İrfan Okulu

Page 1




SABAH’UL-HAYR Ayşe Aleyna KUŞCU

“Elhamdulillahillezi ehyana ba’de ma ematena ve ileyhi’n- nüşur.”

NİHÂYET

O sabah da öldürdükten sonra dirilten (uyuduktan sonra uyandıran) Rabb’e (kıyamette onun huzurunda toplanılacaktır) şükretmiştim. O sabah da bir nefes daha bahşedilmişken ruhuma ilk öğretmenlik günümün heyecanıyla hazırlanıyordum. Evvela olabildiğine şirin ve öğretmene yakışır şekilde etek gömlek takımımı giymiş, boynuma -sonradan bahsedeceğim- olmazsa olmaz öğretmen kolyemi takmıştım. Ve ilk buluşma.. Has odada toplanıldı ve Ubeydullah ağabey konuşmasını bitirdikten sonra sıra öğrencilerimle yalnız kalmama gelecekti. Öncelikle has odadaki izlenimlerim düşüyor yâdıma, güzel yürekleri çehrelerine yansımış, heyecanlı, biraz gergin, oldukça umursamaz görünenlerle tripleri boyunu aşanlardan oluşan fakat ilk günün merakını diri tutan bir grup liseli vardı karşımda. Özellikle bitirim ikilinin birbirlerine bakıp göz devirmelerini aklımdan çıkaramıyorum. Hâsılı sınıfa geçtiklerinde ilk günden hızlıca bir terk ediş isteğinin içlerine doğması normaldi. Bundandır ki 10 dakikadan fazla tutamazdım hiçbirini. Birbirlerine yabancıydılar ve önyargıların baş gösterdiği bir devirde bu süreyi aşma cesaretine girişmenin hiçbir anlamı yoktu tabii. Yanlarına çıkmadan evvel mescid katında (-1. Kat) olduğumdan 2 katı koşar adım çıkmış ve soluk soluğa kalmıştım. Totalde 10 dakikam vardı ve ben 4 dakikasını nefes egzersiziyle geçirdim. Bu arada kendilerini biraz tanımış ve din-

lenmiştim. Tekrar sözü aldım, ‘’Öğretmenin kolyesizi makbul değildir.’’ cümlesinden yola çıkarak henüz niçinini anlamadığım kolyemi tutup kurduğum en tuhaf cümleyi yazmaya kanaat getirdim; ‘’Aranızda elbet anlaşamadıklarım olacak fakat sandalyelerle anlaşamamam bana pek bir şey kaybettirmez. (o ara oturuyorlardı ve aralarında yalnızca sandalyeler vardı.)‘’ İşin özü şuydu, hepsine baştan sona kadar samimi olacağımı ve bir şekilde anlaşacağımız fikrini hissettirmek istiyordum. Elhamdulillah öyle de oldu. Aradan birkaç hafta geçmişti, hepsinin ismini biliyordum fakat onlar birbirlerinin ismini hâlâ akıllarından tutacak yakınlığa gelmemişti. Kimisi ‘’Aleyna Abla’’ demeyi seçiyor kimisi de ‘’hocam’’da karar kılıyordu. Her halleri ve farklı karakterleriyle bana bir gül bahçesindeki renkli gülleri hatırlatıyordu. Dikeni bol olan da vardı, gonca olarak kalmaya direnenler de. Lakin fark etmeseler de bir bütünün parçalarıydılar. Yine birkaç hafta geçti, farklı etkinlikler bulmak istiyordum, onları birbirlerine yakınlaştıracak cinsten lakırtılar. Sonra Şehbal kampı ayarlandı. Birlikte ilk kez saatlerden geçip günleri paylaşacaktık. Öyle de oldu, kah manzaranın içtenliği kah yemeklerin sunuş güzelliği kah zarif insanlarla sohbet etmek kah namaz kılıp Kur’an okumak.. Biz bir oluyorduk ve bunun farkında olmayışımız tatlı bir şaşkınlığa sebep oluyordu. Fakat itiraf etmeliyim, oynadığımız

1 İRFAN Okulu

2017-2018


oyunlardaki gülüşlerim epeydir bu denli bereketli uğramıyordu yanaklarıma. Ben onlarla çocuk oluyordum, onlar benimle olgunlaşıyordu. İyiden iyiye azar işittikleri de oldu Allah biliyor ya kitap okuma hasebiyle beni yordukları için. Ardından kitap okuma saatimiz geliyordu ve Üsküdar’ın o ıssız güzelliğine karşı dakikalar saatler içinde gözbebeğimizden geçen gemiler gibi yüzüyordu. Programımız dolu dolu, sıra etamin kolyelerde. Kamptan bir gün önce etamin yapmasını öğrendiğim gerçeği ile yüz yüze gelmişken, öğrencilerimin 10 dakikada öğrenmesi beni kelimesiz bırakmıştı. İstediklerinde Allah’ın izniyle yapamayacakları şeyin olmadığını sezdiriyordu her ilmek. Geceleri çıt çıkmıyordu desem yeridir. (!) Edebiyatın mübalağa sanatını oturtalım tam bu noktaya. UNO’cular hâlâ burada mı?. Eğer buradaysanız tabu oynarkenki hâlimizi anlatmaya yok hacet. Birinin anlatma azmini, bir diğerinin sakinliğini, ötekinin boşvermişliğini ve daha neleri unutamayacağım gerçeğiyle uyumuşum.. İlk kampımızın güzel sonuç vermesi bizim için baharı biraz öne çekmişti. Artık daha çok konuşuyor ve birbirlerinin isimlerini ezberliyorlardı. Sevdiklerinin ahlakı ile ahlaklanıyorlardı. Bu sevenin elinde değildi, sevgi buna icap ettiriyordu. Bir ara kar görmek için gün saymaya başladık, İstanbul’a birkaç fotoğraf karesi haricinde pek de yağmadı. Kar bize gelmiyor ise biz kara gidelim mantığıyla Kastamonu’ya kampa (‘kar’a) gittik bu sefer de. Biz gidiyoruz diye herhalde kar da oradan gitmişti. Kar bulamadık belki ama daha değerli hislerimizi içimizde arayıp keşfettik. Sunumlar yaptık, film izledik ruhu beslemek için, cemaatle namaz kıldık kalbi genişletmek için, bisiklete bindik, paintball oynadık, ok attık bedenimizi sıhhatte tutabil-

mek için. Bir de istasyonlardaki gülüşmelerimiz.. Yazı-tura oyununda düşen sandalyeler ve sakatlanan oyuncularla tam bir faciaydı. Bir dönemin videosunu hazırlamıştık, bir sürü güzel anımız var diye. Veli ziyaretlerimizin videoları dün gibi..�Kına gecesi bile yaptık inanır mısınız! İnanılamayacak olan bir şey daha, her sabah mükemmel zili çalarak kardeşlerimi uyandırmam Evet evet, çok rahatsız edici bir ses olduğunun ben de idrakindeyim, şayet süratle uyanıp abdeste kalksaydınız bu acı daha kısa sürebilirdi siz de bunun idrakindesiniz. Neyse, helvaları yiyin afiyetle! Kızlarr, sizi videoya çekiyorum el sallayın kuvvetle! Vee 2. dönem göz açıp kapayıncaya kadar süren bir andı. Eğitim koçu saatimde her hafta bilginize bir diğerini eklemek ve içtenliğinizi güçlendirmek gayemdi. TED konuşmaları, bulmacalar, güzel sözlerimizi Nevmekan’da kağıda dökmek, sonra onları mektup zarflarımıza koyup göğe asmak, ‘’İRFAN OKULU’’ tuvalimize her birinizin elinden bir fırça dokunuşu atmak ve en en en bir sevdiğim panoyu sizin yaptığınızı görmek.. İlgi duyduğunuz alanlarda sunum yapmanız ve okuma alışkanlığıyla yazma denemelerini harmanlamanız.. Hepsi birbirinden kıymetli yelkovan ve akrebin yürüyüşleri. Has odamızda film izlememizden tutun da Çamlıca’ya yürüyüş yaparken çikolatalı süt içmemize kadar paha biçilemez avuç içi zaman bulutlarımız.. Son dersimizi de yaptığımıza göre artık size her hafta sarılan bu ablanızdan kısa süreli de olsa (inşallah kısa olur ayrılıklarımız dâima) ayrılma vakti. Hayata gülümseyin, o size temelli ağlamıyor nasılsa..

2 2017-2018

İRFAN Okulu


HOŞ SADÂ Fatih ASLAN

NİHÂYET

Esselamu aleykum! Evvelâ bütün yaşadıklarım ve yaşamadıklarım için elhamdulillah demek istiyorum. Zirâ böylesi güzel ve kıymetli anıları heybemde biriktirmek benim için ancak bir huzur kaynağıdır. Elindeki bu emek kitapçığının sayfalarını çevirirken bir yılın nasıl geçtiğini muhakkak anımsayacaksın. Anımsamak bir kenara dursun, belki de “Zaman ne kadar da hızlı geçiyor ya Hû!” diyeceksin. Evet kardeşim, zaman hiç anlam veremeyeceğin kadar hızlı geçiyor. Bu demek oluyor ki her fikrini, her kelimeni ve her adımını dikkatle, özenle ve güzelce kullanmalısın. Aylar geçmeden seneler geçecek ve bu kitapçığı bir tevafuk ile eline alacaksın. Tekrar tekrar sayfalarını karıştıracak, yazılanları okuyacak, fotoğraflara bakacak ve yıllar önce gerçekleştirdiğin fiillerini hatırlamaya çalışacaksın. Belki de heybendeki anıları masaya dökecek, her şeye manayı orada yükleyeceksin. Üstat Necip Fazıl’ın ‘Gençliğe Hitabe’sini gözünün önünden ayırmamanı isterim. “Bir gençlik, bir gençlik, bir gençlik... ‘Zaman bendedir ve mekân bana emanettir!’ şuûrunda bir gençlik...”

İrfan Okulu’ndaki eğitimlerimize başlamadan evvel gerçekleştirdiğimiz kampı hatırlamanı istiyorum. Zirâ bütün bir seneyi bu kamp ile özetleyebilirim. Daha doğrusu, bu kamp bize bütün bir seneyi özetlemiş ancak ben şimdi farkına varıyorum. Belki de özetleyen, kardeşlerimle karanlık bir dere kenarında birbirimize Kur’an-ı Kerim okumamızdı. Sabah namazı için soğuk ve yağmurlu havada soğuk su ile abdest almaya yardım etmekti. Kardeşleri uyurken elindeki fenerle hayvanlardan korumak için nöbet tutmaktı. Demek istediğimi Hasan-ı Basrî’nin (r.a.) bir sözüyle aktarmak istiyorum: “Benim öyle kardeşlerim var ki, onları annem doğurmamıştır.” Kardeşim, öncelikle kendine dertli olmayı dert edin. Unutma ki dertsiz genç olmaz. Rabbim hayretini de, derdini de artırsın. Âvâzeyi bu âleme Dâvûd gibi sal Bâkî kalan bu kubbede bir hoş sadâ imiş

3 İRFAN Okulu

2017-2018


Ebrar ELZEREN

Son günlerde kafama takılan bir şeyler var; insanlar Fazla ruhsuzlar, mutsuzlar, umutsuzlar Neden diye sordum kendime, neden böyleyiz Alamadım cevabı, çünkü ruhların içinde saklı

Belki de bizi böyle yapanlar, kötü insanlar Kim bilir belki de çağımız Tek bir bildiğim var Biz hüzünlü insanlarız Ruhum demirli kapılar ardında Kaybolmuş çıkamıyorum Bulamıyorum kendimi, yok

ŞİİR

Benliğim hapsolmuş gidiyor

Bir zehir gibi akmış içime hüzün Sarmaşık gibi sarmış kalbimi

Kimi zaman bir eylül rüzgarı gibi esiyor Kimi zaman da bir poyraz gibi yıkıp gidiyor.

Hüzün, beş harf iki hece Bulutların yağmur toplaması gibi Yavaş, yavaş

Ruhun yeni baharlara kapanmasıdır, hüzün Kimi zaman yağan yağmurun altında Kimi zaman da gökkuşağının

4 2017-2018

İRFAN Okulu


HIRS VE KİŞİSEL MENKIBE Ahmet Mert İNCEOĞLU

DENEME

Söze ünlü Fransız deneme yazarı Michel de Montaigne’nin şu sözü ile başlamak istiyorum: “Hedefi olmayan gemiye hiçbir rüzgâr yardım etmez.” Hayatta herkesin bir hedefi, gayesi ve kişisel bir menkıbesi olması gerekir. Bizlerin hayattaki gayesi başta Allah’ın rızasını kazanmak olmak üzere hedeflerimiz ve kişisel menkıbelerimizin hayatımızda yer tutması gerekir. Eğer bizlerin bir gayesi, kişisel menkıbesi olursa ve bunlar için çabalar, gayret gösterirsek Allah bizim hedeflerimize ulaşmamız için yardımcı olacaktır. Peki, nasıl hedeflerimiz olmalı? Nasıl bir hedef için çabalamalıyız? Eğer küçük ve kısa vadede ulaşabileceğimiz hedeflerimiz olursa, ulaştığımız hedefin verdiği mutluluk ve haz da kısa süreli olur. Fakat Allah’ın rızasını kazanmış salih kimselerden olmak gibi uzun vadeli hedeflerimiz olursa ve hayatımızı bu gaye başlığı altında düzene sokarsak Allah’ın izniyle uzun süre mutlu oluruz. Hedeflerimiz için çabalarken aşırı hırsa kapılmamalıyız. Çünkü aşırı hırs başarılarla doğru orantılı olarak yıkıntıları da beraberinde getirir. Bu hem bizlerin yıpranmasına hem de çevremizdekilerin, sevdiklerimizin bizlerin beraberinde getirdiği bu yıkıntılardan kötü bir şekilde etkilenmesine sebep olur. Hırsın bireyde hiç olmaması ya da çok az bulunması, bireyin hedeflerine giden yolda olduğu yerde saymasına neden olur. Unutmamalıyız ki hırs, bir geminin yelkenini şişiren yele benzer; çoğu gemiyi batırır, azı da gemiyi olduğu yerde tutar. Hedeflerimize giden yolda çok çalışmalıyız fakat bu yolda ilerlerken çabalarımız

ilerleyen zamanla orantılı olarak artmalı ki başarıya sağlıklı bir şekilde ulaşalım. Peygamber Efendimiz (s.a.v.)’in de buyurduğu gibi: “Günü, gününe denk olan zarardadır.” Bütün günleri birbirine benzediği zaman insanlar, hayatlarında karşılarına çıkan iyi şeylerin farkına varamaz olurlar. Kendi hayatımızda gündelik işlerle uğraşmakla o kadar meşgulüz ki, hayatın bize sunduğu, hatta bazen fark etmemiz için birkaç sefer önümüze çıkardığı ancak bizim bir türlü fark edemediğimiz fırsatlar, aslında bize çok daha farklı yaşam olanakları sunuyor. Farklı yaşamdan kasıt, daha kaliteli, daha refah bir yaşam değil de kendimizi kendimize kanıtlama durumumuz aslında ve bu da bize kişisel menkıbemizin ne olduğunu, ne istediğimizi ve nasıl başardığımızı kanıtlayan en iyi durumdur. Hayatta önümüze nasıl zorluklar çıkarsa çıksın, nasıl engellerle karşılaşırsak karşılaşalım yılmamamız gerekir. Hedeflerimize giden yolda kafamızda kişisel menkıbemizi gerçekleştirme düşüncesiyle azimle, kararla, gerektiğinde bir hırsla, güçlü bir duruş ve görünümle ilerleyelim. Her ne olursa olsun bu yolda hileye hurdaya başvurmayalım. Çünkü insanoğlunun başarmak için hileye, düzenbazlığa ihtiyacı yoktur. Eğer hile yaparsak elde ettiğimiz hedefler temeli sağlam atılmadığı için işimize çok yaramayacaktır. Dolayısıyla biz de bu temeli sağlam atılmayan hedeflerle ne kendimize ne de vatana, millete yararlı olabiliriz. Müslüman dosdoğrudur, işini de dosdoğru yapar.

Fotoğraf: Kübra Nur DUMAN

5 İRFAN Okulu

2017-2018


PEMBE POFUDUK BULUT Hediye Süeda ŞAHİN

Bir gün herkesin yine mutlu olduğu, güneşli bir günde rüzgâr yine ortaya çıktı. Ansızın şarkı söyleyen bir çocuğun balonunu elinden kapıp uçuruverdi. Çocuk şarkısını yarıda kesti balonunun ardından koştu ama yetişemedi. Ağlamaya başladı. Bunu gören pembe bulut çok sinirlendi rüzgâra, “Sen ne yaptığını sanıyorsun bak çocuğu üzdün hemen onu geri ver” diye bağırdı. Rüzgâr, “Ben sadece işimi yapıyorum. Polenlerin yayılmaya ihtiyacı var. Hızlı olmalıyım. Senin gibi oyun peşinde koşamam, hem buradaki insanlar sorun nedir bilmiyorlar. Sorunlarla yüzleşmeyi öğrenmeli hayatın gerçeklerini bilmeliler. Mesela eğer sıkı tutmazsa balonunun rüzgârda uçacağını bilmeli bir çocuk.” dedi. Pembe bulut öfkesine hâkim olamadı, “Ne olmuş burada hiç sorun yoksa. Herkes böyle mutlu. Tutturmuşsun bir hayatın gerçekleri diye herkese ders vermeye çalışıyorsun. Git buradan bozma kimsenin moralini!” diye patladı. Rüzgâr birden öfkelendi ve öyle bir esti ki pembe bulutu hızla uzaklara doğru sürüklemeye

HİKÂYE

Bir zamanlar pespembe, pofuduk bir bulut yaşardı. Pembe pofuduk bulut o kadar pembe o kadar pofuduktu ki onu görenler gökte uçan dev bir pamuk şekeri sanırdı. Pembe pofuduk bulut güneşin en parlak, denizlerin en berrak, ağaçların en yeşil, gökyüzünün en mavi ve insanların en mutlu olduğu bir ülkede, suları pembe renkte bir nehirden doğmuştu. Burada çocuklar hep gülerdi, büyükler hep severdi, insanlar hep iyiydi. Sabahları şarkılar söylenir, oyunlar oynanır, akşamları mutlu sonlu masallar anlatılırdı. Pembe pofuduk bulut çok severdi bu ülkeyi, oyunları, masalları... Arkadaşları gibi rüzgâra takılıp gitmezdi yağmur götürmeye başka diyarlara. Eğer rüzgâra kanıp yağmur yağdırırsa küçülür, pofuduk bir şekere benzemezdi. Oysa o hep pembe pofuduk bulut olarak burada kalmak isterdi. Zaten rüzgârı da sevmezdi. Rüzgâr çok yaramazdı. İnsanların saçlarını dağıtır onları üşütürdü. Kendisine de sürekli, yağmur yağdırmadığı için kızardı.

6 2017-2018

İRFAN Okulu


başladı. Pembe bulut kendini durdurmak istese de başaramadı. Rüzgârın şiddetine karşı koyamıyordu. Berrak nehirler, yeşil ağaçlar, mutlu insanlar uzaklaştıkça küçülüyordu. Rüzgâr estikçe esti. Pembe bulut savruldukça savruldu ve nihayet durmayı başardığında ne yeşil ağaçlar vardı etrafında ne de berrak nehirler, nerede olduğunu bilmiyordu. Tek bildiği şey evinden çok uzakta olduğuydu. Etrafına baktı, burası çok sıcak bir yerdi. Güneş tam tepede tüm yakıcılığıyla duruyordu. Aşağıdaysa kırık dökük evler, çatlamış toprak ve cılız insanlar dışında hiçbir şey yoktu. Derken sesler duydu, “Anne çok açım.” diye sayıkladı birisi. “Ben de çok susadım. “diye inledi diğeri. Bunlar çocuk sesleriydi. Sesin geldiği yöne döndü. Üç küçük çocuk yere oturmuş zayıf bir kadınla konuşuyorlardı. 3.çocuk konuştu bu sefer gözleri dolu doluydu, “Anne biz de açlıktan ölecek miyiz küçük kardeşim gibi? Kardeşimi çok özledim ama ölmek istemiyorum, çok korkuyorum anne!” dedi ve ağlamaya başladı. Zayıf kadın çaresizce baktı onlara. Kemikleri sayılıyordu. Susuzluktan kuruyup yara olmuş dudaklarını ısırdı ve yavaşça sarıldı çocuklara. Gözlerinden bir damla yaş süzüldü. “İnşallah yakında hepsi geçecek çocuklar. İnşallah buraya da yağmur yağacak. Asla sizin de ölmenize izin vermeyeceğim. Kıtlık bittiği zaman size en güzel yemekleri yapacağım söz veriyorum.” dedi, titrek sesiyle. Pembe bulut çok üzüldü hallerine. Bir yandan kızıyordu kendine burada insanlar kıtlıktan dolayı acı çekerken o, ülkesinde

yersiz şeyleri dert ediniyordu. Kendi rahatlığı ve mutluluğu için yağmur yağdırmayı, mutlu ülkesinden çıkmayı reddediyordu. Ne kadar da cimriydi. Rüzgâr haklıydı hayatı ve gerçekleri öğrenmeliydi. Kendi pembe dünyasının dışındaki dünyayı da bilmeliydi. Belki o zaman daha erken gelirdi buraya ve kıtlığı önleyebilirdi... Ağlamaya başladı. O ağladıkça pembe yağmur damlacıkları düştü toprağa. Her damlada bitkiler yeşeriyor, pembe çiçekler büyüyordu etrafta. Bunu gören insanlar sevinç çığlıkları atıp dans etmeye başladılar. Ellerini havaya kaldırıp avuç avuç su içtiler. Pembe suyu içtikçe şifa buldular, mutluluk doldular. Günlerce, haftalarca ağladı pembe pofuduk bulut. Ağladıkça soldu renkleri, ağladıkça küçüldü bedeni. Artık pembe rengini kaybetmişti gri, küçük bir bulut olmuştu. Ağlamayı bıraktı, etrafına baktı ve gözlerine inanamadı. Her taraf pespembe ağaçlarla kaplıydı. Ağaçların dallarından tombul meyveler sarkıyordu. Kenarından pırıl pırıl pembe suları olan bir dere akıyordu. Pembe yanaklı çocuklar meyvelerden yiyip derelerde yıkanırken çok mutluydular. Etraftaki tarlalar ürün doluydu. Derken bir ses duydu, pembe dudaklı güzel bir kadın 3 çocuğunu yemeğe çağırıyordu. Çocuklar güle oynaya koştular yemeğe. Küçük gri bulut bir kez daha ağladı ama bu sefer mutluluktan ağladı. Hayatında hiç bu kadar iyi hissetmemişti. Ne de olsa mutlu etmenin verdiği mutluluğu hiçbir şey vermezdi. Ağlarken küçüldü, küçüldü, küçüldü ve tamamen kayboldu...

