HARİCİYE
ODTÜ DIŞ POLİTİKA VE ULUSLARARASI İLİŞKİLER TOPLULUĞU AYLIK DÜŞÜNCE DERGİSİ ᎐ MAYIS-HAZİRAN 2013
HARİCİYE AYLIK DÜŞÜNCE DERGİSİ
D PU İ T YÖ N ETİ M KU RU LU BAŞ KAN I M E H M E T Ö RN E K D PU İ T AD I N A İ MTİ YAZ SAH İ Bİ ÖZG E BOZTAŞ S O RU M LU YAZI İ Ş LERİ M Ü D Ü RÜ VE ED İ TÖ R O SM AN Cİ H AN S ERT YARD I M CI ED İ TÖ R YU N U S EVED EN Cİ C A N S U Ç E Lİ K E R G Ö RS EL TASARI M A . C E M Ç A KI R KO N U K YAZAR KI VAN Ç SAĞ I R G Ü LB İ Z S E M İ Z YRD. D O Ç. D R. AYLİ N TO PAL YAZARLAR B E D İ A A KBA Ş ERD O Ğ AN ARABACI O Ğ LU E M RE A RD I Ç O Ğ U Z VELİ ATAS OY AYKU T AYD EN İ Z Ö M ER FARU K AYKU T AG A BAYRAM OV BARI Ş CO Ş KU N C A N S U Ç E Lİ K E R E S RA Ç E N G E L M ERVE D İ YAR SU LTAN ERBAŞ YU N U S EVED EN Cİ E K İ M K I LI Ç H ASAN KÖ S E İ N C İ S E RP İ L K U T S A R TEYM U R N AG H I BAYLI G ÖZD E OTLU Ö ZG E Ö K TE M E S İ N Ö Z A RS L A N İ D İ L ÖZ D EM İ R Ö Z LE M Ö Z K A N O SM AN CI H AN S ERT VU S LAT N U R ŞAH İ N ZEH RA TO M AZ ES M A YÜ CEL İ L ET İ Ş İ M O RTA D O Ğ U TEKN İ K Ü N İ VERS İ TES İ İ KTİ SADİ VE İ DARİ Bİ Lİ M LER FAKÜ LTES İ U LU SLARARASI İ Lİ ŞKİ LER TOPLU LU K ODASI 0 6 5 3 1 A N K A RA / T Ü RK İ Y E T E L: ( 3 1 2 ) 2 1 0 3 0 5 6 www. h a ri ci yed ergi si . com www. h a ri ci yed ergi si . bl ogspot. com h a ri ci yed ergi si @ gm a i l . com BA S KI ALLAM E TAN I TI M VE M ATBAACI LI K A J A N S : K I Z I L I RM A K C A D D E S İ N O : 1 2 / 6 06640 KAVAKLI DERE ÇANKAYA/ANKARA TEL: (312) 417 58 59 / FAKS: (312) 417 67 13 M E RK E Z : K I Z K U L E S İ S O K A K N O : 3 0 / 6 G . O. P. ÇAN KAYA/AN KARA TEL: (312) 447 71 56 / FAKS: (312) 447 71 27 bi l gi @ a l l a m e. org S Ü RE L İ , Y E RE L , Ü C RE T S İ Z YI L 2 , AY 4, SAYI 7
2
İnişli çıkışlı bir seyir izleyen Türkiye-İsrail ilişkileri, 2009’d a Davos’ta gerçekleşen ‘one minute’ krizi ve 2010 Mayısında yaşanan Mavi Marmara saldırısı ile kopma noktasında gelmişti. Aradan geçen 3 seneden sonra, Türkiye’nin özür ve tazminat beklentileri karşılık buldu ve ABD Başkanı Obama’nın İsrail’d eki ziyaretinin son gününde, İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu Obama’yı uğurlamaya gittiği havalimanında Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ı arayarak Mavi Marmara baskını için özür diledi ve baskında hayatını kaybeden vatandaşlarımız için tazminat ödemeyi kabul etti. Peki bu zamana gelene kadar İsrail-Türkiye ilişkileri nasıl bir seyir izlemişti? “Yurtta Sulh, Cihanda Sulh” ilkesini hedefleyen politikasıyla Türkiye, 14 Mayıs 1948’te kurulan İsrail Devleti’ni tanıyan ilk devletler arasında (28 Mart 1949) yer almaktadır1 . Türkiye aynı zamanda Yahudi Devleti’ni tanıyanlar arasında halkının çoğunluğunun Müslüman olduğu ilk ülkedir2 . Karşılıklı çıkarlar temelinde ilerleyen İsrail- Türkiye ilişkileri, İsrail’in Ortadoğu’d a barış ve istikrarı olumsuz etkileyen politikaları nedeniyle zaman zaman sorunlar yaşamaktadır. 1980 yılında İsrail’in Doğu Kudüs’ü ilhak ve Kudüs’ü ebedi başkent ilan etmesi ve 1982 yılında Filistin haklını acımasızca katletmesi üzerine, diğer Müslüman ülkeler gibi Türkiye de gelişmelere tepki göstererek temsil seviyesini Büyükelçilik seviyesinden İkinci Kâtip seviyesine düşürmüştür. 90’lı yıllar, bir taraftan devam eden çatışmaların yanında İsrail ve Filistin arasında karşılıklı antlaşmalar ve yakınlaşmalara da sahne oldu. Filistin Lideri Yaser Arafat İsrail’i tanıdığını gösteren belgeleri imzalarken, dönemin İsrail Başbakanı İzak Şamir ise Filistin Kurtuluş Örgütü’nü tanıdığını açıkladı 3. Yaşanan bütün bu olumlu gelişmelerin etkisiyle, 1991 yılında İsrail’le diplomatik ilişkiler
yeniden Büyükelçi seviyesine yükseltilmiştir. 2000’li yılların başına kadar Türkiye-İsrail ilişkileri karşılıklı yararlar temelinde, hemen her alanda (askeri, stratejik ve diplomatik) çok yönlü bir gelişme göstermiş, iki ülke işbirliğinin yasal çerçevesi bir dizi anlaşmalarla sağlanmış ve karşılıklı birçok üst düzey ziyaret gerçekleştirilmiştir4. Ancak özellikle 2002 yılından itibaren yaşanan gelişmeler, İsrail- Türkiye ikili ilişkilerini derinden etkilemiştir. Buna en önemli neden olarak 50 seneyi aşkın zamandır devam eden İsrail-Filistin mücadelesinin yeniden yükselmesini verebiliriz. O tarihlerinde meydana gelen çatışma ve saldırılarda iki taraf da karşılıklı olarak pek çok kayıp yaşamıştır. Önce mart sonra da haziran ayında Batı Şeria'nın neredeyse tamamını işgal eden İsrail, 29 Mart 2002 tarihinde Filistin lideri Arafat'ın 1994'te sürgünden dönüşünden beri en şiddetli saldırısını düzenleyerek, Filistin liderinin karargâhının da bulunduğu Ramallah'a girmiş ve Filistin yönetim birimlerini kuşatmıştır. 2002 yılının büyük bir bölümünde Filistin kentleri sık sık baskınlara uğramış, birbirleriyle bağlantısı kesilerek kuşatılmış ya da uzun süre sokağa çıkma yasağı altında kalmıştır5,6 . Tüm bu gelişmelerin yanında, 2002’d e Türkiye’d e, İslamcı kimliği, Hamasa yakınlığı ve Filistin halkının yanında olduğunu gösteren yaklaşımları ile bilinen AK Parti hükümetinin iktidara gelmesiyle birlikte ikili ilişkilerde daha ciddi sorunlar yaşanmaya başlanmıştır. İlişkilerin gerilemesinin ana nedenleri arasında Davos krizini, İsrail’in Gazze üzerindeki ambargosunu ve bunun bir sonucu olarak sivil toplum örgütleri tarafından Gazze’ye düzenlenen insani yardım konvoyuna (Mavi Marmara) uluslararası sularda gerçekleştirdiği ve 9 Türk vatandaşının hayatını kaybettiği saldırıyı verebiliriz.
3
Davos krizi ya da daha bir başka adıyla “One Minute” krizi, Başbakan Erdoğan’ın 30 Ocak 2009’d a Davos’ta gerçekleşen Dünya Ekonomik Forum kapsamında düzenlenen “Gazze: Orta Doğu İçin Model” oturumu toplantısında İsrail Cumhurbaşkanı Şimon Perez ile arasında yaşanan sert tartışma olarak özetlenebilir.
4
Oturumun son konuşmacısı Peres, 24 dakika süren uzun konuşmasının büyük bölümünde özellikle Başbakan Erdoğan’a yönelik sert bir tavır içerisindeydi. Bunun üzerine Erdoğan, Peres'in konuşmasının ardından, oturum yöneticisinden, İngilizce “one minute (bir dakika)” diyerek süre istedi. Panel yöneticisinin söz hakkı vermemesine rağmen Erdoğan, Perez'e dönerek “Sesin çok yüksek çıkıyor. Benden yaşlısın biliyorum ki sesinin benden çok yüksek çıkması bir suçluluk psikolojisinin gereğidir. Benim sesim bu kadar çok yüksek çıkmayacak. Bunu böyle bilesin. Öldürmeye gelince siz öldürmeyi çok iyi bilirsiniz. Plajlardaki çocukları nasıl öldürdüğünüz, nasıl vurduğunuzu çok iyi biliyorum. Ülkenizde başbakanlık yapmış 2 kişinin bana çok önemli lafları vardır. Filistin'e, tankların üstünde girdiği zaman, 'kendimi bir başka mutlu addediyorum' diyen başbakanlarınız var. Tankların üzerine çıkıp da 'Filistin'e girince mutlu oluyorum' diyen başbakanlarınız var. Ve bana sayılar veriyorsunuz. İsmini de veririm, belki merak edenleriniz vardır.” şeklinde konuştu 7. Peres'in konuşmasının salonda alkışlanmasıyla ilgili olarak da Erdoğan: “Şu zulme alkış tutanları da ayrıca kınıyorum. Çocukları öldürenleri kalkıp da alkışlamak öyle zannediyorum ki insanlık suçudur” dedi. Ardından Başbakan Erdoğan'ın “Sadece size, iki söz söyleyeceğim…” sözleri üzerine oturum yöneticisi araya girse de Erdoğan “sözümü kesmeyin, Tevrat'ın 6. maddesi der ki 'öldürmeyeceksin’. Burada öldürme var. Bu da çok enteresan” diyerek sözlerini sürdürdü. Son olarak, biri Oxford Üniversitesi’nde profesör iki İsrail vatandaşının, İsrail'i eleştiren açıklamalarını da elindeki notlardan okuyan Başbakan Erdoğan, oturum yöneticisine de dönerek, “Sana da çok teşekkür ediyorum. Benim için de bundan böyle Davos bitmiştir. Daha da Davos'a gelmem. Siz konuşturmuyorsunuz. 25 dakika konuştu, 12 dakika konuştum. Olmaz.” sözlerinin ardından ayağa kalkarak salonu ve paneli terk etti 8.
İsrail-Türkiye ilişkilerini son dönemde en derinden etkileyen olay ise, İsrail’in, sivil toplum örgütleri tarafından Gazze’ye düzenlenen insani yardım konvoyuna gerçekleştirdiği ve 9 Türk vatandaşının hayatını kaybettiği saldırıdır. Türkiye’nin İsrail'in Mavi Marmara saldırısıyla ilgili olarak BM'ye sunduğu Ara Rapora göre9, İsrail Silahlı Kuvvetleri, "Rotamız Filistin Yükümüz İnsani Yardım" kampanyası kapsamında 37 farklı ülkeden sivil toplum kuruluşlarının organizasyonlarıyla Gazze'ye tescil edilmiş insani yardım malzemesi taşıyan 6 gemilik filoya, 31 Mayıs 2010 tarihinde sabahın erken saatlerinde uluslararası sularda saldırmış, saldırıda sekizi Türk, biri ise Türk asıllı Amerikan vatandaşı, toplam dokuz kişi öldürülmüş, kırkı aşkın sivil de yaralanmıştır. Yolcuların tanıklıklara da sıkça yer veren rapor, İsrail kuvvetlerinin çok iyi eğitilmiş özel birimlerden oluştuğuna ve en yeni teknolojiyle üretilmiş silahlarla (makineli tüfekler, lazer güdümlü tüfekler, tabancalar ve modifiye paintball tüfekleri gibi) tepeden tırnağa donatılmış olduğuna dikkat çekerek, İsrail kuvvetlerinin helikopterler, zodyak şişme botları ve denizaltılarla destekli şekilde, aşırı, zalim, planlı ve kapsamlı bir saldırı gerçekleştirdiklerini vurguluyor. Rapor, İsrail askerlerinin yolculara karşı muamelesini ise “Geminin kontrolünü ele geçirdikten sonra da İsrail askerleri, temkin ve teenni göstermek yerine, fiziki ve psikolojik şiddete başvurmak suretiyle, yolculara zulmetmeyi sürdürmüşlerdir. Yolcular dövülmüş, yumruklanmış, diz ve dirsek darbelerine maruz bırakılmış, su, yiyecek ve tuvalet ihtiyaçlarını gidermekten mahrum edilmiş, kelepçelenmiş, saatlerce güneşin altında bırakılmış ve sözlü saldırılara uğratılmıştır.” şeklinde ortaya koyuyor. Rapor aynı zamanda bütün yolcuların kendilerini suçlayıcı ifadeler imzalamaya zorlandıklarını, avukat veya konsolosluk memurlarıyla temas ettirilmediklerini, ayrıca, zamanlı ve yeterli tıbbi yardımdan da mahrum bırakıldıklarını belirtilerek, yolculara yeterli yiyecek verilmeyerek, aşırı soğuk veya sıcak olan dar alanlara yerleştirildiklerini ifade ediyor. İnsani yardım konvoyunun farklı ülkelerden gelen ve farklı dinleri temsil eden 600 dolayında sivilden
oluşan barışçıl bir girişim olduğu ve amacın Gazze halkına çok ihtiyaç duyduğu yardımları ulaştırmak olduğu kaydedilen raporda "Mavi Marmara'da dokuz sivil yolcunun öldürülmesi her şeyden önce İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi’nde ve İsrail'in 1991 yılında taraf olduğu Uluslararası Medeni ve Siyasi Haklar Sözleşmesi'nde (ICCPR) kayıtlı yaşama hakkının bir ihlalidir" denilerek, uluslararası hukukun, yaralılara ve yolculara reva görülen kötü muameleyle de çiğnendiği vurguluyor10. Bütün bu gelişmelerden sonra 3 yıldır izlenen politikada Türkiye, İsrail’le ilişkilerin normalle dönmesi için uluslararası hukuk ve teamül çerçevesinde İsrail Hükümetinden özür dilemesini, kurbanların ailelerine tazminat ödemesini ve Gazze’ye yönelik insanlık dışı ablukanın da bir an önce kaldırılması taleplerinde bulunmuştur11 . Aynı şekilde Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu da yaptığı açıklamalarda, İsrail yönetiminin yapılan insanlık dışı muameleler için özür dilemesini, öldürülen sivillerin ailelerine ve yakınlara tazminat ödemeyi kabul etmesini ve Gazze’d eki mevcut ablukanın bir an evvel kaldırılarak bölge halkına gerekli yardımların ulaştırılmasına izin verilmesini ilişkilerin normalleşmesinin önkoşulları olduğunu vurguluyordu.
Takvimler 22 Mart 2013’ü gösterdiğinde ABD Başkanı Barack Obama'nın Ortadoğu gezisinin son saatlerinde Beyaz Saray'dan yapılan açıklama ile Türk tarafının beklentileri gerçekleşti. Hemen ardından Türkiye Dışişleri Bakanlığı da yayınladığı açıklamada 12 “İsrail Başbakanı Netanyahu, ABD Başkanı Obama’nın İsrail’e gerçekleştirdiği ziyaret sırasında 22 Mart 2013 tarihinde, Başbakan Sayın Recep Tayyip Erdoğan’ı telefonla arayarak İsrail tarafından Mavi Marmara
saldırısı ilgili olarak yürütülen ve bir dizi operasyonel hatanın yapıldığına işaret eden soruşturma ışığında, can kaybına veya yaralanmaya yol açan her türlü hatadan dolayı İsrail adına Türk halkından özür dilemiştir. Başbakan Sayın Erdoğan bu özrü Türk halkı adına kabul etmiştir. İsrail, hayatını kaybeden vatandaşlarımızın ailelerine tazminat ödemeyi de kabul etmiştir. Ayrıca, sivil halkın kullanacağı malların Gazze dahil Filistin topraklarına girişine ilişkin kısıtlamaları esas itibariyle kaldırdığı ve sükunet devam ettiği müddetçe bu durumun da devam edeceğine ilişkin taahhütte bulunmuştur. Bu çerçevede, iki lider, Filistin topraklarındaki insani durumun iyileştirilmesi için birlikte çalışmaya devam etmek konusunda mutabık kalmışlardır.” ifadelerine yer verdi. Başbakan Erdoğan ise Eskişehir’d e verdiği demeçte, özürle ilgili İsrail'i ziyaret eden ABD Başkanı Obama'nın kendisini aradığını, selamlaşmanın ardından yanında bulunan İsrail Başbakanı Netenyahu'ya telefonu verdiğini ve özrün bu şekilde gerçekleştiği söyledi 13. İsrail’in özür dilemesinin nedenleri arasında pek çok şey saymak mümkün. Bunlar arasında en önemlisi Suriye’d e bir süredir devam eden politik kriz olarak görülüyor. Arap Baharı’nın Suriye’d e çıkmaza girmesinin ve Suriye’nin tüm komşularını olduğu gibi İsrail’i de tehdit eder duruma gelmesinin İsrail’i tavır değişikliğine zorladığını savunan görüş14, İsrail Başbakanlık yetkililerinin özür ile ilgili yaptıkları açıklamalarda Ankara ile işbirliğinin yeniden başlatılmasını Suriye’d eki durumun ciddiyeti nedeniyle gerçekleştiğini vurgulamaları 15 ile destekleniyor. Yine aynı nedenden dolayı, Ortadoğu'da güvenilir ve işbirliği içinde hareket eden ortaklara ihtiyaç duyan ABD’nin Ortadoğu ve Suriye ile ilgili dış politikası da İsrail’in özür dilemesinde en önemli faktörlerden biri. Bu bağlamda, Türkiye ve İsrail’i bölgedeki önemli iki müttefiki olarak gören ABD, özür sürecine gelene kadar yaptığı açıklamalarda, iki ülkenin Suriye’d eki kriz konusunda işbirliği içine girebileceği ve ilişkileri düzeltmesi için bu fırsattan yararlanılması gerektiği vurgulamaktaydı 16. Başbakan Erdoğan’ın açıklamalarından da anlaşılacağı üzere, “Ankara -Tel Aviv ilişkilerinde yaşanan bu iyileşmenin arkasındaki asıl aktör ABD’d ir.” demek yerinedir. Yeni döneminde, genelde Ortadoğu barışı özelde Filistin sorununun
5
çözümünü amaçlayan Başkan Obama ve Dışişleri Bakanı Kerry’nin bölge ziyaretleri, sorunun çözümüne arabuluculuk etmeleri için güzel bir fırsat sunmuş ve Washington taraflar üzerindeki ağırlığını kullanarak bu krize son vermiştir17. Türkiye-İsrail ilişkilerini yakından takip eden Emekli Büyükelçi Alon Liel de aynı görüşlerde olduğunu, "Benim kişisel görüşüm, bu Obama'nın diplomatik zaferidir. Amerikalıların, uzlaşma sağlanması için iki taraf üzerinde de ağırlığını koyduğunu düşünüyorum. Burada takdir edilmesi gereken birisi varsa o da Obama'dır." şeklindeki demeci ile göstermektedir18. Özrün Türkiye için de anlamı büyüktür. Yakın zamana değin, özür dilemekten ziyade üzgün olduğunu belirten yaklaşımlar sergileyen İsrail’den ‘özür/apology/itznatlut’ ifadesini işitmeyi Ankara’nın Mavi Marmara baskınından beri sürdürdüğü kararlı ve taviz vermeyen politikalarının diplomatik zaferi olarak yorumlamak yanlış olmayacaktır.
Tahmin edilebileceği üzere, Mavi Marmara operasyonunun gerçekleştirildiği dönemde İsrail Dışişleri Bakanlığı görevini yürüten Avigdor Lieberman, İsrail'in özrü sonrasında "Türkiye'ye özür büyük yanlış. Bu İsrail ordusunun motivasyonuna zarar verecek. İsrail'in gururunu ve onurunu yaralayacak." açıklamasını yaparken19; ünlü Amerikalı düşünür Noam Chomsky ise İsrail'in Türkiye'den özür dilemesine şaşırmadığını ve İsrail ve Türkiye'nin yarım yüzyıla aşkın müttefik ve ortak çıkarları olan iki ülke olduğunu belirterek söz konusu sorunun bir şekilde çözülmesini beklediğini ifade etti20. Özür gelse bile iki ülke ilişkilerinin gelecekte nasıl şekilleneceği merak konusu. Türkiye-İsrail ilişkilerin geleceğinin Filistin sorununa bağlı olduğunu vurgulayan yorumların yanında, pek çok kimse de Suriye krizinin çözümü adına iki ülke arasında ciddi stratejik ortaklıklar kurulacağı görüşünde. Bunların yanında, bir takım gerginliklerin hala tam anlamıyla çözülmediği için ikili ilişkilerde beklentilerin çok yüksek tutulmaması gerektiğini savunan görüşlerde mevcut.
