Gri Edebiyat Sayı 2

Page 1

KÜNYE Yayın Danışmanı Ümit BİLBAY Yayın Editörü Ubeydullah YALÇIN Tasarım P. Yusmar YUSUF Son Okuma Batuhan DERE Mail Adresi griedebiyat@gmail.com Twitter: @griedebiyat Facebook: ugm.griedebiyat

MANİFESTO ◆◆◆

Biz Kendilerine kavga etmeyi, çıkar gözetmeyi şiar edinmiş bazı kesimlerin aksine ; cemadata, nebadata ve insana tesir eden aşktan yana olan, davasında gözü karalığıyla, faziletiyle, kültürel birikimiyle İslam alemine ve bütün insanlığa model teşkil eden , ‘Benim olmadığım yerde kimse yoktur!’ düsturunu benimseyici, Batı adamının suni medeniyetine karşı düşman hattında nöbet bekleyen asker misali dikkatli ve uyanık, gerçek nasihatin; peygamberlik nurunun kaynağı Hz. Peygamber’e (s.a.v) ait olan ve ondan alınıp yazılanlar olduğunu id-

Osmanlıca metin için Pınar VURSUN, Merve OLGUN ve Ömer Faruk ÇOBAN’a teşekkürler. Arapça metin için Ammar

rak etmiş, insanları Allah’ın kudreti altında boyun eğmiş olarak gören ve onların sana bir rahatlık ve sıkıntı ulaştırma konusunda cansız varlıklar gibi olduğunu düşünen, hakimiyetin Hakk’ın olduğuna iman eden

YAĞCI’ya teşekkürler.

Gençleriz!!! *Gri Edebiyat Üsküdar Gençlik Merkezi’nin bültenidir


İÇİNDEKİLER

2

Manifesto

1

Ömrün Kelebeği Ayşe Aleyna KUŞÇU

3

Dua Ömer Faruk ÇOBAN

4

Sen İnsanlığın Katilisin Batuhan DERE

5

Nabza Göre Şerbet Sultan Kevser ELGÜN

6

Röportaj: Üsküdar‘ın Güzelleri Saymakla Bitmez Asım GÜLTEKİN

8

Yalnızlaşan Toplum Reyhan AYBAKAN

15

Griye Dair Hasan Remzi EKER

16

Ah Hanzala... Ubeydullah YALÇIN

17

Marifet Nedir? Beyza OKUL

19

İmam Gazali

20

Arada Kalmak Halim TATLI

22

Çalışma Hayatı Buket ÖZTÜRK

24

Misafir Dertler Ağacı Fatih ASLAN

26

Aliya İzzetbegoviç

28

Gelecek Havadisleri Ahmet GÜLER

30

İnsanoğlu ve Teknoloji Hatice Aleyna AZANPA

33

Zalimin Zulmü Var Esma PAK

35

İslamofobi Ahmet Can KORAŞ

37

Gri Edebiyat


Deneme

ÖMRÜN KELEBEĞİ Ayşe Aleyna KUŞÇU Oysa son nefesimiz de olacaktı, bilmeden ne boş yaşamışız. Yarınlardan hep ümitli tavırlarla saltanatı sürdürmeye çalışmamız… İnsanları izliyorum bugünlerde, kendilerine pek bir değer veriyorlar. Bir günde yaptıkları işleri mübalağayla anlatıp Kafdağı’na uğruyorlar. İnsanlar, insanlar.. Blok blok evlere ayrılıp saygınlığı arttıran eşyalar satın almaktalar. Kişiliğini kiralayarak evini güzelleştirmeye uğraşmak… İnsanları izliyorum şu ara, otobiyografilerine yazdıklarının haklılık payı, yalancı çoban ile özdeşleşmekte. Belli ki kendini en çok kibir konusunda geliştiriyorlar. İşini hakkıyla yapan adamlara, kendileri gökteymiş gibi bakıyorlar. Onların da -uzun süredir hissetmeseler deayakları yerde, bilmiyorlar. İnsanlara kızıyorum, neyden fayda gelmeyecekse teknolojiyi o yönde ilerletme yarışındalar. Gereklileri gereksizlerden ayırıp ayağa bile kalkmadan çöpe fırlatıyorlar. İnsanlar, insanlar geçiyor gözlerimden, kendine has dünyaları olan mucitleri yererek kuklalığa sürükleyen canlılar yapmaktalar. Dinliyorum, dudağımda kırık bir tebessüm ve acı acı kokluyorum dıştan diri gözüken ama içerideki ölünün kokusunu bastıramayan varlıkları. İnsanlar… Bense kendimi kelebek sınıfında derse sokuyorum, kısa lakin dorukları dahi tepelerden seyre dalan bir ömür var omuzlarımda. Sizin kadar zamana yayamam iyiliklerimi çünkü günleri değil dakikaları sayıyorum. Sizin, fazla sıkılmaya gelmeyen ayrıca rahat bırakıldığında kaybolup giden ruhunuzu bana yüklemeye çalışmanıza da anlam veremiyorum. Anlatsanıza, nedir bu kendinizin kötü yönlerini diliniz varmadığı için cümlelere katamayışınız ve bundandır ki deyimlerinizi hep teşbih yoluyla oluşturmanız. Zamanım kısıtlı, ben en iyisi sizin şu afilli sözlerinizden birisiyle bitireyim son nefesimi ve anlayamadan işlerinizi veda edeyim kuru kalabalığınıza. Sahte hislerinize ithafen:

”Ses olun, yankı değil.”

Sayı 2 | 2016

3


Şiir

DUA Ömer Faruk ÇOBAN Güneş ve Ay ve yıldızı indirme dehlize, Dünya ve ahirette, hayırlar yaşat bize. Doldur omuz omuz sen iyiliklerle defteri, Taa ehli cennet eyle, bu Mü’min gönülleri. Sessiz de olsa dil işitirsin sen ey Ğafur, Bizden hür duaları, her daim kabul buyur. Arz eyliyor bu niyazını sevdiği bu ümmetin, Sarsın bütün yürekleri, Yarabbi rahmetin. Yüce takdir bu, zulüm ehlinin er geç başına, Öyle tufan ya da lav var, bak ebabil taşına. O küçücük taş ile Ebrehe’ler devrildi, Bir alev taş ki o, Lut Kavmini toptan sildi. Sabrı çok rabbimizin, fakat kahrı taştığı gün, Saadet-i fırtına, Ad Kavmini kahretti bütün. Hakka nankör kesilen, her göze ihbar bu gaza, Sade bir sayha ile sarsıldı, Semud Kavmi hara. İntikam silsilesi, gökten yere dünden iz, Firavun kibrini bir anda, nasıl boğdu deniz. Vakti var, her kuduran zulme ilahi tokadın, Akıbet bir sineğin yendiği, Nemrud’a bakın. Deviren koskoca Calut’u, küçük bir taştı, Bir çocuk bir devi alt etti, görenler şaştı. Ey nesil işte budur, bizdeki güç, Bayrakta! Yüce takdir ve tecelli, şunu anlatmakta. İmtihan sonrası, her devri zulüm battı yere. Müjde var sabredin, arşa dek çıkan kimselere. Şimdi zalim kazanır sanma sakın, ey mazlum, Belki sevdiği ebedi kudrete, her şey mahkûm. 4

Gri Edebiyat


Deneme

SEN İNSANLIĞIN KATİLİSİN Batuhan DERE

B

ir zamanlar işgal tankla, topla, silahla yapılırdı. Görür, hisseder ve üzülürdük. Şimdi her birimizin evinde işgal var haberimiz yok. Ve bu işgali izliyoruz. İzlerken -bîhaberdestek veriyoruz. Haberimiz yok, ayakta uyuyoruz! Reel hayatta görsek veya duysak “Tüühh! Allah müstehakınızı versin!” diyeceğimiz dizi sahnelerini merakla izliyoruz. Akabinde önümüzdeki bölüm ne olacak diye meraktan çatlıyoruz. Ne kadar farkında olmasak da iyi karakter giysisini giydirdikleri oyuncu tipleriyle bizlere uygunsuz durumları uygunmuş gibi gösteriyorlar. Bazı yanlışları bizim hayatımıza özendirme yöntemiyle benimsetiyorlar. İzlerken hiç mi “Bu benim inanışıma aykırı…” deyip kapatmayız şu televizyonu… Yahu insan hayret ediyor! Büyükleri geçtim. Dizi izlemekten vakit bulup da düşünürler belki… O dizilerdeki hayatla kendi hayatlarını mukayese ederek bu yanlış gidişe bir son verebilirler. Büyükleri geçmiştim. Çünkü bir ihtimal özlerinin farkına varabilirler. Hadi bizleri de geçiyorum. Biz geçiş dönemi gençleriyiz. “Öncesi ve sonrası” arasındaki farkları düşünerek kurtarırız paçayı. Kendi çocuklumuzu düşünürüz. Sokakta oynadığımız, tadı damağımızda kalan oyunları düşünürüz… Ama şimdiki çocuklar bizim oynadığımız oyunları oynamayı geçtim, isimlerini dahi bilmiyorlardır. O halde bugünün küçükleri, yarının büyükleri çocuklarımız ne yapacak? Televizyon izlemeye başladığı andan itibaren yanlışı doğruymuş gibi gören çocuklarımızın suçu ne? Bunun suçlusu onlar mı? Televizyon hala salonumuzun en görülebilir yerinde di mi? Hatta bu yazıyı okurken bile o ekran bir taraftan açık ve kulağınız orada… Neden olmasın..? Bize kardeşliği, muhabbeti unutturan o mereti at artık evinden ve son ver şu işgale! Kurtul artık esaretten! Hala mı açık o televizyon… Biraz alışılmış bir soru olacak ama sormak istiyorum. “Bu gidiş nereye? َ‫ه ُبونن‬ َ ‫” َفأَ ْي َن تَ ْذ‬ Sayı 2 | 2016

5


Deneme

NABZA GÖRE ŞERBET Sultan Kevser ELGÜN

D

6

eğişken maddeler içerisine insanı da katabiliyor muyuz? Hatta biz insanlar başı çekebiliriz bence. O potansiyel hepimizin içerisinde mevcut. Bunda hemfikiriz sanırım. Değişkenden kastım; adamına, yerine ve keyfimize göre davranma geleneğimiz. Şimdi yapmıyoruz desek yalan olur. Mesela adamına göre nasıl davranıyoruz biraz hatırlayalım.

sa da süreç böyle ilerliyor. Prof. Dr. Üstün Dökmen’in de dediği gibi ‘İnsanların onurları eşittir.’ bundan dolayı her insan saygıyı hak eder. Yani bir belediye başkanına gösterdiğimiz nezaketi ve saygıyı bir dilenci de hak ediyor, çünkü bir insanın saygı görebilmesi için hiçbir makama ya da kemale ermiş bir yaşa ihtiyacı yoktur. İnsan olması başlı başına bir sebeptir zaten.

Hepimiz tanışma faslının ilk beş dakikasını, karşımızdakini süzmekle birlikte birtakım tahliller yaparak geçiriyoruz. Giyim kuşamından karakter analizini, konuşmasından ve kullandığı kelimelerden okuryazarlık seviyesini, hal ve hareketlerinden, oturmasından, kalkmasından hanımefendilik beyefendilik düzeyini ölçüp; bu analiz sentez sonucu İsviçreli bilim adamlarına taş çıkartıyor, edindiğimiz bilgilerle karşımızdakine göre bir hal-tavır takınıyoruz. Mesela karşımızdaki kişi bizden fiziksel olarak ya da konum olarak daha büyükse saygılı davranır, kelimelerimizi özenle seçeriz. Ama karşımızdaki kişi bizden yaş veya konum olarak küçükse ya da eşitse bu saygı çerçevesinden uzaklaşır, daha rahat davranırız. Gereken saygı -fazlası değil- , uygulanması gereken ritüeller ya gevşek tutulur ya da hiç uygulanmaz. Bu durum pek hoş olma-

Bu çok hassas bir husus olmasına rağmen gereken hassasiyeti, insanları kılık kıyafetiyle yargıladığımız, makamlarına göre değerlendirdiğimiz için gösteremiyoruz. Ben, bu durumun ülkenin gelişmişlik düzeyiyle bir alakası bulunmadığı kanaatindeyim. Sonuçta insan her yerde insan. Bu tarz değerler kişinin kendi gelişmişliği ile doğru orantılı olsa gerek. Neyse konuyu dağıtmadan gelelim keyfimize göre davrandığımız anlara.

