâsa bütün mahlûkâtın sahibi, yüceler yücesi, ulular ulusu Allâh’ım! Vârislerim bu zarfı açtıkları anda, Sen’in huzûr-i ilâhinde olmuş olacağım. Uzun ömür verdin, en değerli dostlarını fakir için rehber eyledin, dünyevî, uhrevî hiçbir şeyi esirgemedin, bol bol ihsân eyledin! Buna rağmen gayrete gelip de lâyıkıyla kulluk edemedim, koskoca ömür böylece geldi geçti. Hatâlar, noksanlıklar birbirini takip etti. Gönlümün istediği gibi yeşeremedim. Yalnız Sen’in yüceliğinle, Rahmânlığınla, Settârlığınla ve Gaffarlığınla tesellî buldum. Bu hakir, zayıf kulunun günahlarını, hatâlarını bağışla! Çünkü o Sen’i, Rasûl-i Edîb’ini ve bütün Sen’i sevenleri ve sevdiklerini sevmiştir. Bu da yine Sen’in lûtf u ihsânınla, kereminle, inâyetinle zuhûr etmiştir. Gerek vârislerime, gerek onu takip eden ve edecek olan zürriyetime de inâyet eyle! Hepsine kavî îman ver, atâlete uğrayanlardan eyleme ki bir taraftan kulluklarına devam ederken diğer taraftan Sen’in kullarına hizmet etsinler ve her an Sen’i tevhid edenlerden olsunlar!”8

8 “Vasiyet Yerine”, Altınoluk, sayı: 162, Ön kapak arkası, Ağustos 1999. Üsküdar’dan İz Bırakanlar

69


Röportaj

Zarifoğlu Ailesi: Yedi Güzel Adam İdeal İnsandır

Röportaj: Rümeysa Buldağ Cahit Zarifoğlu’nun aile hayatı nasıldı? Bize biraz bundan bahsedebilir misiniz? Berat Zarifoğlu: Çocukları aşırı seven, onlarla çok iyi anlaşan, merhametli bir baba, anlayışlı bir eş, çok değerli bir insan, kaliteli ve iyi bir Müslümandı, samimiydi, dediğini yapardı. Dedikodu yapmayı, boş konuşmayı hiç sevmezdi. Arkadaşlarının onun hakkında yazdıkları gibi bir insandı. Çocuklarımız dünyaya geldiğinde ‘hoş geldin melek’ derdi. Cahit Bey bana sadece eş değil, aynı zamanda hem bir baba gibi hem de bir hoca gibiydi. Cahit Bey’in bende çok emeği var, ondan çok şey öğrendim. Vefat ettiğinde ben hem kocamı hem de hocamı kaybettim. Benden önce öleceğini hiç düşünmemiştim, boşlukta kaldım. 11 senelik bir evliliğimiz oldu. Çok değerli, çok iyi bir insandı. Ailesi ve arkadaşları tarafından çok güzel hatırlanıyor. Son dönemde hastaydı.

70

Gri Edebiyat

Cahit Zarifoğlu’nun eserlerini okuduğumuzda standart nesir yazılarının ötesinde bir hâl olduğunu, anlattıklarını yaşadığını hissediyoruz. Bu noktada Cahit ağabeyin hâlinden, gündelik yaşantısından, Müslüman kimliğinden bahsedebilir misiniz? Berat Zarifoğlu: Cahit Bey’in askerden döndükten sonraki hayatını daha çok biliyorum, o kısma denk geldim. En iyi okuyucularından biri de ben oldum. Son şiirlerinin çoğunu ezberledim. Mesela Sultan… Müthiş bir şiir, insan kendini o kadar güzel anlatır. Çocuklarıma Kur’an-ı Kerim’i öğretmek, en büyük emelimdi diyordu. Çocuklarımız 4, 8, 9 ve 10 yaşlarındaydı. Onlara Kur’an-ı Kerim öğretmişti. Maneviyatı çok iyiydi. Annesinin duası üzerindeydi. Üniversitedeyken sinemaya gidildiğinde, Cahit Bey’in parası olmadığı için gitmezmiş. Efendi ve dürüst bir genç olduğu için okuldaki kızlar; Cahit bizi sinemaya sen götür, hem bir erkek olarak başımızda olursun hem de senin paranı biz öderiz


“Ey Berat Hanım dersen ki, ‘Bu ne zalim adam Hâlimi bilmez hâlden anlamaz Küçük bir şeyi mesele yapar’ -Ne büyük yalanDoğrusu var hakkın N’etsem n’apsam Kollarını bilezik Boynunu kordon Ayağına hal hal donatsam Yine hakkın kalır” derlermiş. Samimiyeti, dürüstlüğü, sağlamlığı, çalışkanlığı ve gayreti çok farklıydı. Afganistan şiirleriyle hassas oluşunu ve merhametini, savaştaki çocukların sanki bizim çocuklarımız olduğunu çok yakından hissettik. Çocukların aç kalmalarını, işkence görmelerini, bomba sesleriyle uyanıp kalkmalarını, Cahit Bey’den öğrendim. Rusya Afganistan’dan ne istiyor diye sorduğumda sıcak denizlere inmek istediğini söyledi. İçimden “Sıcak deniz?” dedim ama ses çıkartmadım. O zaman anlayamamıştım ama sormadım. Sonradan anladım. Cahit Bey’den çok şey öğrendim. Cahit ağabey ile nasıl tanıştığınızı bir de sizden dinlemek isteriz. Bize tanışmanızın nasıl olduğunu anlatabilir misiniz? Cahit Bey’le evlendiğim için çok şanslıydım. Cahit Bey’le hiç görüşmeden nişanlandık, kına gecesinde birbirimizi gördük. Necip Fazıl Kısakürek ile çok görüşüyorlardı. Cahit Bey, Abdülhakîm Arvâsî Hazretleri’ni çok severdi ve hürmeti vardı. Ayrıca Arvâsî ailesi Necip Fazıl Kısakürek’i çok severdi. Biz Arvâsî ailesine ve Necip Fazıl’a her zaman dua ederiz. Necip Fazıl da bizleri çok severdi. Van’a düğünümüze geldi, nikâh şahidimiz oldu. Evlendikten sonra evimize geldi, bir gece bizde kaldı. Temiz bir ailede büyüdüm, tertemiz bir sayfaydım. Babam Van müftüsüydü; Ankara’da seminerler, il toplantıları olurdu. Rasim Özdenören ağabeyler babamı bilirlerdi. Bu toplantılar nedeniyle bir araya gelirlerdi. Cahit Bey kız istemeye geleceği zaman, babam onu sohbette gördüğünü ama tanımadığını söyledi. Cahit Bey, Arvâsî ailesini çok sevdiği için zaten onları kırmayacak, kabul ede-

cekti. Babam da Rasim Beylere sorayım demiş ve Necip Fazıl’a sormuştu. Necip Fazıl çok sevinmiş ve nikâh şahidi ben olurum demiş. Yani Cahit iyi biridir dememiş, nikâh şahidi ben olurum demiş. Düğünden sonra Maraş’a gittik. Cahit Beyin babası da Maraş’a gelmişti. “Cahit’ciğim hayırlı olsun, elini öpme şerefine erdiğim Abdülhakîm Arvâsî Hazretleri’nin torunlarından biriyle evli olduğun için de seni ayrıca tebrik ederim.” dedi. Çok mutlu oldu. Cahit Zarifoğlu nasıl bir eş, nasıl bir baba idi? Evliliğiniz ile ilgili bizimle paylaşmak istediklerinizi dinlemek isteriz. Evliliğimiz saygı çerçevesindeydi. Çok akıllıydı, bilgiliydi. Evlilik için yaşın çok önemli olduğunu düşünmüyorum. Aramızda 15 yaş fark vardı. İyi niyet önemli çünkü biz birbirimizi tanımıyorduk. Ben onun misafiri o da benim misafirim gibiydi. Ama çok mutlu olduk. 4 çocuğumuz oldu. Çocuklarımızın isimlerini büyüklerimize sorduk. Fatma ismini kayınvalidem, Betül’ü biz verdik; Ayşe’yi onlar, Hicret’i biz verdik. Yani böyle mutlu olunabiliyormuş. Çok ev taşıdık. Bir evde dört ay, bir sene otururduk. Yeni bir eve taşındığımızda öncelikle kitaplığının, masasının yerini belirlerdi. Onun istediği gibi olurdu. Evimiz çok büyüktü, mutfağa girerdik. Ben hep salata yapar, ekmek doğrardım. Yemek yapmayı çok bilmezdim. Yedi Güzel Adam dizisi için Ahmet Tezcan geldiğinde etli fasulye sahnesini anlatmıştım. Daha 19 yaşındayım, önce eti mi yoksa fasulyeyi mi pişireceğimi bilmiyorum. Cahit Bey’e söylemeye utanıyorum. Sonra mecbur bilmiyoÜsküdar’dan İz Bırakanlar

71


rum dedim. Cahit Bey ben yaparım dedi. Tarif etti, beraber yaptık, yedik. Yemek yapmayı da ondan öğrendim. Yemeklerimi ben beğenmezdim ama o yaptıklarımı beğenirdi. Biz çok iyi evlerde de oturduk, kötü evlerde de. Onun ayrı bir odası olmadı. Daktilonun tuşları da serttir, ses çıkartır. Çocuklar oynarlar, ses çıkarırlar ama o takır takır yazar, çalışır, seslere sinirlenmezdi. Çayını götürdüğümüzde, rahatsız ettiğimiz için kızmazdı. Çocuklarımın elinden kahve içmek isterim derdi, ben ise acaba kahve yapamıyor muyum diye düşünürdüm. Ne demek istediğini sonradan anladım. Dedikodu yapmazdı, yapanı da sustururdu. Erdem Bayazıt ağabey; ‘O bir düşünür on yapardı, biz on düşünür ancak birini yapardık’ derdi. Cahit Bey hep diğerlerine önderlik yapardı. Şiirleriyle, yazılarıyla, mektuplarıyla Recep Garip, Ali Haydar Haksal ve ismini sayamadığım birçok kişiye, bir nesle ağabeylik yapmıştır. Cahit Bey, eve misafir getirmeyi çok severdi. Pazar günleri gezmeye giderdik. Yağmur da olsa arabada otururduk. Çiçek ekmek alırdık, içine köfte,

72

Gri Edebiyat

domates, biber koyardık. Beykoz’a, Beylerbeyi’ne gidip manzara seyrederdik. Betül Zarifoğlu: Babamla ilgili okuduğum bir yazı çok hoşuma gitmişti: “Entelektüel söylemlerin olduğu bir zamanda yeni şiire çok fazla bir ilgi vardı, bu insanlar daha önce şiir yazanlardan daha farklılardı.” O dönemde bu entelektüel söylemlerin içinde gençlere sıklıkla ilmihal okuyun, namazlarınızı ihmal etmeyin demesi bana çok enteresan gelmiştir. Ben şiir için, tiyatro için birilerinin, yazarların yanında oldum elhamdulillah. Babam, şurada oyun vardır oraya gidelim, şu filmi gördünüz mü modundaydı. Kıymet verdiğiniz, önemsediğiniz birinin bunların yanında namazları doğru düzgün kılın, teheccüde kalkın, farzı geçtik teheccüde geldik. Babamda bu beni çok etkiler. Akif İnan amcanın kızıyla telefonda konuştuğumda, o benden büyük olduğu için babamı çok iyi ve daha net hatırlıyor, ‘Cahit amcayla çok vakit geçirdik ve bana bir defter hediye etmişti’ dedi. Ben babamın birçok kişiye defter hediye ettiğini duymuştum. O zaman gerçi çocuklara hediye edilebilecek ya da insanlara hediye edilebilecek belki şimdiki gibi seçenek yoktu ama yurtdışına çıkan


birine muhakkak bir defter hediye ederdi. Sen orada gördüklerini, yaşadığın şeyleri, duygularını, hislerini, şahit olduğun olayları ne varsa yaz buna derdi. Edebiyata yönlendirmesi bir genç için çok güzel bir şey. Ben bazen babamla ilgili söyleşiler için ortaokul ya da liselere gidiyorum. Pırıl pırıl, çok güzel çocuklar maşallah. Ben lise dönemlerimde çok asi bir çocuktum, bir şey için yapma denilince inadına yapasım gelirdi. Onlara hep şunu diyorum: “İçinizde bir duygu oluyor, ‘bana karışma’ duygusu. Özgür olacağınız, içinizdeki bu duyguyu yansıtacağınız en güzel yer: Edebiyat. O kadar özgürsün ki, her şey olabilirsin, her şey yazabilirsin, yapabilirsin. İçinde ‘bağırma, karışma bana, dur’ diyeceğin her şeyi edebiyatta yapabilirsin.” Babam bunu o zamanlar insanlara söylüyormuş. Annemin söylediği bir şey var, çok hoşuma gider; bir olay olurmuş babam sözlü olarak tepkisini çok fazla belirtmezmiş. Daha sonra annem derdi ki; yazdıklarını okuduğum zaman ne kadar üzülmüş, ne kadar etkilenmiş, önemsemiş anlardım. Sözlerine o kadar çok yansıtmayan, daha çok içinde yaşayan biriydi. Mesela bana bir okulda Cahit ağabey ne kadar yalnız biri diye babamı sordular. Bana hiç öyle gelmiyor. Görüntüde etrafında çok insan olan biri, her zaman iç içe olan, ailesiyle çok içli olan biri. Belki gençlik yılları yalnız geçmiş olabilir ama daha sonrası, 35’den sonra vefatına kadar hep insanların içinde, hep çok yakın, güler yüzlü bir insan hatırlıyorum. Ama o duyguları çok içinde yaşamış, çok iyi yazarlar çok iyi konuşamıyor bazen. Çünkü konuştuğun zaman konuyu tüketmiş oluyorsun, anlatmış ve bitirmiş oluyorsun. Berat Zarifoğlu: Espriliydi ama çok az konuşurdu. Çocuklara masal anlatırdı. Mesela Betül’e masal anlatır, masal nasıl bitsin kızım diye sorardı. Betül Zarifoğlu: Ağaçkakanlar kitabında bizim atışmamızı yazmıştı babam. Hiç hatırlamıyorum maalesef. Masal anlatırken diyor ki bir anne ağaçkakan, baba ağaçkakan var hiç çocukları olmuyor. Sonra çocukları olsun mu diye soruyor. Ben de diyorum ki doğrusu neyse o olsun. Ama sen söyle ona göre diyor. Benim de dâhil olmamı istiyor. Ben de ısrarla olmuşsa olsun, olmamışsa olmasın diyorum.

Vefat edeceğini hissedercesine “Kırlarda çiçekler artık bensiz açacak.” demişti. Zor olacak ancak bize vefatından da bahsedebilir misiniz? Berat Zarifoğlu: Cahit Bey inşallah cennete gitti. Arkasında çokça Fatiha okuyanı var. Cenazesine her cemaatten gelenler vardı. Babam müftüydü, emekli olunca İstanbul’a gelmişti. Cenaze namazını kıldırırken cemaati görünce dedi ki “Ya Rabbi! Her kesimden, memuru, müdürü burada. Hatta birbirlerine Cahit’i nereden tanıdıklarını soruyorlardı, yani alakasız kişiler. Rasim ağabey, Erdem ağabey, hepsi geldi. Ulvî Alacakaptan anlattı; Erdem ağabeyin koluna girmişlerdi. Nasıl bizi bırakıp gittin diye hıçkıra hıçkıra ağlamıştı. Onlar için de yakın bir arkadaşlarını kaybetmek çok zordu. Çocuklarımız küçüktü, zaten arkadaşlarının arasında en son evlenen o olmuştu. Geç evlendiği için ancak mutlu olmuş, hayatı bir düzene sokulmuştu. Mesela Mustafa Miyasoğlu diyor ki; ‘bizim zamanımızda daktilo yoktu, yazı yazmak için bir adam vardı, birilerine telefon eder, gençlerimiz yazı yazmak istiyor’ derdi. Cahit Bey de o zaman üniversiteye yeni başlamış. ‘Giderdik, bakardık ki birkaç kişi -isimlerini Mustafa Miyasoğlu hatırlar- daktiloda sıra bekleyerek yazı yazarlardı. Biri yazar çıkar, öteki yazardı.’ Daktiloda sıra bekliyorlarmış... Ne kadar acı yani şimdinin rahatlığı duyunca... Sizin için yazdığı bir şiir var mıydı? Berat Zarifoğlu: Benim isteğimle olduğu için ben o şiiri şiir diye kabul etmiyorum. Hep şiirlerin var ama bana bir şiir yazmadın demiştim. Ey Berat Hanım diye bir şiir yazmıştı, onu da ben dedim diye. Gerçi çok beğenen oldu, aslında çok güzel bir şiir. Betül Zarifoğlu: Annem bana şiir yazmadın diyor, babam da getirin kalem yazayım diyor. Annem ben öyle istemiyorum, hani böyle bir ilham gelse de öyle yazsan diyor. Babam da; ben şair adamım, ilhama gel derim gelir diyor. Sonra onun üstüne yazıyor. Çok teşekkür ederiz. Allah sizlerden râzı olsun, Cahit ağabeyimizin mekânını cennet eylesin. İnşallah. Allah sizden de razı olsun. Rabb’im emeklerinizi zayi etmesin.

Üsküdar’dan İz Bırakanlar

73


Makale

Celvetî şeyhi, müfessir, şair: İsmâil Hakkı Bursevî “İsmâil Hakkı sekr yerine sahvı, şathiyyât yerine temkini ve bulunulan mertebeye uygun davranmayı benimsemiştir.”