6 Refera n sl a r 1. “Türkiye - İsrail Siyasi İlişkileri”, http://www.mfa.gov.tr/turkiye-israil-siyasi-iliskileri.tr.mfa (Erişim Tarihi: 02/05/2013) 2. Murat Yiğit, “Türk-İsrail İlişkilerinin Tarihsel Seyri Ve Çarpışma”, http://www.ekopolitik.org/public/news.aspx?id=5117&pid=4553 (Erişim Tarihi: 03/05/2013) 3. “İsrail-Filistin Savaşının Tarihçesi”, (31/05/2010), http://www.milliyet.tv/video-izle/Israil-Filistin-savasinin-tarihcesi-sS0sE0RnH6iX.html (Erişim Tarihi: 03/05/2013) 4. “Türkiye - İsrail Siyasi İlişkileri”, a.g.e. 5. “İsrail-Filistin Sorununun Tarihçesi”, (07/01/2008), http://bianet.org/bianet/bianet/53881-israil-filistin-sorununun-tarihcesi (Erişim Tarihi: 03/05/2013) 6. “İsrail - Filistin Çatışmasının Kronolojisi”, http://arsiv.sabah.com.tr/ozel/arafat206/dosya_212.html, (Erişim Tarihi: 03/05/2013) 7. “Benim İçin Davos Bitti”, (30/01/2009), http://www.hurriyet.com.tr/dunya/10886978.asp (Erişim Tarihi: 04/05/2013) 8. A.g.e. 9. "İşte Türkiye'nin Mavi Marmara raporu", (24/01/2011), http://www.sabah.com.tr/Gundem/2011/01/24/iste_turkiyenin_mavi_marmara_raporu?paging=11 (Erişim Tarihi: 03/05/2013) 10. A.g.e 11. “Türkiye - İsrail Siyasi İlişkileri”, a.g.e. 12. “Türkiye - İsrail Siyasi İlişkileri”, a.g.e. 13. "Obama aradı, telefonu Netenyahu'ya verdi", (24/03/2013), http://www.hurriyet.com.tr/gundem/22880915.asp (Erişim Tarihi: 04/05/2013) 14. Mehmet Şahin, “İsrail’in Türkiye’d en Özür Dilemesinin Anlamı”, (25/03/2013), http://www.orsam.org.tr/tr/yazigoster.aspx?ID=4373 (Erişim Tarihi: 03/05/2013) 15. "İsrail neden özür diledi?", (29/03/2013), http://dunya.milliyet.com.tr/israil-neden-ozur-diledi-/dunya/dunyadetay/29.03.2013/1686767/default.htm (Erişim Tarihi: 04/05/2013) 16. Nazlı Ayhan Algan, “Suriye Krizi: Türkiye – İsrail Politikası”, (09/05/2012), http://www.orsam.org.tr/tr/yazigoster.aspx?ID=3471 (Erişim Tarihi: 03/05/2013) 17. Erkan Ertosun, "İsrail'in Özrünü Doğru Yorumlamak", (13/04/2013), http://www.radikal.com.tr/yorum/israilin_ozrunu_dogru_yorumlamak-1129348 (Erişim Tarihi: 04/05/2013) 18. Ayhan Şimşek, “Türkiye - İsrail İlişkilerinin Geleceği", (26/03/2013), http://www.dw.de/t%C3%BCrkiye-israil-ili%C5%9Fkilerinin-gelece%C4%9Fi/a16700868 (Erişim Tarihi: 03/05/2013) 19. "İsrail Türkiye'den Özür Diledi", (22/03/2013), http://www.hurriyet.com.tr/planet/22875305.asp (Erişim Tarihi: 04/05/2013) 20. Orhan Akkurt, "Chomsky: İsrail'in özür dilemesine şaşırmadım", (24/03/2013), http://www.zaman.com.tr/dunya_chomsky-israilin-ozur-dilemesinesasirmadim_2069135.html (Erişim Tarihi: 04/05/2013)
G ü n ey Kı brı s Ekon om i k Kri zi ’n i n U l u sl a ra ra sı Kon j on ktü rd eki An a l i zi : Güney Kıbrıs Rum Yönetimi belki de tarihinin ekonomik anlamda en sıkıntılı dönemlerinden birini geçiriyor. Sorunlu bir tarihi geçmişi ve çözülememiş bir sorunu paylaştığımız Güney komşumuz bankacılık, turizm ve hizmet sektörü başta olmaz üzere iflasın eşiğine gelmiş durumda. Sorunların çözümü ise Avrupa’d aki benzer örneklerinde olduğu gibi halkın yapacağı fedakârlıktan geçiyor.Her ne kadar, emekli fonlarındaki paranın kullanılmasını öngören Kıbrıs Planı reddedilse de yüksek faizden yararlanan yatırımcılardanvergi kesintisi yapılması kararlaştırıldı(1). Kıbrıslı Rumlardan özellikle de bankada yüksek oranda mevduatı bulunan kesimden paralarını ülkeden kaçırmamalarını ve göz göre göre binlerce milyar euro zarar etmeleri isteniyor. Fakat hem kısa hem de uzun vadede ise tam bir kurtuluş yolu yok. Lefkoşa Yönetimi hesaplarını artık “En az hasarla nasıl kurtuluruz?”şeklinde yaparken, krizden çıkmak için kapılarına gittikleri Troyka verecekleri kredi karşılığında Rum Yönetimi’nden mevduat sahiplerine ciddi yaptırımlar uygulaması ve gerekli tedbirleri alması konusunda baskı yapıyor. Bu baskılar Rum Hükümeti’ni halkın karşısında daha da güçsüz düşürürken, Rumların kredi almak dışında kurtuluş için başka şansları da kalmıyor. Bir yandan bakıldığındaRumlara kredi alıp, borç yükü altına girmek yerine “iflas” belki çekici bir teklif gibi görünebilir ve Lefkoşa büyük bir borç yükünü üzerinden atabilir. Kıbrıs Merkez Bankası’nın “Acil Likidite Mekanizmasının” taleplerine cevap vermemesi halinde bedeli Avrupa Merkez Bankası üstlenebilir. Ne var ki bu o kadar kolay olmayacaktır (1).Rumlar borçlarını ödemeyip, Avrupa’d aki dostlarına sırtını dönerse ve Euro Bölgesinden çıkarsa bu küçük ülke kurtlar sofrasında yalnız kalıp bedelini daha ağır bir şekilde de ödeyebilir. Bu ihtimali dikkate alarak, Türkiye’nin böyle bir fırsatı kaçırmaması ve değerlendirmesi gerekir. Bu sayede, Kıbrıs Sorunu’nun
çözümünde arkasındaki desteğe güvenerek başına buyruk davranan ve çözümden uzak tavrını yıllardır inatla sürdüren Güney Kıbrıs Rum Yönetimi ile kozlarını bu kez daha adil bir şekilde paylaşabilir. Ekonomik alandaki tartışmalarda ise Euro’yu terk edip Güney Kesimi “Kıbrıs Lirasına” dönerse parasının değerinin düşeceği ve bu düşüşün yüzde 50’ye varabileceği belirtiliyor. (2)Yalnız, Güney bunu göze almayıpAvrupalı dostlarına yüz çevirmeyebilir. Elinden geldiğinceve halkına kabul ettirebildiği ölçüde ondan uygulaması istenilenkurtarma planını uygulamaya koymaya çalışacaktır. AB ülkelerinin gözünde ise Lefkoşa Yönetimi Avrupa’nın yardımına bu kadar ihtiyaç duyarken, Euro Bölgesi ve AB ülkeleri için Güney Kıbrıs’taki kriz büyük ölçekli sayılmayıp etkisi diğer Euro krizlerine nazaran daha küçük olması beklenmektedir. Fakat sinek küçüktür ama mide bulandırır misali Euro’nun geleceği içinse bu durum önem taşımaktadır. Bankacılık sektörünün yeniden yapılandırılması, kayıt dışı para cenneti olan ülkenin daha şeffaf bir ekonomiye sahip olması ve verilen kredilerin ülkeyi darboğazdan kurtarması için hazırlanan “kurtarma paketlerinin” uygulanması bu bakımdan büyük önem arzediyor. “Bu kurtarma özetle şöyle olacak; krediden yoksun kalacak ekonomi, vatandaşların canını yakarak hızla küçülecek ve başlıca sanayisi “offshore” bankacılığı olan bir ekonomi bu kaynaktan mahrum kalacak (2)”.Ancak uzun vadede ekonomide yaşanacak küçülme ise maalesefçok muhtemel. Rumlarınellerindeki en iyi senaryo bu iken, yardımları kabul etmek dışında başka bir çarelerinin bulunmadığı gözle görünür bir gerçek.Ana hatları Avrupa Birliği ve Uluslararası Para Fonu Liderleri tarafından çizilen “kurtarma paketinin” detaylandırmasını Euro Bölgesi Maliye Bakanları tamamladı ve eli mahkûm GKRY Cumhurbaşkanı Nikos Anastasiadis paket üzerindeuzlaşma yoluna gitti
7
8
(4). Lefkoşa’ya gidecek olan 17 milyar euroluk kredinin 7 milyar euroluk kısmını Rumlardan vergi olarak temin edilmesini öngören paket aynı zamanda bunun için yol haritasını da belirliyor. Kıbrısdakien büyük iki banka olan Bank of Cyprus ve Laiki Bank’ın yeniden yapılandırılması bunların başında geliyor. Zor durumda bulunan Laiki Bank'ın derhal parçalanarak kapatılmasıve zararın 100 bin Euro’nun üzerindeki mevduat, hisse senedi ve tahvil sahiplerinden tahsil edilmesi öngörülüyor. Laiki Bank'ın sigorta kapsamındaki mevduatlarını devralacak olan Bank of Cyprus ‘ta da 100 bin euro limitinin üzerindeki mevduatların “yüzde 40” oranında kırpılması söz konusu olacak. (3)Bu limitin üzerindeki mevduatlardan kesintiler yapılacağı haberleri ile mudiler paralarını bankalardan çekmek istediler fakat bu mümkün olmadı. Rum Yönetimi haftalarca bankaları kapalı tutmanın yanı sıra bankamatiklerden günlük çekilen para miktarına da “100 Euro” gibi bir kısıtlama getirdi.
Almanya’nın tavrı yardım paketleri konusunda oldukça net bir sertlikte çünkü Alman kamuoyu vergilerinin boş yere kullanılmadığından emin olmak istiyor ve krizin çözüm sürecine titizlikle yaklaşıyor. Alman hükümeti bu sebepten kredi koşullarının ve yaptırımların sıkı tutulması konusunda ince eleyip sık dokuyor. Kıbrıs Parlamentosu’nun küçük mevduat sahiplerinin yüzde 6.75 büyük mevduat sahiplerinin ise yüzde 9,9 gibi bir oranla vergilendirilmesi önerisini reddetmiş olmasına karşılık Almanya Maliye Bakanı Wolfgang Schaeuble varılan anlaşmada Parlamento’nun onayına gerek duyulmadığını belirtmesi, Almanların yaptıkları yatırımın geleceğinden emin olmak istediklerinin en açık kanıtıdır (1).Ancak Almanya, Avrupa’nın taş kalplisi gibi görünüp her ülkede protestolarla karşılansa da gerçekçi çizgisi ve güçlü ekonomisiyle AB ve Euro bölgesinin bel kemiğini oluşturmaya bununla beraber Kıbrıs’taki ekonomik krizin çözümündeki kilit rolünü de devam ettirecektir.
Rum Yönetimi bankadaki paraları ülkede tutmaya çalışırken yüksek mevduat sahiplerinin büyük bir kısmını yabancı yatırımcıların oluşturması ikinci, üçüncü devletleri de soruna ortak ediyor. “Güney Kıbrısdaki bankaların genel aktifleri 68 milyar Euro değerindeyken 100 bin Euro’nun üzerindeki mevduatların miktarı 38 milyar euro’yu buluyor. Bunların yarıya yakınının ise Rus vatandaşlara ait oldukları tahmin ediliyor (4).Rusların bu küçük ülkeye bu kadar yatırım yapmış olması Kıbrıs’ın “düşük vergi cenneti” diye anılmasıyla ve kayıt dışı ekonomi faaliyetlerin rahatça yürütülüyor olmasıyla anlaşılabilir bir durum. Kredi derecelendirme kuruluşu Moody’e göre ise “Rusların Kıbrıs’ta 31 Milyar dolar nakiti bulunuyor. Bunların 12 milyar doları Rusya merkezli bankalara 19 milyarı ise iş adamları ve bireysel müşterilere ait” (5). Tam da bu sebepten Der Spiegel dergisi Alman Dış İstihbarat Servisi’nin sızdırılan bir belgesini yayınladı. Bu belgeye göre Kıbrıs’a gelmesi gündemde olan kredilerden en çok Rus vatandaşların yararlanacağını iddia etti (5).Böyle bir durum, AB ve Euro Bölgesi üyesi olan Güney Kıbrıs’a sağlanan kredinin adadaki ekonomik krizin çözümünden çok Rus yatırımcıların işine yaracağı sonucunu veriyor. Bu haber Almanya’d a tepki ile karşılanmış ve Kurtarma Paketi’nin amacına ulaşıp ulaşmayacağının sorgulanmasına neden olmuştur.
Güney Kesimi’nin genel ekonomisine baktığımızda, Bankacılık sektörünün bu kadar derinden sarsılmasının elbette diğer sektörlere de özellikle Kıbrıs’ın önemli geçim kaynaklarından biri olan turizme de olumsuz yansımaları oldu. Son otel fiyatları endeksinde “Kıbrıs’taki oteller ülkedeki turizmi hayatta tutmak ve krizle mücadele edebilmek için fiyatlarını yüzde 5 oranında düşürdü. Potansiyel müşterilerini kaçırmamak adına adada yaşamın seyrinde devam ettiğini, bankacılık işlemlerinin normal yürütüldüğünü, otellerin ve birçok işletmenin çalışmaya devam ettiği kamuoyuna duyuruldu” (6).Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti ise bu durumu en verimli şekilde değerlendirmek adına karşı turizm atağına geçti. Tarihindeki en “çarpıcı” reklam kampanyasını İngiltere’d e başlattı. Daha öncesinde Rumlar “Kuzeye gitmeyin orası işgal altında” kampanyası yürütüyordu. Şimdi ise adadaki Türkler reklam yoluyla “Euro kullanmadıklarını, bu krizden etkilenmediklerini ve Güneyden ayrı başka bir ülke oldukları” mesajını veriyor. Akıllıca başlatılan reklam kampanyasıyla KKTC hem kendi varlığını dünyaya duyurmayı hem de Güney’e giden turistleri Kuzey’e çekmeyi amaçlıyor (7). Buraya kadar daha çok krizin parasal boyutunun değerlendirmesini yaptım fakat buna ek olarak
GKRY’d eki kriz diplomatik alanda da kayda değer bir etki yaratmıştır. Güney Kıbrıs’ın girdiği bu yeni dönem, Türkiye ve KKTC için Kıbrıs Sorunu’nun çözümü ve bölgede bulunan yüklü miktardaki doğalgazın KKTC’ye oradan da Türkiye yoluyla Avrupa’ya dağıtımını öngören projenin gerçekleştirilebilmesi açısından büyük önem arz ediyor. Kıbrıs Sorunu’nun çözümü konusunda Rumların yıllardır sürdürdüğü çözümden uzak tavır hala devem etmekte. Bunu 2012 Ocak ayında Rum tarafının ekonomik krizi bahane ederek durdurduğu Kıbrıs Sorunun çözümü için yapılan müzakereleri, yine aynı sebeple 2013’ün Ekim ayına erteleme çalışmaları bu tavrın devam ettiğinin bariz bir göstergesi. Rum Dış İşleri Bakanı Yannis Kasulidis Türkiye ile sorunun çözümünün ekonomiye iyi geleceği görüşünün başka ülkeler tarafından da destek görmesini “tehlikeli” bulduğunu belirtirken, Kıbrıs’ta ekonomik kriz bitmediği sürece müzakerelere başlamayacaklarını sözlerine ekledi (8). Bakanın es geçtiği nokta ise Rum tarafının böyle bir lüks için şu sıralar elinin çok zayıf oluşu.KKTC Cumhurbaşkanı Derviş Eroğlu ise bu sözlere karşılık “Rumların biraz fazla konuştuğunu ve Rum Dışişleri Bakanı’nın daha masaya oturmadan süreci sabote etmeye yönelik açıklamalarda bulunmasının kendileri için sıkıntı oluşturduğunu belirtti” (9). Yunanistan ve GKRY bir yandan müzakerelerin devamı için Türkiye’d en Rum Kesiminin NATO’nun Barış için Ortaklık Programı’na katılmasına karşı kullandığı vetoyu çekmesini isterken Türk tarafı en yakın zamana müzakere tarihi verilmesini talep ediyor(10). KKTC ve Türkiye, Rumların ayak oyunlarına artık alışmış durumdalar dolayısıyla, müzakere tarihinin daha fazla ertelenmesine engel olmaya çalışmaktadırlar. GKRY bu buhranlı dönemden çıkış için Türkiye ve KKTC ile işbirliğinin önemini henüz halkına anlatabilecek durumda değil. Fakat elbette ki ekonomistler bu durumun farkındalar ve “bölgesel entegrasyonun” önemini vurgulamaktadırlar. Seda Yavaş, bu konuda Kıbrıs’ın Doğu Akdeniz’d eki hidrokarbon yataklarını kullanabilmesi için, Türkiye ile işbirliğinin gerekliliğinin altını çizmesinin yanı sıra her hâlükârda gelecekteki ekonomik büyüme için en yakınındaki ana kara olarak Türkiye’yle işbirliğine ihtiyaç duyacağını belirtiyor (10).Kıbrıs Sorunu’nun çözümünün adanın her iki yanına da olumlu katkılar
sağlayacağını düşünenler çoğunlukta ve bu çözümünde herkesin işine yarayacağı öngörülüyor. Fakat ne var ki hala eski düşmanlıklarından sıyrılamamış Kıbrıslı Rumlara bunu anlatabilmek çok zor. Bu konuda yapılan tartışmalardan bir diğeri ise ekonomik krizin birleşmeye değil bölünmeye yol açma ihtimali üzerinde duruyor. Bu tartışma, Kıbrıs Temsilciler Meclisi’nin Rumların Doğu Akdeniz’d en çıkarılan doğalgazın gelirini “ipotek” ederek oluşturacağı fondan başka ülkelere bono satarak ekonomik krizden kurtulmayı amaçlayan tasarıyı Meclis’ten geçirmesiyle başladı (11). Adanın 20 yıllık geleceğini “ipotek”altına alan bu kararın kabul edilemez olduğunu vurgulayan Ahmet Davutoğlu BM’lere 3 seçenekli bir plan sunuyor. Sorunun çözümüne sunulan üçüncü seçenek olarak yola iki ayrı devlet olarak gidilerek BM çatısı altında meselenin hallolması. Bu 1960larda çokça dile getirilen Enosis’e karşı “Taksim” fikrinin bugün tekrar konuşulması Kıbrıs sorununun çözümünde Türkler taktik mi değiştiriyor sorusunu akla getiriyor. Fakat burada Davutoğlu’nun müzakerelerin yeniden başlaması için baskı oluşturma amacını taşıdığını net bir şekilde görmek mümkün (11).Kartlarını açık oynayan Türk tarafı elindeki jeopolitik avantajını enerjinin Avrupa’ya en güvenli ve ucuz yoldan ulaşması alanında kullanarak süreçte bir adım öne geçmeyi planlıyor. Davutoğlu bu konuda kendinden emin bir şekilde “Doğalgazın gidebileceği tek ülkenin Türkiye olduğunu” söylüyor. Davutoğlu, bölgede enerji açığının ve ihtiyacının Türkiye’d eki kadar yüksek olduğu başka ülkenin bulunmadığına ve doğalgazın Avrupa’ya en güvenli yol olarak Türkiye’d en geçerek ulaşabileceğine sözlerinde yer veriyor. Alternatif olarak seçilebilecek deniz altından Girit daha sonra da Yunanistan yolu o bölgede yer alan derin fay hatları nedeniyle hiç güvenilir olmadığı ve Rumların Türkiye’ye mecbur oldukları Dışişleri Bakanımız tarafından altı çizilen konular arasında yer alıyorlar (11). Kıbrıslı Rumların krizden çıkış için “umut” olarak gördüğü doğalgaz rezervlerininböyle bir ikileme yol açması kafalardaki tüm dengeleri altüst ederken, Rumların Kıbrıs Sorunu’nun çözüm süreci ve Avrupa’ya doğalgazın ulaşması için izlenecek yol konusunda kararlarının ne yönde olacağı isegerçekten bir soru işareti.
9
Güney Kıbrıs’ta yaşanan ekonomik krizi birçok farklı açıdan incelemeye çalıştım; Troyka, Rusya, Almanya, KKTC ve Türkiye’nin olaya bakış açıları ve yaklaşımları bu bağlamda önem arz ediyordu. Kıbrıs’ta yaşananlar ise ikincil planda kalmış durumda. Somut hesaplara dâhil edilmese de kapatılan bankaların çalışanlarının işsizlikle burun buruna gelmesi, adada yaşayan Rumların hayat standartlarındaki belirgin düşüşün yanı sıra, gelecek kaygılarının hat safhaya
çıkmasıKıbrıs’ın gerçekleri olarak masada durmaktadır. Fakat uluslararası konjonktürden bakıldığında bu çok bilinmeyenli krizin sonuçları Kıbrıs ekonomisinin yüzde 20 oranlarında küçülmesini, birilerinin kaybederken başka birilerinin daha çok kaybetmesini öngörüyor. Bu sorunda kazanan olmaksa ciddi kurnazlık ve diplomasi yeteneği gerektirirken yarının nelere gebe olduğunu ise kimse bilemez.
