Gri Edebiyat Sayı 6

Page 1

Editörden “Gönül Coğrafyamız Fatih’ini Arıyor” Hamd âlemlerin Rabb’ine, salât ve selâm nebiler nebisi Muhammed Mustafa Sallallahu Aleyhi ve Sellem efendimize, ailesine, ashabına ve tüm inananlara olsun... İnsanların yalnızca kendini düşünmek zorunda bırakıldığı bu çağda biz Müslümanların “Kardeşinin derdiyle dertlenmeyen bizden değildir.” düsturunun kardeşlerimizi düşünmek, dertleriyle dertlenmek, üzüntülerine üzülmek, arkalarından dua etmek gibi vazifeleri var. İnsanın her gün, her eklemi için (yaklaşık 365 tane) sadaka vermesi gerektiğini buyuran Efendimiz’in (s.a.v.) emrini yerine getirme derdiyle yapılan bu çalışmayı Rabbimiz, sadaka-i cariye niyetiyle mamur eylesin. Kudüs’ün Siyonistler tarafından İsrail’in başkenti ilan edilmesini ABD’nin tanıdığı, Arakan’da kardeşlerimizin zulme uğradığı, Doğu Türkistan’da Müslümanların evlerinde birden fazla bıçak bulunduramadığı, Suriye’de savaşın bitmek bilmediği, Türkiye’nin sürekli kirli savaşa çekilmek istendiği bir zamanda yaşıyoruz. Hülasa, hak-batıl savaşı devam etmekte. Dergimizin bu sayısında ‘bir binanın yapıtaşları’ gibi olan ve farklı coğrafyalarda yaşayan Müslüman kardeşlerimizin durumunu anlatmaya çalıştık. Allah, bizleri kardeşlerimizin derdiyle de, sevinciyle de hemhâl eylesin. Bu dergi, batıla dünyayı dar eden Hz. Ömer gibi, Selahaddin Eyyubi gibi, Fatih Sultan Mehmed Han gibi fatihlerin yetişmesine vesile olsun; üzerimize emanet olan beldelerin güvenliğini sağlama vazifesini bize hatırlatsın. Bu beldeleri bizim adımıza savunan kardeşlerimize bir teşekkür nişanesi olsun. Rabbim hayırlara vesile kılsın. Bir sonraki sayımızda görüşmek temennisiyle… “Kargadan kılavuz tut, Yahudi’den tutma ha! Hastalığa selâm dur, haçlı hapı yutma ha! Aldatıp çıkardılar ceddimizin yolundan Geleceği kurarken geçmişi unutma ha!” Abdurrahîm Karakoç

• Yayın Danışmanları Yakup ÖKSÜZ Ümit BİLBAY Ammar YAĞCI

griedebiyat@gmail.com

Editör Ubeydullah YALÇIN

/griedebiyatdergisi

Tasarım P. Yusmar YUSUF Yazı İşleri Rümeysa BULDAĞ Ecren KÜÇÜKLER Ayşe Aleyna KUŞCU Emine YAMAN Sultan Kevser ELGÜN Reyhan AYBAKAN Fatih ASLAN

@griedebiyat /ugm.griedebiyat

Gençlik ve eğitim çalışmalarına verdiği desteklerin yanında dergimizin yayımlanmasında da desteğini esirgemeyen Üsküdar Belediye Başkanımız Hilmi Türkmen’e teşekkür ederiz. Yusuf MUGOYA, Ümit TORAMIŞ ve Abdullah ÜNAL’a desteklerinden dolayı teşekkür ederiz. *Gri Edebiyat Üsküdar Gençlik Merkezi öğrencilerinin bültenidir.


İÇİNDEKİLER

Bir Gönül İnsanı: Hüsnü Geçer Hoca Efendi

Ümmetin Meseleleri Üzerine Âdem ERGÜL

Her İyilik Bir Sadakadır Kemal ÖZDAL Gönül Coğrafyamız; Hüzün ve Umut Yakup ÖKSÜZ Kudüs: Kur’an Coğrafyası Büşra ÇELİK Dünyaya Barış ve Mutluluk Getirecek Olan Turnuva Yunus Emre AKMAZ Ahmet Emin Dağ: Arap Baharı, Kışa Dönüşmüş Durumda Ve Yolculuk Başlar Nurgüzel KORKMAZ

06 08 09 26

04

Arakan’ın Asırlardır Tükenmeyen Hüznü Cevdet HASBAL

41

Gana Hussein HASSAN

43

Köşebaşı Yavuz ATALAY

47

28 30 32

Filistin’de Cesaret Çiçekleri Selami YALÇIN

12


Turan Kışlakçı: Ey Müslümanlar! Gelin Bu Coğrafyayı Siz Yönetin

Düşünsenize; Müslüman Müslümana Karşı Savaşıyor! Endonezya P. Yusmar YUSUF Londra Ve Kanada’daki Müslümanlık Üzerine Hasbihâl Zehra GÜNDOĞDU Kosova Medina BİVOLAKU

Kuzey Irak ve İnsanları Afrika’nın İncisi Uganda Yusuf MUGOYA Kuzey Kafkasya Bölgesi ve Çerkeslerde İslâm Emina KYZYLKAYA Benin Ahmet YUNUS

18

Ümmetim İçin En Çok Korktuğum Murat KAYA

15

49 53 54 59 61 63 67 68

Dünya Arakan’ı Görmezlikten Geliyor Said DEMİR

35


Söyleşi

Bir Gönül İnsanı: Hüsnü Geçer Hoca Efendi husnugecer.com

Dostuna iyilik yap ki dostluğun daha da kuvvetli olsun. Düşmana da iyilik yap ki düşman sana dost kesilsin.

‫بسم هللا الرمحن الرحمي الصالة و السالم عىل �سيدان محمد و عىل �آهل و‬ .‫أ�حصابه أ�مجعني‬ ‫{و أ�حسن كام أ�حسن هللا �إليك وال تبغ الفساد يف ا ألرض �إن هللا ال‬ }.‫حيب املفسدين‬ ‫ {الإحسان ان تعبد هللا كأنك‬:‫و قال النيب صىل هللا تعاىل عليه و سمل‬ }‫تراه ف�إنك �إن مل تكن تراه فهو يراك‬ .‫صدق هللا العظمي و بلغ رسوهل الكرمي‬ Azizler, ihsan ile insan birbirlerine çok yakın kelimelerdir. Aralarındaki fark sadece bir harften kaynaklanır. İhsan iyilik demektir, insan da biziz. Alimler derler ki: “İhsan ve insanın lafızları birbirine yakın olduğu gibi insanın şahsı da, varlığı da iyiliğe çok yakındır.” İhsan iyilik, insan da adam olmaktır. Nasıl ki ihsanla insan arasında lafız olarak birlik beraberlik -iki harf hariç- vardır, insan da iyilik sever olmalıdır. Bize yakışan da iyilik yapmamızdır. Onun için okuduğumuz ayeti kerimede yüce Allah (c.c.) buyurur: “Allah’ın sana iyilik yaptığı gibi sen de iyilik yap ve yeryüzünde bozgunculuk isteme. Çünkü Allah, bozguncuları sevmez.” Kasas – 77 İhtiyarsan, gençsen; erkeksen, hanımsan; zenginsen, fakirsen; sultansan, çobansan iyilik yap. Herkesin yaptığı iyilik kendisine göredir. Zengin olan kimse genişliğinden ve zenginliğinden infak edecek. İhsan edecek, iyilik yapacak. Fakir de fakirliğine göre… Bir fakir iyilik yapar, iki insanı doyurur, iki insana yarar sağlar. Bir zengin de iyilik yapar

4

Gri Edebiyat

200 insanı doyurur, 200 insana yarar sağlar. Bir çoban iyilik yapar; hayvanına şefkat eder, güzel meralara götürür, zamanında suya getirir, doğurdukları zaman evlatlarına yavrularına güzel bakım yapar, onları aç bırakmaz. Padişah da iyilik yapar; insanı iyilikle kendisine çeker, düşmanlıkla ve kinle değil. Zulümle değil, iyilikle insanı kendisine doğru çeker. Müslümanlar! Bir insan düşmanına iyilik yapsa bile çok geçmeden o düşman sana dost kesilir. Çünkü denilmiştir ki: “İyilik yapmakla, hür olan bir insan köleleştirilir.” Yani birisine bir iyilik yaparsan o kalbinde sana karşı muhabbet bağlar, senden ayrılmak istemez. Kin ve düşmanlık savaşı, dağılmayı, yıkıntıyı meydana getirirler. İyilik yapacaksın ki onları yavaş yavaş kendine çekebilesin. Allah’ın emri budur; “İyilik yap!” Herkesin iyiliği kendisine göredir. Birinin toplumun içerisinde davranışları çok güzeldir, güzel davranışlarıyla topluma örnek olur, bu da bir iyiliktir. Diğeri konuştuğu zaman sevgiden konuşur, insanı birbirlerine getirir, kucaklaştırır, birleştirir, bu da bir iyiliktir. Bizim gibi ihtiyarlar, ceplerinde para olmasa bile görüp geçirdiler, olaylardan ibret aldılar. Akılları, hikmetleri genç kesimden daha fazladır. Bilenler, bilir kişiler, ihtiyarlar ki genel olarak onların sözleri dinlenir. Onlar insanları ibadete çağırmalı. İnsanla Allah’ın arasında olan bağını güçlendirmelidirler. İçinde yaşadığı toplumu helale çağırır. Haramdan sakındırır. Diliyle ve davranışıyla, güzel örnek olur. Bu ne güzel bir insandır! Allah (c.c.) “İyilik yap!” diyor. İyilik yapmak sadece parayla değil, konuşmakla da olur. Birkaç cümle ko-


düşmana, zehirliye, zehirsize; hülasa herkese karşı birdir. Bu yüzden insan da kendi gücüne göre iyilik yapmalıdır. Dostuna iyilik yap ki dostluğun daha da kuvvetli olsun. Düşmana da iyilik yap ki düşman sana dost kesilsin.

Fotoğraf: Kübra Nur Duman

nuşursun bakarsın ki o cümlelerden dolayı iki insan barıştı, bir toplum barıştı. Bundan daha güzel iyilik yoktur ki. Cami cemaatine bağlısın, ezan okunduğu gibi camiye gelirsin. Belki bir iki tane ihtiyar ki namazdan niyazdan uzaktır, seni örnek alarak onlar da camiye gelirler. Hülasa, iyilik yap! Cenâb-ı Allah “İyilik yap!” demiştir, sadece “Para ver!” değil. Her husus için söylemiştir. Her hususta iyilik yapacaksın. Mademki insansın, ihsan sahibi olmalısın. Tüm çirkinliklerden, kötülüklerden de sakınacaksın. Peygamber (s.a.v.) bir gün sahabe-i kiramın içerisindeydi. Bir bedevi geldi. Bedeviler çölde yaşayan, katı gönüllü, terbiye bilmeyen insanlardı. Taşla, hayvanla haşır neşir oldukları için biraz serttiler. Peygamber’in (s.a.v.) yakasını tuttu, cübbesini sert çekti ki Fahr-i Âlem’in boynu kıpkırmızı oldu. Bedevi dedi ki: “Ya Muhammed!”, Ya Nebi Allah demedi, “Allah’ın sana verdiği malı bana vereceksin, babanın verdiği malı değil!” Sahabe-i kiram üzüldüler. Kendisiyle kavga etmek istediler. O (s.a.v.), uzun ve derin bir bakışla “Susun!” dercesine onlara baktı. Sonra emretti; iki deveyi yükleriyle beraber kendisine verdi ve bedevi gitti. Elbette ki bu insan Müslüman da olur, iyilikten de ayrılmaz. Çünkü sultandan iyilik gördü. Bir belediyenin reisi, bir vilayetin valisi, bir kazanın kaymakamı ve yahut bir ihtiyar daima cahillere karşı yumuşak olmalıdır. Kötülüklerine karşılık iyilik yapmalıdırlar ki insanları kendilerine doğru çeksinler. Allah’ın emri budur: “İyilik yap! Allah’ın (c.c.) sana iyilik yaptığı gibi.” Allahu Teâlâ bize göz nimetini, 60-70 yıl görme vazifesini yerine getirmesi için vermiştir. Bu gözü bir fabrikadan almış değiliz. Anne babamız göz bebeğini gözümüzün içine yerleştirmemiştir. Gözümüzü yaratan Allah (c.c.)’dır. Cenâb-ı Allah hem dostuna hem de düşmanına nimetlerinden vererek iyilik yapmıştır. Kafir diye rızkını kesmemiştir veya Müslüman olduğu için daha fazla rızık vermemiştir. Allah’ın iyiliği dosta,

Müslümanlar! Hayvanlara bile iyilik yaparsan iyiliği Cenâb-ı Allah (c.c.) kabul eder. Peygamber (s.a.v.) buyurur: “Bir gün bir adam ıssız ve susuz bir çölde yürür. Bir kuyunun başına gelir. Bakar ki içinde su var lakin kova ve ip yok. Duvar taşlarını tutarak suya kavuşur, kana kana sudan içer ve dışarı çıkar. Bir de bakar ki bir köpek kuyunun kenarına geliyor. Köpek suya bakar, kuyunun dibine inemez. Susuzluktan toprağı yalamaya başlar. Adam, ‘Birkaç dakika önce benim ciğerim susuzluktan yanıyordu. Bu hayvan da o kadar susamıştır.’ der ve kuyuya girer. Ayakkabısına su doldurur, iki eliyle tırmanırken ayakkabıyı ağzıyla taşır. Birkaç sefer bu şekilde su getirir ve köpeğe içirir.” Peygamber (s.a.v.) buyurur: “Bu insan, susuz olan köpeğin susuzluğunu giderdiğinden dolayı Cenâb-ı Allah onu affetti.” İşte İslâm dini budur. Hz. Peygamber (s.a.v.) başka bir hadis-i şerifinde buyurur: “Bir çekirgenin ayağıyla da olsa sadaka verin.” Çekirge ne kadar ki onun ayağı ne kadar olsun? Cenâb-ı Allah’ın katında hiçbir şey boşa gitmez, yeter ki senin niyetin Allah rızası için olsun. Allah (c.c.) İslâm’ın ahlâkı ile ahlâklanmayı nasip eylesin. Cenâb-ı Allah bize yaptığı iyiliğini başa kakmıyor. Cenâb-I Allah hiçbir zaman; “Kuzum sana yağmuru, güneş ışığını, toprağın bereketini, teneffüs ettiğin havayı verdim.” dememiştir. Biz de ne kadar büyük iyilik yaparsak yapalım, iyilik yaptığımız insan ne kadar kötü olursa olsun; ağzımızdan çıkarmayalım. Eğer insan yaptığı ameli böbürlenmek için söylerse insanın o iyilik sevapları iptal olur. Onun için Allah (c.c.) sadakalarınızı kişinin arkasından vermeni söylüyor. ‘Ben şu adama şöyle bir iyilik yapmıştım’ diye söylenmek aslında eziyettir. Başa kakarsan belki de sen o sadakanın sevabını yok etmiş olursun. Yaptığın iyilikleri unutmalı, kötülükleri ise hiçbir zaman unutmamalısın. ‘Bir zaman şu kişinin aleyhinde konuştum, ona zülüm ettim, kanını akıttım.’ Bunları unutmamalısın, hatta Allah’a yalvaracaksın ki Cenâb-ı Allah (c.c.) onu affeylesin. Ancak yaptığı iyiliği unutmalısın. Yemek yedirmişsindir; kendisine bir şey satın almışsındır; muhtaçmış, sen ihtiyacını gidermişsin; bu iyilikleri unutmalısın.

.‫وربنا عىل لك �شئي قدير‬ .‫الفاحتة‬ Gönül Coğrafyamız Fatih’ini Arıyor!

5


Makale

Ümmetin Meseleleri Üzerine Elbette daha nice sorular sorabiliriz. Evet, muhasebe hem soru sormak, hem de cevap verebilmektir. En önemlisi de cevabı hayat haline getirebilmektir.

Âdem ERGÜL ademergul.com

İnsan olarak bir takım savunma mekanizmalarımız vardır. Bu mekanizmalar, kimi zaman bedenimizi korumak, kimi zaman da itibar ve şahsiyetimizi saldırılara karşı muhafaza etmek için çalıştırılır. Bu özelliğimiz, yaratılışın başlangıcından itibaren her birimize yüklenmiştir. İnsan, hususiyle kendi kendini rahatlatmak ve psikolojik anlamda kendini kendine karşı ve çoğu zaman da başkalarına karşı korumak için zaman zaman yalana ya da bir takım geçersiz mazeretlere sığınır. Yani kendini aldatır. İşte, fert ya da toplumların kendilerini aldatmadan gerçeklerle yüzleşmesi için yapması gereken en önemli vazife, muhasebe-i nefs yapabilmektir. Kendi üzerine yoğunlaşan, zayıf noktalarının farkında olan, zaaflarını ve güçlü yönlerini bilen kişi ya da toplumlar, hayatlarını sıhhatli bir şekilde sürdürebilirler. Rabbimiz şöyle buyurur: “Ey iman edenler! Sizler kendinizi düzeltmeye bakın, siz doğru gittikten sonra sapanlar size bir ziyan dokunduramaz.” Mâide Sûresi - 105 Özellikle eksiklerin, ayıpların ve kusurların öncelikle iç bünyede araştırılması tavsiye edilmiştir. İnsan çoğu zaman hatayı ve kusuru kendisinde değil de başkalarında ya da çevre şartlarında arar. Günaha düşen bile kendi zaafını itiraf yerine, o günahı işlemeye vesile olan muhatapları ya da şartları suçlar. Bütün bunlar, insanın kendini kandırmasından başka bir şey değildir. Kur’ân-ı Kerim’de Kıyamet gününde şeytanla günahkârlar arasında şöyle bir konuşmanın geçeceği anlatılır: “İnsanların hepsi Allah’ın huzuruna çıkacak ve güçsüzler büyüklük taslayanlara diyecek ki: «Şüphesiz bizler size uymuştuk; şimdi siz az bir şey 6

Gri Edebiyat

olsun, Allah’ın azabından bizi koruyabilecek misiniz?» Onlar da, «Eğer Allah bizi doğru yola eriştirseydi, biz de sizi doğru yola eriştirirdik. Şimdi sızlansak da, sabretsek de bizim için birdir. Artık bizim için hiçbir kurtuluş yoktur» derler. İş bitirilince şeytan da diyecek ki: «Şüphesiz Allah, size gerçek olanı söz verdi. Ben de size söz verdim ama yalancı çıktım. Zaten benim sizi zorlayacak bir gücüm yoktu. Ben sadece sizi çağırdım, siz de hemen bana geliverdiniz. O hâlde beni kınamayın, kendinizi kınayın. Artık ben sizi kurtaramam, siz de beni kurtaramazsınız. Şüphesiz ben, daha önce sizin, beni Allah’a ortak koşmanızı kabul et-


memiştim. Şüphesiz, zalimlere elem dolu bir azap vardır.” İbrâhim Sûresi – 21, 22 Buradan anlaşılıyor ki Allah’a kulluk iradesinde zaaf bulunmayan bir kimseye şeytanın bile yapabileceği bir aldatma söz konusu değildir. Kişi kendi kendini aldatma durumundan ancak öz nefsiyle samimi bir şekilde yüzleşmesi diğer bir ifadeyle kendini hesaba çekmesiyle kurtulabilir. Zira insanın içinde Rabbimizin koyduğu bir vicdan terazisi vardır. Kendini rahatlatma adına sayısız mazeretler ileri sürse de içten içe yine de tatmin olamaz. Bu sırra âyet-i kerimede şöyle dikkat çekilir:

Bu soruları böyle daha da çoğaltmak mümkündür. Esasen nefs muhasebesinde doğru sorular ortaya konulabilirse, nice nice güzel ve bereketli ufuklar açılacak ve ulvî niyetler ve azimler oluşacaktır. Dolayısıyla muhasebe sadece geçmişe yönelik bir tamir ve tasfiye değil, geleceğe yönelik de bir hamle ve inşa hareketidir. Ümmet, millet ve devlet olarak da ve belki küçük küçük cemaat ve gruplar olarak da muhasebe yapmak bir zarurettir. Meselâ bugün İslâm ümmeti olarak ciddi bir muhasebeye ihtiyacımız vardır. – İslâm ümmeti olarak bulunmamız gereken konum tam da bugünkü yerimiz midir?

“İnsan birtakım mazeretler ileri sürse bile, o kendisini görür.” Kıyâme Sûresi – 14, 15

– Aziz ümmet olmak varken neden büyük bir zillet yaşıyoruz?

Bu itibarla muhasebesini ciddi yapan fert ve toplumlar, kendini sürekli tamamlayan, geliştiren ve büyüten bir yapı arzederler. Nasıl bedenî hastalıkların zamanında teşhisi için zaman zaman check-up yapılması önemli ise, aynı şekilde manevî dünyamız ve kulluğumuz adına muhasebe-i nefs de son derece lüzumludur.

– Yeterli âlimimiz ve ârifimiz var mı? Yoksa, yetişmesi adına ne tür projeler yapıyoruz? – Dirayetli liderler çıkarabiliyor muyuz? – İlim, sanat ve sanayide seviyemiz nedir? Devletler muvazenesinde yerimiz neresidir?

Muhasebeye konu olacak alanlar itibariyle fert planında şu konular gündeme alınabilir:

– Ümmet olarak muhabbet, merhamet ve adalet tevzi edebiliyor muyuz? Yoksa kin, nefret, düşmanlık, zulüm, hıyanet ve anarşi mi üretiyoruz?

– Hayat anlayışım yaratılış maksadıma uygun bir çizgide mi devam ediyor?

– Hastalıklarımızın çözümü için çareler üzerinde ne kadar çalışabiliyoruz?

– İbadet hayatımda, muamelelerimde ve ahlâkımda Hakk’ın muradı ve rızası ile ne kadar bir uyum içindeyim?

– ..

– Bana lütfedilen nimetleri, imkân ve fırsatları yerinde ve zamanında en güzel bir şekilde değerlendirebiliyor muyum? – İçinde bulunduğum zaman ve mekân itibariyle üzerime düşen vazife ve sorumluluklarım nelerdir? – Anne-baba, yakın akraba, yetimler, fakirler, mahzun ve mazlum yürekler, ümmet ve insanlık adına yapabileceğim hizmetler nelerdir ve ben bu noktada nerede duruyorum? Durmam gereken yer ve konum tam da şu an içinde bulunduğum durum mudur?

Elbette daha nice sorular sorabiliriz. Evet, muhasebe hem soru sormak, hem de cevap verebilmektir. En önemlisi de cevabı hayat haline getirebilmektir. Doğru soruyu doğru zamanda sormak ve nefsin fısıltılarına kanmadan samimi ve içten cevaplar vererek yola devam etmek, bizleri menzil-i maksudumuza selametle eriştirecektir. Bu itibarla Hakk’ın huzurunda alnı ak ve yüzü pak olmak için şu âlemde yapmamız gereken en önemli vazifelerimizden biri hiç şüphesiz muhasebe-i nefstir. NOT: Bu yazı Altınoluk Dergisi, Ağustos 2016, 366. Sayıda yayımlanmıştır.

– ..

Gönül Coğrafyamız Fatih’ini Arıyor!

7


Her İyilik Bir Sadakadır Unutulmamalıdır ki herkesin yapabileceği bir iyilik mutlaka vardır.

İyilik, yaşadığımız dünyada toplumun en ideal standartlara ulaşmasında maddi, manevi dinamiklerin sağlanması ve sosyal adaletin oluşması için ihtiyaç duyulan temel esaslardan biridir. İyilik aynı zamanda bedel ödemektir. Maddi ve manevi açıdan bir diyettir. Her şeyden önce iyilik bir ibadettir. Ve tabii ki insani bir vazifedir. İyilik, ince bir ruh taşımanın dışa yansımasıdır. İyilik; kocaman yürekli ve nitelikli özel kişilere has bir davranış biçimidir. İnsan fıtrat olarak iyilik yapmaya elverişli olarak yaratılmış ve ona göre kodlanmıştır. Yaratıcı tarafından insana iyilik yapma fırsatı tanınmıştır. Çünkü insanın iyilik yapmaya ihtiyacı vardır. İyiliği temel olarak herhangi bir ihtiyacı giderme hususunda insanlara (ya da tüm yaratıklara) maddi ve manevi olarak katkıda bulunmak olarak tanımlayabiliriz. Kimi zaman bir talep, bazen bir beklenti ya da sosyal gözlemler sonucu iyilik eylemi gerçekleştirilebilir. İyiliğin biçimleri bazen bir gülümseme, bazen yaralı bir kuşa destek olma, bazen kan verme, bazen yaşlı bir kimseyi karşıya geçirme, bazen borç verme, bazen sadaka verme, bazen anne ve babaya vefa gösterme, bazen bir yetime hamilik etme şeklinde olabilir. İyilik ihtiyaçlara göre ortaya çıktığı gibi şartlara, bölgesel ve kültürel farklılıklara göre de değişebilir. Unutulmamalıdır ki herkesin yapabileceği bir iyilik mutlaka vardır. 8

Gri Edebiyat

Kemal ÖZDAL @kemal_ozdal

Bilindiği üzere İslâm’ın beş şartını oluşturan ibadetlerin bir kısmı mali, bir kısmı bedeni ibadetlerdir. Bir kısmı da hem mali hem bedeni ibadettir. Aslında iyilik, hem maddi hem manevi hem de bedeni olarak yapılması hasebiyle ibadetler arasında özel bir yere sahiptir. Sevgili Peygamberimiz Hz. Muhammed (s.a.v.)’in “Her iyilik bir sadakadır.” hadisi de bir anlamda iyiliğin kapsamını bize göstermektedir. Birçok şeklinin kalıcı olması hasebiyle iyiliğin, yapana ve yapılana sürekli fayda sağladığı kabul edilmektedir. Belki de hayatta son kullanma tarihi olmayan ender imkanlardan birisidir iyilik. İyiliği geciktirmemek, ötelememek daha efdaldir. Sizin katkılarınızla alınacak bir doz ilacın hasta yatağında şifa bekleyene fayda vermesi ertelenmemelidir. İyilik zenginin hak sahibi ile paylaşacağı azığıdır. Her ibadette samimiyet ve takva esastır. İyilikte ise cömertlik ve tevazu ile yapılanı takvadandır. İyilik yapmak kadar iyiliği teşvik etmek de önemlidir. “Hayra vesile olan hayrı yapmış gibidir.” hadisi insanı örnek olmaya çağırmaktadır. Elbette iyiliğin bir mertebesi vardır. Kur’an-ı Kerim’de birçok ayette iyilikten bahsedildiği gibi, bazı ayetlerin sonunda “Allah iyilik edenleri sever.” buyrularak en büyük mertebe vadedilmektedir. İyilikte öncü olmak ve iyiliğe çağırmanın hem İslâmi hem de insani vazifelerimizden olduğunu da unutmamak dileğiyle.


Gönül Coğrafyamız; Hüzün ve Umut Bizler hem gönül coğrafyamızın hem de bütün yeryüzünün asli ruhu, bütün mazlum ve mağdurların umuduyuz. Umudumuzun kaynağı, binlerce yıllık inancımız, medeniyetimiz, ruhumuzdur.

Yakup ÖKSÜZ

Gönül coğrafyamız aynen gönlümüz gibidir aslında… Uçsuz, bucaksız, sınırsız bir ufka sahip ve bütün yeryüzüne hitap eden bir tanımı barındırır kendi içinde.

ğaltmıştır ve kendisine iman edenleri birbirleriyle kardeş ilan etmiştir. Bu bağlamda bütün yeryüzü bizimdir, bütün yeryüzü bize mescit kılınmıştır.

Bizler, ilk insan ve ilk peygamber Hz. Âdem (a.s)’dan günümüze kadar yaşamış olan bütün müminleri kardeş, onların yaşadıkları bütün yeryüzünü de gönül coğrafyamız olarak görürüz. Allah insanları bir insandan farklı milletler olarak ço-

@yakupoksuz

Bizler inanan insanlar olarak davetçi ve tebliğciyiz. Bizim Rabbimiz, âlemlerin Rabbi olan Allah’tır. Önderimiz son peygamber olan ve âlemlere rahmet olarak gönderilen Hz. Muhammed (s.a.v.)’dir. O, bütün insanlığa gönderilmiş son peygamberdir. Bu sebeple de bütün insanlık ve bütün yeryüzü bizim gönlümüzde kendi insanımız ve kendi gönül coğrafyamızdır. Gönül coğrafyamız bütün yeryüzünü kapsamakla beraber, Müslümanların yaşadığı beldeleri, şehirleri, ülkeleri hatırımıza getirir. İlk olarak günümüzde gönül coğrafyamız ne yazık ki bizleri hüzne, sıkıntıya, derde boğacak şekilde harap, perişan, kan ve gözyaşıyla dolu. Bugün gönül coğrafyamız fokur fokur kaynıyor, leş kargaları gibi üşüşen Haçlı zihniyetiyle saldıran düşmanların işgaline, katliamına maruz kalmış durumda ve bir kurtarıcı el, bir Fatih bekliyor. Gönül coğrafyamız deyince gönlümüzü bir hüzün kaplıyor, hüznümüz çaresiz gözyaşlarına dönüşüyor. Katledilen masum yavrularımız, kadınlarımız, yaşlılarımız, kardeşlerimiz, ümmetin sahipsiz ve yalnız bırakılmış yiğitleri… Yok edilmiş, harap edilmiş şehirlerimiz, mabetlerimiz, yuvalarımız, tarihimiz… Yurtları, şehirleri, vatanları, evleri elinden alınmış, muhacir, mülteci durumundaki milyonlarca insanımız… Hüznümüz, çaresizliğimiz büyük… Gözümüzün önünde, canlı yayınlarla kardeşlerimizin, gönül Gönül Coğrafyamız Fatih’ini Arıyor!

9


coğrafyamızın yok edilişini, acımasızca katledilişini seyrediyoruz yıllardır ve en kötüsü de bu duruma farkında olmadan alıştırılıyoruz. Gönül coğrafyamızın büyük bölümünde savaş ve yıkımlar varken, ülkemiz başta olmak üzere bazı ülkelerde de ne yazık ki gençlerimiz, kadınlarımız, insanlarımız farklı bağımlılıklarla uyuşturuluyor, düşmanlarımız çağımızın her türlü imkânını kullanarak gönüllerimize hâkim olmanın savaşını da en güçlü ve acımasız şekilde her türlü ahlaktan uzak bir biçimde sürdürüyor. Ahlaki erozyon, uyuşturucu, internet, medyanın her türlüsüyle gerçekleştirdiği açık-gizli telkinlerle; profesyonelce şehirlerimizi, coğrafyamızı harabeye çevirdiği gibi gönüllerimizi de bizden alıyor, harap ediyor. Böylesine geniş çaplı, böylesine her türlü silah ve araç gereçle profesyonelce saldırı ve savaş altında bulunan bizler, mücadelemizi tıpkı Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed Mustafa (s.a.v.) gibi Allah’ın ipine sımsıkı sarılarak, ‘Rahmet birliktedir’ inancıyla Peygamberimizin örnekliğinde ve önderliğinde kıyamete kadar sürecek kardeşlik ve mücadele ruhunu canlı tutarak yeni fetihlere, zaferlere, Allah’ın dinini yeryüzünde hâkim kılma iradesi ve hedefiyle en güzel şekilde sürdüreceğiz Allah’ın izniyle. Ülkemizin hem tarihi tecrübesi, medeniyet biriki-

10

Gri Edebiyat

mi, şanlı zaferleri ve bugün yeniden yakalamış olduğu öncü rolünü bütün gönül coğrafyamıza kol kanat gerecek şekilde yayarak, bütün inananları tekrar aynı ruh etrafında birleştirerek düşmanlarımızı tarihte defalarca başardığımız kesin bir zaferle bütün gönül coğrafyamızdan söküp atacağız Allah’ın izni ve yardımı ile… Bizler hem gönül coğrafyamızın hem de bütün yeryüzünün asli ruhu, bütün mazlum ve mağdurların umuduyuz. Umudumuzun kaynağı, binlerce yıllık inancımız, medeniyetimiz, ruhumuzdur. Böylesine zorlu bir dönemde hem iç alemimize hem de gönül coğrafyamıza bu denli güçlü saldırıları püskürtmenin yolu iç alemimizi ehl-i sünnet çizgisinde en güzel şekilde kemale erdirirken, hareketli ve zinde bir gönüle sahip olurken aynı şekilde inananları dünyayı imar etme, Allah’ın dinini yeryüzünde hakim kılma, mazlumlara sahip çıkma ideali etrafında birleştirip düşmanlarımızdan daha güçlü, daha donanımlı ordularla, silahlarla, araç-gereçlerle bu kutlu mücadelemizi diri tutmalıyız. Bizler tarihte olduğu gibi birleşirsek, küfrün saltanat ve zulmü sona erecek, esir olan gönül coğrafyamız ve insanlarımız kurtulacak. Tıpkı Haçlı Seferlerinde düşmanlarımıza karşı tek vücut olarak fetihlere kapı aralayan ecdadımız gibi bizler de bu-


gün yaşadığımız bu saldırıları ve karanlık çağı, bir olup bütüncül bir mücadeleyle aydınlığa ve yeni fetihlere dönüştürebiliriz. Gönül coğrafyamız; dünyanın kalbidir, Allah inancına merkez olmuş kutsal topraklardır. Peygamberlerin, Allah dostlarının, fetihlerin ayak izleri capcanlı, taze bir şekilde bu toprakların üzerindedir. Bu kutsal toprakların yüzlerce yıl banisi olan milletimiz aynı zamanda dünyanın da denge unsurudur. Bu durumumuzun önemi, kıymeti son dönemde dünyada yaşananlara bakıldığında tekrar öne çıkmakta ve bütün dünyanın güçlü bir Türkiye’ye ihtiyaç duyduğu görülmektedir. Özellikle gönül coğrafyamızın dünyada söz sahibi olan tekrar bir denge unsuru olabilecek güce ulaşmış bir Türkiye’ye çok fazla ihtiyaç var. Bu anlamda hem baş, hem beyin, hem kalp hem de yumruk biziz. Temeli İslâm kardeşliği ve İslâm birliği olan bir ufukla bütün gönül coğrafyamızı kuşatacak bir duruş ve siyasetle dünyaya yeni bir nizam, yeni bir düzen kurma mücadelemiz bundan sonra çok daha belirgin ve somut bir şekilde devam edecektir. Cumhurbaşkanımız Recep Tayyip Erdoğan’ın bütün dünya ülkelerinin devlet başkanları karşısında ‘Dünya beşten büyüktür’ diye cesurca haykırması bu inancın ve tarihi birikimin kendi üzerinde oluşturduğu çok anlamlı, çok güçlü, çok haklı ve çok yakışan bir duruş, vizyon ve hedeftir. Şimdi her türlü saldırı, tuzak ve hainliklere rağmen bize düşen bugün ülkemizin ve gönül coğrafyamızın liderliğini en güçlü ve cesurca yürüten misyona ve bu misyonun bayraktarı, lideri Recep Tayyip Erdoğan’ın mücadelesine güç katacak, destek olacak her türlü çaba ve çalışmayı ortaya koymak, bu hak mücadelenin neticeye ulaşması için her türlü fedakârlığı ve gayreti göstermektir. ‘Dünyanın bütün devletleri tazyik etse de, ayağıma gelseler de, bütün hazineler kucağına dökülse de size Kudüs’ten bir parça bile vermem’ diyen Abdulhamid Han’ın yalnızlaştırılması gibi ‘Topunuz

birden gelin, geleceğiniz varsa göreceğiniz de var’ diyen Recep Tayyip Erdoğan da yalnızlaştırılmaya çalışılıyor. Bu oyun, o gün ne yazık ki tutmuştu ve sonucunda cihan devleti olan, yüzlerce yıl üç kıtada fetihten fetihe koşmuş, dünyaya adaletle hükmetmiş Osmanlı Devleti parçalanıp tarih sahnesinden çekilmiştir. Bugün dünyanın yaşadığı sıkıntıların sebebi bu güçlü ve adil devletin ortadan kaldırılmış olmasıdır. Bugün Recep Tayyip Erdoğan öncülüğünde, yeniden güçlü bir devlet olma yolunda ilerleyen milletimizin önü kesilmeye çalışılıyor. İnşaallah bu kez tarihten aldığımız dersle liderimizin yanında olarak bu oyunu bozacak ve gönül coğrafyamıza ve bütün insanlığa yeni, adil ve yaşanılabilir bir dünya oluşturacağız. Gayret, mücadele, mücahede bizden; başarı, zafer, fetih Allah’tan…

Gönül Coğrafyamız Fatih’ini Arıyor!