7 İRFAN Okulu

2017-2018

Fotoğraf: Caner EVİN


MÜSLÜMAN GENÇ VE ÂDAB-I MUAŞERET Muhammed Enes ASLAN

“Devlet başka, din başka “anlayışı ile devlete din, dine de devlet hakkı vermeyen bir İslâm’ı arzu ediyorlar. Biz buna izin vermeyeceğiz. Çünkü biz hem genciz hem de Müslümanız, yani günümüzün Müslüman genciyiz. Ne mi yapacağız? İmanımızı kuvvetlendireceğiz, her konuda bilgi sahibi olacağız, vatanımızı seveceğiz ve sadık kalacağız. Başka ülkeler için çalışmayacağız ve yaptıklarımızı para için değil, Allah rızası için yapacağız.

Nitekim günümüzdeki savaşlar, her şeyden önce iman ve dinsizlik savaşı haline gelmiştir. İmanı olan bir kişi zaten zulmedebilir mi? Dini olan bir kişi gençlere uyuşturucu satmak ister mi? Bunlar Müslümanlara zulmediyor, bunlar gençleri zehirliyor, bunlar çocukların eline silah verip dağa çıkarıyor. Peki, bunlarda iman ve din olabilir mi? Bunlarda Allah sevgisi nerede? İşte savaşları başlatan imansızlıktır, dinsizliktir, kalpsizliktir, sevgisizliktir, nefrettir, kindir, öfkedir. Elhamdulillah bizim ülkemizde bunlar yok ama bizim ülkemize sokmaya çalışıyorlar ama Allah’ın izniyle başaramayacaklar. Başkalarını da dinimize davet etmemiz gerekir. Davetin ise bir akıl erdirme üzerine yapılması gerekir; çünkü davetçinin misyonu bilinçli olmalıdır. Bunun için okumamız gerekiyor; nitekim biz okuma ümmetiyiz. Kur’an-ı Kerim’de inen ilk ayet ve ilk kelime “Oku” kelimesidir. Okuyan ümmetin kitabının

Maalesef artık eskisi gibi ne okumayı bilen ne de kitaba âşık olan asırlara şahit oluyoruz. Kendimizi geliştirmek için bol bol okumamız lazım ama okuduğumuz kitaplar boş kitap olmaması lazım, kendimizi geliştirecek yönde kitap seçmeliyiz. Müslümanlara kitap aşkını göstermeliyiz herkes günde en az 1 saat kitap okumalı ve kendini ve ülkesini geliştirmeli bunu biz yapmalıyız, bunu genç Müslümanlar yapmalı.

AHLÂK

Fotoğraf: Batuhan DERE

adı Kur’an’dır. Ama ne yazık ki ümmet okumuyor. Geçmiş zamanda Müslümanlar çok okuyordu. Hatta içlerinden biri ölüm döşeğindeyken: “Ömrümde okumadığım bir günün olmasından korkuyorum.” demiştir. Yine içlerinden biri: “Ne zamana kadar ilim talep edeceksiniz?” sorulduğunda “Ölene kadar” diye karşılık verdi. “Beşikten mezara kadar ilim talep edin.” sözü ne etkileyici bir sözdür.

İslâm kuvvete davet ederken, Müslümanlar neden zayıf? Sözde Müslümanlar çok çünkü. Adama sorarsın, Müslüman mısın adam evet der. Ama namaz kılıyor musunuz, oruç tutuyor musun sorununca ya işte yok bu sebepten dolayı kılamıyorum, yapamıyorum diyor vaktim yok diyor. 1 günde 5 vakit namaz, 1 vakti en fazla 15 dakikada da kılsan eder sana günde 75 dakika. Günde kaç saat telefonla, televizyonla vb. şeylerle uğraşıyoruz? Artık kalben ve sözel olarak beraber yapmanız gerekiyor hem kalben Müslüman hem de dilimizde. Etrafımızdaki arkadaşları toplayıp öğle namazına gidip öğle namazını eda etmek her şeyden hayırlıdır. “Namaz dinin direğidir.” Namaz olmazsa dinin bir direği yoktur. Namazsız din olmaz. Gayret doğru olursa, yol açık olur. Gayret ettiğimiz şey doğru olursa yolumuz da açık olur. Namaz kılmaya başlarsın, sadece farz kılarsın sonra dersin sünnet de kılayım sonra bir bakarsın son sünnet gelmiş, sonra bir bakarsın vacip gelmiş, sonra bir bakarsın

2017-2018

8 İRFAN Okulu


tesbihatlar da gelmiş. Bütün her şeyi yapmışsındır, bir gayret göstermişsindir. Sen o gayreti gösterirken kendine bir yol çizersin o yolda karşı zorluk çıkar ama sen gayret edersin ve en sonda işte o zaman “Gayret doğru olursa, yol açık olur.” dersin.

susunda ona öncelik tanı ve onun konuşmasını dinle! Konuşmasında itiraz edeceğin bir yer varsa, edepli ve güzel bir şekilde itiraz et! Ona karşı konuşurken yumuşak ol ve sesini alçalt! Ona karşı hitap ederken ve ona seslenirken onu onurlandırmayı unutma!

İslâm dinin’de çok edep vardır ki, bunlar tüm alanları kapsar. İslam dinindeki bu edepler büyüğe-küçüğe, kadına-erkeğe herkesi kapsar. Hiç şüphesiz bu kuralara uymak insanın güzelliğini arttırır ve insan içinde sevilip sayılmasını arttırır. İmam- ı Karâfi, “el-Furûk” isimli eserinde, rütbe bakımından edebi amelden üstün kılmış ve şöyle söylemiştir: “Şüphesiz az bir edep, çok amelden daha hayırlıdır.” Bundan dolayı büyük âlimlerden Ruveym, oğluna: “Ey oğlum! Amelini tuz, edebini ise un yap!” buyurmuştur. Şüphesiz ki Allah (c.c) çirkin olan söz ve fiili sevmez.

“Râsûlullah (s.a.v)’e bir adam geldi ve: ‘Ya Râsûlullah ihsanda bulunmama en layık kimdir?’ diye sordu. Râsûlullah (s.a.v): ‘Annen, sonra yine annen, sonra yine annen, sonra ise baban, ondan sonra da derecesine göre yakınlarındır.’ buyurdu.”

Ebû Hureyre (r.a) şöyle nakletmiştir: ”Rasûlullah (s.a.v) şöyle buyurdu: “Bir meclise girdiğiniz vakit selam verin! Oradan çıkacağınız vakit yine selam verin! Zira girerken verilen selam çıkarken verilen selamdan üstün değildir.” Kısa ve öz konuş! Konuştuğun söz makama uygun olsun. Bulunduğun ortamda yaşça en ufak sen isen, sana yönetilen bir soru olmadıkça veya konuşacağın sözün oradakileri razı ve memnun edeceğini bilmiyorsan yine konuşmaman gerekir. Konuşman gerektiğinde de lafı uzatmaman gerekir. Bulunduğun ortamda, oturma şekline ve konuşma üslubuna edebe uygun olarak yap! Bir meclise girdiğin zaman, orada bulunan herkese selam ver! Tokalaşmak istediğinde orada bulunan en faziletli kişiden ya da en bilginden ya da en takvalı kişiden ya da yaşı en büyük olan kimseden başlaman gerekir. (Eğer bunlardan biri bulunmazsa) dini bilgisi en iyi olanda başla! Bu vasıfları bulunan biri olduğunda, sağ tarafından bile olsa, musafahaya (tokalaşmak) ilk gördüğünle başlama. Eğer orada bulunan herkes eşit seviyede iseler, o zaman yaşça en büyük olandan başlaman gerekir.

9

Büyüğe hakkını ver ve ona saygı göster! Onunla birlikte yürüdüğün zaman, onun sağında ve biraz gerisinde yürü, giriş ve çıkışlarda büyüğüne öncelik göster! Bir yerde karşılaştığınız zaman selam ver ve hürmet göster! Bir yere iştirak ettiğin zaman da konuşma hu-

İRFAN Okulu

Hastaları ziyaret etmek gerekir. Kişinin Müslüman kardeşini ziyaret etmesinde, kardeşlik ağacını sulayan ve işlem kardeşliğini kuvvetlendiren bir bağ vardır. Hz. Âişe (r.a.) anlatıyor: “Ebû Bekir (r.a.), Rasûlullah (s.a.v.) Efendimiz’in yanına girmek üzere izin istedi. Bu esnâda Allah Rasûlü (s.a.v.) yatağı üzerinde yatmakta idiler. Üzerinde benim elbisem vardı. Rasûlullah (s.a.v.) hâlini hiç bozmadan izin verdiler. Meselelerini hallettikten sonra Ebû Bekir (r.a.) gitti. Bir müddet sonra Ömer (r.a.) içeri girmek için izin istedi. Rasûlullah Efendimiz (s.a.v.) aynı hâlini hiç değiştirmeden ona da izin verdiler. Hz. Ömer’in ihtiyacını da gördüler. Sonra o da gitti. Bir müddet sonra Osman (r.a.) izin istedi. Bu sefer Fahr-i Kâinât Efendimiz (s.a.v.) yatağından doğrulup oturdular. Üstlerini başlarını düzelttiler. Bana da: “Elbiseni üzerine topla!” diye emrettiler. Hz. Osman’a da girmesi için izin verdiler. Onun da ihtiyacını gördüler. Osman (r.a.) da gitti. O gidince ben dayanamayıp: - “Ey Allah’ın Rasûlü! Ebû Bekir ve Ömer gelince vaziyetinizi değiştirmediğiniz hâlde Osman gelince kendinize çekidüzen verdiniz. Sebebi nedir?” diye sordum. Peygamber Efendimiz (s.a.v.): - “Osman çok hayâ sahibi birisidir. Ben istifimi hiç bozmadan önceki hâlimde iken içeri aldığım takdirde ihtiyacını arzetmeden gideceğinden korktum. Kendisinden meleklerin hayâ ettiği kimseden ben de hayâ etmeyeyim mi?” buyurdular. Müslim, Fedâilu’s-Sahâbe, 36; Buhârî, Fedâilü’s-Sahâbe, 7

2017-2018


ADALET Merve KARTAL

Adalet; günümüzde yasalarla sahip olunan hakların kullanımının sağlanması, hakkın gözetilmesi, yeadilik, hak gözetme sözcüğünden rine getirilmesi demektir. Adalet kelimesinin kökeni Arapçada alıntıdır. Adalet kavramı insanoğlunun var olması ile aynı dönemde ortaya çıkmıştır. Aynı zamanda insanların geçmişten günümüze düşüncelerinde farklı şekillere büründürerek taşıdığı kavramlardan birisidir. Tarihsel olarak Türk tarihinde adalet, ilk çağlardan beri önem taşımaktaydı.

‫عداة‬

Fotoğraf: Kübra Nur DUMAN

2017-2018

DENEME

Orhun Abideleri’nde, Kutadgu Bilig’de üzerinde fazlaca durulmuştur. Cengiz Han “Evde Adalet, Ülkede Adalet” ile bu konuyu açıklamıştır. İslam tarihinde adalet ile bilinen ve her adliyede yer alan “Adalet mülkün temelidir.” sözüyle meşhur olan Hz. Ömer’i (r.a.) unutmamalıyız. Hz Ömer’in adaleti ile ilgili olarak şöyle bir olaydan bahsedebiliriz ki; Hz. Ömer (r.a.) halifeliği zamanında bir Yahudi Ömer (r.a) yanına gelir, “Ya Ömer filan yerde cami yapılıyor. Benim arsamın da bir bölümüne girdiler. Arsam eksildi.” der, durumu inceleyen Ömer (r.a) olayın doğru olduğunu görür. Valiye, “Camiyi yıkın ama adaleti yıkmayın. Camiyi yeniden yapın.” emrini verir. Bu olay da İslâm dininde adalete verilen önemin göstergesidir. Bazı bilim adamlarından örnek verecek olursak Aristoteles adaletin önemini şu sözlerle vurgular, “İnsan, mükemmel olduğu zaman hayvanların en iyisidir. Ama yasadan ve adaletten ayrıldığı zaman hepsinin en kötüsüdür.” Burada ünlü filozofun kast ettiği adaletin bir kavram olması, adalet üzerine farklı yorumlamaya açıktır. Fakat çoğu insanın içgüdüsel olarak hemfikir olduğu bir nokta vardır ki adalet, işleyişin dönen çarkıdır.

10

İRFAN Okulu


SAPIK KAVMİN HELÂKI VE GÜNÜMÜZE ETKİLERİ Dılevin SÜER

DENEME

Lût kavmi dönemindeki sapıklıkların nedeni Allah’ın Lût peygamber ile gönderdiği emir ve yasalara uymamalarıydı. Onlar kendi bildiklerini yapıp kendi cinsleriyle sapıklık yaptılar ve sonunda Mevla onları helak etti. Şöyle bir günümüze baktığımızda ne yazık ki aynı durumlar yaşanıyor ve çoğu insan buna normal bakıyor. Allah neslimizi korusun bu sapıklıktan inşallah.

11

Bütün bunlar dinimizi güzel araştırıp öğrenmemekten ve tabii Allah’ın emir ve yasaklarını çiğnemekten oluyor. Lût kavminin izinden gidiyorlar bu sebeple onlarla haşrolunacaklar onlar Kur’an-ı Kerim’de de belirtildiği gibi üzerlerine taş yağan bir kasırga ile helâk oldu ve bu helâktan sadece Lût Peygamber ve ailesi kurtuldu (karısı hariç) ama günümüzde helak söz konusu olmadığı için cezalarını ahirette en ağır şekilde çekecekler. Lût peygamber, İbrahim peygamberle aynı dönemde yaşamıştır. Hz. Lût, Hz. İbrahim’e komşu kavimlerden birine elçi olarak gönderilmiştir. Bu kavim Kuran’da belirtildiğine göre, o güne kadar dünya üzerinde görülmemiş bir sapıklığı uyguluyordu. Hz. Lût, onlara bu sapıklıktan vazgeçmelerini söylediğinde ve Allah’ın ilahi tebliğini getirdiğinde onu yalanladılar, peygamberliğini inkâr ettiler ve sapıklıklarına devam ettiler. Bunun sonucunda helak oldular. Bu kavimle beraber Hz. Lût’un karısı da onları destekleyip peygambere hainlik yaptığı için onlarla helak oldu. Hud suresinin 82. ayetindeki, “böylece emrimiz geldiği zaman üstünü altına çevirdik ve üzerlerine balçıktan pişirilmiş, istif edilmiş taşlar yağdırdık” ifadesiyle, Lût kavminin başına gelen felaketin şeklini yüce Allah bize açıkça bildirir. Ayetin içinde geçen “üstünü altına çevirmek” fiilinin şiddetli bir deprem ile bölgenin yerle bir olduğunu anlatıyor olması mümkündür. Nitekim helâk olayının yaşanmış olduğu bölge olan Lût gölü, böyle bir depremin oluştuğuna dair “apaçık deliller” taşımaktadır. Alman arkeolog Werner Keller konu hakkında şöyle diyor:

İRFAN Okulu

“Bu bölgede bir gün kendini göstermiş olan çok büyük bir çökmede patlamalar, yıldırımlar, yangınlar ve doğal gazlarla birlikte korkunç bir deprem olmuş ve Siddim vadisi ile birlikte Lût kavminin şehirleri yerin derinliklerine gömülmüşlerdi.” Ayetinin devamında “Üzerlerine balçıktan pişirilmiş, istif edilmiş taşlar yağdırdık.” cümlesiyle ifade edilen olayın ise, Lût gölü kıyısında meydana gelen volkanik bir patlama ve bunun sonucunda püsküren “pişirilmiş kıvamındaki” kaya ve taşlar olması mümkündür. Werner Keller bu konuda da şöyle diyor: Bu deprem sırasında yer kabuğunun çatlayıp çöküşü, kabuğun altında uyuyan volkanlara serbest yol göstermiştir. Şeria’nın yukarı vadisinde bugün de sönmüş kraterlere rastlanmakta olup buralarda kireç katmanları üzerinde geniş lav kütleleri ve bazalt katmanları yer almıştır.’’ İşte bu lav ve bazalt katmanları, zamanında burada volkanik bir patlama ve depremin olduğunu gösteren en büyük kanıtlardır. Kur’an’da, “üzerlerine balçıktan pişirilmiş, istif edilmiş taşlar yağdırdık” ifadesiyle tarif edilen olay da büyük olasılıkla bu volkanik patlamadır. Aynı ayette “… emrimiz geldiği zaman üstünü altına çevirdik” şeklinde ifade edilen olay da Rift Vadisi’nde tektonik kökenli olan ve volkanların yeryüzüne büyük bir şiddetle çıkmasına sebep veren deprem ile onun getirdiği yarılma ve çöküntüler olmalıdır. Bu yüzden iyi bir nesil yetiştirmek istiyorsak Allah’ın emir ve yasaklarına uymakla ve bizden sonrakilere de en güzel şekilde dinimizi öğretmekle mükellefiz. Zira bundan bile hesaba çekileceğiz. Kur’an ve sünnet ışığında onları aydınlatmalıyız. Sapık düşünceli insanların aksine Peygamber Efendimiz (s.a.v)’in sünnetlerinden yola çıkarak Allah’ın bize emanet ettiği çocukları eğitmeli ve onlara sahip çıkmalıyız.

2017-2018


İNSAN VE DOĞA Ahmed Sirac AYTEKİN

“Doğa nedir?” diye düşündünüz mü hiç? Doğanın anlamını herkes bilir. Doğanın anlamını bilmeyen bile, doğanın kendisini bilir. Ama yine de anlamını tekrar etmekte fayda vardır. Doğa; insan etkinliklerinin dışında kendini sürekli olarak yeniden üreten ve değiştiren, canlı ve cansız maddelerden oluşan, doğal kaynakları sağlayan ortamdır. Doğadan kısaca bahsettik. Şimdi de biraz insandan bahsedelim. İnsan; iki eli olan, iki ayak üstünde duran, aklı ve düşünme yeteneği olan, irade sahibi, en gelişmiş canlıdır.

edemez ilk önce. Genelde de zavallı teknolojidir buradaki günah keçisi. Yetmiş yaşındaki dede de suçu teknolojiye atar, her sabah sekizde iş başı yapan bir orta yaşlı adamda. Bana sorarsanız suç insanda. Sadece insanda da değil tabii ki teknolojide de suç var. Bide şu gözle bakalım olaya; teknolojiyi oluşturan, teknolojik ürünleri ortaya sunan, geliştiren insan değil mi? Dolayalı yönden suç yine insanın olmuyor mu sizce de? Ama benim suçlu bulduğum en büyük etken “İnsanın Hayalleri”.

İnsanlar son bir kaç yüzyıl dışında her ihtiyacını doğadan temin eder, doğayı bir yaşam kaynağı gibi bir araç gibi kullanırlardı. Doğa ile ihtiyaçlar bir zincirin halkaları gibi birbirleriyle iç içeydi. Bu zincirin en baş halkası doğanın kendisiydi. Son halkası ise insandır. Aralardaki halkalar ise insanı doğaya doğayı insana bağlayan ihtiyaçlar, unsurlardı. İnsanlar barınmak için ağaç kullanırlardı, çamurdan yapılma kerpiçler kullanırlardı. Besin ihtiyaçlarını karşılamak için ormanda avlanırlar, yenilebilecek bitkiler toplarlardı. Temizlik ihtiyaçları için derelere, gölere akarsulara giderlerdi. Bir hastalık olduğu zaman ormandan, kırdan, bayırdan toplanan şifalı bitkilerle yapılan bin bir çeşit merhemlerle, çaylarla hastalar iyileştirilir, dertlerine doğal yöntemlerle derman bulundu. Zamanla bu zincir paslandı, teknoloji gelişmeye başladı yeni yöntemler bulunmaya başladı. Ama hiçbir zaman zincir kopmadı, her zaman zincir eklendi veya eskisini yenisiyle değiştirdiler. Ama hiç bir zaman o zincir kopmadı. İnsanların büyük bir kısmı burada suçu hemen dışarda aramaya başlar. Kimse kendine bakmayı akıl

DENEME

Sözü fazla uzatmadan konumuza değinelim. Başlıkta gördüğünüz gibi konumuz; “İnsan ve Doğa”. Doğadan bahsettik, insandan bahsettik geriye kalan tek şey aradaki bu iki ana başlığı birbiri ile bir bütün hale getiren kısım, yani asıl konumuz.