1063 Zilkadesinde (Ekim 1653) bugün Bulgaristan sınırları içinde bulunan Aydos’ta doğdu. Uzun süre Bursa’da yaşadığı için Bursevî, bir süre Üsküdar’da ikamet ettiğinden Üsküdârî, Celvetiyye tarikatına mensup olduğu için Celvetî nisbelerini kullanmış, özellikle Bursevî nisbesiyle meşhur olmuştur. Tamâmü’l-feyz ve Silsilenâme-i Celvetî başta olmak üzere bazı eserlerinde hayatı hakkında bilgi veren İsmâil Hakkı’ya dair çalışmalar esas itibariyle bu bilgilere dayanır. Ancak oldukça hareketli bir hayat geçirdiğinden bu çalışmalarda yer yer eksiklik ve yanlışlıklara rastlanmaktadır. İstanbul’un Aksaray semtinde doğup büyüyen babası Mustafa Efendi, İsmail Hakkı’nın doğumundan bir yıl evvel evi yanınca Aydos’a gidip yerleşmişti. Daha önce İstanbul’da tasavvufî çevrelerle irtibatı olduğu anlaşılan Mustafa Efendi, Aydos’ta da bu ilgisini sürdürerek Zâkirzâde Abdullah Efendi’nin halifesi sıfatıyla o sıralarda Aydos’ta irşad faaliyetinde bulunan Celvetî şeyhi Atpazarî Osman Fazlı ile yakınlık kurmuştu. Yedi yaşında annesini kaybeden İsmâil Hakkı’ya büyükannesi bakmaya başladı. Osman Fazlı Efendi’nin halifesi Ahmed Efendi’den Arapça dersleri alan İsmâil Hakkı, Osman Fazlı’nın Aydos’a uğrayan Edirne halifesi Seyyid Abdülbâki Efendi ile birlikte Edirne’ye gitti (1074/1664). Burada din ilimlerini öğrenirken bir yandan da hüsn-i hat ile meşgul oldu. Osman Fazlı’nın bir halifesinden fıkıh ve kelâmla ilgili kitaplar okudu. Tahsilini tamamlayınca Abdülbâki Efendi onu İstanbul’da bulunan Osman Fazlı’nın yanına gönderdi. İsmâil Hakkı 1083 Rebîülevvelinde (Temmuz 1672) bu şeyhe intisap etti. Kendisinden kelâm ve ferâiz ilimlerini, el-Mutavvel hâşiye-

74

Gri Edebiyat

Doç. Dr. Ali NAMLI alinamli@hotmail.com

sini hazırladığı sırada el-Mutavvel’i, fıkıh usulüne dair Tenkihu’l-uşûl adlı eseri okudu. Mehmed Efendi’den tecvid ve diğer bazı hocalardan Farsça dersleri aldı. Meşhur şairlerin Farsça divanlarını ve ayrıca bazı eserleri inceledi (Tamâmü’l-feyz-II, s. 80-81). Hâfız Osman’dan hüsn-i hat meşk etti. Üç yıl sonra şeyhinin izniyle Zeyrek Camii’nde halvete giren İsmâil Hakkı doksan gün süren halvetten çıkınca dervişlere hizmetle görevlendirildi. Bir süre sonra şeyhi ona kendi yerine vaaz etmesini söyledi, 1086’da da (1675) halife tayin ederek Üsküp’e gönderdi. Beraberindeki üç dervişle birlikte Üsküp’e giden İsmâil Hakkı (Rebîülâhir 1086/ Temmuz 1675) muhtelif camilerde vaaz etmeye, isteyenlere zâhirî ilimlere dair dersler vermeye başladı. Harap bir tekke onarılarak kendisine tahsis edildi. Bir süre burada kaldıktan sonra yeni bir zâviyede irşad faaliyetlerini sürdürdü. 1087’de (1676) Şeyh Mustafa Uşşâki’nin kızı ile evlendi. İsmâil Hakkı vaazlarında, dine aykırı davranışlarını gördüğü Üsküp müftüsünü ve şehrin bazı ileri gelenlerini eleştirmeye devam edince muhalifleri tarafından mahkemeye verildi. İsmâil Hakkı ve davacıları İstanbul’a giderek Şeyhülislâm Çatalcalı Ali Efendi, Sadrazam Merzifonlu Kara Mustafa Paşa ve Rumeli kazaskeri Beyâzizâde Ahmed Efendi ile görüştüler. Aralarını bulması için görevlendirilen Osman Fazlı Efendi tarafları barıştırdı. Altı yıl süren bu çekişme ortadan kalkar gibi olduysa da muhalifleri İsmâil Hakkı’yı Üsküp’ten sürdürmek için tekrar faaliyete başlayınca Osman Fazlı ona Köprülü’ye gitmesini tavsiye etti. Köprülü’de 14 ay kalan İsmâil Hakkı, Usturumca halkının Osman Fazlı’dan kendisini ka-


sabalarına göndermesini istemeleri üzerine oraya gitti (1093/1682). İsmâil Hakkı 1096’da (1685), 4. Mehmed’e nasihatte bulunmak üzere Edirne’de bulunan Osman Fazlı tarafından Edirne’ye çağrıldı. Şeyhinin evinde üç aya yakın bir süre misafir kaldı ve onun gözetiminde Fuşûşü’l-hikem’i okuma imkânı buldu. Osman Fazlı, Bursa halifesi Sun’ullah Efendi’nin vefat etmesi üzerine İsmâil Hakkı’yı Bursa’ya halife olarak tayin etti (Cemâziyelâhir 1096/Mayıs 1685). Şeyhinin tavsiyesine uyarak Ulucami’de ve diğer bazı camilerde vaaz vermeye 1096 Şâban’ından (Temmuz 1685) itibaren vaazlarında Kur’an-ı Kerim’i Fâtiha’dan başlayarak tefsir etmeye, vaazda söylediklerine tasavvufî yorumlar ekleyip şiirler zikrederek ve Arapça olarak yazıya geçirmeye başladı. Bu şekilde meydana getirdiği Rûhu’l-beyân adlı tefsirini Cemâziyelevvel 1117’de (Eylül 1705) tamamladı. Bu arada başka eserler de kaleme aldı. Bursa’da ikametinin ilk zamanlarında kendini riyâzete verdiğinden oturacak ev ve geçimini temin hususunda sıkıntılar çekti. Bursa’ya halife tayin edildikten bir buçuk yıl sonra İstanbul’a şeyhini ziyarete gitti. Ardından dört defa daha aynı amaçla İstanbul’a giden İsmâil Hakkı şeyhini son olarak sürgünde olduğu Kıbrıs’ta ziyaret etti (1102/1690-91). Şeyhi bu ziyaret sırasında yerine onu tayin etti.

1107-1108 (1695-1696) yıllarında İsmâil Hakkı, askerin moral gücünü arttırmak için II. Mustafa’nın daveti üzerine katıldığı I. ve II. Avusturya seferlerinde yaralanarak Bursa’ya döndü. 1111’de (1700) hacca gitti, yedi ay kadar Mekke ve Medine’de kaldı. Hac dönüşünde Medine ile Tebük arasındaki Ulâ yakınlarında eşkıyanın baskınına uğradı, canını zor kurtardı. Esrârü’l-hac adlı eseri bu sırada kayboldu. Muharrem 1122’de (Mart 1710) ikinci defa hac niyetiyle yola çıktı. Bir ay kadar İstanbul’da kaldıktan sonra deniz yoluyla İskenderiye’ye, oradan da Kahire’ye ulaştı. Kahire’de Şeyhûniyye Medresesi bitişiğindeki Kadirî Dergâhı’na yerleşti. İki aydan fazla kaldığı Mısır’da ulemâ, tasavvuf erbabı ve halkla irtibat kurdu; aralarında Ezher müderrislerinin bulunduğu bazı kişilere icâzetnâme verdi. Hac dönüşü İstanbul’da iki buçuk ay kalıp Bursa’ya gitti. Cemâziyelâhir 1126’da (Haziran 1714) Tekirdağ’a geçerek irşad faaliyetini burada sürdürdü. Âişe Hanım ve muhtemelen şeyhinin kızı Hanîfe Hanım ile burada evlendi. 1129’da (1717) tekrar Bursa’ya döndü. Aynı yıl Muhyiddin İbnü’I-Arabî’ye duyduğu sevgi sebebiyle Şam’a gitti. Şam’da on kadar eser kaleme alan İsmâil Hakkı, Tuhfe-i Recebiyye adlı eserini Şam Valisi Receb Paşa’ya takdim etti. Bu sırada Şam’da bulunan Abdülganî en-Nablusî ile sigara içmenin câiz olup olmadığına dair tartışmalar yüzünden aralarının açık olduğu anlaşılmaktadır. Üsküdar’dan İz Bırakanlar

75


Şâban 1132’de (Haziran 1720) Şam dönüşü Üsküdar’a yerleşen İsmâil Hakkı’ya Damad İbrâhim Paşa bir ev hediye etti ve çeşitli ihsanlarda bulundu. Ancak İstanbul’da devlet ricâli üzerinde şeyhi ve Aziz Mahmud Hüdâyî kadar etkili olamadı. Kendisi bunu daha ziyade zamanındaki ricâlin kabiliyet noksanlığına bağlar. Üsküdar Ahmediye Camii’nde cuma vâizi olarak görev yaparken hakkında vaazlarında vahdet-i vücûd meselesinden bahsettiği, İslâm akîdesine aykırı sözler sarf ettiği iddiasıyla takibat açıldı. Pek çok kişinin şahitliğiyle suçlamanın asılsız olduğu anlaşıldı. Bu olayın ardından 1135’te (1723) İstanbul’dan ayrılıp Bursa’ya döndü. Kendi imkânlarıyla bir cami inşa ettirdi. Son yıllarını da irşad faaliyeti ve eser telifiyle geçiren İsmâil Hakkı 9 Zilkade 1137’de (20 Temmuz 1725) vefat etti. Kabri Tuzpazarı’nda yaptırdığı caminin kıble tarafındadır. Ölümünden üç yıl evvel yazdığı Kitâbü Nakdi’I-hâl adlı eserinde yer alan bir manzumesinin son beytindeki, “Hakkıyâ envâr-ı Hak’la pür oldu merkadi” mısraında vefatını önceden haber verdiği kabul edilir. Şeyhi Osman Fazlı’nın yanı sıra başta Muhyiddin İbnü’I-Arabî olmak üzere Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî, Sadreddin Konevî, Üftâde ve Aziz Mahmud Hüdayî’nin İsmâil Hakkı’nın üzerinde büyük tesirleri olduğu görülmektedir. Vahdetî Osman Efendi, oğlu Mehmed Bahâeddin, Zâtî Süleyman Efendi, Hikmetî Mehmed Efendi, Derûnîzâde Mehmed Hulûsî Efendi ve Şeyh Yahyâ Efendi yetiştirdiği halifeler arasında zikredilebilir. Vahdet-i vücûd anlayışına sıkı sıkıya bağlı olan İsmâil Hakkı, hakîkat-i Muhammediyye’nin zuhurunu ayın bir aylık hareketine benzeterek anlatır. Ona göre hakîkat-i Muhammediyye mutlak nübüvvet ve velâyeti içerir. Her nebî ve velînin nübüvvet ve velâyetten belli bir payı vardır. İlâhî bir nur olan nübüvvetin Hz. Âdem’de hilâl kadar olan zuhuru Hz. İbrâhim’de ayın 14’ü gibidir. Hz. Muhammed’de (s.a.v.) bu zuhur kemale ererek ayın 15. gecesindeki dolunayın zuhuru gibi olmuş ve bu hakikat en kâmil anlamıyla tecelli etmiştir. Zira Hz. Peygamber (s.a.v.) insanları Hakk’ın zât, sıfat ve ef’âline davet etmiş, davet onunla zâhirde ve bâtında tamamlanmış, kendisinden sonra başka bir peygambere ihtiyaç kalmamıştır. Bu sebeple o hatmü’l-enbiyâdır. Hz. Muhammed’den (s.a.v.) 76

Gri Edebiyat

sonra bu zuhur yavaş yavaş azalmaya, dolunaydan hilâle doğru gitmeye başlamıştır. Ancak ondan sonra peygamber gelmeyeceğinden nübüvvet nuru onun şeriatının aynasında parlamaya devam edecektir. Velâyet mertebesi nübüvvetin özü gibidir ve nübüvvetten öncedir. Velâyet derecelerinin sonu nübüvvet makamlarının başıdır. Nübüvvet velâyete dayanır; her nebî velîdir ancak her velî nebî değildir. Velâyetin peygamberlerde zuhuru asalet yoluyla, onların ümmetlerinden olan velîlerde ise tebaiyyet ve veraset yoluyladır. Bu ümmette velâyete vâris olmak bakımından velâyetin ilk zuhûru Hz. Ali’de hilâl, İbnü’I-Arabî’de dolunay gibidir. Dolayısıyla İbnü’I-Arabî hatmü’levliyâdır. Ondan sonra velâyet nuru kıyamete kadar kutubların ve onlara tâbi olanların kalplerindedir. İsmâil Hakkı’ya göre zuhur bakımından “hatm” olması İbnü’I-Arabî’nin Hz. Ali’den veya Hz. Ali’nin diğer sahâbîlerden üstün olduğu anlamına gelmez. Mârifetullahtan, zâhirî ve bâtınî ilimlerden ibaret gördüğü ilmî kerâmetleri kevnî kerâmetlerden üstün tutan İsmâil Hakkı’ya göre mârifetullah keşif ve kerâmetten üstündür. Bir velîden hârikulâde bir şey sâdır olsun veya olmasın mârifetullah şeref olarak ona yeter. Çünkü kerâmet velâyet için şart değildir. İsmâil Hakkı sekr yerine sahvı, şathiyyât yerine temkini ve bulunulan mertebeye uygun davranmayı benimsemiş, “ene’l-hak” diyen Hallâc- ı Mansûr’u, “sırr”ı fâş ettiğine inandığı Niyâzî-i Mısrî’yi, Şeyh Bedreddin’i, birtakım Mevlevî, Kalenderî, Bektaşîler’i ve eksik taraflarını gördüğü diğer kişi ve zümreleri tenkit etmekten geri durmamıştır. Tasavvuf ehlinin ve özellikle vahdet-i vücûdun aleyhinde söz söyleyen ulemâyı da tarikat adına şeriatta ihmal ve gevşeklik gösterenleri de şiddetle eleştirmiştir. Ona göre Hz. Peygamber’in (s.a.v.) nübüvvet ve velâyet nuru olmak üzere iki nuru vardır. Nübüvvet nuru şeriat nuru, velâyet nuru ise hakikat nurudur. Resûl-i Ekrem kıyamete kadar biri zâhir, diğeri bâtınla alâkalı bu iki nurla aramızdadır. Bu iki nura tâbi olmayan ve onlarla hidayet bulmaya çalışmayan kimse Hz. Peygamber’e (s.a.v.) uymayı terk etmiştir.

Doç. Dr. Ali NAMLI’nın çalışmalarından derlenmiştir.


Sara HAMZAOĞLU

Saraylı Kuşlar

sarahamzaoglu

“Kuş saraylarını, cami duvarlarımızda ve parklarımızda yeniden inşa edelim. Merhameti gönlümüze, kuşları hânelerine davet edelim, eski günlerdeki gibi…”

Bir zamanlar kuşlar, saraylarda yaşarmış. Zarafetin, hizmet aşkından nasibdâr olduğu güzel zamanlar... İslâm’ın güler yüzünün kâinata yansıdığı, Yaratan’dan ötürü yaratılanlara şefkatin tezahür ettiği güzel zamanlar… Kuş evleri, kuş köşkleri, kuş sarayları… Osmanlı’nın kuşlara olan sevgisinin en güzel göstergeleri… Serçe, saka, kırlangıç, kumru, güvercin gibi korunmaya muhtaç kuşların huzurlu yuvaları… Maddi olarak küçük ama ‘maneviyatı çok büyük’, merhamet dolu yapılar… Geleneksel mimarinin ince zevkini çarpıcı bir şekilde yansıtan, sanatçı ruhların elinden çıkmış ‘sevimli’ ve bir o kadar da ‘ihtişamlı’ köşkler, saraylar… Ecdâdımızın şefkat hazinelerinden kuşlar dahi payına düşeni alırken, kuş saraylarını; saraylardan evlere, kütüphanelerden medreselere, köprülere, ibadethanelere kadar her yerde görmek mümkün. Kuşların mimarların zevklerine göre işlenilen kuş köşklerine girebilmeleri için kapılar; hava almaları için pencereler ve alt süsler yapılmış. İstanbul yangınlarının ahşap evlere zarar vermesi nedeniyle bu sanat eserleri de kanatlanıp uçmuş âdetâ. Geriye, sadece taş binalarda bulunan bazı örnekleri kalmış. Şefkat sanat eseri olan kuş köşklerinin pencereler, saçaklar, kubbeler, balkonlar, cihannümalar, alemler, sütunlar gibi yapı unsurları bulunuyor. Osmanlı hânedânı mensupları adına yaptırılmış camilerin hemen hemen hepsinde kuş evlerinin bulunduğunu görmekteyiz. Bunlardan en göze çarpanları Ayazma, Yeni Valide ve Selimiye camilerindeki kuş evleridir. Ayazma Camii

Fotoğraf: Ayşe Merve Buldağ annesi Mihrişah Emine Sultan ile kardeşi Şehzade Süleyman adlarına yaptırılan cami, Mimar Mehmet Tahir Ağa’nın eseridir. Caminin dört cephesinde ve cami avlusuna giriş kapılarında nadide kuş evi örneklerini görmek mümkün. Yeni Valide Camii Üsküdar meydanında, çarşının karşısında bulunan Yeni Valide Camii, Sultan 3. Ahmet’in annesi Râbia Gülnûş Emetullah Valide Sultan tarafından yaptırılmıştır. Yapımı 1710’da biten eserin subaşısı Mimar Bekir’dir. Caminin dört cephesinde de kuş evleri mevcuttur; bunlardan en dikkat çekenleri cami minyatürü şeklinde olanlarıdır. Selimiye Camii Selimiye kışlası civarındaki cami Sultan 3. Selim tarafından 1801 yılında yaptırılmıştır. Ön yan cephesinde çok zarif bir kuş evi bulunmaktadır. Kuş saraylarını, cami duvarlarımızda ve parklarımızda yeniden inşa edelim. Merhameti gönlümüze, kuşları hânelerine davet edelim, eski günlerdeki gibi… Kuşlar geri gelsin. Kuşlar hiç gitmesin.

1760-1761 yıllarında Sultan 3. Mustafa tarafından

Üsküdar’dan İz Bırakanlar

77


Röportaj

Fuat Başar: Muhabbet Varsa, Muvaffakiyet Vardır

Röportaj: Abdullah Ünal

Evet, internette görmüştüm hocam.

Değerli hocam, “Ebru sanatına ikinci baharını yaşatan sanatkâr” olarak anılan Mustafa Düzgünman ile tanışmanız nasıl oldu? O ânı net bir şekilde hatırlıyor musunuz?

Evet, internette de var. 1977’den itibaren hocanın yaptığı ebru kâğıtlarını İstanbul’da bulunan arkadaşlarım bana gönderiyordu. Sabahlara kadar “Bu nasıl bir sanat, boyalar birbirine nasıl karışmaz?” diye düşünürken Düzgünman’a geldim, görerek öğrendim. Bize ilk tavsiyesi şuydu: “Hemen yapmaya çalışmayın, işi bırakırsınız çünkü insan incelikleri gözden kaçırıp netice alamayınca yılıyor.” Hocanın tavsiyesine uyduk. Kendisi ne zaman ki bize tekne açın dedi, işte o zaman açtık.

1977 yılında ebru ile aktif olarak çalışmaya başladım. Kaynak olabileceğini düşündüğüm bir kitap buldum. Onu okuduğumda yaparım zannettim ama sanat kitaptan okuma ile olmuyor. Mustafa Düzgünman’ın adresini buldum ve 1978 ile 1980 yılları arasında mektupla tanıştım. Rahmetli hocanın mektuplara cevap vermek pek âdeti olmadığı hâlde Erzurum gibi bir yerde, bir genç ebruya ilgi duymuş ki bana mektup yazmış diyerek işin önemini anladı ve bana cevap yazdı. Bütün sorularıma cevap verdi. 1980’e kadar kendi kendime çalıştım. Körün taşı kelin başına denk gelir gibi bir şeyler oldu ama içim boş, sanat böyle öğrenilmez. O kitapta rahmetli Mustafa Düzgünman’ın sehpası, çalışma anı ve üstünde kırmızı bir kilim parçası bulunan sandalyeyi gösteren bir fotoğraf vardı. O fotoğrafı her gördüğümde, “Acaba gün gelir de o sandalyeye oturup hocayı çalışırken seyredebilir miyim?” diye düşünürdüm. Aynı o gördüğüm sahne, oraya oturdum. Hatta öyle çekilmiş bir fotoğrafımız bile vardır.