Gri Edebiyat

Çoğumuzun ayda yılda bir, kimimizin iki günde bir solundan kalktığı olur. Bazen sebepli çoğu zaman sebepsiz bu soldan kalkmalı günler genelde tatsız, keyifsiz geçer. Hatta bizim yüzümüzden çevremizdekilerin de keyfi kaçar. Gereksiz yere öfkelenir, küçük şeyleri büyütür, güncel deyimle trip atıp atar yaparız. Hâlbuki keyfimiz olsa da olmasa da kimsenin keyfini kaçırmaya hakkımız


yok. Ama bu durumu da adamına göre davrandığımız gibi ilerletiyoruz. Yani işimize nasıl gelecekse öyle davranıyoruz. Adamına göre davranma geleneğimizin altında yatan en büyük etken çıkar ilişkilerimiz olduğundan bu işe dur demek nefsimize ağır geliyor olabilir. Ama keyfî davranmaların üstesinden rahatlıkla gelebiliriz. Aslında uzmanlar bu işlemin nasıl yürütüleceği konusunda bizleri bilgilendiriyor ama bu ufak tefek olumsuzlukları gidermek için de ne uzman olmaya ne de uzmana gitmeye gerek var. Böyle söyleyince de çok mu iddialı oldu ne? Ama en azından küçük bir empati seansı gerçekleştirerek soldan kalktığımız günlerdeki negatiflikleri en aza indirgeyebiliriz diye düşünüyorum. Olmadı zaten bir uzman şart. Konu yine dağılma kıvamına geldi, en iyisi yerine göre davrandığımız anlara gelmek. Bu yerine göre davranıp, kurnazlık yaptığımız anlara ilişkin epey örnek var. Mesela ilkokuldayken bazen kolumuzu bazen başımızı yasladığımız sıralara, içimizdeki sanat aşkıyla bir şeyler karalayıp, kazıdığımız anda hocalarımızın hoş sesi kulaklarımıza dolardı: ‘Evladım sen evde ki masanın da mı üstünü karalıyorsun!?’ Veya sınıfta çöp kutusuna isabet ettirilememiş çöpleri yerde gördüklerinde de aynı tepkiyi alırdık: ‘Siz evde de çöpünüzü yere mi atıyorsunuz?!’ İşte, yerine göre davrandığımız anlar böyle küçüklükten başlıyor. Hocalarımız haklı. Evde yemek masasını karalayıp makasıyla kazıyan bir divane yoktur herhalde. Tabi bunun sebebi yemek masasına duyduğumuz saygı değil, annemizin terliğine duyduğumuz kindir ve ya halıya atamadığımız çöplerin sebebi de halıya karşı olan hayranlığımız değil az önceki terlik meselesidir. Çünkü evde gözetim altındayız ve ku-

ralları çiğnediğimiz an neler yaşanacağını biliyoruz. Okul ortamında ise bu gözetim eve oranla daha az olduğundan bulduğumuz serbestliğin cılkını çıkartıyoruz. Sonra biraz biraz büyüyünce sokakta yere tükürmeler, duvarlara yazı yazmalar, falan çıkıyor ortaya. Evinde yere tükürmeyen adam sokaktayken yere niye tükürür. Burada da az önceki sebepler çıkıyor karşımıza ve bir yenisi daha ekleniyor: sıfır gözetim sıfır sorgu. Belki toplum yere tüküren kişiye iğrenerek, ayıplayarak baksa (tamam, yapıyoruz ama yetmiyor) iki çift laf etse, polis amcalarımız az buz değil caydırıcı bir ceza kesse bu tip olaylar hiç olmaz diyemiyorum ama epey azalır.(Polisler de hangi birini nasıl bulsun değil mi, başka bir yol bulmalı. Ama ne? Neyse.) Aynı olayı trafikte de görebiliyoruz. Radar varken gayet mülayim giden şoförler, radarı geçince ralli sahnelerini aratmıyorlar. Burada da az önceki sebepleri ve sonuçları görebilmek mümkün. Velhâsıl kelam bayağı bayağı bukalemunsu hareketler tavırlar sunarak sadece insan âlemini değil hayvanlar âlemini de hayretler içerisinde bırakabilecek davranışlarla nereye varabileceğimizi kestiremiyorum. Mevlana’ya bir kez daha hak veriyorum. “Ya olduğun gibi görün, ya göründüğün gibi ol.” Ne kadar anlamlı, ne kadar öz ve ne kadar da bize uzak. Aslında mantıken insan her çağda her yerde insan. Ama Mevlana hazretlerinin bu özlü sözlerini XIII. yüzyılda söylediğini düşününce acaba Mevlana şimdi –XXI. yüzyılda yaşıyor olsa daha neler neler derdi diye düşünmeden de edemiyorum. Ve bu hususta bir başka büyüğümü, Albert Camus’yu da anmak istiyorum “İnsan, ‘ne ise o olmayı’ reddeden tek varlıktır.” Doğru. Hatta az bile. Ama eşrefi mahlûkatı anlatmak için yeterli. Sayı 2 | 2016

7


Ropörtaj

ASIM GÜLTEKİN:

ÜSKÜDAR’IN GÜZELLERİ SAYMAKLA BİTMEZ!

Öncelikle bize vakit ayırdığınız için teşekkür ederiz. Bize biraz kendinizden bahsedebilir misiniz? Öncelikle Allah nasıl bilse beni iyi olur diye düşünüyorum. Tabi Allah’ın bilmesi de insanlara kendini nasıl tanıtıyorsan öyle oluyor. Yani halka nasıl davranıyorsan o şekilde muamele göreceksin. O davranışından kul hakkı diye bir şey ortaya çıkacak. İkiyüzlü davranışlar veya modern yazarlık hayatında edebiyat sanat işlerinde, sanatçı fildişi kuleden bakmalı gibi ön kabule kaptırabiliyor kendini kimi yazarlar. Herkes beni tanımalı herkes bana hürmet etmeli gibi bir beklenti içerisine girebiliyorlar ve ondan sonra bunun çok sakat sonuçlar ile karşılaşıyorlar. Oysa bizde namazın terbiye ediciliği camide tüm cemaatle beraber durabiliyor olmanın, aralarda bir ayrım gayrım olmadan. Onun güzelliği ile aslında Allah’ın yarattıkları arasında ben şöyleyim ben böy8

Gri Edebiyat

leyim havasına girmenin ciddi bir yanılgı olduğunu insan öğrenebilir. Başka türlü de öğrenir belki ama camiye gidiyorsa daha iyi öğrenir. Camiye de kibirli gidiyorsa ona ne yapmak lazım onu da bilmiyorum ona büyük ihtimalle özel bir çalışma gerekir belki. Veya hiç ilgilenmeyip kibirli adamın hızla yakınından kaçmak da bir yol olabilir. Benim mevzum kitaplar, dergiler, fikir adamları, yazarlar, kültür ve sanatla meşgul olanlar, ilim ve irfanla meşgul olanlar. Kafamın işleyişi bu tarz insanlardan istifade etme merkezli. Kafam nasıl işliyorsa vaktimi de ona göre kurgulamaya gayret ediyorum. İşte şu zatı tanımam lazım, şu zatın sohbetinde bulunmam lazım, şu kitabı okumam lazım. Bunlar bende hayat karşısındaki en başta gelen istekler, temennilerdir. Şu kadar para kazanmalıyım, şunu yapmalıyım falan onlara kolay kolay sıra gelmiyor. Yani bundan dolayı başıma kötü bir şeyler geldi mi? Çok


zannetmiyorum. Çünkü yapmak istediğimi yaptığım zaman zaten ayrı bir lezzet alıyor, huzur duyuyorum ve bunu yaptığım zaman, işin şöyle garip bir tarafı da var; Türkiye’de ilim-irfan işleriyle, kültür-sanat ile ilgilenenlerin sayısı az olduğu için siz onlarla meşgul olduğunuzda ister istemez zaten bu meşguliyetin bir kısım meyvelerini de görebiliyorsunuz. Aman ders çalışmayıp hep kitap okursak, bir meslek peşinde koşmazsak, sınavlara hazırlanmazsak -özellikle liseli arkadaşlar için söylüyorum- aç kalırız, iyi bir yer kazanamayız. Bunlar tamamen ciddi bir aldanış. Velhasıl ben kendimi anlatmayı beceremiyorum ama bakışımı anlatıyorum. Bakışımı anlatınca kendimi, kendimi anlatmış gibi sayıyorum. Amasya doğumluyum. Artvin ve Selanik taraflarına dayanıyor bir şekilde dedelerimiz, atalarımız, ninelerimiz. Üniversite okudum ama asıl okuduğum yer: Sezai Karakoç’un, Rasim Özdenören’in Nuri Pakdil’in, Cahit Zarifoğlu’nun, Ahmet Efe’nin, Mevlana İdris’in kitapları. Asıl okuduğum şey onlar. Okula zaten mecbursun, gidiyorsun. Yedi yaşında okula gitmeye başladım. Hala okula gidiyorum yani bir şekilde. 35-36 yıldır okula gidiyorum. Fena bir şey. Üstelik okullara, eğitime karşıyım bir yandan da. Gittiğim okulda önce kütüphaneye bakan birisiyim. Önce müdürün odası, öğretmenler odası neresi vesaire değil. Kütüphane neresi? Önce kütüphaneyi bulurum. Hatta mümkün mertebe namazı da mescidde değil kütüphanede hemen bir seccade serip namazı oracıkta kılarım. Kütüphaneden ayrılmayı pek istemem. Kitaplar, dergiler, yazarlar, âlimler, şairler… Bireysel tarihimi anlatmaya kalkıştığımda aslında onlardan bahsetmiş oluyorum. Şu okulu okudum di-

yerek değil yani. İşte şu mesleği yapıyorum diyemiyorum. Mesleğim öğretmenlik değil aslında. Mesleğim okumak yazmak diyelim. Biz yeni bir dergiyiz. Ekibimiz tamamen lise ve üniversite öğrencilerinden oluşuyor. Siz çok uzun zamandır dergicilik yapan ve dergilerde yazıları yayımlanan birisiniz. Bize dergimiz ve yazılarımızla ilgili neler tavsiye edersiniz? Dergicilik tamamen bir hastalık. Bunu öncelikle söyleyelim: Güzel bir hastalık. Yani devam eden bir şey olduğu için, belli bir periyodu olduğu için o çıktıkça sen ona bir şekilde bakmak, incelemek istersin. Fakat dergiciliğin bir de şöyle bir anlamı var: bir fikri olan insan onu yazacak. Onu ya konuşarak veya yazarak aktaracak. Konuşursun uçar gider. Ben mesela yoğun dergicilik ve kültürel faaliyetlerle meşguliyetten dolayı kendi yazdığım şeyleri kitaplaştırmayı biraz ihmal etmiştim. Kırk yaşına kadar kitapsız geçirdim ömrümü. Kitapsız derken kitap okuyordum ama kendi kitabım yoktu, kendi yazdığım bir kitabım yoktu. Öyle bir kitapsızlığın içerisinde çokça konuşuyor bu yüzden yazabileceğimin belki de dörtte biri kadarını ancak dergilerde yazmaya imkân bulabiliyordum. Güncele teslim olmayacak yazılarım 8-10 tane kitap olabilecek durumda. Fakat bunların sadece bir tanesi kitaplaşabilmiş. Diğerlerini evsiz kalmış çoluk çocuk gibi düşünün. 8-10 çocuk ortalıkta şu an yani. Öyle bir problem var. Dergide fikirler topluma, halka, insanlara bir şekilde sunulmuş oluyor. Sonra onlar kitaplaşıyor. İnsanların birçoğu kitap okuyan az diyorlar ama. Okuyanların belki %80-90’ının bir dergi takip etme gibi âdeti pek yok. Dergi birikiminden çoğunluk istifade edemiyor. Okuyan sayısı az olmasına rağmen bu böySayı 2 | 2016