11


Makale

Filistin’de Cesaret Çiçekleri Selami YALÇIN @selamiyalcin

Şimdi cesaret çiçekleri açmıştır Filistin’in bağrında. Körpe çocuklar şehit olma sevdasına tutulmuştur. İslâm tarihi şanlı zaferlerle süslü bir geçmişi içinde barındırdığı gibi ağır yenilgilerin yaşandığı acı devreleri de bağrında taşımaktadır. Tarihteki zafer ve yenilgiler dönüşümlüdür. İnananlar ve haklı olanların galibiyeti esas uygulanan ilâhi yasa iken kâfirler ve zalimlerin galibiyeti de yine aynı yasa gereği kısmi zamanlarda gerçekleşmektedir. Müslümanların tarih serüveni incelendiğinde uzun süren iki yenilgi dönemiyle karşılaşmaktayız. Bunlardan birincisi Moğol İstilasıdır. Bu istiladan sonra ümmet bölük pörçük bir hale gelmiştir. Bunu fırsat bilen doğu ve batıdaki düşmanlar Müslümanlara yoğun bir hücum başlatmış, Moğollar Konya’ya, Hristiyanlar Kudüs’e kadar her yeri işgal etmişlerdir. Eyyubilerin ve Osmanlıların mücadeleleriyle bu dönem sona ermiş, ümmet yeniden canlanmaya başlamış ve adalet dağıtmaya devam etmiştir. İkinci yenilgi dönemi ise, Endülüs’ü hariç tutmak kaydıyla, 20. yüzyıl olmuştur. Ümmet bu kez batıdan saldırı yemiş, toprakları Hristiyanlar tarafından işgal edilmiş ve paramparça bir hâle getirilmiştir. İslâm tarihinin son yüzyılı yenilgi asrı olarak tarihe geçmişken küçük çaplı bazı başarıların sergilendiği görülmüşse de bunlar küçük çaplı olmaktan öteye geçememişlerdir. Tarihin bu iki devresini ele aldığımızda toplumun psikolojik olarak yıprandığını görmekteyiz. Ekonomileri perişan olmuş, tembellik girdabına ka12

Gri Edebiyat

pılmışlardır. Müslümanlar düşmanlarının askeri, teknolojik ve ekonomik üstünlüklerine hayran olmaya ve onlarla mücadele edilemeyeceğine inanmaya başlamışlardır. Düşmanları karşısında aşağılık kompleksine girmişler ve korkaklık deryasına batmışlardır. Topluma ısrarla açlık ve korku telkin edilmiş, düşmana karşı direnmenin ölüm olduğu fısıldanmıştır. Özgürlüğün öneminden çok, hayatta kalmanın gerekli olduğu zihinlere enjekte edilmiştir. Bunların sonucunda umutsuzluğa kapılan Müslümanlar kendi güç ve yeteneklerini göremeyecekleri kadar körelmiş ve Mehdi veya kurtarıcı bir şahsiyet beklemişlerdir. İslâm’ın emrettiği, “Ya dinini ve insani değerlerini özgürce yaşa, ya da bu uğurda şehit ol.” ilkesini unutmuşlar veya ihmal etmişlerdir. Bu dönemde Müslüman halklar, ümit ışığı gibi görünen şahıslarını ve kurumlarını acı ve hazin olaylarla yitirmişler. Düşmanları tarafından baskı altına alınarak sindirilmişlerdir. Allah’ın kitabına ve Resûlünün sünnetine sırt dönmeleri, bireysel ve toplumsal hayatlarını onlara göre düzenlememeleri nedeniyle korku ve açlık bir elbise şeklinde Müslümanlara giydirilmiştir. Hemen hemen hiçbir ülkede toplumsal silkinme veya direniş başlatma cesareti gösterilememiştir. Kısmi ve yerel bazı hareketler ise sonuç elde etmeye yaramadığı gibi ümitsizliğin yerleşmesine de katkı sağlamışlardır.


İşte bu noktada Filistin önemli bir örneği oluşturmaktadır. Orada halk, Yahudilere karşı kenetlenmiş durumdadır. Orada bir tohum yeşermiştir. Daha önceki dönemlerde ırkçı ve milliyetçi bazı anlayışlar ön planda iken şimdi iman, şehit olma ve özgürlüğe kavuşma arzusu gibi kutsal değerler egemen anlayışlar hâline gelmiştir. Şimdi cesaret çiçekleri açmıştır Filistin’in bağrında. Körpe çocuklar şehit olma sevdasına tutulmuştur. Yaşlılar, “Mademki ölmek vardır bu dünyada, şereflice ölmek gerekir.” anlayışındadır! Kadınlar, “İman özgürlüğünün bedelini ödemeden cennete ulaşılmaz.” inancındadır! Gençler, “Bir ömür boyu köle olmaktan, esaret altında kırbaçlanmaktan ve horlanmaktansa, bir Mus’ab gibi, bir Cafer gibi Rabb’imize uçmalıyız.” düşüncesindedir! Onlar, Firavun karşısında hakkı haykıran sihirbazlar kadar kahraman, Asiye kadar cesurdurlar. En modern teknolojiye sahip olan düzenli bir orduyla bütün olumsuzluklara rağmen, taşla, sapanla savaşıyorlar. Kazançlarının büyüklüğü karşısında ödemeleri gereken bedelin de büyük olduğunu bilerek hareket etmektedirler.

Filistinliler bu savaşta Allah’tan başka hiç kimseden bir beklentiye de girmediler. Zira Türkiye dışında ne Arap ülkelerinin ne de diğer Müslüman ülkelerin kendilerine destek olmayacaklarını biliyorlar. Yeni dünya düzeniyle Yahudilerin emrine giren Batı ülkelerinden de bir beklentileri olamazdı. Yeryüzündeki ümitleri kesilmişti. Yalvaracak, yakaracak, yardım isteyecek bir tek yardımcıları vardı. Zaten her namazda: “(Ya Rabbi!) Yalnız sana kulluk eder ve yalnız senden yardım isteriz.”1 demiyorlar mıydı? Fakat şimdi bunu davranışlarıyla söylüyorlar. Yüce Mevlâ’ya sığındılar ve daha önce üç ülkenin gösteremediği bir direnişi gösteriyorlar. Zira gerçekten O’ndan yardım isteyene O, her zaman yardım ederdi. Fakat yürekten bir feryat gibi yükselmeyen yakarışa; gönlün, beynin ve ruhun bütün hücreleriyle katılmadığı bir duaya cevap vermezdi O. Dilden dökülene değil, gönlünün ve ruhunun derinliklerinden kopana kıymet verirdi. İşte bu duyguları yaşayan bir topluluğu, Allah tarihin her döneminde başarıya ulaştırmıştı. O’nun bir millete zafer sunması için top, tüfek, uçak ve füzelere ihtiyacı yoktur. O, beyinleri, ruhları ve gönülleri 1

Fatiha, 1/4 Gönül Coğrafyamız Fatih’ini Arıyor!

13


Yalvaracak, yakaracak, yardım isteyecek bir tek yardımcıları vardı. Zaten her namazda: “(Ya Rabbi!) Yalnız sana kulluk eder ve yalnız senden yardım isteriz.” demiyorlar mıydı? yönlendirir ve mağlup eder. Fakat bunu, galibiyeti hak edenler için yapar. Hiç kimseye bedelini ödemediği bir zafer nimeti sunmaz. Zira Allah sırt üstü yatan kimse adına savaşmaz. Kullarından çaba ve gayret ister. O, bu çabayı gösteren insanların samimiyetleri, liderleri etrafında kenetlenmeleri, kendisinin koyduğu ilkelere riayetleri oranında yardımını ikram eder. Tıpkı Talut ve Hz. Davud’a yardım ettiği gibi: “Talut orduyla birlikte ayrıldıktan sonra, “Doğrusu Allah sizi bir ırmakla deneyecektir, ondan içen benden değildir, eliyle bir avuç içen müstesna, kim ondan içmezse bendendir” dedi. Onlardan pek azı hariç, sudan içtiler. Kendisi ve kendisiyle olan inananlar ırmağı geçince, (emre aykırı davranıp su içenler): “Bugün Calut ve ordusuna karşı koyacak gücümüz yok” dediler. Kendilerinin Allah’a kavuşacağını bilenler ise: “Nice az topluluk çok topluluğa Allah’ın izniyle üstün gelmiştir, Allah sabredenlerle beraberdir.” dediler. Calut ve ordusuna karşı çıktıklarında, “Rabbimiz! Bize sabır ver, sebatımızı artır, inkâr eden millete karşı bize yardım et.” dediler. Onları Allah’ın izniyle bozguna uğrattılar; Davud Calut’u öldürdü, Allah Davud’a hükümranlık ve hikmet verdi ve ona dilediğinden öğretti. Allah’ın insanları birbiriyle savması olmasaydı yeryüzünün düzeni bozulurdu. Fakat Allah âlemlere lütufkârdır.”2 Bu ayetlerde bildirildiği gibi savaşa ve mücadeleye girişenler korkaklık suyundan içmemeli, Allah’tan sabır ve cesaret istemeli, Allah’a dayanmalı ve dua etmelidirler. Günümüzün mal, makam ve lüks tutkusu, bu çağın korkaklık suyudur. Onlardan sıyrılabilenler zafere şartlanabilirler. Yüce Allah, küfürle savaşan kullarına şöyle emrediyor: “Ey iman edenler! Herhangi bir topluluk ile karşılaştığınız zaman sebat edin ve Allah’ı çok anın ki başarıya erişesiniz. Allah ve Resûlüne itaat edin, birbirinizle çe2

14

Bakara, 2/249-251 Gri Edebiyat

kişmeyin; sonra korkuya kapılırsınız da kuvvetiniz gider. Bir de sabredin. Çünkü Allah sabredenlerle beraberdir.”3 Sonuç olarak yenilgiler yeni zaferlerin ekin tarlaları, toplumsal çöküşler de yeni kahramanların beşikleridir. Zaferler sadece bu kahramanları görünür kılan sahnelerden ibarettir.

Filistin’in savaş çiçekleri de işte böyle bir atmosferde gelişiyor. Pırıl pırıl gençler ve çocuklar korkusuzca onurlu bir mücadele veriyor. Bunlar yarın profesyonelleşirler. Düşe kalka yürümeyi ve koşmayı öğrenirler. Taşlar atarak düşmanla vuruşan gençler, eşit şartlara geldiklerinde veya onlara yakın bir güce sahip olduklarında zaferi kana kana içeceklerdir. Çünkü onlar korkmamayı öğreniyorlar. Direnmeyi öğreniyorlar. Şehadeti yaşıyorlar. Onları modern silahlar korkutamaz. Aksine modern silahlara sahip olan İsrail’i ve yandaşlarını korkutuyorlar. Bu nedenle Siyonistler zulüm kusmakta, namlunun hedefine çocukları ve bebekleri oturtmaktadır. Filistin’in cesaret çiçekleri bunu görüyor ve bileniyor. Edebiyat yapmıyor, nutuk çekmiyor. Pısırık, korkak, cesareti dağlara kaçmış diğer Müslüman halklara ve onların lider kadrolarına dersler veriyor. İşte bunlar bir Selahattin, bir Fatih gibi yeniden silkinmenin habercileridirler. Onlar birinci dirilişin başladığı adreste, Kudüs’te ikincisinin meşalesini tutuşturuyorlar. Onlar güneşin doğuşunu haber veren seher yıldızlarıdır. Cennette uçuşan, daldan dala konan ve kendilerinden sonra gelecek olan kardeşlerine: “Allah dostlarına korku ve üzüntü yoktur!”4 diye seslenen bülbüllerdir. Selâm seher muştusuna! Selam doğmakta olan şafağa! 3 4

Enfal, 8/45-46 Yunus, 10/ 62


Makale

Ümmetim İçin En Çok Korktuğum Murat KAYA www.kuranvesunnetyolunda.com

Allah Rasûlü (s.a.v.) mü’minlere nefislerinden daha yakın olduğu için, ümmetini onlardan daha çok düşünmüştür. Hayatını onların felâhı ve selâmeti için vakfetmiş, dualarını hep onlara yapmış, şefaatini yine onlara ayırmıştır. Kendisinden sonra ümmetinin karşılaşacağı büyük tehlikeler için endişelenmiş ve zaman zaman bunları beyan ederek ümmetini îkâz etmiştir. Bunların bir kısmı şunlardır: 1. Şöhret ve Menfaat Peşinde Koşan Âlimler Rasûlullah (s.a.v.) şöyle buyururlar: “Ümmetim hakkında en çok korktuğum şey, dili âlim olan münâfıktır.”1 Bunlar ilimleri bilen, akıcı ve tesirli bir lisâna sahip olan fakat kalbi câhil olup ilmiyle amel etmeyen âlimlerdir. Îtikâdı da bozuk olan bu insanlar, dilbazlıklarıyla pek çok kişiyi aldatırlar. Onlar, ilmi meslek edinmişlerdir. Onunla maddî ve mânevî menfaat elde etme peşindedirler. Bunun için ihtilaflı meseleleri gündeme getirir, üzerinde icmâ ve ittifak edilmiş konulara saldırırlar ki dikkatleri üzerlerine çekerek şöhrete kavuşabilsinler. Pek çok insanın îtikâdı ve ibâdetiyle oynayarak dîne büyük zarar verirler. Onlara karşı uyanık olmak, sâlih âlimlerin sözüne îtibâr etmek lâzımdır. Nitekim Efendimiz (s.av.) şöyle buyururlar: “Ey İbn-i Ömer! Dînine iyi sarıl, dînine iyi sarıl! Zira o senin hem etin, hem kanındır. Dînini kimden öğrendiğine iyi dikkat et! Dînî ilimleri ve hükümleri istikâmet ehli âlimlerden al, sağa sola meyledenlerden alma!”2 1 2

Ahmed bin Hanbel, Müsned, I, 22 Hatîb el-Bağdâdî, el-Kifâye fî ilmi’r-rivâye, el-Medînetü’l-Münev-

Rasûlullah Efendimiz (s.a.v.) şöyle buyururlar: “Ümmetimin son zamanlarında birtakım deccaller, yalancılar ortaya çıkacak, sizin ve atalarınızın duymadığı sözleri size nakledecekler. Aman onlardan uzak durun; sakın ha sizi fitneye düşürüp yoldan çıkarmasınlar.”3 “Şüpesiz, ümmetim içerisinden otuz tane yalancı (deccâl) çıkacak. Onların her biri kendisini peygamber sanacak. Halbuki, ben, peygamberlerin sonuncusuyum. Benden sonra peygamber yoktur. Benim ümmetimden bir grup da Allah’ın emri gelinceye kadar hak üzerine devam edecek, onla¬ra muhalefet edenler kendilerine zarar vermeyecekler.”4 2. Dalâlete Sürükleyen İdâreciler Allah Rasûlü Efendimiz (s.a.v.) şöyle buyururlar: “…Ümmetim hakkında en çok korktuğum şey, dalâlete sürükleyen (yoldan çıkarıp bid’atleri emre¬den) liderlerdir…”5 3. Nefsin Hevâ ve Hevesine Tâbî Olmak, Tûl-i Emel Rasûlullah Efendimiz (s.a.v.) şöyle buyururlar: “Ümmetim için şu üç şeyden korkuyorum: Âlimin zellesi yani ilmine muhâlif amel işlemesi, kendisine tâbî olunan he¬vâ vü heves ve zâlim idâre.”6 vere, el-Mektebetü’l-Ilmiyye, s. 121. 3 Müslim, Mukaddime, 6, 7, nr. 6, 7 4 Ebû Dâvud, Fiten, 1/4252. Krş. Müslim, Fiten 19; Tirmizî, Fiten 32 5 Ebû Dâvud, Fiten, 1/4252. Krş. Müslim, Fiten 19; Tirmizî, Fiten 32 6 Heysemî, I, 187; Ebû Nuaym, Hilye, II, 10; Sü¬yû¬tî, el-Câmiu’ssağîr, I, 12 Gönül Coğrafyamız Fatih’ini Arıyor!

15


“Sizin hakkınızda en çok korktuğum şeylerden biri, mîdeleriniz ve iffetleriniz hususunda sizi azgınlığa sürükleyen şiddetli arzular, diğeri de hevâ ve hevesinizin sizi dalâlete düşürmesidir.”7 “Ümmetim hakkında en çok korktuğum şey, hevâ ve tûl-i emeldir. Hevâ insanı Hak’tan alıkoyar. Tûl-i emel ise âhireti unutturur. Şu dünya, arkasını dönmüş gidiyor. Âhiret ise yüzünü dönmüş geliyor. Her birinin kendine has evlatları (tâlibleri) vardır. Eğer âhiret tâliplerinden olup dünyânın evlatlarından olmamaya gücünüz yeterse bunu yapın! Bolca amel-i sâlihler işleyin! Zîrâ siz bugün amel diyârındasınız, burada hesâp yok. Yârın ise hesap olan ancak amel işleme imkânı bulunmayan bir diyâra geçeceksiniz.”8 Tûl-i emel, haddinden fazla şeylere kavuşma arzusu, insan ömrünün yetmeyeceği hülyâlar ve kuruntulardır. Mal ve makam hırsı da buna dâhildir. 4. Cimrilik ve Bencillik Allah Rasûlü Efendimiz (s.a.v.) şöyle buyururlar: “Ümmetim hakkında en çok korktuğum şey, şu üç helâk edici tehlikedir: Kendisine itaat edilen cimrilik, peşi sıra gidilen hevâ ve heves, her görüş sahibinin kendi fikrini beğenmesi.”9 5. Yakîn Zayıflığı Rasûlullah Efendimiz (s.a.v.) şöyle buyururlar: “Ümmetim hakkında ancak yakîn zayıflığından korkuyorum.”10 Yakînin zayıflaması, dinî hamiyetin zayıflayarak insanın dünya hayatına daha fazla ağırlık vermesidir. Kalb mahlûklara meyledince yakîn zayıflamış olur. Kalb mahlûka meylettiği nisbette de Rabbinden uzaklaşır. 6. Kaderi İnkâr Rasûlullah Efendimiz (s.a.v.) şöyle buyururlar: “Üç şey vardır ki, bu hususlarda ümmetim hakkında korkuyorum: Yıldızların bazı burçlara girmesiyle yağmur yağacağına inanmaları, sultânın zulmü ve kaderi yalanlamaları.”11 Ahmed, IV, 420, 423; Heysemî, I, 188; Ebû Nuaym, Hilye, II, 32 Beyhakî, Şuabu’l-îmân, XIII, 174/10132 9 Ebû Nuaym, Hilye, II, 160 10 Heysemî, I, 107 11 Ahmed, V, 89 7 8

16

Gri Edebiyat

Burada yıldızların yağmur yağmasına veya diğer dünyevî işlere tesirinin olduğunu düşünmek yasaklanmaktadır. Her şey Allah’ın elindedir ve O’nun irâdesiyledir. Kaderi inkâr etmek ise dalâlete düşmüş âlimlerin içine düştüğü büyük bir hatadır. Bu insanların zararı, kendileriyle sınırlı kalmayıp pek çok insana sirâyet etmektedir. 7. Riyâ (Gösteriş) ve Gizli Arzular Sahâbeden Şeddâd bin Evs (r.a.) bir gün ağladı. Kendisine: “Seni ağlatan nedir?” diye sordular. Şöyle buyurdu: “Rasûlullah Efendimiz’den işittiğim bir hadis beni ağlattı. Efendimiz (s.a.v.)’in bir gün: «Ümmetim hakkında en çok korktuğum şey, Allah’a şirk koşmaları ve gizli şehvettir.» buyurduğunu işittim ve: «Yâ Rasûlallâh! Ümmetin Sen’den sonra şirke düşecek mi?» diye sordum: «Evet! Ama onlar Güneş’e, Ay’a, taşa ve puta tapmayacaklar. Ancak amellerinde gösteriş yapacaklar. Gizli şehvete gelince, onlardan biri oruçlu olarak sabahlayacak, karşısına nefsânî arzularından biri çıkınca onun peşine takılarak orucunu terkedecek.» buyurdular.”12 Gizli şehvete yani gizli ve kuvvetli arzulara, insanın kaçınması gereken bütün günahlar dâhildir. Meselâ kişi güzel bir kadın görür, gözünü ondan çevirir ancak ona kalbiyle bakmaya devam eder. İnsanlara karşı, mâsiyetleri ve nefsânî arzuları terketmiş gibi görünür, ancak kalbinde bunların arzusu hâlâ mevcuttur. Yalnız kaldığında günahları gizlice işler. Diğer bir izâha göre riyâ, insanın gösteriş yaparak açıkça amel işlemesidir. Gizli şehvet ise yaptığı amelleri insanların görüp bilmesini arzulamasıdır. 8. Mal Hırsı, Takvâyı ve Sünnet-i Seniyye’yi İhmâl Ederek Kur’ân İlimleriyle Meşgul Olmak Rasûlullah Efendimiz (s.a.v.) şöyle buyururlar: “Ümmetim hakkında korktuğum şeylerden biri onların arasında malın çoğalması ve onun için birbirleriyle yarışıp çekişmeleridir. Ümmetim hakkında korktuğum şeylerden biri de onlara Kur’ân’ın açılHeysemî, III, 201. Krş. İbn-i Mâce, Zühd, 21; Hâkim, IV, 366/7940; Ebû Nuaym, Hilye, I, 268 12


masıdır. Onu mü’min, kâfir, münâfık herkes kolayca okur. «Kalplerinde eğrilik olanlar, fitne çıkarmak ve onu tevil etmek için ondaki müteşâbih âyetlerin peşine düşerler. Halbuki onun tevilini ancak Allah bilir. İlimde derinlik kazananlar ise: “Ona inandık; hepsi Rabbimiz tarafındandır” derler. (Bu inceliği) ancak aklıselim sahipleri düşünüp anlar.» Âl-i İmrân – 7.”13

Allah Rasûlü (s.a.v.) bir gün:

Muaz bin Cebel’in, büyük ihtimalle Peygamber Efendimiz’den (s.a.v.) işittiği şu sözünde, kalbinde eğrilik olanlarla alâkalı çok mühim îkaz ve irşatlar bulunmaktadır. O şöyle der:

“Peki sütün durumu nedir?” diye soruldu.

“Muhakkak ki ileride (birtakım) fitneler olacaktır. O zaman mal çoğalır, Kur’ân açılır, mü’min, münafık, erkek, kadın, köle, hür, küçük, büyük herkes Kur’ân’ı alıp okur. İçlerinden birinin: «Bu insanlara ne oluyor da Kur’ân okudu¬ğum hâlde bana tâbi olmuyorlar? Ben (din adına) Kur’ân’a muğâyir şeyler ortaya atmadıkça onlar bana uymayacaklar.» diyeceği günler yakındır. Böyle sonradan uydurulan şeylere tabi olmaktan sakının! Zira bu bid’atler apaçık bir dalâlet ve sapıklıktır. Ben sizi hakîm (ilim ve hikmet ehli) kişilerin ayaklarının sürçmesine karşı uyarıyorum. Çünkü şeytan bâtıl sözleri, bazen âlim kimselerin diliyle söyler. Bazen de münâfık doğru söz söyler.” Oradakilerden biri: “Allah sa¬na rahmet etsin, âlim kimsenin yanlış söz söylediğini, münafığın da hakkı konuştuğunu nasıl bileceğiz?” diye sordu. Muâz (r.a.) şöyle cevap verdi:

“Ümmetim için Kitap ve sütten korkuyorum!” buyurmuşlardı. “Yâ Rasûlallah! Kitab’ın durumunu bize açıklar mısınız?” diye soruldu. Efendimiz: “Münâfıklar onu öğrenir, sonra da onunla iman edenlere karşı mücâdele ederler.” buyurdular.

“İnsanlar sütü severler, cemaatlerden ayrılıp (dağlara çıkarak hayvan peşinde koşar, şehvetlerine tâbî olarak namazları terkederler, hattâ) cumaları bile terkederler.” buyurdular.15 Bu hırslı insanlar, toplum içinde hayvanlarını çoğaltamadıkları için dağlara çıkarlar. Veya kendilerini kaybedercesine iş hayâtına dalarak dinî hayatı gündemlerinden iyice çıkarırlar. Bu da neticede İslâm toplumunu, câmiyi, cemaati ve Cuma namazlarını terketmeye götürür. Süt veya dünya malı, zâhiren güzel bir şeydir. Bunlardan dolayı insanlara zarar gelmesinden korkulmaz. Ancak bunlarda şeytanın gizli müdâhalesi mevzubahistir. Şeytan çoğu zaman bunları vesîle edinerek haklı gibi görünen bahanelerle insanların ayağını kaydırır. 9. Ahlâkın Tefessüh Etmesi, İyice Bozulması Allah Rasûlü Efendimiz (s.a.v.) şöyle buyururlar: “Ümmetim hakkında en çok korktuğum şey, Lût’un kavminin amelini işlemeleridir.”16 Bugün homoseksüellik denilen bu şenâeti işleyenlerin mel’ûn olduğu, lânete uğradığı ve onlara zînâ haddi tatbik edileceği beyan edilmiştir.17

“Evet, sen âlimin o şöhret kazanmış, herkesin gözüne batan, sana karışık gelen ve «Bundan ne kastediyor acaba?» denilen sözlerinden kaçın! Fakat âlimin bazen böyle yanılması, seni onun sözlerini dinlemekten tamamen vazgeçirmesin! Çünkü onun (bu bâtıl sözünden hakka) dönmesi (her zaman için) mümkündür. Sen hakkı işittiğin zaman (onu kimin ağ¬zından çıktığına bakmadan mutlaka) al! Çünkü hakkın üzerinde nûr vardır.”14

15 13 14

Hâkim, Müstedrek, II, 316/3139; Heysemî, I, 128 Ebû Dâvud, Sünnet, 6/4611

16 17

Ahmed, IV, 146, 155 Tirmizî, Hudûd, 24/1457 Tirmizî, Hudûd, 24/1456 Gönül Coğrafyamız Fatih’ini Arıyor!

17


Söyleşi

Turan Kışlakçı: Ey Müslümanlar! Gelin Bu Coğrafyayı Siz Yönetin “Ağladım tükeninceye kadar gözyaşlarım Namaz kıldım sönünceye dek kandiller Usanıncaya kadar rüku ettim Muhammed’i sordum sende kaybolan Ey Kudüs, ey nebilerin çıktığı şehir”

Bugün sizlerle Kudüs’ün önemini konuşmak istiyorum. Özellikle “Neden bugün Kudüs’ü konuşuyoruz?” buradan başlayalım. 1917 Kudüs’ü kaybettiğimiz tarih, bizim Filistin’i, Şam’ı kaybettiğimiz tarih… Bu toprakları kaybedişimizin 100. yılını anıyoruz. Yahudiler, Siyonistler Nerbe gecesi şunu bekliyorlardı; Filistinli yaşlılar, Müslümanlar 1940 – 1950’lerde hayatlarını kaybettiklerinde onların torunları Kudüs’ü, Filistin’i unutacaklardı. Peki, Müslümanlar unuttu mu Filistin’i? Unuttu mu Kudüs’ü? Hayır, unutmadılar. Neden unutmadılar? Çünkü İslâm dünyasının en önemli sorunlarından bir tanesi Filistin sorunu ve özellikle Kudüs sorunu. Mekke, Medine ve Kudüs Müslümanlar için üç kutsal beldedir. Kudüs neden önemli? Çünkü Kudüs, üç Haremeyn’den biri olmasının yanı sıra Müslümanların ilk kıblesidir. 17 ay boyunca Müslümanlar Mescid-i Aksa’ya yönelerek namaz kıldılar. Bundan dolayı Kudüs, Müslümanlar için çok önemlidir ve Kur’an-ı Kerim’de ismi geçen iki mabetten (Mescid-i Haram ve Mescid-i Aksa) biridir. İsra suresine bakarsak şöyle diyor: “Etrafını mübarek kıldığımız bir şehir”. Neden etrafı mübarek kılındı? Çünkü burası bütün nebilerin geçiş güzergâhıydı. Onlar bizim de peygamberlerimiz ve onlar orada (Mescid-i Aksa’nın etrafında) yaşıyorlardı. Bundan dolayı bizim için dinî anlamı çok büyüktür. Yahudilerin Kudüs’e bakış açıları tarihidir ve kendilerine bırakılmış bir miras olarak görürler. Çünkü başta Hz. Peygamber (s.a.v.) olmak üzere bütün peygamberlerin işaret ettiği bir 18

Gri Edebiyat

yerdir. Aynı zamanda İsra ve Mirac’ın gerçekleştiği yer olması hasebiyle de oldukça önemlidir. Yahudileri en çok bölen konulardan birisi de; Süleyman Mabedi konusudur. Ancak Süleyman (a.s.) Yahudilerin nazarında peygamber değildir. O sadece bir kraldır ve Hz. Davud’un (a.s.) oğludur. Süleyman (a.s.)’a peygamber olarak bakmazlar. Tarihin ehemmiyetini anlattık. Şimdi Kudüs’ün önemini konuşalım. Kudüs neresidir? Mescid-i Aksa Müslümanlar için neden önemlidir? Nizar Kabbani’ye ait bir şiiri sizinle paylaşmak istiyorum. Ben ailesini yakından tanırım. Hakikaten şair, edebiyatçı bir aile. Kendisinin Türkçeye tercüme edilen “Gazaba Uğramış Şiirler ve Diğerleri” adlı bir kitabı var. Bu kitabında Kudüs’ü çok güzel anlatıyor. Aslında birazdan anlatacaklarımızın özeti sayılır. “Ağladım tükeninceye kadar gözyaşlarım Namaz kıldım sönünceye dek kandiller Usanıncaya kadar rüku ettim Muhammed’i sordum sende kaybolan Ey Kudüs, ey nebilerin çıktığı şehir Ey Kudüs, ey şeriatler feneri Ey parmakları yanan güzel çocuk Hüzün var gözlerinde, ey iffet şehri Ey Resulün uğradığı bahçe


Fotoğraf: Merve Sena Keskin

Kaldırımlarında hüzün var

Pazar sabahları

Minarelerinde hüzün var

Kim taşıyacak çocuklara oyuncakları

Ey Kudüs, ey karalara bürünen şehir”

Yılbaşı gecesinde

Burada Kudüs’ün geçmişte yaşadığı acılara işaret ediyor. Çünkü Kudüs hakikaten Mısırlılar, Persler, Romalılar, Bizanslılar tarafından hep yıkıma uğramıştır.

Ey Kudüs, ey hüzünler şehri

Kudüs’ün her sokağı size bir acıyı anımsatır. Bir sokakta yürürken, o sokağın Hz. İsa’nın (a.s.) yürüdüğü bir sokak olduğunu görürsünüz. Bir diğer sokak Hz. Süleyman (a.s.)’ın yürüdüğü sokak olarak anılır. Meryem anamızın yürüdüğü sokak, Hz. Davud (a.s.)’ın yürüdüğü sokak… Başka sokaklar Hz. İbrahim’i (a.s.) andırır. Kudüs’ün her sokağı size bir peygamberi hatırlatır. O sokaklarda, caddelerde yürüdüğünüzde kendinizi peygamberler diyarında hissedersiniz. Farklı bir ruh ve birçok katliamın yaşanmasından dolayı da “acıların şehri” olarak anılır.

Üzerine çullanan, ey dinlerin incisi”

“Kim çalacak çanlarını Kıyamet kilisesinin

Ey Kudüs, ey şehrim

Ey gözlerinden kocaman yaşlar akan Kim durduracak düşmanları

Dinlerin incisi; üç dinin merkezi burası; Hristiyanlığın, Yahudiliğin ve Müslümanlığın. Üç din için de burası kutsaldır. Bundan dolayı “dinlerin incisi” diyor. “Kim silecek kanları duvarlarından İncil’i kim kurtaracak Kim kurtaracak Kur’an’ı Kim kurtaracak Mesih’i kendisini öldürenlerden İnsanlığı kim kurtaracak

Gönül Coğrafyamız Fatih’ini Arıyor!

19


Ey Kudüs, ey sevgilim Yarın, yarın çiçek açacak limon Sevinecek yeşil sümbüller ve zeytin Gözler gülecek Geri dönecek göçmen güvercinler

Geçmişte ulemadan her âlimin bir tarih kitabı vardı. Tarihi kendi bakış açısıyla yazardı. İbn-i Kesir’den tutun müfessirlere kadar birçok tarih kitabı vardı. Peki ya bugün dünya tarihini yazan Müslüman var mı?

Tertemiz yuvasına Ve geri dönecek çocuklar oynamaya Buluşacak babalarla oğullar Ey memleketim Ey barış ve bereket şehri” Kudüs, zeytinliğin bol olduğu bir yerdir. Kur’an-ı Kerim’de Tîn suresinde “Zeytine yemin olsun, incire yemin olsun.” der. Kur’an-ı Kerim’de bir şeye yemin ediliyorsa onun ehemmiyetini, önemini anlatmak içindir. “Zeytine, incire yemin olsun. Kudüs’e yemin olsun. Kutsal beldeye yemin olsun.” şeklinde başlayan yerler var. Aynı zamanda Kudüs’e “selam ülkesi” denmesinin sebebi budur. Kudüs’ün pek çok ismi var. Bunlardan bazılarını zikredeyim çünkü bu isimleri bilmemiz önemlidir. Kudüs’ün geçirdiği evreleri de bu şekilde anlayabiliyoruz. Kimlerin gelip geçtiğini, kimlerin bu coğrafyaya hükmettiğini anlayabiliyorsunuz. İlk isimlerinden bir tanesi Yebus veya Jebus deniliyor. Bu isim Kudüs’ün en kadim isimlerinden bir tanesidir. Hz. Davud (a.s.) buraya gelmeden önce kullanılan isimlerden bir tanesidir. Hz. Davud (a.s.) bu şehre geldikten sonra bu şehri başkent ilan ediyor ve buraya başka bir isim veriliyor: “Davud Şehri” (City of David). Daha sonra Yunanlılar gelip burayı işgal ediyor ve Hierosolyyma ismi veriliyor. Yunanlılardan sonra şehre Latinler geliyor ve İlia adı veriliyor. Ardından tekrar Yahudiler buraya geldiğinde Beth Makdeşa denmeye başlanıyor. Peki, biz ne diyoruz? “Beytü’l Makdis” diyoruz. Her ne kadar telaffuzları birbirinden farklı olsa da birbirine çok yakındır. Beth Makdeşa’ya karşılık bizde de Beytü’l Makdis deniliyor. Arapçada “kutsanmış ev/ arınmış ev” manasındadır. Aslında bugünkü Filistin’in kökeni olan Kenaniler de buraya Ursalim diyorlar. “Ur” şehir; “salim” barış, selam anlamlarına geliyor. “Selamın, barışın başkenti” manasındadır. Yahudiler buradan hareketle başka bir isim buluyorlar: “Yerushalim (Allah’ın evi)”.