78

Gri Edebiyat

Düzgünman’la tanışmamız kendisinin aktar dükkânında oldu. Üsküdar’da Bir Attar Dükkânı isimli kitapta bahsedilen dükkândır. O dükkân; bir ilim, irfân, sanat ve hüner yatağıydı. Niyazi Sayın ağabey, Necmeddin Okyay’ın oğlu Sacit Okyay gibi nice insanları orada gördüm. Evindeki atölyesine her hafta pazar günleri muntazaman saat 10:00 - 13:00 arası derse giderdik. 1990 yılında rahmetli oluncaya kadar da bu derslerimiz devam etti. Kendisini zamanla tanıdıkça, beklentilerinizin ve düşüncelerinizin çok üzerinde olduğunu fark ettiniz mi? Tabii, sadece ebru yapan bir zât değildi ki. Neredeyse 30 yıla yakın Azîz Mahmûd Hüdâyî Hazretlerinin türbedârlığını yapmış, tasavvufla yoğrulmuş


bir zât. Tam bir Üsküdar beyefendisi, kendisine aslınız nereden gelme diye sorduğumda, sekiz batın Üsküdarlıyız demişti. Hatta kendisine Üstün Hizmet Ödülü verileceği bir zamanda Avrupa yakasına geçme durumu olmuştu. “Çocuklar, 17 senedir karşıya geçmemiştim.” demişti. Üsküdar’a bu kadar bağlı birisiydi. Hayatı Üsküdar’da geçti. Evi ve aktar dükkânı Üsküdar’daydı. Ayrıca türbedârlık yaptığı zaman türbeye hizmet ederdi. Bunun dışında, dükkâna gelen kişilerle alışverişini yaparken bile hep iyi davranır, hâl hatır sorar, genelde de manevi konular konuşurdu. Maddiyatla işi olmayan bir zâttı. Beklentilerimizin gerçekten de üstünde oldu. Herkes Düzgünman’ı çok sert, yanına yaklaşılmaz bir kişi olarak bilirdi ama frekanslar uyuştuğunda da sohbetine doyum olmayan bir zâttı. Derler ya “Âlemi nasıl bilirsiniz? Kendim gibi.” İşte öyleydi. Güzel bir yaklaşım olduğunda; davranışları, iltifatları gayet yerli yerinde idi. Ebru sanatı, geleneksel sanatlarımız içerisinde çok önemli bir yere sahiptir. Sizce neden ebru sanatı? Mustafa Düzgünman ülkemizde ebru sanatının nesi olur? Neden ebru çünkü o bir sevda… Dahası, benim son ustam Düzgünman’dı. Kimseye öğretmedi. Eğer bu dünyadan göçüp giderse ata sanatlarından birisi tarihe gömülecek diye çok büyük endişe yaşadım. Bu uğurda tıp eğitimimi bıraktım. Öğrenciliği bırakıp geldiniz, değil mi? Evet, tabiri caizse üstüme tarihi bir sorumluluk çöktü. Başka uğraşan var mı, yok mu onu da bilemiyordum. Meğer kendisinden başka bu sanatı atadan, dededen geldiği şekliyle devam ettiren kimse yokmuş. O da zaten annesinin dayısından öğrenmiş. Yokluk, kargaşa, rağbetsizlik dönemi ama her şeye rağmen bu işi devam ettirmiş. Devam ettirmesindeki tek dinamik: sevgi. Dinin, sanatın, bilimin, hatta kâinatın temelinin dahi sevgi olduğu gibi ebrunun temeli de sevgidir. Yoklukta bile illâ teknem, illâ teknem diyor. Hatta bir ara bana söylemişti. 1940’lı yıllar, İkinci Dünya Savaşı sırasında ekmek, karne, her şey karne ile alınırdı. Savaşa girmedik ama bizi çok etkiledi. “Ebru yapmak için kâğıt bulamıyordum. Ambalaj kâğıtları aldığımı hatırlarım.” derdi. “Ebru yapardım ama anlayan yoktu, değerlendiremiyordum” derdi. Konu komşu, tanıyanlar gelir, merdiven altlarına bakar,

deste deste ebruları görünce; “Ya Mustafa Bey, bunlar para ediyor mu ki uğraşıyorsun?” diye sorarmış. Kendisi ise sevdiğim için devam ettirdim derdi. Ama o sevgisinin mükâfatını da gördü. Düzgünman’dan sonra bizler kendisinden öğrendik. Bütün Türkiye’ye, hatta yurtdışında neredeyse her İslâm ülkesinde, Avrupa ülkesinde, Japonya’da, Amerika’da öğrencilerimiz var. Cenâb-ı Hakk, belki de onun sevgisinin hürmetine bize yedinci kuşak öğrencimizi görmeyi nasip etti. Muhabbet varsa, muvaffakiyet vardır. Düzgünman, Necmeddin hocadan sonra köprü görevini yapmış en önemli kişidir. Tavrını hiç bozmadan, ata dede nasıl yapmışsa öyle yapmış. Bunu geliştireyim, modernleştireyim, yenilikçi olsun, yorum katayım gibi kepazeliklere düşmeden, asaletini koruyarak bizlere aktardı. Allah mekânını cennet etsin.

“Bir televizyon kanalından aranmış, canlı yayına çıkmam istenmişti. Konuyu sorduğumda “Bilmiyoruz, siz tayin edin.” demişlerdi. “Tamam, o zaman anons edin; birbirinin aynısı iki ebru getirene bir milyon dolar ödül vereceğim.” dedim. Tabii büyük yankı uyandırdı. Bu, aklen, mantıken, ilmen mümkün değildir. O ara Su Vakfı’nın başkanı bağlandı, kendisi çok sevdiğim bir profesördür. Program icâbı suyun yapısını, davranış özelliklerini biraz anlattı. “Azîz kardeşim, hiç merak etmeyin o para cebinizde kalacak.” dedi. “Hocam.” dedim “Zaten o para yok.”

İnşallah. Mustafa Düzgünman Beyefendinin sizi ya da diğer insanları manevi anlamda çeken bir iklimi söz konusu muydu? Sanatçılığının dışında tabiri caizse Allah dostu diyebileceğimiz bir yönü var mıydı? Azîz Mahmûd Hüdâyî Hazretlerine hizmet eden kişiye ucundan, kulağından bile olsa mutlaka bir şeyler bulaşır. Onlar, gönül ikliminin sultanlarıdır. Meselâ, dükkânına gittiğim zaman şahit olurdum. Üsküdar’dan İz Bırakanlar

79


Müşteri gelir, efendim bana 150 gr dolma fıstık verin derdi. Düzgünman, kaç kişilik ailesiniz diye sorardı. Müşteri der ki; 2 kişi veya 3 kişi. O kadarı fazla, israf etmeyin, 100 gram yeter derdi. Bakın şimdi, kazanma hırsı yok, hakkı neyse onu teslim ediyor. Tasavvuf da budur, her şeye hakkını teslim etmektir. Alır, tartar, terazinin her iki kefesine de birer kâğıt koyardı, sonra tartacağı 100 gramsa belki 5 gram da fazla koyar müşteriyi öyle gönderirdi. İsraf, haramdır derdi. Bu maneviyattır, maneviyatın itmesiyle olacak hareketlerdir. Kendisi ayrıca melâmî meşrep birisiydi. Anladığımız gerçek manada melâmet bir meşreptir, tarikat değildir. Ama Celvetiye tarikatının etkisiyle bir tasavvuf adamı gibi davranmıştır. Sözü de, sohbeti de o olmuştur. Hatta tasavvuf müziğimize çok güzel eserler kazandırmıştır. Sözlerini kendi yazardı. Allah hayırlı uzun ömür versin hâlâ hayattadır, Niyazi Sayın’ın bestelerini ikrar ederlerdi. Çevresine de hep iyi, dürüst, ibadet ehli olmalarını telkin eden bir zâttı. Allah mekânını cennet etsin. “Mustafa Düzgünman’a gelmeseydim, onunla çalışmasaydım ne olurdu?” diye düşündüğünüz zamanlar oldu mu? Yeniden tercih yapma imkânım olsaydı, 500 sefer de olsa aynı şeyleri tercih ederdim. Bunu katıksız bir şekilde söylüyorum. Ben bu ülkenin bir evladı-

80

Gri Edebiyat

yım. Bu ülkenin kaybolmak üzere olan bir sanatı vardı. Ben onu omuzlasa mıydım yoksa omuzlamasa mıydım? O zaman hesabımı yapmıştım. Bu kararı verdiğimde Türkiye’nin nüfusu 42 milyondu. Hekim sayısı ise 42.500 idi. 1000 kişiye, bir hekim düşüyordu ama 42 milyon kişiye sadece bir tane Düzgünman düşüyordu. Bilanço ortadaydı. Bir hekim noksan olsun ama ebru bitmesin. Aynı şeyi yazı içinde yaptım, Hattat Hâmid Aytaç o zaman bildiğim bir isimdi, hat kelimesinin manasını kimse bilmezdi. Üstelik bir de hat ile uğraşırsanız, o devrin şartları altında lakabınız sanatçı değil, irticacı olurdu. O günlerden geldik bu günlere. Ebruyu sorduğumuzda kelime olarak bilen yoktu. En iyi bilenimiz, “Ebruli, kırçıllı makara iplikleri var, galiba ondan bahsediyorsun.” diyordu. Kendimi feda etmek mi? Buyurun, feda ettim ama Cenâb-ı Hakk yüce kapılarını açtı. Çok sıkıntılar, yokluklar gördüm ama azmettim, neyi var neyi yok hepsiyle bu işi öğrenelim, sade bizle kalmasın öğrenci yetiştirip biz de onlara aktaralım dedik. Bütün gayemiz buydu. Memnun muyum? Cenâb-ı Hakk bana böyle büyük lütuflarda bulunmuş, niye memnun olmayayım, öper başıma koyarım. Ayrıca bu sayede nice gönül insanı ile tanıştım çünkü sanat tasavvuftan, inançtan uzak bir şey değil. Günümüz insanlarının sanat, halk içindir; sanat, para içindir; sanat, sanat içindir; sanat, Allah içindir şeklindeki


tartışmalarına sanat bunların hepsidir diye cevap veriyorum. Yerine göre hepsini yapacaksın, Hakk için halkıma hizmet ettim. İlk başlarda ebrudan birkaç kuruş kazanıp atölyemin kirasını çıkartabildim. Demek ki para için de oluyor. Yani bir tarafı ihmal edersen, ayazda kalırsın. Lâkin unutmamak lazım, bu sanatların öğrenilmesini, icra edilmesini ve öğretilmesini nasip eden Cenâb-ı Allah’tır. Bunu unutmamak şartıyla ömür boyu buyurun sanatla uğraşın. Cenâb-ı Hakk’ı unutursanız ne kulluk kalır ne de sanat. Rağbet, itibar varsa da bunlar sahtedir.

Papatya çiçeği deseninin özel bir hikâyesi var mı, varsa siz biliyor musunuz? Necmeddin Hoca’nın çiçekli ebruyu yaptığı sıralar başından geçen güzel bir hikâye vardır. Tanımadığı bir adam gelmiş demiş ki: “Efendi, eskiler ebruda çiçek yapmışlar ama çiçeğe benzer tarafı yok. Biraz düzgün bir şeyler yapsanıza.” Necmeddin Hoca, adım hocaya çıkmış o hâlde yapmam lazım demiş. Necmeddin Hoca çiçekleri ıslah etmiş bir zât. 1963’te teknesini kapattı. Yaşlılıktan dolayı elleri titriyordu, bu yüzden iş kaldı Düzgünman’a. Necmeddin Hoca yapabileceği kadar çiçek yaptı. Hasbelkader o ara papatyayı unutmuş. Düzgünman papatyayı ilave etti. Şimdiki nesilde gerçekten güzel çiçek yapanlar var. Yalnız kızdığımız nokta şu: “Ebru, benim yaptığımdır.” iddiası. Sanatta sınırlama olmaz. Sanat geliştirilmeye, terakkiye açıktır ama uydurmaya kapalı bir kavramdır. Sanatta yorum, uydurma gibi şeyler asla olmaz çünkü 50 kişi kafasına göre yorumladığında onlardan sonraki nesillerde aslının ne olduğu artık bilinmeyecek. Günümüzde tabiatın genetiğini bozmuş

olmaktan dolayı başımız nasıl beladaysa, sanatın genetiğini de bozarsak gelecekte o da başımızın belası olur. Bizi istemeyenlere açık kapı bırakmış oluruz. O yönden üstümüzde çok yoğun baskı var. Medyadan olsun, sanat grupları arasında olsun… Çok kısır, yavan, bazen de terbiyesizce bir çekişme var. Benim sanatım senin sanatını döver cinsinden yavan atışmalar... Adam gibi sanatçı olan, işin aslını öğretir, geliştirir, uydurmaz. Uydurmaya Düzgünman da çok kızardı. O zamandan uydurmayla ilgili net bir olay hatırlıyor musunuz? Bu konuda TRT’de çekilmiş bir belgesel var. Onda bile söylüyor. El âlem modern ebru, şu, bu yapıyor, bizim sanatımızda böyle bir şey yok. Biz atadan, dededen geldiği şekliyle devam ettiriyoruz. Bu yapılanların bizim yaptığımız ebru ile alakası yok. Hakikaten farklı şeyler… Bir kalem alıp karakalem resim de çizersiniz, güzel yazı da yazarsınız. Ancak yazdığınız yazıya resim dediğiniz anda tepenize çökerler çünkü teknik ikisinde de aynıdır ama kavram ayrıdır. Yazının mantığı başka, sanat sahası başka, resminki başka. Fırça ile duvara resim yaparsınız ama o fırçayla ebru teknesine boya da serpersiniz. Teknik malzemeyi, formları değiştirdiğinizde artık farklı bir yöne gidiyor olursunuz. O farklı yönü gerçek ebru budur diye eda ettiğinizde adamın tepesine çökeriz. Bu konuda zerre kadar tavizimiz yok. Niye? Çünkü her şeyimizi dejenere etmeye başladılar. Hiçbir yönden dejenerasyona müsaade etmiyorum. Kültürü aşındırmak, sanatın arka planını aşındırmak, bugün çok özel gayretlerle uygulanıyor. Maalesef çok kişi işin cazibesine kapılıp bu düşünceyi savunuyor. Düşünce yanlış, uydurma diye bir şey olmaz. Din konusunda önüne gelen uyduruyor, bilim konusunda önüne gelen uyduruyor, sanat konusunda önüne gelen uyduruyor… Dünya bir müddet sonra uyduruk bir dünyaya dönüşecek, insanlar yaşadı mı yoksa yaşamadı mı farkına varamayacaklar. İnsanlar artık ciddiyetten uzaklaştı. Bunu uluslararası bir kongrede de söyledim: Batı’nın dünyanın başına açtığı birkaç büyük beladan birisi yorum, diğeri de ölçüsüzlük. Rüyalar hariç, hiçbir şeyde yorum olmaz. Rüya yorumu için ise epey bir ilim lâzımdır. Ayrıca rüya tefsiri değil, rüya tabiri derler ve rüyadır, hakikat değil. Bakın kişi görmüş, gördü mü yoksa görmedi mi biz bilemiyoruz. Yorum sadece orada vardır.

Üsküdar’dan İz Bırakanlar

81


Yoksa sanatın yorumu, müziğin yorumu, şiirin yorumu olmaz. Düzgünman’ın Ebrûnâme adlı bir eseri var. Bu eserden kısaca bahsetmek gerekirse, sizce neyi ifade ediyor? Bu eser neyi dert edinerek oluşturulmuş? Ebrûnâme 20 kıtadır. Atölyemde, teknemin üze-

“Cenâb-ı Hakk, belki de onun sevgisinin hürmetine bize yedinci kuşak öğrencimizi görmeyi nasip etti. Muhabbet varsa, muvaffakiyet vardır.” rinde de asılıdır. Rahmetli hoca onu tasavvufi bir neşe içinde yazmış. Günümüzün uyduruk şairlerinin, ruhsuz kelimelerle yazdığı şiirlerle asla ilgisi yoktur. Her mısrası baş tacıdır. Şöyle diyor: “Büyüklere boyun kesip Hakk’a tapan kişiyiz.” Bakın büyükler karşısında başını önüne eğiyor. Bu, bugünkü nesil için bir edep tembihidir. Peki, inancın ne diyor? Hakk’a tapıyoruz, aynı şeyleri Mehmet Âkif de yazmıştır. O yönden çok önemlidir. Son zamanlarda birçok ebrucunun da dikkatini çekmeye başladı. Çok büyük bir levha halinde, yeni yazıyı güzel yazan bir arkadaş yazıp bana hediye etmişti. Atölyemde o da duruyor. Bu birtakım tasavvufi dertlerin, insanı şiir sahasına itmesiyle doğmuyor. Rahmetli Düzgünman güfte yazarıydı, aynı zamanda şairliği, tasavvufi yönü, ebruculuğu vardı. Bunları harmanladığınızda değil bir Ebrûnâme, istese bin tane bile yazardı. Mustafa Düzgünman’ın Üsküdar’da özel olarak sevdiği, belki de eserlerinde kendisine ilham veren bir yer var mıydı? 82

Gri Edebiyat

Rahmetli Necmeddin Hoca ile beraber Toygar Tepesi’ne âşıktı. Atik Valide Camii’ne, -Necmeddin hoca oranın imamıydı- tasavvuf meclislerine ama en çok hazretin türbesine âşıktı. İşine âşık, sanatına âşık bir adamdı. Eskiler öyle insanları nadir yetiştirir. Annesinin dayısı olan Necmeddin Hoca hezarfen bir adamdı. Onun hocası olan Ethem Efendi de hezarfen bir adamdı. Düzgünman tevazuundan dolayı kendine böyle bir unvan hiç kondurmadı ama kendisi de hezarfendir. Düzgünman’ın klasik usuldeki ciltçiliği bile bir doktora çalışması olacak kadar önemlidir. Necmeddin hocadan bunu da öğrenmiş ve yokluk yıllarında da devam ettirmiştir. Çok güzel ciltleri var, ben onları kendi gözlerimle gördüm. Tesbihcilikten son derece iyi anlardı. Zaten dükkânda olmadığı saatler, genelde evinde teknesinin başında geçerdi. Emekli olduğu dönemlerden önce de vakitlerini türbede geçirirdi. Türbedârlık maaşı çok azdı, onun üstüne para koyarak türbenin ihyası için, bakımı, onarımı ve muhafazası için harcar, aleyhinde de denilmeyen kalmazdı. Bir gün özel bir sohbette anlattı bana. İyi olmak belki bir yerde bir şey değil ama o iyiliği dışarısı nasıl görüyor. Hiç kimsenin iyiliğine şehadet etmek, insanın teneşirdeki haklarından hayattayken bu hakkı teslim etsek çok daha iyi olacak. Üsküdar aşığıydı hakikaten. 1973 yılında İstanbul’a geldiğimde ilk indiğim yer de Üsküdar’dı. O zamanın Üsküdar’ından eser yok. O zaman Üsküdar, o kadar samimi bir yerdi ki… Üsküdar deyip geçmeyin, her köşesinde, bucağında bir veli yatıyor. Üsküdar, birkaç bin yıllık bir yerleşim merkezi olması hasebiyle, tarihiyle, kültürüyle, sanatıyla, irfânıyla hiç azımsanacak bir yer değil. Nice babayiğit, tasavvuf erbabı, hünerli kişileri yetiştirmiş. Düzgünman devamlı çalıştığı için hiç gezeyim, dolaşayım demezdi. Düzenli olarak gittiği bir yer yoktu. Zira lüzum yoktu. Zuhur ettiğinde giden bir zât çünkü zamanının kıymetini iyi bilirdi. Tasavvuf erbabı geriye dönüşü olmayan tek şeyin zaman olduğunu bilir. Onu en iyi şekliyle değerlendirmenin yani anı yaşamanın peşindedir. Eskilerin tabiriyle “İbnü’l-vakt” olmak. O âna, zamana tâbi olmak. Zaman bana tâbi olsun, işimi programlayayım, şöyle yapayım demek aslında biraz da komik bir düşüncedir. Zaman bizi çekip çeviriyor. Zamanı boş geçirmek yok. Osmanlı kültürüne de son derece vâkıf birisiydi rahmetli. Dükkânı da, evi de bir kültür ve irfân ocağıydı. Geleni gideni çoktu. Me-