İnsanın hayalleri derken üstü örtülü bir ifade. Bu ifadenin üstündeki örtüyü açalım. Olaya başından başlamak istiyorum, en başından! İnsanlığın tarımla ilk uğraşmaya başladığı zamanlarda, insanlar belki de elleriyle küçük çukurlar açarak, oraya tohum koyup tarlayı bu şekilde hazır hala getiriyorlardı. Daha sonralardan bir tahta çubukla daha kolay yapabileceklerini keşfettiler. Düşünebiliyor musunuz ne kadar büyük bir nimet olduğunu. Şuanda belki bize çok basit bir şey geliyor ama o döneme göre belki de şuanın en son model akıllı telefonu gibi, son model arabası gibi düşünün. Belki de önceden elleri yara içinde kalıyordu, tırnakları mahvoluyordu. Tahta çubukla yapmaya başladıktan sonra daha çok güç harcıyorlar ama elleri yaralanmıyor, vücutları hasar görmüyordu. Daha sonradan bu çubuğun ucunu daha ince ve geniş yaparsak daha kolay yapabileceğini fark ediyorlar. İleriki za-

2017-2018

12

İRFAN Okulu


manlarda toprak sert olduğu için sopaların ucu çabuk kırılıyor bunun için bir çare gerekir. Ucuna demir takıyorlar. Ucu sivri olursa toprağa daha kolay girer, bu sefer sivri uzun demir uçlu sopalar yapıyorlar. Döngü bu şekilde devam ederken hayvanları evcilleştiriyorlar. Bu işleri hayvanla daha kolay yapılabilir diyerek yaptıkları sopaların daha büyüklerini icat ediyorlar. Zamanla tarlada onlarca insanın günlerce süren çalışmasıyla oluşan tarla sürme işini iki üç hayvanla yapabilecek hale geliyor. Daha da zaman ilerledikçe insanlar hayal ettikçe teknoloji ilerliyor ve motorlar çıkıyor. Bu seferde beş altı hayvanın yaptığını bir kaç tane motor yapıyor. Zaman hala ilerlemeye devam ediyor, zaman beklemez. Tarlada insanın tek yaptığı tohum atmak ve sulamak kalıyor. Daha sonradan öyle makineler çıkartıyor ki insanoğlu, tarla sürmesinden tohum atmasına, sulamasına kadar yapıyor. İşin gel gelelim ki kötü yanına, bu seferde çalışacak insan kalmıyor. Çünkü teknoloji insanlığı o kadar rahata erdirdi ki atalarımızdan bize kalan “zahmetsiz rahmet olmaz” sözünü hayatımızdan neredeyse sildi. Kimse zahmetli bir işe kalkışmıyor. Ülkemizin önemli bir tarım sorunu olduğu ortada, bu sorunun temel sebebi de şudur: İnsanları teknolojiyle birlikte gelen rahatlığa mecbur bırakma. Eskiden herkes bahçesine, tarlasına ekin eker, ekmeğini kendi yaparmış. Kimse işten kaçınmazmış. Dedelerimizden duyduğumuz kadarıyla. Herkes birbirini tanır, yardım edermiş. Tanınmadık biri olsa bile kimse onu yabancı gibi görmez yıllardır tanıyormuş gibi evini açar, yardım eli uzatırmış. Şimdi kendi dönemimize bakıyorum da yolda bir tanıdık görünce selam bile vermemek için kafasını önüne eğip karşı kaldırımdan hızlıca geçer hale geldik. Anadolu’ya gittiniz mi bilmem ama Anadolu’da bu kültür eskisi kadar olmasa da kör topal hala ayakta. Ancak böyle giderse oda körelip gitmeye yüz tutacak. Ne oldu da insanlık bir anda böyle değişti? Ney insanları bu kadar bozdu, ney doğayı bu kadar bozdu? Çok uzağa gitmenize gerek yok, bizden iki kuşak öncesi insanları böyleyken biz neden doğadan, insanlıktan kopuk yaşıyoruz? Seksenlerdeki İstanbul fotoğraflarına bakınca doğanın ne hala geldiğini anlarsınız. Suç yine teknolojide değil insanlıkta. Dünyayı bu hala getiren, ağaç yerine gökdelen diken, teknoloji değil, insanlar! Eskiden bağrında yaşadığımız, her ihtiya13 İRFAN Okulu

cımızı ondan temin ettiğimiz, şu an ise bağrından kopup, her gün şikâyet ettiğimiz bu beton duvarlar arasına nasıl geldik? Burada teknolojinin insanlığa yardım etmekten başka, hayatı kolaylaştırmaktan başka yaptığı kötülük nedir? Bize öyle bir algı oluşturmuşlar ki, sanki sadece iki seçeneğimiz varmış gibi, ya “teknoloji” ya da “doğa” sadece birini seçme hakkımız varmış gibi anladı herkes. Kimse ikisini bir araya getirmeyi düşünemedi! İnsanoğlu tembeldir, kimse kolaylık varken zoru seçmez, ama hayat, bu zorluk olmadan rahatlık olmaz. İnsanlara teknoloji öyle tatlı geldi ki kimse tereddüt etmeden elini taşın altından çekti. Haliyle taşın dengesi bozulur, ilk başta umursanmayan küçük sorunlar gibi gördük. Ben yapmazsam o yapar mantığıyla hareket ettik. Unuttuğumuz bir şey vardı! O zamanın küçük sorunu bir su damlası gibiydi, ufak küçük bir sorun. Ama her selde küçük bir damlayla başlar!

Fotoğraf: Caner EVİN

Günümüzün en büyük sorunu doğa değil mi? Yıllar önce menfaatlerimiz için bağrından koptuğumuz doğa. Doğa deyince ilk akla gelen ağaçtır. Bu soruyu yoldan geçen yüzlerce kişiye sorsak, eminim ki neredeyse hepsi ağaç, orman der. Haklılar doğa ağaçtır, ormandır. Çevremize baktığımızda ise ağaç veya ormanların yok denecek kadar az olduğunun da farkındayız, buda insanlarda bir yerde yanlış yaptıklarını fark ettiriyor. Sadece fark etmekle de olmuyor maalesef, sorunlar fark edince, yanlış yaptığımız görünce düzelmiyor. Bu yanlışı düzeltmek için, düzeltemiyorsak da en az zararlı çıkacağımız bir yol bulmamız gerekmez mi? Tekrar aynı kişilere sorsak bunun çözümünü, yine eminim ki çoğunluk ağaç ekilmeli der. Haklılarda ağaç ekilmeli. Ama sadece ağaç ekilmeli demekle de olmuyor, bu sadece yanlışı görmektir, önemi olan o yanlışla mücadele edebilmektir. Bu

2017-2018


seferde çözüm için ne yaptıklarını sorsak kimisi güler, kimisi susar, çok az bir kısım ise bağış yaptığını söyler. Bağış yapanlarda doğru olanı yapmıyorlar bence. Eğer bunu bir sorun olarak görüyorsak ve bunun için mücadele edeceksek neden bir fidan alıp da yarım saatimizi bile ayıramıyoruz. Ama televizyonda bir dizimiz olduğunda reklamda bile kanalı değiştiremiyoruz her an başlayabilir, kaçırmayayım diye. Bir diziyi bile kaçırmamak için saatlerce koltuk başında oturabiliyoruz ama doğa elden giderken, dünyanın akciğerleri yok olurken, insanlığın sonuna, dünyanın yaşanmaz hale geleceğini bilirken kayıtsız kalabiliyorsak demek ki bu bizim için bir sorun değildir. Bizim için sorun olmayan bir olay için ise boşuna para harcamaya gerek yoktur, netice de israfta haramdır. “Kıyametin koptuğunu görseniz dahi gücünüz yetiyorsa elinizdeki fidanı dikin” diyen bir Peygamberin ümmeti olmamıza rağmen ağaç dikmek yerine sosyal medyadan protesto etmeyi tercih ediyoruz. Ama doğa sadece ağaçtan da oluşmuyor, insanda doğanın bir parçası. Kimse kendinin doğanın bir parçası olduğunun farkında değil. Toprakta doğanın ana kaynaklarının başında gelmiyor mu? İnsan da topraktan gelmedi mi? Peki neden şuan topraktan bu kadar uzağız? Teknolojinin bile ana kaynağı doğa değil mi? Uçaklardan örnek verelim. Uçaklar, kuşlardan esinlenerek yapılmıştı. Sadece kuşlardan mı yararlanıldı, ham maddelerine varıncaya kadar her şey doğadan temin edilmiyor mu? Aslında insanlar doğadan çok uzak değiller sadece uzak olduklarını sanıyorlar. Aynı uçaklar gibi. Doğayla alakasız gibi duruyor ama en temeline kadar doğadan türemiştir. Günlük hayatımızda kullandığımız her şeyin ana kaynağı doğa, insanın bile ana kaynağı doğayken,

Doğayla bu kadar iç içe olmamıza rağmen neden doğadan bu kadar uzağız? Burada işte teknoloji giriyor işin içine. Hayatımıza o kadar adapte olmuş ki herkes dünya derdini unutmuş, teknoloji peşine koşmaya başlamış. Teknoloji çok güzel bir şey aslına bakacak olursak. Ama insanlar biraz fazla abartmışlar. Ne demişler “her şeyin azı karar, çoğu zarar” biz hep çok olanı seçmişiz orta yolumuz yok. Teknolojiyle doğayı bir bütün olarak kullanabilsek hiç bir doğa sorunu kalmaz bence, bu pek mümkün değil ama. Çünkü nereye baksak teknoloji var, hangi reklam panosuna baksak yeni çıkan telefon reklamları, televizyonu açsak araba reklamları, gelen mesajlarda deniz kenarındaki otel reklamları. Hiç bir yerde doğaya teşvik eden bir reklam göremezsiniz. Çünkü insanlar doğaya dönerse büyük firmalar para kazanamaz. Kimse size gidip doğada kafanızı dinlediniz diye, üç dört tane fidan diktiniz diye ödül vermez. Ama yeni çıkmış olan son model bir araba alırsanız veya son model bir akıllı telefon alırsanız, bir anda değeriniz artar, sizi dünyayı kurtarmış gibi göklere çıkarırlar. Doğa gönüllülük işidir teknoloji ise menfaat. İnsanların da bu güzelliklerden mahrum kalmasının, dünyanın mahvolmasının tek sebebi insanların menfaatleri doğrultusunda hareket etmesidir. İşin acı gerçeği insanlığın en büyük sorunu doğa falan değildir! Tek sorunları, yaptıkları yanlışın farkında olup, yolun ucundaki uçurumu görmelerine rağmen, gördüklerine değil, teknolojinin onlara kurduğu hayalleri görmek için uçuruma doğru gitmeleridir. Hayaller yükselirken, insanlık düşüyor, doğa elden gidiyor. Hayaller; insanın, doğanın, dünyanın zehridir. Zehri olmakla birlikte de tek panzehridir hayal.

Fotoğraf: Batuhan DERE

2017-2018

14

İRFAN Okulu


KİMLİKSİZ KİMLİK Sema GEDİK

Yıl 2018…

DENEME

Küçük bir çocuk masumiyeti yok şimdi kimsede. Küçücük bir el kadar samimi olmuyor hiç kimse. Omzuma değen minicik bir baş var şimdi, küçücük elini tutarken dünyalara dalıp çıktığım… Dünyayı yeni kavrayan bir çocuk gibi şuan. Her şeyin ne manaya geldiğini sorgulayan ve hiçbir şey bilmezcesine bu çarkta dönen. Gerçeklik kapısı aralanıyor yavaştan, çark gideceğimiz yere kadar bizi de dâhil ediyor bu yolculuğa. Yapboz parçaları yavaş yavaş oturuyor yerli yerine, olmamız gereken yere olması gerektiği şekilde bil gayret ulaşmaya uğraşıyoruz, fakat bitmekte olan bir şey var; saatlerin takip edip dakikaların izlediği ve bir kum saati misali bitip tükenen ‘Ömür’!

Kimsin, nesin? Hangi parçası olacaksın bu kâinatın? Aç artık gözlerini bilmediğin her şeye… Ey genç, bu vebal yükü çok ağır kaldırmak güç, mücadele güç… Fakat bilmiyorsun ve en kötü şey bilmediğini bilmemek. Kalk artık ayağa! Bütün susuşlara, cevap veremeyişlere, adaletsizliklere bir son ver artık ve bu yola çıktığın an duraksama bir daha. Sait Çamlıca der ki, “Bu hayattan göçtüğünüz zaman arkanızda bıraktığınız tek şey mezar taşı olmamalı.” ve ekler Nuri Pakdil, “Çıkış merdivenleri daima zorlandıkçadır.” Zor olan güzeldir, kolay elde edilip elde kalan ne ola?

Çocuklar, gerçekten çok masumlar. Büyüdükçe kayboluyor mevcut masumlukları artık ‘çocuk‘ da denmiyor adlarına zaten! Peki, ya sonra? Amaçları değişiyor insanların, mutlu olmayı maddiyat sanıyorlar. ‘Koltuk tozu’ kaçıyor kimilerinin gözüne, gittikleri yol aydınlığa çıkmıyor fakat bilmiyorlar. Bundan ötürü; bilemem bir korku mudur büyümek! Her geçen gün gerçeklere daha da yaklaşmak. Alışıla gelmişlikten ‘buzdağının görünmeyen kısmına’ geçmek! Belki de kelebeğin kozasını parçalarken çektiği acı kadar bu bekleyiş. Fakat büyümek terazide ağır bastırıyor da yavaştan, sorumluluktan kaçmak değil aslında o sorumluluğu yerine getirebilmekte tüm mesele. Yapbozdaki parçanı bulup yerine koyabilmekte, uyananların uyuyanları uyandırabilmesinde! “İnanıyorsanız muhakkak en üstünsünüz.”1 Dünya hayatı tek kelimeyle açıklanıyor zannımca, ARAYIŞ! Siyahların arasında bulanıklaşmakta olan beyazları arayış, doğru yolu arayış, düzeltmek üzere olan yanlışı arayış.

15

1

İRFAN Okulu

Ali İmran - 139

2017-2018


Fotoğraf: Kübra Nur DUMAN

İnsanlar tepkisizleşiyor gitgide, zaman da değişiyor yavaştan. Asıl benliğimizi alıyorlar elimizden kim olduğumuzu unutturuyorlar, kimliksiz bir kimlik bırakıyorlar bize. Biz ise uyuyoruz, uyuyoruz ve farkında değiliz. İnsanların kalpleri kara değil aslında yapmamız gereken uzaklara gidip karanlıklara dalmak değil. İnsanların kalplerinde bir ‘iyi’ var fakat o iyi gitgide derinleşiyor, derinleştiriyorlar! Fakat anlamadığım neden sorgulamıyor bu insan beyni? Neden önümüze konan her bulanıklığa hiç sorgulamadan inanıyoruz? Dümdüz bir çizgi var ve biz neden o çizgiden hiç şaşmıyoruz, olağanın dışına çıkmak ve bir yenilik başlatmak varken, belki tozlu belki paslı belki de yanlış olan bu belirsiz yolda yürüyoruz? Hâlbuki inanç görünmeyene inanmak ancak böyle genişler hayat dağarcığı. İnsanlar bilmiyorlar fakat bilmediklerinin de farkında değiller ve öğrendiklerini her nasıl öğrendilerse o buzdan kaleleri kırmak hiç de kolay değil! Böyle bir gayenin peşinde bir ömür işte… Yalnızca giderek değil nereye gittiğinin de bilinciyle çünkü ‘nereye gittiğini bilmez isen gitmek fiilinin de bir önemi yoktur.’

Zaman geçer bir yaprağın yeşerip kuruması kadar sürer ömür, sorsan kimse bir şey anlamamıştır ve saatler tak diye durur. Çarkın bizi bırakma vakti gelmiştir. Heybemize ne koyduysak onunla başlar uzun bir yolculuk. Ölüm ayrılıkları zor, gidene zor mu bilemem ama kalanlar çok yıpranıyor. İnsan aciz, insan nankör kimi zaman… Tükendikten ve tükettikten sonra anlıyor kayboluşa sürüklenenlerin değerini ve göçüyor bu dünyadan, yaptıkları yahut yapmadıkları için bir hesap verişe doğru. Kalanlarsa tek şıklı soru gibi tek çareleri yola devam etmek, zor olsa da… Fakat galiba geçiyor zamanla, izleri kalsa da yaralar iyileşiyor olsa gerek. İnsanlar unutuyorlar. İlk günkü gibi acımıyor yaraları belki de acımamalı. İki bilinirlik arası bilinmezliklerle dolu bir yolculuk bu. Omzumda minik bir baş ile düşünmüştüm, bir fidan olup yeşeren büyüyen ve en sonunda da solan insanı. Bir acele ediş var içimde. Çarkın duracağı ve yelkovanın akrebi takip etmediği o gün gelecek ve kendi heybemi alıp göçeceğim ben de. İki bilinirlik arası bilinmezliklerle dolu bu yolculuğa…

2017-2018

16

İRFAN Okulu


İSLÂM VE BİLİM Alperen KURT

İslâm’ın bilime verdiği önem daha ilk gelen ayetten belliydi: “Oku!” Oku, yeryüzünü oku. Oku, kâinatı oku. “Oku, Yaradan Rabb’inin adıyla.”1

lir: Allah’ın kendisine ihsân ettiği malı Hakk yolunda harcayıp, tüketen kimse; Allah’ın kendisine verdiği ilimle yerli yerince hükmeden ve onu başkalarına da öğreten kimse.”3

DENEME

Peygamber Efendimiz (s.a.v.) toplumun her zaman yeni bilgiler ve diller öğrenmesine, araştırmasına önem vermiştir. Bunun içindir ki Ashab-ı Suffe toplumu oluşmuştur. Mescid-i Nebi’nin yanında suffe inşa edilmiştir. Çünkü İslâm cahillerin değil; zeki, çalışkan, düşünen ve en önemlisi güzel ahlâklı olan bireylerin omuzlarında yükselecektir. Okumanın dinimizdeki önemini şuradan da anlayabiliriz: Abdullah İbn-i Amr (r.a.) anlatıyor: “Resûlullah (s.a.v.) bir gün, hücrelerinden çıkıp mescide girmişti. Mescidde ise iki halka vardı. Birinde halk Kur’ân okuyor, Allah’a dua ediyordu. Diğerindekiler ilim öğrenip ve öğretmekle meşguldü. Aleyhissalâtu vesselâm: “Her ikisi de hayır üzeredir: Şunlar Kur’ân okuyorlar, Allah’a dua ediyorlar, Allah (taleplerini) dilerse onlara verir, dilemezse vermez. Bunlar ise öğrenip, öğretiyorlar. Ben de bir muallim olarak gönderildim!” buyurdular ve ilim halkasına oturdular.”2 İslâm’ın hızlı yayılışının tem elinde bilime verilen önem yatar. Peygamber Efendimiz (s.a.v.) vefat ettiğinde bütün Arap Yarımadası’nı Müslümanlaştırmıştı. Ondan sonraki halifelerden biri olan Hz. Ömer (r.a.) vefat ettiğinde ise Müslümanlar Asya ve Afrika’ya açılmış, Kudüs fethedilerek ilk kıblemiz olan Mescidi Aksa, Müslümanların kontrolüne geçmişti. İslâm toplumunun sağlam olmasının en büyük sebeplerinden biri Peygamberimizin (s.a.v.) toplumu üçe bölmesidir. Ya öğrenen, ya öğreten, ya da bunlara destek olanlardan olmamızı öğütlemiştir. İslâm’da ilime tam destek verildiği şu hadis-i şerifte apaçık belirtilmiştir: “Yalnız şu iki kimseye gıpta edi17

1 2

İRFAN Okulu

Alak – 1 Kütüb-i Sitte

Fotoğraf: Nurgüzel KORKMAZ

Daha nice örnekler de var. Ancak bir örnek daha vermek gerekirse; “Dünyayı isteyen ilme sarılsın, ahireti isteyen ilme sarılsın, hem dünyayı hem de ahireti isteyen yine ilme sarılsın.”4 Ayrıca İslâm’a göre, ilim Müslümanlardan talep edilmek zorunda değildir; ilim ehil olan kimseden alınmalıdır. Nitekim Peygamber Efendimiz (s.a.v.); “İlim mü’minin yitik malıdır, nerede bulursa alsın.”5 buyuruyor.

3 Buhârî, İlim 15, Zekât 5, Ahkâm 3, İ’tisâm 13, Tevhîd 45; Müslim, Müsâfirîn 268 4 Tirmizi 5 Tirmizi, İlim 19, İbn-i Mace, Zühd 17

2017-2018


İlim için uzun yollar dahi kat edilebileceği de şu hadisle doğrulanmıştır; “İlim Çin’de bile olsa gidip alınız.”6 Yüce Allah, Zümer Suresi 9. ayette bilmeyenlerle yol kat edilemeyeceğini, bilenlerin bilmeyenlerden farklı olduğunu açıklıyor.

Fotoğraf: Ayşe Merve BULDAĞ

Bilgi ilimdir, bilimdir, yeniliktir, kurtuluştur, aydınlıktır. Bilgi güçtür, bilgi kuvvettir. Peygamberimiz (s.a.v.) de bunu bildiği için, önceden de belirttiğimiz gibi ilimin önemini birçok hadisinde vurguluyor. Sadece hadisler değil, Yüce Allah ayetlerinde de ilmin önemini vurgulamıştır. Bu yüzden ilk ayet oku iken, ikinci olarak inen surenin adı Kalem Suresidir. Bilginin güç olduğunu, Müslümanlar gibi Batı dünyası da anlamıştır. Ama Batı, bilgiyi bir silah olarak kullanmıştır ve bu silahı mazlumların üzerine doğrultmuştur. Bu düşünce ise İslâm’a terstir. İslâm, bilginin insanlığa umut olmasını dilerken, Batı’nın bilgisi insanların ölümü olmuştur. İslam âlimleri de bilginin silah olduğunu biliyorlardı ancak bunu insanlığın kafasına doğrultmuyorlardı. Örnek verecek olursak, Mevlana Celaleddin Rumi atomu şöyle özetlemiştir: “İçinde her atom bir güneş saklar

Bu güneş bir çıkarsa şayet o pusudan Gökler ve yer tuz buz olur ışıltısından.” Mevlana Hazretleri rivayete göre bunu 700 yıl önceden bildiği hâlde atomun insanlığa tehlikesini bildiğinden dolayı açıklamamıştır.

Beyhaki, Suabu’l İman Beyrut 1410 2/253

Müslümanların ilime ve bilime katkısı da verdiği âlimler de bitmez. Matematik alanında en büyük şahsiyetlerdendir Harezmî. Cebirin temellerini oluşturmuştur. Sıfır sayısını Müslümanlar bulmuştur. Pergel gibi alet edevatları yine Müslümanlar icat etmiştir. Abbasi halifesi Memun da Şemmâsiye adındaki rasathaneyi kurdurmuştur. Bu ümmet, astronomi alanı içinde Ali Kuşçu, Bîrûnî gibi bilginler yetiştirmiştir. Müslümanların yaptığı, hayranlık uyandırıcı şeyleri listelemeye devam edecek olursak; kimyanın mucidi kimdir? Câbir bin Hayyan’dır. Evet, Müslümanlardır. Batı dünyası istemese de, zorlarına da gitse bunları başaranlar Müslümanlardır. Optik ve fiziğin kurucusu İbn-i Heysem’dir. Zooloji ve biyolojinin temellerini el-Cahız “Kitabu’l- Hayvan” adlı eserinde atmıştır. Botaniğin mucidi ise, “Kitabu’n-Nebat” adlı kitabıyla İbni Bacce’dir. İlk uçma denemeleri Endülüslü İbn-i Firnas ile 9. yüzyılda başlamıştır. Dünya’nın döndüğünü yüzyıllar önceden, Kopernik ve Galileo’nun adı daha ortada bile yokken, Bîrûnî söylemiştir. İslâm’a iftira edenler; bu dinin yobaz olduğunu, insanları geriye götürdüğünü söyleyen Batı medyası acaba bunları bilmiyor mu ki bu çalışmaları ve daha nicelerini göz ardı ediyor.

Derken eğer atom ağzını şöyle bir açar.