20

Gri Edebiyat

İsimlere bu anlamıyla baktığımızda bu coğrafyayı birçok kavmin önemsediğini görüyoruz. İslâm’a ve diğer dinlere baktığımızda buranın önemli bir coğrafya olduğunu görebiliyoruz. Persler, Zerdüştler bile önem veriyorlar. Birçok dinin ana merkezi orada bulunuyor. Peki, bizim Kudüs’e verdiğimiz isimler neler? Bizde Beytü’l Makdis deniliyor. Kudüs, Beytü’l Makdis’in kısaltılmışıdır. Osmanlı’nın verdiği isim ise; Kudüs-ü Şerif’tir. Bu isim bize Osmanlıların bu beldeyi ne kadar çok önemsediğini gösteriyor. Şimdi soru şu; biz Batılılar bize “Yahudiler, Siyonistler Kudüs’ü aldılar. 100 yıldır onların elinde. Ey Müslümanlar, siz neden artık onlara karşı çıkıyorsunuz? Ey Müslümanlar, ey Filistinliler siz neden Siyonistleri kovmaya çalışıyorsunuz? Neden beraber yaşamak istemiyorsunuz? Neden onlarla birlikte olmak istemiyorsunuz?” diye soruyorlar. Buna cevabımız ne olacak? Yahudiler gelip o topraklara yerleştiler ve iki iddiaları vardı: 1. “Kudüs bizimdir çünkü tarihi olarak birçok mirasımız var.” 2. “Filistin topraklarında insan yaşamıyor. Orası ıssız, çöl, taşlık bir alandır.” İkincisinden başlayalım; hakikaten 100 yıl önce 1917’de bu coğrafya taşlık, çöl bir alan mıydı? Orada Filistinliler ve Araplar yaşıyordu, ayrıca taşlık bir alan değildi. Bilakis her yerde evler, köyler bulunuyordu. Zaten 1948’de İsrailliler orayı işgal ettiğinde binlerce köyü yaktılar, binlerce Müslüman’ı katlettiler. Kadın, çoluk çocuk demeden binlercesini sürgün ettiler. O zaman onların bu iddiası boşa çıkıyor. Biz o toprakları İngilizlerden istediğimizde orada insanlar yaşıyordu. O halde o toprakları siz neden istediniz? Orası Filistinlilerindi. Bir diğer iddiaları ise şu; “Biz 1000 yıl önce bu coğrafyada yaşıyorduk ve 1000 yıl sonra yine bu topraklara döneceğiz. Çünkü orada bizim tarihimiz


fethetmesiyle yavaş yavaş Müslüman oldular. Kenaniler kavmi de, Hristiyan kavim de Filistinli adını aldılar. Bundan dolayı bugün Filistin denilince akla sadece Müslümanlar gelmiyor. Aynı zamanda Hristiyanların da Filistin’i sahiplendiğini görürsünüz.

var, orada Süleyman Mabedi var.” diyorlar. Peki, bunun aslı astarı var mı? Evet, Yahudiler 1000 yıl önce orada yaşıyordu. 1000 yıl önce orada yaşamak onlara bu şehrin aidiyetini geçerli kılar mı? Az önce isimleri sıralarken Hz. Davud (a.s.) ile birlikte Hz. Musa (a.s.)’ı ve Beni İsrail’i Kudüs’e girmiş görüyoruz. Hz. Davud (a.s.) ve Hz. Musa (a.s.) bu şehre girdiğinde de bu şehrin sakinleri vardı. Bu şehirde yaşayan birçok ırk vardı. Fakat Yahudiler bunu tarih kitaplarından siliyorlar. İlginç olan şudur ki; bugün bütün tarih ve felsefe kitaplarının yazımında Yahudilerin büyük rolü vardır. Bugün dünya tarihini yazanların birçoğu Yahudi’dir. Ayrıca o kitapları pek çok dile tercüme ediyorlar. Hakikatler bilinmesin istiyorlar. Şimdi Müslümanlara soralım: Dünya tarihini yazan bir Müslüman biliyor musunuz? Dünya tarihini yazan pek çok Hristiyan İngiliz, Hristiyan Fransız veya Yahudi söyleyebiliriz ama Müslümanlardan bir tane söyleyebilir misiniz? Hâlbuki, biz Müslümanlar tarihe bu kadar çok önem verirken… Geçmişte ulemadan her âlimin bir tarih kitabı vardı. Tarihi kendi bakış açısıyla yazardı. İbn-i Kesir’den tutun müfessirlere kadar birçok tarih kitabı vardı. Peki ya bugün dünya tarihini yazan Müslüman var mı? Maalesef yok. Bizler tarihi yazmazsak yeni nesil o coğrafyada Beni İsrail’den önce başka kavimlerin olduğunu bilmez. Kavimlerin var olduğunu ve Filistinliler’i tanımadığı zaman da “Bu Filistinliler nereden geldi?” diye sorarlar. Yahudiler bu coğrafyaya geldiğinde altı-yedi kavimden birisi oldular ve beraber yaşadılar. Yahudilerin gelmesiyle Romalılar isyan edip onları kovdu. Yahudiler kovulunca yine o eski kavimler orada kaldı. O kavimler Hz. Ömer’in (r.a.) o beldeyi

Araplarla konuştuğumda hep şunu söylerim: “Ben Filistin davasını Müslümanlardan öğrenmedim, Hristiyanlardan öğrendim.” Filistin davasını Hristiyan dinine mensup olan Edward Said’den öğrendim. Türkçe’ye tercüme edilmiş birçok kitabı vardır. Müslümanlar Kudüs’ü neden savunmamız gerektiğini sadece sloganik olarak öğretiyor. Filistin davasının ehemmiyetini, Yahudiler’in burada hakkı olmadığını, Müslümanların hakkı olduğunu; Siyonistlerin bugün bu coğrafyada yaptığı eziyetleri en iyi anlatan biriydi, Edward Said.

Orta çağ dönemine bakın, Hz. Muhammed’e (s.a.v.), Mohaamed diyorlar. Mohaamed, Latince’de köpek demektir. O yüzden dikkat edin, eğer İngilizce kitaplarda Mohaamed olarak yazıldığını görürseniz şikâyet edin. Bugünlerde yazılan pek çok roman var. Avrupa’ya göç eden Hristiyan Filistinlilerin sayısının az olmasına rağmen yazılan kitapların %99’u Hristiyan Filistinliler tarafından yazılmıştır. Hatta artık Amerika’da “Kudüs günleri” düzenleniyor. Şu anda Sadakataşı’nın düzenlediği bu program gibi. Batı Amerika’da düzenlenen günlere ait bana bazı davetiyeler geldi. Burayı onlar da önemsiyor, özellikle de Kudüs’ten sürgün edilen Amerikalılar. Biz Müslümanların hedefi Kudüs’ü ismiyle müstesna bir barış şehri haline getirmektir. Peki, biz bunu yaptık mı? Evet, yaptık. Tarihte buna örnek olabilecek olayları defalarca zikredebilirim. Orada Hristiyanı, Müslümanı, Yahudisi huzur içinde yaşayabildi. 1617-1917 aralığı Osmanlı’nın hükmettiği dönemdir. Memlükler döneminde de, Hz. Ömer (r.a.) döneminden sonra da yaklaşık 400 yıl boyunca biz burada barışı sağladık. Bakın ilginç olan şu: Hristiyanlar bile çocuklarına Ömer adını veriyorlar, şaşırmıştım. “Siz neden çocuklarınıza bu ismi veriyorsunuz?” diye sorduğumda; “Biz onu hep adil olarak tanıdık, dedemiz adil olarak anlatırdı.” Gönül Coğrafyamız Fatih’ini Arıyor!

21


diyorlar. Hatta Mısırlı bir Kıpti’ye, “Müslümanlara tepkili ve karşı olmanıza rağmen neden Hz. Ömer’i bu kadar seviyorsun?” diye sorduğumda, “Çünkü biz, Hz. Ömer’i Mısır’ı fethetmesi için davet ettik.” diyor. İlginçtir ki; Hz. Ömer Mısır’a geldiğinde Mısır halkı fetih için Müslümanlara yardım ediyor. Çünkü duymuşlar ki adil bir Ömer var. 1917’ye kadar bu coğrafyada barışı sağladığımızı bütün dünya dile getiriyor. 2006 yılında Yahudi bir yazarın Türkçe’ye tercüme ettiğimiz makalesinin unvanı şu: “Ey Osmanlı Geri Dön”. Bu makaleyi mutlaka okuyun. Kendisine makaleye neden bu başlığı verdiğini sorduğumda şunu demişti: “Irak’a baktığında katliam var. Amerikalılar işgal ettiler ve binlerce kişiyi öldürdüler. Her gün Filistinliler öldürülüyor. Bu coğrafyanın asıl sahiplerini öldürtüyoruz.” 100 yıl oldu, bu coğrafya bir türlü huzuru ve barışı bulamadı. Bunun için Müslümanlara şu çağrıda bulunuyorum: Ey Müslümanlar! Gelin bu coğrafyayı siz yönetin. Kudüs, barış şehridir. Kudüs, selam şehridir. Lakin barışı ve selamı ancak Müslümanlar sağlayabilir. Bunun nedeni ise bizim bütün peygamberleri kabul etmemizdir. Çünkü Kur’an-ı Kerim’de şöyle buyrulur: “Deyin ki: “Biz Allah’a, bize indirilene (Kur’an’a), İbrahim, İsmail, İshak, Yakub ve Yakuboğullarına indirilene, Mûsâ ve İsa’ya verilen (Tevrat ve İncil) ile bütün diğer peygamberlere Rab’lerinden verilene iman ettik. Onlardan hiçbirini diğerinden ayırt etmeyiz ve biz ona teslim olmuş kimseleriz.” Bakara – 136 Yahudiler, Hz. Peygamberi (s.a.v.) ve Hz. İsa’yı (a.s.) peygamber olarak kabul etmiyorlar. Aslında bundan dolayı Hristiyanlığı kabul etmiyorlar. Tahrif olmuş bir din, Hz. İsa’yı (a.s.) bir yalancı olarak suçlar. Onun için Hristiyanlar onları dışlarlar ve Hristiyanlar ile Yahudiler, son dönemde Siyonistlerle kurdukları ittifakı dışarıda bırakırsak, geçmişten beri hep kavga içindeydiler. 1917’ye kadar Yahudileri Avrupa’dan ve Kudüs’ten kovanlar Hristiyanların bizzat kendileridir. Yahudileri katledenler yine Hristiyanların kendileridir. İngiltere’de, Rusya’da, Avrupa’da Yahudileri katlettiler. Peki, bu şekilde bir din barışı sağlanabilir mi? Yahudiler ki gerek Müslümanları gerekse Hristiyanları hep tahkir ederler. Böyle bir dinin barışı sağlaması imkânsızdır. 22

Gri Edebiyat

Hristiyanlara gelirsek, Yahudilerin bütün peygamberlerini kabul ederler ama Hz. Muhammed’i (s.a.v.) peygamber olarak kabul etmezler. Orta çağ dönemine bakın, Hz. Muhammed’e (s.a.v.), Mohaamed diyorlar. Mohaamed, Latince’de köpek demektir. O yüzden dikkat edin, eğer İngilizce kitaplarda Mohaamed olarak yazıldığını görürseniz şikâyet edin. Böyle bir şeyin olmaması gerekiyor. Peygamberi aşağılayan bir din barışı sağlayabilir mi? Biz tarihte bunların da örneklerini gördük. Haçlılar 1099’da Hristiyan ve Müslümanlar olmak üzere herkesi kıyımdan geçirmişlerdir. Hatta Kudüs sokakları kandan yürünemez haldeydi deniliyor. Bunları kendi tarihçileri zikrediyor. Bir de Selahaddin Eyyubi’nin burayı fethettiğinde nasıl yönettiğini inceleyin. Hristiyanlar ve Yahudiler hâlâ Selahaddin Eyyubi’yi bir barış lideri olarak görüyorlar. Biz orayı fethettiğimizde niyetimiz kutsal bir beldede insanları kıyımdan geçirmek değildi. Niyetimiz, insanların barış ve huzur içinde yaşayacağı bir şehir inşa etmekti. Nitekim Selahaddin Eyyubi bunu gerçekleştirdi. Kudüs’ü fethetti ve herkesin huzur içinde yaşamasını sağladı. Biz; ne Budistlerin, ne Hinduların, ne de Zerdüştlerin peygamber ve tanrılarına sövmeyiz. Neden sövmeyiz? Çünkü Allahu Teâlâ diyor ki, “Onların, Allah’ı bırakıp tapındıklarına sövmeyin, sonra onlar da haddi aşarak, bilgisizce Allah’a söverler. Böylece her ümmete yaptıklarını süslü gösterdik. Sonra dönüşleri ancak Rablerinedir. O, yapmakta olduklarını kendilerine bildirecektir.” En’âm – 108

Fotoğraf: Merve Sena Keskin

İbadet edebilirler, kendi tanrısına saygı duyabilirler. Sen sadece yanlış yolda olduğunu anlat ama asla sövme. Her topluluk kendi dinini en iyi görür diyor. Hintli, “Şiva’ya, Vişu’ya, Brahma’ya ibadet


İstanbul’dan geçiyor, Bilad’üş-Şam’dan geçiyor, Kahire’den geçiyor, Mekke’den, Medine’den, Yemen’den geçiyor. Eğer siz Kahire’yi kaybederseniz, İstanbul’u kaybederseniz bu coğrafyayı tamamen kaybedersiniz.

ederek aslında en güzel şeyi yapıyorum.” der. Teist de, Hindu da, Budist de, Zerdüşt de, Hristiyan da… Herkes kendini iyi olarak görüyor ama önemli olan kimin hakikatin peşinde olduğudur. Kim hakikati ifade edip, ortaya koyuyor? Biz bunu ya dünyada göreceğiz ya da eninde sonunda kıyamette göreceğiz. Zaman ve mekân kavramları çok önemlidir. Biz de bazı mekânları ve zamanları önemseriz. Mesela Kadir Gecesi zamanla alakalıdır, önemseriz; seher ve kuşluk vakitlerine yakın dua etmek makbuldur, önemseriz. Gecenin bir yarısında kalkıp yalnız başına Allah’a dua etmek ve yahut güneş batmadan hemen önce dua için bir köşeye çekilmek zamansal anlamda çok mühimdir. Zaman gibi mekânlar da önemlidir. Mekke’ye, Medine’ye veya Kudüs’e gittiğinizde o mekânın önemini anlayın. Çünkü Allah (c.c.), Kur’an-ı Kerim’de ve Hz. Peygamber (s.a.v.) hadisi şeriflerinde bu mekânların ehemmiyetini çok güzel anlatıyor. Etrafı mübarek kılınan beldelere gittiğinizde bunu hissetmeye çalışın. Mübarek beldenin sokaklarında yürüyün, orada peygamberleri hissedin. Bu beldelerde Allah’ın kendinize daha yakın olduğunu hissedebilirsiniz çünkü o mekân kutsanmış bir yerdir. O sokakta atığınız her adımın değerini bilin. Kutsal belde, etrafı mübarek kılınan bölge bu anlamıyla çok büyük bir ehemmiyete sahiptir. Biz bundan dolayı Kudüs’ün, Medine’nin ve Mekke’nin yanına İstanbul’u ekledik. İstanbul Müslümanlar için artık kutsal bir yerdir. Kısa bir zaman önce NASA’da çalışan Mısırlı bir bilim adamı, etrafı mübarek kılınan bölgenin ölçüsünü alıyor ve bu ölçü İstanbul’u da içine alıyor. Onun için Kudüs’ü korumanın yolu aynı zamanda

Bu dönemde bizim Kudüs’ü daha iyi anlamamız gerekiyor. Sık sık gündeme taşımalıyız çünkü yüzyıl önce kaybettiğimiz bu değeri yeniden kazanmamız gerekiyor. Orta Doğu’nun tarihi 1917’de yazıldı. Orta Doğu diye bir isim çıktı çünkü 1917’den önce bu coğrafyaya Osmanlı diyorduk, Bilad’ül-Arap diyorduk, Bilad’üş-Şam diyorduk. Fakat İngilizler 1917’den sonra ilk kez Orta Doğu kavramını kullanmaya başladı. Osmanlı çekilince, bu coğrafyaya onlar isim verdiler. 1916’da gizli bir ittifak yapıldı. Bu ittifakı dünyaya 1917’de Bolşevik ihtilalinden sonra Lenin duyurdu. Dedi ki; “Ey Müslümanlar! Ey dünya! Bakın bu coğrafyayla ilgili Fransa ile İngiltere arasında gizli bir ittifak yapılmış.” 1917’de bir ittifak daha ortaya çıkıyor. İngiliz Dış İşleri Bakanı Balfour, o dönemdeki Siyonistlerin finansörü olan ünlü İngiliz iş adamı Rothschild’e bir mektup yazıyor. Balfour bu mektupta “Biz Yahudilere ve Siyonistlere Kudüs’te bir devlet vaadinde bulunuyoruz.” diyor. Bundan dolayı İngiltere Dış İşleri Bakanı’nın vaadi olarak Balfour Deklarasyonu adını alıyor. Bir yıl sonra Avrupa ülkeleri, Rusya ve diğer bütün ülkeler bunu kabul ediyor. Filistinliler Yahudilere toprak sattı mı? Bu sorunun cevabını vermek için soruyorum. 1917’de Yahudiler buraya adım adım göç ettirildiğinde, Yahudilerin sahip olduğu toprak sayısı ne kadardı? %2. İsrail Devleti ne zaman kuruldu? 1948’de. Taksim planı 1947’de ilan edilmişti. 1947’den 1948’e kadar Yahudilerin sahip olduğu toprak sayısı %4’e çıkıyor. Peki, o %2’yi kim satıyor? Bu toprakları orada bulunan bazı Hristiyanlar ve Dürziler satıyor, Müslümanlar değil. O zamanlar %2’den %4’e çıkması fazla bir şey değil. Peki, %60’a, %70’e nasıl çıktılar? Birleşmiş Milletler 1947’de, Filistin’in yarısı Müslümanların, diğer yarısı Yahudilerin olsun diye taksim planı yapıyor. Bu sırada Yahudilerin sayısı 200.000, Müslümanlar ve Hristiyanların sayısı ise iki milyonun üstündeydi. Ey Birleşmiş Milletler! Nasıl böyle bir taksim planı yaparsın? Müslümanlar bunu kabul

Gönül Coğrafyamız Fatih’ini Arıyor!

23


lerin sayısı 600 bine çıkıyor. Filistin topraklarının yaklaşık %65’i Yahudilerin işgali altına giriyor. Büyük bir oyun tertip edilmemiş olsa böyle bir şey dört ayda nasıl olur? Bunun için Allah bir türlü Mısır ve Ürdün’e huzur vermiyor. Sadece beş ayda demokratik yapı ve toprak alanı değiştiriliyor. Bu, Müslümanların bilmediği bir hikâyedir. Bununla ilgili bir hikâye okumak istiyorsanız Ali Ulvi Kurucu’nun hayatının, Hacı Emin el-Hüseyni bölümünü okumanızı tavsiye ediyorum.

etmiyorlar. Yahudiler hâlâ “Müslümanlar suçlu çünkü taksim planını kabul etmediler. Eğer kabul etselerdi, bugün devletleri olurdu.” diyorlar. Peki, Filistinliler taksim planını niye kabul etmediler? Bunun hikâyesi hüzün vericidir. Taksim planı ilan edildiğinde Müslümanlar silahlanıyor. Bunun üzerine Birleşmiş Milletler özür diliyor ve devlet ilanından vazgeçtiklerini söyleyerek sessiz kalıyorlar. Fakat Birleşmiş Milletler bir oyun düzenleyerek Mısır’a, Ürdün’e, Suriye’ye baskı yapıyor ve Filistinlileri silahsızlandırmazsanız biz sizi vuracağız diye tehdit ediyorlar. Ürdün ve Mısır orduları Filistin’e giriyor, Kudüs’e kadar geliyorlar. Filistinli direniş örgütlerinden bütün silahları alıyorlar. Hatta birkaç kişiyi öldürüyorlar ve bütün Filistinliler silahlarını bırakıyor. 1948’in ilk ayında Mısır ordusu bütün Filistinlilerin silahlarını aldığı için, o dönem büyük Siyonist terör örgütleri olan Stern, Haganah ve Higu’ya gemilerle silahlar geliyor. Bu örgütler bütün Yahudileri silahlandırıyor ve 1948 yılının ilk aylarında Deir Yasin Katliamı gerçekleşiyor. Yahudiler bir köye giriyor ve o köydeki bütün Müslümanları katlediyorlar. Müslümanların ellerinde silah olmadığı içinde kendilerini savunamıyorlar. Her tarafta katliam olduğu için Müslümanlar kaçmak zorunda kalıyorlar. Kimileri İngilizlerin gemilerine kaçıyorlar, kimileri Ürdün’e, Lübnan’a doğru kaçmaya çalışıyor çünkü Yahudiler silahlarla geliyorlar. Güya Mısır ve Ürdün orduları onları koruyacaktı. Hâlbuki Mısır ve Ürdün orduları bir hafta önce Filistin’i terk ediyorlar. Taksim planından dört ay sonra İsrail Devleti kuruluyor. İsrail Devleti’nin kuruluşundan dört ay sonra Filistinlilerin nüfusu 900 bine düşüyor ve Yahudi24

Gri Edebiyat

Filistin davasının birçok ünlü ismi vardır. Özellikle Hacı Emin el-Hüseyni’yi iyi tanımalısınız. Ali Ulvi Kurucu, Hacı Emin el-Hüseyni’yle Yahudi devleti kurulduktan sonra Medine’ye yerleşiyor. üç kişi aynı evde kalıyorlar. Biri Şeyh Şamil’in torunu Said Şamil, Hacı Emin el-Hüseyni ve Ali Ulvi Kurucu. Said Şamil ve el-Hüseyni, Ali Ulvi Kurucu’ya hatıralarını anlatıyorlar. Said Şamil Filistinle ilgili anlattığı anılarını, Filistin Davamız diye Türkçe olarak yazdı. Hacı Emin el-Hüseyni Osmanlıcayı iyi bilen, Meclis-i Mebusan’da görev yapmış, çok genç yaşta Filistin’in müftüsü olmuş ve aynı zamanda Çanakkale’de Arap Birliği’nin başında bulunmuştur. Filistin davasının ilk lideri, Çanakkale’de bizim safımızda yer almıştır. Siyonistler’in bin yıl önce kurduğu Katır Birliği bize karşı savaşırken, Filistinliler bizim safımızda savaşıyordu. Balfour Deklarasyonu ilan edildikten sonra “Ey Yahudiler! Desteklerinizin karşılığı olarak size bir devlet vaat ediyoruz,. Filistin artık sizindir.” diyorlar. Peki, Osmanlı 1917’de çekildikten sonra Filistinliler hiç direniş göstermediler mi? Türkiye’de birileri bilerek mi yapıyor bilemiyorum ama bu hep sorulur. Bunu bir Filistinliye söylediğin zaman ise Filistinliler ağlıyor. “Azizim, Gazze savaşında biz de Osmanlı ordusunun içindeydik. Osmanlı ordusu bizim de ordumuzdu.” diyorlar. İzzet Derveze adında Filistinli birisi 1940’larda İngilizler tarafından Türkiye’ye sürgün ediliyor. Türkiye’de yedi yıl yaşadıktan sonra affediliyor ve dönüyor. Türkçeye tercüme edilmiş bir tefsiri vardır. Aynı zamanda hatıraları da “Bir Filistinli Postacı’nın Hatıraları” adıyla tercüme edildi. Evet, İzzet Derveze aynı zamanda Osmanlı-Filistin postanesinin başındaki bir adamdı. Hatıralarında şunu anlatıyor: “Osmanlı ordusu Balkanlarda, Kafkaslarda, Yemen’de, Kudüs’te, Çanakkale’de savaşır-


ken Filistinli aileler 14 yaş üstü bütün çocuklarını orduya gönderiyordu. Sonra bakıyorlar ki çocuk kalmıyor. Osmanlı sürekli seferberlik halinde ve çocuk istiyor. Ancak artık çocuk kalmıyor. Kalan tek erkek çocuklarını askere göndermemek için onların baş parmaklarını kesiyorlarmış. Her ailede beş-altı çocuk var ve beşi ya Kafkas Cephesi’nde, ya da Balkan Cephesi’nde şehit olmuştu. Osmanlı ordusu Balkanlarda muharebe ederken içinde Suriyeli, Iraklı, Tunuslu askerler vardı. Tunuslular Kafkas cephesine 5000 asker gönderiyor, 4000’i şehit oluyor. Bunu nereden öğreniyorum? Cepheye katılmış Tunuslu bir askerin hatıratından öğreniyorum. Peki, bizim tarih kitaplarında neden yazmıyor? Osmanlı’da sadece bir grup yoktu. Orada her etnik yapıdan insan mücadele ediyordu. Mücadele edenlerden biri de; İzzettin el-Kassam’dı. İzzettin el-Kassam’ın ilginç bir hatırası var: 1916’nın sonlarında el-Ezher Üniversitesi’nden mezun oluyor ve “Ben Çanakkale’ye gidip Osmanlı saflarında savaşacağım.” diyerek Adana-Mersin taraflarına geliyor. Mersin ve Adana’daki halk diyor ki: “Hocam bizde hoca kalmadı, herkes şehit oldu. Bize bir cami imamı lazım, bize vaaz verecek birisi lazım.” İzzettin el-Kassam bir yıl boyunca Adana ve Mersin’de, medreseler açıyor, dersler veriyor. Kudüs İngilizlerin eline düşünce Adanalı ve Mersinlilere; “Ey Adanalı ve Mersinli kardeşle-

rim! Benim Kudüs’ü savunmam lazım.” diyor. 1917 yılında Kudüs’e dönüyor. İngilizler kovulduğu zaman da Şam’a geliyor. Şam’da ilk Filistin direniş hareketini kuruyor ve 1936’da da İngilizler tarafından şehit ediliyor. Aynı zamanda İzzet Derveze de iki türlü direniş hareketi kuruyor: Birincisi kültürel faaliyetler gerçekleştiren diriliş hareketi; diğeri ise gençlik direniş hareketi. Zaten 1946 yılında Türkiye’ye sürgün edilmesinin sebebi de budur. Yani bahsettiğim şey şu: Filistinliler direniş gösterdi. Peki, kimlerle direniş gösterdi? Kadınlarıyla, yaşlılarıyla… Zaten gençlerin bir çoğu Osmanlı cephelerinde şehit olmuştu. Osmanlı o bölgeden gittiğinde “Biz ordumuzu kaybettik.” diyorlar. Tabii ki bu da bizim tarihimizde zikredilmeyen bir şeydir. Bunun için bizim tarihimizi yeniden yazacak genç tarihçilere ve edebiyatçılara ihtiyacımız var. Bunu romanla, edebiyatla ortaya koymamız gerekiyor. Kudüs; Kudüs-ü Şerif, Beyt’ül Makdis bizim için çok önemlidir. Orayı Ursalim olarak biz isimlendirdik ve barışı oraya getirebilecek olan da yine biz Müslümanlarız. Oraya barışı Müslümanlar götürmeli, şu anda adım adım faaliyetler yaparsak, ileride Allah’ın izniyle orada yeniden Müslümanlar görülecektir. Bunu Japonya’ya, Latin Amerika’ya, bütün dünyaya anlatabilmeliyiz. Biz hikâyemizin aslını bilmiyoruz. Bilebilsek ve bunları anlatabilsek onlar da hakikati görmüş olacaklar.

Gönül Coğrafyamız Fatih’ini Arıyor!

25


Kudüs

Kudüs: Kur’an Coğrafyası Süleyman aleyhisselamın hükmettiği topraklara, peygamber olarak gönderilen İlyas aleyhisselam ise onun gibi Filistinli olup, kendi vatanından İsrailoğulları tarafından zorla sürgün edilen şairlerin, şiirlerine konu olmuştur yirminci yüzyılda.

Büşra ÇELİK

Kur’an-ı Kerim’in onlarca ayetinde bahsedildiği, İsra suresinin birinci ayetinde beyan buyrulduğu gibi mukaddes kılınan topraklardır Kudüs toprakları. Lakin bir toprak parçası sadece toprak olduğu için değerli olmaz. O toprağa değer veren, insan ile olan bağıdır. Dünyanın varoluşundan bu yana insana ve medeniyetlere beşiklik eden Filistin toprakları, birçok uygarlığın kurulmasına, yıkılmasına, savaşlara ve barışlara, kavimlerin helâkına ve göçüne şahitlik etmiş; peygamberlerin ayak izlerini, sahabenin gözyaşlarını ve tevhidi göğüslemiştir. Allah’ın, Kur’an-ı Kerim’de bizlere bahsettiği onlarca kıssaya mekân olan bu toprakların eteklerinde Âdem aleyhisselamdan günümüze inananların izi vardır. Atamız Âdem aleyhisselam… İsrailiyyat kaynaklı rivayetlere göre yaratıldığı ve cennetten çıkartılınca, dünya üzerinde ilk ayak bastığı topraklardır Kudüs toprakları. Ebu Zer el Ğıfari’den rivayetle Kâbe’nin ardından inşa ettiği ikinci mescittir, Mescid-i Aksa. Şit aleyhisselam ile Kudüs’ün kanatları Şam’da hüküm sürerken; Kenan diyarının, Filistin’in kurucusu olmuştur İdris aleyhisselam. Tufanın sona erdiği müjdesi ise bir güvercinin ağzındaki zeytin dalıyla verilmiştir Nuh peygambere. Nuh aleyhisselamın müjdesini, zeytin dalını göğüsleyen topraklar, zaman gelmiş amcası İbrahim aleyhisselam ile hicret yurdu olmuştur Lut aleyhisselama. Tıpkı onun gibi, onun kavminin taşlandığı suları da basmıştır bağrına. İbrahim aleyhisselam… Halîlullah, Halîlürrahman. Mukaddes topraklarda mukaddes kılınmıştır nesebi. Ona öyle bir bereket verilmiştir ki bereketin

26

Gri Edebiyat

Fotoğraf: Merve Sena Keskin

merkezinde; her ka’de-i ahirde dua olmuştur müminlere. İki oğlu, İsmail ve İshak aleyhisselamın ardından aynı topraklarda nübüvvet ile müjdelenmiştir torunu Yakub ve onun oğlu Yusuf. O kuru topraklar Yakub aleyhisselamın gözyaşları ile ıslanmış, Yusuf aleyhisselamın çocukluğunu ve kuyusunu gizlemiştir yüzyıllarca. Musa aleyhisselam kadar biliriz asasını ve vahyini. Tur dağının kardeşini, ona vaad edileni, kavminin döndüğü yönü... Biliriz ki, şimdikilerde zulüm saçanlar vaktiyle Firavun’un zulmünden kaçanlar gibi inandıkları peygamberi yarı yolda bırakacak kadar korkak olanlardır. Davud aleyhisselamın kü-


raklara kök salmış ağaçlar, saklamıştır kavminin zulmünden onu. Adamıştır Hanne, adanmıştır Meryem. Hizmet ederken Mescid-i Aksa’ya adanan, türlü nimetlere erişmiştir. İsa aleyhisselamın doğumunda bir ağaç altına getirilmiş, acısını o toprakların hurması ile dindirmiştir. Aynı topraklar İsa aleyhisselamın dilinden dökülenlerle inlemiş, onun göğe çıkartılırken bastığı son topraklar olmuştur. Mekke’nin dışladığı, Taif’in taşladığı Peygamber aleyhisselamı bağrına basmış, İsra’nın son, Mirac’ın ilk durağı olmuştur. Yeryüzünün göğe yakın yeri, yeniden diriliş yeri olmuştur. Öyle ki, davasına tutunan herkesi ölmeden evvel diriltmiş, Efendimiz aleyhisselamın müjdesiyle yoluna düşürmüş, kandillerinde yakılalım diye zeytinyağı olmaya gönüllü kılmıştır her birimizi.

Fotoğraf: Merve Sena Keskin

Ali’nin (r.a.) “Git ey Ömer! Git ki bizden sonrakiler anlasınlar ne kadar kıymetli olduğunu.” demesiyle Ömer’in (r.a.) anahtarları için yola düştüğü, sahabenin gözyaşı düşürdüğü olmuştur. Selahaddin’in ömrünü adadığı, Abdülhamid’in uğruna saltanatını verdiği olmuştur.

çük yaşta tuttuğu sapanı ve taşı ise örnektir bize bu zulüm karşısında. Süleyman aleyhisselamın hükmettiği topraklara, peygamber olarak gönderilen İlyas aleyhisselam ise onun gibi Filistinli olup, kendi vatanından İsrailoğulları tarafından zorla sürgün edilen şairlerin, şiirlerine konu olmuştur yirminci yüzyılda.

O topraklar ki, çerçevelerle kırılmış yürekleri, fotoğraflarla yitip gitmiş anıları, binaların enkazında kalmış hayalleri, yıllara meydan okuyan zeytin dallarını gizlemiştir hüznünde. Ve o topraklar ki, her bir zerresine kadar çevrilen, gök kubbe altında duvarlara hapsedilen; hasretiyle duvarların içine hapsetmiştir fethini gözleyen bizleri.

Mescid-i Aksa’da, sessizliğiyle müjdelenmiştir oğlu Yahya, Zekeriyya aleyhisselama. Yine aynı topraklarda yazmıştır kalemi, Hakk olanı. Aynı top-

Özgür Kudüs, özgür ümmet duasıyla…

Gönül Coğrafyamız Fatih’ini Arıyor!

27


Turnuva

Dünyaya Barış ve Mutluluk Getirecek Olan Turnuva Yunus Emre AKMAZ

“Futbol sadece futbol değildir.”

@yunusemreakmaz

Dünya tarihinin ilk futbol takımı olan Sheffield Football Club’ın 1857 yılında İngiltere’de kurulması ile bu büyüleyici oyun hayatımıza bir daha hiç çıkmamak üzere dahil oldu. Artık bir spor faaliyetinin ötesine giden futbol, dev bir endüstri haline geldi. Bol sıfırlı rakamlara imza atan futbolcular, milyarların izlediği müsabakalar… Ancak biz, futbolun parayla ifade edilemeyecek gücünden; kardeş olmaya ve birlik olmaya sağladığı katkısından söz edeceğiz. Mihmandar Uluslararası Öğrenci Derneği tarafından İçişleri Bakanlığı ile ortak olarak düzenlenen proje kapsamında Asya, Avrupa ve Afrika kıtalarından oluşan takımlarla beraber minik bir dünya kupası düzenlendi. Yer altındaki zenginliğiyle ve yer üstündeki emperyalizme ve sömürgeciliğe maruz kalmasıyla ün sahibi olan coğrafyayı temsil eden takımlar olarak Benin, Burkina Faso, Orta Afrika Cumhuriyeti, Somali ve Afrika’da bir ekole sahip olan Gana turnuvada yer aldı. Balkan temsilcisi Kosova; Kafkas coğrafyasından

Azerbaycan, Kırgızistan ve Ahıska; Asya kıtasından ise Endonezya, Bangladeş ve Tayland takımları da turnuvada yerini aldı. Ek olarak turnuvaya ev sahipliği yapan Türkiye ve bu takıma ek olarak yine Türkiye’den Kolonya Cumhuriyeti ile beraber Filistin ve İran da turnuvaya renk katan diğer takımlardı. “What can I do? Sometimes…” 18 takımın yer aldığı turnuva tek maç eleme usulü ile gerçekleştirildi. Ayrıca en kötü dokuzuncu galibin veda edeceği turnuva derin averaj hesaplamalarını da beraberinde getirdi. 21 Ekim Cumartesi günü aynı anda 3 farklı takımın 3 farklı sahada oynamasıyla turnuva ilk maçlarıyla başladı. Tam bir futbol şölenine sahne olan Beylerbeyi’nin dünya futboluna, toplumsal ve küresel barışa, ümmet bilincine tarih boyunca bu kadar katkısı olmuş mudur? İlk turun sonunda Kolonya Cumhuriyeti, Türkiye,

28

Gri Edebiyat


sabakasını 8-3 yenerek Mihmandar Uluslararası Öğrenci Derneği ve İçişleri Bakanlığı ile ortaklaşa düzenlenen mini Dünya Kupası’nın sahibi oldu. Turnuvaya Dair Futbolun o birleştirici, bütünleştirici, sakinleştirici ve daha bir sürü yönüne dair söylenmiş onlarca söz vardır. Aşk da futbolla ilgilidir, yaşama mücadelesi de... Kimi insanların hayatları ender gelişen Osasuna atakları gibidir. Tek tük gerçekleşme ihtimali olan hayallerin peşinden koşar. Kimi insanların hayatları ise Tiki-Taka Barcelonası gibidir. Kupalardan kupalara, zaferlerden zaferlere koşar. Gana, Burkina Faso, Filistin, Ahıska, Tayland ve Kosova bir üst tura çıkan takımlar arasına girdi. İkinci turun da kıyasıya mücadeleleri sonucunda yarı finalde Türkiye - Kosova ve Gana - Filistin müsabakalarına şahit olduk. Ve finalin adı belli oldu; Kosova - Gana. Finale kadar Cezayir, Kolonya Cumhuriyeti ve yarı finalde Filistin’i geçen Gana takımları oynadıkları seri futbolları sayesinde turnuvadaki çoğu takımdan üstün olduğunu göstermişti. Süratli, birbirini tanıyan ve fiziksel gücü yüksek olan oyuncuları ile kurulu olan Gana, nam-ı diğer The Black Stars, finale kelimenin tam manasıyla rakiplerini ezerek geldi. Diğer finalistimiz Kosova da son derece başarılı performansıyla kupadan önceki son maça kadar tırmandı. Azerbaycan maçıyla turnuvaya başlayan Balkan temsilcisi, bir önceki maçını 13-3 gibi farklı bir skorla kazanan Burkina Faso karşısında 3-3’ün devamında penaltılarda rakibini turnuvanın dışına itti. Yarı finalde de ev sahibi konumundaki Türkiye’yi geçen Kosova da fiziksel bakımdan güçlü ve süratli futbolcu kadrosuyla finali görmeyi başardı.