9


le. Fakat dergi takip eden insanlar bir kısım fikirleri daha ilk çıktığı andan görme imkânına sahip oluyorlar. Mesela 1986 yılında çıkmış, otuz yıl sonra kitaplaşmış bir makaleyi hatırlıyorum. O dergi benim 1991’de 4-5 yıl sonra elime geçmiş. Oradan okumuşum o makaleyi. Ama o makale otuz yıl sonra kitaplaşıyor. Otuz yıl boyunca dergide kalıyor. Yani dergicilik çok önemli ve bir derginin özgün, orijinal, nitelikli bir dergi olması ise çok çok daha kıymetli bir şey. Dergi çıkartırken neye dikkat edilir? Benim ilk dikkat ettiğim şey şu oldu: kalemi iyi kim varsa o bu derginin yazarıdır. Yani filanca da arkadaşımız, o da yazsın değil. Avlıyorsun yani iyi yazan kişileri. Gel aramıza katıl. Niye? Çünkü sen çok iyi yazıyorsun. Nereden bileceksin onun iyi yazdığını. Biraz konuşmasından, gündeminden belli olur. Biraz konuşursun, başkalarının mevzularından biraz daha farklı mevzular anlatıyorsa onun okuyan birisi olduğunu anlarsın. Dolayısıyla bir şeyler yazdığını dert ettiği hususlardan hissedebilirsin. Yoksa öyle ufak tefek aklına bir şeyler gelmiş, twit atar gibi, öyle başlanmıyor. Bazen acemi yazar yazısını yazar ve çok beğenir. Ondan sonra yazmayı bırakamaz. O olabilir. Yani birisi vesile olur falan ama her yazanı değil, iyi yazanları bulmak gerekir. Mesela ben okul dergisi çıkaran arkadaşlar görürdüm. Bir derginin sınırlarını 10

Gri Edebiyat

okul sınırları değil kalem belirlemeli diye düşünüyorum. Dolayısıyla iyi yazanlara kancayı atacaksın diye düşünüyorum. Ondan sonra o dergi bir bakmışsın “Allah Allah bu dergi neden beğeniliyor?” 9 yıl önce “Türkiye Dergiler Birliği” diye bir birlik kurmuştuk dergici arkadaşlarla. Şimdi “Dünya Dergiler Birliği (World Periodical Union)” kuruyoruz. Yirmi kadar ülkeden yetmiş kadar dergici ile irtibatlıyız. Türkiye’den de üç yüz kadar dergici ile irtibattayız, beraberiz. Fakat bazı dergiler diyor ki dergiyi o kadar çıkartıyoruz kimse fark etmiyor. Dergisinde titizlenen, özenen bazıları da şöyle diyor: Ya ummadığım kişilerden beğeniler geliyor. Hiç ummadığım yerler çok iyi bir dergi çıkartmışsınız diyorlar. Niye? Çünkü iyi yapmışsın. Tabi ki adam baktığında görecek “çok iyi maşaallah, harika bir dergi yapmış. Kimmiş bunlar ya süper yapmışlar.” diyecek. Bu işin sırrı orada. Dolayısıyla dergicilik biraz yazının gücü kısmı. Meraklı olacağız. Neyi nasıl vereceğiz kısmı önemli. Üslubunun rahat olması çok çok önemli dergicilikte. Böyle zorlaya zorlaya yazmış, at onu. Artist görünmek için süslü, karmaşık yazmış. Aman entelektüel görünsün vesaire falan zorlamış, geç onu. Yani öyle yazılar yazanlar ümmetin başında otuz yıl artistlik yaparlar. İşleri güçleri artistlik yapmak olur. Yazı biraz daha özel bir alan. Yazıyla adam sana kalbini, fikrini, beynini, gelecekle ilgili kaygılarını, insanlıkla ilgili kaygılarını açmış oluyor. Sen niye hava yapıyorsun yani ne gerek var? Dergicilikle ilgili, özüyle ilgili bunları söyleyebilirim. Yoksa dergicilikle ilgili çok mevzu var. ALAN DERGİCİLİĞİ ÖNEMLİ! Dergicilikle ilgili şunu da söylemek isterim bir alan dergiciliği yapılmasını ben her zaman için çok takdir ediyorum. Özel alan.


Diyelim ki bir tarih dergisi, bir masal dergisi, ağaçlarla ilgili bir dergi, sadece ağaçları el alan, şehircilik üzerine bir dergi, sadece mizah dergisi, sadece felsefi meselelerin ele alındığı bir dergi, sadece öykülerin ele alındığı bir dergi. Bu tarz bir dergicilik bana çok faydalı geliyor. Hele hele bunu yapanlar genç arkadaşlarsa. Diyelim ki ağaçlar üzerine siz bir dergi yapmaya başladınız. Üç ayda bir ağaç dergisi çıkarıyorsunuz. Beş yıl sonra sizinle görüştüğümüzde ağaç meselesini sizden iyi bilenler ile karşılaşabilir miyim, zor! Muhtemelen o konuda memleketteki en iyi bilenler sizler olursunuz veya sizin gibi bilen bir kaç kişi daha olabilir. İşte elli altmış yaşlarında birkaç profesör veya toprakla çok haşır neşir olan birkaç bilge çiftçi amca bilebilir sizin kadar. Alan dergiciliği böyle bir şey. Herkesin yaptığı tarzda dergicilik yaptığında da işte herkesin yaptığını yapmış oluyorsun. Her şey var bizim dergide diyorsun ama her şey çok sıradan ve sığ bir şekilde yer alabiliyor. Öyle bir tehlikesi var. Her şeyden bahsetmenin. Neden bahsedeceğini, neyle ilgileneceğini daha önceden biraz belirlemiş olan arkadaşlar çok güzel şeyler yapabilirler diye düşünüyorum ve bunu yapan arkadaşlar da yok değil. Böyle dergileri ben hayranlıkla okuyorum yani açıkçası. Siz çok okuyan ve çok gezen birisiniz. Çok gezen mi bilir çok okuyan mı? Hem gezecek hem okuyacak. Yani bir yandan okuyacak bir yandan da gezmeden edemeyecek. İkisi beraber olmalı diye düşünüyorum. Sen okurken gözün geziyor zaten. O kadar çok geziyorsun ki: Belki iyi kitap okuyan birisinin gözü Dünya’nın, Ekvator’un çevresini kaç kere dolanmış gibi olur. O kadar tecrübeyi gezmiş oluyorsun. Yani okuduğunda da, gezdiğinde de beyne

bir kısım mesajlar yolluyorsun ve onun da kalbe bir kısım gönderileri oluyor, iletileri oluyor. His, duygu olarak. Okuduğunda da onlar gerçekleşiyor bir şekilde. Eylemden kopuk bir bilgi, teori zayıf olacaktır. İşte namazla ilgili her şeyi biliyorsun ama bir oryantalistsin. İslam’la ilgili her şeyi araştırmışsın ama bir Hristiyansın veya bir ateistsin ama namazın her şeyini biliyorsun. İbn-i Arabi’de namaz ne okumuşsun, Gazali nasıl anlatıyor okumuşsun, Hayrettin Karaman ne diyor okumuşsun, Abdullah Yıldız’ın kitabını okumuşsun ama Hristiyansın. “Ya bu Müslümanlarda namaz neymiş?” diye merak edip okuyorsun ama bir türlü de Müslüman olmaya yanaşmamışsın. Neye yaradı hacı? Pratikle kopuk olmayacak bilgi. Sadece teorisine sahipsin ama hayatına geçirmiyorsan çok faydalı değil. Okuyorsan gezeceksin zaten ister istemez. Tabiata açılacaksın bir şekilde. İnsanlarla irtibata geçeceksin. Yoksa kuru kuruya sadece okuyor kalıyor olmak bizim medeniyetimizde, kültürümüzde çok olacak bir şey değil. Mümkün değil yani diyebilirim. Sevmediğiniz, kullanmadığınız veya kullanılmasını hoş bulmadığınız kelimeler var mıdır? Dünyanın bütün kelimeleri benim sevgilimdir. Ben böyle bakıyorum. Fakat bazı kelimelerin kullanılış biçimi ve amacı, taşıdığı anlamın daha dışında bir şekilde gerçekleşiyor. Mesela bu anlamda özellikle gençlerle sohbetlerimizde konuşmalarımızda da vurguladığım bir şey: Eğitim kelimesini sevmiyorum. Eğitmek diye bir kelime var ama eğitim diye bir kelime yok aslında dilimizde. Eğilmek diye bir kelime var eğilim de diyorlar. Bazı kelimeler böyle uydurukça, öz Türkçe de denilen bir özelliği taşıyor. NeSayı 2 | 2016

11


sebi gayri sahih kelimeler diyoruz bunlara. Türkçede üç harfle de ifade edilir. O tarz kelimeler biraz rahatsız eder beni. Çünkü kökü yoktur o tarz kelimelerin ve zihnimizin dil-zihin ilişkisinde yolunu kapatır, tıkar. Zaten o tür kelimeleri uyduranlar da genelde işi gücü yol kesmek olan, haydutluk olan, banka soymak olan, özgürlük mücadelesi adı altında soygunculuk yapan kişileri bize kahraman diye sunan tipolojinin uydurduğu kelimelerdir. Yani kökü dışarıda anlayışların peşine düşerek Türkçeye bir katliam yapmışlar. Yine kişisel gelişim hoşlanmadığım bir alan. Kişisel gelişimi fazla kişisel buluyorum, fazla çıkarcı. Psikoloji diye bir kelimeyi sıkıntılı buluyorum. Yani psikoloji dediğimiz alanda yoğun hastalık durumu görüyorum. Psikoloji bilimini eleştiren kitaplar okudum. Dolayısıyla insanların psikolojiye biraz fazla düşkünlüğü beni rahatsız edebiliyor. Kelime olarak baktığımda ne “psiko” kelimesi ile ne de “lojinin” geldiği “logos” kelimesi ile bir problemim yok mesela. Gelelim bilime. Bilime karşıyım; bilgiden yanayım. Bilgiyi tahkik etmekten, sorgulamaktan yanayım ama bilim denilen şeyin çok ucube garip bir şey olduğunu düşünüyorum. Hele bilimsel denilenin bilimle bile alakasının olmadığını düşünüyorum. Çünkü Türkçe de “s” sesinin ne anlama geldiğini biliyorum. “s” dışarı çıkarmak anlamı katıyor kelimeye. Yani bilimsel dediğin zaman o, bilimle alakalı değil; bilimin dışında demiş oluyoruz aslında Türkçe ‘deki ses bilgisinin kuralları içinde baktığında. Ama bu kelimeyi uyduranlar bunlara pek dikkat etmediği için birçok insana bilimsel(!) işler yaptırıyorlar. Yani bilimle alakası olmayan işler yaptırıyorlar ve ortaya koydukları da zaten bilim bile olmuyor. Bilim olsa bile zaten bir problemdi de… 12

Gri Edebiyat

Ama bilgi eyvallah, bilgiye aşığım ama bilime değil. Çok eski zamanlardan beridir insanlığın derdi gençlik. Sizin gençlik hakkındaki düşünceleriniz nelerdir? Genç’in kelime anlamı hazine demek. Kenz diye geçer Arapçada, Farsça’da gencine diye geçer. Bu ikisi birbiri ile irtibatlı gibi görünüyor, algılanıyor. Tabi bu hazineyi talan etmek gençlerimizin çoğunun çok iyi başardığı bir mevzu ne yazık ki. Gencin kendisini mahvetmemesinin en güzel yollarından bir tanesi: Vaktine sahip çıkmak. İki: “alnına sahip çıkmak”. Secde etmesini bilecek genç. Secde edebiliyorsa inşaallah o gencin bahtı açık olur. Secdenin kıymetini bilememek mesela baktığın zaman secde alçaltıcı bir şey, alçalıyorsun yani eğiliyorsun. Kibre kapılmadan ve kimin karışışında? Herkese mi secde ediyorsun? Mesela bazı fikriyatı problemli, hastalıklı tipler bizim topraklardaki insanların inançları ile ilgili yargılayıcı şeyler söylerler. İşte biat ediyormuşuz biz inanan insanlar, biat kültürü diye bir şeyimiz varmış, ona buna bağlanıyormuşuz. Yani herkese bağlanıyormuşsun. İşte secde kültürü varmış, işte herkese secde ediyormuşsun. Ne herkesi? “O rükû olmasa dünyada eğilmez başlar.” Diyor Akif. Secdeyi geç! Bir insanın karşısında eğilmeyi bilmez Akif öyle demiş. Şimdi dolayısıyla secde bir kere insanı acayip kendine getiren bir şey ve hatta “kendi” kelimesinin manasını araştırdım, uğraştım, çıkamadım işin içinden. Sözlüklerden; yabancı, Türk Türkologlardan baktım, araştırdım. “Kendi” kelimesi ile ilgili kafada bir şey belirmesine vesile olabilecek bir açıklama göremiyorsun ama “İlim ilim bilmektir. İlim kendin bilmektir.” diyor Yunus. Tamam diyor, bunu da. Bunu bir sürü