6

İslâm dünyası aslında çok gelişmiş; nice icatlar, nice buluşlar çıkmıştır. Kendi âlimlerimiz, bilginlerimiz vardır lâkin Avrupa dünyası bunları kendileri bulmuş gibi lanse etmiştir. Birçok Müslüman bilginin adı da böylece yok olmuştur. İslâm dünyasındaki ilk aydınlanma örneklerinden birisi “hikmetler evi” anlamına gelen Beytü’l-Hikme’dir. Abbasiler tarafından 800’lü yıllarda, Bağdat’ta kurulmuştur. Kütüphane ve çeviri merkezinden oluşan bir bilim yuvasıdır. Bağdat’ta kurulan bu ilk kütüphaneden sonra Müslüman şehirlerinde kütüphane geleneği başlamıştır. Bu gelenek sayesinde İslâmiyet’i benimseyen birçok insan da İslâm’ın bilime verdiği önemi görmüştür. Beytü’l-Hikme’de ayrıca Yunanca ve Hintçe gibi dillerdeki eserlerin çevirisi yapılmıştır.

Neyse ki yüce Rabb’imiz onlara cevap olarak Saff Suresinin 8. ayetinde “Onlar ağızlarıyla Allah’ın nurunu söndürmek isteseler de Allah nurunu tamamlayacaktır.” 18

2017-2018

İRFAN Okulu


REVAHA Eda KUZEY

DENEME

“Bu ezanda insanı dünyanın şerlerinden uzaklaştıran bir şeyler var.” Kaçmak kurtulmanın yarısı mıdır, zannetmem lakin şöyle bir gerçek var ki bu düşünce ardında yürüyen birçok insan mevcut. Bir şeylerden kaçıyoruz bir şeylerden. Gülmekten belki, belki düşmek üzülmekten. İnsan yaşamı boyunca çokça duyguyu tadan bir varlık. Normal olarak güldüğü gibi ağlaması da haktır. Çünkü sosyal bir varlık olan insan toplum içinde dinamikliğini kaybetmemelidir. Peki, toplumdan murat ne? Tarihsel gelişme içinde aynı toprak parçası üzerinde birlikte yaşayan ve ortak bir uygarlığı olan yaşamlarını sürdürmek birçok temel çıkarlarını gerçekleştirmek için işbirliği yapan insanların tümüne toplum denir. Terimselden ziyade yalın düşünelim; insanın hayatını sürdürürken etkilendiği ve bir parçası olduğu geniş insan kitlesi. Nihayetinde çekiştire çekiştire bu anlama getirilebilir. İnsanlar doğarlar yaşarlar ve son olarak kendisine emanet verilen son nefesi verir ve göçerler. Doğum ile ölüm arasına bir de şekillenme notu düşülebilir tabi. Toplumun etkisi olduğu gibi insan harap edilmiş bir ormanda direnen tek bir ağaç gibi olmayı tercih edebilir. Doğumundan sonraki ilk birkaç yıl hayatının taşlarını tek tek dizmeye başlar. Aile hayatından tutun komşularının ona nasıl davrandığına kadar her şey karakterinin oluşmasında rol oynar. Biraz büyür ve biraz daha. Ben kimim kim olmalıyım algısı mesken tutar aklını ve endişe işler ruhuna. Biraz büyür ve biraz daha. Aslına bakarsanız insanın ilkbaharında kalemimi durdurmak isterim çünkü buradan sonra insan biraz büyüyecek ve biraz daha ta ki büyüyebileceği en son noktaya kadar. Sonra yavaş yavaş küçülecek.

Yaz gelecek evvela ağaçlar güzelleşecek ve sonbahar gelecek yapraklar dökülecek. Toprak altında kalacak insan ve sonra tekrar büyüyecek biraz ve biraz daha. Destanlar yazılacak mezarından. Destan yazdırmak için gençliğinde büyüyecek insan evvela. Büyümek için araştıracak kim doğru kim yanlış. Öğrendiğini uygulayacak ve anlatacak. Bazı insanların sözleri altında üzülecek ama sabredecek. Pişecek ama yakmayacak kendini. Daha iyi bir bina kurmak için küçükken koyduğu çürük taşları atacak eliyle. Ayağı takılmayacak taşlara. Çevresinin ona giydirdiği her hırkayı almayacak. Yeri geldiğinde kendi fikirlerinin hırkasını giyecek. Bu davanın gömleğine bürünecek. Lakin fazla vaktimiz yok genç kardeşim. Hareket edersek bereket bulabiliriz. Uyanacağız önce sonra insanlar gelecek. Kendi fikirlerince hayat çizecekler sana. Önce doktor yapacaklar seni sonra mühendis. Çok para kazanabilesin ki mutlu desinler sana. Daha gençsin böyle kapatma kendini diyecekler. Ayağının önüne elinle ittiğin taşları tekrar getirecekler. Ellerini kirleten hırkaları sana giydirmeye çalışacaklar. Bu dava için harap edilmiş bir ormanda tek başına direnen bir ağaç gibi olmalısın. Zafer inananların olacak çünkü bir dalı kırılınca kaybedeceğim diyenlerin değil. Üstüne üstüne gelecek dünya peşinden koş diye. Bir gece tutacak seni hissettirecek hüznü karanlık geceyi hemdert bekleyen sana. Fecr doğacak gönlüne ve aydınlanacak yüreğin dünyayı aydınlatan bir kandil gibi. Çünkü kulaklarında Rabbi’nin ismi. Ezan çağıracak felaha seni. Bu ezanda insanı dünyanın şerlerinden arındıran bir şeyler olacak. Güneş sen doğduktan sonra doğacak, sen batmadan batacak.

Fotoğraf: Caner EVİN

19 İRFAN Okulu

2017-2018


GEÇMİŞİN SIRRI Zeynep İrem SAĞLAM

Büyüklerimizden duyardım ve duyduklarım çok da hoşuma gitmezdi. Ama merak da etmiyor değildim. Birden bu anlatılanları annem ve babamın bizlere tekrar tekrar hatırlatması oldukça can sıkıcıydı. Aslında hepiniz merak ediyorsunuz neler yazacağımı, küçük evlerde büyük bir aile nasıl olunabilir? Ben, abim, annem, babam küçük bir aileyiz ama bize göre de oldukça büyük bir evde yaşıyoruz. Günümüz şartlarına göre sosyal, ekonomik hatta birçok kültürel imkâna da ulaşmak çok da zor olmamasına rağmen ihtiyaçlarımızı doğru belirleyip sıralayamadığımızdan dolayı o küçük ailemizde aile bireyleriyle zaman zaman çatışmalar yaşayabiliyoruz. İşte bu yazımı kaleme almaya başlarken ilk söylediğim; büyüklerimin bize göre çok büyük bir ailede yaşamalarına rağmen içinde yaşadıkları ortama göre çok daha iyi, geleneklere uygun ve yaptıkları iş bölümü ile hayatın zorluklarını en aza indirebildikleri gibi elindeki imkânların azlığına rağmen en güzel şekilde mutlu olmayı becerebilmişler ve büyük bir aile olarak kalabilmişler. Biz bugün acaba o mutlu ailenin sırlarının anahtarını büyüklerimizin anlattığı o masalımsı anlatımlarından çıkarabilecek miyiz?

ÂİLE 20 2017-2018

İRFAN Okulu


İLETİŞİMDEN BAĞIMLILIĞA

İLETİŞİM

Bünyamin Berk ÇİÇEK

Fotoğraf: Batuhan DERE

21

Sosyal medya ve iletişim kavramlarının üzerine konuşmak için bu yazıyı yazmaya kara verdim. Çünkü sosyal medya çok büyük bir platformdur. Bu platformun bu kadar büyük olmasının başlıca sebepleri de iletişimdir. İletişim normal hayatımızda olmazsa olmazımızdır. Çünkü iletişimi olmayan bir milletin devleti de olamaz. İletişimin normal hayatta birden fazla konusu ve uymamız gereken bazı kuralları vardır. Sosyal medyadaki iletişimin de normal hayatımızdaki gibi belli başlı kuralları vardır. Mesela normal hayatta sizden büyük olan birine ağabey, abla, amca, teyze dersiniz, sosyal medyada da sizden büyük olan kişilere böyle hitap ederseniz kurduğunuz iletişim genel olarak olumlu olur. Çünkü iletişimin başı saygıdır. Saygı olmadan iletişim olmaz, olursa da düzgün olmaz. Sosyal medyadaki iletişim genellikle sohbet, muhabbet üzerine kuruludur. Ancak bazen de tartışma konuları da olabiliyor. Bu tartışma sırasında olumsuz iletişimler meydana gelebili-

İRFAN Okulu

yor. Çünkü sosyal medyadaki iletişim klavye başından olduğu için normal hayatta o sözleri söylemeye cesaret edemeyeceği şekilde konuşulabiliyor. Bu da sosyal medyadaki iletişimin aslında çok da verimli olmadığını gösteriyor. Sosyal medyadaki iletişimi çok iyi kullanmak istiyorsanız öncelikle kendi hayatınızdaki çok iyi anlaştığınız kişilerle iletişim kurmayı deneyin. Normal hayatta kuramadığınız iletişimi sosyal medyada kuramayacağınız için önceliğiniz kendi hayatınız olmalı. Yoksa sosyal medyadaki iletişimden verim alamazsınız. Zaten sağlıklı bir iletişim kurmak istiyorsanız öncelikle kendi hayatınızdan başlamalısınız. Çünkü normal hayatınızda iletişim kuramıyorsanız sosyal medyaya hiç girmenize gerek yok. Aslında bu dünya üzerindeki her şey çok önemli ve çok işimize yarayan şeylerdir. Sosyal medyadaki iletişim de böyledir. Neyi iyi kullanırsanız sonucu iyi

2017-2018


olur, neyi kötü kullanırsanız kötü olur. Bunlara örnek verecek olursak; çok acil kan ihtiyacı olan bir hasta için sosyal medya aracığıyla kan bulunabiliyor. İş ihtiyacı olan kişiler, ilanların sayesinde iş bulabiliyor. Kurumsal tanıtım ve reklam yapılabiliyor. Bu yüzden sosyal medyayı nasıl kullanırsanız size öyle geri döner. Sigara, alkol, uyuşturucunun yanı sıra günümüzdeki en büyük bağımlılık sosyal medya bağımlılığıdır. Genellikle bu bağımlılığın yaş oranı 9-18 yaş aralığıdır. Çünkü günümüzdeki aileler 13 yaş medya kullanım yasağına dikkat etmiyorlar. Bu sebepten dolayı çocuklar daha küçük yaşta sosyal medyayla tanışıp bu alana giriyorlar. Sosyal medya eğlenceli bir platform olduğunun yanı sıra uyutucu bir platformdur. Günümüzdeki aileler bu platformu çocuklarını uyutmak için kullanıyorlar. Örnek verecek olursak bir annenin çocuğuna yemek yedirebilmesi için telefonunda video açması ve çocuğu onu izlerken çocuğuna yemek yedirmesidir. Bu annenin her gün böyle yaptığını düşünürsek bu çocuğun sosyal medyaya bağımlı olmasının ilk adımıdır. Bu yüzden sosyal medya bağımlılığının en büyük sebepleri de ailelerdir. Aileler küçük yaşta çocuklarını sosyal medyayla tanıştırdıkları için çocuklarında büyüyünce daha farklı şeyler meydana

gelecektir. Meydana gelecek en büyük sorunlardan biri ise asosyalliktir. Asosyal olan bir çocuğun dünyası sadece sosyal medyadır. Çünkü asosyal olan bir çocuğun en büyük sorunu arkadaş bulamamasıdır. Çünkü asosyal olan birisi günde en çok vakti sosyal medyaya harcar. Bu sebepten dolayı çevresindeki insanları göremez ve onlara zaman ayıramaz. Gezemez, dolaşamaz, çeşitli aktiviteler yapamaz. Asosyallik olayı günümüzdeki en büyük problemlerden biridir. Asosyallik bu kadar büyüyünce otomatik olarak sosyal medya bağımlılığı diye klinikler açıldı. Bu kliniklerde çoğu zaman asosyal olan insanlara internet yasağı verilir. Asosyal olan bir insanın bir saatini bile internetsiz geçirmesi dünyanın en zor şeyi olabilir. Fakat kliniklerde bunun yerine daha çeşitli aktivitelere yönlendiriyorlar mesela spor gibi. Sosyal medya bağımlısı olmak istemiyorsanız sosyal medyayı yerinde ve zamanında kullanmanız çok önemlidir. Çünkü sosyal medyada 1 saat de durabilirsiniz 10 saat de. Günde 10 saatini sosyal medyaya ayıran kişi asosyalliğin yanı sıra sağlık problemlerini de meydana getirir. Bu yüzden sosyal medyayı yerinde ve zamanında kullanmanız çok çok önemlidir. Sosyal medyayı kullanmaya devam edin. Ama yerini ve zamanını aşmadan…

Chef (Şef)

The Social Network (Sosyal Ağ)

Carl Casper şık bir restorantta baş aşçıdır. Kendi mutfağına ait yemekler çok güzeldir fakat çalıştığı yerde baş aşçı olduğu için oradaki menüye uymak zorundadır. Menüye bağlı çalışmaya devam edince yemeklerin beğenisi düşüşe geçer. Önemli bir gurme, restoranta gidip yemeklerin tatlarına bakar ve kendisine ait olan blogunda Carl’ın yemeklerini kötüler. Carl’ın bu durumdan önce haberi olmaz çünkü Carl Twitter kullanmaz. Ancak restoranttaki arkadaşları yazdıklarını gösterince morali bozulur. Sonra oğlundan kendine Twitter hesabı kurmasına ister. Twitter hesabından gurmeyle laf dalaşına girip kavga eder. İşten atılır. Sosyal medyada ünlü olur ama haberi yoktur. Daha sonra bir karavan alıp Miami’de işe koyulur. Sosyal medyanın gücünü kullanarak işlerini ilerletir. En sonda gurme sosyal medyadan takip ettiği için gidip Carl’a iş teklifi sunar ve Carl bu teklifi kabul eder.

Filmde Facebook’un kurucusu olan Mark Zuckerberg’in hayatı ve Facebook’un kuruluş süreci anlatılıyor. Ben bu filmde Mark’ın hayatının anlatılmasından daha çok paranın aslında bir değerinin olmadığını, asıl değerin insanın kariyeri olduğunu daha çok anladım. Bu filmde de Mark çok fazla dış görünüşüne dikkat etmeyen bir insandır. Partilerde kimse onu dikkate almazlar ta ki Facebook’ u kurana kadar. Facebook’u kurduktan sonra insanların ona karşı tavrı, hareketleri değişti. Çünkü kariyerli insanın toplumdaki yeri her zaman farklıdır.

2017-2018

22 İRFAN Okulu


CANLI GEÇMİŞ Zeyneb KURUN

Kokularda saklanır bazı yaşanmışlıklar. Beyninde kazılı olan hatırlar sinmiştir sonu yaklaşmış duvarlara. Hayat yolunu senle yürümüş yüzler canlanır zihninde, silueti silik. Bir zamanlar doldurduğu yer sızlar kalbinin en ücra köşesinde. Saniyeler, kokuyu soludukça özlemi işler iliklerine. Aynı eşyalar yabancılaşır, sanki yaşamının bir parçasında yer almamışçasına. Ayrıntılar, eski defterlerin sararmış yaprağı. Aniden gelen tanıdık kokudaysa, sahibi olduğun canlı geçmiş.

DENEME

Oysa anıları anlamlı kılan insanlar döküleli çok olmuş hayatımdan. Şimdi başka eşyalar, insanlar, duvarlar var 16 yaşıma şahitlik eden. Bir gün etmemişçesine yabancılaşacaklar onlar da. Günlerimi özenle işlediğim sokaklarda kaldı mı eserim? Hatırıma gelirken boğazımda oyalanan tanıdık ruhlar, gözlerimden usulca akarak uzaklaşır benden. Yabancı taşımak, bünyeme ağır gelir çoğu zaman. Belki de bu yüzden gülüşmelerimize şahitlik eden oda, şimdi tanımazlık rolünü benimseyip, tozların arkasına gizlenmiş. Geçmiş, nüfuz ederken her duyguma, yeni ruhlarda eskiyi aramamak gerçekçi gelmiyor bana. “K” Sevdalı deriz ya hani, içinde bağlılık barındıran. Gökyüzü dediğinde umudu. İşte böyle de duygularıyla tamamlanır insan. Bir bardak, henüz dolmadan dökülmeyi isteyebilir.

Ağaç, sonbaharı bekleyemeyebilir. Öfke, hasret, özlem… Bedende en fazla ne kadar hapis kalabilir? Sadece insana mahsus değildir gitme arzusu. Başka yerlerde, başka şekle bürünme dileği. Bir nefret de gitmeyi arzular bedenden. Kâğıtta kırmızı bir renk, belki de bir kelimede gizlenmektir ümidi. Sevgi, çizgilerle anlatmak istiyordur kendini. En başta ruh, istemez mi kâğıtlarda somutlaşıp, kalemle hafiflemeyi? “Merhamet etmeyene, merhamet edilmez.” İnsanoğlu genelde kendi yapmasa da kendisine yapılmasını ister. Bilmeyiz sevmeyi, güzel sevilmek isteriz. Bilmeyiz dert dinlemeyi, merhem olmayı ama yaralarımız hep sarılsın isteriz. Biz, yapmadığımızı isteriz. Çok iyi biliriz acıyı. Hatta yanı başımızdadır hep sadık karanlığımız. Yanacak, yakılacak bir ışık bekleriz de niye olmayız ışık? Kezzap dökülürse şayet ruhumuza, yardım ister lisanımız. En büyük yangın benim içimde der, küçümseriz yardım çağrılarını. İyi biliriz yalnızlığı, yaban sorular içinde hiçliğe terk edilmeyi. Ama yanaşmayız, yalnız ruhlara partner olmaya. İçimiz acımaz mı hiç yaşlı gözlere? Düşünmez miyiz yaralı kalpleri? Güvenmek isteriz, suratımızdan eksik olmaz maskeler. Özgürlük isteriz. İsteyenlere ise hudutlar çizip, özgür olduklarını söyleriz. Katran karası bir kalbe sahipken, sahip olmadığımızı isteriz.

23 İRFAN Okulu

2017-2018


EY OĞUL İsmail KÖSE

Ömrünün en güzel yıllarını ilim tahsil etmekle geçiren bir genç. Bu genç bir gün tefekkür eder durur ve düşünür: Beni ancak yarın ahirette bana fayda verecek ilimler Allah yoluna ulaştırır çünkü Efendimiz (s.a.v.) şöyle buyurmuştur: “Allah’ım fayda vermeyen ilimden sana sığınırım.”

KİTAP TAHLİLİ

İmam Gazali’nin ilk talebelerinden biri olan oğlu bu düşünceyle hocası İmam Gazali’ye bir mektup yazıyor. Birkaç soru soruyor ve edebileceği dua istiyor. Hatta mektupta şöyle belirtiyor: “Biliyorum hocamın başta ihya adlı eseri olmak üzere tüm eserleri sorularıma açıklayıcı bir şekilde cevap veriyor. Ancak benim amacım hocamın bu sorularımın cevaplarını birkaç sayfada yazıp bir nasihatname yazmasıdır.” Bunun üzerine İmam Gazali şöyle bir uyarıda bulunur: “Asıl nasihatler peygamberlerden gelen kaynaklardır. Sen onları kendine benimsemediysen hiçbir nasihat sana doğru yolu gösteremez.” Günümüzde, cemaatlerin şeyhleri bir nasihat yazısı yazdığında bunu kutsallaştırıp haşa Kur’an-ı Kerim’den daha önce benimsediği görülüyor. Ve böylece öğrencisine ilk nasihati bu olur.

Nasihat vermek kolay, zor olan onu kabullenmektir. Hayatına yansıtabilmektir. Bildikleri ilimleri işlemeden de iyilik yapmanın sevap olduğunu sanarak iyilik yapmasında kurtuluşa ereceklerini zannediyorlar. Hâlbuki Efendimiz (s.a.v.) burada şöyle buyurur: Kıyamet günü en şiddetli azabı görecek kişi Allah’ın sahip olduğu ilimden bizzat kendisine hiçbir fayda nasip etmediği âlimdir.” İmam Gazali buna şöyle bir örnek veriyor: “Bir asker olsun, heybetli mi heybetli, güçlü mü güçlü bir asker. Elinde on tane savaş kılıcı. Bu askerin önüne bir arslan çıksa, asker o kılıçlarla herhangi bir girişimde bulunmadığı sürece o arslana yem olmaktan kaçamaz.” Sadece ilim sahibi olmak yetseydi, Allah’ın bize ‘tövbe eden var mı, af dileyen var mı’ çağrıları bize boşuna yapılmış olurdu. İmam Gazali nasihatnamesinde bir de çok uymamayı nasihat ediyor. Çünkü Allah üç sesi sever; sabahları herkesi uyandıran horozun sesi, Kur’an okuyanın sesi ve seher vakti Allah’tan af dileyenlerin sesi. Son olarak Lokman Hekim’in oğluna olan nasihatiyle bitirmek istiyorum: “De ki sakın ola seher vakti uyuyup, öten horozu kendinden daha akıllı etme.”

Fotoğraf: Caner EVİN

24 2017-2018

İRFAN Okulu


VATAN Hikmet Beyza SAĞLAMDEMİR

DENEME

Vatan kimileri için bir avuç toprak kimileri için her şeydir. Bizim için nerede bir insanımız varsa, neresi için can alıp can vermişsek orası vatandır. Şu güzel ülkemizin belki de her karışında öğrenemeyeceğimiz kadar çok kan dökülmüştür, kıymet bilmeliyiz. Bizim vatanımızın güzelliklerinin farkına varmalıyız. Biz ki, Çinlilere Çin Seddi’ni yaptıran Mete Han’ın, Çin sarayını 40 kişi ile basan Kürşad’ın, Peygamber (s.a.v.) öğüdü alan Fatih Sultan Mehmed’in ve daha nice büyük başarıya ulaşmış; tarihe adını belki altın harflerle yazamamış ama adını silinemeyecek şekilde kazımış atalarımızın nesliyiz. Vatana bir şey olsa kaçıp gitmez, tek kol tek bacağımız bile kalsa savaşmaktan çekinmeyiz. Yeter ki elimizi kaldırıp Allah’a sığınmayı, onun zulmedenlerle değil yetim duası alanlarla olduğunu bilmeli ve bu cennet vatanı benimseyip tek bir kaya parçasını bile hainlere yuva etmemeyi öğrenmeliyiz. Şuan içeride o kadar çok hain var ki, bunu en yakın örnek olan 15 Temmuz 2016’da yaşanan darbe girişiminden hatırlayabiliriz. Kendi askerimiz, yurdumuzun insanına doğrulttu silahları ama bizim insanımız yılmadı, yıkılmadı. Canlarını ortaya koydu, hiçbiri kaçmayı düşünmedi. “Vatan” deyince yürekler bir oldu.