Futbolla alakalı olarak sonsuz betimleme, sayısız metafor yapılabilir. Ancak bizim için futbolun birleştirici ve bütünleştirici gücüdür önemli olan. Farklı kıtalardan, farklı renk ve dillerden 18 takım, 144 farklı insan. Birlikte bir topun peşinden koştular. Koşarken birbirlerini tanıdılar. Bazen faul yaptılar, normalde bağırıp çağırılacak anlarda tebessüm ve hoşgörüyle birlikte ayağa kalktılar, yeşil çimler üzerinde. Ümmet coğrafyasının her bir ucundan bir araya gelen bu gençlerin turnuvasında atılan gollerden çok, gülen yüzler önemliydi. Verilecek olan kupa sadece bir takıma gitti ama Gönüller Ligi’nde şampiyon hoşgörü oldu. Bir ömür unutulmayacak hatıra olarak hafızalardaki yerini alan bu güzel organizasyonun yapımında emeği geçen herkese teşekkür ediyorum. Büyük takımlara da örnek olması, dindaşların harabeye dönmüş şehirlerde birbirine mermi değil, yeşil sahada gol atması dileğiyle…

Kupa is coming… Her ne kadar Kosova iyi futbolculardan kurulu olsa da rakip takım Afrika futbolunda bir ekol olan Gana idi. İlk düdükle beraber Kosova kalesine yüklenen Siyah Yıldızlar kupanın kime gideceğine dair ipuçları vermeye başlamıştı. Maçın sonucu Gana’nın diğer maçlarının sonucundan farklı değildi. Afrika temsilcisi final müGönül Coğrafyamız Fatih’ini Arıyor!

29


Röportaj

Ahmet Emin Dağ: Arap Baharı, Kışa Dönüşmüş Durumda

“Ortadoğu” ismi nereden gelmektedir? Bu ismi ilk olarak kim kullanmıştır? Ne zamandan beri kullanılmaktadır ve bugün Ortadoğu neresidir? Ortadoğu bölgesi aslında coğrafi bir tanım değildir. Bu tanım, XIX. yüzyılda İngiliz sömürge imparatorluğu döneminde, İngiltere’nin doğusunda kalan Osmanlı’nın Arap coğrafyasını tanımlamak için kullanılmıştır. İngiltere’nin Çin ve Japonya gibi uzak coğrafyalardaki sömürgeleri “Uzakdoğu”; bizim yaşadığımız bölgedeki sömürgeleri ise “Ortadoğu” diye isimlendirilmişti. Yani buralar İngiltere’ye göre bir tanımdır. Bugün Ortadoğu denildiğinde; içinde Türkiye, İran, Mısır, Suudi Arabistan, Suriye, Irak, Lübnan, Filistin, Umman, Yemen ve körfez ülkelerinin bulunduğu bölge kastedilmektedir. Ortadoğu’nun güncel durumuna baktığınızda Arap Baharı’nı nasıl değerlendiriyorsunuz? Arap Baharı olmasa daha mı iyi olurdu? Arap Baharı, bugün gelmiş olduğu aşama itibarıyla ne yazık ki tamamen kışa dönüşmüş durumda. Yani daha fazla özgürlük ve adalet çağrıları ile sokaklara dökülen insanların beklentileri karşılanmadığı gibi, bölgede iç savaşlarla dolu bir dönem başlamıştır. Bugün Ortadoğu coğrafyasına baktı30

Gri Edebiyat

ğımızda ilk gözümüze çarpan şey kuşkusuz yaşanan savaş ve çatışmalardır. Filistin’deki Siyonist işgal, tabii ki bu gerilimlerin başında gelmektedir. İlk kıblemiz olan Kudüs kenti dahil olmak üzere tüm Filistin topraklarını 1948 yılından beri işgali altında bulunduran İsrail işgal yönetimi, binlerce Müslümanı katletmekle kalmamış, yüz binlercesini yerinden kovarak mülteci durumuna düşürmüştür. İnsanları öldürüp evlerine el koymak yetmezmiş gibi, bugün Gazze başta olmak üzere Filistin halkına abluka uygulayarak onları daha da fakirleştirmektedir. Diğer bölgelere baktığımızda Suriye, Irak ve Yemen gibi ülkelerde iç savaşlar binlerce can almış ve milyonlarca mülteci ortaya çıkarmıştır. Bu ülkelerdeki çatışma aktörleri kendi mezhebi ve etnik grubunu önceleyen bencillikle diğer grupları yok etmeye çabalamaktadır. Onların bu zaafını bilen ve kullanan Batılı Hıristiyan güçler de durumu kendi çıkarları doğrultusunda kullanmaktadırlar. Askeri darbe mağduru Mısır’da bugün istikrar yerine daha fazla kaos hakim olmuş durumda. Ancak bölgenin en önemli gerilim unsuru ise, İran’ın yayılmacı siyaseti ve bu siyasete karşı Suudi Arabistan gibi ülkelerin acemi müdahaleleridir.


Ortadoğu’nun bu halinin birçok nedeni var. Bölgenin kendi insanı olan toplumlardan kaynaklı etkenler olduğu gibi, Batılı güçlerden kaynaklı etkenler de mevcuttur. Öncelikle bölgenin Müslüman toplumları kendi aralarında kardeşliği tam anlamıyla yerleştirmeli. Bu İslâm kardeşliği olmadığı sürece ne yazık ki bölge toplumları birbirlerini öldürmeye devam edecektir. Öncelikle Müslümanlar birbirlerine tahammül etmeyi öğrenmeli. Sorunların bir diğer sebebi, bölge ülkeleri arasında yaşanan mezhebi ve etnik çekişmelerdir. Sünni ile Şii birbirlerine düşmanca bakmak yerine, daha uzlaşmacı bakabilmeli. Veya Araplar, Kürtler, Türkler, Çerkesler, Farsiler ve daha niceleri Müslümanlık ortak paydasında birleştiği halde kendi ırklarının üstünlüğünü öne sürüp birbirleriyle çekişmemelidir. Ama bölgemizde bir de dış kaynaklı faktörler bulunmaktadır. Başta Siyonist İsrail rejimi olmak üzere bölgede yabancı işgal sorunu bulunmaktadır. İsrail rejimi Filistin’i işgali altında tutarken, Amerika ve Avrupa ülkeleri de değişik oranlarda Ortadoğu ülkelerini kendi kontrollerinde tutmaya çalışmaktadır. Bunu yapamadıkları dönemde ise, bölgeyi daha da fazla parçaya bölmeye çabalamaktadırlar. Bölgenin yer altı zenginlikleri onlara giderken, bizim topraklarımızı diledikleri gibi sömürmeye çalışmaktadırlar. Arap Baharı halkın isteğiyle başlamış gibi görünse de şu an halkın istediği bir durum yaşanmıyor. Hareket tabandan yayılmış olsa da dış mihrakların müdahalesinden bahsedebilir miyiz? Elbette. Arap Baharı ilk başladığında tamamen yerel dinamiklerden ve beklentilerden doğmuştu. Ama Batılı ülkeler kendi işbirliği yaptıkları rejimlerin kolay bir şekilde devrilmesini istemedikleri için kısa süre sonra özgürlük beklentisi kanlı bir sindirme operasyonuna dönüştü. Batılı ülkeler bunu bölgedeki ortakları aracılığı ile yapmaktadır. Bu ortaklar kimi zaman bir terör grubu, kimi zaman bir ülke olabilmektedir. Bugün Esed rejiminin en önemli destekçileri arasında Rusya, İran ve bazı Avrupa ülkeleri bulunmaktadır. Buna karşın Amerika Esed’e karşı savaşıyormuş gibi yapıp farklı terör gruplarının arkasından kendi siyasi projelerini uygulamaya çalışıyor. Dolayısıyla hiçbiri bölge insanı için hayır istemiyor.

Ortadoğu’nun bu durumunda İsrail’in rolü ve etkisi nedir? Siyonistlerin temel amacı bölgedeki İsrail işgalini pekiştirmek ve Büyük İsrail dedikleri devleti kurmaktır. Bu amaçla öncelikle şu an doğrudan işgal ettikleri Filistin topraklarını Yahudileştirmek istiyorlar. Bunu gerçekleştirmek için İslâm’a ve Filistinlilere ait ne kadar cami, medrese, mezarlık ve ev varsa bunları kademeli olarak yok etmeye çalışıyorlar. Böylece tüm Filistin topraklarını Müslümanlardan ve onlara ait binalardan temizlemiş olacaklar. Bunu yaptıktan sonra yerlerine kendi Yahudi işgalcileri getirip yerleştiriyorlar. Siyonist İsrail’in bir diğer amacı, Filistin’e destek verme potansiyeli bulunan ve yardım eden tüm ülkeleri etkisiz hale getirmektir. Bu nedenle başta Türkiye olmak üzere bölgedeki bütün Müslüman ülkelerden rahatsızlık duymaktadır. Siyonistlerin bir diğer amacı ise, Büyük İsrail’i kurmak için bölgedeki diğer devletleri de işgal etmektir. Şu an sadece Suriye topraklarının bir bölümünü işgalinde tutan İsrail, eline güç geçmesi halinde ülkemize kadar toprak genişletmeyi hedefliyor. Ortadoğu’nun geleceğini nasıl görüyorsunuz? Bunda birkaç senaryodan bahsetmek mümkündür. Kötümser senaryoya göre, bu çatışmalar bölgede büyük bir bölünmeyi getirecektir. Bölge daha küçük parçalara bölündükten sonra yabancı güçler tarafından kontrolü daha kolay olacaktır. Bugün Suriye, Irak, Libya ve Yemen gibi ülkelerin parçalanması geride çok sayıda küçük ama birbirine düşman devletler bırakacaktır. Buna karşın iyimser senaryo gerçekleşirse, yaşadığımız iç savaşlar bir süre sonra elbette bitecek ve barış görüşmeleri sürecinde fiziki ve manevi onarım dönemi başlayacaktır. Bunun gerçekleşmesi için bölgedeki aktörlerin ortak bir zeminde buluşması şarttır. Ancak Batılılar işin kontrolünü ellerinde tuttuğu sürece bu ikinci seçeneğin yani barış seçeneğinin gelmesi çok zordur. Belki bir ülkedeki çatışma biter ama, başka bir ülkede yeni bir çatışma olarak karşımıza çıkabilir.

Gönül Coğrafyamız Fatih’ini Arıyor!

31


Gezi Rehberi

Ve Yolculuk Başlar Nurgüzel KORKMAZ

Gençlik ve Spor Bakanlığı bünyesinde gerçekleştirilen “Gençlerin Öz’e Yolculuğu: Özbekistan” programı kapsamında, 40 arkadaşımla birlikte ilim ve âlimler yönünden zirveye ulaşmış, mimaride geleceğe ışık tutmuş şehri görmeye, Özbekistan’a gidiyoruz.

Bir şehri ziyaret etmeden evvel bayrağını merak ederim. Bayrağındaki mavi rengin, suyu ve gökyüzünü; hilalin, doğuşu ve sürekliliği; 12 yıldızın, Özbekistan’ın 12 bölgesini; beyaz rengin, mutluluğu ve geleceği; renkler arasındaki kırmızı çizgilerin, şehit kanını ve yeşil rengin, Maveraünnehir’in yeşilini temsil ettiği topraklara gitmeden evvel, sanatsal bakış açısıyla ve bu topraklara duyduğu merhametiyle beni çok etkileyen Seyfettin Hocamın toplantıda söylediği sözler geliyor aklıma: “Çocuklar! Özbekistan’a giderken iki şeyi alın yanınıza: Aklınızı ve gönlünüzü. Çünkü aklınıza hitap eden çok şey var; Uluğ Bey, Ali Kuşçu, İmam Mâtürîdî… Bunları akıl olmadan anlayamazsınız. Yani gökteki yıldızların aralarındaki santimi bile hesaplayan bir Uluğ Bey akılsız anlaşılamaz, fen bilimlerinden bahsedersek eğer. Veyahut da imanın akılla nasıl makulleştirileceğini Mâtürîdî’den daha iyi anlatan olmamıştır bugüne kadar. O yüzden Mâtürîdî’yi ziyaret edersek, huzuruna akılsız girilmez. Ama Buhârî’nin huzuruna gidersek hem aklımız hem kalbimiz yanımızda olmalı. Beraber götürmeliyiz. Şâh-ı Nakşibendi Hazretleri’nin huzuruna gidersek bence orada aklınızı cebinize koymalısınız. Allah’a nasıl aşık olunacağı, o aşkın bir ömür boyu nasıl zirvede tutulacağını ve bu yanan aşk ateşini belki

32

Gri Edebiyat

kıyamete kadar nasıl parlayacağını akılla anlayamazsınız. Bunu da bize orada anlatacak olan Nakşibendi Hazretleri’dir. Arkadaşlar! Öz’e yolculuktur bu.” Hakikaten de o andan itibaren nasıl bir coğrafyaya gittiğimizi, Öz’e yolculuk yapacağımızı hocamızın sözleriyle daha iyi anlamaya başladım. Aslında hocamız bütün coğrafyanın özetini yapmış, bize de bu kelimelere ev sahipliği yapan coğrafyayı görmek kalmıştı. ASYA COĞRAFYASININ KALBİNE, ÖZ’E YOLCULUK BAŞLIYOR Hem maddi hem de manevi yönden kendimi keşfedeceğim, yıllardan beri ata toprakları olarak nitelendirilen Orta Asya’ya, kültür coğrafyamızın kaynaklarına bakabileceğim, Özbekler ülkesine gidiyoruz. Özbek demişken, Özbek ne demekti? Rus emperyalizmine karşı yaklaşık iki asırdır direnen bir coğrafyaya giderken Özbek kelimesi neydi? Ne


anlama gelirdi? Uçağa binmeden notlarımı karıştırmaya başlamıştım. “Özü, özüne bey olan” anlamına geliyormuş. Hiç kimseye boyun eğmeyen bu diyarın kelime anlamı ile ne kadar özdeşleştiğini dönüş yolunda daha iyi anlamıştım. KÜLTÜR VE MEDENİYETİMİZİN ÖZ COĞRAFYASINA YOLCULUK Seyfettin Hocamız toplantıda bir cümle daha söylemişti: “Bırakın gönlünüze kendinizi, o sizi istediği yere götürsün.” Denileni yaptım ve gönlüm beni; yıllar süren titiz araştırmalar sonucunda edindiği her hadis-i şerîfi kitabına eklemeden önce iki rekat namaz kılan ve istihareye yatan, Kur’an-ı Kerim’den sonra bütün İslâm âlemince en sahih kitap olma şerefine erişen ve her satırında binlerce secde izi ve sahih rüyaların gizli olduğu Sahîh-i Buhârî kitabının yazarı Buhârî Hazretlerinin diyarına götürdü. Buhârî Hazretleri demişken, henüz 15 yaşına geldiğinde belleğinde tam 70 bin hadisin olduğunu duymuş ve nasıl ezberlediğini merak etmiştim. Okuduğum şu kıssa cevap verir nitelikteydi. Buhârî Hazretleri 15 yaşına geldiğinde belleğinde tam 70 bin hadis vardır. Öyle ki, şehirde onun Bela-

zur adında bir karışım kullanarak bütün bu keskin kavrayışı ve hafızayı edindiğine dair dedikodular dolaşmaktadır. Yaşlı bir Buharalı, Buhârî’nin kulağına eğilerek fısıltıyla sorar bütün şehrin merak ettiği bu konuyu. Buhârî de yaşlı adama doğru eğilerek tıpkı onun gibi sessizce: “İçince insanın daha iyi öğrenebileceği bir ilaç mı var?” diye sorar. Bilmiyorum diye yanıtlar ihtiyar. Buhârî Hazretleri ise “Ama bir şeyi öğrenebilmek için kişinin azminden ve devamlı olarak öğreneceği şeyle meşgul olmasından daha yararlı bir ilaç bilmiyorum.” der. Bu topraklar bana Buhârî Hazretlerinin bu öğretisini kattı. Astronomiye, matematiğe ve müziğe olan ilgisiyle, Timur’un torunu olan Uluğ Bey’i yakından tanıma fırsatı sundu. Fetihlerini yıldızlara, gökyüzüne doğru yapan bu âlimin aynı zamanda ilime ne kadar önem verdiğini inşa ettirdiği Buhara Medresesinde “İlim öğrenmek kadın-erkek her Müslümana farzdır.” hadisi ile birlikte gördüm. Gökyüzünün fâtihinden sonra Türkçenin fâtihi Ali Şîr Nevaî’yi tanıttı bana bu coğrafya. Farsçanın resmi dil olduğu zamanlarda Türkçeyi savunan ve onlarca Türkçe eser yazan Ali Şîr Nevaî. Ankara Savaşı ile Osmanlıyı fetrete sürükleyen Emir Temur denen Timurlenk’i ve onunla birlikte şekillenen Semerkant şehrini daha yakından tanıma fırsatı buldum. Yakıp yıktığı şehirlerin sanatçılarını toplayıp Semerkant’ta efsanevi saraylar, köşkler, anıtlar ve şehri mavi renge bürüyen medreseler yaptıran Timur’u, devlet yönetiminde sanatsal ve estetik bir göz ile bakan idarecilerin şehirleri nasıl değiştirdiğini, kültürel ve bilimsel olarak nasıl ihtişamın merkezi haline getirildiğinin ispatını da gördüm. Dünya’nın, Güneş’e dönük en güzel yüzünü; zamanın ilim ve kültür merkezi olan Semerkant’ı, Uluğ Bey Medresesini, şehrin kalbi olan Registan Meydanını ve bununla birlikte birçok değerli eserleri de görme fırsatı elde ettim. Timur’un ihya ettiği bu şehri, görkemi ne kadar anlatsam da kelimelerim eksik kalacaktır. Anadolu coğrafyasının mayasını oluşturan âlimlerin şehrine Buhara’ya, Semerkant’a, Taşkent’e yol-

Gönül Coğrafyamız Fatih’ini Arıyor!

33


Âsaf-ı saff-ı safâ ol kim ferîd-i asr olup Tâlib-i tahsîl içün Rûmı Buhârâ gösterür Cemâlî culuğum esnasında bu coğrafyanın bu kadar çok âlime ev sahipliği yaptığını bilmiyordum. Özbeklere göre evrendeki iki büyük yoldan biri sayılan, gökyüzündeki Samanyolu’nu anlatan Uluğ Bey’i, Ali Kuşçu’yu, Özbekistan ruhunun hissedildiği İpek Yolu’nun geçtiği toprakları, âlimler şehri olduğunu da gördüm. EZANSIZ MİNARELER ÜLKESİ ÖZBEKİSTAN’A YOLCULUK Özbekistan’da bulunduğum süre boyunca kulaklarım ilâhî bir sesten, gökkubeyi titreten o muazzam kelimelerden, “Allahu ekber!” çağrısından mahrum kaldı. Nakşibendi-Buhara topraklarında gezip ezanı gökkubede duyamamak… Çünkü bu coğrafyaya baktığınızda hayran kaldığınız, el işçiliğiyle sanatın merkezi dediğiniz minarelerden ezan okunması yasak. Toplu namaz kılınması kesinlikle yasak. Sebebini aklım almıyor. Türkiye’ye döndüğüm zaman araştırdığımda görüyorum ki ramazan ayında toplu iftar yapmak ve Cami’de teravih namazı kılınması da yasak. Sebebini aklım ve gönlüm yine almıyor. Aklınızla ve gönlünüzle gezin diyen hocamıza akıl ve gönülle ezansız nasıl gezebilirim sorusunu sormak geliyor içimden. Ve yeni bir tanım daha canlanıyor zihnimde; “Yasaklar Ülkesi Özbekistan!” Türkiye’ye döndüğümde akşam vakti ezanı dinlerken “Minareleri, Sen, ezansız bırakma Allah’ım!” diyen şairin yakarışını daha iyi anladım. Özbekistan için hem üzüldüm hem hüzünlendim. Ama diğer bir şairin şu mısrasıyla hüznüm ümide karıştı: “İhtilâf-ı metâli’ sebebiyle küre üzerinde ezansız zaman yoktur.”1 Dilerim bu coğrafya bir an önce kendini toparlar ve “Ezanlar Ülkesi” olur. Turkuaz dolu bu coğrafyadan ayrılırken, yetiştirdiği bilim ve din adamlarıyla dünyada “Kubbet-ül İslâm (İslâmiyet’in Kubbeleri)” ünvanına sahip üç 1 “Güneşin her yerde farklı zamanda doğması sebebiyle dünya üzerinde ezansız zaman yoktur.”

34

Gri Edebiyat

şehirden biri sayılan ülkeyi gezmenin mutluluğu var. Bu mutluluğa, heybeme yeni kelimeler ve yeni coğrafyalar eklenmesine vesile olan; Özbekistan’da bırakın yemeğinizi, ara öğünlerinizi dahi düşünüp hazırlayan; bütün imkânları seferber eden değerli Gençlik ve Spor Bakanlığımıza; ekip ruhunu taşıyan değerli yol arkadaşlarıma; Buhârî Hazretleri yanında okuduğu Kur’an-ı Kerimle, Özbekistan gezisinin İslâmî hassasiyetlere göre şekillenmesinde bana göre çok büyük emeği olan değerli Tayyip Kahyaoğlu Müdürümüze; Ve güler yüzlülüğü, bitmek bilmeyen enerjisi sayesinde ekip ruhunu sürekli harekete geçiren Şükrü Ağabeyimize; Gönlüm ve aklımla gezmemi bana en baştan hatırlatan; “Bırakın gönlünüze kendinizi, o sizi istediği yere götürsün. Mutlaka bir yerde Ali Şîr Nevaî, bir yerde Nakşibendi veya başka bir yerde İmam Mâtürîdî sizin elinizden tutacaktır. Umarım Türkiye’ye özünüzü keşfetmiş olarak, başka insanlar olarak dönersiniz.” diyen Seyfettin Hocama teşekkür ederim.


Konferans

Dünya Arakan’ı Görmezlikten Geliyor Said DEMİR

Fotoğraf: Cevdet Hasbal

Arakan coğrafyasını ya da Arakan’da yaşayan Rohingya Müslümanlarını belki son süreçte duymaya başladık. Ancak Arakan dediğimiz ya da Rohingya Müslümanları diye isimlendirdiğimiz Müslümanlar 1200’lü yıllardan beri mevcudiyetini devam ettiren, Birleşmiş Milletlerin ifadesiyle dünyada en çok katliama ve zulme uğrayan toplumdur. Arakan Müslümanları, Uluslararası İnsan Hakları İzleme Merkezi’ne göre ise dünyada en çok katledilen dinî azınlıktır. 1940’lı yıllardan beri katliama uğrayan bir toplum olmasına rağmen 2012’den sonra olanları duymaya başladık. Arakan, coğrafi olarak gerçekten bizden çok uzak bir bölgedir. Türkiye’den uçakla 10 saatlik bir mesafede olan bir yerden bahsediyoruz. Arakan’ın bir tarafında Bangladeş, diğer tarafında ise Myanmar bulunuyor.

Arakan bugün Myanmar’ın işgalinde olan bir bölgedir. İslâm Arakan’a ilk defa sahabe döneminde geliyor. Bunun sebebi de Müslüman tüccarlar Orta Doğu’dan çıktıkları zaman Arabistan’dan o günkü gemilerle sınırı takip ederek Çin’e ve Hindistan’a gidiyorlardı. Bu nedenle de İslâm ilk defa o bölgeye 7. yüzyılda ulaşmıştı. Ancak bölgesel olarak İslâmlaşma ise 1200’lü yıllarda Bangladeş’in İslâm ile tanışmasıyla başladı. 1430 yılında o günkü Myanmar yüzünden Arakan’ın Budist kralı İslam’ı kabul ettiğinde ülke İslâm’ın etkisine girmeye başladı. 1430 yılından 1784 yılına kadar Arakan’da Müslümanlarla Budistler beraberce, bir sıkıntı yaşamadan -bazen Müslüman kral başa geçti, bazen Budist kral başa geçti- mevcudiyetlerini devam ettirdiler. Ancak 1784 yılında Burma, yeni ismiyle Myanmar, Arakan’ı işgal etti. Müslümanlar da bu

Gönül Coğrafyamız Fatih’ini Arıyor!

35


işgal döneminde komşuları o günkü ismiyle Hindistan, yeni ismiyle ise Bangladeş’e kaçtılar. 1784 yılından 1824 yılına kadar bu bölgeyi Burma idare etti. 1824 yılında ise bölge İngilizlerin kontrolüne girdi. Artık bu bölge tamamen İngilizlerin kolonisi oldu ve bu bölgeyi İngilizler Hindistan merkezli Myanmar eyaleti olarak yönetmeye başladılar. 1824 yılında bu bölgede yerel sıkıntılar da başlamış oldu. Bir Kızılderili atasözü der ki “Bir nehirde eğer iki balık kavga ediyorsa, az önce oradan uzun bacaklı bir İngiliz geçmiştir.” İngilizlerin bölgeyi işgaliyle uzun yıllar beraberce aynı devlette barış içerisinde yaşayan Budistmanlar ve Budistler, İngilizlerin kışkırtmasıyla birbirine düşmeye başladılar. 1947 yılında Panglong Antlaşmasıyla İngilizler maalesef bu bölgenin -Arakan- kaderini Burma’ya bıraktılar. Oysa İngilizlere karşı barış görüşmeleri yapan heyette Müslümanlar da vardı. Burma Bağımsızlık Konseyi’nin başkanlığını yapan Aung San’ın oluşturduğu yedi kişilik konseyde bir de Müslüman yer alıyordu. Hatta o dönemde Müslümanlar kendi içlerinde “Eğer ayrılırsak Hindistan’a bağlanalım.” şeklinde görüşmeler yapıyorlardı. O gün bu coğrafyada Hindistan hüküm sürüyordu. Henüz Pakistan Hindistan’dan ayrılmamış ve Hindistan Devleti de Müslümanların etkili olduğu bir devlet olarak mevcudiyetini devam ettiriyordu. O gün Burma’daki Bağımsızlık Konseyi Arakan Müslümanlarına bir garanti vermişti. “Ayrılmayın, Burma Devleti’ni birlikte kuralım. Kurucu unsur olarak siz de yer alın ve barış içerisinde uzun yıllar yaşadığımız gibi yaşamaya devam edelim.” demişlerdi. Müslümanlar da o süreçte bu Bağımsızlık Konseyi’nde yer aldılar ve Burma’yla beraber 1947 yılında İngilizlerden bağımsızlık kazandılar. Ancak Burma’nın bağımsızlığını yürüten Bağımsızlık Konseyi 1948 yılında bir suikasta kurban gitti ve bu suikastla Aung San ve onunla beraber Burma bağımsızlığını savunan Müslüman önderler de bu suikastla katledildiler. Sonuç olarak maalesef yapılan antlaşma da suya düşmüş oldu. 1948 yılında Burma Anayasası kabul edildi. Bir önceki yasada Müslümanlar en etkili gruplardan biri olarak kabul edilirken, 1948 yılında kabul edilen yasada ise maalesef etkili 8 etnik gruptan biri değil, 135 etnik gruptan biri olarak kabul edildiler. Oysa bağımsızlık sürecinde Müslümanlar 8 36

Gri Edebiyat

etnik gruptan biri olarak kabul edileceklerdi. Her şeye rağmen bu süreçte işler yolunda giderken, Burma’da 1962 yılında askeri darbe oldu. Askeri darbe ile beraber maalesef Müslümanlar ile ilgili sıkıntılı süreç başlamış oldu. Müslümanlar Arakan’da kendi içlerinde özerk bir yapıya sahipken, maalesef buna son verildi. Kral Dragon Operasyonu ve Muson Operasyonu gibi operasyonlarla bu bölgedeki Müslüman etkinliği hızla yok edilmeye başlandı. Arakan’da Müslümanlar çoğunlukta iken yapılan askeri operasyonlarla, daha doğrusu katliamlarla, Müslümanlar hızla Bangladeş’e göç etmeye başladılar. Arakan’da yapılan her operasyon Müslümanların özellikle Chittagong ve Cox’s Bazar bölgelerine kaçmasına sebep oldu. 1982 yılında Burma bir gecede ülkede vatandaşlık yasasını değiştirdi. Vatandaşlık yasasıyla beraber Arakanlıların kurucu unsurdaki yeri maalesef yok sayıldı ve bu yasayla beraber Arakanlılar Burma’nın asli unsuru değil, İngiliz işgal döneminde İngilizler tarafından buraya getirilen Bengaller olarak kabul edildi. Ve bu yasa aslında Arakanlılara vurulan en büyük darbe oldu. Düşünün ki bir gecede tüm haklarınızı kaybediyorsunuz, vatandaşlığınız elinizden alınıyor. Öğrencisiniz okula gideceksiniz; size ülke vatandaşı olmadığınız söyleniyor, onlara göre siz İngilizlerin işgal döneminde buraya getirdiği Bengalli sığınmacılarsınız. Öğretmenliğiniz elinizden alınıyor ya da doktor olmanıza rağmen vatandaşlığınız elinizden alındığı için artık bir doktor olarak hastaneye gidemez oluyorsunuz. Sadece bununla kalınmıyor, bazı haklar sınırlandırılıyor. Örneğin her Müslümanın evine bir demirbaş defteri konuluyor ve bu demirbaş defterine


Müslümanların evindeki her şey yazılıyor. Gecenin saat üçünde asker evinizi basıyor ve evinizdeki eşyaları sayacağını söylüyor. Eğer eşyalardan bir tanesi yok/kayıp olursa, bunun üzerine ya baba çocuklarının karşısında dayak yiyor, ya baba yaka paça hapishaneye götürülüyor, ki götürülürse o babadan bir daha haber alınamaz oluyor ya da baba rüşvet vererek kurtuluyor. Ayrıca anayasaya “Arakanlılar aslında Bengallidir, Bengalli oldukları için bu ülkedeki tüm mal varlıkları devlete aittir.” şeklinde bir madde yazılıyor. Üstelik bir evde yangın çıktığında, devletin malını korumamaktan dolayı baba hapsedilir, devlet o eve ya da o araziye el koyar. Bununla da bitmez, aile sınır dışı edilir. Bugün bu madde hâlâ Myanmar yasasında mevcudiyetini devam ettirmektedir. Bundan dolayı Arakan’daki köyler yakılır. Çünkü anayasaya göre yakılan köyle beraber o halk o köyü terk etmek zorundadır ve devlet o köye el koymak zorundadır. 1982’deki vatandaşlık yasasıyla beraber seyahat yasağı da getirilir. Müslümanlar bir köyden bir köye gitmek istediklerinde köyün içindeki askeri garnizona müracaat ederler. Müslümanlar başka bir köye seyahat etme hakkına askeri garnizonun kabulü ile sahip olurlar. Arakanlılar eğitim haklarına da sahip değildirler. Çünkü onlar bir Bengallidir. Eğer eğitim görmek istiyorlarsa dinini ve ismini değiştirmelidir. Arakanlılar her yıl devlete bir resim vermek zorundadırlar ve bu resimde de hane halkının tamamı yer almak zorundadır. Başları açık anneler ve kızlar; sakalsız bir şekilde babalar… Devlet bir önceki sene verilen resimle bir sonraki resmi karşılaştırır. Eğer resimdeki bir kişi yoksa kayıtlara bakılır. Kayıttan silmek için devlete vergi ödendi mi veya defnetmek için devletten izin alındı mı diye kont-

rol edilir. Eğer aile bireylerinden biri öldüğü halde devlete bildirilmemişse ya da resimde yoksa ailenin sınır dışı edilmesi için bir fırsat ele geçmiştir. O aile yaka paça sınır dışı edilerek Bangladeş’e gönderilir. Zaten gitmezse de o bedel ona bir şekilde ödetilir. Dikkat ederseniz temelde Arakanlıların Arakan’ı terk etmesi bulunuyor. Bunun tek sebebi Arakanlıların Müslüman olmasıdır. Arakanlılarla ırk olarak aynı kökenden gelen, aynı toprakta yaşadıkları Marklarla ilgili herhangi bir yaptırım ya da kısıtlama söz konusu değildir. Arakanlılar 1962 askeri darbesinden sonra dönem dönem katliama uğradılar, dönem dönem Bangladeş’e kaçtılar, dönem dönem Bangladeş’teki kamplarda mevcut hayatlarını devam ettirmeye çalıştılar. Her ne kadar biz 2012 yılından sonra bölgeyi duymaya başladıysak da Arakanlılar uzun yıllardır bu zulmü yaşamaya devam ediyorlar. Rahmetli Erbakan Hoca dönemin Müslüman Liderler toplantısında Arakanlıların sürgündeki lideri Dr. Yunus’la görüşmesinde Arakanla ilgili bilgiyi alır ve İHH İnsani Yardım Vakfı’na “Arakan Müslümanlarına yardım edin, onların sesini dünyaya duyurun.” der. İHH bu vesileyle Arakan’a ilk defa 1996 yılında ulaşmıştır. Kıymetli arkadaşlar, Arakanlılar bu zulümleri yaşarken İslâm coğrafyası maalesef bu katliamdan ve soykırımdan habersizdi. 2012 yılına gelindiğinde ise Arakan ilk defa dünyada duyulmaya başlandı. Bu zamana kadar sadece Bangladeş biliniyordu. Bangladeş’in bilinme sebebi ise ülkeye gelen göçler ve bölgede yaşadığı insani krizdi. Bangladeş, Arakanlıların duyulmasını istemedi. Çünkü burada yaşanan sıkıntıdan dolayı insanlar bu bölgeye yardım etmeye geldiklerinde Arakan’ın içerisindeki insanlar bu bölgede yardım dağıtılıyor

Gönül Coğrafyamız Fatih’ini Arıyor!