adam söylüyor da peki kendini bilmek nasıl oluyor? Rabbini bilen kendini bilir. Bununla karşılaşırsın işte. Bunu Goethe de söylemiş hadis olarak da geçiyor. Tamam, ama Rabbini bilmek nasıl oluyor. “Kendi” kelimesinin ancak “‫ ”أَل َْس ُت ِب َربِّك ُْم‬dendiğinde gerçekleştiğini biraz düşününce hissettim. Yani “Ben sizin rabbiniz değil miyim?” dedi. Biz de Rabbimizi bildik. Ruhlar âleminde sorulduğunda dedik ki: Evet. İşte o an kendin oluyorsun. Rabbini bilmek böyle bir şey iyi de; biz hatırlamıyoruz bunu. Ruhlar âlemi falan bu olayı aramızda hatırlayan yok değil mi? Biz hatırlamıyoruz ama bu olayı gündelik hayatımızda. Olay secde. Yani biz oradaki “‫ل‬ ٰ َ َ‫ ”ب‬deyişimizi, “evet” deyişimizi secdeyle kendimize hatırlatmış oluyoruz. Secdeyle tasdik etmiş oluyoruz evet deyişimizi. Secde bu kadar önemli. İnsanı kendi yapan, Rabbini bilme ile ilgili “Ben Rabbimi biliyorum; secdeye de gitmem.” Hadi oradan çok da biliyorsun, aman da biliyormuş! Şimdi velhasılı genç dediğim arkadaş bir hazineyi kaçırmak istemiyorsa; yine Allah hazinesi, Allah bilgisi hazinesi, secdeyi edecek. “Secde ederim, kitap okumam!” “Defol git. Nereye gidersen git. Seni gözüm görmesin. Nasıl yani kitap okumayacaksın? Namaz kılıyorsun o nasıl

bir namaz? Okumadan olmaz. Kâinatı oku, insanı oku, kitapları oku, merak et, araştır. “Ben google’a sorarım.” Burnunda şeyden çıkmaz ondan sonra. Google ne biliyor ki. Google’a Ahmet Yaşar Hoca Efendi yazıyorsun mesela. Bunu mu demek istediniz: Fethullah Gülen yazıyor. Hoca Efendi deyince onun kafa Fethullah Gülen’e gidiyor. Google bu. Şimdi yanlış bilgiler var. İnternette önüne gelen dalgasına, eğlencesine oralara bir sürü şeyler uyduranlar var. Sen bir dalıyorsun bu yanlış. Geçmiş olsun yani ilmî anlamda bilgisayarı kaynak olarak, interneti kaynak olarak kullandığında kazığı yersin. Yani kaç kere baktım bazı bilgileri teyit etmek için. Mesela bir dergi var diyor ki 163 sayı çıktı. Ya ben de 164. sayısı var o derginin. Yine “Şu tarihler arasında 163 sayı çıkmıştır.” diyor internet. Bende 164. sayısı var. Yani bilgiyi sorgulamak, doğru bilgiye ulaşmak kolay değil. Bunun farkında ise bir arkadaş güzel şeyler yapar ama gençlere en çok tavsiye etmek isteyeceğim şey şudur: Bir vakfın burs mülakatında benden mülakat yapmamı rica ettiler. Gençlere sorduk İstanbul’da bir şekilde mutlaka görmek isteyeceğin kimler var, değerli, kıymetli, önemli? Kırk kadar genç, isim sayamadı doğru dürüst.

Sayı 2 | 2016

13


Dört beşi sayabildi birkaç isim. %80-85’i isim söyleyemedi. İstanbul’da kimler yaşar, kimlerden istifade etmeliyim? Bununla ilgili kaç gencimizde bir fikir vardır, düşünün. Şimdi bunu arttırmak lazım. Mesela derginizi okuyan bir arkadaş, arkadaşının nelerden mahrum olduğunu, İstanbul’da yaşayıp da neleri ihmal ettiğini, hele hele Üsküdar âlim, yazar, mütefekkir, sanat insanı kaynıyor; eskiler bu sanat insanlarına, zanaat insanlarına ehl-i hirfe derler. Herif dedikleri kelime oradan gelir. Herif bilir misiniz? Heriflik iyi bir şeydir. Tabii eşek herif olmasın da. Şimdi böyle ehl-i hirfe insanlar kaynıyor Üsküdar’da. Mahallesinde belki on tane yazar, âlim, mütefekkir, profesör, şair var. Hiç haberi yok. Ben mesela biliyorum mahallemde kimler var az çok. En az 20 kişi var böyle insanlardan. Dört beş aydır burada oturuyorum. Yeni taşındım. Bu mahallede süreçle belki 3-4 katı daha birilerinin olduğunu öğreneceğim. Hani çevremizde kim var, İstanbul’da kim var? Diyelim ki vefat etmeden, gitmeden buradan, aramızdan ayrılmadan illa hepsi yaşlı da olması gerekmiyor. Yani belki de yeryüzünün en güzel secde eden veya edecek çocuğu senin mahallende. O çocuğu bir tanımak, görmek, onunla bir selamlaşmak, musafahalaşmak iyidir. Yani şimdi İbn-i Rüşd ile İbn-i Arabi’nin karşılaşması anlatılır kitaplarda. Birisi on bir yaşın-

da öbürü de artık kırk elli yaşlarında mı ne? On bir yaşında İbn-i Arabi ile görüşmesi anlatılıyor İbn-i Rüşd’ün. Şimdi etrafınızda kim var kim yok, kimden istifade edebilirim? Bunun derdine düşmek bir genci baş tacı eder diye düşünüyorum ve özellikle bunu tavsiye etmek isterim. Bunu ihmal etme. Böyle tamamen içine kapanıp, test kitaplarına veya tablete bilmem neye. Bir başını kaldır, sen gençsin ya hazinesin. O potansiyelini bir ortaya çıkar. Tek başına takılma, cemaatle kıl namazını. Hacı böyle olmuyor, ya bir tek sen mi gideceksin cennete de artistlik yapıyorsun. Yani oraya muhtemelen tek gidilmiyordur onu da söyleyeyim. Son olarak bize nasihatte bulunursanız çok minnettar kalırız. Tüketim kültürünün insan nefsini köle eden nesi varsa ondan uzak durmaya bakmak lazım. Evvelen bu. Buna dikkat etmek lazım. Haram yememe, haram işlememe konusunda dikkat etmek lazım. Haram kaygısı olanlarla arkadaş olmak lazım ve bunun için de bir saniye bile durmamak lazım. Haram kaygısı olan arkadaşın varsa o da tek başınaysa zorlanıyor olabilir. Ona destek olmak lazım. Sabah namazını kılmadan olmaz. Ne yapıyorsak yapalım, sabah namazını kılacağız. Hem Allah’ı seviyorum hem de namaz kılmıyorum tarzı, 1960’lı 70’li yılların Türk modernleşmesi “ama benim kalbim temiz”(!) tarzı Müslümanlıkların devri biraz geçti bence. Ama benim kalbim temiz diyenler Allah’ı ne kadar kandırmışlardır(!) bilemiyorum. Sabah namazı namazların şahı. Sabah namazını kılacağız ve Kitaplardan uzak durmayacağız. Çok teşekkür ederiz. Allah razı olsun.

14

Gri Edebiyat


Deneme

YALNIZLAŞAN TOPLUM Reyhan AYBAKAN

E

skiden komşu komşunun külüne muhtaç iken günümüzde ise komşumuzun internetine muhtaç olur hâle geldik. Akıllı telefon saçmalığını, interneti hayatımızın öyle bir yerine yerleştirmişiz ki artık olmazsa olmazımız haline getirdik. Öyle ki eğer internet bağlantımız yoksa telefonlarımız da bir anlam ifade etmez hale geldi. Eskiden her eve ait bir telefon vardı, ailecek kullanılırdı ve o zamanlar daha yakındı insanlar birbirine. Ama şimdi şahsımıza ait bir kıyafet gibi küçüğünden tut büyüğüne kadar herkesin elinde akıllı(?) telefonu var. Cep telefonları uzaktakileri yakınlaştırdı fakat bizi yakınımızdakilerden uzaklaştırdı. Telefon önceden sadece konuşma aracıydı, şimdi ise asıl amacından uzaklaştı. Öyle bir hâle geldi ki neredeyse bütün işlerimizi telefonla hallediyoruz. Meselâ; evvelki zamanlarda bir hesap yapılacaksa zihnimizle yapardık fakat şimdi telefonlarımızla yapıyoruz. Önceden bir konu hakkında bilgi almak için evimizin kütüphanesinden ansiklopediyi açardık, öğrenirdik öğrenmemiz gerekeni. Şimdi ise o güzel bedenimizi yormayıp, kolaya kaçarak telefonlarla işimizi halleder olduk. Yapılacak olan hesapları, hatırlanması gereken günleri ve daha bir çok şeyi akıllı telefonlarımıza yaptırarak

beynimizi tembelleştirdik. Önceden arkadaşlarla bir araya gelir sohbet ederdik fakat şimdi bir araya gelmek yerine telefonlarla sohbet eder olduk. Sosyal olacağız kaygısı ile aslında asosyal oluverdik. Hani bir söz vardır ya göz gözü görmüyor diye, gerçekten durumumuz şuan öyle. Toplu taşıma araçlarında yolculuk ederken, bütün gözler telefonlarda. Göz gözü görmüyor yani. Yanımızdan geçene bir şey olsa haberimiz olmuyor. Çünkü telefonlarımıza kendimizi öylesine kaptırıyoruz ki adeta farklı dünyalardayız. Tamamen kullanmayalım diyemem. Çünkü bilinçli bir şekilde kullanıldı mı insanı bilginin zirvesine çıkarabilir fakat bilinçsizce kullanıldı mı da fiziksel ve ruhsal sorunlar doğurabilir. Bırakın da hayata beş dakika telefonsuz devam edelim, ne kaybederiz ki, aksine telefonlarımızın pil ömrünü uzatırız. Biraz sessizde kalsın telefonlarımız, beş dakika sanal dünyayı terk edip asıl yurdumuza dönelim. İnsanlarla biraz da telefonsuz iletişim sağlayalım. Emin olun bu şekilde daha sosyal oluruz. Akıllı telefon tutkusuna kapılıp, kendimizi akılsızlaştırmayalım, toplumca yalnızlaşmayalım...

Sayı 2 | 2016

15


Deneme

GRİYE DAİR Hasan Remzi EKER Gri ikidir ama baskın olan beyaz diğeri iki siyahtır. İşte yazının sıralama gereği ikinci ama bağlamın aynılığından sıyrılmış kişiler için birinci daha güzel ifade edecek olursak hakiki tanım budur.

N

e siyah, ne beyaz ile açıklanamayan şeyler vardır değil mi içimizde, dışımızda, sokaklarımızda, aramızda. Peki, gri bunları karşılar mı bilemiyorum. Gri aslında bu açıklanamayan ya da ortası bulunamayan iki durumda bize bir şeyler sunar mı bilemiyorum.(çokça şey ve bilemiyorum kullandığımı biliyorum). Nedir gri peki? Gri, ne salt senden ne salt benden ikimizden de mi demektir acaba. Diyelim böyle bir tanıma sahip gri. Bu tanım ahlaki olur mu bilemiyorum.(çokça soru sorduğumu biliyorum) Gri, beyazı ve siyahı bir arada barındırmaktır desek peki nasıl olur? Bir arada yaşama tecrübesi aslında pek kıymetli ve pek özlenendir ve gri bunu sağlıyorsa hasretimizi gidermiş olur mu bilemiyorum.(bir arada barınamadığımızı biliyorum) Renkler ile uğraşanlar/uğraşmayanlar, üzerine çalışma yapanlar/yapmayanlar bilirler ki gri beyaz ve siyah arasıdır. Ortadadır. İtidaldir. Optimumdur. Gri ikidir desek olur mu? Ama ikinin olduğu yerde bize geleneğimizin bahşettiği bir bilgi vardır ki ihtilaf olur eğer aralarında biri baskın olmaz ise. O za-

16

Gri Edebiyat

man gri ikidir önermesinde iki kim bir kim? Aynı günleri, aynı dakikaları, aynı ekranları, aynı kartları diye uzayan ve başına aynı alıp yanına ne gelirse gelsin sorun teşkil etmeyecek bir bağlamın paydaşlarıyız. Ve bu bağlam bize ikinin ve birinin ne olacağını dayatıyor aslında değil mi? İki beyaz bir siyahtır yani baskın siyah diğeri beyaz. Peki, – ikinci paragrafa da peki ile başlamıştım- artık ikinci bir tanım yapmaya gerek var mıdır? Bu bağlamın aynılığında rahatsız olanların hala yaşadığını bilmenin mutluluğu ile yaşayan kişiler var oldukça gerek vardır ki bu kişiler inanıyoruz ki son ana kadar olacak ve ikinci bir tanıma hep gerek vardır diyecekler. Gri ikidir ama baskın olan beyaz diğeri iki siyahtır. İşte yazının sıralama gereği ikinci ama bağlamın aynılığından sıyrılmış kişiler için birinci daha güzel ifade edecek olursak hakiki tanım budur. Kapatalım bahsi ama şunu ilave edelim Gri ancak beyazı hedefleyenler için anlamlıdır yoksa gri arada kalmışlıktır, siyahı kabul etmişliktir, beyazı unutmuşluktur.