Şimdi gelelim bu vatan uğruna şehit olanlara… Arkalarında yetim büyüyecek yüzlerce çocuk bıraktılar belki ama o çocukların daha iyi bir yaşam sürdürebilmesi için yaptılar bunu. Onlar, boynu bükük duracak, “Anam babam nerede?” diyecekler fakat büyünce, “Anam babam kahramandı…” diyecekler. Bir de şehitlerimizin ana babası var. Belki kahrolacaklar o haber gelince, sonra gururlanacaklar, ‘’Benim evladım cennette, benim evladım şehitlik rütbesini kazandı.’’ diye mutlu olacaklar. Babalar gururla tabutlarını sırtlayacak, anneler gülerek el sallayıp oğlunu toprağa uğurlarken, “Ağlayıp düşman sevindiremem!” diyecek belki de. Kim bilir belki bu vatan için şehitlik gibi güzel bir mertebeye biz de ulaşırız ama arkamızda; Allah korkusu olan, vatan sevgisini bilen evlatlar bırakmamız gerek. Sağlam bir nesil yetiştirmek de, bizim görevimizdir. “Vatan sevgisi, imandandır.” demiş Peygamberimiz (s.a.v.). Bunu bilmeli, vatanımızın her karışına hürmet etmeliyiz. Çünkü o kadar güzel bir vatanımız var ki anlatılmaya başlansa kaç kitap ortaya çıkar bilemeyiz..

Fotoğraf: Caner EVİN

25 İRFAN Okulu

2017-2018


KURULUŞ DEVRİNDE DEVLET-İ ALİYYE-İ OSMANİYYE Emirhan KANSIZ

Selçuklu Devleti, kültür ve ekonomi gibi pek çok alanda Selçuklu Devleti, kültür ve ekonomi gibi pek çok alanda zengin bir devletti. Bütün topluluklar akın akın Anadolu’ya göç ediyordu. Dünyanın en iyi ticaret merkezleri olan Denizli, Antalya ve Bursa bu devletin sınırları içerisindeydi. Başlarda rahat bir şekilde yaşayan bu devlet, Sultan Alparslan’ın önderliğinde 1071’de Anadolu kapısını Türklere açmıştı. Ancak ileriki dönemlerde Selçuklu Devleti’nin yok olmasına neden olacak olan bela gelmişti: Moğollar.

OSMAN GAZİ 1258 yılında Söğüt’te doğmuş, 1326 yılında Bursa’da vefat etmiştir. Babası Ertuğrul Bey, annesi Halime Hatun’dur. Osmanlı Devleti’nin kurucusudur.

Osmanlı Beyliği diğer beyliklerle gaza anlayışıyla iyi ilişkiler içerisindeydi. Tek sıkıntı, kendisini Selçuklu veliahtı olarak gören Karamanoğullarıydı. Aslında Osman Bey’in dedesi Süleyman Şah1 ilk Anadolu Selçuklu hükümdarı olarak bilindiği için Osmanlı Beyliği veliahttı. Bütün beylikler bunu bildiği için Osmanlı Beyliğine itibar ediyordu ancak iki beylik de Müslüman olduğu için dini gerekçeyle 1 Osman Bey’in dedesi Gündüz Alp’dir. Diğer ismi Süleyman Şah olduğu için Selçuklu Devleti’nin ilk hükümdarıyla karıştırılmıştır.

Anadolu’daki Moğol istilası ve Selçuklu’nun zayıflamasıyla geriye beylikler kalmış oldu. Bu beylikler vatanları için ölüm kalım savaşı vermeye başladı. Doğu tarafı yok olduğundan Batı’ya yönelen beylikler, Batı’da Bizans’ı bozguna uğratıyordu. Bu arada Moğollarla sınırları olan devletler bir yenip bir kaybederek savaşıyordu. Batı’daki beylikler Bizans’a her uğrattığı bozgun sayesinde daha güçlü oluyordu. Bu sayede Osmanlı Beyliği de gücünü kat kat artırıyordu. Gaza anlayışıyla beylikler ortak savaşarak zafer yollarını aralıyordu. Osmanlı’nın bu anlayışı gazi beyliklere de önder olmasına sebep olmuştu. Her zafer aldığında beyliğin savaşta kazandığı ganimetler sayesinde yanındaki beylikler artıyordu. Bu arada gayrimüslimlere haklar tanıyarak onları da yanına çekmişti. Osman Bey’in hedefi İznik’i almaktı. İznik’i İslâm toprağı yapmak için hazırlıklar yapıyordu. Osman Bey döneminde 20 yıl, Orhan Bey döneminde de 12 yıl kuşatıldıktan sonra İznik İslâm toprağı hâline gelmiş oldu. Osman Bey, Bizans için önemli olan şehirleri alarak yeni bir devletin temellerini atıyordu. Bu uğurda birçok savaş kazandı ve gaza anlayışından hiç vazgeçmedi.

TARİH

Moğollar her girdiği yerde insanlara bela oluyordu. Aslında halk hem Moğollardan hem de Selçuklu Devleti’nden şikâyetçiydi. Selçuklu o kadar çok katı kurallar koymuştu ki, insanlar isyan içindeydi. Bu sorunlar nedeniyle çoğu zaman ayaklanmalar oluyordu. Beylikler Selçuklu için savaşmayı bırakmış, Batı’ya doğru göç etmişlerdi. Doğu’da Selçuklu Moğollarla, Batı’da beylikler Bizans ile savaşıyordu. Selçuklu’nun son bulmasıyla artık Moğolların devri gelmişti. Batı tarafında beylikler Moğolların başa geçirdiği sahte sultanlara itibar etmeden gelişerek büyüdüler ve Bizans’a karşı olan bir sürü yeni beylik kuruldu.

birbirlerine savaş açmıyor, birbirleriyle iyi geçinmeye çalışıyordu. Osmanlı Beyliği’nin diğer avantajı ise ticaret yollarının kontrol görevini üstleniyor olmasıydı.

Gittikçe gelişen Osmanlı Beyliği, sınırları korumakla görevli olan üst düzey bir uç toplumuydu. Bütün zahmetler İslâm içindi. İnsanların Allah inancı çoktu ve bu yüzden hep beraber savaşıyorlardı. Osmanlı Beyliği her fethettiği yere camiler, medreseler yaparak kültürüyle de ünlü olmuştur. Baba İlyas’ın ayaklanmaları sayesinde Anadolu’ya çokça âlim, hoca ve derviş gelmişti. Osman Ga-

2017-2018

26

İRFAN Okulu


zi’nin hocası olan Edebali gibi âlimlerin yardımıyla her fethedilen bölge İslâm ile tanıştırılmıştır. ORHAN BEY 1281’de Söğüt’te doğmuş, 1362’de Bursa’da vefat etmiştir. Babası Osman Bey, annesi Malhun Hatun’dur. Osmanlı Devleti’nin ikinci padişahıdır.

Osman Gazi’nin yolundan devam eden Orhan Bey babası ve dedesi gibi gaza anlayışıyla savaşlara giriyor, mücadeleler kazanıyordu. 1329 yılı Osmanlı için tarihi bir dönüm noktasıydı. Babasından aldığı toprakları Adapazarı – Sakarya gibi yerlere genişletiyordu. Hatta bu şehirlere yerleşilmiş bulunuyordu. Orhan Gazi aslında tam olarak Osmanlı’nın ikinci kurucusu sayılır. Orhan Bey devleti çok büyük bir hale getirerek bağımsız bir devlet olduğunu herkese inandırmış ve bununla beraber Osmanlı’nın parasını (sikke) bastırarak devletin bağımsızlığını ilan etmiştir. MURAD HÜDAVENDİGAR 29 Haziran 1326’da Bursa’da doğmuş, 28 Haziran 1389’da Kosova’da vefat etmiştir. Babası Orhan Gazi, annesi Nilüfer Hatun’dur. Osmanlı Devleti’nin üçüncü padişahıdır. Şehzadelik zamanlarında medreselerde eğitim almış, ağabeyi Süleyman Paşayla çok fetihlere katılmış ve birçok savaşta zafer kazanmıştır.

Osmanlı Devleti’ne açılan savaşlar bir bir püskürtülüyor, karşı taraf yenilgiye uğratılıyordu. Artık ümidi kesen krallar Osmanlı’ya haraç ödemek, itaat etmek zorunda kalıyordu. Bu sayede herkes Osmanlı himayesini kabul etmiş, kaybedilen topraklar geri alınmış oldu. 1. Murad Kosova Savaşı’nda Macaristanlı Milos Obilic tarafından şehit edilmiştir. Harp sırasında vefat eden ilk padişah olmuştur. 1. Murad vefat ettikten sonra tahta 1. Bayezid geçmiş, iç karışıklığı önlemek için de kardeşi Yakup’u öldürtürmüştür. 1. Murad’ın vefatıyla ona itaat etmek zorunda kalan krallıklar, 1. Murad’ın aldığı toprakları geri almıştır. Başta Bizans’ın aldığı Selanik şehri olmak üzere birçok bölge kaybedildi. Birçok beylik isyan ve ayaklanma çıkardı. Bayezid bu sıkıntılardan kurtulmak için bir yılını harcadı. Bir yıl içinde kaybedilen böl-

geleri yavaş yavaş almaya başladı. Karamanoğullarıyla antlaşma imzaladı. Yıldırım Bayezid her sene bir fetih yapıyor, Osmanlıyı büyük bir devlet haline getiriyordu. Bu dönemde Bayezid küçük beyliklere son vererek merkeziyetçi bir imparatorluk kurmuş oldu. Bu arada Osmanlının yakınında bulunan Timur belası gelmişti. Haçlılar Timur ile anlaşarak Osmanlı Devleti’ne son vermek istiyordu. Timur, kendisini dünyanın imparatoru ve varisi sanıyor, Bayezid’i küçümsüyordu. Timur, devletini çok büyük bir alana kadar büyüttü ve geliştirdi. Bütün Haçlılar Osmanlı’nın esaretinden kurtulmak için Timur’dan medet umuyorlardı. Bizans, Osmanlı’ya ödediği haracı Timur’a ödemeyi kabul etmişti bile. Timur Osmanlı’nın sonunun gelmesi için her şeyi deniyordu. Artık Osmanlı ve Timur arasında savaş çıkacağı belli olmuş, Ankara Savaşı baş göstermişti. Bir rivayete göre Timur, Osmanlı’ya sulh mektubu yollamıştı ancak bazı nedenlerden dolayı Yıldırım’ın eline geçmemişti. Bu durumda Timur, isteği geri çevrildi sanarak savaş başlatmaya karar vermişti. Yıldırım Timur’un kendine savaş açacağını haber alınca beylikleri ve askerlerini bir araya getirdi ancak Timur’un askerleri sayıca daha fazla olduğundan dolayı Yıldırım Bayezid esir alındı. Bu dönem Osmanlı Devleti için ‘Fetret Devri’ olarak tanımlanmıştır. Timur diğer devletlerden aldığı haraçların sefasını sürüyordu. Ayrıca kısa zamanda çok büyük yerlere ve bölgelere hâkim olmuştu. Osmanlı bu zamanlarda şehzade kardeşler sayesinde ilerlemiş ancak taht kavgaları hiç bitmeden devam etmiştir. BAYEZİD (YILDIRIM) 1354 yılında Edirne’de doğmuş, 8 Mart 1403’te Akşehir’de vefat etmiştir. Babası 1. Murad, annesi Gülçiçek Hatun’dur. Osmanlı’nın dördüncü padişahıdır.

Fetret Devri’nde Süleyman Çelebi ve Musa Çelebi Edirne ve Rumeli’yi kontrol ederken Mehmed Çelebi Anadolu’nun başındaydı. Timur’un hükümdarlığında bağımsız olan beyler başşehir kabul edilen Bursa’yı ele geçirmesine fiilen katıldılar. Osmanlı, beylerin desteğini kazanmak için her zaman beylere saygı içinde olmuştur. Ti-

27 İRFAN Okulu

2017-2018


1. MEHMED ÇELEBİ 1389 yılında Bursa’da doğmuş, 26 Mayıs 1421’de Edirne’de vefat etmiştir. Babası Yıldırım Bayezid, annesi Devlet Hatun’dur. Yıldırım Bayezid’in dördüncü oğludur. Çelebi yani ‘efendi’ anlamına gelen Kirişçi lakabı ile bilinirdi. Osmanlı Devleti’nin beşinci padişahıdır.

mur’un gelişi Osmanlı’yı düşürmemişti, hâlen sağlam bir şekilde ayaktaydı ancak Timur’un yüzünden Haçlı devletleri Osmanlı’ya verdiği haracı vermiyordu. Haçlılar kaybettiği toprakları geri almıştı. Önceki dönemlerde Süleyman Çelebi ve Mehmed Çelebi barış içinde ilerlerken Musa Çelebi başka bir politika izliyordu. Bu sebepten kimse ona uymadan 1. Mehmed’in tarafına geçmişti. Bu sayede Mehmed Çelebi tek başına devleti yönetiyordu. 1. Mehmed kısa sürede diğer devletlerle barış antlaşmaları imzaladı ve birçok zafer kazandı. Bu zaferlerle birçok kişiyi kendi tarafına çekti. Bu arada Şeyh Bedreddin isyanları olageldi. Mehmed Çelebi isyanın başını yakalayarak idam ettirdi. Şeyhe yardım eden kişiler barış isteyip hâkimiyetleri altına girmeyi kabul etti. Osmanlı da bu isteklerini geri çevirmedi. Mehmed Çelebi hastalanmıştı. Onun yerine paşaları savaşlar yapıyordu. Birçok bölgeye hâkim oldu. Mehmed hastayken diğer devletler kardeşi Mustafa’yı koz olarak kullanıyordu. Ayrıca Mehmed Çelebi devletindeki birçok sorunu ortadan kaldırarak ‘tahrir’ ve ‘tımar’ gibi sistemleri geliştirdi ve yaygın olarak kullanılmaya başlandı. Mehmed Çelebi kendi döneminde birçok sıkıntıyla karşılaştı ama yığılmadan hepsinin üstünden geldi.

2. Murad birinci dönem (1421-1444) ve ikinci dönem (1446-1451) olarak Osmanlı Devleti’nde hüküm sürmüştür. Bu devir çağ açıp çağ kapatan 2. Mehmed’in hazırlık devriydi. 2. Murad ilk dönemlerde devletin birliğini sağlamak istiyor, bu yüzden birçok amansız mücadele veriyordu. 2. Murad’ın ilk işi isyancı akrabalarıyla uğraşmak oldu. Amcası Düzmece Mustafa’yı bertaraf etti. Gelibolu’yu isteyen Bizans’ın surlarını 50 gün top atışında tuttu ve surları kuşattı. Sonrasında Anadolu’ya dönüp kardeşi Mustafa Çelebi’yi idam ettirdi. 2. MURAD HAN 1404 yılında Amasya’da doğmuş, 3 Şubat 1451’de Edirne’de vefat etmiştir. Babası Mehmed Çelebi, annesi ise ya Emine Hatun ya da Şehzade Hatun’dur. Osmanlı Devleti’nin altıncı padişahıdır.

Aslında 2. Murad çok barışçıl bir insandı. Zor bir durum olmadığı durumda hiçbir şekilde savaş çıkarmazmış. La Broquière’in dediğine göre 2. Murad çok cılız bir adammış ve çok barışçıl bir insan olduğu bilinirmiş ancak 2. Murad’ın bu barışçıl politikasının yanı sıra Hamza Bey ve Şihabettin Paşa gibi isimler sayesinde kazandığı savaşlar ile ün kazanmıştı. 2. Mehmed’in tahta çıkmasıyla devletin başına çok düşman üşüşmüş, bu yüzden yeniçerilerin ısrarlarıyla 2. Murad tahta yine çıkmıştır. 2. Murad vefat edince oğlu 2. Mehmed 19 yaşında tahta çıktı ve Sultan Mehmed’in dönemi başlamış oldu.

28 2017-2018

İRFAN Okulu


ÖLÜMLÜ DÜNYANIN ÖLÜMSÜZ İNSANLARI OLAMAYIZ

HİKÂYE

Şule KARİMİŞ

Bundan tam 14 ay evveldi, İstanbul’da yoğun geçen bir yaz sonrası sonbahar yaşanıyordu ve hava bir hayli soğuktu. Günlerden Salı’ydı… Çok iyi hatırlıyorum o günü ve ondan sonraki günleri. Nasıl unutabilirim ki zaten? Ben ilk kez o gün çok yakından hissettim yaşamın soğuk yüzünü, o zamana kadar bir hayli zorlukla karşılaşmış; hayatımdan birçok nesneyi, insanı, mekânı kendi irademle isteyerek veya istemeyerek çıkarmıştım. Lakin bir gece yarısı uykum aniden bölünecek ve ben bu sefer hiç ama hiç istemeyerek çocukluğumun geçtiği köyde bana annemden sonra en iyi annelik yapan, her şeyden evvel bizi düşünen, çocukları okusun diye yaşına hiç aldırış etmeden çalışan, bir gülümsemesiyle tüm olumsuzlukları deviren, farklı şehirlere taşınsak bile her an sanki yanımdaymış gibi bana kendimi iyi hissettirenimi bu dünya meşgalesinde kaybedecektim. Aylarca belki yıllarca bu hüznü içimde hep yaşayacak, bazen gözyaşlarımı içime akıtacak, yer kalmayınca dışa vuracak, geçmişteki anılarla bir nebze de olsa avunacaktım. Tekrar o Salı akşamına dönelim, gayet normal ve rutin geçen bir günün akşamına… Ödevlerimi yapmış, yatsı namazından sonra uykulu gözlerle yatağıma yönelmiştim. Öyle rutin hikâyelerde derler ya hani ‘o gün bir şey olacağını hissettim’ diye. Ben o gün hiçbir şey hissetmedim ve ben bugün, o güne hâlâ kızgınım. Eğer bir şeyler hissedebilseydim ananemi arar ve son kez sesini duyardım. Uzanır uzanmaz hemen uyumuşum. Sadece üç saat sonra ikiyi on geçe annemin tüm evi dolduran, yürekleri yakan sesiyle

uyandım. “Annem.. Annem…” diyordu neden annem? Ben pek bir şey anlamamış, anneme sorduğum sorulardan da geri dönüş alamamıştım. Yine bir hayli üzgün olan babama döndüm. “Kızım” diyordu, “Ananen... Ananen…” cümlesine bir türlü fiil ekleyemiyor, belki de zihni durumu henüz kabullenemiyordu. Ben ise kalbimle zihnim arasındaki boşluğa çoktan esir olmuş, olanları anlamış ve bilfiil yıkılmıştım. Ölüm kaderdir, ölüm başlangıçtır, ölüm vardır ama ansızın gelen ölümün tadı çok acıydı. Bu bana oldukça ağır gelmiş ve göz pınarlarımdan yaşlar çoktan akmaya başlamıştı. Ben ilk kez bu kadar yakından tanıdığım biriyle ahirete dek vedalaşacaktım. Şuan zihnimdeki acı tablonun kahramanları, ben ve beni artık duyamayacak olan ananemdi. Hemen bir çantaya aceleyle üç beş parça elbise koyup çıktık evden. Yolcu bizdik evet, fakat yolculuk nereyeydi? Hüzne, kedere, gözyaşına, kaybedişe, elvedaya ya da daha kısa tüm duygularını yitirmiş soğuk bir vücuda. Her yaz gittiğimiz köy yolu bu sefer bir hayli uzamış gibi duruyor, akreple yelkovan bir türlü ilerlemiyor, annem ve otogarda buluştuğumuz teyzemin gözyaşları bir türlü dinmiyordu. Ben ise herkesten daha sabırlı ve metanetli olmaya çalışıyor fakat çoğu kez başaramıyordum. Sekiz saatlik hüzne yolculuğun ardından arabanın tekerlekleri köye basar basmaz ağlama sesleri çoğaldı. Bu kez ben hiç sabırlı davranmıyor, herkesten çok ağlıyordum. Çünkü yıllar evvel ananemle el ele gezdiğim topraklarda şuan ona son veda için ilerliyordum.