sela, Ahmed Yüksel Özemre ile çok sıkı bir bağı vardı. Özemre bizim ilk atom mühendisimizdir. Ebrunun tarihine dair ondan da çok bilgiler almışızdır. Şimdi onlar gitti ama amelleri kesilmedi. Allah mekânlarını cennet etsin. Bakın, bugün onlardan bahsedip rahmet okuyoruz. Hem sadaka-i câriye biraz da böyle bir şeydir. Ya eserdir ya öğrencidir, değil mi? Öğrencileri olarak ona öğrenci olmanın bize verdiği bir iftihar var. Hâşâ gurur değil, bu iftihardır. Cenâb-ı Hakk nasip etmiş, hamd ederek öper, başımıza koyarız. Ustadan çırağa “Necmeddin Okyay, Mustafa Düzgünman ve siz çok güzel birer örneksiniz ve alanınızda öncü isimlersiniz. Günümüz gençlerinde durum nedir, ebru sanatı için gerekli ilgiye sahip olduklarını düşünüyor musunuz? Biz yedinci kuşağa ulaştık. Yalnız, tavşanın suyunun suyu çıkmak üzere galiba. İlk nesil öğrencilerimizden bu işi efendiliğiyle, ciddiyetiyle yürütenler var. İşin arka planını bu kadar anlatmamıza rağmen almak herkese nasip değil. Şeytan çoğunun içinden dürtüyor, ‘öyle bir şey yap ki öncekiler yapmamış olsun, bununla tarihe geç.’ tamam güzel ama yapılan şey geçmişin o güzel zihniyetine uygun mu? Bunu düşünmeden yapıyorlar. Sonra da çeşitli gruplar doğuyor ve birbirlerine giriyorlar. Aralarını bulmak yine bize düşüyor. Sanat en başta edeple başlar. Hocaya karşı edep, sanata karşı edep, toplumun o kişinin omuzlarına yüklediği sorumluluğa karşı edep… Sanat baştan aşağı edeptir. Bu edebi taşımadıktan sonra, bir insan ağızıyla kuş tutsa, acaba önce sanatına mı bakacağız yoksa insanlığına mı? Bunları zamanında Düzgünman da yaşadığı için şunu söylerdi: “Evladım, sanatlar çok, çoğu da zor ama en zor sanat, adam olmak sanatıdır, hedefiniz o olsun.” Sanatçı yetiştirmek, yani icracı sanatçı. İşin görünür tarafı ile uğraşan, unvanı sanatçı olan kişileri yetiştirmek kolay. Bunu bugün çeşitli kurslar yapıyor. Lakin insan olmak sanatını beceren insan sayısı gerçekten çok az. Toplumun örnek alacağı kişi de işte o insandır, adam gibi adam olmak unvanını kazanmış kişiler. Toplumun önderi durumundadır onlar. Atacağı yanlış bir adım topluma mal edilecek. Sanatçı fert olarak yok, toplum olarak var. Öğrencilerime, hatta konuşmalarımda, sanat konulu konferanslarda hep şunu söylerim: “Bir sanatçı olarak sadece kendi şahsınızı görmeyin. 80

milyon kişiyiz, onların haysiyetini muhafaza ederek sanatınızı icra edin.” Böyle olunca sorumluluk büyük; her hareket, her konuşma dikkatlice yapılmış olmak zorundadır. Yoksa en büyük atılımları yapmış insanlara bakıyoruz: Tevazu. Sanat, tevazu gerektirir. Tevazuun da fazlasından kaçınmak lazım çünkü o da riyakârlıktır. Düzgünman’ın, Necmeddin Hocanın haline, tavrına baktığımızda; kendilerini sıradan bir vatandaş, Cenâb-ı Hakk’ın kendilerini sanat yoluna memur ettiği kişiler olarak görüyorlar. İşin gerçeği de budur. Cenâb-ı Hakk’ı yine söylüyor çünkü o nasip etti ben yapıyorum diyor. Tasavvuf erbabı arasında şöyle bir söz yaygındır ve tasavvufun özet cümlelerinden birisidir: “Çek kendini aradan, zâhir olsun yaradan.” Kendini aradan çekmedikten sonra kendinde kalırsın, sahibini göremezsin. Kendini tanı; neyle uğraşıyorsan, bunu sana kim nasip ettiyse davan onun için olsun, gerisi geliyor zaten. Tahmin ediyorum ki Türkiye’de 4000 civarında ebruyla uğraşan kişi var. Lakin çoğu maalesef bu sanatı yozlaştırıyor. Çoğu üç aylık kurs sonunda, en babayiğidi 10 aylık kurs sonunda sertifikasını alıyor, ben devlet sanatçısıyım diye gazetelere röportaj veriyor, gördük bunları. Bu utanç verici bir şey. Düzgünman 50 senelik sanat hayatıyla kalkıp eskilerin çırağı olduğunu söylüyor, yeni yetmeler ise daha Düzgünman’ı tanımıyor. Bu büyük bir edepsizliktir. Tasavvuf erbabı şunu söylemiş: “Edep bir tâc imiş, nûr-i Hûdâ’dan. Giy o tâcı emîn ol her belâdan.” Edep tâcını giymedikten sonra, başımız beladan kurtulmuyor işte. Kulluk dediğimiz şey böyledir. İnsanı insan yapan ilmindeki edebidir. Ondan dışarıya çıkıp istediğini uydur ama tarih böyle insanları çöpe atacaktır.

Üsküdar’dan İz Bırakanlar

83


Gençler neden ebru sanatıyla uğraşmalı veya buna ilgi duyan gençlere bu konuda kendilerine tavsiyeleriniz nelerdir? Sadece ebruyla değil, istisnasız her insanın herhangi bir sanatla iyi kötü bir tanışması, bir buluşması lazım. Profesyonel manada herkesin sanatçı olması mümkün değil ama eğitimlerinde mutlaka sanat bulunmalı. Sebebi de şu; sanat bir defa insanın yalnızlıkta arkadaşı olur, bu çok önemli bir konudur. İnsanlar yaşlanır, çoluk çocuğu varsa evlendirir, yuvadan uçurur ve çevresinde kimse kalmaz. Kimsesiz olan insan, çabuk bunalıma girer ama bir sanatla uğraşıyorsan ve bununla son nefesime kadar uğraşacağım da diyorsa sanat onun en iyi yoldaşı, arkadaşı, gönüldaşı, hemdemi olur. Dahası sanat eğitiminden geçmiş bir sistem, bir işyerinde, devlet dairesinde, hatta askerlikte dahi armoniyi, ahengi görür. Ahengin neresinde bozukluk varsa gidermesini bilir. Günümüz insanı biliyor mu? Böyle bir kavram var mı? Maalesef. Sanat, özel kişilere bir imtiyaz değil, herkesin boynunun borcudur. Yaptığı işin kalitesini yükseltme açısından sanat en temel şartlardan birisidir. Dahası bunalıma girmiş nice insan görüyoruz. Günümüzde bunalıma girmeyen insan neredeyse yok. O bunalımdan kaçıp sığınılacak en iyi yer sanattır. Artık adım başı bir kurs var. Hiç olmazsa gidip sanatla ilgilendiğinde, kendini düşünmüyor, artık sanatını düşünüyor, düşüncelerinden uzak kalıyor. Dahasını da söyleyeyim birçok hastalığın tedavisinde destek amaçlı uygulamaya başladık ve çok olumlu neticeler aldık. Öyle ki zihin özürlü bazı vatandaşlarımız bugün yaptığı ebruyu, iki gün sonra kuruduğunda grup olarak almaya gittiğinde, herkes kendi ebrusunu alıyor, karıştırmadan. Bu kurtarıcı bir rol oynayabilir. Eli tutmayan, kasları gittikçe eri84

Gri Edebiyat

yen MS hastalarının, sanatın onlara vermiş olduğu heyecanla ellerinin kavrama kabiliyetinin arttığı keşfedildi. Darülaceze’de yaptığımız bu çalışmanın faydası var. Acaba normal insanlara ne kadar faydası var? En azından topluma uyumlu vatandaşlar kazanmak için sanatla uğraştırmak zorundayız. Bir sanatçı, çevresinde sanatla uğraşan biri olarak tanınan bir kişi, kalkıp herhalde pis işlerle uğraşmaz. “Benim sanatçı bir kişiliğim var, berbat işlerle uğraşmayayım, toplum iyi bir fert kazanmış oluyor.” der. Darısı inşallah ilgili makamların başına, farkına varırlarsa sanatın gerçek manada öğretiminde hizmetleri olur. Sanatta imtihan falan da olmaz, söyleyeyim. Belli bir olgunluğa geldiğinde sen artık bu işte yeterlisin, edebinle bu işi icra edebilirsin demek, o işin diplomasıdır. Sanatta dil, din, ırk, cinsiyet veya coğrafi bölge ayrımı yoktur. Bakın benim Hristiyan öğrencilerim oldu. Dinine hiç karışmadım. Ben anlatmam gerekeni, öğretmem gerekeni gösterdim. Hristiyan iken Müslüman olmuş çok öğrencim var çünkü aklın yolu birdir, güneşi balçıkla sıvayamıyorsunuz. İçindeki boşluk, güzellik duygusu, estetik bir ümit, bir inanç arıyor. Bulduğunda da aklın yolu buymuş diyor, kelimeyi şahadet getirip Müslüman oluyor. Ayırım asla olmaz, Cenâb-ı Hakk yasaklıyor. Dinde çirkinleştirmek, ikrah ettirmek, bezdirmek yoktur. “Dinde zorlama yoktur.”1 Sanatta da yok, öğretirsin. Böyle düşündüğünde hümanistlere nal toplatırsın. Hümanizm düzmece bir şey, bu bizim atamızın, dedemizin bize kadar gelmiş olan tertemiz pırlanta gibi düşünceleridir. Sanatın aslı bundan ibarettir. Edep sahibi olunmalı, böbürlenmemeli, sanatı kişilere bu işin ehli olan aktarmalı... Bu iş için ücret talep edilmez, resmi bir yerden görev olarak verildiyse, bunun ücretini resmi yerler verir. Yalnız bu konuda yazı sanatı müstesnadır. Hüsnü hat başlangıcından bugüne kadar hep parasız öğretilmiştir, işin içine para girince bereketi kaçar. Gelenek dediğimiz şey buralarda gizlidir. Yoksa ebruyu boyalarla yapmak, kâğıt üzerine almak, tabiattaki şekillerin stilize edilmiş hallerini ebruya tatbik etmek geleneğimizde olan şeydir. Mesela Satanistlerin sembolü olan keçi başını getirip ebru teknesinde nakşedip çıkarmak mümkün ama bu kâbus gibi bir düşüncedir. Bu gelenekten sapmaktır, böyle sanat olmaz. Oturup güzel bir gül, bir lale, bir papatya yaptığınızda, ona bakan 1 Bakara sûresi, 256. ayet


kişi dönüp tabiata baktığında, oradaki armoniyi tabiatta, tabiattaki armoniyi de orada gördüğünde “Subhanallah, bu ne güzellik” diyecektir. Subhanallah dedirttiniz, işte hedef budur. Sanat, insana Cenâb-ı Hakk’ı çağrıştırmıyorsa, o sanat uğraşanın başına patlasın. Son olarak, sizce ebru sanatı ülkemizde hak ettiği değeri görüyor mu? Görmüyorsa bu seviyeye nasıl getirebiliriz, nasıl çalışmalar yapmamız gerekir? Yine yarama dokundun. Dünyanın birçok önemli müzesinde devlet başkanlarıyla yaptığımız ebrular var. Bir gün Topkapı Sarayı’na gittim, teklif ettim. Size bir deste, seri hâlde, çeşit olarak hazırladığım ebruları getireyim, envanter kaydına geçin. Para istemiyorum dedim. Utanıyorum, Metropolitan Müzesi’nde, British Müzesi’nde var. Japonya’da, Singapur Müzesi’nde var. Hangi birini sayayım, oralarda var, benim ülkemde de bir müzede bulunsun. Ben çıktıktan sonra arkamdan istediğinizi söyleyin, razıyım. Ben hayattayken ebrular Topkapı Sarayı’nda bulunsun, bana yeter. İnanın, bir İsmet İnönü heykeline bunu söylesem, belki başını olur manasında sallardı. Bunlardan o hareketi de görmedim. Türkiye’de ebru hak ettiği yeri buluyor mu? İşte, buradan belli oluyor. Bir adam cicili bicili bir suyla, boyalarla uğraşıyor. Sanatın arkasını görmedikleri için böyle düşünüyorlar. Kaldı ki 2000 senelik mazisi olduğunu öğrendiğimiz bir sanattır bu. Uygurların icadıdır. Tarihini bilenimiz yok, araştıranımız yok. Niye ebru var? Adam bulutlara bakıyor, o kadar armoni insanın içine ferahlık veriyor. Onun suya yansımış hali, ismi de öyle: “Ebri” Farsça bulutumsu demek. Onla uğraşan göklerdeki o serbestliği, ferahlığı yakalıyor. Bu bakış açısıyla oturup uğraşın, 100.000 sene ömrünüz olsa yine de ebruya doyamazsınız. Tasavvufta bir söz vardır: Tecellide tekrar yoktur. Kainat kurulduğu andan sonuna kadar hiçbir ân diğerine benzemiyor. İnsanlar öyle, mutlak manada birbi-

rinin eşit olan iki insan gelmemiştir, gelmeyecek de. Parmak izi, retinası, kan grubu, hücre yapısı, her şey mutlaka farklı. Bunu en iyi göreceğiniz yer ebru teknesidir. Birbirinin aynısı olan iki ebru yok. Bir televizyon kanalından aranmış, canlı yayına çıkmam istenmişti. Konuyu sorduğumda “Bilmiyoruz, siz tayin edin.” demişlerdi. “Tamam, o zaman anons edin; birbirinin aynısı iki ebru getirene bir milyon dolar ödül vereceğim.” dedim. Tabii büyük yankı uyandırdı. Bu, aklen, mantıken, ilmen mümkün değildir. O ara Su Vakfı’nın başkanı bağlandı, kendisi çok sevdiğim bir profesördür. Program icâbı suyun yapısını, davranış özelliklerini biraz anlattı. “Azîz kardeşim, hiç merak etmeyin o para cebinizde kalacak.” dedi. “Hocam.” dedim “Zaten o para yok.” Ebrunun benim için önemini ancak böyle anlatabilirim. Tekrarı olmayan tek sanat. Bakın bir gönül eğlendirme meşgalesi gibi görülen gerçek manadaki sanatımız nasıl kapılar açıyor. Sanatla uğraşıyorsanız böyle uğraşın, düşünerek uğraşın. Sanat basit bir şey değildir. Niye Cenâb-ı Hakk hiç küçük bir şey yaratmadı? Atom hakkında araştırma yapan merkezler var ve daha ne olduğunu anlayamadılar. “Atom çok muazzam bir şey” diyorlar. Yani azîm olan Cenâb-ı Hakk’a küçük, önemsiz, değersiz bir şey yaratmak zaten yakışmazdı. Yarattığı her şeyden de bir ayet diye bahsediyor. Göklerde ve yerlerde o kadar ayetler var ki görmesini bilene her şey ayet. Bu Kur’an’daki ayet manasında değil, Cenâb-ı Hakk’ın varlığına, birliğine, kudretine şehadet eden şeylere ayet denir. Sanata da o gözle bakın, gurura düşmemeniz gerektiğini kafanıza dank diye vuruyor. Allah öylelerinden de etmesin. Herkes uğraşsın ama herkes neyle uğraşıyorsa hakkını vererek uğraşsın, dalga geçmenin âlemi yok. Hocam çok teşekkür ederiz, Allah râzı olsun. Rica ederim. Allah sizden de razı olsun.

Röportajın videosunu izlemek için karekodu okutabilirsiniz: Ayrıca Youtube kanalımızdan da röportaj videosuna ulaşabilirsiniz: http://bit.ly/FuatBasar Üsküdar’dan İz Bırakanlar

85


Makale

Vatan ve Hürriyet Şairi: Namık Kemal Sezai KURT

“Zalim olsa ne rütbe bi perva.... Yine bünyad-ı zulmü biz yıkarız! Merkez-i hâke atsalar da bizi Küre-i arzı patlatır çıkarız!”

Namık Kemal 21 Aralık 1840 tarihinde Tekirdağ’da doğdu. Namık Kemal’in annesinin babası Abdüllatif Paşa 1840 yılında Sancak Muhassılı (mali işlerle ilgili vali yardımcısı) olarak Tekirdağ’da bulunuyordu. Baba tarafı asil ve kültürlü bir soydandı. Annesi Zehra Hanım, Namık Kemal iki yaşına geldiğinde vefat etti. Kemal, anneannesi ve dedesi tarafından büyütüldü. Küçüklüğü Tekirdağ’da geçen Kemal’in, dedesinin Tekirdağ’dan Tırhalı’ya tayininden sonra da anneannesiyle Tekirdağ’da oturmaya devam ettikleri ancak dedesinin Afyonkarahisar sancağına mutasarrıf tayin edilmesinden sonra Afyon’a taşındıkları biliniyor. Kemal, ailevi sebeplerle düzenli bir tahsilden geçemez. Dedesinin, babası Mustafa Asım Bey’in, hususi hocaların ve bilhassa hayatın kollarında yetişir. İdareci olan Paşa dedesiyle Kars’tan Sofya’ya, Tekirdağ’dan Afyon’a ve İstanbul’a gezer durur. 1856 yılında 16 yaşındayken, Niş Kadısı Mustafa Ragıp Efendi’nin güzelliği ile meşhur kızı Nesibe Hanım ile evlenir. Bu evlilikten Feride, Ulviye adlı iki kızı ve Ali Ekrem adında bir erkek çocukları dünyaya geldi. 1857’de İstanbul’a dönen Kemal, divan geleneğine bağlı şairlerle (Leskofçalı Galip, Yenişehirli Avni vb.) dost oldu. Divan şairleri meclisi sayılan Encümen-i Şuara’da yerini aldı. 1863’te Tercüme Odası’na girdi. Genç Kemal’in fikir ve sanat dünyasındaki dönüm noktası işte bugünlere

86

Gri Edebiyat

aittir. Şinasi ile tanışır. Şinasi’yi tanımakla benliğindeki Doğu düşüncesinden, Batı düşüncesine doğru bir çekiliş duydu. Şinasi’nin çıkarmakta olduğu Tasvir-i Efkâr’da yazmaya başladı. 1865’te Şinasi’nin Paris’e gitmesi sonucu gazete yönetimi Namık Kemal’e kaldı. 1865 yılında “Yeni Osmanlılar Cemiyeti”ne girmiştir. Gizli bir muhalif dernek olan Yeni Osmanlıların amacı “hürriyet ve demokrasi” duygularını ülkede yeşertmekti. 1867’de Ziya Paşa ile Paris’e kaçtı, oradan Londra’ya geçti. 1868’de Londra’da Hürriyet gazetesini çıkardı. İki yıl sonra İstanbul’a döndü. İbret gazetesinin yazarları arasına katıldı. Gelibolu’ya mutasarrıf olarak sürüldü, fakat iki ay sonra azledildiği için İstanbul’a döndü. İşte hayatının bir diğer dönüm noktası bu dönemde başlar. İlk tiyatro eseri olan “Vatan Yahut Silistre” bu dönüşünden sonra, takriben 1873 yılı Şubat ayı başlarında yazıldı. Eser Osmanlı’da, Gedik Paşa tiyatrosunda oynanan ilk yerli oyun oldu. Oyundan on gün önce, İbret’te “Vatan” isimli meşhur makalesini neşretti. Kemal bu makalede vatanın ne olduğunu, onun kudsiyetini ve bizi kendisine bağlayan derin sebepleri uzun uzadıya, çok samimi, çok heyecanlı ve tesirli bir üslup ile anlatmıştır. Oyun, 1 Nisan 1873 tarihinde sahnelendi. Çok büyük bir ilgi gördü. Bunun üzerine Namık Kemal İstanbul’dan uzak diyarlara sürüldü.