37


diye Bangladeş’e kaçarlar diye bu bölgedeki sesin dünyaya duyurulmasını istememişti. 2012 yılında ilk defa Arakan’dan dünyaya katliam görüntüleri sızdı. Arakan’da 1940’lı yıllardan sonra başlayan 1962’den sonra sistematik olarak devam eden katliamlardan dünyaya bir fotoğraf bile sızmamıştı. Myanmar rejimi bölgede uyguladığı sıkıyönetim hali nedeniyle dışarıya bir tane fotoğraf bile sızmasına izin vermemişti. Oysa 2012 yılında Arakan’a İHH Arakan Raporunu yazmak için gittiğimde görüştüğüm Arakanlı bir gazeteci bana demişti ki; bugüne kadar Arakan’da katledilen Müslüman sayısı 700.000’e ulaştı. 2012’ye kadar katledilen sayı 700.000’e ulaşmış ve bir tane fotoğraf bile dışarıya sızmamış düşünebiliyor musunuz? Katliam fotoğraflarını ilk defa sızdıranlar ise Myanmarlı Budist çetelerdi. Diğer Müslümanlara “Siz de burayı terk etmezseniz, siz de rahat durmazsanız, siz de böyle katledilirsiniz.” Diye tehdit etmek için sosyal medyaya yüklemişlerdi. O süreçte dönemin Dışişleri Bakanımız olan Ahmet Davutoğlu Bey ve dönemin Başbakanımız Recep Tayyip Erdoğan Bey’in eşi Emine Erdoğan Hanımefendi’yle ilk defa Arakan’ı ziyaret etmiştik. Değerli arkadaşlar, bu da Arakan açısından çok önemli bir ziyaretti. Dünyada ilk defa bir devlet adamı bölgeyi ziyaret etti ve dünyaya şu mesajı verdi: “Biz bu katliamı gördük, duyduk ve bu katliama kayıtsız değiliz.” Ağustos 2017’de ayında başlayan ve bugün hâlâ devam eden katliam açıkçası İslâm dünyasının acizliğini göstermekten öteye geçmiyor. İslâm dünyası sadece ceset ve mülteci saymaktan öteye geçemiyor. İnsani yardım kuruluşlarının gücü maalesef bir yere kadar yetebiliyor. Dünya, Arakan’da yaşanana kör ve sağır durumdadır. Myanmar 1962 yılında askeri darbe ile yönetilmeye başlanmıştı. Batı’nın baskısıyla beraber 2007 yılında bir karar aldılar ve “Biz küresel sisteme entegre olacağız.” dediler. 2012 yılında ilk defa yarı askeri ve yarı sivil yönetime geçtiler. Müslümanlar bu süreçte sevinmeye başlamıştı. Müslümanlar artık Budist çetelerin asker destekli olarak yaptığı katliamın biteceğini düşünüyorlardı. 2015 yılında Myanmar’da bağımsız seçimler oldu. Müslümanlara oy kullandırtılmadı. Biz de İHH olarak o seçimlere gözlemci olarak gittiğimizde, o gün gö-

38

Gri Edebiyat

rüştüğümüz Arakanlılar katliamların biteceğini ve bu sürecin yavaş yavaş aşılacağını söylüyorlardı. 2015 yılında Batı’nın da baskısıyla seçimler oldu ve Batı yanlısı Nobel Barış Ödüllü Ang San Su Çi, Myanmar Devleti’ni partisiyle beraber yönetmeye başladı. Ang San Su Çi, 2016 yılında bağımsız bir komisyon oluşturdu ve bu komisyonun başına eski BM genel sekreteri Kofi Annan’ı getirdi. Kofi Annan bir yıl süren bir rapor hazırladı ve 23 Ağustos’ta bu raporu yayınladı. Bu raporda Myanmar’dan katliamı durdurmasını, Arakanlılara haklarını geri vermesini, Arakanlıların kendi topraklarında özgür olarak yaşamasının sağlanmasını istiyordu. Buna rağmen 26 Ağustos’ta Myanmar katliamlara başladı. İşte burada maalesef küresel engeller devreye girdi. Maalesef bu süreçte Myanmar da derin devlet içinde Çin destekli Myanmar Derin Devleti sanki Kofi Annan’ın raporunu boşa düşürmek istercesine katliama başladı. İHH ekiplerinin bölgede görüştüğü kişiler yaşanan katliamları anlatırken kelimelerin kifayetsiz kaldığını söylüyorlar. Şöyle düşünün, köye geliniyor köydeki tüm gençler toplanıp götürülüyor ve bir daha o gençlerden haber alınamıyor. Arkasından köye Budist çeteler giriyor. Budist çeteler köydeki tüm köy halkını meydana topluyorlar, seçtikleri kadınların bir kısmını alıp götürüyorlar. Ve onlardan bir daha haber alınamıyor. Geride kalanlara da derhal burayı terk ediyorsunuz bir daha dönerseniz sizi öldüreceğiz sizi katledeceğiz diyorlar. İnsanlar kaçmaya başladıklarında ise arkalarından ateş ediyorlar. Bu, Arakan’da boşaltılan köylerdeki tüm


insanların anlattıkları sıradan olaylardır. Bu insanlar Bangladeş’e kaçarlarken bizim Suriyelilerin Türkiye’ye kaçtıkları gibi hemen sınır değiştirmiyorlar, yaklaşık bir hafta süren yolu yürüyerek kat ediyorlar. Ve Bangladeş sınırına geldikleri zaman, Türkiye-Suriye sınırı gibi hemen telin öteki tarafına geçemiyorlar çünkü İstanbul Boğazı’nın iki katı büyüklüğünde olan Naf Nehri’ni geçmek zorundalar. Bundan dolayı “Bangladeş’e geçmek isterken tekne battı.”, “Bangladeş’e geçmek isterken batan teknede 50 tane insan boğularak öldü, sahile cesetler vurdu.” şeklindeki haberleri okursunuz. Bugün bu olaylar hâlâ yaşanmaya devam ediyor. 2012 yılında İHH’nin Arakan raporunu yazmak üzere Bangladeş’te bir hastaneye gittiğimde, Arakanlı delikanlının anlattığı bazı olayları dinlemiştim. Köylerine Budist çetelerin geldiğini, çetelerin katliam yaptığını, arkasından askerlerin gelerek katliamı yapan Budist çeteleri koruduğunu ve onlarla beraber katliama giriştiğini anlattı. Amcasının oğlu ile beraber kaçtıklarını, sonra amcasının oğluna ateş açılarak öldürüldüğünü, kendisinin de yaralı olarak Bangladeş’e geçtiğini anlatmıştı. Ben o delikanlıya, “Ben seni dinledim, gerçekten yaşadığın olaylar bir insanın kaldıramayacağı ağırlıkta, ben Türkiye’den gelen bir Müslümanım, bana son söz olarak ne söylemek istersin?” demiştim. Tercümanımız Ahmet Samir, bunu Arakanlı delikanlıya tercüme ettiğinde bizim delikanlı ağlamaya başladı. Ahmet’e, “Ahmet ben yanlış bir şey mi söyledim, bu delikanlı neden ağlıyor? dediğimde Ahmet “Hocam siz ne dediyseniz ben aynısını anlattım, ben aynısını tercüme ettim.” dedi. Sonra delikanlıyı yatıştırdık, sakinleştirdik. Delikanlı konuşmaya başladı. “Hz. Peygamber’in (s.a.v.) ‘Müminler bir vücudun azaları gibidirler, vücudun bir yerine bir şey dokunsa tüm vücut onu hisseder.’ hadisine rağmen sen bana Türkiye’den gelen bir Müslümanım diyorsun. Oysa bizi 50 yıldır öldürüyorlar, tecavüz ediyorlar ve İslâm dünyasından bir kişi bile bizi duymuyor.” dedi. Delikanlının bu sözleri bizim Arakan’da ne işimiz olduğuna, bugün Arakan’ı niçin konuşmamız gerektiğine, Arakan’ı niye gündemimizin ortasına yazmamız gerektiğine herhalde en iyi cevaptı. Ne diyebilirim ki, gerçekten doğru söylüyor. Bizim delikanlı dedi ki: “Elhamdülillah dünyada Müslümanlar varmış ki

artık sesimizi duymaya başladılar. Bak sen geldin, benimle görüşüyorsun. Dua edelim de bundan sonra katliam olmasın.” 2012 yılında delikanlının bana anlattıkları, belki de hayatımda bana verilen en büyük dersti. Arakan, insanın psikolojik olarak kavrayamayacağı olayların yaşandığı yerdir. İHH, 27 Ağustos’ta katliam başlayınca Orhan Çelik’i -İHH Başkan Yardımcısı- Arakan’a göndermişti. Orhan’dan sonra bölgeye gittiğimizde, Orhan’ın bize söylediği bir şey vardı; “Hocam, biz tecrübesizlik gereği yardım etmek istediğimiz annelere, kadınlara soruyorduk: ‘Kocanız nerede? Çocuğunuz nerede? Niye ağlıyorsunuz?’ Ancak artık sormuyoruz. Çünkü duyduğumuz hikâyeler, duyduğumuz olaylar bizim de psikolojik olarak kavrayamayacağımız bir şekil almaya başladı. Artık sormuyoruz, artık sormak istemiyoruz. Çünkü gerçekten insanlar çok acıklı hikâyeler yaşamışlar ve insanların anlattıklarını aklımız hayalimiz almıyor.” Bölgeye en son gittiğimizde Anadolu Ajansı’nın Washington muhabiri de bölgedeydi. Mülteci kamplarından geldi, gözleri dolmuş, bir kenarda ağlıyordu. Niye ağladığını sorduğumuzda dedi ki: “Bir iki röportaj yapacaktım, bir babanın kucağında çocuğu ağlıyordu. Ben de, en azından bu babanın yaşadıklarını dinleyip -baba burada ve çocuğu kucağında, annesi de yanındadır diye düşünüyordum- yazabilirim dedim. Ona ‘Sen ne yaşadın, niye kaçtın?’ deyince babanın anlattığı olay aklıma geliyor ve kendimi tutamıyorum, ağlıyorum. Baba hanımının tecavüze uğradığını ve evinde katledildiğini anlattı.” dedi. Anadolu Ajansı muhabirinin “Hocam bazen görev mi yoksa vicdan mı dediğimizde, insanın vicdanı kaldıramıyor. Nasıl yazabilirim, nasıl ifade edebilirim?” diye anlattığı bir olaydı. Kıymetli arkadaşlar Arakan, insanlığın bittiği yerdir. Arakan, insanlığın unuttuğu bir coğrafyadır. Düşünün, iki buçuk aydır bir yerden, bir katliamdan bahsediyoruz. Yüz binlerce insanın göçtüğünden bahsediyoruz ama maalesef sadece bahsediyoruz. Birleşmiş Milletler sadece kınıyor. İslâm İşbirliği Teşkilatı’nın kılı bile kıpırdamıyor. Türkiye, Endonezya, Malezya ve biraz da Suudi Arabistan dışında İslâm dünyasının kılı kıpırdamıyor. Birlik

Gönül Coğrafyamız Fatih’ini Arıyor!

39


ve beraberlik diye bir şey yok. Maalesef sadece sayıyoruz: 300 bin oldu, 400 bin oldu, 700 bin oldu. İnsanlar katlediliyor, tecavüze uğruyor ve insanlar vatanlarını kaybediyor, bundan öteye geçmeyen bir insani krizden ve bir insani boyuttan bahsediyoruz. Buraya gelmeden önce bölgedeki başkan yardımcısıyla son görüştüğümde “Hocam dün ve önceki gün binlerce kişinin gelişine şahitlik ettik. İnsanlar hâlâ katliamdan kaçıyorlar ve insanlar hâlâ göç etmeye devam ediyorlar.” diye bir ifade kullandı. Maalesef insani kriz hâlâ devam ediyor. Bu krizle beraber bazı sıkıntılar da ortaya çıktı. İlk defa bölgeye Save the Children ve World Vision girdi. Arakanlı yetimleri maalesef Bangladeş hükûmeti sadece bu iki kuruluşa emanet etti. Save the Children ve World Vision dünyadaki en büyük misyonerlik çalışması yapan kurumlardır. World Vision’ın baktığı yetim sayısı 4,3 milyondur. Bu da dünyada en çok yetime bakan yardım kuruluşu olduğu anlamına gelmektedir. World Vision’ın internet sitesinde biz kimiz diye bir bölümde “İsa’nın öğretilerini dünyaya hâkim kılmaya çalışan, tanrının askerleriyiz ya da günümüzün havarileriyiz.” cümlesini kullanıyorlar. Şu anda bölgeye girdiler ve Arakanlı mültecilere parmak ovuşturmaya başladılar. Yine Save the Children bölgeye giren ikinci büyük kurumdur. 2,5 milyon civarı kimsesiz ve yetim çocuğa bakıyorlar. Save the Children Suri40

Gri Edebiyat

ye’ye 2013 yılında girdi. 2014 yılında Suriyeli başörtülü bir öğretmenin başını açmasını Hatay’da The Ottoman Otel’de bir partiyle kutladılar. Save the Children böyle bir kuruluştur. Bu iki kuruluş şu anda Arakanlı yetimleri korumaya başladılar. Meselenin bir diğer boyutu da farklı ülkelerin yardım kuruluşlarının bölgeye girmesidir. Türkiye’den İHH ve Sadakataşı gibi yardım kuruluşlarının dışında, farklı kuruluşlar da gitmeye başladı. Mültecilerle ilgilenmeyle ilgili en etkili iki kurum, Birleşmiş Milletler’in Uluslararası Mülteciler Yüksek Komiserliği ve yine Birleşmiş Milletler Göç Ajansı’dır. Bölgedeki mültecilerle en fazla ilgilenen yardım kuruluşları olarak ya da Birleşmiş Milletlerin Ajansı olarak bölgede çalışma yapıyorlar. Bu da demek oluyor ki; dünya bölgeye hızla girdi, mültecileri bir şekilde etkilemeye, mülteciler üzerinden oyun oynamaya başladılar. Mültecilere en çok yardım eden ülke şu anda Amerika’dır. Türkiye yardım kuruluşlarıyla her ne kadar bölgede olsa da İslâm dünyasından farklı ülkeler yardım kuruluşlarıyla bölgede olsa da Amerika devlet olarak ve yardım kuruluşları olarak, en etkili ülke statüsünde yardımlar organize ediyor. Dünya, bölgede kendi çıkarları için hızla organize oluyor ama yine dediğim gibi İslâm dünyası ise maalesef ferdî tedbirlerle Arakan’daki krize müdahale etmeye çalışıyor. Belki de göstermelik müdahale ediyor demek daha doğru olacaktır.


Arakan’ın Asırlardır Tükenmeyen Hüznü Cevdet HASBAL

Günümüzde Arakan’da 5 milyondan geriye sadece 600.000 civarında Müslüman kalmıştır.

Arakan’da yaklaşık 5 milyon Müslümanın yanı sıra Budistler de yaşamaktadır. Hükûmetin izlediği politikalar ve saldırılar nedeniyle bölgedeki Müslüman nüfus her geçen gün azalmaktadır. Yapılan araştırmalara göre günümüzde Arakan’da 5 milyondan geriye sadece 600.000 civarında Müslüman kalmıştır. Myanmar yönetiminin saldırıları ve yaşanan katliamlar nedeniyle Arakanlı Müslümanların yüz binlercesi katledildi, milyonlarcası ise farklı ülkelerde sığınmacı veya işçi olarak yaşamaya mecbur bırakıldı. Dünya üzerinde yaklaşık olarak Malezya’da 150 bin, Bangladeş’te 1.5 milyon, Pakistan’da 350 bin, Suudi Arabistan’da ise 300 bin Rohingyalı bulunmaktadır. Bu ülkelerin yanı sıra Birleşik Arap Emirlikleri, Tayland ve Hindistan’da da Arakanlı Müslümanlar yaşamaktadır. İslâm’ın Arakan’a girişi, ilk kez Hicri birinci asırda Müslüman tacirler aracılığıyla oldu. Peygambe-

@cevdethasbal

rimizin (s.a.v.) sahabîlerinden Vakkas bin Malik (r.a.) ve bir grup arkadaşı bu ülkeye ayak basan ilk Müslüman tacirlerdir. Daha sonra Müslümanların bu ülke ile ticaretleri artmıştır. Hicri ikinci asırda Müslüman tacirlere ait bir gemi Arakan’a yakın Bengal Körfez’inde batmış ve gemideki onlarca Müslüman karaya çıktıktan sonra bir daha ülkelerine dönmemişlerdir. Arakan’a yerleşen bu Müslümanlar, İslam’ın bu bölgede yayılmasında büyük emek göstermişlerdir. Müslümanlığı kabul eden Arakanlılar tarih boyunca birçok katliama maruz kaldı. 50 milyon nüfusu bulunan Burma’nın yüzde 15’ini Müslümanlar oluşturmaktadır. Geri kalan nüfusun büyük bir çoğunluğu Budist. Müslümanların büyük çoğunluğu, ülkenin Arakan adlı bölgesinde yaşıyor. ARAKAN İSLAM DEVLETİ Arakan halkının tamamı 13. yüzyılda İslâm dini ile tanıştı ve Müslüman oldu. Süleyman Şah (Kral Narameikla), 1430 yılında Arakan İslâm Devleti’ni kurdu. Arakan İslâm Devleti 1784 yılına kadar bölgeye hükmetti. Bu dönemde hem ticaret ve ilim merkezi haline gelen hem de ekonomik olarak güçlenen Arakan, Portekizliler ve Hollandalılar ile uzun yıllar ticaret yaptı. 1784 yılında Müslümanların siyasi iktidarı kaybetmelerinden hemen sonra Burmalı Budistler, Müslümanları ezmeye, fiziksel olarak imha etmeye yönelik bir politika uygulamaya başladı. 19. yüzyılda Arakan’ı işgal eden, sömüren ve böl-

Gönül Coğrafyamız Fatih’ini Arıyor!

41


gedeki Müslümanları maden ocaklarında zorla çalıştıran yeni sömürgeci güç ise İngiltere’ydi. Arakanlı Müslümanlar, 1938 yılında kısmî bir bağımsızlık elde etmiş olsa da iktidarı ele geçiren cunta, Müslümanlara büyük eziyetlerde bulundu. İngiltere, 1948 yılında Arakan’dan ayrılırken bölgeyi Burma Sultanlığı’na bıraktı ve Ortadoğu’da oynadığı oyunun aynısını bu sefer Asya’da oynamış oldu. Burma Sultanlığı, Arakan İslam Devleti’ni yıksa da bölgeye tam olarak hâkim olamadı. İSLÂM DEVLETİ YIKILDI, ZULÜM BAŞLADI Arakan halkı, İslâm Devleti’nin yıkılmasının ardından Budistler tarafından sürekli olarak din değiştirmeye zorlandı. Fakat Müslümanlar her ne pahasına olursa olsun dinlerini terk etmedi. Bunun üzerine Burmalı Budistler, askerlerden aldığı destekle Müslümanlara yönelik büyük bir katliama girişti. 28 Mart 1942 yılında ilk olarak Minbya şehrine bağlı Çanbilli köyünde başlayan, daha sonra da bütün Arakan’a yayılan bu zulümde en az 150 bin Arakanlı Müslüman katledildi. Bu tarihi katliam esnasında yüz binlerce Arakanlı vatanını terk etmek zorunda kaldı ve komşu ülkelere sığındı. Burma, 1948 yılında İngiliz yönetiminin sona ermesiyle bağımsızlığını kazandı. 1962 yılında askeri darbeyle iktidara gelen komünist General Ne Win, devletin tüm imkânlarını Müslümanları yok etmek için seferber etti. Hazırlanan “Burma Sosyalist Parti Programı”nda, her türlü yol kullanılarak Müslümanların dinlerinden uzaklaştırılması hedefleniyordu. İnsan hakları kuruluşlarının vermiş oldukları raporlara göre, 1962-1984 yılları arasında 20.000 Arakanlı Müslüman katledildi. Yüzlerce kadına tecavüz edildi ve Müslümanların tüm mal varlıklarına zorla el konuldu. Devletin iletişim araçları, İslâm dini hakkında yalan ve iftiralar yaymak için kullanıldı. 1978 yılının baharında yaklaşık 200.000 Müslüman daha Bangladeş’e göç etmek zorunda kaldı. 1990’lardan sonra Müslümanlar tekrar büyük bir kıyıma uğramış ve yine neredeyse 200.000 kişi 1992 yılında Bangladeş’e sığınmak zorunda kalmıştı. Fakir bir İslâm ülkesi olan Bangladeş, Arakanlı mültecileri topraklarında ağırlamış ancak yi-

42

Gri Edebiyat

yecek ve barınma konusunda yardım etmekte çok zorlanmıştı. GÜNÜMÜZDEKİ BUDİST VAHŞETİ Myanmar haber ajanslarının vermiş olduğu bilgilere göre; Budist çeteleri, cinayet, toplu tutuklamalar, tecavüz vakaları ve işkence suretinde Müslümanlara karşı yaptıkları zulümleri gösteriyor. Ayrıca, Myanmar Müslümanları ekonomik olarak birçok boykotu yaşamaya maruz bırakılıyor. Budist çeteler, Müslümanlara ait olan evleri, camileri, iş yerlerini ve araçları kundaklamaya devam ediyor. Gençler keyfi tutuklamalar yüzünden yaşadıkları yerlerden kaçıyorlar. 2012 – 2013 yılları arasında Myanmar’da, çoğu Müslüman olan 250 kişinin ölümüne neden olan şiddet olayları yüzünden, yaklaşık 140 bin kişi yer değiştirmek zorunda kaldı. Budist çetelerin kontrolünde yaşanan bu olaylara Türkiye dışındaki ülkelerin büyük bir kısmı sessiz kaldı. ZULÜM 2017 YILINDA DA DEVAM EDİYOR Arakan’da katliam bugün de devam ediyor. 2017 yılına gelindiğinde Arakan’dan göç etmek zorunda kalan Arakanlıların birçoğu Bangladeş’te Chittagong, Cox’s Bazar ve Teknaf’da bulunan irili ufaklı kamplara yerleşti. Şu an ise bu kamplarda hayatlarını sürdürmeye çalışan yaklaşık 1 milyon Arakanlı hayat mücadelesi vermektedir. Tarihi zulüm ve işkencelerle geçmiş ve geçmeye devam eden Arakan Müslümanları, Müslüman kardeşlerinden gelecek yardımlara muhtaç ve çaresiz bir şekilde beklemeye devam ediyor. Müslümanların yeniden refaha ve huzura kavuşması için bir an önce, Arakan’da akan kanın durdurulması gerekiyor.


Makale

Gana Afrikalılar ve özellikle Ganalılar için din, hayatlarında vazgeçilmez bir unsurdur.

Hussein HASSAN junadawuni@gmail.com

GANA’NIN TARİHİ Eskiden Volta Havzasına ait krallığın bir parçası olan Gana, bir altın merkezi olduğundan dolayı sömürgeciler tarafından Altın Sahili (Gold Coast) şeklinde adlandırılmıştır. 1957 yılında İngiltere’den siyasi bağımsızlığını kazanan Gana, Sahra Altı Afrika’da bağımsızlığını kazanan ilk siyahi ülkedir. Ülke, başkenti Akra olmak üzere 10 şehirden oluşmaktadır. Bunlar; Akra, Kumasi, Tamale, Takoradi, Cape Coast, Koforidua, Sunyani, Bolga ve Wav e Ho şehirleridir. “Gana” ismi Afrika tarihini onurlandırmak için ülkenin kurucusu Kwame Nkrumah tarafından verilmiştir. Eski Gana İmparatorluğu’nu hatırlatan bu isim, Afrika tarihine saygının bir işareti olarak seçilmiştir. Batı Afrika’da bulunan Gana, 238.500 kilometre karelik bir alanı kaplamaktadır. Ülkenin komşuları batıda Fildişi Sahili, kuzeyde Burkina Faso ve doğuda Togo iken, güneyinde ise Gine Körfezi (Atlas Okyanusu) yer almaktadır. 2010 nüfus sayımı sonuçlarına göre nüfusu 25.5 milyonun üzerindedir. Bu rakamın bugünlerde 25 milyonun üzerinde olduğu tahmin edilmektedir. Ülkenin resmi dili İngilizce olmakla birlikte farklı etnik gruplar ve dinî çeşitlilik açısından oldukça zengin bir ülkedir. Hristiyan nüfus sayımı raporuna göre Hristiyanlar %71.2 ile en yüksek dinî grup iken, Müslüman nüfus %17.6’tır. Ayrıca nüfusun %5.2’si yerel Afrika dinlerine, %0.8’i diğer dinlere inanan topluluklardan, %5.3’ü ise herhangi bir dine mensup olmayanlardan oluşmaktadır. Toplam olarak 79 farklı dil konuşulmaktadır.

COĞRAFİ KONUMU VE İKLİMİ Gana’da etkili olan iki büyük rüzgar türü vardır. Bunlardan birincisi Atlas Okyanusundan esen, serin ve nemli muson rüzgarları ve diğeri ülkenin kuzeyinde bulunan, Büyük Sahra’dan esen kuru, sıcak ve toz taşıyan Harmattan rüzgarlarıdır. Bu rüzgarlar Gine üzerinde karşılaşırlar. Bir hava akımının diğerine üstünlük sağladığı zamanlara göre mevsimleri kurak veya yağışlı geçer. Sıcaklık ortalamalarında kıyı kesimlerle iç kesimler arasında farklılık göze çarpmaz. Sıcaklığın en yüksek olduğu mevsim şubat ve nisan ayları arasıdır. Turistler için gezilebilecek Kakum Ulusal Parkı, Paga Timsah Gölcük, Mole Dagbon Parkı ve dünyanın en büyük yapay gölü olan Volta Gölü gibi güzel, ferah ve konforlu yerleri bulunmaktadır. Diğer bir taraftan ülkenin tropik mevsime ve münbit topraklara sahip olmasından dolayı mango, kakao, ananas, avokado vb. meyvelerin; mısır, arpa, buğday, yer fıstığı vb. ekinlerin yetiştirilmesine olanak sağlamaktadır. Altın, elmas ve petrol gibi doğal kaynaklarla sahiptir. Fakat üzülerek belirtmek isterim ki yukarıda zikredilen kaynaklar yabancı firmalar tarafından işletilmektedir.

Gönül Coğrafyamız Fatih’ini Arıyor!

43


İSLÂM VE MÜSLÜMANLIK Altın Sahili denilen bölgenin yani bugünkü Gana halkının İslâm dini ile tanışması Batı Afrika’da Wangara olarak bilinen Mandece konuşan Müslüman tüccarların aracılığıyla olmuştur. Aslında Manda tüccarları Mali İmparatorluğu’na bağlıydı. Altın ve kola cevizi ticareti ile uğraşıyorlardı. Burada şöyle bir açıklama yapmayı gerekli görüyorum, Altın Sahili Müslümanları dinî isimleriyle değil de, Dagomba Müslümanları, Aşanti Müslümanları, Gonja Müslümanları, Fante Müslümanları, Wangara Müslümanları gibi kabile isimleriyle bilinmekteydi. Fakat sonraki dönemlerde mezhep ve cemaat isimleriyle anılmaya başlayacaklardır. Bu değişikliğin sebebi de Müslümanlara dışarıdan mali olarak destek verenlerin, onlardan kendi ideolojilerini yaymalarını istemeleridir. Ayrıca bu destekçiler mezhepsel görüşlerini ve doktrinlerini öğretmek için medreseler kurmuşlardır. Bu tür destekler en çok Suudi Arabistan ve İran İslâm Cumhuriyeti tarafından sağlanmakta ve bu da hem yeni Selefilerin hem de Şiilerin Sahra Altı Afrika’da faaliyette bulunmalarını sağlamaktadır. İslâm dini 1500’lü yılların ortasında Gana’nın kuzey bölgesinde, 1700’lü yıllarda ise güney bölgesinde yayılmaya başlamıştır. Gana’daki Müslüman mezhepleri Ticaniyye tarikatı, Selefiyye, Ehl-i Sünnet ve’l Cemaat, Ahmediyye ve Şia olarak beş gruba ayrılmaktadır. Aşağıda bu gruplar sırayla ele alınacaktır. Ticaniyye ihvanı 1880’lerin sonlarında ülkeye girmiştir. Bu tarikat ismini kurucusu olan Ahmed el-Ticani’den (ö. 1815) almıştır. Tarikatın hızlı yayılması ve gelişmesi 19. yüzyılda Altın Sahili’nde başlamıştır. Tarikatın kısa sürede yayılmasının nedeni, hac ibadeti esnasında Burkina Faso, Benin ve Senegal’den gelen İbrahim Nyass gibi hocalarla tanışmasıdır. İbrahim Nyass sadece Ticaniyye’nin yayılmasında etkili olmamış, aynı zamanda 1950’lere kadar Gana’daki Müslümanların dinî hayatlarını şekillendirmiştir. Selefiyye, Vehhabî hareketinin kurucusu Muhammed Abdul Vehhab’ın (ö. 1792) kurduğu bir harekettir. Selefiyye, Gana’ya 1961 yılında diplomatik ilişkilerle girmiştir. Akra’daki Suudi Arabistan büyükelçiliğinin dinî bürosu, Gana’daki Müslümanlar 44

Gri Edebiyat

için dinî faaliyetler ve insani yardım projeleri düzenlemektedir. Selefîlik propagandası ve tebliği yapmak üzere Suudi Arabistan’da okumak için öğrencilere burs verilmiştir. Suudi Arabistan’dan dönen öğrenciler, Selefîlikle ilgili tebliğde bulunup, programlar düzenlemeye başlamışlardır. Gana’da Ehl-i Sünnet ve’l Cemaat hareketi 1997’de kurulmuştur. Geleneksel Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat anlayışıyla karıştırılmaması gereken bu hareket Gana’daki Selefî grup içinden çıkan ve onlardan ayrılan bir grubu temsil etmektedir. Selefiyye grubundan farkları, gayrimüslimlere ve Ticaniyye tarikatı gibi Sûfi tarikatlara karşı ılımlı bir tavır sergilemeleri ve onlarla müzakereye açık olmalarıdır. Ahmediyye Müslüman misyonu 1921’de Gana’ya gelmiştir. Ekumfi’deki Fante Müslüman grubu, Ben Sam önderliğinde Ahmediyye Misyonerlerini Gana’ya davet etmiştir. Ben Sam eski Metodist dinini öğreten biriyken sonradan Müslüman olmuştur. Bazı rivayetlere göre, Müslümanların giyiniş tarzından etkilendiği için Müslüman olmuştur. Bir başka rivayete göre ise, o dönem Müslümanların şeyhi olan Kramo Sheibu ve arkadaşının eşi Yedu sayesinde Müslüman olmuştur. Şia mezhebinin Gana’ya girişi, 1982 yılında Gana’da İran Büyükelçiliği’nin kurulmasıyla başlamıştır. Bu elçiliğin kurulmasının amacı, Gana’nın ekonomisini desteklemek, siyasi işbirliği ve kültür alışverişidir. İran Büyükelçiliği’nin yanı sıra, İran Kültür Konsolosluğu, İran Tarım ve Kırsal Kalkınma Teşkilatı ve İran Tıbbi Misyonu da Gana’da Şia’nın siyasi ve dinî ajandasına hizmet eden kurumlardır.


no’nun Hz. Peygamber’den (s.a.v.) daha fazla namaz kılıp ondan daha fazla Kur’an-ı Kerim okuduğu beyanında bulunmasına sadece Selefîler değil, bazı Ticaniyye tarikatı âlimleri de karşı çıkmıştır. Aynı zamanda bir erkeğin dörtten fazla kadınla evlenebilmesine yönelik görüşü de Müslüman âlimler arasında tartışma konusu olmuştur. Ona göre Kur’an-ı Kerim’de belirtilen kadın sayısı genel bir kuraldır ve duruma göre değişebilmektedir. Her ne kadar tarihte bu gruplar arasında olumlu ve olumsuz olaylar yaşanmış olsa da bugünlerde bu gelişmeler asgari düzeyde yaşanmaktadır.

1986 yılında Akra şehrinde Şeyh İrwani tarafından Ehl-i Beyt Enstitüsü kuruldu. Bu enstitü Şiiliği, özellikle de 12 İmam Şiiliği’ni desteklemek amacıyla kurulan özel bir enstitüdür. Bu enstitü, Dünya Ehli Beyt Vakfı’nın İran’daki şubesidir. İran Devleti bu tür kurumlara sermaye sağlayarak Şiiliği büyütmede başarılı olurken Ehl-i Beyt Enstitüsü, Gana ve ötesinde Şiiliğin etkili olmasında önemli mesafe kat etmiştir. Bu gruplar arasında kuruluş tarihlerinin başlarında rahatsızlık verici gelişmeler yaşanmıştır. Bu gelişmeler aşağıda birkaç örnek ile bahsedilecektir. Mesela Ticaniyye tarikatının yayılmasında etkili bir diğer kişi olan Abdullah Ahmed Maikano Jallo’dur (ö. 2005). Ticaniyye tarikatının liderleri arasında, Selefî âlimlerle tartışmaya girmeye cesaret eden ilk kişi Maikano olmuştur. Sonradan onun sayesinde Gana’da Ticaniyye tarikatına katılanların sayısı artmış ve sonradan kendisi bu hareketin lideri olmuştur. O zaman Gana’nın kuzey bölgesinde Tamale şehrinde yaşayan Selefî lideri Afa Yusuf Anjura (ö. 2005) Maikano’nun rakibi idi. Maikano’nun, kadın erkek aynı ortamda bulunma, davul çalma, hip hop müzik ve eğlenceyi hoş görmesi iyi şöhret kazanmasına sebep olmuştur. Maikano’nun liderliğindeki bu hareket daha sonra Gana’da “Jello Ticaniyye” olarak bilinecektir. Maikano’nun büyük etkisiyle hareketteki gençler sadece Selefîlerle değil, Ticaniyye hareketine karşı çıkan herkesle mücadele etmişlerdir. Maika-

Selefiyye mezhebi ise ibadet için Sûfilerin kullandığı yöntemlere, büyü ve muska kullanımına karşı vaaz etmeye başlamıştır. Çünkü onlara göre böyle bir inanç ve ibadet biçimi ne Kur’an-ı Kerim’de ne de Sünnet’te vardır. Bu yaklaşım, hareketin ülkenin diğer bölgelerinde yayılmasına yol açmıştır. Suudi Arabistan mezunlarının kendi aralarında bölünmesi ve yerel dinî gruplarla ilişkilerinin olmayışı, hareketin zayıflamasına neden olmuştur. Ehl-i Sünnet ve’l Cemaat’in yaptığı çalışmalar sonucunda Gana’nın farklı yerlerinde Ticaniyye ile Sünniler arasında mezhep çatışmaları ortaya çıkmıştır. Bu çatışmalarda bazı insanlar hayatlarını kaybederken bazılarının mülkü hasar görmüştür. Ehl-i Sünnet ve’l Cemaat âlimlerinin bu mezhepler arasındaki tartışmalarla ilgili ilmi müzakereler ve çalıştaylar düzenlemesiyle ilişkiler normal hale gelmiştir. Ayrıca Gana’daki Müslümanların hayatını düzgün hale getirmek için yaptıkları çalışmaların sonucunda, Hukuki Yardım Planları (Legal Aid Scheme), İnsan Hakları ve İdari Yargı Komisyonu (Commission on Human Rights and Administrative Justice), Gana Polis Servisi’ne bağlı Aile İçi ve Mağdurlara Yönelik Destek Birliği (Domestic and Victims Support Unit), Afrika Kadın Avukatlar Federasyonu (Federation of African Women Lawyers) gibi sivil kuruluşlarda tanınırlık kazanmıştır. Ahmedilere gelince, bunlara göre hareketin kurucusu olan Mirza Gulam Ahmad, peygamberlerin görevini tamamlamak üzere mesih ve reformcu olarak dünyaya gönderilmiştir. Sünni Ortodokslara göre ise Ahmediyye ayrılıkçı bir harekettir; İslam’ın

Gönül Coğrafyamız Fatih’ini Arıyor!