10
Refera n sl a r 1. "Güney Kıbrıs'ı Kurtarma Paketinde neler var?", (25 03 2013), http://www.bbc.co.uk/turkce/haberler/2013/03/130325_kibris_paket.shtml, (Erişim Tarihi: 01.05.2013) 2. "Kıbrıs İflasın Eşiğinde", (10 04 2013), http://www.kibristoday.com/reuters-tehlikeyi-yazdi.html, (Erişim Tarihi: 01.05.2013) 3. Peston, Robert. "Güney Kıbrıs, 'Halkının Canı Yakılarak' Kurtarılıyor",/ 25 03 2013) http://www.bbc.co.uk/turkce/haberler/2013/03/130325_kibris_analiz.shtml, (Erişim Tarihi: 01.05.2013) 4. "Kıbrıs Troyka ile Anlaştı", (25 03 2013), http://www.dw.de/k%C4%B1br%C4%B1s-troyka-ile-anla%C5%9Ft%C4%B1/a-16696588, (Erişim Tarihi: 01.05.2013) 5. Emily Young, "Rus Paraları Kıbrıs'tan Kaçar Mı ?", (19 03 2013), http://www.bbc.co.uk/turkce/haberler/2013/03/130319_kibris_ruslar.shtml, (Erişim Tarihi: 01.05.2013) 6. "Turizmin Hayatta Kalma Çabası", (10 04 2013), http://www.kibristoday.com/turizmin-hayatta-kalma-cabasi.html, (Erişim Tarihi: 01.05.2013) 7. "KKTC'de Euro Krizi Yok", (10 04 2013), http://www.kibristoday.com/kktcde-euro-krizi-yok.html, (Erişim Tarihi: 01.05.2013) 8. "Rum Dışişleri Bakanı: Ekonomik kriz bitmeden Kıbrıs Sorunu çözülemez", (20 04 2013), http://www.zaman.com.tr/dunya_rumdisisleri-bakani-ekonomik-kriz-bitmeden-kibris-sorunu-cozulemez_2080649.html, (Erişim Tarihi: 01.05.2013) 9. "Kıbrıs Rum Yönetimi Müzakereler için Ekime Kadar Beklemek İstiyor", (29 04 2013), http://www.haberler.com/kibris-rumyonetimi-muzakereler-icin-ekim-e-kadar-4572783-haberi/, (Erişim Tarihi: 01.05.2013) 10. Serkan Demirtaş, "Ekonomik Kriz Kıbrıs'ta Bölünmeyi mi Tetikliyor?", (29 03 2013), http://www.bbc.co.uk/turkce/haberler/2013/03/130331_kibris_taksim.shtml, (Erişim Tarihi: 01.05.2013) 11. Engin Esen, "Euro Krizi Kıbrısı Türkiye'ye Mi İtiyor?", (29 03 2013), http://www.bbc.co.uk/turkce/haberler/2013/03/130329_kibris_turkiye.shtml, (Erişim Tarihi: 01.05.2013)
Terör ve terörizm kavramları üzerine uzun zamandır birçok tanımlama yapıldı; ancak içlerinde farklılıklar barındırmaktadırlar. Bir kısım bilim adamına göre terörizm; politik, kriminal ve kendine has sebeplerle gizli veya yarı gizli bireyler, gruplar veya resmi devlet organları tarafından toplumda korku uyandıran ve genellikle dolaylı hedeflere yönelik şiddet eylemleridir. Şiddetin yöneltildiği hedefler rastgele seçilir veya hedef toplumdan temsilci hedef olarak seçilir. Bazı sosyal bilimciler ise; terörizmin standart bir tanımının yapılmasından ziyade, bir eylemin terörizm olup olmadığına karar vermek için eylem şekillerinin, hedeflerinin ve başarı şansının analiz edilmesi gerektiğini savunmaktadırlar. Bu yaklaşımla, askeri yöntemler kullanılmayan veya sivil hedeflere yönelik eylemlerin terörizm olarak algılanması gerekmektedir. 1 Ancak terör ile terörizm arasındaki fark göz önünde bulundurulmalıdır. Terör, kısaca silahlı eylemler marifetiyle kendini ve davasını duyurma; terörizm ise, bu eylemleri savunan, stratejilerini anlatan, aktaran, geliştiren bir düşünce disiplini veya akımıdır denilebilir. Yani terörün stratejik eylem, terörizmin ise stratejik söylem olduğunu belirtmek gerekir. 2 Terörizmin amaçlarına bakıldığında birçok farklı faktör ile karşılaşılır. Amaçlar esas alınan konuya göre değişmektedir; ancak asıl amaç, hedef kitleyi yıldırmak, yönlendirmek ve yönetmektir ve bunun için yapılacak eylemlerle dikkat çekmek suretiyle bir davayı ya da anlaşmazlığı yerel, bölgesel ya da küresel alanda sorun haline getirmek ve çözümünü sağlamaktır. Şiddet içeren fiil mutlaka işlenmelidir. Hedef; baskı, korku ve yılgınlık yaratmaktır. 3 Terörizmin asıl ve öncelikli amacı, bir davaya veya siyasal anlaşmazlığa dikkat çekilmesidir. Bu “dikkat çekme” şiddet eylemleri neticesinde toplumda oluşturulan korku ve dehşet havası ile sağlanmaktadır. Kitle iletişim araçlarının sağladığı imkânlardan da yararlanan terörizm, yarattığı korku ve dehşet ile bir bakıma topluma; “benden yana mısın, değil misin?”, “benden değilsen düşmanımsın”, “düşmanımsan hedefimsin”, “senin yaşama hakkın yoktur.” şeklinde belirtilebilecek, “taraf olma” çağrısında bulunmaktadır. Terörizm, bu dramatik çağrılar ile insanlara tarafsız olma hakkını yasaklamakta, onların zihinsel ve
duygusal masumiyetini yok etmekte, şiddet ortamına çekmekte ve toplumun şiddet yoluyla siyasallaşmasına, kutuplaşmasına yol açmaktadır. Toplumdaki kutuplaşmalar da zihinsel ve duygusal yönden bölünmüş “çatışan tarafları” ortaya çıkarmaktadır. Çatışan tarafların ise toplumun birlik ve bütünlüğünü bozacağı, dolayısıyla terörün amacına hizmet edeceği açıktır. Terörizmin benimsediği bir diğer amaç, kargaşa yaratarak toplumun direnme gücünü kırmak, yerleşik sosyal ve siyasal düzenin arkasındaki halk desteğini şiddet yoluyla zayıflatmaktır. Terörizmin bazı güçler tarafından birtakım siyasi ve ekonomik çıkarlar sağlamanın da aracı olarak kullanıldığı dikkate alındığında, amaç oldukça farklılaşmaktadır. Bu gibi durumlarda terörizmin amacı, bir kazanım elde etmek maksadıyla hedef alınan ülke ve toplumda belirli ortamların oluşmasına aracılık etmektir. Terörizmin bir başka amacı da; baş eğdirmek, itaat ettirmektir. Terörizmin bu türü, terörist örgütlerce kendi üyelerine ve etkilemek istedikleri halk kesitlerine uygulanabilmektedir. Terörist gruplarca amaçlanan; yandaşlar kadar “seyircilerin” de itirazsız baş eğmeleri, “hedef kitlenin” emredileni yapmasıdır. Etkilenmesi amaçlanan bireylere ikinci defa düşünecek zaman ve aksine davranabilecekleri alan bırakılmaz. Amaç, “hedef kitleyi” yıldırmak, yönlendirmek ve yönetmektir. 4 Terörizmin temel unsurları üç ana başlıkta toplanabilir: ideolojik unsur, örgüt unsuru ve şiddet unsuru. Terörün öncelikle bir ideolojik alt yapısının olması gerekmektedir. İdeolojik unsur, örgütün siyasi hareket noktasını oluşturmaktadır. Örgüt, benimsediği ideoloji doğrultusunda ilerlemekte, stratejisini buna göre belirlemektedir. Terör örgütlerinin “siyasi eğitim” adını verdikleri faaliyetlerin amacı, örgütün dayandığı temel ideolojiyi örgüt mensuplarına benimsetmek ve onları örgütün hedefleri doğrultusunda “bilinçlendirmektir”. Siyasi ve ideolojik eğitim de diyebileceğimiz bu süreçle, örgüt mensuplarının örgüte bağlılıkları sağlanır. Günümüzde terör örgütlerinin dayandığı başlıca ideolojiler arasında, Marksist-Leninist-Maoist ideoloji (Komünizm), Milliyet (etnik) kaynaklı ideoloji (Faşizm, Kürtçülük, Ermeni Milliyetçiliği gibi), dini kaynaklı ideoloji gibi farklı kaynakları temel alan, ancak hedef olarak rejim
11
12
değişikliğini veya bölünen topraklar üzerinde yeni bir devlet kurmayı amaçlayan ideolojiler yer almaktadır. Örgüt; organize bir yapı içerisinde, aynı ideolojiyi benimseyen ve aynı hedefe yönelmiş kişilerden oluşur. Günümüzde terör örgütleri, çoğunlukla örgüt lideri ile ona bağlı üst düzey sorumlular ve daha alt düzeydeki bölge, il ve birim sorumlularından oluşmaktadır. Örgütsel yapılanmada illegal teşkilatlanma ve gizlilik esastır. Bu aynı zamanda örgütün temel güvenlik ihtiyaçlarına yönelik bir yapılanmadır. İllegal faaliyet, legal alanda öne çıkan sempatizanların illegal alana kaydırılmaları ile beslenir. Böylece, operasyonlarla ortaya çıkan kadro kayıpları, yeni ve deşifre olmamış örgüt mensuplarının illegal kadrolara aktarılmasıyla giderilmeye çalışılır. Terörün en önemli unsuru, şiddet unsurudur. Terör örgütleri şiddeti, ideolojileri doğrultusunda belirledikleri hedeflere ulaşmada önemli bir araç olarak görmekte, "silahlı propaganda" adı da verilen terör eylemlerini, mevcut anayasal düzeni değiştirmek için kaçınılmaz bir yöntem olarak benimsemektedirler. Terör örgütleri, gerçekleştirdikleri şiddet eylemleri ile topluma korku salarak, halkta bıkkınlık ve yılgınlık duygusu oluşturup, vatandaşın devlete olan güvenini sarsmayı ve kaos ortamı yaratmayı, bu suretle de en azından hükümet politikalarını değiştirmeyi veya etkilemeyi 5 hedeflemektedirler. Küresel terörizmin ortaya çıkışını anlamak için Soğuk Savaş dönemi sonrasına bakmak gerekir. Doğu Avrupa’d a 1989 ve Rusya'da 1991 yılında komünizmin çöküşünün ardından çift kutuplu dünya düzeninin son bulmasıyla kalıcı bir huzur ortamı arzulanmış; ama o dönemki iyimser hava kendi içerisinde yeni problemlerle uğraşırken, tarihler 11 Eylül 2001'i gösterdiğinde tüm dünya siyasetinin odak noktası olan New York'taki Dünya Ticaret Merkezi'ne ait ikiz kulelere yapılan kamikaze saldırısıyla uluslararası terörizm kavramı bir kez daha gündeme gelmiş ve “Yeni Dünya Düzeni”nin bu tarihten itibaren kurulmaya başlanacağı o dönemki ABD başkanlığındaki Bush yönetiminin "ya bizdensiniz ya da teröristlerden" sözüyle anlaşılmıştır. Böylelikle Sovyetler birliğinin yıkılışından sonra dünya ABD önderliğinde kendisine bir karşı taraf daha seçmiş bunun adını da ''uluslararası terörizm'' koymuştur. 11 Eylül sonrası Birleşik Devletler ve tüm Batılı Devletler çeşitli komplo teorileri üretmişler ve bu ürettiklerinden en çok kendileri korkmaya başlamışlardır. İlk olarak Afganistan’a 11 Eylül saldırılarının planlayıcısı olduğu iddia edilen Usame bin Ladin'i yakalamak için, sonrasında da Irak’ta
olduğu varsayılan Nükleer ve Biyolojik Tesisleri etkisiz hale getirmek için müdahalede bulundular. Bu savaşlar sonucunda birçok sivil ve askerin ölmesine ve tüm dünyadaki insanların hayatlarından endişe etmelerine sebep oldular. 6 Küresel terörizmi analiz etmek için El Kaide’yi incelemek gerekir. El Kaide, 1988 yılında, Sovyet birlikleri ile savaşmak amacıyla, soğuk savaş döneminde SSCB’nin Afganistan’ı işgal edebileceği öngörüsü üzerine kurulmuştur. SSCB – Afganistan işgali sırasında Afgan topraklarını korumuştur. Fakat Soğuk Savaş sonrasında yüksek gücüyle denetimsiz kalan El-Kaide terörist faaliyetlere girişerek kendisine ana felsefe olarak İsrail’in yok olması ve Müslüman ülkelerde halifelik inancı altında büyük bir devlet kurma inancını benimsemiştir. Dünyanın birçok yerindeki radikal islami grubu kendi altında toplamıştır. Altında bulunan örgütler kendi başlarına eylem yapabildiği gibi, bir yönüyle El Kaide ‘ye bağlıdırlar. Kimi ülkelerde hücre tipi örgütlenerek, kimi ülkelerde düz hat biçiminde örgütlenerek eylemler yaparlar. Yapılan incelemelere göre her yerde onlara direk veya dolaylı yoldan bağlı militanlar bulunmaktadır. 7 Bu haliyle El Kaide şemsiyesi altında toplanan unsurların merkezle bağlılık ilişkisine göre dört grup olduğu bilinmektedir. Birinci grup; El Kaide’nin kuruluşundan beri örgütün yönetiminde yer alan lider kadro ile sınırlı sayıdaki çok iyi eğitilmiş tecrübeli militanlardan oluşan, büyük eylemleri plânlayan “Merkezî Grup”’tur. İkinci grup; El Kaide’d en uzun süredir para, silâh ve eğitim desteği alan, El Kaide ile beraber hareket etme iradesine sahip “El Kaide üyesi ve ortağı” radikal islamcı örgütlerdir. Ladin bu grupları; yerel hareketleri küresel cihat’ın maksadına uygun şekilde kanalize etmek; coğrafi olarak dağılmış bölgelerde ayrı ayrı eylem yapan bu grupları gerektiğinde tek ve yaygın bir küresel hareket haline getirmek; El Kaide adına eylem yapmalarını veya El Kaide’nin eylemlerine lojistik ve diğer konularda yardım etmelerini sağlamak maksadıyla desteklemeye devam etmektedir. Bu örgütler; Irak’ta El Kaide, Mısır’d a El İttihad el İslami (İslâmî Birlik), Lübnan’d a Asbat el Ansar, Irak’ta Ensar el İslâm, Yemen’d e Eden İslâmî Ordusu, Özbekistan’d a İslâmî Hareket, Endonezya’d a Jemaah İslamiye (İslâmî Cemaat), Libya’d a İslâmî Mücadele Grubu, Filipinler’d e Moro İslâmî Özgürlük Cephesi, Cezayir’d e Silâhlı İslâmî Grup, Davet ve Savaş için Selefî Grup, Keşmir’d e Pakistan desteğinde faaliyet gösteren Mücahitler Hareketi, Leşkeri Tayyiba, Ceyşi Muhammed, Leşkeri Cangvi örgütleridir. Üçüncü grup; daha önce terör eylemlerine iştirak etmiş, 11
Eylül saldırılarından önce El Kaide kamplarında eğitim görmüş, muhtemel eylemlerde yer alabilecek, nispeten zayıf ve el Kaide ile mevcut ilişkileri gevşek olan, Cezayir, Balkanlar, Çeçenistan ve Irak’taki “Yerel El Kaide Örgütleri”dir. Dördüncü grup; El Kaide ile organik bir bağlantısı olmamasına rağmen örgütün ideolojisine ve eylemlerine yakınlık duyan, El Kaide adına eylem yapma potansiyeline sahip, Ortak yönleri ABD’ye ve Batı dünyasından Irak, Filistin, Keşmir, Çeçenistan gibi bölgelerde Müslümanların içinde bulunduğu ortam nedeniyle nefret etmeleri olan “El Kaide Sempatizanı Örgütler”dir. Halen, Cezayir, Fas, Türkiye, Mısır, Suriye, Özbekistan, Tacikistan, Burma, Lübnan, Irak, Suudi Arabistan, Kuveyt, Endonezya, Kenya, Tanzanya, Azerbaycan, Dağıstan, Uganda, Etiyopya, Tunus, Bahreyn, Yemen, Bosna, Batı Şeria, Çin, Pakistan, Filipinler, Malezya, Somali, Keşmir, ABD, İngiltere, Fransa, Kanada, İspanya başta olmak üzere 70’d en fazla ülke ve bölgede kendisini El Kaide’ye bağlı ilân eden grupların bulunduğu tahmin edilmektedir. 8 El Kaide için 11 Eylül saldırıları dönüm noktası olmuştur ve faaliyetlerinin küresel olduğunu kanıtlamıştır. Bu saldırılar ile popülaritesini üst noktaya taşıyan örgüt, diğer ABD ve Batı karşıtlığına dayanan terör örgütlerinin de ortak dileklerini gerçekleştirmiş ve birleşme adresini de belirlemiştir. Bu süreçte faaliyetlerini artıran örgütlerin ve militanlarının sıklıkla İslam coğrafyasından çıkmış olması, ilk başlarda etiketlememenin “İslami terör” olarak yapılmasına yol açmış ise de, ilerleyen süreçte adlandırmanın “küresel terör”e kaydığını görmekteyiz. Terör olgusunu ve örgütlerini etkilemek çok ciddi bir konudur. Zira etiketlemeye muhatap olan kitleler, sadece terör eylemlerini gerçekleştirenler ve aktif destekçileriyle sınırlandırabilirse, terörle mücadele hedefleri ve bu sınırlamaya ve tasnife uygun yapılabilir. Bu tasnifte referans alınan ögeler,
örgütlerin kullandıkları küresel propaganda malzemeleri, yeni terör yöntemleri ve özellikle küreselleşmenin baş aktörü ABD’yi ve müttefiklerini hedef almış olmaları ve klasik terör örgütlerinden çok farklı bir şekilde örgütlenmeye gitmeleridir. “Neden ABD ve müttefikleri özellikle İsrail küresel teröristlerin baş hedefidir?” sorusunun cevabını El Kaide liderlerinden Ayman El Zavahiri’d en almak mümkündür. Zavahiri’ye göre; “ABD ve İsrail önderliğindeki Hıristiyan-Yahudi ittifakı İslam dünyasında faaliyet gösteren vatanseverleri kökten dinci etiketlemesiyle hedeflerine koymuştur. Bunlar sadece etiketleme yapmak suretiyle değil aynı zamanda Müslüman ülkelerdeki rejimleri de kendilerine karşı kışkırtmaktadır. Bu ittifak Birleşmiş Milletler başta olmak üzere uluslararası organizasyonları da Müslümanları yenmek için kullanmaktadır. Ellerindeki tüm güçleri, haberleşme sistemleri ve medya başta olmak üzere birçok unsurla Müslümanları muhasara altına almışlardır. … ABDİsrail önderliğindeki ittifak tüm İslam dünyasındaki kan, gözyaşı, adaletsizlik ve her türlü vahşetten sorumludur. … Tüm bunların neticesinde bu ittifaka karşı amansız bir cihad farzdır ve bu cihad düşmanın bulunduğu her yerde yapılmalıdır. … Savaş düşmanın evine taşınmalıdır. … “. 9 Sonuç olarak, terörizm yerelden küresele bir geçiş dönemi yaşamaktadır ve kırılma noktası ise Soğuk Savaş’ın sona erip tek kutuplu bir dünya düzeninin kurulmasıdır. 1990’a kadar terör örgütlerinin temel özelliği hedef olarak devlet adamlarını veya önemli makamlardaki kamu görevlilerini almalarıydı. ABD Başkanı John F. Kennedy’d en Hindistan Başbakanı Indira Gandhi’ye kadar birçok örnek verilebilir. Ancak, El Kaide ve düzenlemiş olduğu 11 Eylül saldırıları küresel terörizmin bir yansıması haline gelmiştir ve küresel terör bütün dünyayı tehdit eder hale gelmiştir.
Refera n sl a r 1. “Terörizm’in Tanımı”, (30.03.2011), http://asimetriksavaslar.wordpress.com/2011/03/30/terorizmin-tanimi/, (Erişim Tarihi: 29.04.2013) 2. İhsan Bal (2006), “Terör Nedir, Neden Terörist Olunur”, İhsan Bal (ed.), Terörizm, Ankara, Usak Yayınları, s.8 3. Nurullah Aydın, (2009), “Küresel Terör ve Terörizm”, İstanbul, Kum Saati Yayınları, s.41 4. Tuğçe Gençtürk, “Terör Kavramı ve Uluslararası Terörizme Farklı Yaklaşımlar”, (03.02.2012), http://sam.baskent.edu.tr/makaleler/tgencturk/TerorUluslararasi.pdf, ( Erişim Tarihi: 30.04.2013) 5. gös.yer. 6. Bekir Aydoğan, “Uluslararası Terörizm”, (08.08.2011), http://www.politikadergisi.com/okur-makale/uluslararasi-terorizm, (Erişim Tarihi: 02.05.2013) 7. http://www.uzmanportal.com/el-kaide-el-kaide-nedir-el-kaide-ne-demektir-el-kaide-teror-orgutu-hakkinda-bilgi.html/, (Erişim Tarihi: 04.05.2013) 8. “El Kaide”, (03.04.2011), http://asimetriksavaslar.wordpress.com/2011/04/03/el-kaide/, (Erişim Tarihi: 27.04.2013) 9. İhsan Bal, a.g.