Fotoğraf: Caner EVİN

29 İRFAN Okulu

2017-2018


Ve gelmiştik; araba durdu, zaman durdu hatta bir ara kalbim bile durdu. Benim bu yollarda, köyde, evde ne kadar anım vardı öyle. Ama hiçbiri bu günkü kadar acı verici olamazdı. Gözyaşı ve hüzün de bize eşlik ettiği yolculuğumuz bitmiş ve artık bilfiil ananemin, ruhunu sonsuz âleme uğurlamış vücuduyla karşı karşıya kalmıştık… Annem, teyzelerim, dayım insanın kara topraktan önceki en son mekânı olan morg aracında annelerinin yüzüne son bir kez bakacak olmanın tarifsiz acısını yaşarken ben o araca girmeye dahi cesaret edememiştim. Korkuyor muydum yoksa? Evet, evet belki de ben ölümden, ölmekten korkuyordum ama o güne kadar. O günden sonra ölümü ciddiye aldım ve her an ensemdeymiş gibi yaşamaya başladım. Yine o güne kadar sahip olduklarımın değerini kaybedince anlamıştım. Artık sahip olduğum her şeyi önemser oldum. Onları kaybetmekten korkmuyorum ama kaybetmemek için çabalıyorum. Ananemin iki üç tahtadan yapılmış bir şeyle beyaz çarşafa sarılı bedeni omuzlar üzerinde uzaklaşırken evden, ben de gittim benden. Koşmak istedim, bağırmak haykırmak, anane gitme gitme yalvarıyorum! Hani daha İstanbul’a bize gelecektin, Eyüp’e gitmeyi çok istiyordun, gidecektik oraya. Hani, hani daha beni beyaz gelinlikler içinde görecektin. Şimdi ben, annem, teyzelerim dayanabilir miyiz sanıyorsun seni beyaz kefen içinde gördüğümüz bu görüntüye? En

son buluşmamızda söz vermiştin tüm torunlarına köyde bir araya gelip güzel bir tatil yapacaktık. Bak anane biz torunların, hepimiz buradayız. Ama sen yoksun anane, ‘’Çocukları üzmek hoş olmaz, onlar cennet bahçeleri.’’ Derdin lâkin bu gidişinle kalbimizi çok zedeledin. Sözlerim bir sitem değil asla, sadece özlem dolu bir seda. Güle güle anane, hoşça kal. Gittiğin yer fani dünya âleminden çok daha güzel biliyorum. Senin de cennet ümmetinden olmanı umuyorum. Geride bıraktığın bizler, senin sonsuz duacılarınız. İşte son dakikalar, atılırken üzerine kara topraklar hissettim sen kalbimdeydin o anlar. Gülümsedim anane, bugün ilk kez gülümsedim. Çünkü anladım ki sen en sevgiliyle buluşmaya gidiyorsun, anladım ki bu acımasız dünyadan tek çıkış yolu ölüm, ne de güzeldir bu son bölüm. Şimdi kaldım ben, ben ile baş başa. Ne çıkardın bu sondan payına? Bir kargaşaydı oldu bitti mi? Hayır hayır, bu hayatın ta kendisiydi. Ve bir nefes daha çekip gitti. Gün bitmişti ve güneş yerini aya bırakmıştı. Toprağın üzerindeki bizler, toprağın altına bıraktığımız canı biliyor ve toprağı incitmeden yürüyorduk. Bir ara okunan Yâsin Suresini dinlerken hayale dalmışım, inanır mısın anane o an seninle Eyüp’e varmışım…

Fotoğraf: Caner EVİN

2017-2018

30 3

İRFAN İRFAN Okulu Okulu


MODERNİTE KISKACINDA GELENEKSEL EDEBİYAT Hüseyin Talha SALIN

EDEBİYAT

Edebiyat, kişinin fikirlerini, düşüncelerini, olgularını, kuramlarını kendine özgü bir dil ile ilettiği, açıkladığı bir yayın yoludur. Bu yayın yolunu kullanarak bir genci etkileyebilir ve bu vesileyle devrim yapabilir, darbe gerçekleştirebilir, yeni bir ülke kurabilir, genç nesli uyandırabilir hatta bir bakıma dünyayı değiştirebilirsiniz. Medyanın çok güçlü bir iletişim ögesi olduğu tartışılamaz bir gerçektir. Hatta ve hatta bir devletten güçlü olduğu söylenir. Peygamber Efendimiz (s.a.v.) zamanında medya şiirdi yani edebiyattı. Siz yazdığınız şiirle, aşıladığınız düşünceyle cahil bir toplum da, İslami bir toplum da oluşturabilirsiniz.

Edebiyatımızın son iki yüz yıldır yaşadığı bir başka sorun doğu – batı karşılaştırmasıdır. Osmanlının son dönemlerinde başlayan batı hayranlığı bizatihi Türk edebiyatını etkileyerek nasibini almasını sağlamıştır. Doğu edebiyatını savunanlardan Nuayme ve Cemil Meriç, Doğu edebiyatının ruh ve hayal dünyasının geniş olduğunu, bu yüzden bu edebiyatı Batı’nın somut fikir adamlarının anlayamayacağı, kendi edebiyatlarına uygulayamayacağı bir hayal dünyası olduğunu söyler.

İşte edebiyat bu kadar önemlidir. Günümüzde toplum olarak belki de yazmak için yazıyoruz. Yazdığımız romanda, hikâyede, makalede, denemede, kelimelerimizi ne kadar kısıtlı kullanıyoruz. Kelime dağarcığımız yetersiz olduğu için, şu anki nesil yazdıklarıyla fevkalade bir konu yazıyor olabilir veya olmayabilir. Ama yazılarında kullandığı kelime dağarcığı az olduğu zaman bizim edebiyatımız da basitleşmeye doğru gidiyor. Eski edebiyat dönemlerinde (Divan, Servet-i Fünûn vb.) kullanılan ağır edebiyat diline eleştiri yapıyor olabiliriz. Şimdiki dönemde ise kelime haznesi çok kısıtlı ve sade olan bir nesil yetişiyor. Önemli olan bu aralığı ayarlayabilmek. İşte edebiyatımız o dönemde belki kendisini bulup ortaya çıkacak. Edebiyatımız hak ettiği değeri, hak ettiği kelime haznesini bulması okullarda başlamalıdır. Okullarda edebiyatımızı geliştirmek için bu etkinliklere, çalışmalara geç kalınmadan başlanmalıdır. Yoksa oluşan yeni nesillerin yitip gitmesine (kaybetmeye) seyirci kalmaktan başka çaremiz, (seçeneğimiz) kalmayabilir.

31 İRFAN Okulu

Fotoğraf: Kübra Nur DUMAN

Nuayme Doğu edebiyatının somutluk üzerine kurulmadığını açıklar. Doğu edebiyatının soyutluk ile en tepeye çıkıp bir de oradan dünyaya bakmayı( görmeyi)amaç edinir. Doğu edebiyatının hayal dünyasının somut fikirlerle kavranamayacağı, anlaşılamayacağı bellidir. Edebiyatımızdaki soyutluktan koptuğumuz anda kendimizi Batı edebiyatının somut fikirlerinin karanlık ve kasvetli dünyasına atmış bulunmaktayız. Batı hayranlığı devam ettiği müddetçe şu anda olduğu gibi sonraki nesillerde de Doğu edebiyatını sevmemek veya onu tuhaf ve gereksiz görmek algısıyla kendi-

2017-2018


mizi karşı karşıya bulmaktan alı koyamayacağız. Osmanlı dönemi edebiyatının son dönemlerinde çıkan eserlerden biri olan “Âmâk-ı Hayal” yapıtında da görüldüğü gibi Doğu edebiyatının soyut dünyasının ağırlığı harikulade bir güzellik bahşetmiştir. Âmâk-ı Hayal eserindeki soyutluğun bizi alıp başka bir âlemde gezdirip, kitabın kapağını kapattığımız anda da o hayal dünyasından çıkardığı fark edilmektedir.

izlemekten başka bir çalışma, hareket elimizden gelmeyeceği zaman gelmeden önce harekete geçmeliyiz. Batı’nın edebiyatı somutluktan başka bir şey değil. Bizim batıyı savunarak (benimseyerek), batıyı hayatımıza örgü gibi örerek, hayatımızı Batılı bir kravatlı köle olmaktan, soğuk bir insan olmaktan alıkoymayarak zaman kaybetmeyelim.

Kitaptaki soyutluk (düşünce yapısı, fikir akımı) bizatihi bizi kitabın içine alıp hayal dünyasının, soyutluğun zirvesine ulaşıp, oradaki insana verdiği, aşıladığı haz duygusu, insanı gözünde o anki hikâyeyi canlandırmasını sağlaması harikulade bir edebiyat olduğunun göstergesidir.

Günümüzde batıyı benimseyerek bir edebiyat anlayışı çıkarmaya çalışıyoruz. Peki, bu uğraşımızın sonucu irdelediğimizde ne ile karşılaşıyoruz. Eski tarihteki edebiyatını önemsemeyen, o edebiyattan yalan yanlış bahseden bir grupla karşılaşmaktan alıkoyamıyoruz.

Batı edebiyatı somut kavramlarla oluşturulan ve somut konuların işlendiği bir edebiyat türüdür. Toplum olarak batı edebiyatından gereğinden fazla istifade etmek, bizim soyut dünyamızı yok eden yıkıp gecen bir akımda mahvolup gidiyoruz dememize sebep olabilir. Batı edebiyatının karamsar, somut fikirlerle özdeşmiş, katliamcı edebiyat yapan bir görüşü benimseyerek edebiyatımızın soyutluğunu mahvediyoruz.

Peygamber Efendimiz (s.a.v.)’in bildiğiniz üzere şöyle bir hadisi bulunmaktadır: “Çin’de de olsa ilmi arayınız. Çünkü ilim öğrenmek her Müslüman’a farzdır. Melekler, yaptıkları işten hoşlandıkları ilim talebeleri için kanatlarını yere sererler.” Bu hadisten şunu çıkartıyoruz: Biz Müslümanlar, Batı edebiyatının az veya çok iyi yönü var ise tabii ki de faydalanacağız. Bu iyi yönleri sinemizde tabii ki irdeleyeceğiz. Lakin Batı edebiyatını körü körüne benimsemek, sıradan bir insan, sıradan bir Müslüman olmamızı engelleyemez.

Batı edebiyatının şaşalı, gösterişli, ilgi çeken dünyası Türk insanını da bu türdeki bir yaşantıya çekerek batı tarzında insan yetişmesine sebep olup, kültürümüzde olmayan soğuk, itici bir toplum modeliyle aynı ülke de hayatını sürdüren kişilerin edebiyat katliamı yapmasına sebep olur. Batı’nın soğuk insanı bizim halkımızı, edebiyatımıza girerek karamsar, eleştirmek için eleştiren, sadece ben diyerek, hodgam bir birey, hodgam bir toplum oluşmasına vesile olmuştur. Batı’nın nasıl bir zihniyete sahip olduğunu çok bariz bir şekilde görmekteyiz. Ayrıca, bizim niye böyle bir toplum olmak için uğraştığımızı anlayabilmiş (kavrayabilmiş) değilim. Ne yazık ki Batı gibi bir toplum oluşturarak hayatımızı, toplumuzu mahvetmek için koşar adım ilerlemekteyiz. Bir gün toplumumuzda, kültürümüzün yaşadığı edebiyat anlayışını kaybedersek, toplumumuzu da kaybetmek için koşar adım ilerlememize, dizlerimize vurarak pişman olabiliriz. Ama trenin çoktan geçip gitmesi, bizim her değerimizin yok olup gitmesini

Sanatçılar olan kesim edebiyatımızı batı özentisi, dinden uzak, kültürden uzak bir gösteriş sahneliyorlar. Ve bunları eserlerinde kültürlerinden bihaber (habersiz) şekilde eserlerine, yapıtlarına işliyorlar. Toplumda ünlüleri örnek alarak yetişiyor. Kültüründen uzak bir toplumla karşılaşıyoruz. Bu toplumda da sevgili olup el ele gezen sapık bir nesil ile önümüze seriliyor. Bir köye gidildiğinde İstanbul’a olan hayranlık çok bariz şekilde hissedilir. İnsanların artık bu Batı ünlülerini örnek aldığını görülür. Büyük şehirlerde artan tecavüz, kadına şiddet, gasp, cinayet gibi suçların köylerde de artığı benimsendiği görülür. Kültürün beşiği olan köylerin nasıl mahvolduğu görülür. O yüzden kültürümüze sırt çevirmeden hangi eserden, hangi milletten, hangi toplumdan ilim yönünden alışveriş yapacaksak yapalım. Ama asla benimseyerek toplumumuzu katletmeyelim.

2017-2018

32

İRFAN Okulu


BAŞARIYA GİDEN YOL, BAŞARISIZLIKTIR

DENEME

Zehra KANSIZ

Bu yazıda, izlediğim videolar, okuduğum kitaplar ve edindiğim bilgilerle başarısızlığı anlatacağım. Hepimiz hayatımızın her evresinde; öğrenciyken, çalışırken başarısız olmaktan korkuyoruz. Öğrenciyken sınav notumuzu duymaktan korkuyoruz, mesela. Kimse duymasın, benim başarısız bir insan olduğumu düşünmesin, diyoruz. Ama başarısızlık öyle bir şey değildir. Hem her şey mükemmel olmak zorunda da değildir. Belki de sadece adım atılması veya güzel olması yeterlidir. Hedeflerimizi de belirlerken hemen sonuca bakmayıp, ilk önce geçeceğimiz yolları atlatmalıyız. Aslında başarısızlık bizi yukarı taşıyacak olandır. Yani başarıya ancak başarısızlığı deneyimleyerek ulaşabiliriz. O yüzden korkmayın başarısız olmaktan.

Bununla birkaç örnek de var ki, benim de çok etkilendiğim; hepimizin tanıdığı Thomas Edison’u biliyorsunuz; ampulü icat etti. Peki, şu an herkesin evinde bulunan o ampul ilk denediği zaman olmuş muydu? Tabii ki hayır. On bin kere başarısızlığın sonunda başarıya ulaştı. Bir gazeteci, beş bin kere başarısız olduğunda yanına gelip, “Beş bin kere başarısız olduğunuz zamanınızı niye boşa harcıyorsunuz?” diye sordu ve Edison’dan aldığı cevap ise, “Ben beş bin kere başarısız olmadım. Beş bin kere ampulün nasıl yanmayacağını öğrendim.” oldu. Anlayacağınız, başarının %90’ı başarısızlıktır. Zaten hayatın amacı da bir şey başarmaktır. Kaç kere başarısız olduğunuzun önemi yok. Bakıldığında bizim yaptığımız en büyük hata, hata yapmaktan korkmaktır. Sorun fazla hata yapmakta değil, yeterince hata yapmamızdır. Uçmayı istiyorsan, düşmeyi bileceksin.

33 İRFAN Okulu

Fotoğraf: Kübra Nur DUMAN

2017-2018


GÜNÜMÜZ MÜSLÜMAN GENÇLİĞİN VAZİFELERİ Muhittin KANSIZ

şeyleri ekleyerek ona zulmettiler. Bu sebepten dolayı Müslüman gençlerin fıtratlarına, ilk paklıklarına ve asli kaynaklarına döndürerek doğru ve sağlıklı bir idrak ile İslâm’ı anlamaları gerekiyor. Geçmiş asırda insanlar birçok şeyde İslâmiyet’e unsurlar ilave ettiyse günümüzde de dinen ilke ve hükümleri gibi birçok unsur yine insanlar tarafından İslâm’dan kopartılarak uzaklaştırılıyor. Devlet başka, din başka olsun istiyorlar ama bir vazife başka bir vazifeyi gölgede bırakmaz. Müslüman bir gencin iki işi de yürütmesi gerekir.

KİTAP TAHLİLİ

Müslüman kâinatın efendisi, ebedî risalet, peygamber sahibidir. Müslüman, Hz. Muhammed (s.a.v.)’in Kur’an-ı Kerim’in ebedî risalesini omuzlayan kimselerdir. Müslümanlar arasında gençlerin rolü çok büyüktür. Çünkü gençler insan ömrünün ve hayatının gençlik ve dinçlik merhalesini teşkil eder. Mesela İsmail (a.s.) babası tarafından Allah’a kurban edilmesi ve bunda dirayetli davranıp, Hz. İbrahim (a.s.) oğlu İsmail (a.s.)’i kesmekte tereddüt ettiğinde babasına, baba emr olunduğum şeyi yap demesi. Başka bir örnek olarak; Hz. Yûsuf’un, efendisinin karısı tarafından kötü isteklerde bulunması ve Hz. Yûsuf’un bundan tiksinip kabul etmemesi bunun üzerine efendisinin karısının Hz. Yûsuf’u zindana attırması ve Hz. Yûsuf’un bunun üzerine şunları söylemesi: “Rabbim zindan bu kadının bana teklif ettiği şeyden daha sevimlidir.” demesi yani iradesinin bu kadar güçlü olması. Bunlar çok güzel ve ders verici birer örnektir. Hz. Muhammed (s.a.v.)’in böyle olaylar hakkında şu duası çok güzel: “Allah’ım bizleri dini musibetlere bırakma. Dünyayı en büyük derdimiz, tasamız ve ilmimizin varıp dayandığı meta eyleme.” Gençler daima güç unsurudur. Gençlerin Peygamber Efendimiz (s.a.v.) zamanında da büyük bir yanı vardı. Hz. Muhammed (s.a.v.)’in ashabının birçoğu genç olmasından dolayı kendisine, dinine ve ümmetine daim muazzam bir görevi Müslüman gençlerin omuzlarında büyük bir yük vardı. Bunları dört başlık altında toplayabiliriz: 1. İslâm’ı Doğru İdrak Edebilme Müslüman bir gencin İslâm’ı doğru idrak edebilmesi gerekir çünkü ilim amelden önce gelir. Yani bir şeyi öğrenmeden uygulamaya çalışmak yanlıştır. İlk önce iyi öğrenip, idrak edilip sonra uygulanması gerekir. Bir Müslüman gencin de böyle yapması gerekir. Ama bazı Müslümanlar İslâm dininde olmayan

2017-2018

34 İRFAN Okulu


2. İslâm’ı Uygulama İslâm, Müslümanın okuyup derinleşip ve kafasını ilimle doldurup başka hiç bir şey yapmayarak sadece zihinsel bir bilgiye haiz olmasıyla değil, o bilgileri harekete geçirmesi gereken bir dindir. Peygamber Efendimiz (s.a.v.) bir zaman şu cümleleri söylemiştir: “Sahibine fayda vermeyen ilimden sana sığınırım Allah’ım.” Ve üzerine şu duayı etti: “Allah’ım bize fayda vermeyen ilimden, korumayan kalpten, doymayan nefisten ve kabul olmayan duadan sana sığınırım.” Hz. Ömer’in bir kıssasında şu geçer: “İlim sahibi münafıktan Allah’a sığınırım.” Ayrıca Hz. Ömer’e (r.a.), “Ey Müminlerin Emiri münafıktan âlim olur mu?” denildiğinde “Evet, dilde âlim kalpte cahil olur.” demiştir. Bir rivayette göre de şöyle demiştir: “İlim ikidir: Kalpte olan ilim ki bu faydalı olan ilimdir. Ve lisan üzere olan ilim ki bu Allah’ın Âdemoğlu üzerindeki delilidir.” İslâm dünyaya hutbeler, makaleler ile değil amel, ahlâk ve davranışlarla yayıldı. Örneğin Güney Kore’de örnek olma ve etkilenme yoluyla yayıldı. Türkler Korelilere bildikleri kadar İslâm’ı anlatmış ve binlerce Güney Koreli de güzel örneklik vasıtası ile İslâm’a girmiştir. Gençlerin İslâm uygulamasının modelleri, İslâm ümmetinin bedeninde canlı organlar ve iki ayağı üzerinde yürüyen bir Mushaf olmalı. 3. İslâm’a Davet İslâm’a davet çok önemli bir başlıktır çünkü Müslümanların çoğalması gerek. Bu görevi de yapacak olan kişiler gençlerdir. Gençler daveti başkalarının ıslahına taşımalıdır. Bu konu ile alakalı Asr Suresinde şöyle geçiyor: “Asra yemin olsun ki insanlar hüsrandadır. Ancak iman edenler ve salih amel işleyenler birbirine hakkı tavsiye edenler müstesnadır.” Ancak şimdiki zamanda bunu yapmak çok zor. Bu eskiden de zordu. Mesela Allah (c.c.) Rasûlüne peygamberliğinin ilk dönemlerinde şöyle vahiy göndermişti: “Şüphesiz biz sana (sorumluluğu) ağır bir söz vahyedeceğiz.”1

35

1

İRFAN Okulu

Ancak davet görevi şimdi gerçekten de çok zor çünkü gençler ve yetişkinlerin birçoğunun dine sırt çevirdiği, kesin bilgilerin azaldığı, dünyaya meyledip ahireti arka plana attığı, hayrı engelledikleri, şerri teşvik ettikleri bir zaman diliminde yaşıyorlar. Bu durumda anne ve babalara da çok iş düşüyor, çocukları uyarmalı dini yaşamalarını söylemesi gerekiyor. Buna bir örnek vermek istersek Lokman’ın oğluna nasihatinde “Yavrum namazı dosdoğru kıl, iyiliği emret, kötülükten alıkoy ve başına gelen musibetlere karşı sabırlı ol.” demesi çok güzel ve yerinde bir örnektir. Nitekim bir hadisinde efendimiz (s.a.v.) “İmanı elde tutmak, kor ateşi elde tutmak gibidir.” demiştir. Bir rivayette de şöyle geçer “Siz hayır için destekçiler bulurken onlar hayır için destekçi bulamayacaklar.” Bu sebeple karşımıza çıkan tüm zorluklara direnmeli, İslâm’a sıkı sıkı sarılmalıyız. İslâm tabiatı gereği yayılan bir dindir, bir davet dinidir. Allah’a çağıran, salih amel işleyen ve kuşkusuz ben Müslümanım diyenden daha güzel sözlü kim olabilir? 4. İslâm İçin Kenetlenme Bu görev bize islamı doğru idrak etmeye, derin bir imana sahip olamaya, nasihat ve davet etmeye hazırlanan gençlerin kenetlenmesi gerektiğini anlatıyor. Gençlerde takım çalışması şarttır çünkü birbirimize kardeşlik bağı ile bağlanıp, Allah için sevmeli, Allah için beraber oturmalı, Allah için beraber gayret etmeliyiz. Allah için ittifak etmeliyiz. Bu mantık olmadan hiçbir iş yapamayız çünkü tek el ses çıkarmaz. Bu dört görev hakkında gençlerin kendilerine şunu sorması gerekiyor: Ben bu görevlerin hakkını verebiliyor muyum ya da bu yükleri omuzlayabiliyor muyum? Yalnız burada daha önce de söylediğim gibi anne ve babalara çok iş düşüyor, fırsat buldukça çocuklarına nasihat vermeleri gerekiyor. Aksi takdirde gençler bu yolda başarısızlığa uğrayabilir.

Muzemmil Suresi – 5

2017-2018


GEZGİN MEHMET Sueda KARABATAK

Yıllar yıllar önce köy köy dolaşıp gezmeyi, yeni insanlar tanımayı seven bir dostum vardı. Mehmet, ben ona gezgin Mehmet derdim. Mehmet’in gezdiği yerlerden edindiği tecrübeler, yeni hikâyeler ve yeni bilgiler beni hep hayrete düşürürdü. Hani hep derler ya çok gezen mi bilir çok okuyan mı diye, ben dostum sayesinde hiç şüphe etmeden çok gezen derdim.

Benim canım dostum 30 yaşında; hayatının en güzel yaşlarında bu acıya dayanamadı ve ebedi âleme göçüp gitti. O öldüğünde ben de 35 yaşlarındaydım. Yıllar ne çabuk geçiyor şimdi 85 yaşındayım ama Mehmet’le sanki dün bu evde dertleşiyormuşuz gibi hissediyorum.