Namık Kemal’in “Vatan” adlı makalesi: “Beşiktekiler beşiğini, çocuklar eğlendiği yeri, gençler geçimlerini sağladıkları yerleri, ihtiyarlar her şeyden ellerini çekerek rahat ettikleri köşelerini, evlatlar annelerini, baba ailesini ne türlü duygularla severse, insan da vatanını o türlü duygularla sever. Bu duygular ise, sırf, sebepsiz bir tabii meyilden gelmez. İnsan vatanını sever, çünkü Allah’ın bağışlarının en değerlisi olan hayat, vatanın havasını teneffüsle başlar. İnsan, vatanını sever çünkü tabiatın bize en parlak hediyesi olan bakışlarımız, daha gözlerimizin ilk açılışında, vatan toprağına yönelir. İnsan, vatanını sever çünkü vücudunun maddesi vatanının bir parçasıdır. İnsan vatanını sever çünkü etrafına baktıkça, her köşesinde, geçmiş ömrünün hazin bir hatırasını taşlamış gibi görür. İnsan, vatanını sever çünkü kendisinin dünyaya gelmesine sebep olan ecdadının sessiz mezarları ve kendi yaşayışının neticesi olacak çocuklarının ortaya çıktıkları yer vatandır. İnsan, vatanını sever; çünkü vatanın çocukları arasında dil ve menfaat birliği ve birbirlerine fazla alışma sebebiyle bir gönül yakınlığı ve fikir kardeşliği hâsıl olmuştur. Bu sayededir ki bir adama, dünyaya nispetle vatan, oturduğu şehre nispetle kendi evi gibi görünür. İnsan, vatanını sever; çünkü vatanında mevcut hâkimiyetin bir parçacığına gerçek bir şekilde kendisi de sahiptir. İnsan, vatanını sever; çünkü vatan, öyle bir galibin kılıcı veya bir kâtibin kalemi ile çizilen hayali çizgilerden ibaret değil; millet, hürriyet, menfaat, kardeşlik, mülkiyet, hâkimiyet, ecdada hürmet, aileye muhabbet, gençlik günlerini anmak… gibi birçok yüksek duyguların bir araya gelmesinden hâsıl olmuş mukaddes bir fikirdir. Bundan dolayıdır ki, insanlık tarihinin hangi sahifesine bakılsa, her zamanda ve her millette bulunan yüksek düşünceli ve faziletli ahlak sahiplerinin hepsi de vatan sevgisini dünyanın her türlü işinden üstün tutmuş ve pek çoğu vatan yolunda canını feda etmiştir. Bundan dolayıdır ki, her dinde, her millette, her terbiyede, her medeniyette vatan sevgisi en büyük faziletlerden, en mukaddes vazifelerdendir.”

Magosa’da 38 Ay Sürgün Hayatı Belki sürgün ama zindan değil. Arkadaşlardan ayrılık, “evlad-ü iyal” hasreti var ama zulüm yok. Para gönderiliyor. Hizmetçi, yardımcı ve münevver yeni arkadaşlar var. O devire göre rahat sayılabilecek bir evde ihtiyaçları karşılanmakta, kitaplar okumakta, yazmakta ve bütün sevdikleriyle sık sık mektuplaşmaktadır. 3 yılı aşan hayatının bu döneminde edebiyatımıza kazandırdığı eserler epeycedir. Akif Bey, Gülnihal, Zavallı Çocuk, Kanije, Harabat ve diğerleri.

Abdülaziz’in ölümü üzerine 1876 Haziran ayında İstanbul’a döner. 2. Abdülhamid’in ilk saltanat döneminde iltifat görür. Önce Şüra-yı Devlet, azası sonra muarız ve muhalif olduğu arkadaşı Ziya Paşa ile Kanun-i Esasi hazırlık komisyonu üyesi olur. Mithat Paşa’nın başkanlığında hazırlanan ve aynı zamanda padişaha karşı da büyük bir kompleksi olan Paşa’nın Kanun-i Esasi’nin birçok maddesinin Osmanlı’nın birden çöküşüne sebebiyet verecek olan maddeleri için Namık Kemal, Abdülhamid’e gelerek “Aman, hazırlanan Kanun-i Esasi’ye müdahale ediniz, yoksa maazallah Devlet-i Osmaniye’nin sonu gelecek” dediğini bizzat Abdülhamid Han hatıralarında dile getirmiştir. Üsküdar’dan İz Bırakanlar

87


Fotoğraf: Kübra Nur Duman Resmi Dil Türkçe 1876 Kanun-i Esasiye’nin taslağında (ilk anayasamız) şu madde vardır. “Osmanlı halkının her biri, kendi lisan-ı üzre talim-ü tekellümde serbesttir.” Bugünkü dilde bu maddenin anlamı şudur; “Osmanlı devletinde Türk olmayanlar, kendi ana dilleri ile eğitilmek ve yazışmalarda bulunmakta serbesttir.” Yani Ermenice, Arapça, Bulgarca, Sırpça vs. Türkçe gibi resmi dil sayılacaktır. Büyük vatan şairi Namık Kemal’in Türkçenin ilk anayasamıza “resmi dil” olarak girmesine katkısı olduğunu, onun gayretleriyle Türkçenin resmi dil olarak Kanun-i Esasi’ye girdiğini bu konuda Abdülhamid’e gerekli uyarılarını yaptığını ve Abdülhamid’in bu tartışmaları duyduğunda Mithat Paşa’yı çağırtarak kendisini şöyle uyardığını tarihler yazmaktadır. “Bilmelidirler Paşa, nasıl Kur’an-ı Kerim’i Arapça tilavet etmekten vazgeçemezsem devletimin toprakları üzerinde de, Türkçe konuşmalarından ve Türk Dilinden başkasını kabul edemem. Böyle bir maddenin yer alacağı anayasayı bana getirmeyiniz.” Ve memleket 93 harbinin eşiğindedir. Pervasız Namık Kemal bir toplantı sırasında padişahın değiş-

88

Gri Edebiyat

mesini kasteden “iki defa tekrarlanan bir şeyin üçüncüsü de olur” anlamında Arapça bir beyit okur. Başına yeni bir dert açılır. Mahkeme sürecinin ardından altı ay hapis yattıktan sonra beraat eder ve Girit’e gönderilecekken isteği üzerine Midilli’ye ikamete mecbur edilir. Bu gidiş artık İstanbul’a dönmemecesine gidiştir. Son 12 yılı Midilli, Rodos, Sakız adalarında geçecektir. Yine bir Aralık ayında 1879’da 40 yaşına doğru Midilli mutasarrıfıdır. Osmanlı tarihinin haşmet sayfalarına dalar Cezmi, Celaleddin Harzemşah, Osmanlı Tarihi bu yılların mahsulüdür. Adadaki Rumlarla, Yunan ve İtalyan sefirleriyle anlaşamaz. Şikâyetlerle Rodos’a, oradan da Sakız Adası’na gönderilir. “Dostu hoşnut ettiği, düşmanı memnun edemediğinden bellidir.” Artık hastalandığı günlerdeyiz. Çok değer verdiği Osmanlı Tarihi ve medeniyetini adeta “mensur bir şehname” üslubuyla kaleme almaktadır. Eserini 1887’de sultana sunar. Beğenilen ve 14 cilt olarak tasarlanan kitabın ilk nüshaları basılır. Fakat bir tahrik sonucu durdurulan baskı, Namık Kemal’i büyük hayal kırıklığına düşürür. İlerleyen hastalık ve şiddetli kederle 2 Aralık 1888’de bir Pazar saba-


hı, tasvirini Vaveyla’da gayet muhteşem dile getirdiği vatanına, genç sayılabilecek bir yaşta veda eder. Vasiyeti üzerine, hayran olduğu Rumeli Fatihi Süleyman Paşa’nın Bolayır’daki kabrinin yanına defnedilir. Masrafları Abdülhamid Han tarafından karşılanmıştır. Bir Meydan Adamı Namık Kemal Yahya Kemal’in deyimiyle, Namık Kemal bir “meydan adamı”dır. Bütün edebi, siyasi ve sosyal varlığı bu tavır etrafında toplanır. Her hali ve şanı ile öncüdür. Kumanda köprüsünde gemisini tehlikede görmüş bir kaptan tutumundadır. Milletini yükseltmek ve bilinçlendirmek gibi bir görev için dünyaya geldiğine içten inanmaktadır. Türk Edebiyatı’nın büyük üstatları, Namık Kemal’in değerinin her fırsatta dile getirmiştir. Recaizade Mahmut Ekrem “Öyle bir mecmua-i kemalet ne geldi, ne gelecek” demiştir. Makber yazarı Abdülhamit ise Namık Kemal’e yazdığı mektupta “Mademki sen varsın, bu milletin âtisi vardır.” Diye söz etmiştir. Hamdullah Suphi “Zulme karşı kafa tutmanın zevkini ondan öğrendik” diyerek dile getirmiştir.

Çocukluğu, gençliği daha önce de belirttiğimiz gibi dedesi Abdüllatif Paşa’nın yanında geçmiştir. Dolayısıyla dedesiyle beraber imparatorluğun birçok köşesinde bulunmuştur. Türk yurdunda bir boydan bir boya giderken milletin savaş aşkını, yiğitlik ruhunu, çocukluğunun bu ilk milli heyecanlarının arasında yakından tanımıştır.

Fotoğraf: Kübra Nur Duman

Üsküdar’dan İz Bırakanlar

89


Makale

Üsküdar’da Bir Yerde Cemil Meriç’in Kitaplarıyla İmtihanı

Samet ÖZTÜRK

“Okumak tüm dünyaların fethidir. Cemil Meriç’in sayfalar arasında âlemi okuması, âlemin nazarını celbeder.”

@kitapsevdasi

Kimdir Cemil Meriç? En alışıldık tasvirle o, “Türkiye’nin ruhudur.” Ömrü boyunca süren fikir harbinde cepheden cepheye koşarken daima bu ülke için yaşayan, bu ülke için çalışan, bu ülke için nihayetsizce okumalar yapan ve okuduklarının harmanını bizler için yazarak başka dünyaları en net halleriyle önümüze seren kişidir. Kendi kendisine “Kimim ben?” diye sorduğu zaman, “Hayatını Türk irfanına adayan, münzevi ve mütecessis bir fikir işçisi” şeklinde cevaplar. Koca bir ummanın orta yerinde, gürültüsü yankıları ile ardı sıra hissedilen, sessiz çığlığı olmuştur bu toprakların. Bu fikir işçiliğinin küreği ve bu fikir savaşının tüfeği, Cemil Meriç’in kalemidir. Harcını onunla karmaya, nişanını onunla almaya doğumundan ölümüne dek sürdürür: “Kimi başında taçla doğar, kimi elinde kılıçla... Ben kalemle doğmuşum. İnsanlar kıyıcıydılar, kitaplara kaçtım. Kelimelerle munisleştirmek istedim düşman bir dünyayı.” (Mağaradakiler, s.283) Okudukça ve yaşadıkça olgunlaşan bir gelecekten geriye dönüp baktığında, çocukluğun silik hatıraları arasından okumaya duyduğu ilgisini belli belirsiz seçer: “Sekiz yaşına kadarki hayatım bulanık, başsız sonsuz bir hatıralar yığını. Babam çeşitli nikbetler yüzünden hayata küsmüş eski bir yargıç. Az konuşan, çatık kaşlı, hareketlerine akıl erdiremediğim bir insan. Annem, bu yabani dünyada aşinası olmayan hasta bir kadıncağız. Silik, mızmız. 12 Aralık’ta doğan çocuk itilmiş, kakılmış, düşman bir dünyada dostsuz büyümüş. Daima başka, daima yabancı.

90

Gri Edebiyat

Hasta bir gurur. Pencerelerini dış dünyaya kapayan bir ruh. Düşman bir çevrede ister istemez kitaplara kaçıyorum. Yani düşünceye ve edebiyata hür bir tercih sonunda yönelmiyorum. Yaşamak için kendime bir dünya inşa etmek zorundayım. Böyle bir kaçışı kolaylaştıran tesadüfler de var. Babam akşamları aileyi toplayıp kitap okuyor, Zehra ablam fenni terbiye ve ruhiyat gibi konularla uğraşmaktadır. Amcam Hamit beyin kitapları genç tecessüsümü alevlendiren bir hazine. Anlıyorum ki zalim ve kıyıcı bir gerçekten kurtulmanın tek çaresi, reel dünyanın kitaplar dünyasına sığınmak. Okumayı Mehmet Emin Yurdakul’un 1915’te çıkan (Türk Sazı’nı) heceleyerek öğreniyorum. Bağıra çağıra okuduğum o manzumeler edebiyat dünyasında ilk kılavuzum olacaktır.” (Babam Cemil Meriç, s.15)


Böyle bir ortamda Cemil Meriç, kendisine kitaplar ile dost olduğu bir dünya kurmuş ve toplumdan kendisini tecrit etmiştir:

mek, kalabalıklar için oldukça güçtür. Ancak ortadan kaybolduğu anda Cemil Meriç’i arayıp bulmak o kadar da zor bir iş değildir. Genç yaşta vefat eden bir arkadaşını hatırlarken, kaybolduğu anda bulunduğu yeri şöyle işaret eder: “Otuz yaşında öldü Faruk. Ondan pek çok kitap almıştım. Faruk’un dedesi Hicri Bey’in zengin bir kütüphanesi mevcuttu. Bu Hicri Bey Bağdat ve Halep’te valilik yapmış. Türkiye’de çıkan ilk Resimli Mecmua’yı onda gördüm. Servet-i Fünun ciltlerini de orada okudum. Bir de Tatar Ahmet Efendi vardı. Onun kütüphanesi de çok zengindi. Tek başıma oraya gider, saatlerce kitap okurdum. Hatta bir gün okuduğum kitaba dalıp vaktin nasıl geçtiğini unutmuşum. Beni gecenin geç bir saatinde kütüphanede bulunca nasıl şaşırdıklarını, telaşlandıklarını hiç unutmam.” (Babam Cemil Meriç, s.28)

“Düşman bir çevrede ister istemez kitaplara kaçıyorum. Yani düşünceye ve edebiyata hür bir tercih sonunda yönelmiyorum. Yaşamak için kendime bir dünya inşa etmek zorundayım.” (Meriç, Bu Ülke, 1995: 10) Bu yeni dünyanın inşası sancılarla gerçekleşir. Usta, kendi dünyasında yaşamaya devam etmek için binbir zorlukla boğuşmak zorundadır: “Hotontolar içinde büyüdüm. Okumak istediğim zaman dövdüler, kitaplarımı yırttılar. Nihayet kütüphanem yağma edildi, hapse atıldım vs... Cemiyet belkemiğimi kırdı.” (Meriç, Jurnal 1, 1995:128) Her bir zorluk fırtınasında Usta’nın sığınağı bellidir. Kitaplara sığındıkça gerçek dünyadan daha gerçeğini bulur ve o dünyanın vatandaşı olur: “Kitap bir limandı benim için, kitaplarda yaşadım ve kitaptaki insanları sokaktakilerden daha çok sevdim. Kitap benim has bahçemdi. Hayat yolculuğumun sınır taşları kitaplardı. Ayrı bir dil konuşuyordum çağdaşlarımla. Gurbetteydim. Benim vatanım Don Kişot’un İspanyası’ydı, Emma Bovari’nin yaşadığı şehir. Sonra Balzac çıktı karşıma. Balzac’ta bütün bir asrı yaşadım. Zaman zaman Votren oldum, Rastinyak oldum. 4000 kahramanda 4000 kere yaşamak...” (Babam Cemil Meriç, s.15: Mektuplar, 14.10.1966) Ve artık Usta, gözden kaybolduğu anda kendi vatanında ikamet etmektedir. Yeni dünyasını keşfet-

Kitaplar arasında kaybolup gitmek, onun gençlik yıllarından bu yana teşvik edildiği yegâne ortamıdır. Üniversite okuduğu yıllarda hocalarını yetersiz bulduğunda hem kendisinin gitmek istediği hem de hocalarının onu yönlendirdiği diyar daima kitâplar âlemi olacaktır: “Genç delikanlı okulda da aradığını bulamamaktadır. Amfiye birkaç solcu arkadaşı ile girer ve en arka sıralara oturur. Zaman zaman hocalarının bilgi eksikliklerini ders sırasında yüzlerine vurmaktan çekinmez. Bir gün dersten sonra Sabri Esat Siyavuşgil kendisini çağırır ve “Evladım, senin bu derslere ihtiyacın yok. Sen okula gelme” der. Cemil Meriç’in de hayatı zaten sahaflarda ve yeni keşfettiği üniversite kütüphanesinde geçmekteÜsküdar’dan İz Bırakanlar

91


dir. Kütüphanenin geniş mermer merdivenlerini her gün ikişer ikişer tırmanır ve bilgi okyanusuna, kalın camlı gözlüklerini düzelterek dalıp gider. Bu kütüphanede yaptığı en büyük keşif, Pierre Larousse’un çıkardığı XIX. Asrın Büyük Lügatı’dır. (Grand Dictionnaire du XIX. Siecle). Bu on yedi ciltlik ansiklopedi onun evrensel iştihalarını tıka basa doyuran bir ziyafet sofrasıdır. Daha sonra bu lügatin çeşitli nüshalarını toplayıp has öğrencilerine de vermiş ve “bütün kütüphanenizi satın ama bu kitabı elden çıkarmayın” demiştir.” (Babam Cemil Meriç, s.35) Eline geçen kitapları acımasızca okuyup notlar tutarken bu dönemde bir kütüphanede aldığı bir ihtar, kitaplar önünde saygı ve nezaket kurallarına göre hareket edilmesi gerektiğini ömrünce hatırında tutmasına vesile olur: “Grand Dictionnaire’in Balzac maddesini ve onun “Paris hayatından sahneler” adlı eserinin özetini olduğu gibi defterine çeker. Bu arada kâğıtları, Dictionnaire’in üzerine koyup not aldığı için kütüphaneciden bir de azar işitir. “Siz kitaba meraklı birisiniz, kaleminizin kitabın sayfalarında izler bırakmasına gönlünüz nasıl razı oluyor”, ihtarı Cemil Meriç’in ömrü boyunca öğrendiği bir ders olacak ve daha sonraki yıllarda talebelerinin de çocuklarının da ki-

92

Gri Edebiyat

taplara karşı nazik ve dikkatli olmalarını hep bu hikâyeyi naklederek isteyecektir.” (Babam Cemil Meriç, s.36) Sonra perdeler kapanır… Okumak tüm dünyaların fethidir. Cemil Meriç’in sayfalar arasında âlemi okuması, âlemin nazarını celbeder. Ve usta, genç denebilecek bir yaşta, daha nice kitabı ellerinde tutup okumak imkânını sürdürmek yerine gözlerini kaybeder. Dünya kararır, onun gözünde artık tüm bir âlem karanlıklara bürünür: “Görmek yaşamaktır. Vuslattır görmek. Her bakış, dış dünyaya atılan bir kementtir. Bir kucaklayıştır, bir busedir her bakış. Gözbebeklerimizden fışkıran seyyale, mekân canavarını bir anda ehlileştirir. Görmek sahip olmaktır. Gören hangi hakla yalnızlıktan şikâyet edebilir? Mevsimler bütün işveleriyle emrindedir, renkler bütün cilveleriyle hizmetindedir. Çiçekler onun için açılır, şafak onun için parıldar. Gütenberg matbaayı onun için icat etmiştir. Hugo o okusun diye yazmıştır şiirlerini. Şehrin bütün kadınları onun için giyinip süslenir. Çocukların tebessümü onun içindir.” (Babam Cemil Meriç, s.70) Görmek yaşamaktır, der, ancak artık gözleri görmez olur. Duyarak, dinleyerek okumaya başlar. Ve üretir:


“Cemil Meriç 37 yaşında gözlerini kaybettiği için, kitapları sadece yanında okuyacak biri olduğu zamanlarda okuyabilmekte, daha doğrusu dinleyebilmektedir. Ama Cemil Meriç binlerce sayfa kitap okutup, yüzlerce sayfa not aldırıp, ancak 10 sayfalık makale kaleme alır. Makalenin müsveddesi ortaya çıktıktan sonra, bu metin üzerinde defalarca çalışır, cümlelerin yerini değiştirir, ilaveler-çıkarmalar yapar. Bir daha okutur, bir daha daktilo ettirir. Sonunda kendisi hiçbir zaman çok beğenmese de makaleyi bastırmak isteyen ilk kişiye teslim eder.” (Meriç, Sosyoloji Notları ve Konferanslar, 1993: 12) Yakın dostu Salâh Birsel, Cemil Meriç’in gözlerini kaybetme sürecini şöyle özetler:

Bu süreci kabullenmek onun için öyle basit bir durum değildir. Gözlerinin kaybını sancılarla yaşamaktadır. Sancılarını hafifleten vefalı insanlar, onun gören gözü, tutan elidir artık: “Cemil Meriç, acı hakikati zor kabul eder. Gözünü kaybettiği ilk günlerden biridir. Ailece Üsküdar’a inmişlerdir. Cemil Meriç yeni Valide Camii bahçesine girmelerini ister. Fevziye Hanım çocuklara “Siz oynayın biraz” der. Çocuklar avluda oyuna dalmışken Cemil Meriç, yıllar sonra muhteşem bir kalabalık tarafından cenaze namazının kılındığı o gölgeli mekanda karısının kolunda, üç aşağı beş yukarı yürür ve tutmaya çalıştığı hıçkırıklarla omuzları sarsıla sarsıla ağlar. O günlerini yine eski dost Ekrem Uzel’in kaleminden okuyalım: “Evet, kitap, kitap, kitap... Onun çuvalla kitap taşıdığını bilirim. Her şeyini kitaba veren bu insan nihayetinde gözlerini kitap uğrunda eritti. En acı devri başlıyor. Bir güneş nurunu kaybetmiştir. Kara bulutlar bir daha dağılmamak şartıyla. Bir insan ne kadar güçlü olursa olsun, gıdası okumak olan bir aydının dünyası kararmıştır. Dermanı olmayan bu ızdırap nasıl dindirilir? İntihar etmek fikrine kapılmıştır. Yine o nadir kudret, münevver eş konuşuyor:

“Elit’e (pastane) gelenlerin en kültürlüsü, en bilgilisi Cemil Meriç’ti. Fransızcanın elenikasını bilir, gece gündüz de okurdu. Bu yüzden gözlerinin gücünü her gün biraz daha yitirirdi. Ne var ki o buna hiç aldırmaz, odasında masasının üstüne sandalyeyi koyar, kendi de sandalyeye çıkarak kitabını, ampule 30 santim uzaklıkta okurdu. Bunu elektrik ampulünü aşağıya kadar iletecek kordona verecek parası olmadığı için yapardı. Bunca parasız oluşunun nedeni ise eline geçen paranın tümünü kitaba yatırması idi. Cemil, çokluk klasikleri okurdu. Kendisine bir şey sorduğunuz vakit de size verdiği karşılığın filanca yazarın, filanca kitabının, filanca sayfasının, filanca satırında olduğunu belirtir, söylediğinde de hiç yanılma olmazdı.” (Babam Cemil Meriç, s38: Salâh Birsel, “Yeni Ortam”, 7 Aralık 1979)

-Cemil, niye bu kadar egoist oluyorsun, haydi sen öldün kurtuldun, ya bizler ne olacağız? Ben senin elin, kalemin olurum, okurum çevirirsin, söylersin yazarım. Çevren talebelerinle, dostlarınla dolu. Sohbetlerinle yaşarsın. Yeni bir dünyan olacaktır.” (Babam Cemil Meriç, s.71) Tüm kitaplarını gözlerini kaybettikten sonra kaleme alır. Gündüzleri kendisine okunan kitapları dinlemek ve yazmak istediklerini dikte ettirerek geçiren Usta, geceleri mahrem bir sessizlik içinde sürdürür sevdasını: “Gündüzleri eşin-dostun sıcak sesiyle, yakın alâkası ile körlüğünü unutan, kendini avutan Cemil Meriç için gece ile beraber kesif bir karanlık başlar. Herkes uyumakta, o ise bazen bir iskemleye, bazen büfeye çarparak kütüphanesinin kapısını bulmaktadır. Kapıyı açar, sessizce içeri girip kapar ve bir kitaplığa yönelerek rafları bulur, kitaplarını parmaklarıyla okşar, rastgele birini seçerek içini açar ve başını sayfalara gömerek hüngür hüngür ağlar. Kader onu mağlup etmiştir.” (Babam Cemil Meriç, s.77)

Üsküdar’dan İz Bırakanlar

93


Nereden geliyor bunca kitap? Kendi dönemindeki tüm kitapseverlerin mecburi uğrak noktalarından Sahaflar Çarşısı, Cemil Meriç’in de sık uğradığı mekânlardandır. Ustayı özellikle fakültede okutmanlık yaptığı dönemlerde buraya sıklıkla uğrarken buluruz: “Fakülte çıkışı ibadet eder gibi Sahaflara uğrar Cemil Meriç, en çok da Nizamettin’in dükkânına. Ve hiçbir zaman da eli boş dönmez. Nizam onun Sahafların Beyazıt Camii kapısından içeri girdiğini görür görmez tavladan doğrulur, “Cemil Mey gel gel, yeni kitaplar aldım dün” diyerek loş dükkânına dalar. Bu iki insan arasında garip bir ilişki vardır. Nizam, birinin öldüğünü veya bir yerde kitap satıldığını duyar duymaz oraya gider. Kütüphaneyi bir kartal dikkati ile baştan aşağı tarar, bir veya iki kitabı peyler ve kütüphanenin tamamını bu bir-iki eser için alır. Cemil Meriç çok defa yazma veya numaralı eser olan bu kitapların alıcısı değildir. Nizam onları, meraklısı bir paşa torununa yüklü bir fiyata satar, böylece hem masrafını çıkartır hem de kâr eder. Geri kalan kitapların bekâreti Cemil Meriç’e aittir. “Kütüphanemden çok memnunum, beni tatmin ediyor” dediği kütüphanesinin yarıdan fazlasını Cemil Meriç, Nizam’ın dostluğu sayesinde ve memur maaşıyla yapmıştır. Bu yoldan Cemil Meriç, İstanbul’u terk eden pek çok Rum, Ermeni ve Yahudi’nin kitabını, Said Halim Paşa’nın kütüphanesinden Felsefe dergisini, Sosyoloji yıllığını almıştır. Cemal Reşit Rey’in babası olan eski Dâhiliye Vekili Ahmet Reşit Bey’in kütüphanesinden Spencer’ler, Rıza Tevfik’in kütüphanesinden Stuart Mill’ler, Marx ve Engels’in kitapları Cemil Meriç’in kütüphanesindeki tahtlarına kurulurlar.” (Babam Cemil Meriç, s.63-64) Sahafların yanı sıra o dönemin İstanbul’undaki görkemli ve mütevazı tüm kitap dükkânları, Usta’nın yakın takibindedir: “Yine Sahaflarda rahmetli Muzaffer Ozak Hoca’nın dükkânı Cemil Meriç’in evine Esat Lami Bey’in kitaplarını kazandırır. Sahaflardaki İsmail Efendi’nin, Beyazıt Hamamı civarındaki Nişan Babikyan’ın dükkânı Cemil Meriç’in kütüphanesinin raflarını tavana doğru yükselten eserleri sağlayan birer define mağarasıdırlar. Kitap sergileri, özellikle Dişçilik Fakültesi civarındaki Selahattin Bey’in sergisi ve kitabevi, Mercan’daki Ermeni kitapçı, Tünel’deki Madam’ın ve 94

Gri Edebiyat

onun karşısında daha aşağıdaki iki Yahudi’nin kitabevi ve nihayet Hachette. Bazen bir ansiklopedinin veya lügatin bir sayısı bir kitapçıdan, bir başka sayısı bir başka kitapçıdan bulunur. Böylece bazı seriler ancak yıllar sonra tamamlanmıştır.” (Babam Cemil Meriç, s.64) Tüm bir dünyanın bilgi ve kültür birikimi Cemil Meriç’in raflarında yer almayı sürdürürken, raflar bu yükü kaldıramaz olur. “Bu yıllar (1960’ların sonları) Cemil Meriç’in kütüphanesinin raflarının alınan kitaplara dar geldiği devirdir. Eski kütüphaneler, asırların en büyük beyinlerinin ağırlığını çekemez olmuş, ortalarından bel vermişlerdir. Bir gece, geç saatte Cemil Meriç, Berke Vardar’la bir dost toplantısından eve döner. Daha salon kapısından içeri girip lambayı açmadan durumda bir gariplik olduğunu Berke Vardar sezer. “Hoca, der, kütüphaneler galiba secdede.” Işığı yakınca da bütün bir duvar boyunca dizili olan kütüphanelerin ağırlıklarına dayanamayan döşemeyi çökertip, boylu boyunca yere serilmiş olduklarını görür. Bu ucuz atlatılan kaza, Cemil Meriç’in yeni kütüphaneler yaptırmasına vesile olur. Eski kütüphaneler, ertesi sabah kaldırılır, kitaplar üst üste bir hayli uzun olan koridora istiflenir ve marangoz Ahmet Usta’ya on bir tane yeni maun kütüphane, uzun bir pazarlık sonucunda sipariş edilir. Cemil Meriç raf sayısını, raf aralıklarını, alttaki kapaklı dolapları bizzat hesap eder, santimlerine kadar düşünür ve kendisine çok uzun gelen bir zaman sonunda, gerçek dostlarını yeni tahtlarına büyük bir zevkle buyur eder. Cemil Meriç’in ellerini, kitapları raflarına yerleştirirken görmek lazımdır. Uzun, ince, zarif parmakları bir çift güvercin kanadı gibi o sevgilisinden bu sevgilisine uçar, ciltlerin sırtı aynı hizaya getirilir, boy farklılıkları olanlar birbirinden uzaklaştırılır. Cemil Meriç arada bir, bir kitabı raftan çeker, ne yapacak diye bakınırsınız. Kitabı orta yerinden açar, kutsal bir emanetmiş gibi başına yaklaştırır ve yüzünü içine gömerek bir sevgiliyi öper gibi onu öper ve koklar. Bu, kitaplarıyla onun arasındaki çok özel bir dostluk ilişkisidir. Başkaları ona kitabı okuyabilirler ama bu mektuplaşma ona yetmez, o mutlaka sevgililerine dokunmak, onları kucaklayıp bağrına basmak iştiyakı içindedir. Cemil Meriç’in belki de


en büyük, en inanılmaz eseri olan kütüphanesi de artık kıvamını bulmak üzeredir. Sonunda 11000 cilt olan bu kütüphanede kitaplıklar konulara göre ayrılmıştır. Kütüphanelerin en devasa olanında kalın, meşin, haşmetli ciltleriyle Grande Dictionnaire’ler (17 cilt), yaldızlı ince nakışlarıyla Grande Encyclopedie’ler (31 cilt) size bakmaktadır. Arapça Kamuslar, kırmızı ciltleriyle Littre’ler, kahverengi ağır başlı kostümleriyle Encyclopedie Française’ler karşınızda el-pençe divan durmaktadırlar. Öbür sıradaki kütüphanelere gidelim, önce Doğu Edebiyatları, Fars ve Arap Edebiyatı, İslâmiyetle, Osmanlılıkla ve Türkiye Cumhuriyeti ile ilgili iki koca kütüphane birbirlerine omuz vermektedir. Ondan sonraki kütüphane tarihe ayrılmıştır. Burada da en geniş yeri Fransız tarihi işgal etmektedir. Daha sonraki kütüphanelerde psikoloji, sosyoloji, pedagoji ve felsefe ciltleri özenle dizilmiştir. Nihayet edebiyatlar, yine aslan payı Fransız edebiyatı olmak üzere Avrupa edebiyatları (İngiliz ve Alman da iltimaslı bir yere sahiptir), Rus edebiyatı, Amerikan edebiyatı... Cemil Meriç’in kütüphanesi ömrünün her gününde biraz daha zenginleşmiş, sonunda büyük çoğunluğu Fransızca kitaplardan oluşan ve bir örneği Batı’da dahi zor bulunabilecek olan özel bir kütüphane ortaya çıkmıştır. Böyle bir kütüphanenin İstanbul’da oturan bir insan tarafından nasıl yapılabildiği, gerçekten de üzerinde düşünülecek bir konudur. Cemil Meriç, Paris’te iken parası yoktur, zaten aradığı kitapları da bulamamıştır. Ama aradığı her şey, sanki kitapların üzerin-

de Cemil Meriç’in evinin adresi varmış gibi, tıpış tıpış, ona gelmiş, onun olmuş, kütüphanesindeki yerini bulmuştur. Bir memur maaşıyla, sonunda maddi değeri ölçülemeyecek kadar yüksek olan böyle bir kütüphane nasıl kurulur? “Kitap sevenini bulur evlâdım, arayanını bulur. Bunu bütün kitap âşıkları bilir.” (Babam Cemil Meriç, s.108-110) Niye? Çünkü Usta, kendi görevini şu şekilde formülleştirdi: “Muhteşem bir maziyi, muhteşem bir istikbale bağlayan köprü olmak isterdim: Kelimeden, sevgiden bir köprü.” (Babam Cemil Meriç, s.12) Çünkü dostluğun en kıymetlisi, kitaplar âleminde yaşanınca keşfedilir: “Son tahlilde kitaptan başka dost yoktur. Tekrar dünyaya gelsem belli bir param olsun, okuyup yazayım. Üniversite kütüphanesine girsem, bir ay kalsam, zeytin ekmekle yaşasam. Bir nevi coit (cima) kitapla. Pasif kalamıyorum kitapla. Derhal diyaloğa giriyorum.” (Sosyoloji Notları ve Konferanslar, s.400) Çünkü kalemle yenilmiştik ve mağlubiyetimizin üstesinden ancak kalemle gelebilirdik: “Karanlıkları devirmek ve aydınlık bir çağın kapılarını açmak için en mükemmel silah: Kalem. Sözle, yazıyla kazanılmayacak savaş yok... Kalem sahiplerine düşen ilk vazife: telaş etmemek, öfkelenmemek, kin kışkırtıcısı olmamak. Halkı okumaya, düşünmeye, sevmeye alıştırmak. Bir kılıcın kazandığı zaferi başka bir kılıç yok edebilir. Kalemle yapılan fetihler, tarihe mal olur, tarihe yani ebediyete.” Bu Ülke, s.60 Üsküdar’dan İz Bırakanlar

95


Makale

Hayırhah Bir Hanımefendi: Gülsen Ataseven

Sezanur SEZGİN

“Bir faninin yaşayabileceği en ağır imtihanları yaşamasına rağmen sabrı ve şükrü bir an bile hayatından eksik etmeden, gönlüne bir kabz hâli geldiğinde anında Allah’a rücu ederek onu hemen bast hâline çevirebilen dolayısıyla Allah ile irtibatı çok kuvvetli olan; mütevekkil tavrı, sözleri, tebessümü, duruşu kısacası her hâliyle küçükten büyüğe herkes için örnek bir insan ve örnek bir Müslümandır Gülsen Hocamız.”

Kıymetli büyüğümüz, biricik hocamız Gülsen Ataseven Hanımefendi, babasından ve annesinden aldığı bilinç ile Müslümanca bir hayat yaşamayı kendisine şiar edinmiş bir vakıf insandır. Derneklerle irtibatı, İstanbul Kız Lisesi’nde başlayan hocamızın ömrü yine dernekler ve vakıflar bünyesinde insanlar ve insanlık için koşturmakla geçmiştir. Gülsen hocamız, ilk başörtülü tıbbiyeli olmanın yanında fakülteyi de birincilikle bitirerek “ideal gençlik” derdinin gençken dahi farkında olarak yaşadığını ve bunu ta o zamanlardan içinde taşıyarak her anını o yüksek hedefe göre ayarladığını göstermiştir. Hekimlik yaptığı yıllarda da dernek çalışmalarına öncülük eden değerli büyüğümüz, yirmi dokuz senenin sonunda resmiyetteki hekim-

96

Gri Edebiyat

lik görevinden emekli olarak rahmetli eşi, değerli büyüğümüz Asaf Ataseven hocamızın da desteği ile sadece hekimlikten arta kalan zamanını değil artık bütün ömrünü sivil toplum kuruluşlarının çalışmalarına vermeye başlamıştır. Küçük büyük demeden kendi bünyelerinde çalışan, faydalı işler yapmaya çalışan pek çok vakfa ve derneğe bizzat destek olmuş ve bu vakıf ve dernekleri de aynı zamanda kendi çalışmalarına devam ederlerken birbirlerinden güç ve destek alsınlar, birbirleriyle hemhâl olup yeni, daha büyük, güzel işlere imza atarak insanlara ve insanlığa daha faydalı olsunlar diye çatı görevi görecek olan çeşitli kuruluşlarla da bir araya getirmiş, birliği temin etmiştir. Zaten kendisi de ayaklı vakıf olan hocamız, bilhassa Gökkuşağı Kadın Platformu bünyesinde yukarıda zikredildiği şekliyle çeşitli vakıf ve dernekleri bir araya toplamış ve bu platformun da alt birimlerini oluşturarak çeşitli hizmetlerde bulunmuştur. Onlarca kadın kuruluşunun ve STK’nın çeşitli platformlarda birleşmesine öncülük eden hocamız, özellikle kadınların, çocukların ve gençlerin her türlü maddi ihtiyacından başlamak üzere onların maddi-manevi eğitimleri, gelişimleri için ömrünü böylesi kutlu bir yola vakfetmiştir. Bir faninin yaşayabileceği en ağır imtihanları yaşamasına rağmen sabrı ve şükrü bir an bile hayatından eksik etmeden, gönlüne bir kabz hâli geldi-


ğinde anında Allah’a rücu ederek onu hemen bast hâline çevirebilen dolayısıyla Allah ile irtibatı çok kuvvetli olan; mütevekkil tavrı, sözleri, tebessümü, duruşu kısacası her hâliyle küçükten büyüğe herkes için örnek bir insan ve örnek bir Müslümandır Gülsen Hocamız. Küçüklüğünden itibaren namaza, Müslümanca yaşayışa, takvaya verdiği ehemmiyeti her zerresi ile yaşamaktadır. Gülsen Hocamız, hangi görüşe sahip olursa olsun bütün insanlara örnek teşkil edecek bir hayata ve duruşa sahiptir. Kendisi, ömrünü Müslümanca duruşundan vazgeçmeden fakat aynı zamanda da hiçbir ayrım gözetmeksizin maddi veya manevi yardıma ihtiyaç duyan her türlü insanın iyiliğini gözetmeye adamıştır. Fakat bu sırada da hekimlik, evlatlık, annelik, eşlik, anneannelik, babaannelik görevlerinin de hiçbirini aksatmadan ve çevresindeki herkesin kahramanı olmaya da devam etmiştir. Gülsen Hocamız, şimdilerde TÜGAP (Türkiye Gençler Arası İletişim Platformu) olarak devam eden ve onlarca gençlik derneğinin, vakfının bir araya gelmesini sağlayan çatı kuruluşun başlangıcı olarak yıllar evvel 3G (Gençlerle Geleceğe Gidiyoruz) projesini başlatmıştı. Bu projenin Üsküdar ayağı olarak da Türk Gençlik Vakfı’nda her hafta çeşitli seminerler, dersler organize etmeye gayret ediyorduk. Böylesi büyük bir projenin içinde onlar-

ca kuruluşa ve bu kuruluşların hazırladığı her programa, toplantıya bir platform liderinin katılmasını beklemiyordum. Dolayısıyla projenin Üsküdar ayağında naçizane bir şeyler yapmaya gayret ederken sadece toplantılara katılan arkadaşlarım ve derslere gelen hocalarımla birlikte fikir teatimizi yapar, derslerimizi işler, konuşmalarımızı yapar, sonrasında da raporlar ile programların ve yaptıklarımızın özetini kendisine sunarız diye düşünüyordum. Fakat Gülsen Hocamız, bu büyük projenin ve nicelerinin başkanı, lideri, öncüsü olmasına rağmen bizi hiçbir toplantımızda, dersimizde yalnız bırakmadı. Bizi hep aynı dikkat, tebessüm ve enerji ile dinledi ve bize hep inandığını söyledi. Sabah namazı ile başlayan programlarında herkesin yardımcısı, yol göstericisi olur ve akşam da bizimle birlikte, bizim duygu dünyamızı ve zihnimizi bütünüyle kucaklayarak, bu yürüyüşün önemli bir ferdi olduğumuzu hissettirerek o ideali, Müslümanca duruşu, bütün insanları kucaklamamız gerektiğini söyleyen merhametli tavrını bizlere ilmek ilmek işlerdi. Ezcümle, biricik hocamız, kıymetli büyüğümüz ve tabii canım Gülsen teyzem, elhamdülillah ki hâlen hizmetlerine devam etmekte, karanlığımızı aydınlatmakta, yolumuzu çiçeklendirmektedir. Mevla kendisini başımızdan eksik etmesin.