13
Global arenada son yıllarda yaşanan gelişmelere baktığımızda, Çin Halk Cumhuriyeti belki de kendini en çok geliştiren ülkelerden biri olarak adlandırılabilir. 1970'lerde artan nüfusuyla ve hızla gelişen ekonomisiyle dünyada adından söz ettirmeye başlayan ülke, 90'lı yılların başında sadece Uzak Doğu'da etkili bölgesel bir aktör olarak düşünülürken, ülkenin şu anda küresel sistemde dahil olduğu güç dengelerinde oynadığı önemli rol tartışılamaz bir hale geldi; çünkü Çin artık vazgeçilemez bir küresel aktör. 1
14
Çin'in dünya politikasında daha etkili bir yer edinmesiyle, diğer büyük aktörleriyle de ilişkilerinin artması ve gelişmesi kaçınılmaz bir hale gelirken, karşılıklı etkileşim ve bağımlılık ilkeleri kendini belli etmeye başladı. 2 Amerika Birleşik Devletleri ve Avrupa Birliği'yle artan ekonomik ilişkiler, bir yandan politik ve karar alma mekanizmalarındaki değişimlere sebep olurken, bir yandan da karşılıklı kültürel etkileşimin boyutunu oldukça arttırdı. 11 Aralık 2001’d e Dünya Ticaret Örgütü’ne tam üye olan Çin, ekonomisindeki 70’lerden bu yana süre gelen reform ve dışa açılma sürecinde önemli bir adım atmış oldu. Geçmişte, Avrupalılar için, bolluğun, refahın ve zenginliğin sembolüydü aslında Uzak Doğu’nun incisi olan Çin. 1842 Afyon Savaşı’na kadar ise, güçlü politik yapısı sayesinde, Avrupa’nın Çin pazarına erişimi oldukça zordu 3, devam eden ticaret ilişkilerine rağmen. İngiltere’nin bu müdahalesi Çin’i sömürgeleştirerek serbest ticaretin yolunu diğer Avrupa ülkelerine de açmış oldu; Çin halkı, piyasaya giren ucuz ithal mallar sebebiyle fakirleşti, ekonomisi oldukça geriledi; bu durum ise 1949’d a Komünist Çin Halk Cumhuriyeti’nin kurulmasına kadar devam etti. 4 1975’te başlayan ilk resmi görüşmeler, Avrupa Birliği ve Çin arasındaki diplomatik ve daha sonrasında ekonomik ve politik ilişkilerin başlangıcını oluştururken, ekonomik ve market reformlarının ileriki yıllarda devam etmesi ve yabancı sermayenin ülkeye girişine izin verilmesi; Çin’in aslında, pazarına girebilmek için yarışan AB ülkelerinin aralarındaki rekabeti kendi çıkarları doğrultusunda kullanabilme becerisinin 5 oldukça güzel bir örneğidir. Nitekim, Çin ile ticari ilişkilerde Amerika Birleşik Devletleri ve
Japonya’yı geride bırakarak birinci sıraya oturan Avrupa Birliği, ekonomik ilişkilerin yanı sıra bilim, teknoloji, enerji ve çevreyi koruma alanlarında da Çin ile önemli paylaşımlarda bulunmaktadır. Ayrıca, 1998 yılından beri yıllık zirve görüşmelerinde buluşan Çin ve Avrupa Birliği, 2003 yılında da stratejik ortaklık antlaşması imzalayarak, bu çok yönlü ilişkilerin ne kadar derinleştiğini ve karmaşıklaştığını göstermektedir. Çin’in politik, sosyal ve kültürel değişimini sonuna kadar destekleyen Avrupa Birliği’nin başlıca amaçları ise şunlardır: • İkili ve uluslararası bağlamda artmakta olan siyasi diyaloğu güçlendirmek; • Çin’d e gerçekleşmekte olan insan haklarına saygılı ve hukukun üstünlüğüne bağlı bir açık topluma geçiş sürecini desteklemek; • Çin’in dünya ekonomisine ve ticaretine daha da fazla katılmasını ve devam eden ekonomik ve sosyal reform sürecini teşvik etmek; • Çin’d eki Avrupa Birliği bakış açısını olumlu yönde geliştirmek. 6 Bu gelişmelere karşılık olarak, Çin de Ekim 2003’te Avrupa Birliği’ne karşı izleyeceği adımları duyurmuştur. Buna göre: • Öncelik karşılıklı çıkarları ve eşit şartlarda müzakere yapma hakkını korumaya, ticaret ve ekonomi ilişkilerini derinleştirmeye ve karşılıklı ve beraber gelişmeye verilirken; • Karşılıklı tecrübeleri paylaşarak refaha kavuşmak ve kültürel ilişkileri geliştirmek, • Birleşmiş Milletler ’in fonksiyonunu arttırarak uluslararası terörizmle ve fakirlikle mücadele ederken, çevreyi de korumak gibi konularda büyük önem taşımaktadır. 7 2008 yılında ortaya çıkan ve Avrupa’yı ve Avro bölgesini de oldukça kötü bir biçimde etkileyen ekonomik-finansal krize rağmen büyümeye devam eden Çin ekonomisi, Avrupa’nın çözüm arayışlarına, yatırımcı olarak Çin’i de eklemesine neden oldu. Ancak, Avrupa Finansal İstikrarlılık Tesisi ’ne (EFSF)
yatırım yapması için Çin’i ikna etmeye çalışan AB çabaları sonuçsuz kaldı. Macaristan, Yunanistan, İtalya ve Portekiz gibi ülkelerle zaten ilişkileri olan Çin’in; Almanya ve Fransa’nın krizden etkilenmiş Avrupa Birliği ülkelerine yardım etmekteki isteksizlerini ve tüm AB ülkeleriyle işbirliğine girmenin kendi istediği koşulları elde edemeyeceğini fark etmesi, Çin’in bu krize tamamen bir çözüm olmadığını gösterdi. 8 Yine de, son yıllarda artan ekonomik ve ticari ilişkiler ve G-20 zirveleriyle de vurgulanan ortaklıklar, Çin-AB işbirliğinin ortak çıkarlar ve kazanımlar olduğu sürece devam edeceğine işaret etmektedir. Tüm bu gelişmelere baktığımızda, Çin ve Avrupa Birliği arasındaki diplomatik, politik, ekonomik ve sosyal ilişkilerin ve etkileşimlerin tamamen olumlu olduğunu düşünmek gibi bir yanılsama oldukça mümkündür; ancak bu şekilde düşünmek AB-Çin ilişkilerini eksik olarak ele almaktır. Çünkü, iki dev aktörün ilişkilerinde bir takım gerilemelere sebep olan iki faktör vardır; Tiananmen Meydanı Katliamı sonucunda 27 Haziran 1989 yılında Çin’e uygulanan silah ambargosu, ve Çin’in Avrupa Birliği insan hakları standartlarına uymaması. Karşılıklı güven ilişkilerinin artması, politik ve ekonomik ilişkilerin derinleşmesi, ikili stratejik ortaklığın hedeflenmesi gibi sebepleri işaret eden Çin hükümeti, birçok Avrupa devletini ziyaret ederek, silah ambargosunun artık işlevsiz olduğunu ve AB’nin iyi niyet göstergesi olarak ambargoyu kaldırması gerektiğini savunmaktadır. 9 Fransa ve Almanya gibi ülkeler ambargonun kaldırılmasından yana olsalar da, diğer Avrupa ülkeleri konuya daha temkinli yaklaşılması gerektiğini ve bunun hemen gerçekleşmeyeceğini vurgulamaktadırlar. Ambargo konusundaki tartışmalarda Amerika Birleşik Devletleri’nin tutumu da önemlidir. Eğer ambargo kaldırılırsa, Birlikle olan ekonomik ilişkilerini sınırlayacağını üstü kapalı bir şekilde ima eden devlet10, bu konuda söz sahibi olduğunu da açıkça
belirtmektedir. İnsan hakları konusundaki yetersizlikler aslında AB’nin ambargoyu kaldırma konusundaki kararsızlığının önemli bir bölümünü oluşturmaktadır. Tiananmen olayında bağlı olarak tutuklanan siviller, medya sansürleri, Çin’in yeniden eğitim sisteminin reformu ve Çin’in henüz onaylamadığı, Birleşmiş Milletler ‘in hazırladığı ve 1966 yılında kabul ettiği Siyasi Haklara İlişkin Uluslararası Sözleşme11 konuları, Avrupa Birliği’nin önceliklerini ve Çin’in geliştirmesi gereken alanları göstermektedir. Bu konulardaki karşılıklı anlaşmazlık ileride Çin-AB ilişkilerine darbe vurur mu bilinmez ama, mutlaka ilgilenilmesi gereken alanlar oldukları tartışılamaz; çünkü yaklaşık 10 yıldır süregelen insan hakları diyaloğu herhangi bir gelişmeye sebep olmamış ve durumu etkileyememiştir.
15 Genel olarak baktığımızda, Çin ve Avrupa Birliği özellik son yıllarda oldukça gelişmiş ve genişlemiş olmasına ve politik, ekonomik, sosyal, bilim ve teknoloji, çevre ve enerji gibi alanlarda oldukça ilerlemiş olmasına rağmen; politik ve kültürel yapılarındaki farklılık, Çin’d eki komünizm etkileri ve AB standartlarına uygun insan hakları ve hukukun üstünlüğüne sahip olmaması, bu ilişkilerin geleceğine dair endişelerin ortaya çıkmasına sebep olmaktadır.
Refera n sl a r 1. Şen, Z., “Çin-Avrupa Birliği İlişkileri”, (Mayıs 2004), http://www.anlayis.net/makaleGoster.aspx?dergiid=12&makaleid=3474, (Erişim Tarihi: 4 Mayıs 2013) 2. Akçadağ, E. “Bir Karşılıklı Bağımlılık Örneği Olarak AB-Çin İlişkileri”, (8 Ocak 2013), http://www.bilgesam.org/tr/index.php?option=com_content&view=article&id=2302:bir-karlkl-bamllk-oernei-olarak-ab-cin-ekonomiklikileri&catid=70:ab-analizler&Itemid=134, (Erişim Tarihi: 4 Mayıs 2013) 3. Şen, Z., a.g.e 4. Şen, Z., a.g.e 5. Türksam, “Ejderhayla Kucaklaşma: Çin-AB İlişkileri”, (16 Kasım 2005), http://www.turksam.org/tr/a623.html, (Erişim Tarihi: 5 Mayıs 2013) 6. Şen, Z., a.g.e 7. Türksam, a.g.e 8. Yao, S., “Eu-China Economic Relationship”, (2011), http://www.euecran.eu/economics, (Erişim Tarihi: 5 Mayıs 2013) 9. Türksam, a.g.e 10. Türksam, a.g.e 11. “Birleşmiş Milletler İkiz Sözleşmeleri”, http://www.hyetert.com/yazi3.asp?Id=141&DilId=1, (Erişim Tarihi: 8 Mayıs 2013) Görsel kaynak: Boston Discovery Guide, http://www.boston-discovery-guide.com/october-2011-events.html, (Erişim Tarihi: 8 Mayıs 2013)
16
“İyi kalpli insanların harika bir hayali var/Margaret giyotinde/ Senin gibiler beni çok yoruyor / Ne zaman öleceksin” Morrisey’in ‘Viva Hate’ albümünde yer almış ‘Margaret on the Guillotine’in sözleri çok acımasız gelebilir. Ancak, müzik gruplarına verdiği ‘ilhamla’, birçok kişi için Margaret Thatcher’ın müziğe katkıları tartışılmazdır. İngilizler, 3 dönem üst üste seçilerek, 1979 ve 1990 yılları arasında İngiltere’nin başbakanlığını yapmış olan Thatcher’ın ölümünü, ne ironidir ki sokaklarda ‘cadı öldü’ diyerek kutlamışlardır. Aslında ‘Demir Leydi’nin hayatı birçoklarımıza başarı kavramını sorgulatacak cinsten. Çok fazla güce sahip olmuş bir kadın, İngiltere gibi bir ülkenin en etkili olmuş yöneticilerinden biri ve ilk kadın başbakanı. Ancak, kitleler ölümünü nefretle kutluyorlar. Kişisel olarak çok başarılı olmuş, güçlü bir kadın imajı çizerken; ülkesini, vatandaşlarını hatta İngiltere’nin yüzlerce kilometre uzağındaki insanların bile hayatlarını kökten etkileyen kararların sahibi olan kadın aynı zamanda. Burada tabii ki etkili olan insanların başarıya giderken izledikleri yol. Halkının büyük bir kesiminin kendisinden bu denli nefret etmesinin nedenlerine gelmeden önce Thatcher’ın hayatına kısaca bakalım. Margaret Hilda Roberts, 13 Ekim 1925’te Grantham kentinde doğdu. Bakkal dükkanı işleten babası Alfred Roberts, düşüncelerini etkileyen isimlerin ilkiydi. 1 Anlaşılan hep kendine fazla güvenen, uzlaşması zor bir kişiliğe sahipti. 9 yaşında, ilkokulda aldığı bir ödül sonrası konuşmasında “Şanslı değildim, hak ettim” 2 diyecekti. Thatcher 1943 ve 1947 yılları arasında Oxford Üniversitesi Somerville Koleji’nde kimya okudu. 1946 yılında, üniversitenin Muhafazakârlar Derneği'nin başkanı olmuştu. 3 1951’d e iş adamı Denis Thatcher'la evlenmiş, hukuk okumaya başlamış ve 1953 yılında avukatlığa hak kazanmıştı. Margaret Thatcher, 1959 yılında Finchley’d en milletvekili seçilerek parlamentoya girmişti. Thatcher, milletvekili olduğu yıllarda medyanın ilgisini çeken bir isim haline
geldi. Muhafazakar Parti bünyesinde, Edward Heath’in başbakan olduğu kabinede, Eğitim ve Bilim Bakanı olarak görev aldığında ilk icraatı kısıtlama yapmak oldu, 4 Süt kısıtlaması ile 7 ila 11 yaşındaki çocuklara ücretsiz süt dağıtılması uygulamasını kaldırma kararı aldı 5 ve bu ona siyasetteki ilk lakaplarından birini kazandırdı: S ü t h ı rsı zı Thatcher 1975 yılında bu kez Muhafazakar Parti liderliği için yarışıyordu ve o yıl Muhafazakar Parti’nin ilk kadın başkanı oldu. İngiltere tarihinde ilk kez bir kadın, bir siyasi partinin başkanlığına geliyordu. 1976 yılında bir Sovyet Gazetesi Margaret Thacher’d an ‘Demir Leydi’ diye söz etmekteydi 6 ve bu hayatı boyunca, bütün dünyada böyle anılacağı ve kendisinin de benimseyeceği siyasi lakabı olacaktı. Demir Leydi, 1979 yılında, İngiltere’nin ilk kadın başbakanı oldu. M a l i Pol i ti ka l a rı Demir Leydi, Downing Street 10 numaraya yerleştikten sonra 11 senelik başbakanlığı süresince Londra’yı dünyanın finans merkezi yaptı; tabii bedelleriyle. 1979’da yani Thatcher iktidara geldiğinde İngiliz ekonomisine genel olarak bakarsak, dönemin ABD’si gibi, enflasyon oranlarının yüksek olduğunu görürüz. Fakat, genel ekonomik görünüm çok kötü değildi. İşsizlik ve GSYH büyümesi olması istenen seviyelerdeydi.7 Bilindiği gibi Thatcher çok sert neo-liberal politikalar uygulamıştır. Hatta bu politikalar Th atch eri zm adıyla anılır. Margaret Thatcher bir konuşmasında ‘Thatcherizm’in tarihsel olarak iltifat olarak görüleceğini söylemişti. Haklı çıkmış mıdır? Bu konuda farklı görüşler öne sürülebilir. Thatcher’ın ünlü “Toplum diye bir şey yoktur” ("There is no such thing as society. There are individual men and women and there are families.") sözleri ve bu yöndeki politikaları, kendisine karşı olanlar tarafından Britanya toplumunu bir arada tutan değerleri yok ettiği yönünde eleştirilirken, Thatcher’ı savunanlar ise bunların 1970’lerde İngiliz ekonomisini engellediğini savunuyorlardı.
83’tü, ayrılırken bu oran yüzde 40'a gerilemişti ve devlet harcamaları da Yüzde 42.7'den yüzde 39.2'ye inmişti. 12
Thatcherizmin öncelikleri arasında sendikaları yenmek, özelleştirmeler yapmak ve sosyal konutlarda devlet yardımı ile oturan kişilerin kaldıkları evleri almalarını sağlamak vardı. Demir Leydi, ülkenin mali politikasını baştan düzenlerken devleti küçültmeyi ve serbest piyasayı güçlendirmeyi hedef aldı. 8 Thatcher döneminde 1980’lerin ortasında, enflasyon yaklaşık yıllık %4-5 seviyelerine düşmüştü ancak bunu bedeli çok daha yüksek işsizlik oranları ve 1980’lerin başlarında yaşanan durgunluk oldu. 9 Thatcher döneminde, İngiliz Hükümeti’ne ait ana sanayiler özelleştirildi. Havacılık endüstrisi, Telekom, Britoil, British Gas ve Jaguar’ın özelleştirilmesini, üçüncü döneminde British Airways, BP, British Steel, rolls Royce ve elektrik ile su şirketlerinin özelleştirilmesi 10 izledi. Bütün bu politikaların karşıtları kadar savunanları da tabii ki vardı. Ancak Thatcher’ın en tepki çeken politikalarından biri kesinlikle sendikalara yönelikti. 1984 ve 1985 yılları arasında maden işçilerinin grevleri, Thatcher döneminin en büyük kutuplaşmasına yol açan olaylar oldu. Bir yıl süren olaylarda 11 kişi öldü, 11 binden fazla kişi tutuklandı ve bunların 8 bini huzuru bozmak suçundan ceza aldı. Bu rekabeti Thatcher kazandı ve bu grevlerin sonunda, ülkedeki maden ocaklarının çoğu kapatıldı. Kalanlar ise sonraları özelleştirildi. Dahası, İngiltere’nin temel taşlarından olan sendikaların rolü ülkede en aza indi. Thatcher sendikaları içimizdeki düşman olarak 11 tanımlamaktaydı. Toplum diye bir şeyin olmadığını savunan birinin sendikaları yani toplumsal örgütlenmeyi desteklemesi beklenmeyecekti. Neo-liberal politikalarının bir gereği olarak Thatcher döneminde vergiler ve devlet harcamaları azaldı. Başbakan olduğunda en yüksek vergi oranı yüzde
"Devlet sosyalizmi İngilizlerin karakterine tümüyle yabancıdır." 1983 yılında bir röportajında söylediği bu sözler onun eşitlikle ilgili düşüncelerinin de özeti gibiydi. Ekonomik politikaları eşitlik kavramıyla belirlemenin herkesi daha yoksullaştıracağını savunan liberal-muhafazakar bir anlayışla yönettiği ülkesinde uyguladığı mali politikalarla birçok kesimin tepkisini çeken hatta nefretini kazanan Demir Leydi, elbette destek de gördü. Üç dönem başbakanlık yaptı. 1979’d a iktidara geldiğinde, İngiltere, 2. Dünya Savaşı sonrası ekonomisini dengelemeyi az çok başarmış bir ülke görünümündeydi. Ancak, bu dönemin İngiltere’sine bir tüketim toplumu demek belki de zordu. Thatcher, iktidara geldikten sonra kesimlerin algılarını değiştirdi. Tüketimi ve zenginliği başarının göstergesi olarak algılıyordu ve bu ülkesindeki bir kesimi de etkiliyordu. İngiltere’nin sanayi üretimi ağırlıklı ekonomisini, finans ve hizmet sektörlerinin domine ettiği bir hale getirdi. 1980’d e ABD’nin başkanı Reagan olurken, Reagan ve Thatcher uyguladıkları benzer politikalarla toplumlarının algılarını değiştiriyorlardı ve bu İngiltere’d e daha çok değerin yıkılmasına neden oluyordu. Belki de Thacher’ın ülkesinde, Reagan’ın ABD’d e gördüğünden daha fazla tepki ve nefret görmesinin nedeni, İngiltere’nin kültürel altyapısıyla ve Thatcher’ın bunlarda yarattığı yıkımla daha net anlaşılabilir. Thatcherizm, kendisinden sonra gelen sol hükümetlerin politikalarını bile değiştirecekti. Ekonomik politikalarının ötesinde, uyguladığı dış politikalarıyla da çok tepki çekti Demir Leydi. Dem i r Leyd i ’yi Tekra r G ü çl en d i ren Kri z: Fa l kl a n d Ad a l a rı İngilizler için Falkland ya da İspanyolca adıyla Malvinas Takım Adaları, uzun yıllardır Arjantin ve İngiltere arasında anlaşmazlıklara sebep olmaktadır. Arjantin’d e 1982’d e cunta yönetimi ile başa gelen General Leopodo Galtieri gibi Margaret Thacher da sahip oldukları desteğin azalmasıyla sorunlu günler yaşıyordu. Ancak Demir Leydi için aradığı desteği bulmak zor olmadı. Arjantin, İngiltere’ye bağlı olan adaların üzerinde hak iddia ediyordu. 1980’lerin başında adalarda petrol bulunmasıyla İngiltere ve Arjantin arasında rekabet arttı. 2 Nisan’d a Galtieri yönetimi adaya asker çıkararak işgale başladı. Thatcher yönetimi, Birleşmiş Milletler’in işgali kınaması ve Reagan yönetiminin desteğiyle Falkland
17
Adaları’na asker gönderdi ve Arjantin’i adadan çıkarmayı başardı. 13 Bu galibiyet ülkesinde Thatcher’ın önündeki seçimleri kazanması için gereken desteği tekrar elde etmesini sağlıyordu. D ı ş Pol i ti ka’d a Th a tch er
"Bakanlarımın ne kadar konuştuğu önemli değil, yeter ki dediğimi yapsınlar." M. Thatcher – 1984
18
Thatcher, dış politikasında ABD Başkanı Reagan ile komünizme karşı oluşları ve serbest piyasalara olan inançları temelinde oldukça yakın politik ilişkilere sahipti. Bu ikili, Sovyetlere karşı soğuk savaş döneminde de oldukça agresif tutumlu politikalar izlemişlerdir. Ancak, Mihail Gorbaçov’un Sovyetlerin başına gelmesiyle birlikte, Gorbaçov’la çalışabileceğini belirtiyordu. Uzlaşılması zor, güçlü tavrı dış politikada da zaman zaman kendisini daha fazla gösteriyordu. Kendi kurmaylarını hatta NATO’yu bile umursamadığı zamanlar oluyordu. Örneğin; NATO’nun tüm itirazlarına rağmen, 1986’d a, ABD’nin Libya’yı vurmasını destekledi. 14 1987 yılında, üçüncü başbakanlık dönemi için seçildi. Bu döneminde, kendi kabinesiyle bile karşı karşıya gelmesine neden olan konuların başında Avrupa Birliği Para Politikası geliyordu. Avrupa Birliği’ne muhalif olan Demir Leydi, Euro’ya geçmeyi reddedip, Sterlin’in kullanılmasına devam edilmesi gerektiğini savunuyordu. Ayrıca, Thatcher, ortak para biriminin, küçük ülkeler için de yıkıcı olacağını öngörüyordu, çünkü bu ülkelerin çıkarları, Almanya, Fransa gibi
güçlü ülkelerin çıkarlarıyla uyuşmayacak ve Avrupa Merkez Bankası’nın politikalarında kendilerine yer bulamayacaklardı. 15 Son döneminde, Thatcher’ın sonunu hazırlayan asıl olay, “Kelle Vergisi” denilen ve gelir düzeyine bakılmaksızın alınması planlanan bir vergiyi gündeme getirmesi oldu. 16 Bu, halkın çok yoğun tepkisine neden oldu. 1990 yılı sonunda, Thacher, kabinesi tarafından iktidardan düşürüldü. "Eviniz, yapacak daha iyi bir şeyiniz olmadığında gittiğiniz yerdir." diyen birinin hele de bunca güce sahip olmuşken bir anda siyasetten tamamen çekilebilmesi pek olası değildir. Aktif siyasetten ayrıldıktan sonra da siyasetten elini çekmedi. Partisinin başına kendi desteklediği adayın gelmesini sağladı. 2006 yılında eşini kaybeden ve Alzheimer hastası olan Demir Leydi, 8 Nisan 2013’te hayatını kaybetti. Ölümünün ardından yayınlanan taziye mesajlarında, kendisini sevgiyle ananların ve yaptıklarını övenlerin yanında, birçok insan sokaklarda ölümünü kutladı. İnsanları mağdur eden agresif ekonomik politikalarına ithafen cenazesinin özelleştirilmesini teklif edenler bile oldu. Morrisey, Demir Leydi’nin ölümü üzerine, “Thatcher, insanlığın zerresi bulunmayan bir terördü.” demiş. İngilizler, ‘Ding Dong Cadı Öldü’ (Ding Dong Witch is dead) şarkısını, o haftanın en çok indirilen şarkısı yapmak istediler, ki ölümünü bu şarkıyla sokaklarda kutluyorlardı. 17 Bütün bunlara rağmen Thatcher’ın dediği gibi tarih Thatcherizm’i iltifat olarak yazacaksa bile bunun daha vakti olmalı.