45


ideallerine karşı hareket etmektedir. Özellikle Sünniler, Gulam Ahmed’i Hz. Peygamber’den daha yüce kabul etmelerinden dolayı Ahmediler’den ve hareketin kurucusundan nefret ederler. Ahmediler Gulam Ahmed’i peygamber olarak görürken, Sünniler ise onu lanetli olarak görmektedirler. Ahmediler temelde diğer Müslümanlarla aynı inanca sahip olmalarına rağmen, Sünni Müslümanlar tarafından müşrik olarak ilan edildiler ve bunun sonucunda iki grup arasında gerginlik yaşanmaya başladı. Ahmediler sosyal alanda birçok proje ve çalışmaları başarmıştır. Bilindiği üzere Hıristiyan misyonerler sosyal hizmet vererek insanların Hıristiyanlığa girmelerini sağlamaktadılar. Ahmediler de geldiklerinde aynı hizmetleri verdikleri için Hristiyanlığa girenlerin oranının azalmasına sebep olmuşlardır. Bu hizmetlerin kapsamı ise yol, okul ve hastane şeklindeydi. En son olarak da Cape Coast Uluslararası Ahmediyye Üniversitesi’ni kurmuşlardır. Şia mezhebinin yayılmasında rol alan konsolosluk ise öğrencilerin desteğiyle Müslümanların dinî alanının bir parçası oldu. Öğrenciler için çeşitli platformlar ve programlar organize eden Selefi sivil toplum örgütlerinden farklı olarak İranlılar, destek amacıyla, enstitülerde bulunan ihtiyaç sahibi öğrencilere tam burs imkânını sağlamıştır. Bu yaklaşım öğrenci derneklerini İranlılara daha da yakınlaştırmıştır. Konsolosluk, eğitim alanında yatırımları artırması için Gana hükümetini desteklemiş ve Akra, Kumasi ve Tamale gibi Gana’nın büyük şehirlerinde “İmam Khomeini” olarak bilinen çok sayıda kütüphane inşa etmiştir. Konsoloslukta düzenlenen faaliyetler Ticaniyye âlimlerinin çoğunun ilgisini çekmekteydi ve bu, paylaştıkları dinî değerlerden kaynaklanmaktaydı: Hz. Peygamber’in (s.a.v.) doğum yılını kutlamak amacıyla düzenlenen mevlit kandili aktivitesi, Kudüs günleri olarak anılan yıllık kutlama ve aktiviteler, Hz. Fatıma’nın doğum günü kutlaması, Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin ile ilgili programlar vs. Fakat bu âlimler hiçbir zaman Şii fikirlerden etkilenmemişlerdir. Onların bu programlara katılmalarının nedeni Hz. Peygamber’in kendisine ve ailesine olan saygılarıdır.

46

Gri Edebiyat

Konsolosluk faaliyetleri kuzey bölgesindeki Tamale şehrinde bulunan Şeyh Basha İdriss İbrahim gibi bazı Selefî âlimlerin de ilgisini çekmiştir. En başta işaret edildiği üzere, Afrikalılar ve özellikle Ganalılar için din, hayatlarında vazgeçilmez bir unsurdur. Afrikalılar için din ya geleneksel dinler, ya Hristiyanlık ya da İslâm’dır. Afrika’da dine verilen bu önem sebebiyle bazı kişiler zenginleşmek amacıyla kendilerini âlim ve hoca ilan etmişlerdir. Hristiyan gruplar içinde peygamberlik iddiasında bulunanlar dahi olmuştur. Bu sorunun ortaya çıkmasının en büyük sebebi ülkede düzgün bir eğitim sisteminin olmamasıdır. Ayrıca Müslümanlar için okul, hastane vb. ihtiyaçların yeterli miktarda olmaması bazen Müslüman öğrencilerin Hristiyan okullarda okumalarını zorunlu kılmaktadır. Ülkenin Hristiyan misyonerleri insanları dinlerine çekmek için diğer dinlerin mensuplarından daha fazla çaba sarfetmektedir. Dolayısıyla misyonerlik faaliyetlerinin büyük çoğunluğu, yoksulluk ve okuma yazma oranının düşük olduğu, ülkenin kuzeyinde yer alan üç şehirde -Tamale, Bolga ve Wa’da- gerçekleştirilmektedir. Bu faaliyetler arasında içme suyu, okul, hastane vb. sosyal tesislerin bulunması, buradaki insanları kendi dinlerine kazandırmakta büyük etki göstermektedir. Müslümanlar, destek ve sponsorluk yetersizliğinden dolayı bu tür çalışmalarda geri kalmaktadırlar.

Fotoğraf: Yavuz Atalay


Deneme

Köşebaşı Bizim devrimizde Hiroşima denen yer, şu anda bu coğrafyanın ta kendisi aslında…

Bir davası olmalı insanın, bir kavgası olmalı. Uğruna gecesini gündüzüne kattığı; bıkmadan, usanmadan düşüneceği bir meselesi olmalı. Başucuna asacağı bir hedefi ya da hücrelerinde dahi hiç durmadan dolaştırıp duracağı bir amacı olmalı. Dünyalık makamlar, deri koltuklar, ikişer üçer atlanacak merdivenler değil kast ettiğim. Mesela, bir çocuğun hayal kurmasını sağlamak ya da hayallerine ulaşmasını sağlamak. Belki de hayal dahi edemediği, adını bile bilmediği, varlığından bihaber olduğu bir şeyle karşı karşıya getirmek onu. Kurban Bayramı sonrası Çad köylerinden birinde gezerken bir köşe başında rastladım fotoğrafta gördüğünüz çocuğa. Biz beyaz adamlar(!) bu coğrafyada bir köyün sınırlarına girdiğimizde, köydeki bütün çocuklar peşimize takılırdı; onlarla dolaşırdık köyün sokaklarını. Bu ufak kız çocuğu henüz abilerinin ve ab-

Yavuz ATALAY @yavuzatalay34

lalarının bu eğlencesine katılmayı akıl erdiremeyecek yaşta olduğu için bir köşede bizi seyretmekle yetiniyordu. Yanına gidip çantamdan çıkardığım rengarenk şekeri uzattığımda ortaya bu kare çıkıverdi. Öylece baktı şekere. Hiçbir şey söylemeden öylece bakakaldı. Ölümsüzleştirmeliydim bu anı. Döndüğümde anlatmalıydım çocuğuna her gün çeşit çeşit şeker alan anne ve babalara. Bu minik kız çocuğu eline tutuşturduğum ne yapacağını bilemediği şekere bakarken, bir şeker daha çıkardım çantamdan. Nasıl yemesi gerektiğini gösterdim ona. Ben anlatana kadar belki bunun yenecek bir şey olduğunu bile bilmiyordu. Tarifi olmayan bir andı benim için. Nazım Hikmet’in “Kız Çocuğu” şiirinde bahsettiği, bir şeker bile yiyemeden ölen çocuklar bunlar, öldüren biziz. Bizim devrimizde Hiroşima denen yer, şu anda bu coğrafyanın ta kendisi aslında… 2013 yılında 10 milyon 300 bin çocuk açlık ve açlığa bağlı hastalıklardan Afrika’da hayata gözlerini yumdu. Bir değil, beş değil. Tam 10 milyon 300 bin çocuk. Bir şekerin tadına dahi bakamadan, ne olduğunu bile bilmeden… En önemlisi de çocuk olarak yaşayamadan can verdiler. Pekâlâ, biz Afrika’daki bu çocuklar için ne yaptık? Bir şeker alıp gönderdik mi onlara, ya da bir çift ayakkabı, bir paket çikolata? Hayır! Biz hiçbir şey yapmadık. Sadece seyrettik olanları. Evlerimizin başköşelerine koyduğumuz televizyonlarımızda bir kurgu seyreder gibi seyrettik. Kendi çocuğumuzun kolu bir yere değse tekmeledik sehpaları, koltuk kenarlarını, kapıları. “Sana kimse zarar veremez. Ben varım, buradayım!” diGönül Coğrafyamız Fatih’ini Arıyor!

47


yebilmek için az mı ‘eh’ yaptık çocuğumuzun canını acıtan eşyalarımıza. Eve elimiz kolumuz dolu bir şekilde abur cuburlarla geliyor, çocuğumuzu mutlu ediyorken, “Bak yavrum, bu bir şeker de Afrika’daki kardeşlerin için. Haydi güzel bir hediye paketi yapalım da yollayalım onlara.” diyemedik. Dünyadaki hiçbir çocuğun açlıkla, susuzlukla imtihanı dikkatimizi çekmedi maalesef. Bunun hesabı bize sorulmayacak mı zannediyoruz? Yanı başımızda, artık sınırların kalktığı, tek tıkla her yere ve her şeye ulaşabildiğimiz şu küçücük dünyada; bir şeker parası, bir şişe su parası kenara koyamayıp; bu çocukları kaderlerine terk etmemizin hesabı bize sorulmayacak mı? Her köşesini, bucağını halılarla kapladığımız evlerimizde dahi “Terliksiz basma yavrum, hasta olursun.” cümlesini ağzımıza pelesenk etmiş bizler; her mevsim için çocuklarına çeşit çeşit ayakkabılar alan bizler; toprağa yalınayak basan çocukları daha ne kadar görmezden geleceğiz?

48

Gri Edebiyat

Hiçbir şey yapamıyorsak bile en azından bir şeker göndermeliyiz onlara, en renklisinden... Bizim kapalı gözlerimiz, duymayan kulaklarımız, sesini duyuramayan dillerimiz yüzünden daha ne kadar çocuk can verecek Afrika’da? Ne zaman bu çocukların en az bizim çocuklarımız kadar değerli olduğunu anlayacağız? Davamıza ve hedefimize bu masum çocukların yaşama hakkını katmalıyız artık. Çok geç olmadan, ölüme daha çok dur demeliyiz. Hiçbir şey yapamıyorsak bile en azından bir şeker göndermeliyiz onlara, en renklisinden...


Söyleşi

Düşünsenize; Müslüman Müslümana Karşı Savaşıyor! Bangladeş’e komşu olarak Hindistan ve Myanmar. Bir diğer komşumuz ise deniz. Bazen şöyle bir şaka yapıyoruz; Hindistan ile bir savaş başlarsa bizim gidebileceğimiz sadece bir yer var: Deniz.

Konuşanlar: Ubeydullah Yalçın, Fatih Aslan Öncelikle bize kendinizden bahsedebilir misiniz? Nazmul Haque Noyon: İstanbul 29 Mayıs Üniversitesi’nde Uluslararası İslâm ve Din Bölümü’nde birinci sınıf öğrencisiyim. Bir sene Arapça hazırlık okudum. Ailem Bangladeş’in kuzey tarafında Sherpur şehrinde, Hindistan’a sınır olan bir köyde yaşıyor. RakibBinWali: İstanbul Medeniyet Üniversitesi’nde Uluslararası İlişkiler Bölümü’nde birinci sınıfta okuyorum. Bangladeş’te başkent Dakka’da kalıyorum ama memleketim Mymensingh. Anwarul Azim: Bangladeş’in başkentinde yaşıyorum ama Gazipur’da doğdum. Şu anda İstanbul 29 Mayıs Üniversitesi’nde, İslâm ve Din Bilimleri Bölümü’nde üçüncü sınıf öğrencisiyim. Bangladeş’i kısaca tanıtacak olursanız, kuracağınız cümleler neler olurdu? Azim: Bangladeş üç tarafı Hindistan ile çevrili olan, dördüncü tarafı ise Bengal Körfezi olan Güney Asya’da bir ülke. Hindistan ve Bangladeş’i çok küçük bir sınır ile birbirine bağlayan bölge, Myanmar’ın Arakan eyaleti. Bangladeş’e komşu olarak Hindistan ve Myanmar. Bir diğer komşumuz ise deniz. Bazen şöyle bir şaka yapıyoruz: Hindistan ile bir savaş başlarsa bizim gidebileceğimiz sadece bir yer var, o da deniz. Rakib: Bangladeş yüzölçümü olarak Türkiye’nin beşte biri kadar olmasına rağmen 163 milyon

nüfusa sahiptir. Bu, bizim ülkemizin ne kadar bereketli olduğunu gösteriyor. 163 milyon insan ile beraber bu kadar küçük bir toprak parçasında yaşamak Allah’ın bir lütfudur. Nazmul: Eğer siz Bangladeş’e gelirseniz kimse sizin yabancı olduğunuzu anlamaz. Kimse size “Türk müsün? Nerelisin?” gibi sorular sormaz. Mesela bazen birinin Bangladeşli mi, Pakistanlı mı, yoksa Hindistanlı mı olduğunu biz de karıştırabiliyoruz. Bizim ülkemizde böyle iken, Türkiye’de herkes benim Türk olmadığımı anlıyor. Bangladeş bağımsızlık mücadelesini nasıl kazandı? Rakib: Hindistan, Pakistan ve Bangladeş önceleri birlikte Hint Yarımadası’nı oluşturan bir ülkeydi ve İngilizlerin işgali altındaydı. İsyanlar 1905 yılında başladı ve 1948’e kadar devam etti. İsyanlardan sonra ülke Müslümanlar ve Hindular olarak ayrıldı. Aslında Bengal, Hindistan’ın büyük bir yerini içine alıyor ama ülkeyi ikiye böldükten sonra Doğu Pakistan ve Batı Pakistan olarak Müslümanları da ikiye böldüler. Hindular ortada olacak şekilde Müslümanları iki tarafa ayırdılar. Demek istediğim eskiden Doğu Pakistan (şu anki Bangladeş) ve Batı Pakistan (şu anki Pakistan) vardı. 1947’de ikiye ayrıldıktan sonra 1952 yılında bir isyan daha çıktı. Bu isyanın sebebi ise Pakistan’ın Bengalce olan dilimizi Urduca olarak değiştirmek istemesiydi. Ama tabii ki bunu kabul etmedik. Nazmul: 1971’e kadar siyasi sıkıntılar bu şekilde Gönül Coğrafyamız Fatih’ini Arıyor!

49


sürüyor. 25 Mart 1971 yılında Pakistan soykırım yapmaya başladı. O gece büyük bir katliam oldu. 26 Mart itibarıyla Batı Pakistan ile Doğu Pakistan arasında resmi olarak savaş başladı. Savaş her zaman çok kötü bir şey ama 9 ay boyunca bu savaşımız devam etti. Hindistan da Pakistan’ın üzerine gidince, Pakistan’ın hem Hindistan hem de Bangladeş’e karşı savaşamaması ve Hindistan’ın Bangladeş’e asker yardımı göndermesi üzerine 14 Aralık 1971’de Pakistan’ın askerleri bize teslim oluyor.26 Aralık’ta Doğu Pakistan bağımsızlığını kazanıyor ve Bangladeş artık resmi olarak ayrı bir devlet haline gelmiş oluyor. Azim: Şunu belirtmem gerekiyor ki bu yapılan tamamen bir delilikti. Düşünsenize Müslüman Müslümana karşı savaşıyor. Ben bunun sadece bir dil için olduğunu düşünmüyorum. Bu savaşın içinde İngiltere’nin ve Hindistan’ın eli olduğuna inanıyorum. O zamanlar savaş devletlere çok yabancı bir şey değildi. Eğer politik bir şekilde sorunları çözemezseniz savaş kaçınılmaz bir durum. Sonuç olarak Hint Yarımadası’nda Müslümanlara eziyet o zamanlarda başladı hâlâ da devam ediyor.

Azim: İnsan, zor duruma düştüğü zaman ilahi bir şeye sığınmak istiyor. Biz hep işgal altında, savaş içerisinde, başkalarının sömürgesi altında kaldık. Bu yüzden insanımız, insanlara değil de dine dayanmak istediler. Bilirsiniz, bir Müslüman ne zaman zor duruma düşerse ibadet eder, dua eder, Kur’an-ı Kerim okur ve bu şekilde ferahlamaya çalışır. Ancak şöyle bir durum da var; insanlar dine bu kadar bağlı olduğu için din ile çok kolay bir şekilde kandırılabiliyorlar.

Pekâlâ, ülkenizdeki dinî hayat hakkında bizimle paylaşacaklarınız nelerdir?

İslâmiyet Bangladeş’e nasıl geldi?

Nazmul: Bangladeş’in %87 - %90 miktarındaki nüfusu Müslüman, geri kalan kısım genel olarak Hindu, çok az bir kesim de Budist’tir. Misyonerlik çalışmaları bu bölgede pek işe yaramamış, hatta hiç işe yaramamış. Neredeyse hiç Hristiyan yoktur. Bizim ülkemizde imam, camilerde insanlara vaaz ettiğinde insanlar bıkmadan usanmadan 1-2 saat dinleyebiliyor. İnsanlarımız dine çok bağlı ama Türkiye’de böyle değil. Burada insanlar beş dakika bir şey dinleyince hemen sıkılıyor. Hatta ön safların boş kalıp kapıların dolu olması da bunun bir göstergesidir. Caminin kapısına oturuyor ki biter bitmez çıkabilsin. Rakib: Mesela şu an bakınca Türkiye’de namaz kılma oranı giderek azalıyor. Bangladeş’te insanlar dinine bağlı olduğu için böyle bir durum yok elhamdulillah. Tarih boyunca bu bölgedeki Müslümanlara çok fazla soykırım yapılmış. Bu yüzden de insanlar birlik içerisinde, belki de acıdan dolayı İslâm’a sımsıkı tutunuyorlar diyebiliriz.

50

Gri Edebiyat

Rakib: Muhammed bin Kasım, Hindistan’ı İslâmla 1700’lü yıllarda tanıştırmıştır. Ancak Bangladeş’in bağımsızlığından sonra İslâm ile tanışması İhtiyaruddin Muhammed bin Bahtiyar Khalji tarafından olmuştur. Nazmul: Khalji askere gitmek istiyor ama bir kolu diğerinden kısa olduğu için askere alınmıyor. O da farklı farklı şehirleri gezmeye başlıyor. Sonbaharda Bangladeş’e geliyor ve burada bir ordu kuruyor. Ancak bu ordu yaklaşık 12 kişiden oluşuyor. O zamanlar Hindular kadınlara önem vermiyordu. Gerçi hâlâ öyle ama Khalji oraya gittiğinde kadınlara önem verdiğini gösteren işler yapmış. İnsanlar,“Bu nasıl bir din ki kadınlara önem veriyor.” diyerek İslâm’a ısındı. Bangladeş insanındaki dinî fıtrat ve İslâm’ın insan haklarına en uygun din olması gibi sebeplerle İslâm çabucak yayıldı. Biraz da yiyeceklerden konuşalım isterseniz, Bangladeş halkının pirinç ile arası nasıl? Rakib: Türkiye’de senede bir defa pirinç yetişmesine rağmen bizim ülkemizde senede iki sefer


hatta bazı bölgelerde üç sefer yetişiyor. Ayrıca biz günde üç öğünde de pirinç yeriz ve çok severiz. Tıpkı sizin burada yemeklerde ekmek yemeden doyamadığınız gibi bizde de pirinç yemeden doyulmaz. Bangladeş’in toprağı bereketli, yağmuru çok. Pirinç de suyu seviyor. İngiltere boşu boşuna oraya gitmedi. Toprakların verimli olmasından dolayı Bangladeş’te çok fazla insan yaşıyor. Tarih boyunca küçücük bir kara parçasında bu kadar çok insanın yaşayabilmesini nasıl akla mantığa sığdırabiliriz? Biliyorsunuz ki bir bereket olduğu için bu kadar insan yaşayabiliyor. Nazmul: Bangladeş’te küçük büyük toplamda 256 tane nehir var ve bu nehirlerde çok fazla balık bulunur. Bizim köylerde yaşayan insanların çoğu gözlük kullanmıyor. Bence bunun sebebi ise çok balık tüketmemiz. Balık yemek göz için o kadar faydalı ki… Bir de bizim balıklarımız tuzlu su balığı değil, tatlı su balığı. Mesela benim anneannem yaklaşık 95 yaşında ama hâlâ gözlüksüz Kur’an-ı Kerim okuyabiliyor. Üstelik akşam vakti elektrik olmamasına rağmen fenerle okuyor. Balık gerçekten insanı zekileştiriyor ve Nasa gibi yerlere baktığınızda çok fazla Bangladeşli veya Hintli insan vardır. Bu arada Bangladeşli, Hintli ve Pakistanlı insanlar matematikte de çok iyidirler. Mesela her ne kadar kayda geçmemiş olsa da sıfırı Hintliler bulmuştur. Böylesi çok şey icat edilmiş ama kayda geçmemiş maalesef. Şu an köylerde durum bu şekilde ama şehirlerde böyle değil. Biz şehirlerde okuduk ama köylerde yaşıyoruz. Bu yüzden köy hayatı ile şehir hayatı arasında karşılaştırma yapabiliyoruz. Bangladeş’in doğu tarafında nasıl bir hayat var? Rakib: Bangladeş’in doğusunda genellikle gelir seviyesi düşük olan insanlar yaşıyor. Bu insanlar çalışmak için başkent Dakka’ya gider. Dakka’da üç tekerlekli araçlar çok yaygındır. Bisiklet gibi insan gücüyle kullanılarak taşımacılık yapılır. Bir insan gün boyunca pedal çeviriyor ve elde ettiği gelir çok düşük oluyor. Aşağı yukarı bir öğretmenin aylık maaşının yarısı kadar kazanırlar. Bu şekilde çalışmak zorunda olan çok fazla fakir insan bulunuyor. Ayrıca bu bölgede büyük nehirler bulunu-

yor. Bu yüzden en çok sel basan yerler de buralar. Hemen hemen bütün sene sel oluyor ve çok fazla can ve mal kaybı oluyor. Zaten topraklarımız küçük, bir de sel olunca sular ilerliyor ve topraklar su altında kalıyor. Bangladeş’teki nehirler öncelikle Hindistan’dan geçtiği için Hindistan tarafından yapılan çok sayıda baraj var. Bu barajlar yağmur yağmadığı zamanlarda kapatılır. Bangladeş’te iklim gereği Muson yağmurları yağar ve her Muson yağmuru yağdığında Hindistan bu barajları açıyor. Zaten yağmur altında kalan yerlere bir de baraj suları geliyor ve sel oluyor. Hintliler bunu bilerek yapıyor. Hatta insanların protestolarına rağmen yeni bir baraj daha yapıldı. Ancak tabii ki medya bunları göstermiyor. Şöyle bir örnek verebilirim; yaklaşık dört sene öncesine kadar eniştemin yaşadığı yerden büyük nehirleri görebilmek için bir buçuk saat yürümem gerekiyordu. Ama şimdi evden çıkıp arka tarafa gittiğimde nehri görebiliyorum. Tahmin ediyorum ki bir iki sene sonra sular onların evine kadar gelir. Myanmar ile komşu olmanız Arakanlı Müslümanların durumundan haberdar olmanızı sağlıyor. Şu anda Arakanlılar nerede ve nasıl yaşıyorlar? Rakib: Arakanlılar çok küçük bir yerde yaşıyorlar. Şu an UNICEF’in orada bir çadır kampı var ve sığınmacılar orada kalıyorlar. Bangladeşli insanların bu duruma çok üzülmesine ve yardım etmek istemelerine rağmen ellerinden bir şey gelmiyor. Hükümet ise hem yardım etmek istemiyor hem de gücü yetmediği için istese de yardım edemiyor. Nazmul: Türkiye bu bölgeye çok yardım ediyor. Hem Türkiye’den hem Avrupa’daki vakıflardan hem de diğer ülkelerden gelen yardımlar Arakanlılara doğrudan ulaşsa her bir Arakanlının bir tane evi olurdu. Ancak şunu söyleyebiliriz ki dünya ülkeleri ile Türkiye’den gelen yardımlar arasında, ihtiyaçları karşılaması açısından dağlar kadar fark var. Türkiye insani yardım konusunda gerçekten çok iyi çalışıyor. Şu anda oraya gönderilen yardım paketlerinin içinde ne var biliyor musunuz? Çok yüksek meblağlar ile satın alınan o yardım kolilerinin içinde bir tane şampuan, beş kilo pirinç, iki kilo mercimek, birkaç ağrı kesici türü ilaç bulunuyor. Bunlar çok basit şeyler olmasına rağmen çok pahalı fiyatlarla satın Gönül Coğrafyamız Fatih’ini Arıyor!

51


alınıyor. Hâlbuki bu pakete verilen parayla bir aile çok rahat bir şekilde bir ay boyunca geçinebilir. Üstelik kutuların üstünde pahalı yiyecekler yazıyor ancak vatandaşa yardımları dağıtırken ucuz ve miktar olarak daha az yiyecekler veriyorlar. Bunu tabii ki de satın alanlar bilemiyor. Oradakiler kolileri açtıklarında fark ediyorlar. Rakib: Ayrıca Arakanlılar için maalesef yardım çözüm değil. Üstelik bu kadar paranın harcanması sadece bir paket için olmamalı. Aslında bu paketler yerine Arakanlı çocukların okuması için bir tane okul açılsa daha faydalı olur. Ama böyle bir şey yapılmıyor. Geçen sene Facebook’ta bir grup kurduk ve para toplayıp ülkemize kendimiz götürüp yardım ettik. Bütün şehirlerde arkadaşlarımız belirli yerlere yardım kutuları yerleştirdi. Çok güzel olmuştu. Yardımlar ilk elden ulaştığı için hem aracılar komisyon alamadı hem de biz oradaki durumu daha iyi bildiğimiz için muhtaçların öncelikli ihtiyaçları giderildi. Sizce bu bölgeler için yapılabilecek en faydalı yardım ne olabilir? Rakib: Onların en çok ihtiyacı olan eğitimdir. Bu bölgelerde eğitim oranı çok düşüktür. Fakir bir bölge olduğu için yüksek bir eğitim alamıyorsun. Mesela benim yaşadığım şehirde sadece bir tane lise var. İnsanlar kendi karnını bir şekilde doyurur. Eğitimin olmadığı her yerde olduğu gibi Bangladeş’te de suç olayları artmaya başlıyor. Zaten eğitim yok ve insanlar işsiz. Evine ekmek götüremeyen insan ise kötü işlere yöneliyor. Ayrıca orada mesleki eğitim çok az. En azından mesleki eğitimler verilebilir. Bu gidişat şu anki çocukların ileride Bangladeş açısından tehlikeli olabileceğini gösteriyor. Üstelik insanlar sürekli yardıma alıştırılarak tembelleştirilmemeli. Artık bir şeyler yapmaları, çalışmaları gerekiyor. Nazmul: Bizim oralarda eğitim oranı çok düşük, medreseler çok az ve küçük. Ayrıca bu medreseler resmi bir şekilde eğitim yapamıyorlar. Buradan çıkan öğrenci tekstilde veya fabrikalarda çalışıyor. Şu anda Arakan’da en çok ihtiyaç duyulan ikinci şey ise banyo ve tuvalet. Bir arkadaşımdan duymuştum, Hristiyan bir dernek oradaki halka tu52

Gri Edebiyat

valet yapıyor ve halkın ihtiyacını gideriyor. Arkadaşım bana“Türkiye’den herhangi bir vakıf bu işi yapmıyor mu?” diye sormuştu. Çünkü çok ihtiyaç var. Hatta benim köyümde şimdiye kadar tuvalet yoktu. Ben bu sene dayıma kendi param ile yaptırdım. Eskiden orada yaşadığım zamanlarda rahatsız olmuyordum ama buraya alışınca artık rahatsız oluyorum. Son olarak Bangladeş’in turizm açısından değerinden bahsedebilir misiniz? Su içinde bir ormanınız var. Bundan biraz bahsedebilir misiniz? Nazmul: Bangladeş turistik olarak çok zengin bir bölgedir. Sundarbans, dediğiniz gibi su içerisinde bir orman. %81’i Bangladeş, %19’u Hindistan toprakları içerisinde bulunan; dünyanın en büyük tuzlu mangrov ormanıdır. İnsanlar, içinde ufak teknelerle geziyor. Ayrıca Bengal Kaplanları burada yaşıyor. Rakib: Cox’s Bazar Plajı dünyanın en uzun ikinci sahil şerididir. 145 kilometre ve tamamen kumdan oluşuyor. Ayrıca kuzeybatıda çok güzel yerler var. Çok sayıda şelale var ama bunlar bildiğiniz gibi serin değil de sıcak su akan şelaleler. Bangladeş’te macerayı seven insanlar her sene keşfedilmemiş doğal yerler bulurlar. Beautiful Bangladesh adlı kısa bir belgesel turistik açıdan anlatıyor. İzlemenizi öneririm. Vakit ayırdığınız için teşekkür ederiz. Allah razı olsun. Bize ülkemizi anlatma, tanıtma fırsatı verdiğiniz için biz size teşekkür ederiz. Faydalı olmasını temenni ediyoruz. Bizi ağırladığınız gibi biz de sizleri ülkemizde ağırlamak isteriz. Beautiful Bangladesh adlı belgeseli aşağıdaki linkten izleyebilirsiniz: https://www.youtube.com/watch?v=QNUSIOMb6vI


Endonezya “Farklı ırklara sahip olsak da biz biriz, birliğiz.”

Endonezya, bir devlet ama birçok farklı kültür, kabileler, hatta dillerden oluşan bir ülke. 2010 yılındaki sayımlara göre yaklaşık 237 milyon nüfus ile 34 bölge sahiptir. Bir bölge, en az 30 farklı kabileden oluşur ve aşağı yukarı 1.128 tane farklı kabile vardır. Bunların içinde en büyük olan kabileler şunlardır: Java, Bugis, Sunda, Batak, Dayak. Ayrıca Arap, Çinli ve Hindu vatandaşlar da vardır. Endonezya’nın ulusal sloganı olan “Bhinneka Tunggal İka” işte bu durumu simgeliyor. Eski Java dili olan “Sansekerta (Sanskritçe)”dan alınmış. Ülkenin ambleminin altında yazan bu yazı, Endonezce (Bahasa Indonesia)’de “Berbeda-beda tapi tetap satu jua” şeklindedir. Türkçe’ye çevirecek olursak “Çoklukta Teklik” yani “Farklı ırklara sahip olsak da biz biriz, birliğiz.” anlamına gelir. Devlet İslâm, Hristiyan (Protestan ve Katolik), Hinduizm ve Budizm dinlerini resmi olarak kabul etmektedir. Halkın ise %85,1’i İslâm, %9,2 Protestan, %3,5 Katolik, %1,8 Hinduizm, %0,4 Budizm ve diğer küçük toplulukların dinlerine inanmaktadır. Kültürler farklı olunca diller de farklı oluyor, dünyada en kalabalık dördüncü ülke olan Endonezya’da, halk arasında yaklaşık 742 dil konuşulur. Bir yerel dil başka bir dile çok uzaktır. Endonezyalılar yerel dil kullanarak birbirlerini anlayamıyorlar. Ama yine de birbirimizi anlayabilmek için 28 Ekim 1928’te düzenlenen büyük bir kongrede ortak dil olarak “Bahasa Indonesia” ya da Endonezce diye bir dil kabul edilmiştir. Endonezya halkı aralarında an-

P. Yusmar YUSUF @yousmart

cak bu dil ile anlaşabilir. Resmi dili olarak kabul edilen Endonezce, devletin resmi işlerinde de kullanılmaktadır. Ayrıca, farklı yerlerde yaşadığımız için, farklı telaffuz biçimleri ile konuşuyoruz. Endonezya ekvator çizgisinin üzerinde bulunur ve tropikal bir iklimi vardır. Ülkede yağmurlu (EkimMart) ve kurak (Nisan-Eylül) mevsimler vardır. Doğal kaynak bakımından da son derece zengin olan ülkemde çok sayıda farklı bitki türü bulunmaktadır. İklimin doğal sonucu olarak, ormanlar tropikaldir. Endonezya doğal güzellikleri, denizleri, yeşillikleriyle de meşhur bir ülkedir. Endonezya’nın mutfağı yine aynı şekilde birçok çeşitten meydana gelmektedir. Halkın çoğunluğu pirinç, et, balık ve deniz ürünleri yer. Ana yemeği olan pirinç pilavı, Türkiye’deki ekmek gibi her öğünde kahvaltı dâhil mutlaka bulunur. Nasıl ki Türkler ekmek olmadan yemek olmaz derler, Endonezyalılar da pilav olmadan yemek olmaz derler. Endonezya’nın pirinç pilavını Türkiye’deki pilavdan ayıran özelliği ise tuzsuz ve yağsız olmasıdır. Onun yanında acı sos veya özel yapılan baharatlarla pirinç pilavı yenir. Halkın çoğunluğu acıyı çok sever ve yemekte acı olmazsa yemek olmaz derler. Endonezyalılar tuzlu yemekleri daha çok sevdiği için, tatlı kültürü fazla bulunmamakla birlikte süt ya da hindistan cevizi sütü kullanılarak hafif tatlılar yapılır. Bu güzel ülkede görüşmek dileğiyle…

Gönül Coğrafyamız Fatih’ini Arıyor!

53


İzlenim

Londra Ve Kanada’daki Müslümanlık Üzerine Hasbihâl Müslüman, Müslümanı görünce zaten her görüşünde selâm veriyordu ama Müslüman olmayanlar da bir Müslümanı gördüğünde tebessüm ederek direkt “Selâmun aleyküm” şeklinde selâm veriyorlardı. Elhamdülillah…

Sohbetime “Elhamdülillah Müslümanım!” diyerek başlamak istiyorum. Kendi ağzımdan Kanada’daki İslâmiyetten, Müslümanlardan, farklı dinlere mensup kişilerin Müslümanlara karşı tutumlardan ve daha nicelerinden bahsedeceğim. Evvela belirtmek isterim ki Kanada’ya gittiğimde henüz tesettürlü değildim. Dış görünüşümden insanlar hangi dine mensup olduğumu anlayamıyorlardı. Haliyle Müslümanlık adına insanların bana karşı garip bir tutumuna şahit olmamıştım. Lakin Kur’an-ı Kerim’i hatmetmeye niyetlenmiştim. Bahçede oturup kendimi işitebileceğim bir ses tonuyla sayfaları okumaya koyulmuştum. Çevremizdeki evlerin sakinleri Hristiyandı. Onların şaraplarını yudumlayıp bana karşı latife yapmaya başladıklarını duyuyordum. Duyuruyorlardı, eksik olmasınlar. Ne Rabb’imin kelâmından gözlerimi ayırdım ne de sesimi kesme cüretinde bulundum. Kendilerini kale almadan sayfalarımı bitirip eve girdim. Ertesi gün sarhoş olduklarını ve çok mahcup olduklarını dile getirip akşam yemeklerine davet etmişlerdi. Davetlerine icabet etmemiştim lâkin bu mahcubiyetleri beni memnun etmişti. Allah hidayete erdirip, razı olduğu kullardan eylesin. Türkiye’de beş vakit ezan işiten bizler, Kanada’da bir vakit bile ezan işitememenin özlemi ile savruluyorduk. Toronto’da yaşıyorduk lakin Quebec eyaletindeki Montreal’de Türklerin yapmış oluğu bir cami vardı.

54

Gri Edebiyat

Zehra GÜNDOĞDU zeragndgd@gmail.com

Bu camide Müslüman Türk çocuklarına hem dinî hem de Türk kültürü üzerine eğitimler veriliyordu. Bir müddet Montreal’de ikamet ettik. Orada edindiğim arkadaşlarım bana Fransızca öğretiyor ben de kendi çapımda dinî meselelerde onlara destek oluyordum. Birlikte kıldığımız namazların tadı bir başkaydı. Nasip, güzel şey imiş. Peygamber Efendimizin (s.a.v.) sakalı şerifinin Kanada’ya geldiğini duyduğumuzda gözlerimiz parlamıştı. Kanada’ya gelip bizlere emanet edileceğini öğrendiğimizde ise: “Allahu ekber!” Bir avuç insan, avuç avuç gözyaşı... Gözlerdeki o hasret ve gülümsemeler hâlâ hatırımda. Anneme, ablalarıma ve bana emanet edilmişti. Tarif edemeyeceğim güzellikte buram buram bir koku ve bütün gece o kokuyu solumak... O gece uyumayıp başında nöbet tutmuştuk. Bütün gece içinde bulunduğum gecenin bitmemesi için dua etmiştim. Bitti, işte çaresizlik… Ertesi gün teslim etmek zorundaydık, ettik. İşte en zor ayrılık... Biraz da ramazan ayında geçirdiğimiz günlerden bahsetmek istiyorum. Ben size ezanı işitmeden oruç açmanın burukluğunu nasıl anlatabilirim ki? Teravih namazlarımızı ya Toronto’da bulunan Fatih Camii’nde ya da yine Toronto’da bulunan Masjid El Noor’da kılardık. Camilerde namaza duracak yer bulamadığımız olurdu. Elhamdülillah Müslümanız...