Öykü

AH HANZALA… Ubeydullah YALÇIN

Ve her şey bittiğinde, hatırlayacağımız şey; düşmanlarımızın sözleri değil, dostlarımızın sessizliği olacaktır. Aliya İZZETBEGOVİÇ |

U

yuduğu yer yatağında terli, stresli, heyecanlı, nefes nefeseydi. Belli ki kâbus görüyordu. Boşluğa düşüyormuşçasına uyandı. Dişlerini o kadar sıkmıştı ki şakakları, elmacık kemikleri, çenesi yekpare olmuştu. Önce çenesini gevşetti sonra kafasını sağa sola devirdi. Sağ eliyle ensesini ovdu. Bütün vücudunun kasılmış olduğunu anladığı anda sırtında tatlı bir sıcaklık hissetti. Yarasından kan sızıyordu. Kaç gündür bu halde olduğunu düşündü. Çok derinlere daldı birden. Uzaklaştı kendinden. Başka bir yerde başka biri oldu sanki. Şam’da Humam, Beyrut’ta Kerim, Bağdat’ta Naim, İstanbul’da Ömer, Diyarbakır’da Hasan. Belki Rabia-tül Adeviye meydanında direnen Yusuf oldu o an. Belki hepsi idi. Belki de hiçbiri. O an sadece bir insan değildi. Bir ruhtu. Bir mücahiddi. Allah için cihad eden bir ruh.

Belki şehadete koşuyor. Ama yüzünde tatlı bir sertlik, hafif bir hüzün.

Kapattı gözlerini, düşündü. Bir cevap bulamadı. Sağına baktığında Usame’ yi gördü. Nasıl yorulmuş ki oturduğu yerde uyuya kalmış diye geçirdi içinden. Belli ki günlerdir başında. Ama teyakkuzu da elden bırakmamış hani. Silahına sarılmış; dipçiği yerde, namlusu omzunda. Bir dizini karnına çekmiş öbürü yerde... Yüzü telaşlı. Sanki rüyasında kâfirlerle çarpışıyor. Belki yaralı.

-Güldürme Usame. Yara acıyor.

Silkinerek uyandı Usame. Aldı silahı eline, doğrulttu ileriye. Nefes nefese… Dört kere nefes alıp verdi. Beşinci kez nefes aldığında kendine geldi. … -Uyanmışsın kardeşim. -Bana ne oldu Usame? -Hatırlamıyor musun? Beni kurtarmak için üzerime atladın ya. Sırtından vuruldun. Ama kötüye bir şey olmuyor işte. Yine yırttın kefeni. İyiyi de Allah koruyor. Bende her zamanki gibi çizik bile yok. Önce tebessüm ettiler. Sonra kahkaha…

Yaram acıyor demedi. Yara dedi. Yara çok soğuk geldi Usame’ye. Kabullenemedi hâlâ diye düşündü. Daldı gitti. Üzülmüştü. Sayı 2 | 2016

17


-Hu! Usame. Daldın yine. -He… -Kaç gündür yatıyorum? -Üç. -Ne oldu? Hiçbir şey hatırlamıyorum. -Pazartesi gecesi Mescid-i Aksa’ ya girdiler. Üzerlerine gittik. Çatışma oldu. Senin cümlelerin yüreklendirmişti bizi her zamanki gibi. Hepimiz övünüyoruz senin gibi bir liderimiz olduğu için. O gece bize öyle bir konuşma yaptın ki hepimiz şehîd olmaya gittik. Hele “Fatih Sultan Mehmed Han İstanbul’u fethettikten sonra şöyle demiş: ‘Bu fetih küçük cihad idi. Büyük cihad ise eğitimdir.’ Bizler de küçük cihadımızı tamamlayıp büyük cihadımıza odaklanmalıyız.” Dediğinde, herkesin gözündeki büyük kahramanlığın tekrardan tasdiklendi. -Konuşanı, dinleyen konuşturur Usame. -Yok, yok. Sen öyle bir konuştun ki önümüzde Hazreti Ömer Radıyallahu Anh ile Kudüs’e giriyoruz zannettik. Şimdi olmadı ama bir gün olacak biiznillah. Sefer bizden, zafer Allah’tan. Şehîd İmam Hasan el-Benna’nın sözünü unuttun mu? “Ümitsizliğe kapılmayın. Çünkü ümitsizlik Müslüman’ın ahlakından değildir. Zayıflar daima zayıf kalamazlar. Güçlüler de ebediyen güçlü ve galip olamazlar. -Hayır, unutmadım Usame. Merak etme, yorgun değilim. Biliyorsun ki “Yarınlar yorgun olanların değil, rahatından vazgeçenlerin olacaktır.” Ama iyileşmek için biraz dinlenmem gerekecek herhalde. -O zaman ben gideyim de sen dinlen biraz daha. Usame evden çıktı. Yürümeyi seviyordu. Biraz yürüyüp vücudunu ve zihnini dinlendirmek istedi. Ara sokaktan caddeye çıktığın18

Gri Edebiyat

da toplanan kalabalığı gördü. İnsanlar akın akın gidiyorlardı. Endişelendi birden. Acaba Siyonist askerleri yine mi Mescid-i Aksa’ya girmişlerdi! Hızlandı yürüyüşü istemeden. İnsanların arasından sıyrıla sıyrıla ilerliyordu. Vardığında gördüğü manzara onu şok etti. Herkesin elinde Türkiye bayrakları vardı. Herkes tedirgin ve üzgündü. Dua ediyorlardı Türkiye için, Ümmet-i Muhammed için. Yanındakilere ne olduğunu, niye Türkiye bayraklarının olduğunu, neden özellikle Türkiye için dua edildiğini sordu! Öğrendiğinde kahroldu, dayanacak bir yer aradı. Tabiri caizse dizlerinin bağı çözüldü, ayakta duramaz hale geldi. Olabilir miydi böyle bir şey? Asker görünümlü teröristler Türkiye’de darbe yapmaya mı çalışıyordu gerçekten! İslam’ın son kalesi de düşecek miydi? Durumu anlatmak için hemen eve döndü. Uyandırdı yaralanmış liderini. Kem küm etti biraz ama anlattı sonra olan biteni. -Kalkmama yardım eder misin Usame? -Ama yaralısın. Hem ne yapabiliriz ki? -Haydi, Usame kaldır beni. Bize sahip çıkan, bize yardım eden, bize her zaman kardeşlik eden, hiçbir zaman sırtını dönmeyen kardeşlerimiz bu durumdayken ben yaralıyım deyip yatarsam, yarın Allah’a nasıl hesap veririm! Lütfen, kaldır beni. Çıkalım sokağa. Durmayalım, korkmayalım, üzülmeyelim. Allah bize yeter kardeşim. Usame kaldırdı liderini, kıyafetlerini giyinmesine yardım etti. Gittiler Mescid-i Aksa’ya. Dua ettiler. Sadece onu izliyordu Usame. Bir kere daha hayran olmuştu. Şehîd düşene kadar arkasından gideceğine, yanından ayrılmayacağına yemin etti. İçinden şöyle geçirdi: Sen olmasan ben ne yapardım. Ah Hanzala…


Deneme

MARİFET NEDİR?

“Kalbin hak ile aydınlanması.” Beyza OKUL “Nasıl sevdiğindir önemli olan, kimi sevdiğin değil.” demiş şair.

Bu yüzden önce sevmeli insan.

Sevmekle başlıyor bu yolda her şey. Bir kediyi, bir eşyayı, bir insanı…

Söylemek yetmez,

Yeter ki sevebilsin insan, sevmeyi bilebilsin, farkına varabilirsin. Sonsuza ulaşmaya yollar arayanlar için, önce sevebilmeli insan. İçindeki sonsuz sevme duygusunu bir beşerde karşılayamadığı zaman açılacak kapılar, sonsuzun kapısı açıldığında geçebilecek beşerden Mecnun gibi. Mecnun’u Mecnun yapan Leyla mıydı yoksa Leyla’ya duyduğu aşk mı? Mecnun aşkının farkına vardığında geçti Leyla’dan, benliğinden… İlk adımı beşerdir Aşk’ın. Son adımı Sidret’ül münteha. Asıl Aşk, El-Vedûd isminin tecellilerinden geçip ismin asıl sahibine duyulduğunda aşktır. İnsan bir kere keşfedebilirse Marifetullah’ı O zaman diğer her şey anlamını yitirir, kendindeki eksikliği bir başka eksikle tamamlama fiilinin gereksizliğini ancak bir tamla tamamlayabildiğinde anlayabilir insan.

Sevgi bir duygudan öte bir oluştur çünkü. davranışlarınla, yaşamınla gösterilmek ister bu yüzden. Hicret bir Aşktır. Biz Sana biat ettik demekle kalmadı sahabe efendilerimiz. Yaşadılar bütün bir tarihe örnek olurcasına. “La İlahe İllallah Muhammedun Rasulullah” tevhidinin yaşanmasıdır. Bu yüzden Miraç bir Aşktır. Cebrail Aleyhisselam, “Bundan sonra bir adım daha atamam. Bundan sonrasını ancak aşk ile gidebilirsin.” dediği yerde Efendimiz (aleyhissalatu vessellem) devam edebildiği için, Aşk ile açılır insanın perdeleri. Eğer gönlü Allah aşkıyla dolmuyorsa, gönlü Marifetullah’ı bulamıyorsa, gönlü Marifetullah’ı bulmuş birinin gönlüne girmelidir. Zira “Bizim kalplerimizde putlar çoktur.” Mahmut Ustaosmanoğlu ne güzel söylemiş: “Bir işi biliyorum demek marifet değildir, önemli olan o işi tatbik etmektir.”

Sayı 2 | 2016

19


Ey oğul! Nice gecelerini bilgileri tekrar ederek ve kitapları inceleyerek geçirdin ve bu nedenle uykusuz kaldın. Sana bunları yaptıran neydi? Eğer amacın, dünya malı/metaını, makam mevkilerini elde etmek; başkalarına karşı övünmek idiyse, o halde sana yazıklar olsun, yazıklar! Yok, eğer amacın Peygamber’in getirdiği dini yaşatmak, sahip olduğun huyları düzeltmek ve kötülük yapmanı devamlı emreden nefsini dizginlemek idiyse o halde sana müjdeler olsun, müjdeler! Şair ne doğru söylemiş! “Senin yüzüne bakmak dışında, gözlerin uykusuz kalması boşunadır. Senin ayrıldığın dışında, gözlerin ağlaması da yine boşunadır.” İmam Gazali

18 Aralık 1111 tarihinde vefat eden büyük İslam Âlimi İmam Gazali’yi Rahmetle anıyoruz. *Türkçe ve Arapça metin Beyan Yayınları’ndan çıkan Ey Oğul Kitabından alınmıştır.

20

Gri Edebiyat


‫أيها الولد‬

‫كم ليال أحييتها بتكرار العلم‪ ،‬و مطالعة الكتب‪ ،‬و‬ ‫ح ّرمت عىل نفسك النوم‪ ،‬ال أعلم ما كان الباعث‬ ‫فيه؟‬ ‫إن كانت نيتك نيل عرض الدنيا وجذب حطامها‬ ‫وتحصيل مناصبها واملباهات عىل األقران واألمثال‬ ‫فويل لك ثم ويل لك‪ ،‬وإن كان قصدك إحياء‬ ‫رشيعة النبي – صىل الله عليه وسلم‪ ، -‬و تهذيب‬ ‫أخالقك‪ ،‬و كرس النفس األ ّمارة بالسوء‪ ،‬فطوىب لك‬ ‫ث ّم طوىب لك‪.‬‬ ‫و لقد صدق من قال‪:‬‬ ‫“سهر العيون لغري وجهك ضائع بكاؤه ّن لغري‬ ‫حسنك باطل‪”.‬‬ ‫‪21‬‬

‫‪Sayı 2 | 2016‬‬


Deneme

ARADA KALMAK Halim TATLI

Arada kalmak deli kafasıyla dört sene boyunca adı değişik hapishanelerde ‘okumak’tır. Kırk gün devamsızlık yapmaktır. Her günün perşembe olmasıdır. Arada kalmak büte girmeyip alttan almaktır. Organik dersinde fanzin için yazı yazmaktır. Klasik müzik çalan yerde bir yandan da Azer Bülbül dinlemektir.