Referanslar 1. “Margaret Thatcher: Dünyanın 'Demir Leydi'si”, (08.04.2013), http://www.bbc.co.uk/turkce/ozeldosyalar/2013/04/130408_thatcher_obit.shtml (Erişim Tarihi: 01 Mayıs 2013) 2. “Thatcher’dan Ünlü Sözler”, (08.04.2013), http://www.bbc.co.uk/turkce/haberler/2013/04/130408_thatcher_vecizleri.shtml (Erişim Tarihi: 01 Mayıs 2013) 3. “Margaret Thatcher 1925-2013”, (09.04.2013), http://www.ox.ac.uk/media/news_stories/2013/margaret_thatcher.html (Erişim Tarihi: 01 Mayıs 2013) 4. Selen Selçuk, “Dünya Tarihine Atılmış Bir Virgül: Margaret Thatcher”, (09.04.2013), http://www.hurriyet.com.tr/planet/22995673.asp (Erişim Tarihi: 30 Nisan 2013) 5. “Margaret Thatcher: Dünyanın 'Demir Leydi'si”, gös. yer 6. gös.yer. 7. Dylan Matthews, “A Look Back at Margaret Thatcer’s Economic Record”, (08.04.2013), http://www.washingtonpost.com/blogs/wonkblog/wp/2013/04/08/a-look-back-atmargaret-thatchers-economic-record/ (Erişim Tarihi: 30 Nisan 2013) 8. “Margaret Thatcher: Dünyanın 'Demir Leydi'si”, gös. yer 9. Dylan Matthews, gös.yer. 10. gös. yer 11. Metin Güneş, “Solun Nefret Ettiği Kadın!”, (09.04.2013), http://www.cnnturk.com/Yazarlar/METIN.GUNES/Solun.nefret.ettigi.kadin/103.6749/ (Erişim Tarihi: 30 Nisan 2013) 12. Tuğçe Özsoy, “Thatcher’ın Ekonomi Karnesi”, (11.04.2013), http://www.bloomberght.com/yorum/tugce-ozsoy/1337455-thatcherin-ekonomi-karnesi (Erişim Tarihi: 30 Nisan 2013) 13. Selen Selçuk, gös.yer 14. Gös. yer 15. Dylan Matthews, gös.yer. 16. “Margaret Thatcher: Dünyanın 'Demir Leydi'si”, gös. yer 17. “ Çalmalı mı çalmamalı mı?”, (13 Nisan 2013), http://www.radikal.com.tr/radikal.aspx?atype=radikaldetayv3&articleid=1129313&categoryid=81 (Erişim Tarihi: 30 Nisan 2013) Görsel: http://www.vogue.co.uk/spy/celebrity-photos/2013/4/8/margaret-thatcher-most-famous-quotes/gallery/960910
Bahar aylarına girmemizle beraber emekçi halkların daha çok politika tartıştığı/tartışabildiği bir döneme girdik. Aynı zamanda barış sürecinin getirdiği yeni bir atmosfer bizi sardı. Var olan etmenlerin dışında sürecin başlamasında esas tayin edici olan halkların barış mücadelesi olmuştur. Hükümet ve sermaye çevrelerine savaşın çözüm getirmeyeceğini göstermiştir. Bu yüzden bu mücadele, bu çevrelere Kürt meselesinin çözümüne dair bir şeyler yapmadan ve Kürt halkının var olan dinamik halini görmezden gelerek politika yapılamayacağını göstermiştir. Böylelikle çözümün daha açık ve rahat bir şekilde tartışılabileceği yeni bir politik platform oluşmaya başlamıştır. Bu vesileyle Türkiye halklarının barış ve demokrasi talebinin yükselmesinin olanakları daha çoğalmıştır. Gerek 21 Mart’ta gerekse de 1 Mayıs’ta alanlara çıkanlar tarafından verilen mesajlar bunun ana dayanakları sayılabilir. Bu ana dayanakların sahiplerinden biri olan her kökenden işçilerin ve emekçilerin barış sürecine katkısı, hem kendi sınıf mücadelelerinin daha ileriden ve yeniden mevzilenmesi açısından hem de güçlü bir barış mücadelesi vermek açısından önemlidir. 2003 yılında Irak’ın işgaline meclisten tezkere çıkmasını engelleyen Türkiye emekçi halkları, bugün de var olan bütün gücüyle barış mücadelesinde söz söylemeleri, halkların kardeşliğinin tesisi ve kendi siyasal mücadelelerinde yeni bir döneme işaret edebilir ki işçilerin ve emekçilerin içerdiği dinamiklerin, öncesine göre tepkilerini daha fazla ifade etmeleri sanayi ve atölye havzalarından tutun da meydanlara kadar yansıyor.
Bu fikrim ve gözlemim, dünyada dünden bugüne süregelen denklemlerin sürekli ve sürekli alt üst oluşundan ayrıksı değil elbette. Geçtiğimiz dönemlerde çokça televizyonlarda veyahut birçok politik tartışmada rastladığımız Avrupa ve Arap coğrafyası halklarının ayaklanmaları etkilerini koruyor. Halklar bir kez daha birleşmenin ve aynı zamanda örgütlenmenin, ekmek, demokrasi ve hürriyet mücadelesi önündeki engelleri aşabileceğini göstermiştir. Maalesef ki Arap coğrafyasında birçok yerde var olan örgütsüzlük hali, emperyalistlerin mücadeleyi yedekleme ve bölme politikalarını yer yer başarıya ulaşmasını getirmiştir. Ancak emekçi halkların bu taleplerinin karşılanmaması, bu emperyalist politik hesabı her halükarda zayıf kılacaktır. Mısır’d a ve Tunus’ta son zamanlarda olanlar bunu kanıtlar niteliktedir. Bu ülkelerin halkları artık sokakları ve meydanlarıyla beraber kentlerini kendi mücadeleci ruhlarıyla ifade edilebilecek düzeye getirmiştir. Tu n u s Tunus; ayaklanmaların ilk başladığı yer olarak ayrı bir öneme sahiptir. Genel örgütlenme düzeyi açısından da ileri olan bir ülke olması bu önemin değerini sürdürücü bir karaktere sahiptir. Çünkü Tunus’ta var olan örgütlü yapılanma, ayaklanmanın yarattığı olanakları ve önünü açtığı halk hareketini programlı bir şekilde ilerletmeye müsaittir. Özetle demokratik bir halk iktidarı, diğer Arap coğrafyası ülkelerine göre daha olanaklıdır. Son olanlarda bize Tunus’ta hiçbir şeyin eskisi gibi olmadığının somut bir göstergesidir. Şubat ayında Demokrat Yurtseverler Hareketi’nin lideri ve aynı zamanda Tunus’ta birçok sol partinin bir araya gelerek oluşturduğu Halk Cephesi’nin temsilcisi olan Şükrü Belayid bir suikast ile öldürüldü. 2,3 Bunun üzerine Tunus halkı sokaklara döküldü. En Nahda lideri olan Gannuşi’yi onbinlerce Tunuslu katil olarak nitelendirdi. Birçok kentte yapılan protestolar koalisyon hükümetinde çatlaklar yarattı. Başbakan
19
Cibali hükümetin feshedilip, yerine bir teknokratlar hükümeti kuracağını açıklamıştı. Kendi partisi En Nahda ise buna tepki gösterdi. Muhalefet ise meclisten çekilip, hükümeti istifaya çağırdı. 4 Tunus’ta halk mücadelesini birleştirici özelliği bulunan Halk Cephesi muhalefetinin liderinin öldürülmesi iki şekilde yorumlanabilir. Birincisi iktidardaki En Nahda ve etrafındaki silahlı grupların bu güçten çekinip, Halk Cephesi’ni bastırma ve korkutma isteği ki hükümet ve etrafındaki güçlerin Tunus’ta yarattığı hava, bu suikastı olanaklı kılıyor. İkincisi ise, “acıların insanları birbirine daha da yakınlaştıracağı verisi” ile suikast, En Nahda’nın meşruiyetini kaybetmesini isteyen odaklar tarafından da yapılmış olabilir. 5,6
20
Türkiye’d e hükümetle yakın olarak bilinen yayın organlarında yapılan haberler ve yorumlamalar ikinci ihtimale daha çok yükleniyor. Örneğin; Siyaset, Ekonomi ve Toplum Araştırmaları (SETA) Vakfı başkanı Taha Özhan’ın haber 7’ye yaptığı açıklamaya göre ''Fransa'nın da iktidar denkleminde dahli var. Bin Ali rejiminde oluşmuş güçlü bir ekonomik sistem ve sendika hareketi var. Bunların tamamı radikal, fanatik ve laik eğilimleri olan ekipler. Seçimle iktidara gelen hükümeti ideolojik olarak içine sindirememişler. Sıkıntı buradan kaynaklanıyor. Yaşananlar, aynı zamanda büyük toplumsal hareketler. Tunus ve Mısır'da eski rejimden kalan güçler yerini koruduğu için, süreçte yaşanacak sıkıntılara da şaşırmamak gerekir.'' 7 demiştir. Ayrıca Star gazetesi yazarı Hakan Albayrak da aynı savı destekler biçimde En Nahda hükümetinin kendi ayağına kurşun sıkmayacağını belirterek, yazısının başında “Karşı devrimciler en aşağılık yöntemlere başvurarak halkoyuyla gelen İslamcı yöneticileri tasfiye etmeye çalışıyorlar.” diye bir ifade kullanmıştır. 8 Ancak söylemler üzerinden politik durumlarda kısa bir karşılaştırma yapılınca, Tunus’ta iktidarda olan yapının savunulma meselesinin, Türkiye’d e olanla, şekli anlamda bir farkı yok. Laik-şeriatçı, darbeciözgürlükçü tarzı ikilemler üzerinden “ya öyle ya da böyle”lik üzerinden bir politik algı yerleştirilmeye çalışılıyor. Tunus Genel İşçi Sendikası Temsilcisi Samir Bouraoui’nin verdiği açıklamaya göre Tunus’taki
hükümetin eski yönelimlerinde bir değişiklik olmadığı, hala “neoliberal politikaları benimsemiş kapitalist ve İslamcı bir hükümet olduğu” görülüyor. Ayrıca sendikalaşma hakkının anayasaya girmesinin En Nahda tarafından kesinlikle engellemeye çalışıldığını ifade ediyor. 9 M ı sı r Mısır’d aki ayaklanma da, hem Tunus’taki ayaklanmanın arkasından gelmesi açısından hem de coğrafyadaki politik konumu açısından önemlidir. Tunus’la ilişkilendirildiği ölçüde önemlidir. Çünkü aynı Tunus gibi üniversiteli genç işsizlerin başlattığı bir ayaklanmadır. Ayrıca Mısır’d a ayaklanma gerçekleşmeden önceki gelişmeler, Tunus ile benzerdir. İki ülkenin de işçi sınıflarının direnişlere ve grevlere başlaması ve diktatörlükler tarafından artan baskılar, var olan sınıf çatışmasında işçi-emekçi tarafını palazlandırmış, ayaklanmanın koşullarını olgunlaştırmıştır. Öneminin bir diğer dayanağı ise Mısır’ın, bölgedeki diğer ülkelere göre konumudur. Güçlü tarihselliğiyle, özgün kültürel yapısı ve siyasal anlamda devlet geleneğinin gelişkin olması ile Mısır, bölge ülkelerindeki politik güçler tarafından sürekli takibe alınmıştır. Yani Mısır’d aki devrim sürecinde herhangi bir gelişmenin seyri; diğer bölge ülkelerini sadece onlarla aynı bölgede yer aldığı için değil, aynı zamanda tarihsel öncülüğü ile de tayin edicidir. Görünen o ki Mısır’d a işçiler içinde gayet örgütlü sendikalar olmakla beraber, var olan halk ayaklanmasını evirilmesini sağlayacak ve onu iktidara taşıyacak bir programa sahip bir parti henüz yok. Gençliğin daha örgütlü bir konumda olduğu Mısır’d aki emek ve demokrasi güçleri halk hareketini kapsayıcı ve yönlendirici bir niteliğe sahip olmadığı görülüyor. Ancak buradan da meydanın boş kaldığını söylemek Mısır halkını küçümseyici bir tutum olur. Gerek Mısır ordusunun iktidara el koymasından sonra gerekse seçimlerden sonraki protestolardan görüleceği üzere Mısır’d aki emekçi halk yığınları politikleşmiştir. Deneyimlerinden ders çıkarabilmiştir. Nihayetinde özneler “sınıflar üstü kabul edilen kurumlar” veyahut “aydınlar” değil, sınıflar ve onların etrafında birleşen diğer halk kitleleridir. Peki , M ı sı r’d a son d ön em d e n e ol u yor? Mısır’d a en son gerçekleşen cumhurbaşkanlığı seçimlerinde Müslüman Kardeşler’in adayı Mursi’nin %52.5 ile Mübarek dönemi başbakanı olan Ahmet Şefik’in aldığı %47.5 oy oranına karşı galip geldi. 10
Galibiyet sonrası Mursi’nin kendisine olağanüstü yetki veren bir kararname çıkartması Mısır halkını sokaklara döktü. 11 Mısır’d a Mursi iktidarına karşı hoşnutsuzluğun İslamcı politika tarafından açıklanışı, özetle bunun emperyalistler tarafından kışkırtılması iddasına dayanıyor. 12 Ancak Mursi iktidarına ne kadar “anti-emperyalist” veya “anti-siyonist” sıfatlar atfedilse de, kendi politik-iktisadi karakterinin buna müsaade etmeyeceğini biliyoruz. Ayrıca Mısır’d a diktatörlük koşullarında göreceli değişikler dışında ana eğilim gene aynı gözüküyor. Arap İnsan Hakları Bilgiendirme Ağı (AMHRI) yöneticisi ve Avukat Gamal Eid, ‘cumhurbaşkanını aşağılama’ suçuyla Mursi’nin ilk 200 gününde açılan dava sayısının, Mübarek’in 30 yıllık döneminde açılan dava sayısından fazla olduğunu öne sürmüş. 13 Bir başka veri ise 22 üyeli Arap Ligi’ne bağlı olan Arap Çalışma
Örgütünden. Buna göre 2010’d a 22 ülkedeki işsiz sayısı 14 milyondan, 2012’d e 20 milyona (yüzde 16) ulaştı. Mısır, bu ülkelerin üst sıralarına denk düşüyor. 14 Birçok olumsuzluğa karşı Mısır halkı hala ayaktadır. Ülkedeki politik gençlik örgütü, devrimi başlatan ana taleplerden biri olan “sosyal adalet talebinin yerine getirilmemesi sebebiyle 17 Mayıs’ta kitlesel bir gösteri yapacağını belirtiyor. Mısır’d aki emek ve demokrasi güçlerinin bu kadar hareketliyken Müslüman Kardeşler ve onun yandaşları güçlü bir toplumsal desteği var. Ancak ekonomik, sosyal ve politik sorunların hala çözüme kavuşturulmamasından doğan eylemlilikler, Müslüman Kardeşler’in meşruiyetini gün geçtikçe yitirmesine sebep oluyor. 15
21 Refera n sl a r 1. Görsel. Sukant Chandan, “Tunisia, Egypt/Lebanon: Momentum Builds In The Arab Revolution – Brother Dyab Once Again”, (25/01/2011), http://sonsofmalcolm.blogspot.com/2011_01_01_archive.html, (Erişim Tarihi: 5 Mayıs 2013) 2. “Tunus’ta sol muhalefetin lideri Şükrü Beleyid’e suikast”, (06/02/2013), http://www.bbc.co.uk/turkce/haberler/2013/02/130206_tunus_assasination_update.shtml, (Erişim Tarihi: 6 Mayıs 2013) 3. Mehmet Özer, “Tunus’ta birleşik cephe kuruldu”, (03/09/2012) http://www.evrensel.net/news.php?id=35574, (Erişim Tarihi: 6 Mayıs 2013) 4. Dış Haberler, “Tunus’ta cenaze ve genel grev”, (08/02/2013), http://www.evrensel.net/news.php?id=48449, (Erişim Tarihi: 6 Mayıs 2013) 5. Dr.Göktürk Tüysüzoğlu, “Tunus’ta Neler Oluyor”, (18/02(2013), http://politikaakademisi.org/?p=4098, (Erişim Tarihi: 6 Mayıs 2013) 6. Immanuel Wallerstein, “Mısır ve Tunus: Devrimlerin sonu mu başlangıcı mı?”, (16/02/2013), http://www.evrensel.net/news.php?id=49241, (Erişim Tarihi: 6 Mayıs 2013) 7. AA, “Tunus’ta neler oluyor?”, (07/02/2013), http://www.haber7.com/ortadogu/haber/987157-tunusta-neler-oluyor, (Erişim Tarihi: 6 Mayıs 2013) 8. Hakan Albayrak, “Mısır ve Tunus’ta ne oluyor?”, (20/02/2013), http://haber.stargazete.com/yazar/misir-ve-tunusta-ne-oluyor/yazi728905, (Erişim Tarihi: 6 Mayıs 2013) 9. Hüseyin Saygılı, “Tunus’ta halk iktidara güvenmiyor”, (29/04/2013), http://www.evrensel.net/news.php?id=55507, (Erişim Tarihi: 6 Mayıs 2013) 10. Reuters/Ahmed Jadallah, “Müslüman Kardeşler taraftarları seçim zaferini kutladı”, (18/06/2012), http://tr.euronews.com/gununfotosu/2012/06/18/musluman-kardesler-taraftarlari-secim-zaferini-kutladi-/, (Erişim Tarihi: 6 Mayıs 2013) 11. Onur Devrim Üçbaş, “Mısır’d a Neler Oluyor?”, (15/01/2013), http://marksist.org/yazarlar/our-devrim-ucbas/9543-misirda-neler-oluyor, (Erişim Tarihi: 6 Mayıs 2013) 12. Editör, “Mısır’d a Neler Oluyor, Devrim Nereye Gidiyor?”, (02/02/2013), http://www.velfecr.com/m%C4%B1s%C4%B1r'da%20neler%20oluyor,%20devrim%20nereye%20gidiyor%3F-2767y-tr.html, (Erişim Tarihi: 6 Mayıs 2013) 13. İlyas Coşkun, “Mısır’d a sokaklar yeniden ısınıyor”, (22/01/2013), http://www.evrensel.net/news.php?id=46976, (Erişim Tarihi: 6 Mayıs 2013) 14. İlyas Coşkun, “Mısır’ın çok şey isteyenleri”, (05/04/2013), http://evrensel.net/news.php?id=55955, (Erişim Tarihi: 6 Mayıs 2013) 15. gös.yer.