Londra’da sekiz sene ikamet etmiş babamın ağzından: 1985’te liseyi bitirdikten sonra İngiltere’ye hem İngilizcemi geliştirmek için hem de özellikle denizcilik üzerine üniversite okumak için gittim. İngilizcemi belli bir seviyeye getirdikten sonra işletme ve ekonomi üzerine üniversiteye başladım. 1989 yılında Schiller International University’den mezun oldum. Öğrencilik yıllarımdaki namazlardan bahsetmek istiyorum; Avrupa’da en fazla camiye sahip olan ülkeler arasında İngiltere yer alıyor. Camilerin yerlerini bildikten sonra zaten bu konuda kolaylıkla namazlarımı eda ediyordum. Cami bulamadığım vakitlerde ne yaptım? Cebimde çöp poşetinden yaptığım bir seccade gezdirirdim. Bir mağazaya girer ve soyunma kabininde çöp poşetimi seccade olarak kullanırdım. En fazla kullandığım yöntem buydu. Bir sefer namazımı kilisede kılmak zorunda kaldım ve papaz bu konuda çok yardımcı oldu. İngiltere’de Müslümanlar ağırlıklı olarak; Pakistan, Hindistan, Bangladeş kökenlidir. Belli başlı yerlerde çok yoğunlardır. Bugünkü Londra belediye başkanı dahi Pakistan kökenli bir Müslümandır. İkinci çoğunluk tahminimce Türklerdir. Türkler daha çok işçi ve esnaf takımıdır. Üçüncü çoğunluk ise Ortadoğu Araplarıdır. Onlarda maddi imkân fazla olduğu için orada çalışmak için değil de daha rahat, iyi bir yaşam sürmek için iş kurup yerleşmişlerdir. Yemek konusunda Hindistan, Pakistan ve Bangladeş kökenli Müslümanlar çok fazla olduğu için onlarda yaygın olan “halal food” dedikleri yani bizim “helal yemek” olarak adlandırdığımız yerler mevcuttur. Biz genellikle oralarda yerdik. Arapların mevcut olduğu yerler de aynı şekildeydi. İngiltere, Müslümanların usulüne uygun olarak hayvan kesimine müsa-

ade ediyor. Onun için tahsis edilmiş belli kasaplar, mezbahalar var. Hayvanlar, bu mezbahalarda Müslüman kasaplar tarafından İslâmi usule göre kesiliyordu. Hatta etler Avrupa’nın birçok ülkesine İngiltere’den gider. Çok mecbur kaldığımız zamanlarda ise Yahudiler de domuz eti konusunda çok titiz oldukları için onların “koşer” dedikleri -bizdeki helal onlarda koşer- yemek türleri vardır. Özellikle ekmek ihtiyacımızı onlardan giderirdik. Belli başlı camilerde (Süleymaniye Camii de dâhil) öğle ve ikindi ezanları dışarıya verilir, diğer vakit namazlarının ezanlarının sesi içeriye verilir. Ama bu ses çok fazla açılmaz. Ses seviyesi yakındaki bir kilisenin çanının ses desibeline göre ayarlanır. Üniversite okuduğum zamanlarda cuma namazlarımı cami bulduysam camide kılardım. Ama bazen derslerimizin yoğunluğundan dolayı yakındaki bir camiye gitme imkânımız olmuyordu. Biz de sınıftaki Müslüman arkadaşlarımızla, bize tahsis edilen boş bir sınıfa halı serer cemaat olarak cuma namazlarımızı kılardık. Okulumuz buna müsaade ediyordu. Okulda Hristiyan arkadaşlarla dinî açıdan illaki çatışmalarımız vardı ama bu hiçbir zaman kaba kuvvete dönüşmedi. Bu çatışmaların içinde Hristiyan arkadaşlarımızın en çok ağırlarına giden “Orijinal İncil, Allah kelâmıdır. Sonradan değiştirildiği için bugünkü İncil Allah kelâmı değildir.” söylemlerimizdi. Bunun için Hristiyan öğrenciler okulda bir konferans düzenlediler. Konferansa getirdikleri profesör önceden papazlık yapmış, papazlıktan da okulda profesörlüğe geçiş yapmış, Kur’an-ı Kerim’i birçoğumuzdan daha iyi okuyan ve ezbere bilen bir papazdı. “Kur’an-ı Kerim’in falanca ayeti...” diye başlayarak okurdu bize. İngiltere ile Avrupa’yı kıyaslayacak olursam; İngiltere, Avrupa’da İslâmiyet’in en rahat yaşandığı ülkelerden birisidir. En fazla cami İngiltere’de vardır. Bu konuda İngilizler politik de olsa demokrasiye olan saygılarından dolayı Müslümanlara karşı ön yargılı değildirler. Tesettürlü veya tesettürsüz bir hanım da bu konuda bir zorluk yaşamaz. Müslümanlara karşı en fazla ön yargı sahibi oldukları dönem Selman Rüşdi’nin Kur’an-ı Kerim hakkında yazdığı “Şeytan Ayetleri” adlı kitaptan sonra İngiltere’de Müslümanlar ve Hristiyanlar arasında ciddi bir çekişme olmuştur. Çekişmenin durulması hayli uzun zaman almıştır. Yine de Müslümanlara karGönül Coğrafyamız Fatih’ini Arıyor!

55


şı bakış açıları çok kötü değildir. İç dünyalarında olabilir ama bunu çok fazla dışarıya yansıtmazlar. Yani İngiltere’de Müslüman olarak yaşamak zor değildir. Yaygın olan, Hristiyan ve Müslümanlar tarafından bilinen camiler vardır. Bunlar; Türklerin yaptığı camilerden biri olan Süleymaniye Mosque, Pakistanlıların yaptığı East London Mosque ve Arapların yaptığı Central Mosque. Central Mosque, kütüphanesiyle birlikte çok sık kullandığım, çok güzel ve büyük bir camidir. Mısırlıların yönetimi altındadır. Araplar genellikle orayı kullanırlar. Londra’da İslâmiyet’i temsil eden cami orasıdır. Londra’da çok fazla Ramazan geçirdim. İngiltere’de sekiz sene kaldım. İlk gittiğim yıllar, yani 1985-1986 yılları, üniversitedeki ilk zamanlarımdı ve bu zamanlar Ramazan’a denk geliyordu. Aşağı yukarı 21-22 saat oruç tutuyorduk. Akşam saat 10 gibi iftar yapıyorduk. Akşam namazını kıldıktan sonra gece yarısında teravih namazı kılıyorduk. 56

Gri Edebiyat

Teravih namazından çıktıktan sonra eve sahura yetişemiyordum. 00.45’de imsak kesiliyordu. Trende yanıma su alıyordum. Sadece o suyu içiyordum ve oruç tutmaya niyet ediyordum. Öğrencilik dönemimde bekârdım, tek başıma bir evde kalıyordum. Kendi yemeğimi kendim yapıyordum. Bulaşık makinesi yoktu, ellerimle yıkıyordum. Çamaşırlarımı, dışarda jetonla çalışan makinelerde yıkıyor, kendi ütümü kendim yapıyordum. Bu şekilde hayatımı sürdürüyordum. Orada her türlü dinî akım vardır. Sünniler, Şiiler, Vahhabiler; İsmailiye tarikatı... Her türlü İslâmi cemiyetin yönetimi vardır. Mesela orada doğma büyüme Türk çocukların veya başka bir milletten olan Müslüman çocukların yaşadığı bir sıkıntı vardı: Aileyle çocuğun arasında ciddi bir kültür çatışmasının yaşanması. Genelde bu yabancı kökenli ailelerin İngilizce seviyeleri düşük oluyor. Kendi kendine sökebilen söküyordu. Sökemeyenler ise İngilizce ve ana dil-


lerini çok karıştırıyorlardı. Bundan dolayı okullarında çok fazla başarılı olamıyorlardı. Aralarında başarılı öğrenci çok ender çıkıyordu. Mesela aralarında Türkçe çatışması oluyor. Bu yüzden aileler çocuklarını kontrol etmekte çok sıkıntı yaşıyorlar. Bu noktada vakıflara ihtiyaç duyuyorlar ve vakıflar bu konuda onlara destek çıkıyor. Orada vakıflar; Türk tarihi ve Türkçe bağlamında çocuklara dini bir eğitimle birlikte yardımcı oluyor. Kurban bayramları çok garip geçiyordu. Evlerin bahçesinde kurban kesilmesi yasaktı. Belli başlı mezbahalarda kesiliyordu. İsmimizi yazıyorduk ve İskoçya’da bir mezbahada kurbanlar kesiliyordu. Tabii ki kurbanımız kesilirken şahit olamıyorduk. Herkesin kurbanı ikinci gün kamyonla gelirdi. Londra’daki vaziyet bu şekildeydi. Londra’da iki sene ikamet etmiş eniştemin ağzından: Üniversite okuma hasebiyle ikamet etmiştim Londra’da. Türklerin Londra’da bir gayesi vardı. Oradaki gaye çocukların hem Londra eğitim sisteminden yararlanması hem de bununla birlikte Kur’an-ı Kerim’i, Arapçayı, dinî ilimlerimizi daha iyi ve sevdirerek öğretmekti. Oradaki mevcut sistemden dolayı yatılı okul projesine başlanmıştı. Yatılı okul projesinde tamamen eğitim sistemiyle entegre olarak Kur’an-ı Kerim ve Arapça bazlı güzel bir program yapılmıştı. Ben de bu projenin içinde aktif olarak görev alıyordum. Program orada doğup büyümüş, oranın kültürü ile yoğrulmuş Türk ailelerin çocuklarına uygulanıyordu. En büyük problemleri ise; ailelerin eğitim seviyesinin düşük olması ve dil problemleri gibi sebeplerden dolayı ilk aşamalarda ilkokul dönemindeki çocukların okul ile iletişiminin sıkıntılı olmasından kaynaklı hem dinî yönden çok fazla gelişememeleri hem de akademik çerçevede iyi bir eğitim alamamış olmalarıydı. Mesela çocuk okula gidiyor ama velisinden bir destek göremiyor. Tamamen etrafındaki insanların yönlendirmesiyle oradaki belli bir topluluğa katılmış. Bundan dolayı oradaki Türk çocukların eğitim seviyesi çok düşüktü. Biz de bu noktada devreye giriyorduk. İyi eğitim alamamış, kendi kültüründe yozlaşmış çocukları alıp hem Türk kültürüyle hem de İngiliz sistemiyle; hem dinî eğitimlerine hem de okul eğitimlerine destek çıkmaktı. Benim de bu noktada görevim hafta sonu

yapılan gezileri, aktiviteleri düzenlemekti. Hâlihazırda genel olarak oradaki Türk çocukların eğitim sistemi camilerde gündüzleri veriliyordu. Oradaki çocukların ve ailelerin en büyük noksanlığı dini sadece kültür olarak görmekti. Mesela domuz eti yemiyorlar fakat bu hassasiyeti haram olmasından öte dinî bir kültür olarak görüyorlardı. Bilinçli değildi. “Din” daha çok kültürdü onlar için. Oradaki aileler genelde çocuklarıyla ilgilenemiyor. Özellikle Türk ailelerin çalıştıkları sektörlerde -kebapçılık, taksicilik, marketçilik vb. mecralar- vakit problemi olduğu için çocukları ile fazla ilgilenemiyorlardı. Zaman ayıramadıkları için de çocuklarıyla aralarında dil ve kültür uyuşmazlığı oluşmuştu. Çocuklar din açısından zaten çok eksikti. İşte bizim de oradaki tek gayemiz onların bu noktada bilinçlendirilmesi yönündeydi. Biz Türklerin mevcut durumu bu şekilde. Ha çok mu değişti? Hayır. Hâlâ çok ciddi problemler var ama bunun giderilmesi için çaba gösteriliyor. İngiltere’deki en yoğun Müslüman topluluğu; Pakistanlılar, Hintler ve Bangladeşliler. Onların içine çok girmedim ama şahit olduğum kadarıyla Türklere nazaran İslâm’ı daha yoğun yaşıyorlardı. Onlar da Türkler gibi bu kültür çatışmasını yaşamışlar veya yaşıyorlar. Dinî entegrasyonu en iyi Pakistanlılar kurmuştu. Bu da galiba onların devlet politikasından kaynaklı bir durum. Ama ciddi bir yozlaşma onlarda da söz konusu. Cuma namazını ve beş vakit namazlarımı Türklerin yapmış olduğu camilerde eda ediyordum. İngiltere’de ezan okunmuyor gibi zannediliyor. Türkiye’deki gibi olmasa da aslında ezan okunuyor. Minareden ezan sesi veriliyor ama çok kısık bir şekilde. Çevredeki farklı dine mensup insanları rahatsız etmiyordu. Cuma namazlarımızı Pakistanlı ve Bangladeşli Müslüman kardeşlerimizle cemaat halinde kılıyorduk. Türklerin yaptığı Süleymaniye Camii’nde hutbeler İngilizce ve Türkçe olarak okunuyordu. Cami bulamadığım zamanlar seccademi serecek nereyi buluyorsam orada kılıyordum. Günümüzde bu durum daha esnekleşmiş vaziyette. İngiltere diğer ülkelere nazaran İslamofobi ve ırkçılıktan daha uzak bir yapıda olduğu için saygılı ve hoşgörülü sahibiydiler. Biz Müslüman olduğumuz için bize karşı herhangi bir saygısızlık tutumuyla bizzat kendim hiç karşılaşmadım. Orada yaşayan Gönül Coğrafyamız Fatih’ini Arıyor!

57


arkadaşlarımdan da bu tarz bir durum işitmedim. Avrupa’daki çoğu ülkeyi gezdim. Lakin genelde gezi amaçlı olarak gittiğim için insanların tam olarak günlük yaşantısını görmedim. Hiçbir zaman Müslümanlık adına saygısız bir durumla karşılaşmadım. Tabii ki belli başlı gruplar karşı çıkıyorlar ama bunun ciddi bir noktada olduğunu görmedim. Ama İslâm’ı dört dörtlük yaşayanlar da var. Avrupa’da çok çetrefilli bir hayat var ama her şeye rağmen azimle vaziyetlerine sahip çıkıyorlardı. Türkiye’de bile zor olabilir ama orada daha meşakkatli bir vaziyet var. Helal yemek konusunda da İngiltere bu yönden çok iyi ve sistemli bir ülke. Orada veganlar çok fazla olduğu için onlara mahsus ambalajlar oluyordu. Ambalajların arkasındaki “V” harfi işareti olduğunda bizim için bir sakıncası olmuyor dini açıdan. Arkasında “V” harfi olunca içerisinde herhangi bir hayvansal madde veya gıda var mı yok mu anlayabiliyorsun. Helal et için belli başlı kurumlar vardı: HMC gibi. Onların vermiş olduğu belli sertifikalar var. Helal sertifikalarına oradakiler güveniyor. Biz hâlâ güveniyoruz ve buna göre hareket ediyoruz. Her “helal” yazan yerden değil de HMC damgası, sertifikası olan yerlerden yenebiliyordu. Ama tabii ki her yerde bulunamayabiliyor. Son zamanlarda daha çok yaygınlaşmış. Orada yaşayan arkadaşlarım çok sıkıntı çekmediklerini söylüyorlar. Kanada’da bir sene ikamet etmiş ablamın ağzından: Kanada’daki çocukların İslâmiyet’ten çok Hristiyanlıkla ilgili bilgileri vardı. Bunun genel sebebi de oradaki Türklerin genellikle oraya çalışma amacıyla gitmiş olmalarıydı. Aile olarak içlerinde ciddi bir şekilde kültür ve dinî çatışmalar vardı. Sade-

58

Gri Edebiyat

ce yazın dinlerini öğrensinler diye camilere gönderiyorlardı ama çocukların eğitim seviyesi çok düşük olmasına rağmen güzelce öğreniyorlardı. Karşı çıkmıyorlardı, sadece çok çabuk sıkılıyorlardı. Başka aktivitelerle desteklemek gerekiyordu. Mesela en çok giyim konusunda sıkıntı yaşıyorlardı. Ramazan ayı çok güzel geçiyordu. Türklerin camisinde her akşam bir aile iftar veriyordu. Evlerinde yahut caminin yemekhanesinde yemeklerini yapıyorlardı. Hep beraber sofralar kuruluyordu. İftardan sonra cemaatle birlikte teravih kılınıyordu. Oradaki ramazan ayı gerçekten Türkiye’den çok daha farklı geçiyordu. Çünkü gurbette olup da orada, ramazan ayında Türklerle bir araya gelip hep beraber ibadet etmek çok hoş oluyordu. Hatta Kanada’da Türkiye’den daha çok haz aldığımı söyleyebilirim. Çünkü daha fazla değerini biliyordum. Ramazan ayının dışında konuşacak olursam; her hafta sonu bir hanım mevlit okutturuyordu. İllâ bebekleri veya cenazeleri olduğu için değil, bir araya gelerek Kur’an-ı Kerim okumaya ve ibadet etmeye vesile olmak için. Mesela “Ben babam için okutacağım, annem için okutacağım, falanca için okutacağım…” Kur’an-ı Kerim ile haşır neşir olmak için ellerinden geleni yapıyorlardı. Bir de şöyle güzel bir olay vardı: Müslüman, Müslümanı görünce zaten her görüşünde selâm veriyordu ama Müslüman olmayanlar da bir Müslümanı gördüğünde tebessüm ederek direkt “Selâmun aleyküm” şeklinde selâm veriyorlardı. Elhamdülillah… Ve ben de paylaşımlarından dolayı babama, ablama, enişteme minnetlerimi sunuyor, hepinize Allah’ın selâmını vermekten gurur duyuyorum: Selâmun aleyküm.


Makale

Kosova “Değil mi cephemizin sinesinde iman bir; Sevinme bir, acı bir, gaye aynı, vicdan bir!”

Kosova 17 Şubat 2008 tarihinde bağımsızlığını kazanmış Güneydoğu Avrupa ülkelerinden biridir. Nüfusu iki milyonun üzerindedir; bu nüfusun yaklaşık %93’ünün Müslüman olmasına rağmen Kosova, laik bir ülkedir. Bağımsızlık savaşından yeni çıkmış olduğu için ekonomisinin henüz üst düzeyde olduğu söylenemez. Gerek ekonomi gerekse sosyal yapı açısından henüz belirli bir düzene sahip olamasa da her iki alanda da önemli ilerlemeler kaydedilmektedir. Kosova sahip olduğu mimari güzellikleri bir yana, İslâm ve Osmanlı tarihinde önemli bir yer tutması ve eğitim alanındaki yoğun çalışmaları sebebiyle de tanınmaya değer bir ülkedir.

Medina BİVOLAKU @BivolakuMedina

Kosova, yaklaşık 800 caminin sahibi olmakla birlikte farklı şehirlerinde farklı yapılarıyla da dikkat çeker. Prishtine, Prizren, Gjakove gibi şehirlerdeki camilerin mimari yapısı Osmanlı tarzını yansıtır. En eski cami “Sinan Paşa”, en beğenilen cami ise “Bayram Paşa İsa Beg” camisidir. Kosova ve Makedonya arasında bulunan “Bjeshket e Sharrit (Şar Dağları)” kışın kayak yapılan ünlü alanlardan biridir ve bu alanın en yüksek tepesi olan “Maja e Lubotenit” güzelliğiyle dikkat çeker. “Burimi i Drinit” nehri, “Liqeni i Mirushes” şelalesi gibi doğal kaynaklar da Kosova’yı turistik açıdan değerli kılmaktadır. Kosova’da ilk medrese Prishtine’de, 1952 yılında inşa edildi ve şu an üç farklı şehirde (Prishtine, Prizren, Gjilan) medrese bulunmaktadır. Gjakova şehrinde, “Medreseja e Madhe” adıyla 2005 yılında hafız yetiştirme okulu kurulmuştur ve o tarihten bu yana eğitim vermeye devam etmektedir. 1992’de Priştine’de ilk ve tek İlahiyat Fakültesi açıldı ve açılış tarihinden beri Arnavutluk, Makedonya, Sırbistan gibi birçok farklı ülkeden gelen öğrencileri kabul etmektedir. KOSOVA’DA İSLÂMIN YAYILMASI Aralarında gelişen ticari faaliyetler sonucunda Osmanlı ve Kosova devletleri komşuluk bağlarını geliştirmiştir. Oluşan bu kaynaşma sayesinde İslâm ile tanışan Arnavutlar, bir baskı veya zorlamaya tabi tutulmadan İslâm’ı kabul etmiş ve benimsemiştir. Sultan Murad Türbesi başta olmak üzere Priştine’deki Büyük Cami ve Prizren’deki Hamam, bu kaynaşma sürecinde inşa edilmiş ünlü eserlerden bazılarıdır.

Gönül Coğrafyamız Fatih’ini Arıyor!

59


Devlet ve müftülük bu duruma el konulması gerektiğini düşünerek yoğun bir çalışma süreci başlattı. Devlet Vehhabîlik ile ilgili faaliyetlere el koyuyor, müftülük de camilerde yaptığı her vaazda bu konudan bahis açarak Vahhabi kurumlarına gidilmesini önlemeye çalışıyordu.

Kosova Savaşı’ndan sonra Osmanlı İmparatorluğu, Kosova’yı Yugoslavya Krallığı’na bıraktı. Bu süreçte Sırp baskısının ve askeri müdahalelerin yoğunluğu, Kosova’nın bağımsızlığına kavuşmasını engelledi. 1995 yılında Sırp ordusu Kosova’ya resmen girdi ve birçok sivilin öldürülmesine sebep oldu. Aynı zamanda halk üzerine korku salarak Müslümanları din değiştirmeleri için zorladı. Böylece Müslüman oranı da düşürülmüş oldu. Birçok caminin yıkılması ve dinî bilgilerin kasten değiştirilmesi de yine Sırpların Kosova’ya o dönemde verdiği zararlardan bazılarıdır. Yıllarca süren bu savaşın sonunda Kosova 1999 yılında NATO tarafından kurtarıldı, sonrasında Yugoslavya Federal Cumhuriyeti 2003’te önemini kaybetti ve tamamen kaldırıldı.

Müslümanların bu gergin ortamdaki mücadeleleri son dönemde onları biraz olsun refah bir ortama kavuşturmuştur. Son dönemde eğitim sistemindeki baskılar azalmış, tesettürlü kızların okula gitme hakkı geri verilmiş, savaş döneminde zarar gören camiler onarılmış, ekonomide ilerleme kaydedilmiştir. Ayrıca müftülük de gençlere ve kadınlara özel olarak iki farklı kurum açtıktan sonra etki alanını genişletmiştir; merkezi şu an Kosova’nın başkentinde bulunmakta ve her bir şehirde de bir şubesi yer almaktadır.

YENİ DEVLETTE İSLÂM Bağımsızlıktan sonra din, devletten resmen ayrıldı; laiklik yolunda çalışmalara başlandı. Artık halkın içinde de bir dinî mücadele başlamıştı. Tesettürlü her kadına ve sakalı olan her erkeğe kötü bir gözle bakılmaya başlandı. Bu gergin ortam Müslümanların eğitim hayatını da etkiledi. Tesettürlü kızlar okuldan uzaklaştırıldı, namaz da artık sadece camilerde kılınabilecekti. Kosova’daki Müslümanların mezheplerinin Sünni olmasına rağmen Vehhabîlik ideolojisi ortaya çıktı ve toplumda gitgide yayılmaya başladı. Öyle ki artık İslâm’a yeni giren gençlerimiz Vehhabîlik ve bunun yanında oluşturulmuş Radikalizm etkisiyle Suriye gibi savaşta olan ülkelere gitmeye başladı.

60

Gri Edebiyat

Kosova’dan bahsedip de Arnavut şairlerden Mehmet Akif Ersoy’u anmamak olmaz. Yazımı, onun değerli dizeleriyle sonlandırmak isterim: “Cehennem olsa gelen, göğsümüzde söndürürüz. Bu yol ki Hak yoludur, dönme bilmeyiz, yürürüz; Değil mi cephemizin sinesinde iman bir; Sevinme bir, acı bir, gaye aynı, vicdan bir; Değil mi ortada bir sine çarpıyor, yılmaz, Cihan yıkılsa emin ol bu cephe sarsılmaz!”


Kuzey Irak ve İnsanları Bu muhabbetlerin sıradan olduğu bir coğrafyada her şeye rağmen dillerden en çok çıkan kelimenin “Elhamdülillah” olması, Müslümanların bu savaşı Allah’ın inayetiyle er ya da geç kazanacağına dair inancımızı tazeliyor.

Dış ve iç siyasetimizin her zaman gündeminde olan bir problemin bazı insanlara göre kaynağı olan bazılarının ise varlığından bihaber oldukları bir coğrafya ve idare: Kuzey Irak. Türkiye’de Kürdistan kelimesinin bir tabu olması hasebiyle Kuzey Irak veya KIBY-IKBY olarak bahsediyoruz. Yanlış anlaşılmak istemiyorum. Ancak orada yaşarken Kürdistan olarak isimlendirdiğim yer için şimdi Kuzey Irak demem pek samimi gelmiyor bana. Yine de yazı içerisinde kullanmamaya gayret edeceğim. Kaderin varlığına inanan bizler için insanın nasibi neredeyse yolunun oraya düşeceği mevzusunu kaçınılmaz bir gerçek olarak kabul etmek lazım. Planlamadığım ama pişman olmadığım bir tecrübeydi IKBY. Bağımsız devlet misali, özerk idarede ne ön yargılarımızdaki ortam ne de dünyanın geri kalanından soyutlanmış bir kahramansı özgürlük mücadelesi vardı. Hayat dünyanın geri kalanıyla aynı şekilde akıyordu. Bir Uluslararası İlişkiler mezunu ve onların ifadesiyle bir Türkiye Türk’ü olarak meşhur üç renkli bayraklarının altında üç yıl kadar yaşadım. Dışarıdan birisi olarak gözlemlediğim bu coğrafyadaki Müslümanların milliyetçilik ve savaş gölgesindeki İslâmi hayatından bahsederek bazı soru işaretlerini gidermek ve bilgi çağında olmamıza rağmen Kuzey Irak vatandaşlarının karanlıkta kalmış günlük hayatlarına kısaca bir göz atmak niyetindeyim. Savaşlara karar veren siyasilerin veya operasyonları ve planları yöneten komutanların zarar görmediği günümüz çağında, savaş çıkarmak devlet meselesi olmaktan çıkıp günlük siyasetin bir parçası

haline gelmiş durumda. 1970’lerde var olduğu kabul edilen bir idareye, bizler 2007’den itibaren haberdar olduk desek yanlış olmaz. Türkmenlerin, Arapların, Kürtlerin veya diğer toplulukların her biri en az diğeri kadar zulüm görmüştür Irak’ta. Ancak bazı zulümlerden haberdar olduk. Mesela Halepçe katliamı gerçek ama Irak’ın Kürtlere yaptığı bir zulüm olmaktan çok Kürtlerin iç savaşının bir sonucu ve DEAŞ’ın temellerinin atıldığı bir olay. Bazılarından ise haberdar olmadık. Mesela, DEAŞ öncesi sünnî Arap mahallelerin sebepsiz yere Irak Devleti tarafından bombalandığından haberdar olmadık. DEAŞ’ın oluşması için zemin hazırlayan bir süreç vardı. Hiçbir zulmün açıklaması olamaz. Tarih boyunca da zalimler ettiğini bulmuşlardır. Biz yanı başımızdaki hadiseleri uzaktan gelenlerden öğrenmeye devam ettiğimiz müddetçe ne komşularımız tarafından anlaşılabiliriz ne de onları doğru bir şekilde anlayabiliriz. Yazımızın konusu, “Kürdistan’da İslâmi hayat” ancak buraya gelene kadar bazı temel bilgileri ifade etmek istedim. Kuzey Irak’ta son yıllara kadar korunmuş bir İslâmi toplum mevcutmuş. Irak’ın, ülkenin işgaline ya da Kuzey Irak’ın neredeyse tam bağımsız olduğu döneme kadar dünyadan kopuk olduğu doğru kabul edilebilir. 2000’li yıllara kadar çaresiz bir fakirliğin hüküm sürdüğü bir coğrafyaymış. Bölgeyi yönetenlerin şahsi hırs ve politikalarına rağmen tabanda milliyetçilik duygularının coşması yine son döneme rastlamakta. Evlerin genelde müstakil olduğu Irak’ta, haremlik selamlık durumunun şehir içerisinde dahi sürdürülmekte olduğunu görmek insanı sevindiriyor. Misafirlerin girişi farklı kapıdan olmakla birlikte, ağırlandığı oda ve kullandığı lavabosu da ayrı oluyor. İmamlar Gönül Coğrafyamız Fatih’ini Arıyor!

61


sabah namazından önce teheccüde davet ediyor. Bu şekilde turistik bilgiler verebilirim ama bölgedeki insanların imanlarından ve İslâm kültüründen bahsetmeyi, bazı hususi hadiseleri size aktarmayı daha doğru buluyorum. Musul ve Kerkük için Osmanlı’nın son şehirleri demek yanlış olmaz. Musul şehri tarumar edilip insanlarının dünyanın dört bir tarafına dağıtılmasının altında yatan sebeplerden bir tanesi de buydu. Gerçek bir Osmanlı kültürüne sahip olan ve Misak-ı Millî sınırlarımızın içerisinde kalan bu coğrafya; zulüm, işkence ve ırkçılık belalarından yüz yıldır kurtulamadı. Kerkük’ün de bir iç savaşa kurban gitmesi an meselesiydi. Ancak oyunları bu kez tutmadı. Bu insanların imanları ve nasıl bir hayat yaşadıklarını birkaç örnekle anlatmak istiyorum. Türkmen şehri Telafer’de DEAŞ öncesi Şii-Sünni oranı birbirine denk idi. 2005 yılına ait bir video kaydı izledim, Telaferli bir Türkmen’in evinde. Kayıtta bir sünnet merasimi gerçekleştiriliyor. Sünni ve Şii insanlar aynı cami avlusunda beraber muhabbet ediyor; gençler camide ilahiler, münacatlar okuyor. Her şey normal gözüküyor. Hatta ekrandaki herkes çok neşeli gözüküyordu desem daha doğru olur. Ancak ekrana yansıyan her bir genç için evdekiler; “Bu şimdi DEAŞ askeri oldu. Bu çocuk Amerikan uçaklarının evlerini bombalamasıyla şehit oldu. Bu genç şimdi Peşmerge safında. Bu çocuk Avrupa’ya kaçtı.” gibi kaybolan bir kültürü farkında olmadan ifade etmeleriyle gözyaşlarımı hissettirmemek için fazla soru soramadım. Daha acı olanı da sünnet merasimini tertip eden hayırsever ev sahibinin babasının da bir intihar eyleminde hayatını kaybetmiş olması. Bu muhabbetlerin sıradan olduğu bir coğrafyada her şeye rağmen dillerden en çok çıkan kelimenin “Elhamdülillah” olması, Müslümanların bu savaşı Allah’ın inayetiyle er ya da geç kazanacağına dair inancımızı tazeliyor. Bir başka benzer duyguyu da DEAŞ’ten temizlenmeye başlayan Musul’dan kurtulan ve kapı komşumuz olan Arap bir aile ile tanışınca yaşamıştım. DEAŞ, Musul’u işgal ettiğinde içeride kalan ve 2.5 yıl DEAŞ zulmünde hanımı ve üç çocuğu ile yaşamak zorunda kalan komşum o günleri anlattıktan

62

Gri Edebiyat

sonra söylediği ilk söz: “Elhamdüllilah” olmuştu. Beni bu kadar etkileyen başka bir şey yaşamadım hayatımda. 2014 Haziran ile 2016 Aralık ayları arasındaki hayatınızı bir gözden geçirin ve 2.5 yıl boyunca üç küçük çocuğun ve annelerinin evden dışarı çıkmadığı, babalarının ise günde bir öğünlük yemek ihtiyaçlarını karşılamak için sadece arada bir çarşıya gidip geldiği bir hayatı tahayyül etmenizi istirham ederim. Kürtler içerisinde Türkiye’yi sevenler çoğunlukta. İnsanların seçme şansı olsa Irak’ın hatta Ortadoğu insanlarının yarısından fazlası ay-yıldızı görmek isterler meydanlarında. Dünyadaki her Sünni ancak Türkiye’de kendisini rahat hissedebiliyor. Ürdünlü bir Arap, bir keresinde bana Türkiye için “Devlet-ül Vahide” demişti. “Tek Devlet” şeklinde tercüme edebiliriz. Bütün Ehl-i Sünnet insanlar bu ülkeye dua ediyor. Sünni Arap ve Türkmenler de Türkiye sevdalısı insanlar. Onlar dahi kendi ülkelerinden çok bize dua ediyorlar. Malum darbe gecesi akabinde geçmiş olsun ziyaretine gelen bir Türkmen genci şöyle demişti: “Darbe olduğunu öğrenince evin bir köşesine seccadeyi serdik, sabaha kadar annem ve babamla birlikte nöbetleşe dua ettik!” En az bizim kadar korktular, en az bizim kadar sevindiler. Kuzey Irak’ta diğer dinler de rahatça yaşamakta. Şiilik, Irak’ın diğer bölgelerinde nasıl yıllarca gizli bir şekilde yayıldıysa, Kuzey Irak’ta da aynı şekilde gençlerin aklını çelmeye çalışıyor. Ebeveynlerini överek bahsettiğimiz gençler, İslâm kültüründen uzaklaşmaktalar. “Avrupa’da insanlar mutlu mesut yaşarken biz neden ‘Depomuzda su var mı? Elektrik ne zaman gelecek acaba?’ vb. sıkıntılar yaşıyoruz?” diye düşünüp Avrupa’ya kaçmak istiyorlar. Türkiye’den deniz yoluyla Avrupa’ya kaçmaya çalışan insanlar içerisinde, savaş olmayan şehirlerde yaşayan Kürdistan gençlerinin olması çok üzücü. Kuzey Irak’taki yeni gelişmeler inşaallah bölge halkının lehine olur. Müslümanların yaşanan zulüm ve savaşlardan hiçbir çıkarı yok. Siyasilerin çıkardığı savaşların Müslümanların arasında fitne çıkarmaması ve İslâm kardeşliğini sürdürmemiz lazım.


Makale

Afrika’nın İncisi Uganda Gayeleri Hristiyanlığı yaymak olsaydı, Hristiyanlığı unutup dinsizleşmiş olan ve sayıları milyonları bulan Batı insanlarına daha çok ağırlık vermeleri gerekirdi.

Yusuf MUGOYA yusufmugoya@gmail.com

Ülke, ismini Uganda’nın güneydoğu bölgesinde yer alan ve özerk bir krallık olan Buganda Krallığı’ndan almaktadır. Bantu gruplarının yaşadığı Buganda’da, konuşulan Bantu dilinde temel kelimeye (Ganda) gelen ön ek, kelimenin anlamını değiştirebilmekteydi. Buna göre Buganda, Bagandalıların yaşadığı ve Luganda dilini konuştukları yer olarak ifade edilmekteydi. Avrupalıların bölgeyle ve Uganda halkıyla ilk teması Tanzanya kıyıları üzerinden olduğu için bu bölgede konuşulan Swahili dilinde “-lerin yaşadığı yer” anlamına gelen “Bu-” ön eki yerine “U-” ön eki kullanıldığı için bu bölgeler Avrupalılar tarafından Uganda olarak adlandırılmıştır. Günümüzde de kullanımı bu şekilde devam etmektedir. COĞRAFYA Uganda Doğu Afrika’da yer alan bir devlet. Kuzeyde Güney Sudan, güneyde Tanzanya ve Ruanda, doğuda Kenya ve batıda Demokratik Kongo Cumhuriyeti ile komşudur. Sınırlarının büyük kısmı göl kıyısıdır ve denize erişim yoktur. Yaylalarla ve dağlarla çevrili olup, çeşitli su kütleleri, gür ormanları ve savana otlağı ile meşhurdur. Uganda ekvator üzerinde yer alan 6 Afrika ülkesinden biridir ve büyük bir kısmı da ekvatorun kuzeyindedir. Ülkenin %98’i yemyeşil ormanlarla çevrilidir. Uganda çok çeşitli bir bitki örtüsüne sahiptir. Ülke genelinde çoğu sınır çevresinde olmak üzere dokuz ulusal park ve altı yaban yaşam rezervleri bulunmaktadır. Uganda ekvator üzerinde olmasına rağmen yüksek rakım sebebiyle iklimi ılımandır. Ülkenin hiçbir yerinde aşırı sıcaklık görülmemesiyle birlikte yılda 1000 mm’den fazla yağış alır. Uganda ekonomisi tarıma dayanır ve bir nevi meyve ülkesidir. Uganda’da hayvancılık da çok yaygındır. Ayrıca gıda, çimento, yapı malzemeleri

ve tekstil ülkedeki gelişmiş sanayilerdir. Yer altı kaynaklarının zenginliği ve güzelliklerinden dolayı ülkeye çok sayıda turist gelmekte ve Uganda, Afrika’nın incisi olarak adlandırılmaktadır. Başkenti Kampala olan Uganda’nın, birçok kabile dili konuşulmasına rağmen, resmi dilleri İngilizce ve Svahili dilidir. 9 Ekim 1962 yılında İngiltere’den bağımsızlık kazanan Uganda’da, 40’tan fazla etnik grup bir arada yaşamaktadır. Bu etnik grupların her birinin ayrı dilleri, kültürleri ve gelenekleri olup, bazı etnik gruplarda farklı din de görülebilmektedir. Ülke genelinde yaşayan nüfusun yarısından fazlasını Bantu etnik grubu üyeleri oluşturmaktadır. Ülkede İngilizce ile birlikte 2005 yılında kabul edilen yeni yasaya göre Svahilice de resmi dil statüsündedir. Bu dillerin haricinde Uganda içerisinde özerk bir yapıya sahip olan ve geçmişi sömürge dönemi öncesine dayanan Buganda Krallığı’nda Gönül Coğrafyamız Fatih’ini Arıyor!