A

rada kalmak zor zanaattır. En asil duygunun insanı olmaktır. Yüzüp kuyruğuna gelip, bir daha da kürkçü dükkânına uğramamaktır. Arada kalmak Türkiye olmaktır. Yıllardır Avrupa Birliği’ne girmeye çalışıp bir yandan da bizim özümüz Orta Doğu demektir. Okyanusu geçip, derede boğulmaktır. Aşağı tükürsen sakal, yukarı tükürsen bıyık durumudur. Arada kalmak, kimliğinin ağır ağır kaybolmasıdır. Arada kalmak ölümüne nefret ederken saygıda kusur etmemektir. İktidar yanlısı babanın devlet karşıtı oğlu olmaktır. Rabbe inanıp evrimi kabul etmektir. “Dünyayı sen mi kurtaracaksın?” geyiklerine maruz kalmaktır. Arada kalmak

22

Gri Edebiyat

mantığın pek de önemli olmadığı konularda mantık aramaktır. Arada kalmak devrimin kahramanı olup ülkeden kovulmaktır. Tanımadığın insanların derdine düşüp Afrika dâhil özgürlük kovalamaktır. Arada kalmak ‘c’ değil, ‘d’ değil Che olmaktır. Arada kalmak her gece yatmadan önce unutmaktır. Günlerce ağlamak isteyip ağlayamamaktır. Sevsem sana yazık sevmesem incinirsin durumudur. Ne yardan vazgeçebilmek, ne de yarın olabilmektir. Âşık olup sevememek, bazen hayatını bir aptala endekslemektir. ‘Bizler’ dediğin kişilere ne kadar uzak, ‘onlar’ dediğin kişilere ne kadar yakın olduğunu fark etmektir. Arada kalmak durmadan, din-


lenmeden ama arkana baka baka kaçmaktır. Ana-avrat söverken centilmenliği elden bırakmamaktır. Muhteşem Yüzyıl’la Diriliş arasında kalmaktır. “Bu durumda” demek, “geç de olsa” demek, “keşke” diyememektir. Umudu kesmişlikten samimiyet ummaktır. Günlük yazmaya üşenip kamerayla monoloğa girmektir. Arada kalmak deli kafasıyla dört sene boyunca adı değişik hapishanelerde ‘okumak’tır. Kırk gün devamsızlık yapmaktır. Her günün perşembe olmasıdır. Arada kalmak büte girmeyip alttan almaktır. Organik dersinde fanzin için yazı yazmaktır. Klasik müzik çalan yerde bir yandan da Azer Bülbül dinlemektir. Arada kalmak to be mixed up in an affair ile ‫ البقاء معا‬arasında kalmaktır. Sigaradan uzak durup beyni uyuşturacak başka şeyler bulmak, hırsını toptan çıkartmaktır. Arada kalmak atlamak için pencereye çıkmak, ruhunu orda bırakıp yemeğe inmektir. Çocuk denecek yaşta ihtiyar hastalığına yakalanmaktır. Tüm insanları sevebilecekken birkaç tanesi yüzünden çoğundan nefret etmektir. İyi arkadaş, kötü sevgili olmaktır. Arada kalmak sevip sevmediğini artık çok da kafaya takmamaktır. Kadın olup ne “erkek gibi kadın” ne de “Klasik Türk kadını” olmaktır. Anne olmaktır. Arada kalmak müzik olmadan yaşayamamaktır. Bir kardeş selamında seni aramaktır. Met-

risin önünde durmak, kafama sıkıp gitmektir. Acı çekip özgür kalmak, bir acayip adam olmaktır. Fırtınadan arta kalan bir teknede tevekkül içinde yaşamaktır. Bir cebinde “Das Kapital”, bir cebinde kenevir tohumu taşımaktır. Bob Marley’i “no woman nitekim no cry” diye anlamaktır. Arada kalmak, kalmak isteyip kalmanın bedelini ödemeye gücü yetmemektir. Çocukken oynadığımız zamanlara gitmek istemek ama işlerin değiştiğini fark etmektir. Her günü ölecek gibi yaşamaktır. Genç olmak, aptal olmak fakat bir kalbe sahip olmaktır. Birbirimize vitaminler, moraller vermektir. İçimizdeki şeytanlara zülfikarlarla saldırmaktır. Martıları bile mahzun bırakmak, onları bile ağlatmaktır. Tövbe edip, gene bozmaktır. Lord of the rings ile Hobbit arasında kalmaktır. Kola ile ayran arasında kalmaktır. Arada kalmak, anneni mi çok seviyorsun, babanı mı? Sorusuna muhatap olmaktır. Ayrılsak da ölsek de yalnızlıktır. Arada kalmak hiçbir zaman ağlayamamak, istemeden güçlü olmaktır. Kimseye suç atmamak, suçu yarada aramaktır. Arada kalmak bir nevi savunma mekanizmasıdır, acı çekmekten ya da yüzleşmekten korkmanın bir başka biçimidir. Arada kalmak hiç bir yerde olamamaktır. Arada kalmak pişmanlıktır.

Sayı 2 | 2016

23


Deneme

ÇALIŞMA HAYATI Buket ÖZTÜRK

Çalışmada mutsuzluğun diğer sebebi, iş hayatında yer edinilememedir. İnsan tabiatı gereği yalnız kalamaz, iletişim ihtiyacı duyar. Bunu sağlayamazsa, içine kapanır ve yalnızlaşır.

Ç

alışma hayatı denilince, genelde akla ilk olarak para kazanmak, geçim sağlamak için her gün yaşanmak zorunda olunan hayat gelir. Bunlar doğru yaklaşımlardır. Çalışmak geçim sağlamada büyük rol oynar. İnsanlar çalışmakla yükümlüdür. Konuya farklı bir açıdan bakalım. Dünyada kaç kişi zevkle ve istekle işe gidiyor? Ya da kaç insan, çalışmaya başladıktan sonra, iş hayatından soğuyor. İnsanların çoğu işinde mutsuzdur. Bunun sebebi daha lise yıllarındayken iş seçimine değil, herhangi bir bölüm okumaya odaklanılmasından geçer. İnsanlar bir bakıma mecbur bırakılmaktadır.

24

Gri Edebiyat

Günümüzde ücret kaygısı liseden başlamaktadır. Üniversite mezunu olup da işsiz olan bir sürü insan vardır. Tabi ki de ücret tek sebep değil, bunun kadro durumu da vardır. Çalışmada mutsuzluğun diğer sebebi, iş hayatında yer edinilememedir. İnsan tabiatı gereği yalnız kalamaz, iletişim ihtiyacı duyar. Bunu sağlayamazsa, içine kapanır ve yalnızlaşır. İş çevresinde bulunan insanlar, terfi durumlarında ya da hiç sebep yokken, birbirilerinden haz etmeyebilirler. Bunun çözümü ise önyargılarımızı askıya almak ve çözüm odaklı olmaktan geçer.


tutmuş taştır. Çalışan demir ışıldar ya da hareket etmeyen taş yosun tutar. Bunlar gibi birçok söz aklımıza gelir. Geçmişten günümüze insanlar çalışmaktadır. İlk çağdan Yeniçağa kadar, ateşin bulunmasından ve şuan ateşin sayısız faydalarına kadar çalışılmıştır. İnsan tek başına değildir, insan toplumdur, vatandır. El birliğiyle her gün çalışılmalı, üretilmelidir.

Çalışmak her ne kadar zor olsa da, insan yaşamını devam ettirebilmesi için, çalışmayı da devam ettirmek zorundadır. Genel olarak bakılırsa insanlar çalışarak, toplumda yaşamını sağlar. Doktor çalışmazsa hastaya, aşçı çalışmazsa aça çare bulunamaz. Sonuç barbarlıktır. Kurumuş ağaçtır, yosun

Esnafından mühendisine, doktorundan öğretmenine kadar binlerce meslek vardır. Her birini geniş düşünürsek, hepsi de insanlık için kendilerini feda etmektedirler. Bütün meslekler meşakkatlidir ama bütün meslekler tıpkı ışık gibidir, etraflarına yol gösterirler, yardım ederler. Vatan da bütün bunların birleşmesinden oluşur, vatan güneştir. İnsanlar durmazsa, birlik içinde çalışıp ilerlerlerse, vatan da daima baki kalır.

Sayı 2 | 2016

25


Deneme

MİSAFİR DERTLER AĞACI Fatih ASLAN

Siz hiç gönül yarasını, kalp sancısını, nefs işkencesini eline alıp tedavi edebilen birini gördünüz mü? Yaratılmışların en üstünü olan bizler için dayanılması zor gelen acı nedir? Bıçak yarası mı, kurşun sıyırması mı yoksa dünya gözüyle gördüğümüz ateşin sıcaklığı mı? Doğrusu bu sancılarımıza elbette bulunur şifa. Ancak bazen öyle dertlere düşer, öyle sıkıntılara dûçar oluruz ki Rabbimize sığınmaktan, O’nun sonsuz merhametinden dayanma gücü dilenmekten başka gücümüzün yeteceği bir şey kalmaz. Başımıza gelen her meselenin bir sebebi var iken ruhumuzun sıkıntıya düşmesinin de bir sebebi vardır muhakkak. O’nu zikretmemek, O’nu hissetmemek veya O’na şükretmemek belki de bu sebeplerden bazıları. Yaşımızla orantılı olarak büyüyen bir meseledir dertlerimiz. Kardan adam yapmak için yuvarladığımız kartopları gibi ilerledikçe büyüyor, boyumuzu aşıyor. Her ne kadar boyumuzu aşsa da Allahu Teâla onların üstesinden gelmemizde yardımcı oluyor, bizleri yalnız ve aciz bırakmıyor. İmtihanlarımız hiçbir zaman kaldıramayacağımız türden olmuyor, asi ve asabi olmadıkça Rabbimiz 26

Gri Edebiyat

merhametiyle bizi sıhhate erdiriyor. Yüce Kitabımız Kur’an-ı Kerîm nüzûl olurken de bu böyle olmuş, her ne zaman Müslümanlar dara ve derde düşse Allahu Teâla ferahlatıcı ayetler vahyetmiştir. Tefekkür, tahayyül ve en sonunda da teşekkür etmemiz gerekiyor. Soruyorum kendime: Bana her zorlukla birlikte bir kolaylık veren Rabbime ne kadar şükürde bulunuyorum? Ne yazık ki bu ve bunun benzeri sorulara verilen cevaplar gibi kaçamak cümleler kurarken yakalıyorum kendimi. Söz konusu Rabbimizin bize sunduğu nimetler olduğunda sonsuzluğu hissediyoruz ancak sıra Rabbimize şükretmeye geldiğinde ise acizliğimizin ne kadar büyük olduğunu gösteriyoruz. Siz hiç gönül yarasını, kalp sancısını, nefs işkencesini eline alıp tedavi edebilen birini gördünüz mü? Peki ya Bakara suresinin 155.ayetindeki “... sabredenleri müjdele...” emrine itaat etme-


yecek kadar kudretli birini duydunuz mu? Göremedim, duyamadım ve bilmiyorum! Biz ki eşref-i mahlûkatız ancak yine de acizliğin zirvesinde yaşayan canlılarız. Öyleyse çalacak tek bir kapımız, asla yıkılmayacağını bildiğimiz sadece bir duvarımız var. Peki, hala gözümüzün yanlış kapılarda, sırtımızın yıkılmak üzere olan eğik duvarlarda olması

neden? Derde düşerken farkında olamıyoruz, dermanı ise boyumuzu aşıyor. Gönül ferman dinlemez, önünü engeller kesemez, ne yapılırsa yapılsın ona etki edemez. Yüce Rabbim bizi gönlümüzün aşılmaz setlerinden, ruhumuzun geçilmez darlığından azad eylesin!