HARİCİYE 21 19 21
farkının azalmasının nedeni Chávez karşısında muhalefetin şansının olmayacağını düşünerek daha önce sandığa gitmeyen muhalefet destekçilerinin bu seçimlerde iktidara gelebilme umuduyla sandığa gitmeleriydi.
Ch á vez’ i n vefa tı n ı n a rd ı n d a n h a l k Ch á vez’ i n h a l efi ol a ra k M a d u ro’yu n ed en terci h etti ve bu ka d a r kol a y ka bu l l en d i ? M a d u ro’n u n seçi m son u çl a rı n ı özel l i kl e m u h a l efeti n ta vrı i l e bi rl i kte n a sı l oku m a k gereki r? 5 Mart tarihinde Venezüela Devlet Başkanı Hugo Chávez uzun süredir kanser tedavisi gördüğü hastanede hayatını kaybetti. Bu haber bir ölçüde bekleniyordu.Tedavi için Küba’ya gitmeden hemen önce yaptığı açıklamada kendisine birşey olursa başkan yardımcısı Nicolas Maduro’nun başkan seçilmesini istediğini duyurmuştu. Chávez’in “tam bir devrimci” olarak nitelediği Maduro, Chávez’in ölümü üzerinde geçici devlet başkanlığı görevine getirildi. Anayasaya göre yeni seçimlerin bir ay içinde yapılması gerekiyordu. 14 Nisan 2013 tarihinde yapılan genel seçimlerde Maduro’nun seçilmesine kesin gözüyle bakılıyordu. Ancak muhalefet lideriyle arasındaki farkın bu kadar az olacağı pek beklenmiyordu. Seçim sonuçları üzerine yapılan hesaplamalara göre aslında Nicolas Maduro, Chávez’in 2012 başkanlık seçimlerinde aldığı oy sayısını korudu. Muhalefetle oy
Peki , N i col a s M a d u ro ba şka n l ı ğı n d a Ven ezü el a’d a “d evri m ” sü reci n i n i l erl eyi şi h a kkı n d a n e söyl eyebi l i ri z? Seçim sonrasında henüz dinmeyen çatışmalar gösteriyor ki, kısa vadede Maduro, Chávez’in iktidara geldiği ilk yıllarındaki gibi darbe girişimleriyle, muhalif sokak çatışmalarıyla, sermayenin yatırım grevleriyle başetmek zorunda kalacak. Punto Fijo döneminin (1958-1998) sözde temsili demokrasisine karşı Chávez döneminde katılımcı demokrasinin ilkelerinin benimsendiğini söyleyebiliriz. Mahalleler düzeyinde kurulan halk konseyleri ve Bolivarcı birlikler yoluyla karar alma süreçlerine siyasi katılımı imkanlı kılacak kanallar açılmaya çalışılıyor. Ancak siyasi karar alma mekanizmalarındaki bu katılımcı demokrasi girişimleri, işyerlerinde ve fabrikalarda işçilerin emek süreçleri üzerinde tam kontrolünün olduğu bir durumla eklemlenmediği ölçüde yarım kalacağı da açıktır. Bu konuda sendikalarla yapılacak işbirlikleri önemli olacaktır. Chávez hükümetinin ilk yıllarındasendikaların da temsil edileceği üçayaklı bir ekonomi komisyonukurulması gündeme geldi ancak Chávez emek örgütlerinin Punto Fijo döneminin kalıntısı olduğu ve ulusal elitlerin çıkarlarını temsil edecekleri iddiasıyla öneriyi reddetti.Bu tavrın maddi temelleri yok değildi. Venezüela İşçi Konfederasyonu’nun (Confederación de Trabajadores de Venezuela - CTV) Punto Fijo dönemi ile yakın ilişki içinde olduğu biliniyor. CTV, 1997’d eki neoliberal politikaları ve emek yasasını desteklemekle kalmamış, yasanın çerçevesini çizen unsurlardan biri olmuştu. Üstelik, 2001-2003 yıllarındaki genel grevlerde de rejimi istikrarsızlaştırmak için işveren örgütleriyle birlikte çalışmıştı. 2004 yılında kurulan Chávez yanlısı Ulusal İşçi Birliği(Union Nacional de Trabajadores UNT) tedricen CTV’nin yerini alması öngörüldü. Ancak UNT içinde kısa süre içinde çeşitli fikir ayrılıkları belirmeye başladı. En önemli ayrılık konusu
23
hükümetle olan ilişkilerin hangi düzeyde tutulacağıydı. Bu ayrılıklar konfederasyon seçimlerinin uzun süre ertelenmesine neden oldu. Chávez’in o yıllardaki açıklamaları kendisinin sendikaların bağımsız gücüne ve bağımsız örgütlenme kapasitesine pek önem vermediği görüşünü güçlendirdi. Ancak 2007 ve 2008 yıllarında özellikle çelik sektöründe yapılan kamulaştırma politikaları bu ayrımların üstünü örtecek nitelikteydi. Nitekim, 2008 yılında 1 Mayıs günü yapılan UNT’nin örgütlediği eylemler Chávez’e olan bağlılığın altının çizildiği bir gövde gösterisi oldu. Sendikalarla ilişkiler konusunda Maduro’nun daha dengeli ve başarılı olacağı fikrindeyim. Kendisi sendikal hareketin içinden geliyor, siyasete girişini şöförler sendikası içindeki aktif ve etkin liderlik deneyimine borçlu. Bu durumda Maduro’nun iç dinamiklerini daha iyi bildiği sendikal hareketle ilişkilerinin daha olumlu olacağını bekleyebiliriz.
24
Ta m d a d em okra si d en ba h sed i yorken ; Ven ezu el a Bi rl eşi k S osya l i st Pa rti si ' n i n (PSU V) ve Ch á vez rej i m i n i n m u h a l efet, özel l i kl e d i ğer sosya l i st pa rti l er ve h a reketl erl e, i l e a ra sı n d a ki va r ol a n geri l i m l i i l i şki M a d u ro d ön em i n d eki evri m i n a sı l ol a ca ktı r ya d a ol m a l ı d ı r? Otoriterleşme tartışmalarına ilişkin söylenebilecek bence önemlice görünen durum partinin çok uzun süre iç tartışmalara ve eleştirilere açık olmadığıdır. 2007 referandum yenilgisi veya duraksaması bu konuda çeşitli adımlar atılmasını sağladı. 2008 yılının başında ilk kez Chavista hareketi başından beri ertelediği iç tartışmalarını ve öz eleştirilerini yapma zorunluluğuyla karşı karşıya kaldı. Ancak komunist parti ve birkaç önemli sosyalist partinin eleştirilerini ciddiye almak lazım. Söylenen o ki, geçmişte Chávez ve yakın çevresi her türlü eleştiriyi derhal ABD yandaşlığıyla, darbecilikle, çokuluslu oligarklarla işbirlikçilikle, 1998 öncesi döneme nostajik olan blogun üyesi olmakla bir tutarak halkın gözünde itibarsızlaştırma yolunu seçmişler. Komunist parti, PODEMOS ve Patria Para Todos gibi sosyalist partiler kendilerini diğer muhalif kesimlerden ayırmaya özen gösterirken, Chávez hareketi ya bizdensiniz ya onlardan diyen bir tutumu gerçekten takınıyorsa bu tutumun muhakkak Maduro döneminde değişmesi gerekir. Bana öyle geliyor ki, bu konuda Maduro, Chávez’d en farklı davranacak ve özellikle kendisinin de geçmişinde ilişkili olduğu komunist partiyle ve diğer sosyalist partilerle ilişkisi daha olumlu yönde evrilecektir.
An ca k Ch a vi sta h a reketi n e yön el ti l en el eşti ri l er bu n l a rl a sı n ı rl ı ka l m ı yor. H a reketi n ; sa h i p ol d u ğu bü rokra ti k i m ka n l a rı ga yri a h l a ki ku l l a n d ı ğı n a d a i r i d d i a l a r d a yön el ti l en el eşti ri l er a ra sı n d a ön em l i bi r ta rtı şm a kon u su … Chavista hareketinin üst düzey kadroları arasındaki yolsuzluk, kayırmacılık ve lüks tüketim alışkınlarını açık eden yaşam biçimleride eleştirilere neden oluyor. Burada ülkedeki anarşistlerin Chavista hareketinin eninde sonunda kurulu iktidara eklemleneceği ve iktidar partisinin bürokratik ayrıcalıklarından vazgeçemedikçe ölçüde sınıflaşıp, otoriterleşeceği eleştirilerini hatırlatayım. Ama şunu de belirtmeliyim ki, ne Chávez dönemi ne de Maduro’nun kuracağı yeni kabine bu eleştirileri haklı çıkacak. Seçim kampanyasında Maduro’nun en çok vurguladığı nokta da zaten yolsuzluklarla etkili bir mücadele yapma gerekliliğiydi. Maduronun başkanlığı teslim alıralmaz yönetici kadroda bu yönde bir ayıklama yapacağını bekliyorum. Az ön ce ba h setti ği n i z yön eti m e ka rşı yön el ti l en fa rkl ı el eşti ri l er ve yoru m l a r yer a l sa d a Ven ezu el a’d a son 1 5 yı l d a bi r 2 1 . yü zyı l sosya l i zm i n i n yeşerm eye ba şl a d ı ğı n ı söyl eyebi l i ri z. An ca k a sı l soru n bu sü reci n d eva m l ı l ı ğı n ı n sa ğl a n m a sı yön ü n d e a tı l m a sı gereken ku ru m sa l a d ı m l a rı n n el er ol d u ğu … Katılımcı demokrasinin kurumları ne kadar gelişirse gelişsin, üretim ve mülkiyet ilişkilerinde köklü bir dönüşümü başlatmadan 21. yüzyıl sosyalizminin tesis edilemeyeceği sıklıkla karşılaşılan ve haklı bulduğum bir eleştiri. Bu konudaki üç uygulamadan bahsetmek lazım: toprak reformu, kooperatifleşme girişimler ve kamulaştırmalar. Topra k reform l a rı n ı n u ygu l a m a ya geçi l m esi n d en bu ya n a 1 2 yı l geçti . Ü l ked eki ta rı m sa l ka pi ta l i zm i n tekel i n i n kı rı l m a sı a n l a m ı n d a bi r m esa fen i n ka t ed i l d i ği n i söyl em ek m ü m kü n m ü ? 2001 yılındaki toprak reformunun toprak mülkiyetinin yeniden dağılımının önündeki bürokratik ve yasal engelleri ortadan kaldırmaya yetmediği söyleniyor. Hükümetin binlerce tarımsal kooperatif kurulmasını desteklemesine rağmen,kapitalist çiftçilik hala yerinde durmakta. Başlangıç sermayesi desteğiyle kurulan kooperatiflerden alınacak ürünlerin devlet destekli gıda pazarı zinciri (Mercado de Alimento- MERCAL) ve zircirin 15000 satış mağazasında halk ulaştırılması tarımsal oligarkların tekelini kırma niyetini taşıyor. Ancak bu tekellerin arzı belirlemedeki gücününyeterince kırılamadığı 2002-2003 yıllarındaki
genel grevler sırasında ve 2007 seçimleri arifesinde kapitalist çiftçilerin desteğiyle tetiklenen temel gıda maddelerinin kıtlığından anlaşılabilir. Az ön ce sa yd ı ğı n ı z u ygu l a m a l a rd a n bi r d i ğeri ol a n koopera ti fl eşm el eri n sü reci n d eva m l ı l ı ğı kon u su n d a ki ka tkı l a rd a n ve i şçi l er a d ı n a geti rd i ği ka za n ı m l a rd a n n e ka d a r ba h sed i l ebi l i r? Kooperatifleşmenin önemli bir dönüşüm olduğunu kabul etmek gerekir. İşçi kooperatiflerine sağlanan fonların daha çok sosyal yardım niteliği taşıdığı, ekonomik kalkınmayı destekleyici yönünün zayıf olduğu söyleniyor. Ortak işletme olarak niteleyebileceğimiz fabrikalar ancak bir geçiş dönemi uygulaması olabilir. Ancak yapılan araştırmaların vurguladığı önemli bir husus kooperatif sahipleriyle sendikalar arasında hem üretim sürecine ilişkin hem de ücret düzeylerine ilişkin önemli çatışmaların olduğudur. Kooperatiflerin genellikle güvencesiz, iş yasalarının ve toplu sözleşme anlaşmalarının korumasında olmayan sendikasızişçileri istihdam ettiği rivayetleri var.Açık ki, işçilerin üretim süreci üzerindeki tam kontrolü sağlanmadıkça üretim ilişkillerinin sosyalist dönüşümünden bahsetmek imkansızdır. Ka m u l a ştı rm a sü reci n e göz a ta ca k ol u rsa k; Ch á vez’ i n ü l ke serm a yed a rl a rı i l e bu sü reçte ku rd u ğu i l i şki n a sı l özetl en ebi l i r? Ch á vez’ i n bu sü reç i çi n d e serm a ye sa h i pl eri n i ta m a m en orta d a n ka l d ı rm a k gi bi bi r n i yeti o l d u ğ u n d a n b a h s e d e b i l i r m i yi z ? 1958’d en beri ilk kez kabinenin ekonomiyi ilgilendiren hiçbir pozisyonuna sermayeye yakın kişiler atanmadı. Chávez hükümeti petrol, elektrik, çelik, telekomunikasyon sektörü üzerinde devlet kotrolünü 2007 ve 2008 yıllarında arttırdı.Amadevlete ait işletmelerin üretkenlik kapasitesinin geliştirilmediği eleştirisi de dikkate değer görünüyor. Öte yandan kamuya ait işletmeler özel şirketlerle birlikte çalışıyor, onların yerini alma niyetini güdüp gütmediği tartışma konusu. 2004 yılındaki bankacılık sektörü krizinden etkilenen özel sektör, devlet kontrolündeki petrol gelirlerine, özerkliği kaldırılan Merkez Bankası ve kamulaştırılan bankacılık sektörüne bağımlı olduklarından Chávez’e destek vermek zorunda kalmış görünüyor. Chávez’d e bu konuda sermaye sınıfına bir “stratejik işbirliği” önerdi. Ancak bu işbirliğinden sermayenin imtina ettiğini gösterir önemli bir bulgu şirket sahiplerinin Chávez hükümetinin uygulamaları karşısında yatırım yapmaktan korkarak sermayesini yurtdışına kaçırmasıdır. Birkaç yıl önce ülkenin en
büyük sermaye grubunun başkanı bir gazeteye yaptığı açıklamada sermayenin yatırım yapmaktan korkuğunu açıkça ifade etti. Her yıl GSMH nin % 5’i yurtdışına kaçırılıyor. Bu açıkça sermaye grevi olarak adlandırılabilir. Bunca yıl boyunca bu sermaye çıkışının önünün alınmaması Chávez’in sermaye sınıfıyla ilişkileri antagonize etmemeye ihtimam gösterdiğine işaret ediyor. Bu tercihi 21. yüzyıl sosyalizminin fabian –aşamacı-niteliğine bağlayabiliriz. Ch á vez d ön em i sosya l ve i kti sa d i pol i ti ka l a rı n ı n ka yn a ğı n ı n ve tem el h ed efi n i n n e ol d u ğu n u söyl eyebi l i ri z? Ch á vez’ i n bu terci h l eri n i n orta ve u zu n va d ed e son u çl a rı n el erd i r? Ve si zce n e ol m a l ı d ı r? Toplumsal politikaların neredeyse tamamen petrol gelirlerine bağlılığı önemli bir sorun olarak belirmekte. Bununla birlikte bugün petrol gelirleri tamamen biterse son 13 yılda yaşanan dönüşümlerin tamamen sonlanacağı veya 1999 yılı durumuna geri dönülmeyeceği de açıktır. Chávez dönemindeki fakirlik ve mutlak fakirlik oranlarının düşüşü tek başına önemlidir. Ancak, Chávez yanlısı analistlerin orta sınıf muhitlerinde artan lüks otomobillerin orta sınıfın satın alma gücünün Chávez dönemi boyunca artışını gösteren olumlu bir örnek olarak verirken, bunun neye işaret ettiğini bir daha düşünmeleri lazım. Yüksek değerli petrol rezervlerinin birgün bitebileceği, petrol fiyatlarının herhangi bir şokla biranda düşebileceği ihtimalleri gözönüne alınarak tüketim güdümlü kapitalist değerlerin hakim olduğu bir toplumdan uzaklaşma temel amaç olarak tanımlanmalı. Marjinalleştirilmiş kesimlere yönelik sosyal politikalara verilen ağırlığın yavaş yavaş iktisadi alana doğru kayması gerekliliği, sanayileşme ve üretkenliğin artırılmasına yönelik çalışan sınıflarla birlikte yapılacak planlamanın gerekliliği kabul edilmeli. Bu n ca va ki t ya ptı ğı m ı z ta rtı şm a ve a n a l i zl erd en son ra Ven ezu el a’d a ya şa n a n d eği şi m i bi rka ç kel i m ed e özetl em ek gereki rse… Kısacası geçtiğimiz 13 yılda biriken önemli sorunlar ve önemli kazanımlar var. Sürecin geriye gitme ihtimali pek muhtemel değil. Hatta kimi önemli sorunların üzerine gidileceğine ilişkin öngörüde bulunabiliriz. Sonuç olarak, Venezüela kimilerini korkutmaya, kimilerine ilham kaynağı olmaya ve tüm dünyanın üzerinde düşünüp tartışmaya devam edecek. Ayı rd ı ğı n ı z va ki t ve gösterd i ği n i z i l gi d en ötü rü çok teşekkü r ed i yoru z.