HİKÂYE

Bir gün dostum Mehmet Bolu civarlarında bir köye gitmek için yola çıkmış. Bu köyün meşhur yönü kuşlarının güzel mi güzel sesiymiş. Kuşlar o kadar güzel, o kadar duygulu ötermiş ki köyün yakınlarından geçen kervanlar yorgun olmasalar bile kuş seslerini dinlemek için köye uğrarlarmış. Köy halkı da dinlenmeye gelen kervanlar sayesinde geçimini sağlarmış. Bir gün bu köye dinlenmek için yine bir kervan gelmiş ama bu kervanın amacı ne kuşların güzel sesini dinlemek ne de dinlenmekmiş. Bu kervan, güzel mi güzel öten kuşların sesini kesmek ve köy halkını zora sokmak, köyü batırmak istiyormuş. Kervandakiler dinlenirken kervandan bazı kişiler yanında getirdikleri ve kuşları uzaklaştırabilen, insanların alamayacağı fakat kuşların alabildiği bir

kokuyu köyün dört tarafına dökmüşler. Kervan kuşları kaçıran bu kokuyu döktükten hemen sonra köyü terk etmiş. Benim saf dostum Mehmet de bu kervan ayrıldıktan hemen sonra köye varmış. Köylüler kuşların sesinin kesildiğini hemen fark edememiş ama Mehmet köye gelince kuşların sesinin kesildiğini fark etmişler. Mehmet’e uğursuz demiş, lanetlemişler. Mehmet’i köyden def etmişler. Meşhur köyün meşhur kuşlarının ötmediği bütün ülkede duyulmaya başlamış. Benim suçsuz dostum Mehmet’e daha kimse köyünün kapılarını açmamış. Mehmet de gezginliğini büyük bir üzüntüyle bırakmak zorunda kalmış ve şehre yerleşmiş. Ben, Mehmet’e yalnız kaldığı zamanlar kapımı açıyor ve onunla dertleşiyordum. Ama Mehmet bu mutsuzluğa dayanamamaya başladı, hiçbir şeyden zevk almaz ve içine kapanık birisi olmuştu.

36 2017-2018

İRFAN Okulu


DİJİTAL OYUNLARIN ÇOCUKLAR ÜZERİNDEKİ ETKİLERİ Ahmet Mahmut AYVALIOĞLU

DENEME

Günümüz teknoloji çağında dijitalleşme en çok genç nesli etkilemiştir. Karakteristik özelliklerini küçük yaşta kazanan çocuklar, dijitalleşme ile beraber olumsuz bir gidişata sürüklenmiş durumdadırlar. Bu kötü gidişatı tamamen çocukların suçu olarak göremeyiz. Çünkü onlar bu yaşlarda neyin doğru veya yanlış olduğunu ayırt etmekte zorlanırlar. Aileler çocuklarını ihmal ederek, çocuklarıyla çocuklaşmayıp, oyun oynamamaları çocukları dijital oyun oynamaya sürükler. Dijital oyunlara bağımlı hâle gelen çocuklar, kişilikleri ile ilgili önemli sorunlar yaşar. Küçük yaşta “savaş, ağır şiddet” eğilimli oyunlar oynayan çocuklar, kişiliklerinde şiddete eğilim oluşturmakla beraber, vicdan duygusu olmayan insanlar haline gelir. Ayrıca, çocukların uzun süre boyunca bilgisayar oynamaları, onlarda içine kapanıklık, insan ilişkilerinde zayıflık, toplumun önünde kendini iyi bir şekilde ifade edememe tarzında sorunlara yol açabilir. Bu sorunlar çocuklarda ilerleyen zamanlarda kendini yalnız hissetme gibi psikolojik hastalıklara sebebiyet verebilir.

Dijital oyunların en önemli ve tehlike arz edeni ise şu an gündemden düşmeyen “Mavi Balina” oyunudur. Haberlerden, internetten sürekli karşımıza çıkan ve çıkmaya devam eden “Mavi Balina” oyunu her gün çocukların ve gençlerin canını almaya devam ediyor. 50 görevden oluşan bu oyunda, kendilerine zarar verebilecekleri görevler isteniyor. Bu görevlerden bazıları; kollarına jilet ile çizikler atma, geç saatlerde mezarlıkta öz çekim yapma, vücudunun farklı bölümlerine zarar verme, tek başına gece geç saatlerde korku filmi izleme tarzında görevlerdir. Çocuklar bu görevleri yapmak istemeseler bile, oyunun yöneticileri tarafından, yakınlarının ve kendilerinin ölümüyle tehdit edilerek zorla yaptırılıyor. 49 göre37 vi tamamladıktan sonra ise son görevde kendilerini İRFAN Okulu

yüksekten atlayarak ya da kendilerini asarak intihar etmeleri isteniyor. Bu oyunun mağdurlarından, Hindistan’da yaşayan 22 yaşındaki Alexander da, intihar oyunundan kardeşinin durumdan haberdar olarak polise haber vermesiyle kurtuldu. Kendisi, Mavi Balina oyununu şu sözlerle anlatıyor: “Tüm adres defterimin oyunun yöneticisi tarafından ele geçirildiğini fark ettim. Her gece saat 2’de oyunun başına geçip verilen talimatı yerine getirmeye zorlanıyordum. Birkaç gün sonra fotoğraflarımın da kopyalandığını fark ettim. Oyunu silemiyordum. 5’inci safhada talimatı yerine300 getirmeye reddettim. Rusya’dan WhatsApp üzerinden arandım. Numarası görünmeyen biri beni tehdit etti ve kapattı. Tam koluma balina dövmesi kazıyacaktım ki ağabeyim beni kurtardı. Oyuna katıldıktan sonra insanlarla konuşmayı bıraktım ve odama kapandım. Oyundan çıkmak istesem de başaramadım. Bu bir sanal ölüm tuzağı. Şu anda psikolojik tedavi görüyorum.” Bu tarz oyunlar en çok çocuk-genç kesime hitap ediyor. Bu dönemde yaşayan çocuklarda, aşırı merak, cesaret, içe kapanıklık, ailesine karşı gelme tarzında duygular yoğundur. Bu duyguları kullanılarak genç ve çocuklar kolayca ‘’Mavi Balina’’ oyununa başlatılıyor. Bu oyunlar sadece ‘’Mavi Balina’’ ile bitmiyor. Fiziksel zararlardan çok, zamanımızı yiyip, bitiren oyunlarda var. Bunlar Metin 2, CSGO, PUBG, League Of Legends vb. oyunlardır. Çocuklar ve gençler en kıymetli zamanlarını internet kafelerde, evde tüm gününü bu oyunlara harcıyorlar. İnsanın en değerli yaşları genç yaşlarıdır. Gezip tozmalı, eğlenmeli, araştırmalı ve okumalıdır. Bu oyunlar yüzünden çocuklar tüm bu etkinliklerden mahrum kalıyor. Günde 1-1.30 saat oynamanın pek zararı olmayabilir. Ama çocuklar tüm gününü bu oyunlara harcıyor. Hayatlarının odak kısmı haline geliyor. Bu oyunlardan baş-

2017-2018


ka bir şey konuşmuyor, bu oyunlardan başka bir şey düşünemez hale geliyor. Çocuklara ilgilenecekleri hobiler, etkinlikler bulabilirsek, bu oyunlardan uzaklaşabilirler. Oysa eskiden böyle değildi. Çocuklar dışardan eve gelmezlerdi. Birlikte oyun oynarlar, gezerlerdi. Mahalle maçları, yakar top, sek sek, voleybol gibi oyunlar oynarlardı. Sabah kahvaltıdan sonra çıkarlardı, akşam ezanına kadar bu oyunları oynarlardı. Şimdi bunun yerine çocuklar, evden, internet kafelerden çıkmıyor. Durum gerçekten iç karartıcı. Dışarıda oyun oynayan nesil, yeni nesile göre daha ahlaklıydı. Teknoloji ile iç içe olan çocuklarda en büyük eksikliklerden biri ise ahlak ve saygıdır. Yeni nesil birçok şeye internet üzerinden ulaştığı gibi, internet üzerinden kendisiyle yaşıt veyahut büyük insanlara istediğini söyleyebiliyor, hakaret edebiliyor. Bu durum önüne geçilemez bir hal aldı. Çocukları bilinçlendirme yönünde en büyük görev ebeveynlere düşüyor. Dijital oyunların çocuklar üzerinde ki olumsuz etkileri azaltmak için, oynanan oyunlar ebeveynler tarafından kontrol edilmeli, ço-

cuklarının hangi tarzda oyunlar oynadığını kesinlikle bilmelidirler. Çocukları sosyalleşmeleri için futbol, voleybol, basketbol kulübü tarzı çeşitli spor kulüplerine gönderilmelidir. Bunların yanında sosyal aktiviteleri olan çeşitli gençlik kulüplerine de kaydedilmelidir. Bu etkinler insanlarla yüz yüze konuşmalarında, sosyalleşmelerinde olumlu etkiler sağlayacaktır. Onların bilgisayar oyunlarından nasıl eğlenebileceklerini ve günde kaç saat oynamaları hakkında konuşulmalı. Ayrıca bu oyunun onları ne şekilde olumsuz etkileyeceğini anlatılmalı ve bu kötü etkilerin bilincinde olmalarını sağlanmalıdır. Özetle çocukların dijital oyun oynama ile ilgili alacağı destekte en büyük rol ebeveynlerdedir. Çocukların sosyalleşme ihtiyaçlarını oyunlar ile karşılama yönelik eğilimlerini azaltmaya yarayacak etken; ebeveynlerin çocuklarına empati ile yaklaşmaları, sorunlarını şiddet ile sorun yaratarak değil de, çocuklarına iyi bir şekilde yaklaşıp, onların sorunlarını çözmeye eğilim göstermeleri gerekir. İşin büyük kısmı ebeveynlerde bitiyor. Bu sebeple ebeveynler dijital oyun tehlikesine karşı önlem almalıdırlar.

38 2017-2018

İRFAN Okulu


İLK İŞ GÜNÜ Havana KARİMİŞ

Zaman, akşamın karanlık ışıklarını sabahın aydınlık saatlerine bıraktığı bir zamandı. Gece yerini sabaha bırakıyor, meydanlar kalabalıklaşıyor, esnaf dükkânlarını açıyor, seyyar satıcılar tezgâhlarını kuruyor, fırınlardan taze ekmek kokusu geliyordu.

HİKÂYE

O sabah erken kalkan Sevim, ilk iş günü olduğu için çok heyecanlıydı. Sevim bir avukat olmuş, bu günlere gelebilmek için çok çalışmış, lisede biraz zorlansa da o planlı ve düzenli çalışarak okulunu dereceyle bitirmişti. Evet, Sevim’in ilk iş günüydü ve hazırlanmak için epeyi erken kalkmıştı. Saat 8 civarı işte olması gerekiyordu ama o 5.30’da uyanmış, yarım saatlik bir sabah sporu yapmış, dönüşte duş alıp lise yıllarında yapmadığı ve yapmadığına çok pişman olduğu sabah kahvaltısını yapmış hazırlanmaya başlamıştı. Giyimine çok dikkat eden Sevim, kendisine şans getirmesi için annesinin ona 20. yaş gününde aldığı kırmızı elbiseyi giydi. Hazırlanıp yola çıktı. Henüz araba alacak parası olmadığı için otobüse bindi. Adliye, otobüsün son durağındaydı ve daha uzunca bir yolu vardı. Sevim kitabını çıkardı, birkaç sayfa okudu ve tam kafasını kaldırıp camdan dışarı bakacaktı ki otobüsün ani fren yapmasıyla sağa sola savruldu. Başta kimse ne olduğunu anlayamadı ama daha sonra dışarıdan gelen, eyvah! “Öldü, kızcağız öldü, pek de gençmiş…” sesleriyle irkildi. Sevim hemen dışarı çıktı, kanlar içinde yerde yüzüstü yatan yirmili yaşlarda bir genç… Çok korktu ve duygusal bir insan olduğu için gözlerinden yaşlar damlamaya başladı. Görebilmek için kızın yanına gitti, kızın yüzünü örten saçlarını kaldırdı ve acı bir feryat… -

Eceee.. Eceee.. Kardeşim…

Sevim için sanki hayat durmuştu, nefesi kesilmiş gözleri ağlamaktan kızarmış ve sesi bağırmaktan kısılmıştı. Hemen telefonuna sarıldı, 112’yi aradı. Gerçi daha önce orada bulunan insanlar aramıştı. Sevim’in aklına bir an işe gitmesi gerektiği gelmişti. Eğer şimdi işe gitmezse suçsuz bir insan boşu boşuna hapis yatacaktı ve o bunun yıllarca vicdan azabını çekecekti. Ya kardeşinin yanında kalıp onunla hastaneye gidecek, aklı onda kalmayacaktı ya da işe gidip bir insanın hayatını kurtaracaktı. Çok kararsızdı ve kararsızlık onu yiyip bitiriyordu. Evet, şuan sakin kalması ve sağlıklı düşünmesi gerektiğini biliyordu. Mahkemenin başlamasına sadece 15 dakika kalmıştı ve ambulans henüz gelmemişti. Bekledi.. Bekledi.. Ve en sonunda kardeşi için ambulansın gelmesini beklemekten başka bir şey yapamayacağını anladığı için işe gitmeye zor da olsa karar verdi. Uzaklardan ambulansın o yürek yakan siren sesi duyuldu, nihayet gelmişti.. Sevim, kardeşini kanlar içinde ambulanstakilere teslim etti ve annesine haber verdi. Haberi duyan anne ağlayarak telefonu kapatıp hastaneye gitti. Sevim’in kardeşi ağır yaralıydı ve durumu ciddileşiyordu. Sevim, bütün yaşadıklarını biraz olsun dindirmeye çalışıyordu. Gözyaşları içinde adliyeye vardı ve duruşmaya girdi… ‘İlk iş günü’nde kimse bunları yaşamak istemezdi neticede.. Davayı en güzel şekilde atlattı, eğer gelmeseydi masum bir kişi yıllarca hapis yatacaktı. Duruşma sona erdi, Sevim salondan çıkar çıkmaz hemen telefona sarılıp annesini aradı. Annesinin sesi iyi geliyordu, kardeşinin ameliyatı güzel geçmişti. Sevim çok mutlu oldu, derinden bir nefes aldı ve şöyle dedi: -

39 İRFAN Okulu

2017-2018

Allah’ım, sana şükürler olsun…


6 SORUDA SOSYAL MEDYA Batuhan Hamza ACAR

Dünyamızda teknolojinin ne kadar hızlı geliştiğinin farkında mısınız? Hepimiz kullanıyoruz fakat bunu hiç düşünmüyoruz. Teknoloji deyince aklımıza sadece elektronik aletler geliyor. Bunun dışında hepimiz biliyoruz ki teknolojinin içine sosyal medya da giriyor. İnsanlar olarak birçok sosyal medya aracında saatlerce vakit geçiriyoruz. Kimimiz mesajlaşıyor, kimimiz iş ile alakalı görüşmelerinde belge ve doküman paylaşımı için kullanıyoruz. Peki, bunun bizim için faydası nedir, zararı nedir? Haydi, 6 soruda sosyal medyayı inceleyelim. 1. Sosyal Medya Nedir?

2. Sosyal Medya Hangi Amaçla Kullanılır? İnsanlar sosyal medyayı birçok amaçla kullanıyor. Örneğin yaşı büyük kesim eski arkadaşlarını bulmakta veya yaptığı yemekleri paylaşmakta, yaşı küçük kesim ise hayatından kesitler veya kendine komik gelen içerikleri paylaşmaktadır. Bazı kesimler ise sosyal medyayı iş haline getiriyor. Sosyal medyayı iş haline getiren kesimin bazıları sosyal medyayı ticaret amaçlı kullanır. Alım, satım takas gibi yollarla ticaret yapmakta ve geçim kaynağı oluşturmaktadır. Bazıları ise sosyal medyada yaptığı paylaşımlarla ün kazanıp sponsorlar ve firmalar sayesinde para kazanıyor. 3. Sosyal Medya Hayatımızda Nasıl Bir Önem Taşıyor? Ülkemizin Cumhurbaşkanından temizlik görevlisine kadar herkes sosyal medya ile ilgileniyor. Artık herkes insanlara daha rahat ulaşmak istiyor. Kolay ve çok fonksiyonlu iletişim sağlandığı için sosyal medyayı tercih ediyor. Bu nedenle de hemen hemen

Sosyal Medya günümüzde bu kadar hayatımızda yer kaplıyorken bunun yararları veyahut zararları olabiliyor. Çocuğumuzdan ebeveynlerimize kadar herkesin elinde telefon var. Peki, sosyal medyanın hayatımıza getirisini hiç düşündünüz mü? Ya da sosyal medyanın ne kadar büyük olduğunu düşündünüz mü? Kullandığımız Facebook’un bile 2,4 milyar kullanıcısı var. Bu kadar büyük bir sitenin insanlar üzerinde ne kadar etkisi olabilir?

SOSYAL MEDYA

Sosyal medya internet sayesinde kullanıcı tabanlı paylaşımı ve iletişimi sağlayan web siteleridir. Bunun dışında insanların kendi hayatından kesitleri veya önemli anları video veya fotoğraf gibi görsel biçimlerle paylaştıkları iletişim mecralarıdır.

herkesin hayatında ne olup ne bittiğini bilir hale geldik. İnsanlar her şeyini sosyal medyaya döküyor. İşler böyle olunca bir haberi tanıdıklarımızdan veya televizyon yerine sosyal medyadan duyar olduk. Bir kişinin ne yaptığı, kiminle arkadaş olduğu, neyi sevdiği gibi birçok özel bilgi sosyal medyadan öğrenilebiliyor. İnsanlar sosyal medyada başka işler de yapabiliyor. Örneğin alışverişlerde veya yemek siparişlerinde sosyal medya kullanılıyor. Veya yapacağımız bir yemeğin nasıl yapıldığını öğrenebiliyoruz. Ya da uzaktaki arkadaş ve tanıdıklarımız ile görüntülü şekilde görüşebiliyor ve onlarla bir nebze de olsa görüntülü bir biçimde hasret giderebiliyoruz.

4. Sosyal Medyanın Yararları Nelerdir? Sosyal medya günümüzde istesek de istemesek de önemli bir yere sahip. Her yerde sosyal medyayı bize zararlı gösteriyorlar. Peki, bu sosyal medyanın yararları da var mıdır? Tabii ki de var. Sosyal medyanın yararları şunlardır: - İnsanların kolaylıkla iletişim kurmasını sağlar. - Alışveriş için onca yer gezmek yerine internetten istediğinizi alabilirsiniz. - Aldığınız bir eşyanın nasıl kullanıldığından, bozulunca ne yapmanız gerektiğine kadar her şeyi Youtube’daki videolardan bakabilirsiniz. - Haberlerden, gündeme kadar her şeyi daha hızlı

2017-2018

40

İRFAN Okulu


öğrenebilir, hatta bir olay ile ilgili fikrinizi de insanlara aktarabilirsiniz. - Öğrenciler okuldaki dersleri internetten de bakabilir, konu tekrarı veya sınava hazırlık için internetten çalışabilir. - Birbirinden değerli bilgiler araştırabilirsiniz. - Sosyal medya sayesinde diğer coğrafyadaki insanlar ile alakalı bilgi edinebilirsiniz. - Sosyal medya sayesinde fikirlerinizi, yaşadıklarınızı diğer insanlarla paylaşabilirsiniz. Diğer insanların fikirlerini öğrenebilirsiniz. - Sosyal medya sayesinde ister ticaret ile ister paylaşımlar ile para kazanabilirsiniz. - Ünlü kişiler; yazar, lider, oyuncu, senarist gibi insanların hayatlarını araştırabilirsiniz. Bu yararlar sadece birkaç tanesi, hepsini yazmaya kalkarsam sayfalar yetmez. 5. Sosyal Medyanın Zararları Nelerdir? Sosyal medyanın bu kadar yararından bahsederken zararından bahsetmek olmaz tabii. İnsanların hemen hemen her gün kullandığı, yanından bir saniye ayırmadığı bu sosyal medyanın bize getirisi olduğu gibi bize zararı da var. İsterseniz onlara bir bakalım. Sosyal medyanın zararları şunlardır: 41

- Mahremiyet yok oldu. İnsanların ne giydiğinden, ne

İRFAN Okulu

yaptığına kadar her şeyi biliyor hale geldik. Bu kadar bilgiyi bilmemize gerek yok, mahremiyetin de olması lazım. - Ahlâkımız etkilenebiliyor. Sosyal medyada gezerken ister istemez birçok şey ile karşılaşabiliyoruz. Maalesef ahlâkımız etkilenebilir. - Herkesin her şeyi paylaştığı bu ortamda bilgi kirliliği ve yalan haber paylaşımları kargaşaya sebebiyet verebilir. - Vakit israfına sebep oluyor. Bazen sadece iki dakika göz gezdirmek isterken saatlerce sosyal medyada vakit harcanabiliyor. Bu da en değerli mal varlığımız olan vaktimizi boşa kullanmaya sebebiyet veriyor. 6. Sosyal Medyayı Nasıl Kullanmalıyız? İlk önce sosyal medyanın vakit israfına sebep olacak şekilde kullanmamalıyız. Mahremiyeti korumalıyız. Özel hayatımızı başka insanların bilmesine gerek yok. Küfürden uzak durmalı, boş yere klavye delikanlılığı yapmamalıyız. Eğer bir ebeveyn iseniz sosyal medya kullanımında çok dikkatli olmanız lazım. Çocuğunuzu erken yaşta sosyal medya ile muhatap etmemelisiniz. Yanlış şeyler görmesine engel olmalısınız. Sosyal medyada her gördüğümüze inanmamalı, araştırmalıyız. Son olarak, sosyal medya kullanırken şifrenize önem verin. Çok basit şifreler koymayın ve her mecrada aynı şifreyi kullanmayın.

2017-2018


UMUT Esma Nur SUNER

Zournazi’ye göre umut, bireyin dünyaya olan inancını, güvenini ve yaşamaya değer olduğu yönündeki düşüncesini içeren temel bir insanlık durumu olarak tanımlamış, Bloch ise umudu en önemli beklenti duygusu olarak nitelemiş, Tetley umudu, yaşamın anlamı olarak ifade etmiştir. Umut yüzyıllardır felsefeden edebiyata, mitolojiden dine, günlük yaşama kadar hemen her yerde çalışma konusu olmuş ve ne olduğu tartışılmıştır.