Sayı 2 | 2016

27


ALİYA İZZETBEGOVİÇ 8 Ağustos 1925 - 19 Ekim 2003

Ve her şey bittiğinde, hatırlayacağımız şey; düşmanlarımızın sözleri değil, dostlarımızın sessizliği olacaktır. Bosna Hersek’in Bosanski Şamats şehrinde 1925 yılında dünyaya gelen Aliya, İkinci Dünya Savaşı boyunca faşist ideolojiye, sonrasında ise komünist ideoloji ve uygulamalarına karşı verdiği mücadele ile ismini duyurmaya başladı. İkinci Dünya Savaşı’nda yaşanan biyolojik ve manevi soykırımdan Boşnakları korumak için kolej ve üniversite öğrencilerinden oluşan Mladi Müslümani (Genç Müslümanlar) isimli, teşkilatta görev aldı. Komünist Yugoslavya zamanında İslamcılık suçlamasıyla dört yıl hapis yattı. 1983 yılında yayımlanan İslam Manifestosu adlı eserinden dolayı on dört yıla mahkûm edildi. Beş yıl daha hapis yattı. Cezaevinden çıktıktan sonra Bosna-Hersek Özerk Cumhuriyeti’nde Demokratik Eylem Partisi (SDA) adı verilen bir siyasi parti kurdu. SDA, 5 Aralık 1990’da gerçekleştirilen genel seçimleri kazandı. Aliya İzzetbegoviç cumhurbaşkanı oldu. 1992 yılında bağımsızlık sonrası yaşanan Sırp işgali döneminde de ülkesini kurtarabilmek için büyük çaba gösterdi. Birleşmiş Milletler’in koruması altındaki Srebrenitsa’da 1995 yılında soykırım işlenirken direncini kaybetmedi. Avrupa’nın en büyük dördüncü silahlı gücü olan Yugoslavya Ordusu’nun üç yılda dize getiremediği Boşnaklar, savaşın lehlerine dönmeye başlaması üzerine uluslararası toplumun baskısıyla 1 Kasım 1995 tarihinde imzalanan Dayton Antlaşması ile Bosna Hersek’in sınırlarını korumayı başardı. Halkına uluslararası arenada tanınan bir devlet ve bayrak bırakan Aliya, sağlık durumu kötü olmasına rağmen, savaştan sonraki dört yıl boyunca savaşın yaralarının sarılmasına ve ülkenin kalkınmasına önemli katkılarda bulundu. Siyasi önderliğinin yanı sıra entellektüel kapasitesi ve eserleriyle yarınlara mesaj bıraktı. 19 Ekim 2003 tarihinde Saraybosna hastanesinde vefat etti. “Kur’an edebiyat değil, hayattır; dolayısıyla O’na bir düşünce tarzı değil, bir yaşama tarzı olarak bakılmalıdır.” 28

Gri Edebiyat


‫علييه عزت به غوويچ‬ ‫و هر يش بيتتيكينده‪ ،‬خاطرالياجغيميز يش؛ دشمنلرمييزك سوزلري‬ ‫دكيل؛ دوستلرمييزك سس سزليىك اوالجق در‬ ‫بوصنه هرسكك بوسانسيك ساماتس شهرينده ‪ ٥۲٩۱‬ييلينده‬ ‫دنيايه كلن علييه‪ ،‬ايكينجي دنيا صوايش بويونجه فاشيست ايده‬ ‫اولوژييه‪ ،‬صوكره سنده ايسه قومونيست ايده اولوژي و‬ ‫اويغوالمالرينه قاريش ويردييك مجادله ايله اسميني دويورميه‬ ‫باشالدي‪ .‬ايكينجي دنيا صواشينده ياشانان بييولوژيك و معنوي‬ ‫صوى قريميدن بوشناقلري قورومق ايچني قولژ و اونيورسيته‬ ‫اوكرنجيلريندن اولوشان مالدي موسليامين (كنچ موسلامنلر)‬ ‫اسيميل تشكيالتده كوره و آلدي‪ .‬قومونيست يوغوسالويه‬ ‫زمانينده اسالمجيليق صوچالماسيله دورت ييل حبس ياتدي‪ ۳۸۹۱ .‬ييلينده ياييمالنان اسالم مانيفه ستو يس آديل اثريندن‬ ‫دواليي اون دورت ييله محكوم ايديلدي‪ .‬بش ييل دها حبس ياتدي‪ .‬جزا اويندن چيقديقدن صوكره بوصنه هرسك اوزرك‬ ‫جمهريتينده ده موقراتيك ايله م پارتييس (ص د آ) آدي ويريلن بر سيايس پاريت قوردي‪ .‬ص د آ ‪ ٥‬آراليق ‪۰۹۹۱‬ده كرچه‬ ‫كلشديريلن گنل سه چيملري قازاندي‪ .‬علييه عزت به غوويچ جمهور باشقاين اولدي‪ ۲۹۹۱ .‬ييلينده باغيمسزليق صوكره يس‬ ‫ياشانن صريپ اشغايل دونه مينده ده اولكه سيني قورتارابيلمك ايچني بويوك چابا كوسرتدي‪ .‬بريلشميش مللتلرك قورميايس‬ ‫آلتينده كه سه ره بره نيتسا ده ‪ ۵۹۹۱‬ييلينده صوي قرييم ايشله نركن ديرنجيني غا ِﺌب ايتمه دي‪ .‬آوروپه نك اك بويوك‬ ‫دوردنجي صالحيل كوجي اوالن يوغوسالويه اوردوسينك اوچ ييلده ديزه كه تريه مه دييك بوشناقلر صواشك لهلرينه دومنه‬ ‫يه باشالما يس اوزرينه اولوسلر آرايس توپلومك باسقيسيله ‪۱‬قاسيم ‪ ۵۹۹۱‬تاريخينده اميزاالنان دايتون آنتالشمه يس ايله‬ ‫بوسنه هرسكك صينريلريني قورومايي باشاردي‬ ‫خلقينه اولوسلر آرايس آره نا ده تانينان بر دولت و بايراق بريا قن علييه‪ ،‬صاغليق دورومي كوتو اوملاسينه راغامً صواشدن‬ ‫صوكره كه دورت ييل بويونجه صواشك يارالرينك ساريلامسينه و اولكه نك قالقينامسينه اومنيل قاتقيلر ده بولوندي‪ .‬سيايس‬ ‫اونده رليكينك ياين صريه انته له كتوﺌل قاپاسيته يس و اثرلريله يارينلره مساژ برياقدي‬ ‫‪۹۱‬اكيم ‪ ۳۰۰۲‬تاريخينده رساي بوصنه خسته خانه سينده وفات ايتدي‪.‬‬ ‫قران اده بيات دكيل حياتدر؛ دوالييسييله اوكا بر دوشونجه طارزي دكيل‪ ،‬بر ياشامه طارزي اوالراق باقيلامليدر‬ ‫‪29‬‬

‫‪Sayı 2 | 2016‬‬


Havadis

GELECEK HAVADİSLERİ 2100 YILINA KADAR YAŞANABİLECEK “OLAYLAR” Ahmet GÜLER Gökyüzünün derin maviliklerinden süzülüp gelen yakıcı ışıklar, geceleri gümüş beyazlığındaki ayın parlaklığı, çakan şimşekler, engin denizler ilk insanları hayranlıkla karışık bir bilinmezliğin uçurumuna sürüklemiştir. Çevresinde olup bitenleri öğrenmek isteyen insan, zekâsını işletmiş ve kendine göre birtakım gerçeklere ulaşmaya çalışmıştır. Günümüzde yapılan televizyonlar, televizyon ile alakası olmayan çok daha kullanışlı ve şık şekilde üretilmektedir. Bilimin insan hayatını kolaylaştırdığı kabul edilmemesi mümkün olmayan bir gerçektir. Sürekli gelişme halinde olması da insanların yararınadır. BU BÖLÜMDE SİZLERE, 2100 YILINA KADAR GERÇEKLEŞMESİ ‘’BEKLENEN, MUHTEMEL’’ OLAYLARDAN BAHSEDECEĞİM. (BU BÖLÜM SİZLERİ, UÇSUZ BUCAKSIZ BİR YERE GÖTÜRECEK VE HATTA GELECEK HAKKINDA DÜŞÜNCELERİNİZİ DAHİ DEĞİŞTİRECEKTİR.) Dergimizin bir önceki sayısında 2030 yılına kadar yaşanabilecek olayları yazmıştık. Bu sayıda ise 2045 yılına kadar muhtemel olayları yazdık. Bir sonraki sayıda kaldığımız yerden devam edeceğiz inşallah. Artık yolculuk daha zor ve tehlikeli bir hale geliyor. Yapay zekâ ile etrafımızda gezinen robotlar, genetikleri elle yapılmış bebekler ve esrarengiz teknoloji insanoğlunun geleceğini her geçen gün tehlikeye atmaya başlamıştı. İnsan nüfusunun 10 milyara ulaşması, Dünya’nın da geleceğini riske atıyordu. Artık Dünya bize ufak gelmiş, uzaya taşınmaya başlamıştık. 2000’li yıllardan itibaren Mars’ın dikkat çeken bir gezegen olduğunu biliyoruz. Bu seferki hedefimiz Mars’tı. Mars’ta insanoğlunun yaşaması için gerekli her şey planlanmış ve organize edilmişti. Bu yazımızda teknoloji biraz daha riskli hale gelmiş ve Dünya’mızda farklı afetlerin etkisi artmaya başlamıştı.

30

Gri Edebiyat


2031

2034

• Evli çiftler Dünya nüfusunda azınlık olacak. • Dünya’nın kurşun rezervi tükenecek. • Web 4.0 ın çıkışı internet çağını değiştirecek. • Kök hücre tedavisi yaygınlaşacak. • Çikolata lüks bir gıda haline gelecek.

• LISA Uzay anteni Avrupa Uzay Ajansı tarafından fırlatılacak. • Karayip mercan resifleri yok olma tehlikesi yaşayacak. • İsviçre nükleer enerji üretimini sonlandıracak.

2032

• Rusya, Dünyanın yeni gıda süper gücü olacak. • Avrupa Birliği parçalanacak. • Petrole alternatif enerjilerin yaygınlaşmasıyla Orta Doğu’da ekonomik çöküş başlayacak. • Kutuplarda Eylül aylarında hiç buzul olmayacak. ***Nostradamus kehanetinde, buzulların erimesiyle okyanusların yükseleceğini ve bu nedenle Dünya’nın yörüngesinin değişeceğini belirtmektedir.***

• Terabit internet hızları evlerde kullanılacak. • Deri sırtlı deniz kaplumbağalarının soyu tükenecek. • Çin’in ilk uzay istasyonunun görev süresi dolacak. • 4. jenerasyon nükleer enerji santralleri kullanılmaya başlayacak.

2033 • Hologram duvar ekranları televizyonun yerini alacak. • Astroid kuşağında maden arama çalışmaları başlayacak. • Hipersonik havayolu taşımacılığı başlayacak. • Çin’de akciğer kanseri nedeniyle ölenlerin sayısı 80 milyona ulaşacak.

2035

2036 • Laboratuvarda yapılmış etler tüketilmeye başlanacak. • Biyonik gözler insan gözünün sınırlarını aşacak. • Otobanlarda araçlar insansız hareket edebilecek, trafik kazaları sıfıra yakın hale gelecek. • Alzheimer hastalığı tamamen tedavi edilebilecek.

2037 • A.B.D. Hava Kuvvetleri yeni radara yakalanmayan bombardıman uçağını tanıtacak. • Quantum bilgisayarların kullanımı yaygınlaşacak. Sayı 2 | 2016

31


2038

2043

• Kompleks organik moleküllerin ışınlanması gerçekleşecek. • Dünya’da ortalama yaşam süresi 78 yıla çıkacak.

• Antarktika’daki Ross denizi buzullarının %50’sini kaybedecek. • Slovenya tek nükleer enerji istasyonunu kapatacak.

2039

2044

• Sanal gerçeklik tamamen hayatımıza girecek.

• Kutuplardaki buzullar için kritik eşik olan ortalama sıcaklık değeri aşılacak.

• Üretimle ilgili işler batıda tamamen bitecek. • Koala hayvanının nesli tükenecek. • Kan kanserinde 5 yıllık yaşam oranı %100 olacak. • ABD nüfusu 400 milyona ulaşacak.

• Uluslararası otoban ve demiryolları ağları birleştirilecek. • Bağırsak kanserinde 5 yıllık hayatta kalma oranı %100 olacak. • II. Dünya Savaşı’na katılmış son asker de ölmüş olacak.

2040

2045

• Kişisel uçarak seyahat başlayacak. • Robotlardan oluşan futbol takımı, insanların Dünya karmasını 28 Kasımdaki RoboCup turnuvasında yenecek.

• İnsanlar makinelerle derinlemesine birleşmeye başlayacak. • Havayolu taşımacılığında ölüm riski sıfırlanacak. • Dünya’da ortalama yaşam süresi 82 yıla çıkacak. • Körfez sahilleri süper kasırgalar nedeniyle terk edilecek.