25
Orta Amerika’nın küçük ülkesi Kosta Rika, şu anda mevcut en eski demokrasilerinden biri olması sebebiyle dünyada önemli bir yere sahip. Serbest seçimlerin ilk kez 1889 yılında yapıldığı Kosta Rika, dünyada İkinci Dünya Savaşı’ndan bu yana demokrasinin düzenli olarak sürdüğü yalnızca 22 ülkeden birisi. Ülkede demokrasinin en son sekteye uğradığı 1948 İç Savaşı bile, savaşın ardından ordunun lağvedilmesi kararının alınmasıyla belki de ülke tarihinde demokrasi adına en hayırlı sonuçlanan olaylardan birisi olmuştu. Bu yazımızda barışın ülkesi olarak anılan Kosta Rika’nın geçmişten bugüne
26
Rika halkının önemli oranda homojen bir yapıya dönüşmesine sebep oldu. İspanyolların yaklaşık 300 yıl süren koloni hâkimiyetleri boyunca Kosta Rika, askeri bir vali idaresindeki Guatemala Genel Kapitanlığı’nın (Capitania General de Guatemala) en güney vilayeti olarak yönetilmekteydi. Kosta Rika’nın idare merkezinden uzaklığı, altın ve gümüş gibi kaynaklardan yoksun olması ve dışarıyla tek başına ticaret yapabilmesine izin verilmemesi, buranın yoksul ve seyrek nüfuslu bir bölge haline dönüşmesine sebep olmuştu. Kosta Rika İspanyol İmparatorluğu’nun en fakir kolonisiydi. Bu durum, İspanya’nın Kosta Rika’yı kendi kaderine terk etmesine neden oldu. Hal böyleyken, çalıştırmak için yerli iş gücünden de yoksun olan halk, sahip oldukları küçük toprakların üzerinde kendi başlarına tarımla uğraşmak zorunda kalmıştı. Toprak sahiplerinin büyük çiftlikler kurabilmesini engelleyen bu durum, Kosta Rika’nın sosyo-ekonomik yapısında belirleyici unsur oldu. Bütün bunlar, Kosta Rika’nın özerk, bireycive eşitlikçi bir toplum niteliği kazanmasıyla sonuçlandı. Bunun bir başka adı, “kırsal demokrasi” idi. O zamanın küçük çiftçileri, sonraki ortaya çıkacak geniş orta sınıfın temelini oluşturacaktı.
demokrasi serüvenini ele alacağız. Kosta Rika’nın demokrasi kültürünün oluşması esasında sosyal ve siyasi geçmişine dayanmakta. Kristof Kolomb 1502 yılında bu ülkenin kıyılarına ilk kez vardığında her ne kadar “burada 2 günde Hispanyola’d a 4 yılda gördüğümden daha fazla altın gördüm” demiş ve bu heyecanla bu toprakların adını “zengin kıyı” anlamına gelen Costa Rica koymuş olsa da, daha sonra buranın aslında o kadar da zengin olmadığı, hatta yerlilerin kendilerine hiç de misafirperver davranmayacağı anlaşılınca burada İspanyolların koloni kurması elli yıl ertelenmişti. Fakat Kolomb geldiğinde burada 400 bin olan yerli nüfusu, ağır çalışma koşullarına ve yeni hastalıklara maruz kalmaları sebebiyle yüzyıl sonra 8 bine inmişti. Geriye kalanların koloni toplumuna asimile edilmesi, Kosta
Orta Amerika ülkelerinin 1821 yılında İspanyollardan bağımsızlığını ilan ederek aralarında kurdukları federe cumhuriyete Kosta Rika da katılmıştı. Seçilen ilk vali, güvenilir bir yargı sistemi oluşturdu, ülkenin ilk gazetesini kurdu ve ücretsiz eğitimi yaygınlaştırdı. Fakat belki daha da önemlisi, şimdiye kadar sadece kendini geçindirme seviyesinde olan kahve üretimini teşvik ederek bu ürünü ihraç etmek istedi. Bu amaçla da kahve yetiştirmek isteyen her köylüye karşılıksız toprak verdi. Bu gelişmeler kırsal demokrasinin doğal inşa sürecinde önemli yapı taşlarını oluşturuyordu. 1848’d e Kosta Rika’nın bağımsızlığını ilan etmesinin ardından 1870’d e hükümeti devirip başa geçen General Tomas Guardia, 12 yıllık başkanlık süresi boyunca demokrasi ve özgürlükler adına önemli reformlar gerçekleştirdi. İnanç özgürlüğü, idam
* Bilkent Üniversitesi Uluslararası İlişkiler bölümü 2008 yılı mezunudur. Güney Amerika ülkelerinin tamamını ziyaret eden Sağır Venezuela’da bir Türk inşaat firmasında İspanyolca tercümanlığı görevinde de bulunmuştur. Kıvanç Sağır şu anda Uluslararası Politika Akademisi’nde Latin Amerika üzerine yazılar yazmaktadır.
cezasının kaldırılması, ordunun siyasi amaçlar için kullanılmasının önlenmesi, ilköğretimin her iki cinsiyet için de zorunlu ve ücretsiz hale gelmesi gibi dönemin tipik örneği sayılmayan reformlara imza attı.1871 yılında Guardia’nın onayladığı, Liberal Anayasa olarak da anılan anayasa, Kosta Rika’d a liberalizmin temel taşı sayılmaktadır. Guardia’nın reformları bir başka önemli gerçeği de gözler önüne sermişti. Eğitimin herkese yaygınlaştırılması elitlerin halkı siyasal süreçlerin dışında bırakmasını güçleştirmişti. Ayrıca liberal ve istikrarlı rejimler iş dünyasındaki aristokratlara kazanç sağlıyorken, askeri anlayışın olduğu istikrarsız yönetimlerin kendilerine zarar verdiği anlaşılmıştı. Belki de bu istikrarın yardımıylaydı ki, 1870’li yıllarda Kosta Rika hükümeti kahvenin üretildiği iç kesimlerden Atlantik kıyılarına demiryolu inşa edilmesi içinbir Amerikan firmasıyla anlaşmıştı. Bunda amaç, Avrupa’ya ihracatın artırılmasıydı. O dönemde finansal olarak sıkıntılar yaşayan Kosta Rika hükümeti, bu şirkete yapacakları iş karşılığı demiryolunun her iki yanında topraklar vermeyi önerdi. Amerikalılar bu topraklarda işçileri ucuza besleyebilmek için muz ekmeye başladılar. Fakat bir süre sonra üretim fazlasını dışarıya ihraç edecek ve elde ettikleri gelirle muazzam bir kazanç sağlayacaklardı. Kurulan United Fruit Company ise, Kosta Rika’nın ekonomik anlamda panoramasını değiştirecekti. Kahveden gelen kâr Kosta Rikalılarda, muzdan gelen ise Amerikalılarda kalırken, Kosta Rika Karayip’te muz üretimi için prototip olmuştu. 1889 yılında Kosta Rika’d a demokrasiye geçiş yaşandı. Bu tarihte ilk defa “serbest ve hilesiz” seçimler gerçekleştirildi. Bu seçimlerin hikâyesi ilginçti. O dönem devlet başkanı olan Bernardo Soto 1889’d a ülkeyi seçime çağırdı. Fakat kendisinin desteklediği aday karşısında seçimleri rakibi Joaquin Rodriguez kazanmıştı. Soto hükümeti yeni başkanı tanımak istemeyince Kosta Rikalılar silahlarıyla sokağa döküldüler ve halkın bu tepkisi Soto’nun geri adım atmasını sağladı. Soto’nun görevi bıraktığı 7 Kasım tarihi Kosta Rika’d a Demokrasi Günü olarak kutlanmaktadır.
seçimleri kazanan Granados, siyasi ve medeni hak ihlalleriyle dolu 2 yıllık bir diktatörlük döneminin ardından, baskılar karşısında görevi bırakmak zorunda kaldı. Bu olaydan sonra demokrasiye ikinci darbeyse 1948’d e geldi. Kosta Rikalılar bu tarihte 44 gün süren ve çoğu sivil 2. 000 kişinin hayatını kaybettiği bir iç savaşa şahit oldu. O yıl gerçekleşen seçimlerin ardından oy pusulalarının bir kısmının nedeni bilinmeyen bir yangında yok olması olayları tetiklemişti. Jose Figueres Ferrer adlı bir çiftçi ve düşünür silahlı isyan başlattı. Sosyal sebeplerin de etkisiyle iç savaş halini alan olaylarda köylülerle ordu karşı karşıya geldi. 48 Savaşı olarak anılan bu olay, Kosta Rika tarihinin en kanlı savaşı olacaktı. Fakat bu savaş ülke tarihinde önemli bir dönüm noktası oldu. Zira savaştan sonra kurulan cunta yönetiminde devlet başkanlığı yapan Jose Figueres, 1 Aralık 1948 günü ülkesinde orduyu kaldırarak devrim niteliğinde bir reform hamlesi gerçekleştirdi. Figueres’in “bu kurumun insanlığın geleceğiyle bağdaşmadığını” öne sürerek “atalarının mirası olan demokrasi ve özgürlük prensipleri çerçevesinde” aldığı bu karar, daha sonra başka ülkelerin cesaret edemediği bir başarı olarak adından söz ettirecekti. Cunta yönetiminin çıkardığı yeni anayasayla genel oy hakkı getirilerek demokrasi yeniden söz sahibi yapılmış ve bunun üzerine 1953 yılında gerçekleştirilen seçimleri ülkede mili kahraman ilan edilen Jose Figueres kazanmıştı. Kosta Rika o tarihten beri, en son 2010 yılında olmak üzere, 13 demokratik seçim görmüş ve ciddi bir güvenlik sorunuyla da karşılaşmamıştır. Yakın tarihi darbelerle, savaşlarla anılan Orta Amerika’d a bu kayda değer bir başarıdır.
1890’lı yıllarda, kadınlar ve siyahiler henüz oy kullanamıyor olsa da çift partili demokratik sistem ve zorunlu ücretsiz eğitim büyük oranda yürürlükteydi. Kosta Rika, diğer Orta Amerika ülkelerini saran şiddet belalarından mümkün olduğunca kaçınmaya çalışıyordu.
Kosta Rika her ne kadar güvenlik alanında ABD’yle yardım anlaşmaları yapmış olsa da şimdiye kadar buna pek de ihtiyaç duymadığı aşikar. Kosta Rika barış konusunda adından epey söz ettiren bir ülke. 1970’li ve 80’li yılları uzun süren savaşlarla geçiren Orta Amerika’d a Kosta Rika her zaman tarafsız kalmış ve ülke içinde de herhangi bir şiddet olayıyla karşılaşmamıştır. Hatta 1986-1990 yılları arasında devlet başkanlığı yapmış olan Oscar AriasSanchez, Orta Amerika’d aki çatışmalarda barış yapıcı rolüyle 1987 yılında Nobel Barış Ödülü’nü kazanmıştır. Sanchez’in Nikaragua’d aki iç savaşta ABD’nin verdiği desteğe karşı çıkması bu ödülü kazanmasında önemli rol oynamıştı.
Kosta Rika’d a demokrasiye karşı ilk önemli darbe 1917 yılında gerçekleşti. Bu tarihte Federico Tinoco Granados darbeyle hükümeti indirdi. Aynı yıl yapılan
Kosta Rika’nın barıştan yana tutumunun bir başka neticesi olarak da, Birleşmiş Milletler’in kurduğu tek üniversite olan Barış Üniversitesi bu ülkenin başkenti
27
San Jose’d e yer almaktadır. Kosta Rika ordusu olmamasına rağmen bugün Şili ve Uruguay’ın ardından Latin Amerika’nın en güvenli ülkesi. Komşuları Nikaragua ve Panama’nın ciddi silahlı güçlere ve yoğun çete faaliyetlerine sahip ülkeler olduğunu anımsarsak bunun önemi daha iyi anlaşılacaktır. Kosta Rika’d a ordunun lağvedilmesi, kalkınmanın ve gelişmenin de önünü açtı. Ülkede bu sayede eğitim, teknoloji, sağlık hizmetleri ve çevrebilimleri gibi alanlara daha fazla yatırım yapılabildi. Kosta Rika bugün Latin Amerika’d a yaşam beklentisinin en yüksek olduğu ülke. Çevre Performansı Endeksinde dünyada beşinci, Amerika kıtasında ise birinci sırada. Latin Amerika’d a basın özgürlüğüne sahip ülkeler sıralamasında da yine ilk sırada yer alıyor.
28
Bir zamanlar büyük oranda tarım ülkesi olan Kosta Rika bugün teknoloji ve ekoturizm alanında dünyanın sayılı ülkelerinden biri olarak gösteriliyor. Özellikle 90’lı yılardan bu yana Kosta Rika dünyanın önde gelen firmalarının teknoloji üssü haline geldi. Ülkede yalnızca yabancı değil yerli firmalar da bu alanda faaliyet göstererek ihracata önemli katkılarda bulunmakta. Kosta Rika hükümeti, tropik yağmur ormanlarındaki doğal yaşamı koruma adına uzun yıllardır ciddi bütçeler ayırmıştır. Bu sayede bugün Kosta Rika dünyanın en önemli doğa turizmi merkezlerinden biri haline gelmiştir. Her yıl yüzbinlerce turist dünyanın metrekare başına en fazla canlı çeşitliliğine sahip ülkesini görmek için Kosta Rika’ya gelerek bu ülkenin turizm gelirlerine katkıda bulunmaktadır. Kosta Rika henüz gelişmiş ülkeler kategorisinde gösterilmemekte. Gelir dağılımında çok dengeli bir tablo yok ve halkın yaklaşık yüzde 20’si yoksulluk sınırının altında yaşıyor. Artan turizm, ülkedeki doğal dengeyi belki biraz zorluyor. Dolayısıyla Kosta Rika’d a sorunların yaşanmadığını söylemek doğru olmaz. Ancak bu koşullardaki küçük bir ülke için demokrasiyi ideal olarak belirlemek ve bu ideali diken üstündeki bir bölgede uzun süre yaşatmak Kosta Rika’nın hanesine yazılması gereken önemli bir başarı.
Bitirirken, Latin Amerika’ya dair de birkaç cümle söylemek istiyorum. Burası siyasal, sosyal ve kültürel anlamdagerçekten renkli ve ilgi çekici bir coğrafya. Hariciye ekibinin bu sayısını Latin Amerika’ya ayırmasının, Türkiye’d e bu bölgeye ticari, akademik ve turistik anlamda ilginin henüz yeterince olgunlaşmamış olması sebebiyle değerli olduğunu düşünüyorum. Güney Amerika ülkelerinin tamamını ziyaret etmiş ve bir süredir bu coğrafya üzerine yazarlık yapan birisi olarak buranın özellikle sosyal bilimler öğrencileri için ideal bir çalışma sahası olduğunu söyleyebilirim. Mesafe olarak uzak olmasının çok fazla önemi yok. Artık dünyanın bir ucunda yaşananları takip etmek kadar oralara gitmek de çok zor değil. Ben seyahat amaçlı gittiğimde yola çıkarken plan dahi yapmıyorum. Çünkü bilinmeyeni keşfetmek, daha önce görmediğiniz kültürleri tanırken olgunlaşmak gerçekten çok keyifli. Güney Amerika’ya her gidişimde bize çok benzeyen ama bizden bir o kadar da farklı olan hayatlarla tanışıyorum. Bu sene değişik bir şey yapıp bambu bisikletimle ülkeleri dolaştım. Amazon ormanlarındaki bambaşka hayatları tanıdım. Siz bir Amazon yerlisiyle tek başına ormanın derinliklerinde haftalar geçirmek nasıl bir şeydir biliyor musunuz? Gece sokakta evsizlerle yan yana yatıp türlü hayat hikayeleri dinlemek neler öğretir biliyor musunuz? Dünyanın bir ucunda ilk defa bir Türk’le karşılaşan insanın tepkisini ve önyargılarını tahmin edebiliyor musunuz? Bunları yaşamak hayal değil. Latin Amerika’da bir gecekondu mahallesinde acaba hayat nasıldır? Oradaki bir Arap eskiden yaşadığı Osmanlı’yı bugün nasıl hatırlıyordur? Anadolu’dan oraya kaçıp giden bir Ermeni’nin çocukları acaba neler hissediyordur? Biz Atatürk’ü bu kadar değerli sayıyorsak onlar Simon Bolivar'ı, San Martin’i nasıl anıyorlardır? Rafael Correa seçim kampanyasını neden bisiklet üzerinde yapıyor? Fernando Lugo’yu haksız yere neden indirdiler? Evo Morales kim? İnsanlar Eva Peron’a neden ağlıyor? Bunları öğrenmek zevkli. Ülkenizdeki insanlara anlatmak zevkli. Bilmişlik adına değil, paylaşmak adına. Bilgiye ulaşın ve bildiklerinizi paylaşın. Bunu Latin Amerika için de yapın. Çünkü bizler bunları öğrenmeyi ve öğretmeyi hak ediyoruz.
Refera n sl a r “Abolicion del Ejercito.” El Espiritu del 48. Erişim tarihi: 24 Nisan 2013, http://www.elespiritudel48.org/docu/h013.htm “Asi FuncionaNuestraDemocracia.” Costa Rica Web. Erişim tarihi:24 Nisan 2013, http://www.costaricaweb.com/general/nuestrademocracia.htm Baker, Christopher. “Costa Rica, History.” Philip Greenspun. Erişim tarihi: 24 Nisan 2013, http://philip.greenspun.com/cr/moon/history “Costa Rica.”Wikipedia. 23 Mart 2013. Erişim tarihi: 26 Nisan 2013, http://es.wikipedia.org/wiki/Costa_Rica “Costa Rica, La Costa del Oro.”(2011),http://youtu.be/gyeD4JVIZrc
Latin Amerika’nın en küçük ülkelerinden Bolivya, 1825 yılından beri pek çok darbeye tanıklık etmiş, enflasyon sorunlarından yakasını kurtaramamanın yanında alt yapı sorunları ile de mücadele etmek durumda kalmıştır. Simon Bolivar’ın adını taşıyan, kıtanın en yoksul ülkelerinden Bolivya aynı zamanda en istikrarsız ülkelerden biridir de. Son yıllarda ise komşularında gerçekleşen devrim niteliğindeki gelişmelerden uzak kalamayarak, Evo Morales’in iktidara gelmesi ile dikkatleri üzerinde çekmeyi başarmış görünüyor. Belki de tüm bu dikkatleri çeken en önemli unsurun ilk yerli başkan olan Morales’in başını çektiği Anayasal reformlar olduğunu söylemek yerinde olur. Ocak 2006’da iktidara gelen bir Aymara yerlisi. Ülkenin ilk yerli başkanı ve eski bir Cocaleros.* Evo Morales’in bu özelliklerinden de öte yerli haklarını vurgulayan reformlarından söz edilmesi yıllarca göz ardı edilen bir konunun gündeme gelmesi nedeni ile çok daha büyük önem arz ediyor kuşkusuz. Bütün bu gelişmeler, eşitliğe ve yerli haklarına yapılan vurgu, en azından kağıt üzerinde hayata geçirilen sessiz bir devrim mi? Bu sorunun cevabı ancak gerçekleştirilen reformların detaylı bir şekilde incelenmesi ile mümkün olabilir. Bolivya’da yerlilere yönelik tutumların hemen tümünün kaynağının aslında sömürge döneminde yatmakta olduğu bilinen bir gerçektir. Uygarlaştırma, bazı değerleri dayatmaya çalışmak ya da modernleştirme… Hangi kavram altında meşruiyet sağlanmaya çalışılırsa çalışılsın, ortaya çıkan sonuç kimlikleri yok sayılan, doğal kaynakların kullanımı ellerinden alınan bir sınıfın ortaya çıkışıdır. Bu dönemin sona ermesi ise beraberinde bağımsızlık fikirlerini getirmiştir. Simon Bolivar’ın öncülüğünde başlayan bu akım, etkisini kısa sürede genişletmiş ve bağımsız ülkeler kervanına, 1825 yılında Bolivar’ın adını verdiği Bolivya da katılmıştır. Yerlilerin, ‘yeniden fethedilmek’ için topluma eklemlenmeleri ve yurttaşlık haklarını kullanabilmeleri için kendi araçlarına sahip olmaları elzem hiç şüphesiz.
Evo Morales işte tam da bu durum bu doğrultuda yerlilerin lehine çevirmeye çalışırken, muhalefet de aynı kartları kullanarak sert bir duruşa yöneliyor hiç şüphesiz. Bolivya, kıtadaki çoğu ülke gibi, varlığını sivil ve askeri siyaset tabanına oturtarak liberal ekonomi söyleminin bayraktarlığını yapması yanında yabancı işletmelere dayanarak, özelleştirme yoluyla konumlarını güçlendirmiş oligarşinin egemen olduğu bir ülke olmuştur uzun yıllar boyunca. Bir yanda Avrupai, zengin kaynaklara sahip olmanın verdiği güçle konumlarını güçlendirmiş ve çıkarları doğrultusunda iktidarı etkilemiş ''beyazlar'' ile diğer yanda her alanda yok sayılmış, onları anlamaktan uzak elit kesim tarafından sömürülen yerliler... Peki indigenous-bir yerli olmak ne anlama gelir? Yalnız bir toplumsal sınıftan öte yok sayılan,sınırların net bir şekilde görülebildiği ayrımcılığa maruz bırakılan bir toplum kesimidir. Genel olarak bakıldığında Latin Amerika yerlilerinin makus talihidir bu. Sömürü dönemi ardından gelen hükümetlerin politikaları da durumlarını iyileştirmek bir yana, ''beyaz''ların çıkarlarına hizmet etmiştir. Bolivya'da bu durumun değişme sürecine girmeye başlaması; 2006'da Morales’in seçilmesi ve yeni anayasanın kabulü ile sahip olunan siyasal özgürlükler, insan haklarının tanınması ile hızlanmış bulunmaktadır. Evo Morales'in lideri olduğu Sosyalizme Doğru Hareket (Movimiento Al Socialismo, MAS) partisinin temel olarak yerli halklar, işçiler, köylülere dahil olduğu geniş bir kesim tarafından desteklenmektedir. Dayandığı toplumsal sınıflar olan yerliler ve küçük köylülüğün taleplerine de büyük önem veriyor. Sıkça yerelliğe yapılan vurgu, Morales'in de iktidarını sağlamlaştıran en önemli unsur aslında. Partinin öncelikli kabul ettiği temel ilkelerin başında, toprak hakları, ardından doğal kaynakların ulusallaştırılması geliyor. Morales'in önem atfettiği konulardan biri de bir nevi mücadelenin simgeleşmiş koka'nın yerli halkalar arasında sahip olduğu kültürel önem. Dolayısıyla, Morales de bu konuya dikkat çekerek koka üretiminin yasal olacağını ve üretiminin devamının da, köylülerin hayatlarını devam
*Cocalerolar: Başkan Evo Morales’in içlerinden çıktığı koka yetiştiricileri. Halen Bolivya’d a Evo Morales’e en önemli desteğí sağlayan sosyal hareketlerden birini oluşturuyorlar.
29
ettirebilmeleri için gerekli olduğunu söylüyor. Anayasal Reformlar Yapılan değişikliklerinde öne çıkan başlıca unsurlar, yeni anayasanın farklı olarak, kimlikle ilgili hakları, toplumsal, iktisadi, kültürel, dilsel çoğunluk ve çoğulculuk ile birleştirerek bir temel oluşturması. Bu bağlamda Latin Amerika ülkelerinin çoğunun yerlilerin kolektif haklarını anayasal düzlemde özellikle 1980'li yıllardan sonra tanımış olduğunu göz önünde bulundurduğumuzda, yalnız, çoketnikli, çok kültürlü yapının kabulünü getirilmiş yeni bir unsur olarak kabul edemeyiz. Çoğulluk ve çoğulculuk temeline oturtulan yerli halkların kolektif haklarını güvence altına alan yeni anayasa, Aymara, Auechua, Guarani, Chiquito gibi yerli topluluklarının nüfusun büyük kısmını oluşturduğu Bolivya'daki 36 yerli dilini resmi diller olarak tanıyarak, çok-dilli bir yapıyı da anayasal düzlemde kabul ediyor. (Madde 5) Ayrıca öne çıkan bir noktada da inanç özgürlüğünün getirilmesi ve Katolik Kilisesi’nin eğitimde tekelinin kırılarak, yerli halkın inançlarını yok sayılma durumuna son verilmesi. 9.Maddede ise, devlet işlev ve hedeflerini belirtilerek, sömürgeciliğin tasfiyesi, ayrımcılığın olmadığı, sosyal adalete dayalı bir toplum inşası noktalarına dikkat çekmekte.