Fotoğraf: Kübra Nur Duman Üsküdar’dan İz Bırakanlar

97


Makale

Üsküdar’ın Kalbi: Azîz Mahmûd Hüdâyî Volkan ARSLAN

“Evlâdım; bu su, odun ateşiyle değil, gönül ateşiyle ısınmış!..”

Nice şehirler, güzel beldeler vardır yeryüzünde. Kimi şaşalı, kimi sessiz, kimi vakarlıdır. Bununla birlikte bazı şehirler vardır ki başka bir güzeldir. Çünkü onları diğerlerinden tamamen ayıran önemli bir özelliği vardır: Bir kalbe sahip olmak. Evet, her güzel şehrin bir kalbi olmaz. Bundandır ki böyle şehirlerin güzelliği de mevsimliktir, geçicidir. Yani zamanın akışında bu şehirlerin güzelliğine perde çekilir, şehir solar ve yaşlanır. Oysa kalbi olan şehirler öyle midir? Daima diri, daima yeni, daima güzeldir. Peki, hangi şehirler bir kalbe sahiptir? Eskilerin, “şerefü’l-mekân bi’l-mekîn” diye meşhur bir sözü vardır. Bir mekânın şerefi, değeri, güzelliği o yerde oturandan ileri gelir manasına gelir ki doğrudur. Zira öyle insanlar vardır ki onlar ölüm duvarını aşmış, ölümsüzlüğe ulaşmışlardır. İşte bu insanlar, bulundukları mekâna tükenmez bir anlam katarlar. Öyle ki nihayet o yerin kalbi hâline gelirler. Nasıl ki kalp durmadığı, atmaya devam ettiği müddetçe beden diridir; aynı şeklide bu büyük insanlar da bulundukları mekânda kaldıkları sürece o yerler hep diridir, eşsiz bir güzellikle bütünleşmiştir. Şehirlerin en güzellerinden olan, güzelliğiyle insanın aklını başından aldığı için büyük şair Yahya Kemâl’in “hayâl şehir” olarak tarif ettiği Üsküdar’ı diğer şehirlerden ayıran özelliği bütün güzelliğinin ötesinde bir “kalbe” sahip olmasıdır. O kalp “Azîz Mahmûd Hüdâyî’dir. Şu kadarı var ki Azîz Mahmûd Hüdâyî, Üsküdar’ı şereflendiren “bi’l-mekîn”dir. O, bu güzel şehrin manevî sahibidir. Onun himayesinde yaşayan Üsküdarlılar bahtiyardır, güvendedir, mutludur.

98

Gri Edebiyat

Azîz Mahmûd Hüdâyî Kimdir? Üsküdar’ın kalbi olan Azîz Mahmud Hüdâyî, Osmanlı Devleti zamanında 1541-1628 yıllarında yaşamış, İstanbul velilerinin büyüklerindendir. Cüneyd-i Bağdâdî hazretlerinin neslinden geldiği bu sebeple “seyyid” olduğu bilinir. Koçhisar’da doğmuş, çocukluğu Sivrihisar’da geçmiştir. Ömrünün tamamını insanlığa faydalı olmak için harcamıştır. O büyük bir âlimdir, büyük bir bilim insanıdır. O, eşsiz bir şâirdir, gerçek bir kalem erbabıdır. Kaleme aldığı onca şiiriyle nice gönüllerde açmıştır. Bu sebeple o, bütün vasıflarının ötesinde tam anlamıyla gönüller sultanıdır. Otuzdan fazla eserlerle, yaptığı sayısız sohbetlerle gerek yaşadığı dönemin gerekse günümüz insanına hakikat yolunu göstermiştir. İlim, tasavvuf ve edebiyat sahasındaki yetkinliğiyle yediden yetmişe herkesin hayatına dokunmuş, herkesi etkilemiş, kendine hayran bırakmıştır. Evliya Çelebi’nin onun tam yedi padişah gördüğünden bahsetmiştir. Hocası Üftâde Hazretlerinin işaretiyle Üsküdar’a kurduğu dergâh, kısa sürede bir mâneviyat ve irfan mektebi hâline gelmiştir. Burada yaptığı hizmetlerle cihan sultanlarının dahi dikkatini çekmiştir. Onun yelpazesi o kadar geniştir ki bütün halkı kucakladığı gibi Osmanlı sultanları da onun dergâhının dervişleri arasına katılmıştır. 3. Murad, 1. Ahmed, 2. Genç Osman ve 4. Murad, hep Hüdâyî Hazretleri’nin maneviyatından beslenmişlerdir. Öyle ki hocası Üftâde hazretlerinin “Oğlum, pâdişahlar rikabında yürüsün!” duasını alan Hüdâyî Hazretleri, 4. Murad Hân’ın kılıç kuşanma merâsiminde Ebû Eyyûb el-Ensârî Hazretleri’nin türbe-i saâdetlerinde Hazret-i Ömer’in kılıcını bizzat kuşandırmıştır.


Azîz Mahmûd Hüdâyî, uzun yıllar yaptığı hizmetlerle başta Üsküdar olmak üzere bütün Osmanlı coğrafyasını ihya etmiştir. Hizmetleriyle yaşadığı zamandan tâ bugünü kucaklamış, her zamanın insanına dokunmayı başarabilmiştir. İşte bu büyük Hak dostu, milâdî 1628 tarihinde geride nice eserler bırakarak Hakk’a vasıl olmuştur. Hâlâ kendi isimleriyle anılan mahallede ve yine kendi isimleriyle anılan sokaktaki türbesinde Üsküdar’ımızın kalbi olarak atmakta, yaşamaktadır. İşte bu güzel belde -Üsküdar- gerçek değerini ondan almaktadır.

“Azîz Mahmûd Hüdâyî, “Azîz” ismini almadan evvel halk tarafından “Kadı Mahmûd” olarak bilinir.”

Kadılıktan Azîzliğe Uzanan Yol Azîz Mahmûd Hüdâyî, “Azîz” ismini almadan evvel halk tarafından “Kadı Mahmûd” olarak bilinir. “Hüdâyî” ismi ve “Azîz” sıfatı kendisine sonradan verilmiştir. Hocası Nâzırzâde’nin eğitiminden geçen Azîz Mahmûd Hüdâyî otuzlu yaşlarında Bursa kadılığı vazifesini yürütür. O vakitler “Kadı Mahmûd” adıyla anılır. Bir gün esrarengiz bir dava ile karşılaşır. Kadıncağızın biri boşanmak niyetiyle kocasından şikâyetçi olmuştur. Kadı Mahmûd’a gelerek: “Kadı Efendi! Kocam her sene Hacca gitmeye niyet eder fakat fakirlikten dolayı bir türlü gidemez. Fakat bu sene eğer hacca gidemezsem seni boşayacağım diye sözler söyledi. Sonra Kurban Bayramı’na yakın ortalıktan kayboldu ve beş altı gün sonra ortaya çıkıp hacca gidip geldiğini söyledi. Hiç böyle bir şey olur mu? Bu yalancı adamdan boşanmak istiyorum!..” der.

Kadı Mahmûd, olayı bir de adamdan dinlemek için onu çağırttır. Hanımının söylediklerinin doğru olup olmadığını sorar. Adam: “Kadı Efendi! Hanımımın söyledikleri doğrudur fakat ben de doğruyu söylüyorum. Biliniz ki ben gerçekten hacca gidip geldim. Hatta orada Bursalı bazı hacılarla görüştüm ve kendilerine birtakım hediyeler emânet ettim” der. Bundan sonra adam, hacca gidememenin üzüntüsüyle Eskici Mehmed Dede’ye gittiğini; eskicinin ise elinden tutarak gözünü yummasını istediğini; gözünü açtığında ise kendini Kâbe’de bulduğunu anlatır. Bütün bunları dinleyen Kadı Mahmûd hayli şaşırmıştır. Fakat birkaç ay sonra mukaddes beldelerden dönen Bursa hacılarının söyledikleri adamı doğrular. Dava böylece sonuçlanmıştır fakat Kadı Mahmûd’un yüreğine bir kor düşmüş, zihni karmakarışık olmuştur. Vakit kaybetmeden Eskici Mehmed Dede’ye gider. Onun talebesi olmak istediğini söylese de Eskici Mehmed Dede onu Muhammed Üftâde Hazretlerine yönlendirir. Bunun üzerine Kadı Mahmûd, Üftâde Hazretleri’nin dergâhının yolunu tutar. İşte bu yol onu “Azîz” yapacak yoldur ama bunu henüz kendisi dahi bilmez. Bu yola devam etmesi “kadılık” yolunu bırakmasıyla mümkün olacaktır. Yani, şan ve şöhret yolunu terk etmesi gerekecektir. Kadı Mahmûd, dergâha yaklaştığında birdenbire atının ayakları kayalara saplanır. Mecburen atından iner ve yürüyerek dergâha varır. Üftâde Hazretleri’nin önünde el bağlayıp onun talebesi olmak ister. Meşhur Bursa kadısı Mahmûd Efendi’yi şaşaalı kaftanlar içinde gören Hazret-i Üftâde, bu isteği hemen kabul etmez. “Kadı Efendi, sizin şöhrete boğulmuş, mal ve makam debdebesi içinde şaşaalı bir hayatınız var. Bu kapı ise, yokluk kapısıdır. Zâten atınız bile buraya gelmek istemediğinden kayalara saplanmadı mı?” diye ekleyerek der-

Üsküdar’dan İz Bırakanlar

99


“Yâ Rabbi! Kıyamete kadar bizim yolumuzda bulunanlar, bizi sevenler ve ömründe bir kere türbemize gelip ruhumuza Fâtiha okuyanlar bizimdir… Bize mensup olanlar, denizde boğulmasınlar; âhir ömürlerinde fakirlik görmesinler; imanlarını kurtarmadıkça ölmesinler; öleceklerini bilsinler ve haber versinler ve de ölümleri denizde boğularak olmasın!..” Böylece imtihanı geçtiğini müjdeleyerek “Gayri bundan böyle vazifen abdest suyumuzu hazırlayıp dökmendir!..” diye buyurur.

gâhın kapısına doğru yürür. Üftâde Hazretleri’nin bu sözleri o kadar kalbine tesir eder ki kararı kesin olarak verir. Hemen hocasının arkasından koşup boyun bükerek içini döker. Üftâde Hazretleri, talebeliğe kabul edilmesi için kadılık ve müderrisliği bırakmasını, elindeki bütün mal ve mülkü fakirlere dağıtması ve nefsini terbiye etmesini şart koşar. Kadı Mahmûd, kalbini temizlemek, kadılık makamının verdiği kibri yok etmek için kaftanıyla Bursa sokaklarında ciğer satmaya başlar. Bir yandan da dergâhın helâlarını temizler. Onu sırtındaki kaftanıyla ciğer satarken gören halkın kendisiyle alay etmesine aldırmadan hizmet etmeye ve nefsini terbiyeye devam eder. Bir gün helâ temizlemekle meşgulken bir ses duyulur. Bursa halkı, şenlikle şehrin yeni kadısını karşılamaktadır. Birden gönlünde fırtınalar kopar. Kısık bir sesle “Demek yerime yeni kadı geliyor! Bîçâre Mahmud, böylesine şerefli bir mesleği bıraktın da, helâ temizleyiciliği yapıyorsun!” diye mırıldanır. Fakat bunun, nefsinin bir aldatmacası olduğunu anlayarak kendine gelir. Uslanmaz nefsine haddini bildirmek için elindeki süpürgeyi bir kenara fırlatır ve helâ taşlarını sakalıyla temizlemek üzere eğilir. Tam da o sırada Üftâde Hazretleri kapıda görünür ve onu durdurur. Hizmetten maksat nefsi yemek olduğunu söyleyerek Allah’a hamd eder.

100

Gri Edebiyat

O günden sonra Kadı Mahmûd, yeni vazifesini büyük bir titizlikle yerine getirir. Fakat bir kış günü biraz geç uyanır ve abdest suyunu ısıtmaya vakit bulamaz. Çok üzülür. Elinde olmaksızın su testisini göğsünün üzerine bastırarak “Allah” lâfzını söylemekten başka bir şey yapamaz. O esnâda hocası gelir. Büyük bir üzüntüyle suyu hocasının ellerine dökmeye başlar. Üftâde Hazretleri, başını kaldırır ve tebessümle: “Su biraz fazla ısınmış evlâdım!” der. Buna şaşıran Kadı Mahmûd, “Nasıl olur efendim? Suyu ısıtmamıştım ki!..” deyince Üftâde Hazretleri: “Evlâdım; bu su, odun ateşiyle değil, gönül ateşiyle ısınmış!..” karşılığını verdi. Bir gün öğrencileriyle bir kır sohbetine çıkan Üftâde Hazretleri, öğrencilerden kendisine çiçek toplamalarını ister. Bütün öğrenciler, en güzel çiçeklerinden birer demet getirirler. Sadece Kadı Mahmûd’un elinde sapı kırılmış solgun bir çiçek vardır. Boynunu bükerek bu kırık ve solmuş çiçeği Üftâde Hazretleri’ne takdim eder. Üftâde Hazretleri, sebebini sorunca Kadı Mahmûd, edeple: “Efendim! Size ne takdîm etsem, azdır!.. Ancak hangi çiçeğe koparmak için elimi uzattıysam onu “Allah” diyerek Rabbini tesbih eder bir hâlde buldum. Gönlüm onların bu zikirlerine mânî olmaya râzı gelmedi. Çâresiz elimdeki şu tesbihine devam edemeyen çiçeği getirmek zorunda kaldım.” cevabını verir. Bu güzel cevaba çok çok memnun olan Üftâde Hazretleri’nin dilinden o anda: “Hüdâyî, Hüdâyî… Evlâdım! Bundan sonra ismin Hüdâyî olsun! Ey Hüdâyî! Bu kır gezisinden yalnız sen nasiplenmişsin..” ifâdeleri dökülür. Böylece Kadı Mahmûd, Hüdâyî olmuştur. O günden sonra Hüdâyî diye anılan Kadı Mahmûd, mânevî mertebesinin yüceliği dola-


anlatıldığı üzere rivayet olunmuştur ki, Sultanahmed Câmii ve külliyesi tamamlanınca, açılış merâsimine başkanlık etmesi için Azîz Mahmûd Hüdâyî Hazretleri dâvet edilmiştir. Fakat o gün deniz, çok fırtınalı ve dalgalıdır. Bu sebeple kayıkçılar, denize açılmaya cesaret edemiyorlardır. Hüdâyî Hazretleri, Üsküdar iskelesine iner. Beş-altı öğrencisiyle birlikte kendi kayığına binerek dalgalar arasında Sarayburnu’na doğru yol alır. Allah Teâlâ’nın izni ile kayığın ön, arka ve yanlarından deniz, bir kayık mesâfesinde süt liman oluyor, dalgalar kayığa hiç tesir etmiyordur. Hiç kimse, korkudan denize çıkamazken, Hüdâyî Hazretleri kayığıyla selâmet ile karşıya geçer. Sultanahmed Câmii, muhteşem bir merâsimle ibadete açılır. Cuma hutbesi, teberrüken bu büyük veliye okutturulur. İşte o gün bu gündür hâlen Üsküdar ile Sarayburnu arasındaki bu deniz yoluna, “Hüdâyî Yolu” denir. Kayıkçılar, şiddetli fırtınalarda bu yolu takip ederler. Bu yol, Hüdâyî Hazretleri’nin günümüze kadar gelen en güzel hediyelerindendir. Benzersiz Bir Dua

yısıyla ismine “Azîz” sıfatı da eklenerek Azîz Mahmud Hüdâyî diye anılır olur. Hüdâyî’den Bize Kalan Güzel Hediyelerden Üçü Halk arasında boğazın Anadolu yakasının Azîz Mahmûd Hüdâyî’nin, Avrupa yakasının ise Yahyâ Efendi’den sorumluluğunda olduğuna inanılır. Bundadır ki bir asır öncesine değin Boğaz’da sefer yapan kaptanlar, Üsküdar’dan geçerken Azîz Mahmûd Hüdâyî dergâhına, Beşiktaş’tan geçerken Yahyâ Efendi dergâhına, Beykoz’dan geçerken ise Hazret-i Yûşâ’ya (a.s.) doğru dönerek yolcuları “Fâtiha” okumaya dâvet ederlerdi. Şüphe yok ki Üsküdar’ın manevi valisi olan o gönül sultanından bugün bize sayısız hediye kalmıştır. Ne var ki dil onun hediyelerini sayıp dökmeye kadir değildir. Fakat onlardan birkaçını olsun paylaşmak gönlümüze şifa olacaktır. Hüdâyî Yolu Gerek Osman Nûri Topbaş Efendi’nin “Abide Şahsiyetleri ve Müesseseleriyle Osmanlı” kitabında gerekse Prof. Dr. Hasan Kâmil Yılmaz’ın “Aziz Mahmud Hüdâyî Hayatı ve Menkıbeleri, kitabında

Sultan Ahmed’in de dâhil olduğu bir sohbette Seyyid Abdülkâdir Geylânî Hazretleri’nin, kıyamet günü talebelerine ve müminlere şefaat edeceğinin bahsi geçer. Bunun üzerine pâdişâh Sultan Ahmed “Efendim! Zât-ı âlînizin bizlere bir müjdesi yok mudur?” diye sorar. İşte o zaman Hüdâyî Hazretleri ellerini kaldırır ve o dünden bugüne, bugünden yarına hepimize yetecek en güzel hediye niteliğindeki şu duayı eyler: “Yâ Rabbi! Kıyamete kadar bizim yolumuzda bulunanlar, bizi sevenler ve ömründe bir kere türbemize gelip ruhumuza Fâtiha okuyanlar bizimdir… Bize mensup olanlar, denizde boğulmasınlar; âhir ömürlerinde fakirlik görmesinler; imanlarını kurtarmadıkça ölmesinler; öleceklerini bilsinler ve haber versinler ve de ölümleri denizde boğularak olmasın!..” Eşsiz Şiirlerle Dolu Bir Divan Türkçe ve Arapça olarak otuz kadar eser kaleme alan, büyük âlim ve mutasavvıf Azîz Mahmûd Hüdâyî’den bize kalan en güzel hediyelerinden biri de onun birbirinden güzel ilahî ve gazellerinin toplandığı divanıdır. Hazret bu eserde 255 ilahisiyle bir-

Üsküdar’dan İz Bırakanlar

101


likte rubai ve kıtaları da yer almıştır. Bu güzel şiirlerinden biri de Efendimiz’i (s.a.v.) anlatmak için yazdığı şiiridir. Kudûmun rahmet u zevk u safâdır Yâ Rasûlallâh Zuhûrun derd-i uşşâka devâdır Yâ Rasûlallâh Nebî idin dahî Âdem dururken mâ-ı tîn içre İmâm-ı enbiyâ olsan revâdır Yâ Rasûlallâh Kemâl-i zümre-i kümmel senin nûrunla olmuştur Vücûdun mazhar-ı tâm-ı Hudâdır Yâ Rasûlallâh Seninle irdiler zâte dahî envâ-ı lezzâte İşin erbâb-ı hâcâte atâdır Yâ Rasûlallâh Hüdâyî’ye şefâat kıl eğer zâhir eğer bâtın Kapuna intisâb etmiş gedâdır Yâ Rasûlallâh İşte daha nice hediyesiyle -şiirleri, nasihatleri, dersleri, dergâhı, hatıralarıyla- yüzlerce yıldır Üsküdar’ın kalbi hayal şehrin gerçek sahibi olan Azîz Mahmud Hüdâyî Hazretleri daha nice yıllar bu güzel şehrin güzelliğine güzellik katacak, beldemize gerçek anlamı vermeye ebediyen devam edecektir. 102

Gri Edebiyat

KAYNAK: Azîz Mahmud Hüdâyî, Divan-ı İlâhîyât, (haz.) Mustafa Tatçı ve Musa Yıldız, Üsküdar Araştırma Merkezi, 2005. Osman Nuri Topbaş, Abide Şahsiyetleri ve Müesseseleriyle Osmanlı, Erkam Yayınları, 2013. Hasan Kâmil Yılmaz, Aziz Mahmud Hüdâyî Hayatı ve Menkıbeleri, Aziz Mahmud Hüdâyî Vakfı Yayınları, 2004. Hasan Kâmil Yılmaz, TDV İslâm Ansiklopedisi, AZİZ MAHMUD HÜDÂYÎ Maddesi, yıl: 1991, cilt: 4, sayfa: 338-340. M. Baha Tanman, TDV İslâm Ansiklopedisi, yıl: 1991, cilt: 4, sayfa: 340-343.