2041 • Çin’in Gayri Safi Milli Hâsılası A.B.D.’ninkini geçecek. • Uzayda güneş enerjisi panelleriyle enerji üretimi mümkün hale gelecek. • Dünya’nın ortalama sıcaklığı günümüzden 2 derece artacak

2042 • Dünya nüfusu 9 Milyara ulaşacak. • Beyaz tenli insanlar ABD’de azınlık haline gelecek

32

Gri Edebiyat


Deneme

İNSANOĞLU VE TEKNOLOJİ Hatice Aleyna AZANPA

Japonya’da topuzlarını kesen her Ninja teknolojiye sarıldı. Batının 200 yılda başardığı her şeyi tam 20 yıl kadar kısa bir sürede yakalamıştır. Vakit kaybetmek istemeyen Japonlar eritilmiş demire oksijen üfleyerek iki kat daha hızlı çelik ürettiler.

G

ünlük hayatta insanlara teknoloji nedir diye sorulduğunda genel olarak verilen cevap “hayatımızı olduğundan daha kolaylaştıran cihazlar” denir. Sadece bu kadar olmakla kalsaydı teknoloji asla ama asla gelişmezdi. Neden mi? Bildiğimiz kadarıyla ilk insanlardan bu yana, teknoloji gelişmektedir. İlk icadın tekerlek olduğu bilinir. Günümüzle geçmişi kıyasladığımızda benzer araçların özüne sadık kalarak geliştirildiği görülür ya da gelişmenin sonuna gelindikten sonra daha yeni arayışlara geçilir veya ortadan kaldırılır. Buna örnek olarak ‘kılıcı’ verebiliriz. Bundan yüzyıllar önce Aztekler obsidyeni silah amaçlı kullanırlardı. Obsidyen volkanik bir maddedir ve bir insanı ortadan ikiye bölebilir. Bu silaha benzer bir alet ise kılıçtır. Kılıç çeliktendir ve bir insanı ortadan ikiye bölebilir. Fakat günümüzde sadece simgesel olarak kullanılır. Başka bir örnek ise ok ve yay... Ren geyiğinin boynuzlarından yapılan oklar kafatasını delebiliyordu. Günümüzde bu silaha benzeyen diğer aletler kurşun ve tüfektir. Hala kullanılıyor ve kafatasını delebiliyor. Oksa artık sadece

spor amaçlı kullanılıyor. Geriye kalanlara baktığımızda birçok insan bunları kabul etmiştir ki insanoğlu şans eseri ya da çabaları sonucunda bulduğu kaynakları tüketmek konusunda aşırıya kaçmıştır. İspanyollar gümüş dağının bilinen kaynaklarını tam 20 yılda tüketmiştir. Geri kalanını ise bilinen yollarla çıkartamazlar. Bir kâşif bronzlaşmak için kullanılan basit maddeyle; ‘ bakır sülfatla’ ve ‘cıvayla’ ayrıştırır. İlk denemeleri sadece cıvayla olmuştur. Bu yöntem Avrupa’da başta işe yarasa da sonrasında ters teper. Şans eseri bu yol bulunur. Hiçbir şey bununla sınırlı değilken dünyanın başka bir ucunda hareketlenmeler başlamıştır. Japonya’da topuzlarını kesen her Ninja teknolojiye sarıldı. Batının 200 yılda başardığı her şeyi tam 20 yıl kadar kısa bir sürede yakalamıştır. Vakit kaybetmek istemeyen Japonlar eritilmiş demire oksijen üfleyerek iki kat daha hızlı çelik ürettiler. Dünyanın diğer ucuna döndüğümüzde ise insanlar muazzam bir çelik yapıyla uğraşmaktaydıSayı 2 | 2016

33


lar. RMS Titanik, çelik bloklardan yapılan bu gemi batmaz gemi olarak lanse ediliyordu fakat iletişim uzmanının dalgınlığı teknolojiye ağır bir bedel ödetti. Artık insanların teknolojiye olan sonsuz güveni büyük ölçüde sarsılmıştı. Daha yakın bir tarih 1965 Amelia Boynton, işte bu isim kameranın olması gerektiğinden daha hızlı yaygınlaşmasına bilmeden de olsa ön ayak olmuştur. Kamera muazzam bir kanıt aracı olarak teknolojinin muazzamlığını kanıtlamıştır. Kamera sayesinde yapılan haberler dünyada ırk ayrımcılığına karşı yürütülen savaşta başrol

34

Gri Edebiyat

oynamıştır. Amerika’da kıvılcımlanan büyük direnişe şahitlik eden kameraların çektikleri görüntüler haberlerde yayılmasının ardından ırkçılığın gerçek yüzünün ortaya çıkması hızlanmış ve tepkiler çığ gibi büyümeye başlamıştır. Sivil halkın desteğiyle Amelia Boynton’ın çıktığı yolun sonunda Selma Alabama’dan tutun Amerika’ya kadar seçmen ayrımcılığı yasaklanmıştır. İnsanoğlunun Dünya üzerindeki yaşamı süresince teknoloji var olmuştur ve asla durdurulamaz bir hale gelmiştir. Sonunda ya büyük hezimetler ya da nimetler…


Deneme

ZALİMİN ZULMÜ VAR Esma PAK

İşte insanların ve insanlığın geldiği son nokta: Biri yaşamak için savaş verirken, diğeri toprağına toprak katmak için savaşıyor. Kardeş kardeşi vuruyor, umutlar tükeniyor. En acısı da bunu yaparken kimse bu kalbi kararmış zalim sürüsüne dur diyemiyor. Gerçi dese ne fark eder, durduramadıktan sonra…

B

izler Dünya’ya kardeşler olarak gönderildik. Aynı gökyüzünü paylaşan, aynı oksijeni soluyan, aynı toprağın mahsulünü yiyen… Başlarda kardeşken şuan düşmanız. Neden? İnsanoğlu kardeş olarak gönderildiği bu dünyada açgözlülük yaptı. Kardeşinin payına göz dikti, üstelik karnı tokken. Sırf canı biraz daha fazlasını istediği için aç olan kardeşinin elinden aldı lokmasını. Masumca başlayan açgözlülük daha sonralarında çok büyük sorunlar ortaya çıkardı. Önce

komşusunun elindekini aldı, kalbi kararmaya başlayan zalim. Daha sonra komşusu da yetmedi bu vicdansıza… Yaşadığı şehirde aç, susuz, yoksul, muhtaç demeden canı ne isterse onu aldı, yaktı, yıktı. Ve kimsenin bu zalime sesi yetmedi durdurmak için. Tabi ki de yaşadığı şehir yetmeyecekti bu caniye. Düşündü taşındı ve ülkesini sömürmeye başladı yavaştan. Bu da kesmeyince başka ülkeleri de yaktı, yıktı. Bir kişiyle başlayan bu zalimce davranış daha sonrasında onlarca, yüzlerce, binlerce, yüzbinlerce ve hatta milyonlarca insana dönüştü. Bu insanlar bir araya gelerek diğer ülkeleri sömürmeye başladı. Sanki kendi ülkesinde toprak, su, aş yokmuşçasına, karşısındaki insan değilmişçesine, çoluk çocuk, kadın erkek, genç yaşlı, anne-baba, yoksul, aç, susuz, masum demeden… Gözünü doyurabildiğince sömürdü. Gerekli, gereksiz fark etmezdi onun için. Sonuçta elmas’ı küçüktü. Diğer kardeşinin aç olmasını neden önemsesin ki… Gece yatarken aç yattığı için nasıl sömürmeden dursun… Kiminin elmas’ı küçük, kiminin ise ekmeği.

Sayı 2 | 2016

35


İşte insanların ve insanlığın geldiği son nokta: Biri yaşamak için savaş verirken, diğeri toprağına toprak katmak için savaşıyor. Kardeş kardeşi vuruyor, umutlar tükeniyor. En acısı da bunu yaparken kimse bu kalbi kararmış zalim sürüsüne dur diyemiyor. Gerçi dese ne fark eder, durduramadıktan sonra… Kimi diyor; toprak almak için yaptım, bana ne ondan, aman bana bulaşmasın da… Bana dokunmayan yılan bin yaşasın dedikten sonra o yılanın ilk hedefi biz oluruz. Bu yüzden zulme asla boyun eğmemeliyiz. Bir gün bu zulüm bitecek. Unutmayalım, hayal edebildiğimiz sürece başarabiliriz. Zaferi hayal edelim ve dayanalım. Emin olun ki başaracağız. Hiçbir şey yapamıyorsak bile Mehmed Akif’e kulak verelim: Zulmü alkışlayamam, zalimi asla sevemem; Gelenin keyfi için geçmişe kalkıp sövemem. Biri ecdadıma saldırdı mı, hatta boğarım! ... -Boğamazsın ki!

36

Gri Edebiyat

-Hiç olmazsa yanımdan kovarım. Üç buçuk soysuzun ardından zağarlık yapamam; Hele hak namına haksızlığa ölsem tapamam. Doğduğumdan beridir, aşığım istiklale; Bana hiç tasmalık etmiş değil altın lale! Yumuşak başlı isem, kim dedi uysal koyunum? Kesilir belki, fakat çekmeye gelmez boyunum! Kanayan bir yara gördüm mü yanar ta ciğerim, Onu dindirmek için kamçı yerim, çifte yerim! Adam aldırmada geç git! , diyemem aldırırım. Çiğnerim, çiğnenirim, hakkı tutar kaldırırım! Zalimin hasmıyım amma severim mazlumu... İrticâın şu sizin lehçede manası bu mu? Dayan Filistin, dayan Suriye, dayan Mısır, dayan Doğu Türkistan, dayan Afganistan…


Deneme

İSLAMOFOBİ Ahmet Can KORAŞ

İ

slamofobi, kelime anlamı olarak İslam’a duyulan korku anlamına gelir. Eylem olarak İslam’a karşı nefret ve kavgadır. Yani islamofobinin kelime anlamına uymayan davranışlarda bulunulur Müslümanlara. İslamofobi ilk olarak 11 Eylül saldırılarından sonra gündeme gelmiştir. Başlangıcı bu olaydır diyebiliriz. Amerika Birleşik Devletleri, 11 Eylül saldırılarında ölen 2974 kişi için sadece Irakta 1.12 milyon kişi öldürdü, bir nevi katletti. Sadece Irak’ta değil daha nice İslam ülkesinde oyunlarını sürdürmektedir. Suçu sadece Amerika ya da diğerlerinde aramayalım. Çünkü bizlerin de yani Müslümanların da suçu var. Burada şunu demek istiyorum: Kâfir, münafık zaten hep zulmedecek. Müslümanlar olarak bir olmadığımız sürece işte bu yüzden suçluyuz diyorum. Ya bizler bir olacağız, kimse bize dokunamayacak, zarar veremeyecek, kanımızı dökemeyecek ya da ihtilafa, ayrılığa, küskünlüğe, dargınlığa devam edeceğiz, hiçbir zaman yüzümüz gülmeyecek. Bunun bir sebebi de bizim kendimizi, neslimizi, en önemlisi de dinimizi unutmuş olmamız. Unutmadık desek bile bildiğimizi uygulama konusunda çok zayıfız. Geçmişimizden örnek verelim. Şimdi İspanya diye bildiğimiz topraklar Endülüs Emevileri’nin hâkimiyetindeyken, Avrupa’nın geri

kalmış toplumuna yol gösteren bir yıldızdı. Ne zaman ki Endülüs toprakları Emevilerin elinden çıkıp İspanya oldu, işte o zaman medeniyet ve ilim yerini kan ve gözyaşına bıraktı. Osmanlı İmparatorluğu da İslam’dan uzaklaşmaya başladığı zaman biz Müslümanların başından zulüm, gözünden gözyaşı eksik olmadı. Bizler şu anda hayatımızı İslam’a göre tanzim etmediğimiz için birlik olamıyoruz. Emperyalist sistem de bunu istiyor: Böl, parçala, yönet. Bu arada doğal olarak ümmet coğrafyası kan gölü. Birbirimizi öldürüyoruz. Dinini, vatanını, canını savunmak için Allahuekber diye savaşan mücahidlerin karşısındaki düşman bellediği de Allahuekber diyerek savaşıyor. Allah için savaştığını söyleyip Allah’ın haram kıldığı cana kıymak nasıl Müslümanlıktır? Söylemeye çalıştığım şu ki: İslamofobi biz bir ve diri olduğumuz sürece hiçbir şey ifade etmez. Biz diri ve uyanık olmak zorundayız. Hayatımızı İslam’a göre tanzim etmeliyiz ki muzaffer ve muvaffak olalım. Bizim gayemiz ve isteğimiz, zalimlerin sustuğu mazlumların da konuşabildiği, hak ve adaletin tesis edildiği, İslam’ın hüküm sürdüğü bir dünya...

Sayı 2 | 2016

37





Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.