Mitolojide umut kavramı tanrı veya tanrıçalarla özdeşleştirilmiştir. Yunan mitolojisinde Elpis, Roma mitolojisinde ise son tanrıça Spes olarak vücut bulmuştur. 1

Kişiye göre umut bir şeyin hayali, amaca giden yol, bir şeye duyulan istek, yaşamın gerekliliği, geleceğe yönelik olumlu beklenti anlamlarına gelebilir. İlkokulda mutluluk, sevinç, çalışkan olmak, başarılı olmaktı bizim için umut. Ortaokula geldiğimizde geleceğe yönelik olumlu düşünce; birine duyulan ilginin karşılık bulması ve güvendi. Lise hayatımızda geleceğe yönelik plan, hedef, beklenti, üniversiteyi kazanmak, ailemizin gurur kaynağı olabilmekti. Üniversiteye geçtiğimizde artık büyümüştük. Toplumda kendi başımıza bir birey olduğumuzun farkına varmıştık. Üniversitede yaşama tutunma umudu, hayatta kalabilme umudu tattığımız duygulardı. Umudun gelişimidir bu. Yaşımız büyüdüğünde hayattan umudumuzun, beklentimizin fazlalaşmasıdır.

DENEME

Umut dinlerde genel anlamda erdemdir ve tersi umutsuzluk Allah’a karşı bir isyandır. Vazgeçmişlik, tükenmişlik, karamsarlık; yaşama içgüdüsünü kaybetmektir. İnanç ve umut birliktedir ve her zaman ahiret hayatına karşı umut edilmesi gerekir. Kişi hiçbir zaman Allah’tan umudunu kesmemelidir. İslam dini de bize bunu emreder. Allah, Kur’an-ı Kerim’de şöyle buyurmuştur: “De ki: Ey kendi nefisleri aleyhine haddi aşan kullarım! Allah’ın rahmetinden ümit kesmeyin: çünkü Allah bütün günahları bağışlar. Şüphesiz ki o çok bağışlayan çok esirgeyendir.”1

Umut, hayalin alt kümesi. Hayal hem olabilecek hem olamayacak şeyler, umut ise gerçekleşme olasılığı yüksek olan şeylerdir.

Rayında gitmeyen ya da rayından çıkma ihtimali olan bir şeyin tekrar rayına girebileceğine duyulan inançtır umut.

Zümer Suresi – 53

42 2017-2018

İRFAN Okulu


ÖFKEMİZ Caner EVİN

HİKÂYE

İftar vakti geldi. Tuttuğumuz orucu, karanlık evimizde gizlice açıyoruz. Küçük atıştırmalıklar yiyoruz. Yemek bulmak zor oluyor Ramazan aylarında ama bana yetiyor, zaten babam pek yemez, ablamla bana bırakır yemekleri. Babam her ses duyduğunda hemen sofrayı yatağın altına sokuşturup bizi yatağa yatırır, ses olmadığına emin olduğunda sofrayı çıkarır ve yemeye devam ederiz. Yemeği bitirdikten sonra babam yemekten kalan parçaları yakarak lavaboya döktü çünkü evimize yaptıkları baskında yemek artıklarına rastlarlarsa cezaevine atıyorlar veya öldürüyorlarmış. Uyumak için yatağa geçtik. Babam biraz başımı okşadı, hemen uyudum zaten. Beni ağlatan bir sesle uyandım, çok büyük bir ses. Askerler karşı binada iftarını açan bir aileyi yok ediyordu, gözlerimin önünde hem de. Babam perdeleri kapadı, yanıma uzandı. Bir şey yok oğlum deyip hissettirmeden kulaklarımı kapamaya çalışıyordu. Kalbim ve dudaklarım titriyordu; ya bizi de öldürürlerse? Ağlayarak uyuyakalmışım. Sabah uyandığımda gözüm hemen ablam ile babamı aradı, babam koltukta oturmuş acıyan gözlerle beni izliyordu. Öfkeliydim, çünkü bu adamlar masum insanları sadece Müslüman oldukları için haksız yere öldürüyorlardı. Çin Devleti, bölge üzerindeki hâkimiyetini kuvvetlendirmeye karşı en büyük engel olarak halkın İslâmî kimliğini görüyor. Halkı İslâm’dan vazgeçirmek için her türlü yıldırma ve baskı yöntemi uygulanıyordu. Komünist Parti yetkilileri, Doğu Türkistanlı Müslümanlar üzerindeki baskıyı her geçen gün artırıyor, her gün yeni yasaklar getiriyorlardı. Öfkem gün geçtikçe artıyor, her gün gözlerimin önünde bir aile zarar görüyordu. Bizim de zarar görmemiz an meselesiydi ki gördük de. Sokağa çıkma yasağını bugün kaldırdılar. Aylardır dışarı çıkmıyor, adım dahi atmıyorduk. Ramazan ayında yasağı

neden kaldırdıklarını anlamamıştık. O gün, ailecek dışarı çıkmış, kol kola yürüyorduk. İçimizde bir mutluluk vardı ama uzun sürmedi. Bir anda komünist askerler önümüzü kesti. Bizim gibi aylar sonra dışarı çıkmış başka insanlar da vardı. Hepimize silah doğrulttular. Kaçmaya çalışanlar oldu, onları orada vurdular. Kadınlar bağırıyor, çocuklar ağlıyordu. Askerlerden biri, genç kadınları parmağıyla gösteriyor, “Bir, iki, üç” diye sayıyordu. Bir anda askerler, kadınları zorla almaya başladılar. Kendi ülkelerine işçi olarak göndereceklermiş. Ablamı da işçi olarak göndermek için zorla aldılar. Yanında kadın bulunmayan “Müslümanlar” yardım etmedi, kaçıştılar ama onları da vurdular. Gerçek Müslümanlar ise olaya müdahale etmeye çalıştı. Müdahale eden herkese karşı büyük bir şiddet uyguladılar. Aralarında tabii ki babam da vardı. Herkesten daha çok karşı koymaya çalıştı. Sonucunda vuruldu. Kimsenin babama yardım etmesine izin vermediler. Babam orada gözümün önünde can verdi. Ablamı ise bir daha görmedim. Etraftaki insanlar beni oradan güçlükle uzaklaştırdı. Tanımadığım bir aile beni evine götürdü. Tüm gün ağladım, isyan ettim. O gün küfre düşecek kadar öfkelenmiştim. Bir Kur’an-ı Kerim gördüm masanın üzerinde, hemen aldım. Burada ana dilimiz olan Türkçeyi öğrenmek yasak olduğundan sadece Çince öğrenebiliyoruz. Arapça da bilmediğimden dolayı Kur’an-ı Kerim’i hiçbir türlü okuyamıyorum. O sırada aklıma babamın bana söylediği bir şey geldi. “Birçok öğrenciyi çalıştıran bir hoca düşün. Bu hoca en sevdiği öğrencisini her zaman daha çok zorlar çünkü onun herkesten daha başarılı ve iyi olmasını ister. İşte Rabbimiz de sevdiği kulunu böyle çetin imtihanlara tabi tutar.” Aklıma gelen bu sözden sonra hemen namazımı kılıp tevbe ettim. O gün hiç uyumadım.

43 İRFAN Okulu

2017-2018


FİNLANDİYA’NIN EĞİTİM SİSTEMİ Nursena İNANOĞLU

Finlandiya on yıl üst üste PISA sınavında birinci olmasıyla eğitim konusunda bakışları kendi üstüne çekti. Amerika’dan, Kanada’dan, Singapur’dan ve daha birçok ülkeden bu başarının sırrını merak eden eğitimciler, araştırma yapmak için Finlandiya’ya gittiler. Finlandiya’da gördükleri şey ise aslında çok basit gibi gözüken fakat uygulanabilmesi için emek gereken bir sistemdi. Finliler’in temel amacı eğitimde eşitliği, bireylerin özgürce düşünüp özgürce hareket etmelerini sağlamaktı. Ve diğer bir vizyonları ise öğrencilerin inovatif olmasıydı.

Çoğu araştırmacının görüşü, Finliler’in bu değişim için büyük bir bütçe ayırdığı yönündeydi. Çünkü Finliler eşitlik vizyonları doğrultusunda eğitim için gerekli olan temel ihtiyaçları öğrencilerden hiçbir ücret almaksızın karşılıyordu. Bunun sebebi ise eğitime büyük bir bütçe ayırmaları değil, oluşturdukları eğitim politikasıydı. Örneğin okullarda ücretsiz öğle yemeği veriyorlardı. Bunun temel olarak iki sebebi vardı; ilki her öğrencinin eşit bir şekilde yemek yiyebilmesi, ikincisi ise savaş sonrasında maddi zorluklar çeken halkın okulda ücretsiz yemek verildiğini bilerek öğrencilerini okula gönderme konusunda motivasyonlarını arttırmaktı. Bunun gibi birçok etkili detay sayesinde okula katılım oranında büyük bir artış gözlendi. Finlandiyalı eğitimciler çocuğun öğrenme yerinin okul olduğunu ayrıca öğrencilerin okul dışında bir hayatı olduğunu ve öğrencilerin tüm zamanını okula ayıramayacaklarını savunuyorlar. Bunun doğrultusunda ise ev ödevi vermiyorlar. PISA sınavının

Finlandiya’nın önem verdiği konulardan birisi de okulların yapısı. Öğrencilerin üretken ve de ferah bir ortamda bulunmaları gerektiğini savunuyorlar, bunun için sınıfların çoğu büyük pencerelere hatta cam duvarlara sahip. “Biz öğrencilerin oyun oynamalarını istiyoruz.” diyor Finlandiyalı bir okul müdürü. Çünkü çocukların oyun oynaması yeni şeyler keşfedebilmesi için en iyi yoldur. Çocukların yeni ve çeşitli oyunlar oynayabilmeleri için eğlenceli ve üretici düşüncelerini harekete geçirecek oyun alanlarına ihtiyaçları vardır. Bunu fark eden Finliler okulların bahçesini tasarlayan mimarları birebir öğrencilerle görüştürerek onların istekleri doğrultusunda bir bahçe hazırlamışlar. Finlandiya‘nın öğretmen konusunda yaptığı değişimler ise çoğu öğretmenin imreneceği fakat bir yandan da onları daha da zorlayacak türden şeylerdi. Öncelikle müfredat hafifletildi bu zaten çok büyük bir rahatlık sunarken, diğer taraftan öğretmenlerin dersi nasıl işleyeceklerine etki edemiyorlardı. Elbette bazı sınırları vardı mesela çok sessiz duran sınıflar bizdekinin aksine kötü karşılanıyordu. Çünkü ders öğretmenin anlatıp geçtiği bir unsur değil tam aksine öğretmen ve öğrencinin beraber eğlenerek öğrendiği bir unsurdur onlara göre.

EĞİTİM

Böyle bir sistemi oluşturmak Finliler için kolay değildi. Köklü bir değişikliği gerektiriyordu. Finliler bunu biliyordu. 2. Dünya Savaş’ı sonrası ülkelerini kalkındırmak için yaptıkları yatırımlar arasında en büyük yeri kaplayan alan eğitimdi. Çünkü eğitim sistemini değiştirdikleri zaman diğer her şeyi değiştirmenin daha kolay olacağını düşünüyorlardı. Bu sebeple eğitimdeki köklü değişimi başlattılar.

sonuçlarına bakılırsa bu konuda izledikleri politika gayet başarı ile sonuçlanıyor.

Peki, biz de Finliler’in uyguladığı sistemi uygulasak bizim de öğrencilerimiz bu kadar başarılı olur mu? Maalesef. Çünkü eğitim sistemimizi oluşturan en önemli etkenlerden biri kültürdür. Her toplum farklı bir kültüre sahiptir, bunun sonucu olaraktan her topluma ait öğrenci, eğitim sisteminde farklı gereksinimlere sahiptir. İşte biz bu yüzden Finliler ’in oluşturduğu eğitim sistemini kendi ülkemizde uygulayamayız. 44

2017-2018

İRFAN Okulu


HOŞGÖRÜ Senanur BİRİNCİ

DENEME

Hoşgörü kavramı her insanın uygulayabileceği, uygulaması gerektiği bir durumdur. Birine hoşgörülü davranmak ona anlayışlı davranmak demektir. Herkes tarafından söylense de çoğu kişi tarafından uygulanmamaktadır hatta ne anlama geldiği bile bilinmemektedir. Aslında hoşgörü; kendisininkilerle çelişse bile, başkalarının düşüncelerini özgürce dile getirmelerinden rahatsız olmama, onların geçerliliklerine karşı tepki göstermeme durumudur. Hoşgörülü olmak da olayların alttan alınmasına denir, her şeye göz yummak değildir. Karşınızdakilerin sizi anlaması demektir. Geçinmenin en güzel yolu hoşgörülü davranarak insanların birbirlerine duyduğu sevgiyi yükseltmektir.

Hoşgörünün olmadığı bir yerde baskı vardır. Bu da insanları rahatsız eder. Bunun için de insanlara karşı tahammül edilmesi hoşgörülü olunması gerekir. Örneğin çevremizdeki canlılara hoşgörülü olmalıyız. Bir bitkiye basmamak bile o bitkiye karşı hoşgörüdür. Bir kişi; diğer kişilere, konulara, meselelere hoşgörülü olduğu müddetçe mutlu olur. Bu mutluluk diğer insanlarla paylaşıldıkça artar, dağılır. Biz ne zaman iyi biri olursak sevilip sayılırız. Davranışlarımız herkesin gururu olur. Hoşgörü ile yaklaşmak bir insanın yanağına buse kondurmak gibidir. Mutlu eder kimisini...

45 İRFAN Okulu

2017-2018


TASASIZ BİR DÜNYA Kaptan Malik ZENGİN

Elimdeki kitaba bakakalmıştım. Birkaç saat öyle kalmış olmalıyım ki tekrar kendime geldiğimde hava kararmak üzereydi. Bir ürpertiyle kendime geldim ve uçağa doğru yürümeye başladım. Bu kulübede yatma fikri kulağa artık hiç hoş gelmiyordu. Uçağa giden yolda biraz düşünme fırsatım oldu. Kâşif nasıl ölmüştü? Yürürken etrafıma fazla bakmıyordum ve

beynimin farklılığın farkına varması biraz uzun sürse de sol tarafımda bir yerde kara dumanlar vardı. Olayın farkına varıp tekrar baktığımda orda değildi ve bu beni ancak daha da korkuttu. Ama atalarımız ne demiş: Ateş olmayan yerden duman çıkmaz. Artık hava iyice kararıyordu ve ben de uçağa girmek için can atıyordum. Sabah olunca kendime oraya gidip bakma sözü verip uyudum. Sabah kalktım ve bulduğum tatlı su akıntısının yanına gittim. Artık ormanda başkaları olduğunu öğrenmiştim ve adımlarımı ona göre atıyordum. İlk olarak beni kulaklarım uyardı. Bir şey olması gerektiği gibi değildi. Farkına varmadan ötme vaktini ölçtüğüm kuş 30 saniye geçmiş olmasına rağmen bir ses çıkarmamıştı. Olağan bir şeydi ve beynim bunu bir tehdit olarak algılamadı. Oysa ki bir avcının gelişinin haberiydi o sessizlik. Ağaçtan üstüme sıçradı ve vahşice saldırdı bana. Elinde kirli bir bez vardı ve beni bayıltmak için onu kullandı. Kendime geldiğimde bir kamp yerindeydim. Artık neler olduğunu yavaş yavaş hatırlamaya başlıyordum. En son hatırladığım şey bana bir yamyamın saldırmasıydı. Olamaz! Bana bir yamyam saldırmıştı ve şimdi de eti paylaşmak için arkadaşlarının yanına getirmişti. Hemen ayağa kalktım ve buradan nasıl çıkacağımı düşünmeye başladım. Sonunda düşünerek harcadığım her saniye o vahşilerden bir tanesinin girebileceği an olabileceği geldi aklıma ve hemen çadırın arkasına yöneldim. Çıkar çıkmaz da durumumun ne kadar çaresiz olduğunun farkına vardım. Karşımda onlarca belki de yüzlerce yamyam vardı. Hepsi de aç gözlerle bana bakıyordu. Aralarından biri beni tutup bir şeyler söylemeye çalıştı ama dövüşmeden yıkılmayacağımı gösterdim ona. Beni yemek istiyorlarsa ilk önce bunun için acı çektirecektim onlara. Sonra aralarından biri bozuk bir Türkçeyle: “Dur! Açıklamam ihtiyaç.” dedi.

HİKÂYE

Bayılmadan önce tek hatırladığım bağırışlardı. Beni ilerleyen yaşlarımda geceleri ayakta tutup, uyuduğumdaysa kâbusum olan ölen bir insanın çığlıkları. Uyandığımda ne olduğunu anlamam uzun sürmedi: Bindiğim uçak düşmüştü. İlk başta tabi çok korktum ama sebebi uçağın düşmüş olması değil, hiçbir yerde ceset bulamamamdı. Uçakta bana bir-iki hafta yetecek kadar paketli yiyecek ve valizlerden birindeyse ruhsatlı bir altıpatlar buldum. İlk gecemi uçağın içinde kendimi ağlayarak uyutmaya çalışarak geçirdim. Ertesi gün düştüğüm adayı keşfetmem gerektiğini hissettim. Belirsizliği sevmezdim. Bu yüzden yanıma silahımı alarak yola çıktım ve yolda tatlı su akıntısı bulup duş aldım. Yoluma devam ederken kendimi bir patikada buldum. İnsan eliyle mi yapıldığını yoksa doğal yollarla mı oluştuğunu anlamadım ama bulduğum ilk patikaydı ve onu takip etmeye karar verdim. Patikanın sonuna vardığımda ne bulduğumu asla tahmin edemezsin! Bir kulübe! Bu kadar şanslı olduğuma inanamıyordum. Daha 2. Günden burada yaşayan bir insan bulmuştum. Ya da ben öyle düşünmüştüm. Kulübeyi bulmamın sonucunda insanlar buldum ama umduğum ve sandığım şekilde değil. Zar zor kaldırabildiğim altıpatlarımı tutarak eve girdim. Tam bir hüzün tablosuydu. Görünüşe göre kulübe uzun zamandır kullanılmıyordu ve sahibi de hemen önümde kemiklerini sergiliyordu. Hevesim kırılmıştı ama tamamen boşa gitmedi her şey. Çünkü evinde ilerleyen günlerde işime çok yarayacak kitaplar bulmuştum. Kitapların bazıları şöyleydi: “Tuzaklar” “Ne Yenilmeli” “Sığınak Bulma ve Kurma” vb. ama benim kanımın donmasına sebep olan kitap rafın en sonundaydı: “YAMYAMLAR”.

Bir hemşerim çıkmasına çok sevinmiştim ama olayı daha anlamamıştım. Beni sakinleştirdiler ve İsmail (adı buydu) durumu açıklamaya çalıştı. Ben de şimdi sana anladığım kadarını aktarmaya çalışacağım. 46

2017-2018

İRFAN Okulu


İlk olarak ortadan kaybolan cesetlerle başlayalım: cesetlerin çürüyüp yanına yırtıcıları çekeceğinden endişelenip onları yakmışlardı ama benim ayağa kalktığımı görüp kaçmışlardı. Görünen o ki benim onlardan korktuğum kadar onlar da benden korkmuş. Ben yavaşça ormanda keşifler yaparken beni sessizce izlemiş ve buraya gelen bir önceki kâşif gibi olmamdan korkmuşlardı. Evet, kâşife gelecek olursak: Buraya bir kâşif grubu olarak gelmişlerdi İsmail ve Abdullah. İsmail yerlileri görüp onların yaşam tarzlarını benimsemiş ve yamyamlık meselesinin kaşifler arasında bir dedikodudan öteye gitmediğini kabullenmişti. Abdullah ise farklıydı. Görünüşe göre Abdullah bir gören kördü. Yerlileri görüyor ve yamyamlıkla alakalı olmadıklarını fark ediyor ve bu onu delirtiyordu. Elindeki her şeyi bu araştırmaya dökmüştü. Hayat birikintisini, evini ve satılabilecek her şeyi satmıştı. Bu seferi düzenlemek ve dedikodunun gerçek olduğunu kanıtlamak için.

Karısı kendisine karşı çıktığında ise ona yeterince hırslı olmadığını söyleyerek ondan boşanmıştı bile. Anlayacağınız üzere bu sefer onun hayatıydı ve İsmail gibi yerlilerle birlikte yaşamayı reddediyordu. Eli boş dönmesindense hiç dönmemeyi tercih etmiş olmalı ve olur da bir gün birisi gelir ve ilk kulübeme bakar umuduyla o kitapları yazmıştı, çünkü ben anlatana kadar yerlilerin de kitaplardan haberi yoktu. Bana onlarla yaşamak isteyip istemediğimi sordular ve ben de “Hayır” dedim. Ben medeniyet ve toplum aşığıydım ve geri dönmek istedim. Bir gemiye ateş yakarak sinyal göndermeme yardımcı oldular ve bu onları son görüşüm oldu. Sana neden bunları anlattım peki? Şu dünyanın hâline bir bak: savaşlar, trajediler, katliamlar, yıkımlar ve haksız ölümler… Yaşlı kalbim artık bunlara dayanmıyor. Onlara geri döneceğim ve beni aralarına almalarını isteyeceğim. Beni özleme, artık tasasız bir dünyadayım.

47 İRFAN Okulu

2017-2018


İrfan Okulu’nda tahtamıza güzel sözler yazmamış da değiliz. İrfan Okulu’nda Küçük Çamlıca’ya doğa yürüyüşüne gitmemiş de değiliz. İrfan Okulu’nda farklı konular seçip üzerine kitap okumamış da değiliz. İrfan Okulu’nda ihtiyaç sahibi kardeşlerimiz için kermes düzenlememiş de değiliz.

İrfan Okulu’nda okuduğumuz kitaplar sonrası yazı yazmamış da değiliz. İrfan Okulu’nda Aliya İzzetbegoviç sunumu gerçekleştirmemiş de değiliz. İrfan Okulu’nda Filistin ve Şeyh Ahmed Yasin’i konuşmamış da değiliz. İrfan Okulu’nda ev ziyaretinde tatlı yiyip tatlı konuşmamış da değiliz.

İrfan Okulu’nda ok atmamış da değiliz. İrfan Okulu’nda Tabu oynamamış da değiliz. İrfan Okulu’nda çay demlememiş de değiliz. İrfan Okulu’nda sunum yapmamış da değiliz.

İrfan Okulu’nda bilmece çözmemiş de değiliz. İrfan Okulu’nda hem ağlayıp hem gülmemiş de değiliz. İrfan Okulu’nda birebir dertleşmemiş de değiliz. İrfan Okulu’nda sabah namazına gerçek zille uyandırılmamış da değiliz.

İrfan Okulu’nda bisiklet binmemiş de değiliz. İrfan Okulu’nda paintball oynamamış da değiliz. İrfan Okulu’nda keçeden defter kabı yapmamış da değiliz. İrfan Okulu’nda çikolatalı süt içmemiş de değiliz.



Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.