Makale

Üsküdar’dan Büyük Kapı’ya Açılan Bir Hayat Yakup ÖKSÜZ @yakupoksuz

Kendisine has özellikleri ile yaşadığı döneme damga vuran önemli bir sanatçı, şair, düşünür ve mücadele insanı Necip Fazıl Kısakürek, günümüzde ve gelecekte derdi olan herkese mihmandarlık yapacak bir münevverdir. Ben böylesine özel bir insanın kısa da olsa hayat hikâyesinin yanında Üsküdar’da yaşamış olduğu ve hayatında önemli bir dönüm noktası olan bir hikâyeyi yine kendi ifadeleriyle bu yazıda zikretmek istiyorum. İnsanlar gibi şehirler de kimlikler taşır, üzerinde yaşayan insanların şehirlere, şehirlerin de insanlara büyük etkileri olur. Üsküdar ve Necip Fazıl Kısakürek bu anlamda bir bütün olarak değerlendirebilecek şehir ve insan bütünlüğüne en güzel örneklerdendir. 9 Mart 1904’te dünyaya gelen Necip Fazıl Kısakürek, 25 Mayıs 1983 tarihinde 79 yaşında vefat etmiştir. Necip Fazıl’ın hayatının en önemli isimleri dedesi ve babasıdır. Dedesi Mehmet Hilmi Efendi’nin lakabı Müftizade olarak zikredilir. Bunun sebebi ise, babasının Maraş Müftüsü Kısakürekoğlu Ahmet Necip Efendi olmasıdır. 1841’de Maraş’ta doğan Mehmet Hilmi Efendi 19 Mayıs 1916’da İstanbul’da vefat etmiştir. Kabri Edirne kapı şehitliğindedir. Babası Abdulbaki Fazıl Bey, Kısakürek ve Necip Efendizâde olarak bilinir. 21 Temmuz 1889 tarihinde İstanbul’da doğan Abdulbaki Fazıl Bey 29 Kasım 1920 tarihinde vefat eder. Babası vefat ettiğinde Necip Fazıl 16 yaşındadır.

20. yüzyıl Türk edebiyatının en dikkat çeken şahsiyeti şüphesiz, şair ve yazar Necip Fazıl Kısakürek’tir. Hakkında birçok yazı ve kitap yazılmış olmasına rağmen hayat hikâyesinde boşluklar ve eksik bilgiler vardır, yanlışlıklar mevcuttur. Şair, fikir adamı, hikâye - tiyatro yazarı ve iyi bir hatip olan Necip Fazıl, bu özelliklerinin yanında dergi yayıncılığı alanında da önemli bir yere sahiptir. Necip Fazıl’ın Ağaç ve Büyük Doğu adlarıyla yayımladığı iki derginin kültür, edebiyat, fikir, düşünce ve basın tarihi açısından da önemli bir yeri vardır. Özellikle Büyük Doğu dergisi önemli etkinlikleri olan bir dergi olarak birçok insanın hayatında önemli bir yer edinmiştir. Bu isimlerden biri de ülkemizin ilerlemesinde büyük emekleri olan, âdetâ ülkemizi her alanda yeniden inşa eden ve büyüten Cumhurbaşkanımız Recep Tayyip Erdoğan’dır. Üsküdar’dan İz Bırakanlar

103


disini cezbeden hâdiseleri de manalandırdığı otobiyografik eseri “O Ve Ben” i 1975’te şöyle takdim etmiştir: “Bu eser, dünyaya gelişimden bugüne kadar en hususî renkleri, çizgileri ve sesleriyle hayatımın hikâyesi ve asıl O’nu tanıdıktan sonra mânasını anlamaya başladığım vücut hikmetinin bende tecelli eden yakıcı ifadesidir. Bu bakımdan, kendilerini görünceye kadar malik olabildiğim bir buçuk esere nispetle bugün 60 cildi aşan ve hepsini birden o nura borçlu bildiğim eserler arasında, şimdikini baş köşeye oturtulması lâzım ve en mahrem iç ve dış iklimlere doğru bir belirtiş olarak takdim ederim.” Kitap, 1965 senesinde “Büyük Kapı” ismiyle yayınlanmıştır. Şimdi de Necip Fazıl Kısakürek’in mutlaka okunması gereken “Büyük Kapı” kitabından kendisi ile ilgili anlattıklarını okuyarak onu daha iyi tanımaya çalışalım.

Kendi ifadeleriyle Necip Fazıl Kısakürek’i şöyle anlatır: Kendisini şahsen de tanıma bahtiyarlığına eriştiğini söylediği Üstad Necip Fazıl’ın jübilesi sırasında onunla olan hatırasını anlatan Cumhurbaşkanı Erdoğan, 2004 yılında Necip Fazıl Kısakürek Ödülleri programındaki konuşmasında Necip Fazıl’ın sadece bir şair, sadece bir yazar, sadece bir mütefekkir değil, bir aksiyon insanı olduğunu belirterek, “Necip Fazıl; o dönemde yüzlerce, bugün yüzbinlerce genci dünyaya ve ukbaya hazırlamış tek başına bir okuldu, tek başına bir ekoldü. Şuraya özellikle dikkatlerinizi çekiyorum, Necip Fazıl’ın bir selefi yoktu. Belki Mehmed Âkif diyeceksiniz. Mehmed Âkif, Osmanlı Cihan Devleti’nin son münevverlerindendi ve ne yazık ki, Cumhuriyet Dönemi’nde fikirlerini özgürce ifade edebileceği, yeni bir fikir iklimi inşa edebileceği zemin olmadı, olamadı” diye ifade etmiştir Necip Fazıl ile ilgili düşüncelerini. Hayatını, Abdülhakîm Arvasî Hazretleri’ni “Tanıyıncaya Kadar” ve “Tanıdıktan Sonra” diye iki ana bölüme ayıran Necip Fazıl, Efendisine doğru ken-

104

Gri Edebiyat

“Kendisine has özellikleri ile yaşadığı döneme damga vuran önemli bir sanatçı, şair, düşünür ve mücadele insanı Necip Fazıl Kısakürek, günümüzde ve gelecekte derdi olan herkese mihmandarlık yapacak bir münevverdir.”

Büyük Babam Her Ân Bana Bitişik Yaşar Büyük babam, İstanbul Cinayet Mahkemesi ve İstinaf Reisliği’nden emekli, Maraşlı Kısakürekzâde Hilmi Efendi. Abdülhamit devri adliyesinin büyüklerinden… Bâlâ rütbesinden ve o sıralarda Balkan Harbine doğru yaşı sekseni aşkın Abdülhamid’e atılan bomba hadisesinin tarihi muhakemesini büyük babam yapmış. Ayda beş altına kalabalık aileler geçinirken o günlerde seksen altının ve birçok mülk ve akardan gelen iratların döndürdüğü konağı hayal edin. Anlaşılıyor ki konağın ruhu büyük babam; ben de onun ruhuyum… Çünkü biricik oğlunun biricik oğlu-


Ve aramızda hemen büyük bir dostluk tutuştu. İkinci Dünya Harbine kadar süren, derken siyasi görüş ayrılığından gölgelenen, hele benim Büyük Kapı’dan İçeriye göz atışımdan sonra büsbütün tavsayan; Türkiye’nin en büyük şairi bilinirken Müslümanlıktan başka gaye tanımayışım meydana çıkınca benden teker teker el çekenlerle bir hizada pörsüyen tekrar canlanan ve aynı gayede buluşuyormuşuz hissini veren, yine çatlayıp kuruyan ve öylece kalan mahzun bir dostluk… Ama gençliğimizin en sıcak dostluklarından biri… yum; babalarımdan biri içimde yaşattığı soy idealinin önce en mükemmel numunesiyim. Sağ kolumu açar ve orada gördüğü beni, babasındakine benzetir ve öper; elimin parmaklarını kendi el ayasına yerleştirir ve mafsal yerlerindeki kırışıkları tıpkı babasındakilere eş bularak öper; öper. Babasının adı Ahmet Necip… Bana o ismi vermiş. Zekâma gelince, bu noktadan mesuttur her vesilede haykırır: - Gel benim aklı evvel (akılda birinci) torunum! Sonra tercihindeki hakikati göstermek için torunlarını önüne dizer, herhangi bir divandan bir beyit okur, kimse onu tekrarlayamaz, ben bülbül gibi başta ve sonda tekrar edince de: - “Gördünüz mü, der; nasıl sevmeyeyim aklı evvel torunumu?” der. Ve bana altın, öbürlerine çil kuruşlar. Beylerbeyi’nde oturuyorduk. Hayatı boyunca bana fazla bir alâka göstermemiş olan babam, ben daha üniversiteye girmeden, 33-34 yaşlarında ölmüştü. Ben dâima annem ve küçük dayımla beraberdim. Bir de malum mübarek anneannem… Beylerbeyi’nin Yalılar Boyu Caddesi’ndeki çınarlar arasında ve şiir hummaları içinde gidip gelirken, dâima bir gölgeye rastlıyordum. Elleri arkasında, benim gibi koca kafalı, üstelik cılız vücutlu, hep düşüncel, spor ceketli ve gri pantolonlu, ihtiyarla çocuk bulamacı bir genç... Onun için muharrir, romancı demişlerdi. Bir gün Boğaziçi vapurunda, Hasan Ali Yücel, onu bana takdim etti. - Peyami Safa Bey.

Boyuna çizgisine girer gibi olup, sonra çizgisinden çıkar gibi olan, fakat hiçbir zaman tam zıddına dönmeyen bu eski dostluğu, orada bir çevirici tek sâik daima Peyami’nin değişmeleri olmuştur. Biz sabit kaldık ve hep yerimizde bekledik. Zira yerimizi bulmuştuk. Beylerbeyi’nde bir yalıda oturuyoruz. Bohemlikte biraz sıyrılmış, şimdi de (konfor) ve (dekor) merakına düşmüş vaziyetteyim. Madde estetiğine tutulmuş… Yalıda annem, anneannem ve küçük dayım… Beş vakit namazında ve her ân Allah ve Resulü’nün (s.a.v.) bahsinde yaşayan ve günün 24 saatini ya ağlamak, ya düşünmek ya da dua etmekle geçiren Anneannem... Ayak parmağından saçına kadar kar Üsküdar’dan İz Bırakanlar

105


Allah’ın bende yarattığı birçok hususiyeti, annemin yolundan verdiğine inanıyorum. Karlı bir akşam, bankadan çıkıp Yeni Camii’nin oradan Üsküdar vapuruna atladım. Üsküdar tarafını sağıma alarak oturdum. Vapurun gittiği istikamete doğru diyerek detaylıca anlatıyor vapur seyahatini ve yaşadığını. Vapurun kalabalık olduğunu, yolculuk süresince kendisinden gözlerini ayırmayan adamı ve Üsküdar’a geldiklerinde vapurun boşaldığını. Üsküdar’a kadar hep o vaziyette devam ettiğini. Üsküdar’da vapur boşaldı. Karşılıklı iki uzun kanepenin bir ucunda o, bir ucunda ben… Koskoca ve bomboş salonda o türlü burun burunayız ki, mutlaka ya konuşmamız yahut sille tokat, birbirimize girmemiz lazım. İçimde sert bir mukabele ihtiyacı… Hemen adama hitap edebilirim.

gibi beyaz tülbent kokan, kemik üzerine deri cilası çekilmiş denecek kadar zayıf, çocuklarına delice düşkün, tek başına oturduğu köşelerde bile saçı başı örtülü, yalnız Kur’ân okumayı bilen ve Allah’ın kelamından başka hiçbir yerde hedeflere nazar etmemiş olan bu örnek kadın benim için ne büyük devâ. Bir gün dalgın dalgın pencereden bakışını gördüğüm ümmî kadına sormuştum:

Bir sigara çıkardım, aranıyorum… Üzerimde kibri arıyorum. Gayet sakin bir tavırla karşımdan uzatılan bir kutu kibrit. - Teşekkür ederim. - Bir şey değil.

Cevap vermişti:

Sigaramı yaktım ve kibriti iade ettim. Yine konuşamaya ev laf açmaya niyetli değilim… Oysa niyetini asla belli etmiyor; yalnız bakıyor, o kadar.

- Allah’ı düşünüyorum! Ne düşüneceğim!

İçimden düşündüm;

Ciğerime kadar ürpermiş ve kendi kendime demiştim:

- Adamın bakışında incitici bir hâl yok… Fakat gözlerindeki rahatlık ve kaygısızlık müthiş! Bakma diyemem ki…

- Anneanne, ne düşünüyorsunuz?

- Keşke bizim ilmimiz, bunun ümmîliğinin ayak tozuna erişebilse… Paydos! Bu kadınların nesli kurutulmuştur. Anneme gelince, yirmi küsur yaşında babamdan dul kaldıktan sonra topyekûn dünyaya küsen, bütün ömrü uğultulu konaktan başlayarak bir besleme hâlinde ezilmekle geçen, nihayet hastalanan, kurtulan, çocuğunu (beni) dişlerinde taşıyarak büyüten, bu defa da kendini erkek kardeşlerinin hizmetinde harcayan, Müslümanlıkta ve derinlikte annesine eş, büyük kadın, bazı şiirlerimden de tüttüğü gibi en köklü zaafım… 106

- Beyefendi, boyuna bana bakıyorsunuz; göze yasak olmaz derler ama galiba en büyük ve en ince yasak gözedir. Ne demek istiyorsunuz? Davrandım, vazgeçtim.

Gri Edebiyat

Göz ucuyla ben de ona dikkat etmeye başladım. Görülmemiş bir nefis emniyeti içinde... Dudaklarında bir de şefkatli tebessüm, tatlı bir bükülüş… Allah Allah… Bu da nesi? Esrar Küpü Öteden beri meczubu olduğum “meçhul” zevkli ve esrar sezisi imdadıma yetişti: - Bu gayet basit, dört köşe görünüşlü adam, sakın bir sır küpü olmasın? Yoksa hayatımı dolduran sıkıntılı “malum”ların ufkunda yeni bir tecelli mi?


Hissimin tam bu noktasında adam bana:

Vapur Kuzguncuk’a yanaşıyor.

- Birbirimizi selamlayalım dedikten sonra Müslümanca selam verdi. Selamını aynı kelimelerin karışlığıyla aldım. Konuşmaya başladı. İsmini, cismini işini, mesleğini bildirmek zahmetine düşmeden konuştu. Sanki o, ismiyle ve cismiyle, mücerret manada Abdullah’tı; Allah’ın kulu… Hepimiz gibi…

Sordu: Kuzguncuk’a mı çıkacaksınız? Hayır, dedim; Beylerbeyi’nde oturuyoruz. Ya siz? Ben Çengelköy’e gidiyorum. Beylerbeyi’ne kadar konuşabiliriz. Buyurunuz!

Yolcular Üsküdar’a çıkamaya başlarken girdiği bahri vapur kalkmaya hazırlanırken hülasalandırmıştı. Din, İslâmiyet… Dine bağlılık günden güne zayıflıyor. Herkes gaflette… Ecel de her an tepemizde… Ölüm anının dehşeti... Bir günahkâra ait korkunç ölüm sahnesi…Böyle şeyler anlattı ve mümkün olduğu kadar basit anlattı. Bütün ‘malum’lar zinciri. Bu zinciri çekti, durdu. Sıkılıyor muydum? Hayır! Bir şey, bir netice bekliyordum. Vapur Kuzguncuk’a doğru yol alıyordu, kar durmuştu. Üzerlerinde tek tük ışıklar kanayan yol pencereleri... Kim bilir bu evlerin içinde neler dönüyor?

- Zamanımızda böyle bir kimse var… Böyle bir kimse değil, Büyük bir kimse var. - Ne diyorsunuz?! - Evet… Atıldım: - Onu nerede görebilirim? O, gayet sakin, bildirdi. - Beyoğlu’nda, Ağa Camii’nde.. Cumaları, öğle namazından sonra orada ders verir. - İsim? - Abdülhakîm Efendi Hazretleri… - Nasıl bir zat?

Adam hep anlatmakta... Hali ve anlatışı da bir kabuk kadar sert ve cevhersiz... Zaten anlattığı şeylerde işin kabuk tarafı... Ama cevher, kabuğun içinde... O, bu cevherden habersiz gibi...

- Görürsünüz. Orada dinleyecekleriniz, halk için, nâr için söylenen sözler… Siz o sözlerin içine girmeye ve ötesindeki hikmete ulaşmaya bakın!

Yoksa bana öğüt vermek mi istiyor:

Bir zar deliniyordu. Altından muazzam, kâinat çapında muazzam bir ihtimalin adresi çıkıyordu. Hep klişe ezberciliği halinde tanıdığım bir sıfatın, müşahhas, gözle görülür, elle tutulur bir zât… Bir veli, bir mürşit, bir rehber… Öylesine donmuştum ki, artık adamcağızın anlattıklarını dinleyemez hale gelmiştim.

- Genç adam! Aklını başına devşir! Bütün bu havailikleri bırak! Hemen ibadete başla! Dinin bütün emirlerini yerine getir! Aradığın ruh, bu yalçın emirlerin de ötesinde. Ve onlar sımsıkı, birbirine kenetli… Emirlere bağlan ve olmaya çalış! Fakat büyük lezzetten koku almaksızın kabuğa yapışmayı anlamayan kör nefs, ille işi kurcalamak gayretinde. Hemen tasavvuf bahsini açtım. Çocukluğumun ve ilk gençliğimin, yalnız bandrol bilgisi halinde birkaç kelimesini ezberlediği ve nimetlerini hem cam üzerinde yaladığı büyük dava… Adam, bu bahiste, ah şeker gibi bir tavır aldı ve fazla konuşmadı. Davanın yanından, önünden, arkasından dolanır gibi laflar etti. Dilinin altında bir şeyler saklar gibiydi. Benim bütün merakım da o… Nihayet bandrol bilgisinin klişeleşmiş en yaman meselesini öne sürüverdim: Zamanımızda irşada ehliyetli bir kimse var mı? Böyle birini tanıyor musunuz? Güldü.

Donakaldım.

Biletçinin sesi: Beylerbeyi! Adam, verdiği adresi aynı kelimelerle tekrarladı ve çımacının yürüyelim narası üzerine mırıldandı: Güle güle, selametle. İskeleye son ayak basan, bendim... Bundan sonrasını ve Necip Fazıl’ın manevi anlamda yaşadıklarını kendi Büyük Kapı kitabını bir sahaftan temin ederek okuyabilirsiniz. Necip Fazıl Kısakürek, Rabbimiz rahmet eylesin, mekanı cennet olsun, ruhuna bir Fatihâ okuyalım inşallah…

Üsküdar’dan İz Bırakanlar

107


Notlar:

108

Gri Edebiyat


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.