63


ise resmi dil olarak Bantu dil grubu üyesi olan Luganda dili kullanılmaktadır. UGANDA’YA İSLÂM’IN GELİŞİ VE YAYILIŞI

ve İslâm selamıyla selamlanmasını emretti. Özetleyecek olursak Uganda’ya İslâm, Arap tüccarlar vasıtasıyla geldi.

1960 yılına kadar Uganda diye bir ülke yoktu. Uganda çok sayıda topluluktan oluşmaktaydı ve her birinin kendi siyasi yapısı vardı. Siyasi açıdan bakılacak olursa, iki önemli sistem bulunmaktaydı. Biri krallık sistemiydi. Mesela Buganda Krallığı, Ankole Krallığı ve Bunyoro Krallığı gibi krallıklar bulunmaktaydı. Krallık sisteminde bütün güç kralın elindeydi ve o her şeyin sahibi kabul edilirdi. Örneğin Buganda Kralı (Kabaka), krallığındaki tüm toprakların sahibi kabul edilirdi. Arap tüccarlar Uganda’ya vardıklarında bu krallıkların bazılarını çok düzenli ve organize edilmiş olarak buldular ve Buganda Krallığı, tanıştıkları ilk krallıklardandı. Buganda topluluklarının sosyo-ekonomik yapısı büyük ölçüde muz bitkisi etrafında şekillenmiştir. Verimli topraklar ve monarşi yaşamın temelini oluşturmuştur. Bölge dışıyla ekonomik ilişkilere katılım ise daha sonraları fildişi üzerinden uzun mesafeli bir ticaret ağının kurulmasıyla gerçekleşti. 1830’larda yeni pazarlar ararken, Doğu Afrika’ya ekonomik olarak ilk ilgi gösterenler Araplardı. Köle ve fildişi ticareti iyi gidiyordu ve bu ticaretle birlikte bölgede İslâm’ın etkisi de arttı. Burada önemli olan nokta, Arapların ticaret yolları boyunca dinlerini yaymış olmasıdır. Buganda’nın dış dünyayla olan ilk irtibatı Zanzibar’dan gelen ilk Arap tüccarları yoluyla oldu. Bu tüccarlar Buganda’nın kraliyet mahkemesiyle irtibat kurarak 1832-1857 yılları arasında Kabaka (Kral) Suna tarafından karşılandılar. Tüccarlar krala hediye olarak pamuklu kumaş, ayna ve müzik aletleri getirmişlerdi. Fildişi ve Buganda tarafından ele geçirilen savaş esirlerinin geri alınması için yeni bir rota açabilmek umuduyla, Kabaka Suna, sunulan mallardan etkilendi ve özellikle de onların yanlarında bulundurdukları silahlara hayran kaldı. Bu ilk buluşmayı daha birçok ziyaret takip etmiştir. 1860’lı yıllar boyunca, Müslüman tüccarların etkisiyle İslâm’a olan ilgi giderek arttı. Kral resmi mahkemelere iki Arap memur atadı. Bununla beraber üst düzey komutanlara ve yetkililere kendisiyle birlikte Kur’an-ı Kerim okumayı öğrenmeleri ve gerekli derslere katılmaları için emir verdi. Bunun yanı sıra kendisi ramazanda oruç tutmaya başladı, himayesinde bir cami inşa ettirdi, takvimi değiştirdi, diyet kısıtlamaları getirdi

64

Gri Edebiyat

UGANDA’DAKİ MÜSLÜMANLARIN SAYISI VE İSLÂM’IN DURUMU Batılı Hristiyan teşkilatları diğer Afrika ülkelerinde olduğu gibi Uganda’da da Müslümanların sayısını az göstermeye ve bunun için ülke yönetimine baskı yapmaya çalışıyorlar. Müslümanların yönetimde söz sahibi olmalarını engellemek amacıyla Uganda’da buna daha çok önem veriyorlar. Çünkü Idi Amin tecrübesinin bir benzeriyle karşılaşmak istemiyorlar. Bu yüzden bazı kaynaklarda bu ülkedeki Müslümanların oranı % 10’lara kadar düşürülüyor. Oysa gerçekte Müslümanların oranı en az % 35-%40 arasını buluyor. Müslüman olmayanların oranının bu kadar çok olmasının sebebi ise yıllardan beri çeşitli hilelerle sürdürülen misyonerlik faaliyetleridir. Afrika’da misyonerlik, emperyalizmin manevi kolu olarak işliyor. Uganda Müslümanlarının, Uganda Müslümanları Yüksek Konseyi (Uganda Muslim Supreme Council) adlı bir üst teşkilatı var. Bu teşkilat Idi Amin zamanında kurulmuş. Ondan önce Müslümanlar dağınık cemaatler ve gruplar halindeymiş. Idi Amin, Müslümanlar arasında bir birlik oluşturulması amacıyla böyle bir üst teşkilat kurulmasını istemiş ve kendi de bilfiil bu işe öncülük etmiş. Böylece Müslümanlar belli bir merkezin çatısı altında toplanmışlar. Idi Amin aynı zamanda bu teşkilat için Kampala’yı altına alan güzel bir tepede geniş bir arazi bağışlamış. Cemaat faaliyetleri şu an yine var. Ama bunların tümü adı geçen konseye bağlı olarak faaliyetlerini yürütüyorlar. Ülke genelinde 800 kadar cami var ve bunların tamamı söz konusu yüksek konseye bağlı. Konse-


yin başkanı aynı zamanda Müslümanların genel müftüsü oluyor. Bu müftü de devlet tarafından tayin edilmeyip Müslümanların camilerindeki cemaatlerin oylarıyla seçiliyor. Müslümanların ayrıca değişik vilayetlerde İslâmi meclisleri var. Bu meclislerin de tümü Yüksek Konsey’e bağlı. Ayrıca Müslümanların şahsi hallerle ilgili davalarına bakan Şeriat Mahkemeleri var. Bu mahkemelerin başında bulunan yargıçlara kadı deniyor ve mahkemeler sadece evlenme, boşanma ve miras davalarına bakabiliyor. Uganda Müslümanları Yüksek Konseyi’ne bağlı olan ve İslâmi eğitim veren muhtelif eğitim kurumları da mevcut. Bu kurumlar ilkokuldan yüksek okula kadar her düzeyde eğitim veriyor. Bu okullarda resmi eğitim programları da uygulandığı için verdiği diplomalar resmiyette geçerli. Yani buralardan mezun olanların üniversiteye giriş yapma sorunları bulunmuyor. İslâmi ilimler resmî eğitim programına ek olarak öğretiliyor. Uganda Müslümanları Yüksek Konseyi kendi iç sisteminde bağımsız bir yapıya sahiptir. Devlet bu konuda kendilerine sadece ruhsat veriyor ve yasalar çerçevesinde çalışmalarına imkân tanıyor. Ama gerek görevlendirmelerde gerekse malî konularda herhangi bir müdahalesi ya da katkısı olmuyor. İslâmi kurumlara ait tüm giderler Müslüman toplumun katkılarıyla veya dışarıdan yapılan yardımlarla karşılanıyor. Uganda’nın başkenti Kampala’da İslâm Konferansı Örgütü’ne ait bir İslâm Üniversitesi mevcut. Bu üniversitenin, Uganda Müslümanlarının çocuklarının yüksek tahsil alması için önemli katkıları var. MÜSLÜMANLARIN SİYASİ GÜCÜ VE İSLÂMİ HAREKET Uganda hükümetinde Müslümanların gücü çok zayıf, milletvekilleri ve iktidarda bulunan Müslümanların sesleri çıksa da etkisi yok. Uganda’da devletin resmen tanıdığı İslâmi kuruluş, Idi Amin zamanında kurulmuş olan Yüksek İslâmi Meclis’tir. Camilerin idaresi, hac organizasyonu ve buna benzer dinî hizmetler bu yönetime verilmiştir. Bunun yanı sıra devlet tarafından resmen tanınmayan “İslâm’a Davet ve Bid’atlerden, Kadiyanilikten ve Dinsizlikten Nehiy Cemiyeti” adlı bir başka İslâmi örgüt daha halk arasında faaliyet yapmaktadır. Bu cemiyet 1979’da Muhammed Zira Kirşiyo tarafından kurulmuştur ve genellikle halk arasında

tebliğ çalışmaları yapmaktadır. Özellikle kadiyanilik ve bahailik propagandalarının tehlikeli boyutlara ulaştığı Uganda’da adı geçen cemiyetin önemli hizmetleri olmaktadır. Devlet yönetimi İngiltere’den ve diğer Batılı ülkelerden ekonomik yardım alabilmek için adı geçen sapık mezheplerin propaganda çalışmalarına fırsat vermektedir. Mbale’de bir İslâm Üniversitesi var. İslâm Konferansı Örgütü’nün yardımlarıyla kurulan, İngilizce ve Arapça eğitim veren bu üniversitede Uganda’dan başka bazı Afrika ülkelerinden de Müslüman öğrenciler öğrenim görüyorlar. Üniversite, İslâm Konferansı Örgütü’nün ve bazı İslâm ülkelerinin yardımlarıyla ayakta duruyor. Diğer Afrika ülkelerinde olduğu gibi Uganda’da da İslâmi faaliyetlerin önündeki en önemli engellerden biri misyonerlik çalışmaları. Geniş maddi imkânlara sahip olan misyonerler Hristiyanlaştırma faaliyetlerinin yanı sıra yukarıda zikredilen sapık mezheplerin yayılmasına da yardımcı oluyorlar. Müslümanlarla Hristiyanlar arasında ciddi bir çatışma yok, herkes istediği gibi ibadet edebiliyor, yeter ki siyasete karışmasın. UGANDA’ DA MİSYONERLERİN ETKİSİ Bugün, Uganda Müslümanları iki büyük tehlike ile karşı karşıyadır. Biri açlık ve sefalet dolayısıyla hayatını kaybetme tehlikesi, diğeri ise fırsatı ganimet bilip insanların içinde bulundukları imkânsızlıkları istismar eden Hristiyan misyonerlerin tuzağına düşerek imanını kaybetme tehlikesi. Bunların ikincisi birinciden çok daha tehlikelidir. Çünkü birincisi geçici hayatı kaybetme tehlikesi, ikincisi ise ebedi hayatı kaybetme tehlikesidir. Ama ikincisi birinciyle irtibatlı. Çünkü Afrikalı Müslümanlar, açlık ve sefalet yüzünden misyonerlerin kucağına itiliyor. Misyonerlerin Müslümanlar arasında yürüttükleri faaliyetlerin tek gayesi Müslümanları Hristiyanlaştırmak değil dinlerinden uzaklaştırmaktır. Kendi ülkelerindeki insanların Hristiyanlıktan uzaklaşmalarına rağmen çalışmalarını Müslümanların üzerinde yoğunlaştırmaları da bunu gösteriyor. Gayeleri Hristiyanlığı yaymak olsaydı, Hristiyanlığı unutup dinsizleşmiş olan ve sayıları milyonları bulan Batı insanlarına daha çok ağırlık vermeleri gerekirdi. Müslümanları dinlerinden uzaklaştırmak istemelerinin asıl amacı da onların Batı çıkarları karşısında zararsız ve etkisiz hale getirilmelerini sağlamaktır.

Gönül Coğrafyamız Fatih’ini Arıyor!

65


Misyonerler, Müslümanları Hristiyanlaştırabilmek için ilk hamlede onları Hristiyanlığa davet etmiyorlar. Bunu yapabilmek için önce Müslümanları kendi dinlerinden uzaklaştırmaya, İslâm dinine göre büyük günah sayılan kötülükleri Müslümanlar arasında yaygın hale getirmeye ve daha önce de zikredildiği gibi Müslümanları dinî konularda bilgisiz bırakmaya çalışıyorlar. Ayrıca Müslümanlar arasında fakirliğin artması için çeşitli ekonomik yollara başvuruyorlar. Şu anda Uganda’nın her yerinde kilise, sağlık ocağı ve okul inşa ettiler, etmeye de devam ediyorlar. Bunları kullanarak yoksulluk içerisinde olan Müslüman insanları dinlerinden döndürüyorlar. Uganda’nın büyük bir bölümünde misyonerler sömürgeci güçlerin yardımı ile Müslümanları eğitimden mahrum bırakmışlar ve Hristiyanlığı kabul etmeyen veya en azından Hristiyan ismini benimsemeyenlere okul kapılarını kapatmışlardır. Uganda’daki misyoner faaliyetlerin amacı, sadece insanları Hristiyanlaştırmak değil, onları sömürge hakimiyetine hazır hale getirmekti, ki bunu başarmışlar. Bütün güç ve imkânlarıyla çalışan misyonerler, bir yandan Afrika’nın tabii zenginliklerini Avrupa’ya aktarırken, diğer yandan da ekonomik gelişmeler dolayısıyla işçi talebinin karşılanması için insanları köleleştirdiler. Batılılar, Hristiyanlaştırma faaliyetleri çerçevesinde yüzyıllar boyunca gerçekleştiremediklerini bugün yoksulluğu fırsat bilerek gerçekleştirmek istiyorlar. Misyonerlik, Afrika halklarının Avrupa sömürge güçlerine teslim olmalarını kolaylaştırmıştır. Misyonerler, sömürge düzenini tehdit eden tehlikeleri ortadan kaldırmayı amaçlamışlardır. Uganda’nın halihazırdaki din, siyaset, sağlık ve eğitim ile ilişkili kurumsal oluşumların ve sosyal yapısının kökeni 19. yüzyılın sonlarında yaygınlık kazanan, hâlâ da devam eden misyonerlik faaliyetlerinde yatmaktadır. Misyonerlerin inşa ettiği okullar, hastaneler, sağlık ocakları ve oluşturdukları insani yardım kuruluşları kısa vadede ülkeye faydalı faaliyetler gibi

66

Gri Edebiyat

görünse de, uzun vadede ülkenin bugününü ve geleceğini etkileyecek problemler oluşturmuştur. Misyonerlik öncesi Uganda’da monarşi ya da kabile yönetimleri vardı ve insanlar kabilenin efendisinin dinine tabi oluyorlardı. Misyonerlik ve sömürge yönetimleri kurulduktan sonra öncellikle kabile şefleri Hristiyanlaştırılmak istendi. Onlar Hristiyanlaştıkları takdirde makamlarının ellerinde bırakılacağı vaadinde bulunuldu. Beyaz efendileri Hristiyan oldukları için kabile şefleri de efendilerinin dinlerine tabi oldular. Bunun neticesinde Uganda halkının ortak ahlakî değerlerini savunmak yerine, kendi kısır ve bencil çıkarlarını gerçekleştirmeye çalıştılar. “Hristiyanlaştırma” adına kendi değerlerinden koparılan, kendine karşı yabancılaştırılan Uganda halkı, sonunda “iyi birer Hristiyan” değil, “hiçbir şey” oldular. Misyonerler, Uganda insanının yoksulluğunu ve açlığını onu Hristiyanlaştırmak için kullandılar. Misyonerlik, Uganda halkının Avrupa sömürge güçlerine teslim olmalarını kolaylaştırmıştır. Eski Kenya Cumhurbaşkanı Jomo Kenyatta bu gerçeği şu sözlerle ifade etmiştir: “Hristiyanlık Afrika’ya geldiğinde Afrikalıların toprakları, Hristiyanların ise İncilleri vardı. Hristiyanlar bize gözlerimizi kapayarak dua ve ibadet etmemiz gerektiğini öğrettiler. Gözlerimizi açtığımızda onlar bizim topraklarımızı, biz de onların İncillerini almıştık.” Anne ve babalarını kaybeden Müslüman çocuklar, papazlar tarafından idare edilen Hristiyan yetimhanelerine götürülmekte ve içlerinden zeki olanlara kilise bursları temin edilerek Batı ülkelerine ilim tahsil etmeye gönderilmektedirler. Bunlar, Batı ülkelerinin Uganda’daki çıkarlarını korumaya elverişli hale getirilmek üzere özel bir eğitime tabi tutulmaktadırlar. Kısacası, tarih boyunca misyonerlik hiçbir zaman sadece inanç ile sınırlı bir faaliyet alanı olmamıştır. Sömürgeciliğin ayrılmaz bir parçası olan misyonerlik bugün hâlâ yardıma muhtaç insanların mahrumiyetleri üzerinden Uganda’ya ve diğer Afrika ülkelerine nüfuz etme aracı olarak kullanılmaktadır.


Makale

Kuzey Kafkasya Bölgesi ve Çerkeslerde İslâm Emina KYZYLKAYA habez09@hotmail.com Kuzey Kafkasya bölgesi Rusya Federasyonu sınırları içerisinde bulunmaktadır. Yedi tane Cumhuriyeti ve iki bölgeyi kapsamaktadır. Kuzey Kafkasya bölgesinin toplam yüzölçümü 258,300 km²’dir. Nüfusu ise 15 milyona yakındır. Bölgede 20’ye yakın millet yaşamaktadır.

Çerkesler ve İslâmiyet

Kuzey Kafkasya bölgesi jeopolitik açıdan da büyük önem taşımaktadır. Rusya için Kafkasya’nın Karadeniz kıyıları ve Hazar kıyısı oldukça önemlidir. Avrupa ve Orta Asya’yı bağlamasının yanı sıra deniz kıyıları Süveyş Kanalı’na inmesine imkân sağlamaktadır.

Pagan dinlerinden sonra yayılmaya çalışan Yahudilik ve Hristiyanlık, Çerkeslerde çok kabul görmemişlerdi. Çerkesler’in İslâm dini ile ilk olarak Arap tacirler vasıtasıyla tanıştığı tahmin ediliyor. Ardından Kırım ve Osmanlıların vasıtasıyla İslâm’ı daha da benimsemişlerdir ancak din ile tanışmaları daha önce olmuştur.

Kuzey Kafkasya bölgesi tarihi boyunca birçok işgale, sürgüne ve soykırıma maruz kalmıştır. Kafkas halkları yerlerinden edilip başka devletlere sürülmüştür. Birkaç örnek olarak; Çerkesler, Çeçenler, Karaçay-Balkarlar. Kuzey Kafkasya Bölgesinde Din Nüfusun büyük bir kısmı Sünni Müslümandır. İslâmiyet yayılmadan önce Paganlık, Hristiyanlık ve Yahudilik vardı ancak tam olarak benimsenmemişlerdi. Kuzey Kafkasya’ya İslâm’ın ilk gelişi Hz. Ömer (r.a.) hilafeti döneminde Dağıstan Cumhuriyeti üzerinden olmuştur. “Dinde zorlama yoktur.”1 ilkesiyle, hiçbir şekilde kılıçla ve zorbalıkla yayılmamıştır bu yüzden de toplum tarafından kabul edilip hızlıca yayılmıştır. Dağıstan Cumhuriyeti’nin ardından Çeçenistan Cumhuriyeti İslâm’ı kabul etmiştir. Osetlerin ve Karaçay-Balkarların Müslüman olmasında Kabardeylerin (Çerkeslerin) katkısı olduğu yönde bilgiler vardır.

Çerkesler Müslüman olmadan önce de İslâma yakın değerlere sahiplerdi, dinimizde “günah” olarak sayılan bazı şeyler Çerkeslerde “khabze” adını verdikleri kurallar bütününe göre ise “ayıp” olduğu düşünülerek yapılmıyordu.

1864 yılında sürgün ve soykırımdan sonra Çerkesler dinlerinden vazgeçmemişlerdir ancak Sovyet dönemlerinde dinden uzak kalmışlardır. Şu an ise dine tekrar yakınlaşma dönemindedirler fakat radikal grupların artması bölgede bazı sorunlara yol açmaktadır. Nüfusunun büyük bir çoğunluğunun Müslüman olmasına rağmen hâlâ camilerin sayısı, dinî eğitim veren kuruluşların ve devletin dinî kuruluşlara yatırımı azdır. Son yıllarda ise Türkiye Cumhuriyeti, Diyanet İşleri Başkanlığı vasıtasıyla bölgeye katkı sağlamaktadır.

Kaynakça • Yasa, Işıl, “Tarihsel Açıdan Kuzey Kafkasya”. 2008. • Güngör, Fethi, “Kuzey Kafkasya’da Dine Yöneliş”. 1995. • Tunçbilek, Yusuf, “Çerkesler nasıl müslüman oldu?”. 2016. • Özsaray, Mustafa, “Çerkeslerin İslamlaşması”.

1 Bakara, 3/256 Gönül Coğrafyamız Fatih’ini Arıyor!

67


Makale

Benin Ahmet YUNUS

Resmi adı: Benin Halk Cumhuriyeti Başkenti: Porto Novo Nüfusu: 2017 yılı tahmini verilere göre 11 milyon. Nüfusun % 38’i şehirlerde yaşamaktadır. Ortalama ömür 51 yıldır. Çocuk ölümlerinin oranı binde 119’dur. Nüfusun % 46’sını 14 yaşın altındakiler oluşturmaktadır.

Coğrafi durum: Bir Batı Afrika ülkesi olan Benin, kuzeybatıdan Burkina Faso, kuzeyden Nijer, doğudan Nijerya, güneyden Atlas Okyanusu (Gine Körfezi), batıdan Togo ile çevrilidir. Gine Körfezi’ne (Atlas Okyanusu’na) olan kıyısının uzunluğu 125 km’yi bulmaktadır. Toprakları kuzeyden güneye doğru dar bir şekilde uzanır. En yüksek yeri Atakora Tepesi (610 m.)’dir. Benin, akarsuları bol bir ülkedir. Topraklarının %29’u tarım alanı, %4’ü otlak, %33’ü ormanlıktır. Kıyı şeridine yakın olan kısımları daha çok tarıma elverişli düz arazilerden meydana gelmektedir. Kuzeybatı kesimi daha çok dağlık alandır. Benin’in güney kesiminde tropikal iklim hâkimdir. Nemli ve sıcak bir havası vardır. Bol yağmur alır. Kuzeye doğru çıkıldıkça iklim biraz değişir. Dil: Resmi dil Fransızcadır. Halk arasında ise etnik unsurların yerel dilleri kullanılmaktadır. Ülkede çok sayıda yerel dilin olması yerel milli bir dilin öne çıkarılmasını ve yaygınlaştırılmasını zorlaştırmaktadır. Din: Devletin resmi dini yoktur. Ancak nüfusun yaklaşık %50’sini Müslümanların, %10’unu Hristiyanların, kalanını da doğal unsurları kutsallaştıran tabiat dinlerine mensup putperestlerin oluşturduğu tahmin edilmektedir. Bununla birlikte Benin’deki dini unsurların genel nüfusa oranları hakkında kesin bir bilgi mevcut değildir. Ülkedeki Müslümanların büyük çoğunluğu Sünni Malikidir. Bu ülkede Müslümanlar arasında başta Ticaniyye 68

Gri Edebiyat

ve Kadiriyye olmak üzere tasavvufi tarikatların de etkinliği vardır. Etnik yapı: Benin halkı çok çeşitli etnik gruplardan meydana gelir. Bunların içinde en kalabalık olanlar Fonglardır. Ancak etnik kökene göre bir sayım yapılmadığından bütün bu unsurların genel nüfus içindeki oranları kesin bir şekilde bilinmemektedir. Bazı tespitlere göre Fongların oranı %47, Adjaların oranı %12, Baribaların oranı %10, Yorubaların oranı %9’dur. Kalan kısmını da diğer etnik unsurlar oluşturmaktadır. Bu yerli etnik unsurların yanı sıra Brezilyalılar ve Avrupalı unsurlar da bulunmaktadır. Bunların sayıları çok değildir. Bu etnik unsurların her birinin ayrı bir yerel dili vardır. Hausalar İslâm’a bağlılıklarıyla bilinen bir topluluktur. Çoğunluğu Nijerya içinde yaşayan Hausalar, Güneybatı Afrika’nın daha başka bölgelerine de yayılmışlardır. Yönetim şekli: Benin’de 1990 öncesinde tek parti


diktatörlüğüne dayanan bir siyasi sistem hâkimdi. 2 Aralık 1990’da kabul edilen anayasayla çok partili demokratik sisteme geçildi. Devlet ve hükümet başkanı aynı kişidir. Devlet başkanına geniş yetkiler tanınmaktadır. Yasama yetkisi 64 kişilik Ulusal Meclis’tedir. Tarihi: Benin halkı İslâmiyet’le Kuzey Afrika ülkelerinden buralara giden Müslüman tüccarlar ve kuzeydeki Müslüman koloniler vasıtasıyla tanıştı. Özellikle Benin’in kuzeyinde Nijer havzasında kurulan Songay krallığının Benin’de İslâm’ın yayılmasında önemli etkisi oldu. Ülkenin kuzeyinde daha çok Dendi kabileleri bulunmaktadır. Dendi kabilelerinin yaşadığı bölgelerin bir kısmı Songay krallığının hâkimiyeti altındaydı. Bunlar arasında İslâm yayıldı. Daha sonra Dendiler güneye doğru yani Benin’in kuzey kesimlerine doğru göç ettiler ve buralardaki kabileler arasında İslâm’ı yaydılar. Bunun yanı sıra Benin’in Songay’dan Atlas Okyanusu’na doğru uzanması bir ticaret yolu olarak kullanılmasını gerektiriyordu. Müslüman tüccarlar bu yolu kullandıklarından Benin halkı arasında İslâm’ın yayılmasında da etkinlikleri oluyordu. 17. yüzyılın başlarında Faslıların Songay krallığını ortadan kaldırmaları üzerine bazı Müslümanların Benin’in kuzeyine yerleşmeleri Benin halkı arasında İslâm’ın yayılmasında bir diğer etken oldu. Bütün bu göçlerden sonra kuzeydeki Parakou şehri İslâm tebliğinin önemli bir merkezi halini aldı. Böylece putperest köylerinin yanı başında İslâm köyleri oluşmaya başladı. Parakou şehrinde gerçekleşen değişim çok geçmeden onun paralelindeki Cuku şehrinde gerçekleşti. Derken 19. yüzyılın sonlarına doğru İslâm, Benin’in orta ve güney kesimlerine de ulaştı. İslâm’ın güneye ulaştırılmasında ticari faaliyetlerin yanı sıra Nijerya’dan gelen Müslüman Yorubaların da etkisi olmuştu. Zaman içinde güneyde Müslümanlar çoğunluğu teşkil ettiler. Benin’in siyasi tarihine gelince; bu ülkenin adı 1975 yılına kadar Dahomey’di. Portekizli sömürgeciler 15. yüzyılda bugünkü Benin kıyılarına çıktıklarında bu bölgede üç krallık bulunuyordu. Bunların en güçlüsü ve etkilisi Dahomey krallığıydı. Dahomey krallığı daha sonra buraları hâkimiyet altına almak isteyen Fransız sömürgecilere karşı mücadele etmiştir. Dahomey krallığı zaman içinde bölgedeki kabileleri hâkimiyetine alarak sınırlarını

genişletti. Bir yandan da Fransız ve İngiliz sömürgecilere karşı kendini emniyete almak için onlarla ticari işbirliğine gidiyor, bu alanda bazı tavizler veriyordu. Bu kolaylıklar ve tavizler sayesinde Fransız ve İngiliz sömürgeciler çok sayıda siyah insanı köle olarak Afrika’ya götürmüşlerdir. Bugünkü Benin kıyılarında o zamanlar köle ticaretinin önemli merkezleri kurulmuştu. Fransızlar köle ticaretinde ve daha başka alanlarda kendilerine sağlanan kolaylıklarla yetinmeyerek Dahomey krallarıyla 1861 ve 1868 yıllarında iki ayrı anlaşma yaparak Benin kıyılarına iyice yerleştiler. Bu durum İngilizlerle aralarının açılmasına ve bazı çatışmalara yol açtı. 1882’de Porto Novo ve Kotonu’da himaye yönetimi kuran Fransız sömürgeciler ülkeyi tamamen işgale kalkıştılar. Dahomey kralı ve halkı buna karşı çıkarak silahlı mücadele başlattı. Ancak modern imkânlara sahip olan Fransız sömürgeciler kuzeye doğru ilerleyerek 1904’te Dahomey’i tamamen işgal ettiler. İşgalden sonra bu topraklar Fransa’ya bağlı bir genel vali tarafından yönetilmeye başladı. Bundan sonra zaman zaman Fransız sömürgesine karşı çeşitli ayaklanmalar oldu. Ancak Dahomey’in bağımsızlığını ilan etmesi 1 Ağustos 1960’ta gerçekleşti. 1960’ın Aralık ayında gerçekleştirilen seçimler sonunda Dahomey Birlik Partisi iktidarı ele aldı. Ancak bu partinin iktidarına Ekim 1963’te gerçekleştirilen bir askeri darbeyle son verildi. Sonraki yıllarda da birbirini izleyen hükümet darbeleriyle 1972’ye kadar toplam altı askeri darbe gerçekleştirildi. En son darbeyi gerçekleştiren Yarbay Mathieu Kerekou ülkede komünist bir yönetim kurma çabası içine girdi. Yarbay Kerekou 2 Ağustos 1989’da rakipsiz olarak girdiği seçimlerde beş yıllığına devlet başkanı seçildi. Fakat çıkan çatışmalar dolayısıyla görev süresi dolmadan istifa etmek zorunda kaldı ve ondan sonra da başkanlığa Nicephore Soglo seçildi. İç problemleri: Hristiyanlaştırılmış bir kitle olan Vuducuların zaman zaman Müslümanlara saldırmaları ülkede iç huzurun bozulmasına yol açmaktadır. Vuducuların Müslümanlar karşısında saldırgan bir tutum içine girmelerinde kilise önemli bir rol oynamaktadır. 1993 Mayıs’ında başkent Porto Novo’da yine Vuducuların Müslümanlara saldırmaları sonucu çıkan çatışmalarda 2 kişi öldü, 24 kişi yaralandı. Gönül Coğrafyamız Fatih’ini Arıyor!

69


İslâmi Hareket: Gerek Fransız sömürgeciler döneminde ve gerekse onların çekilmelerinden sonra işbaşına gelen baskıcı yönetimler döneminde uygulanan cahilleştirme politikası Benin Müslümanlarının bir kısmının İslâm hakkında büyük ölçüde bilgisiz kalmalarına yol açmıştır. Buna rağmen geleneksel İslâmi eğitim kurumları ve camiler Müslüman halkı sahipsiz bırakmadı ve onları bilgilendirmeye devam etti. Bugün bu eğitim kurumları ve camiler geçmişe göre daha etkili durumdadır. Hükümet de Müslümanlar üzerindeki baskısını büyük ölçüde kaldırmış ve İslâmi eğitime fırsat vermektedir. Bazı uluslararası yardım kuruluşlarının maddi destekleriyle ülkedeki eski camilerden bazıları restore edilmiş ve bunların yanı sıra yeni camiler de inşa edilmiştir. Halkın % 90’ı Müslüman olan Cugu şehrinde geniş kapasiteli bir İslâm merkezi ve eğitim kurumu yapılması için bir proje hazırlanmıştır. Benin’deki İslâmi faaliyetlerin önünde duran en büyük engel misyonerlik çalışmalarıdır. Misyonerler zengin Avrupa ülkelerinin desteğine sahip olduklarından fakir halkı dünyalıklarla aldatarak kendilerine çekmek istemektedirler. Benin’in yaşadığı problemlerden biri de insanlara İslâm’ı anlatacak yeterli miktarda eleman bulunmamasıdır. Bunun yanı sıra mahalli dillerde yazılmış İslâmi kitapların azlığı da bir problem teşkil etmektedir. Ekonomi: Benin’in ekonomisi tarıma dayanır. Çalışan nüfusun % 62’si tarım sektöründe iş görmektedir. En çok üretilen tarım ürünü mısırdır. Bunun yanı sıra tahıl, manyok, yer elması, yağ palmiyesi, hindistan cevizi, yer fıstığı, keten, tütün, kahve gibi tarım ürünleri de yetiştirilir. Hükümet tarıma önem vermektedir. Bunun yanı sıra göçebe kabileler geçimlerini genellikle hayvancılıkla sağlamaktadırlar. Hükümet hayvancılığı geliştirmek için çeşitli uluslararası finans kuruluşlarından krediler almıştır. Akarsularının çok olması balıkçılığa imkân vermektedir. Ülkede yılda ortalama 1 milyon 400 bin varil ham petrol üretilmekte ve üretilen petrol iç ihtiyacı karşılamaktadır. Benin’in 20 milyon varil ham petrol rezervine sahip olduğu tahmin edil-

70

Gri Edebiyat

mektedir. Bunun yanı sıra demir, krom, altın ve titan rezervlerine sahiptir. Dış ticaret: Benin’in ihraç ettiği ürünlerinin başında yağ palmiyesi, yer fıstığı, hindistan cevizi, keten, ağaç ürünleri, deniz ürünleri, çeşitli gıda maddeleri ve tarımsal hammaddeler gelir. İthal ettiği malların başta gelenleri ise makineler, kimyasal ürünler, petrol ürünleri, sanayi ürünleri, ulaşım araçları, elektrikli ev araç ve gereçleri, elektrik, gıda maddeleri ve hububattır. Dış ticaretinde birinci sırayı Fransa, ikinci sırayı ise diğer Avrupa Birliği ülkeleri, ABD ve Japonya almaktadır. Ulaşım: Başkent Porto Novo’da uluslararası trafiğe açık bir havaalanı mevcuttur. Benin’in dış dünyayla deniz bağlantısı Kotonu limanından sağlanmaktadır. 100 grostonun üstünde yük taşıyabilen 12 gemisi bulunmaktadır. Benin’de ortalama 132 kişiye bir motorlu ulaşım aracı düşmektedir. Eğitim: Eğitim kurumları genellikle devlet kontrolündedir. İlkokul beş, ortaokul dört, lise üç yıldır. 2808 ilkokul, 155 genel orta öğretim kurumu, 13 mesleki ortaöğretim kurumu mevcuttur. İlkokul çağındaki çocukların sadece % 52’si okula gidebilmektedir. Ortaokul çağındaki çocuklardan orta öğrenim görenlerin oranı ise % 19’dur. Yüksek öğrenim çağındaki gençlerden yüksek öğrenim kurumlarına kayıt yaptıranların oranı da % 2.8’dir. Ülkedeki tek devlet üniversitesi 1970’de açılmış olan Benin Üniversitesi’dir. Ülkede bununla birlikte toplam 13 yüksek öğretim kurumu bulunmaktadır. Ülkede dinî eğitim veren küçük medreseler ve kurslar da bulunmaktadır. Bunun yanı sıra camilerde de din eğitimi verilmektedir. Parakou, Cugu, Nikki, Dumbagu ve Luma şehirleri İslâmi eğitim açısından birer önemli merkez konumundadır. Benin’de okuma yazma bilenlerin oranı sadece %25’tir. Bu oranın düşük olmasında Fransız sömürgecilerin yerli halkı kendi dil ve kültürlerine adapte etme çabalarının büyük etkisi olmuştur. Bugün hâlâ resmi dilin Fransızca olmasının da okuma yazma bilenlerin oranının düşük olmasında etkisi olmaktadır.




Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.