30
evrensel görüş benimsenerek, tüm yurttaşlara eşit ücretsiz sağlanacağını belirtilmekte. Madde 290 ise, self-determinasyon hakkına dikkat çekerek, yerli özerkliğinin, kendine özgü kültür, tarih, dilin yanında hukuksal, sosyal, politik, kültürel örgüt ve kurumlara kendi kaderini tayin hakkı olduğunun altını çiziyor. Bu durum ise, 9 eyalet ve 327 yerel idareye bölünmüş Bolivya'da, 180 tanesinin yerlilere ait özerk yapılar haline gelebileceği ve mücadele gücü artmış, topraklar, doğal kaynak üzerinde denetimi sağlanmış yerlilerin, self-determinasyon hakkının bir sonucu olarak yeni bölgelerin oluşumunun tohumlarını da atabileceği iddia ediliyor.
Yerli haklarına ise geniş bir yer ayrılmış olup, 30.Madde her türlü insan topluluğunu tanımlayarak, temel kolektif hakları sıralıyor, 31.Madde de ile yok olma tehdidi ile karşı karşıya olan halkların, yaşadıkları toprakların sınırlarını yasal olarak tahkim hakkına sahip olduklarına, bireysel ve kolektif yaşam tarzlarına saygı duyulacağına değiniyor.
Sonuç Açıkça görüldüğü gibi, ''Evoculuk'' olarak da adlandırılan, kendine has bir söylemin öncülüğünü yapan Morales'i bir mücadelenin beklediği ve iktidarını devam ettirmesi için iki farklı Bolivya arasında bir uzlaşmaya varması gerektiği açıktır. Nihayetinde yerlilerin eşitlik taleplerini göz önünde tutarak adımlarını atan ve doğal kaynaklar, toprak üzerinde denetimlerini sağlayan değişimlerin, getirilen hukuki yapının da etkisiyle çatışmalara, anlaşmazlıklara varması da kaçınılmazdır. Son yıllarda da ülke içinde gündemi fazlasıyla işgal eden konuların başında özerklik talepleri ile ülkenin bölünmesinin belirmesini göz önünde bulundurduğumuzda, ülkede farklı gruplar arası diyalog şart. Bolivya da buna hazır. Morales'in de vurguladığı gibi asıl hedef ''çeşitlilik içinde birlik''oluşturarak toplumdaki farklı gruplar arası eşitsizliğe son verilerek, çok kültürlü bir yapının devamını sağlamak.
Yerel idarelere ve özel mülkiyete saygının yanısıra, eğitim, sağlık, su, elektrik hizmetlerinden herkesin yararlanabileceğini öngörülüyor. Bu konuda, Bolivya Anayasası, eğitimin, çok dilli, kamusal olduğunu belirtmesinin yanısıra, kültürel gelişiminde güçlendirilmesine, devlet içinde, anlayış ve zenginleşmeye de katkıda bulunacağına vurgu yapıyor. Ağırlıklı olarak da yine aynı
Sonuç olarak, Morales hükümetinin Bolivya’yı getirmek istediği noktaya giden yolda yaşanılan süreç, önemli adımlar içermekte; fakat öncelikle ABD tarafından desteklenen muhalif gruplarla uzlaşmaya varılması, ülkenin ekonomisinin tam anlamıyla bağımsızlaşarak, tek bir ürüne dayalı yapısının değiştirilmesi ve ülkenin kendine özgü bir çizgi içinde söylemini devam ettirmesi de şart.
Refera n sl a r 1. Nur Dolay, Latin Amerika Başkaldırıyor, İstanbul, Süreç, 1985, s.120. 2. ''Presidente Morales promulga nueva Constitución de Bolivia e inaugura la refundación del país,'' <http://www.aporrea.org/internacionales/n128449.html>, (Erişim Tarihi: 20.03.2013) 3. Masis Kürkçügil, “Devrimden Devrime Bolivya”, İstanbul, Yazın, 1. Baskı, 2007, s. 140-141 4. Elif Mercan, ''Latin Amerika: 21. Yüzyıl onu Yazacak, Olaylar ve Yorumlar”, s. 45 5. Sibel Özbudun, “Latin Amerika Yerlileri”, İstanbul, Özener, 2006 s. 198-200 6. Kürkçügil, op.cit, s.166. 7. gös.yer 8. Sibel Özbudun, Eşitlik İle Özgürlük, Sınıf ile Kimlik, İktisat İle Kültür Bağdaşabilir Mi? Ya da Nasıl Bir Anayasa (Bolivya Anayasası Örneği),” <http://www.latinbilgi.net/index.php?eylem=yazi_oku&no=3074>, (Erişim Tarihi: 19.03.2013) 9. gös.yer 10. ''La division de Bolivia se profundiza, '' <http://www.elpais.com/articulo/internacional/division/Bolivia/profundiza/elpepiint/20090808elpepiint_7/Tes> (Erişim Tarihi: 18.03.2013) 11. Kürkçügil, a.g.e. s.267 12. Cüneyt Göksu, ''Bolivya'nın Yeni Anayasası,'' <http://www.latinbilgi.net/index.php?eylem=yazi_oku&no=2467> (Erişim Tarihi: 20.03.2013 ) 13. ''El dificil dialogo Boliviano,'' <http://www.elpais.com/ articulo/internacional/dificil/dialogo/boliviano/elpepuint/20090722elpepuint_1/Tes> Erişim Tarihi: 15.03.2013 14. Göksu, <http://www.latinbilgi.net/index.php?eylem=yazi_oku&no=2467> (Erişim Tarihi: 20.03.2013)
Simon Bolivar’ın bağımsızlık için büyük mücadele verdiği Kolombiya ve çevresinde sular hiç durulmuyor. Kanlı eylemler, insan kaçırma, zorbalık, toprakların yağmalanması, zorunlu göç politikaları gibi insan hakları ihlalleriyle sürekli gündemde olan Kolombiya’nın en önemli sorunu hiç kuşkusuz ki kendini Marksist-Leninist devrimci bir gerilla örgütü olarak tanımlayan FARC (Fuerzas Armadas Revolucionarias de Colombia - Kolombiya Devrimci Silahlı Kuvvetleri). FARC, 1966 yılında Manuel Marulanda tarafından Kolombiya Komünist Partisi’nin askeri kanadı olarak kuruldu. Küba Devrimi’nin etkisinin yanısıra, Kolombiya’d a 1948-1953 yılları arasında yaşanan “La Violencia” yani Şiddet Dönemi olarak bildiğimiz, iki blok (başta Liberal ve Muhafazakâr Parti olmak üzere) arasındaki siyasi çatışmaların zamanla yüzbinlerce insanın hayatını kaybetmesine kadar tırmanan toplumsal ve ekonomik sonuçlar doğurmuş olan döneme karşı, Tolima Bölgesi'ndeki küçük bir bölgedeki bir grup komünist köylünün ayaklanarak başlattığı, 27 Mayıs 1964'teki Marquetalia silahlı direnişi bir başlangıç noktası oldu 1 . La Violencia dönemi sosyal demokrat Jorge Eliecer Gaitan’ın 9 nisan 1948’d e yapılan bir suikastle hayatını kaybetmesinden sonra başlar, ki devlet başkanlığını kazanmasına kesin gözüyle bakılmaktadır Gaitan’ın. Bunun üzerine kısa bir süre içerisinde muhafazakarlar ve liberaller arasında gerilimler yaşanmaya başlamıştır. 1953’ de Liberaller ve Muhafazakarlar tarafından desteklenen bir darbe ile askeri yönetimin sona ermesiyle durum Kolombiya için çok daha kötü bir hal almış, aynı zamanda 300 bin insanın öldüğü La Violancia yani Şiddet dönemini de sona erdirmiştir. Fakat darbe ile dibe vuran Kolombiya ekonomisi düzelmemiştir. Küba Devrimi’nden yayılan dalgaların da etkisiyle Kolombiya’nın birlikte anıldığı gerilla hareketleri birer birer ortaya çıkmaya başlamıştır2 . ABD, Kanada ve AB tarafından terör örgütü ilan edilen FARC, 1980’lerde güç kazanmaya başladı ve bu durum 2002'de Álvaro Uribe Vélez'in devlet başkanı olduğu zamana kadar artarak devam etti. Öyle ki 1990’ların ortalarında gerillaların devlet yönetimini ele geçirebilme söylentileri yayılmaya başlamıştı. FARC’ın bu derece güçlenmesi aynı zamanda devletin harap ve
bitap düştüğü, silahlanma tekelini kaybettiği, bölgesel hakimiyeti sağlayamadığı bir zamana denk gelmesi bakımından da önemlidir. 2002’d e devletin gerillalara karşı politikaları değişinceye kadar, FARC 70 cephede 18 binden fazla gerillaya sahipti ve yaklaşık olarark 1100 belediyede siyasal olarak aktifti 3.Ancak, Álvaro Uribe Vélez'in devlet başkanı olmasıyla birlikte, güvenlik ve savunma alanında yapılan büyük harcamalar, kamu güvenliği kapsamında görülen nicel ve nitel anlamdaki inanılmaz büyüme, örgütün gücünü önemli ölçüde azalttı. 1990’lardaki gibi görkemli bir güce sahip olmasa da, FARC bugün pek çok bölgeyi egemenliği altında bulundurmatadır. En önemli geçim kaynaklarından biri uyuşturucu ticaretiyle birlikte yasadışı maden işletmeciliğinden kazandıklarıdır. Uyuşturu ticaretinde oldukça önemli bir paya sahip olan FARC Kolombiya dünya kokain pazarının % 68’ine sahiptir. Kolombiya’d a üretilen uyuşturucunun %90’ı kara yolu ile Meksika’d an Birleşik Devletler’e gönderilmektedir. %10’ u da Avrupa’ya ulaştırılmaktadır. Yine dünya pazarındaki kokainin %50’si ve Birleşik Devletler’d eki kokain’in %60’ı piyasaya FARC tarafından sürülmektedir4.Ayrıca on beşten fazla madeni kontrol altında tutan FARC’ın, bazı altın madenlerinin kontrolünü tamamen elinde tuttuğu hükümet tarafından açıklandı 5. Düzen değişmedikçe dağları bırakmayacaklarını sıklıkla dile getiren FARC sorunu bir türlü bitirilemiyor ülkede. Kolombiya Planı, ABD’nin Kolombiya’ya 1999 yılında önerdiği bir yardım paket programıydı ve başlıca amacı Kolombiya’d aki uyuşturucu kaçakçılığının önlenmesi olmakla birlikte, daha sonraları hedefinin aynı zamanda gerilla hareketini durdurmak olduğu anlaşıldı. Bu bağlamda ABD, Kolombiya’ya yaklaşık 4.7 milyar dolar verdi 6. Bu yatırımlara ve Kolombiya’nın pek çok askeri operasyon ve hukuki yaptırım arayışlarına rağmen, FARC dağılmaktan çok uzaktı. Bu bağlamda 19 Kasım’d a FARC ve Kolombiya hükümeti arasında Norveç-Oslo’d a başlayan görüşmelere Küba-Havana’d a devam ediliyor. Görüşmelere FARC heyeti başkanı olarak Ivan Marquez katıldı ve barış sürecinden geri adım atmayacaklarını belirtti. Görüşmelerde hükümeti
31
32
temsil eden ise Humberto de la Calle oldu.1964’ten beri yaklaşık 100 bine yakın kişinin ölümüne ve milyonlarca kişinin yerinden edilmesine sebep olan sorun için 5 maddelik bir plan tasarlandı. Bu planın en önemli ve kritik aşamasını oluşturan “kırsal kalkınma ve toprak reformu” konusunda anlaşma sağlanmş gibi görünüyor. Bu reformun, ülke topraklarının az sayıda kişinin elinde toplanmasından kaynaklanan sosyal adaletsizliği çözmesi umuluyor. Çözüm planının diğer maddeleri ise; demokratik siyasi katılım (FARC, bu konuda son Sözleşme imzalandıktan sonra siyasi muhalefetin işleyebilmesi için garanti verilmesini, yurttaşların siyasi katılımı için demokratik mekanizmaların oluşturulmasını ve ulusal, bölgesel ve yerel politikalara katılımın arttırılması için etkili yöntemlerin geliştirilmesini istiyor), çatışmanın sonlanması –ki bu maddenin en zor kısmını FARC mensuplarının sivil hayata geri dönmesi oluşturuyor ve bireylerin durumuna, yani hüküm giyip giymeyeceklerine, FARC üyesi mi yoksa işbirlikçisi mi olduklarına hükümet karar verecek-, yasadışı uyuşturucu sorununun çözülmesi ( Bu sorunun hem uyuşturucu bitkilerin ekildiği topraklar hem de tüketim bağlamında çözülmesi planlanıyor) ve mağduriyetlerin giderilmesi ile hakikat. 7 Bütün bu sorunlara ek olarak FARC yüzünden, Kolombiya ile Venezuela ilişkileri zaman zaman kopma noktasına gelmiştir. Chavez’in iktidara gelmesi ile sosyalizm ve antiemperyalist görüşlerin hızla güç kazandığı antikapitalist Venezuela ile sağ görüşlü Kolombiya FARC konusunda uzlaşma sağlayamamışlardır. Kolombiya sık sık Venezuela’nın FARC’a maddi yardımda bulunduğunu ve Kolombiya’nın iç işlerine karıştığını iddia etmektedir. Ayrıca Venezuela’nın bazı FARC militanlarını sakladığı ve ideolojik altyapısına katkıda bulunduğu da Kolombiya’nın ileri sürdüğü iddialar arasındadır. Bu iddialar bir FARC militanının bilgisayarından çıkan
belgelerle kanıtlanmış bulunmaktadır. Her ne kadar Venezuela belgelerin sahte olduğunu iddia etse de Interpol belgelerin gerçek olduğunu 2008 yılında açıklamıştı 8. Örgütün ikinci adamı Raul Reyes'in bilgisayarından çıkan belgelere göre, Venezuela lideri Chavez yüz yüze görüştüğü örgüt liderlerine silah almaları için nakit para verdi. Chavez hükümeti ayrıca FARC gerillalarından kendi özel timlerini eğitmesini istedi. Muhalefetteki siyasilere suikast düzenlemelerini rica etti. Bu iddiaların ardından Venezuela Kolombiya ile ilişkileri durdurma kararı aldı ve Kolombiya’d a sadce en alt düzeydeki diplomatını tutacağını açıkladı. Chávez, “Ekonomik ilişkileri donduracağız ve bizim için zorunlu olmayan ithalatların yerine başkalarını geçireceğiz, çünkü bunları Brezilya’d an da alabiliriz. Eğer Kolombiya bu ithalatlara bağımlı olduğumuzu düşünüyorsa, yanılıyor” diyerek de tepkisini gösterdi. İki ülke arasındaki gerginliğin sebebi olarak FARC gözükse de ABD’yi göz ardı edemeyiz. Küba Devrimi gibi Chavez’ın Venezuela’nın başına geçmesi de ABD’yi rahatsız eden olaylardan biridir, zira Amerikan karşıtlığının en önemli temsilcilerinden biri olmuştur Venezuela. Hem petrol şirketlerini kamulaştırarak Amerikan firmaları aleyhine girişimlerde bulunmuş, diğer yandan da süper gücün çıkarlarına aykırı biçimde Rusya ve Çin ile askeri antlaşmalar imzalamaya başlamıştır9. Bu tehlike karşısında Amerika, müttefiki Kolombiya ile olan ilişkilerini güçlendirmiş ve FARC ile olan sorunlarını çözmesinde destek olmaya çalışmıştır. Bunun karşılığında Kolombiya ülkede 7 tane Amerikan üssünün kurulmasına izin vermiş; fakat Venezuela bunu tehdit olarak algılamıştır10. Akabinde iki ülke arasında anlaşmazlık başlamıştır. Bunun yanısıra Venezuela’nın emperyalizim karşıtlığı ve sosyalist görüşleri çerçevesinde FARC’ı desteklemesi de, FARC ve Kolombiya üzerinden ABD-Venezuela çatışması olarak düşünülebilir.
Refera n sl a r 1. Barış TUĞRUL - Jerónimo Ríos SİERRA“FARC ve Kolombiya'da Barış Süreci” (02 Şubat 2013) http://bianet.org/biamag/insan-haklari/144037-farc-ve-kolombiya-da-baris-sureci (Erişim Tarihi: 04/05/2013) 2. Aslıhan Başer “Kolombiya ve FARC Sorunu” (18/02/2011) http://www.tuicakademi.org/index.php/yazarlar1/85-aslihan-baser-tum-yazilari/703-kolombiya-ve-farc-sorunu(Erişim Tarihi: 04/05/2013) 3. Barış TUĞRUL - Jerónimo Ríos SİERRA gös.yer 4. Aslıhan Başer gös.yer 5. Aslıhan Başer “FARC ve Geçim Kaynakları” (24/02/2012) http://www.tuicakademi.org/index.php/yazarlar1/85-aslihan-baser-tum-yazilari/2746-farc-ve-gecim-kaynaklari(Erişim Tarihi: 04/05/2013) 6. Hector Mondragon “Demokrasi ve Kolombiya Planı” (27/01/2007) http://www.sendika.org/2007/01/demokrasi-ve-kolombiya-plani-hector-mondragon/(Erişim Tarihi: 04/05/2013) 7. “Kolombiya Çözüme Toprak Reformundan Başladı” (10/04/2013) http://bianet.org/bianet/dunya/145741-kolombiya-cozume-toprak-reformundan-basladi(Erişim Tarihi: 04/05/2013) 8. “Venezuela'nın komşusu Kolombiya'nın ayrılıkçı gerilla örgütü FARC ile yakın ilişkileri ilk kez somut delillerle kanıtlandı” (11/05/2011) http://www.internethaber.com/chavezin-orgutten-kan-donduran-ricasi-346181h.htm(Erişim Tarihi: 04/05/2013) 9. Özgecan Şahin “Arka Bahçe’d e Süper Gücün Gölgesi: Venezüella-Kolombiya Gerginliği” (27/08/2010) http://www.bilgesam.org/tr/index.php?option=com_content&view=article&id=1631:arka-bahcede-sueper-guecuen-goelgesi-venezueellakolombiya-gerginlii&catid=172:analizler-latinamerika(Erişim Tarihi: 04/05/2013) 10. Özgecan Şahin gös.yer
Güney Amerika’d aki en yoksul ülkelerden birisi olan, denize kıyısı bulunmayan Paraguay çoğu zaman göz ardı edilir. Belki de Venezuela gibi önemli petrol rezervlerine sahip olmadığı için ya da Brezilya gibi bölgesel ve küresel ölçekte etkiye sahip olmamasından ötürüdür. Paraguay’ı daha yakından incelemeye başladığınız zaman, “21.Yüzyılda hala nasıl feodal bir düzenden bahsedebiliriz?” diye kendinize sormaktan alıkoyamıyorsunuz. Piramidin en alt ve geniş tabanını oluşturan köylüler hiçbir siyasi hakları olmadan soylu sınıfa hizmet ederek ürettikleri tüm ürünleri onlara verdiler. Ortaçağ’d a bahsettiğimiz bu feodal sistem nasıl oldu da günümüze kadar etkilerini sürdürebildi? Paraguay’d a toprağın yüzde 85’i, nüfusun yüzde 2 ‘sinin elinde. Ortaçağdaki serflerden farklı olarak siyasi haklara sahip olabilirler, fakat büyük ölçekli soya ve pamuk plantasyonlarına gitmeleri için sistematik ve zorla topraklarından çıkarılmaları nasıl açıklanabilir? İşte bu noktada, gerçek biraz daha su yüzüne çıkmaya başlıyor; belki de Paraguay o kadar da göz ardı edilen bir ülke değildir. Sonuçta, Monsanto ve Cargill gibi çokuluslu tarım şirketleri için Paraguay soya üretimi açısından önemli bir ülke. Öte taraftan, bazı çıkar grupları, kendi amaçlarına aracılık eden ve campesino’ların(köylüleri) reform taleplerini görmezlikten gelen bir devlet başkanı Paraguay’d a var olduğu sürece işlerini daha hızlı bir şekilde halledebilirlerdi. O zaman bu tabloya uymayan tek bir kişi vardı: Fernando Lugo… Fern a n d o Lu go’n u n 2 0 1 2 ‘d e görevd en a l ı n m a sı n ı n a rka sı n d a ya ta n gerekçel ere ve bu sü reci n Pa ra gu a y’d a ve La ti n Am eri ka’d a ya ra ttı ğı etki l eri i n cel eyel i m . 22 Haziran 2012’d e parlamentoda, Devlet Başkanı Lugo görevini kötüye kullanması ve krizi yönetememesi ile suçlanarak 4 oya karşılık 39 oy ile görevi bırakmasına karar verildi. Fernando Lugo’nun görevinden ihraç edilmesini Curuguaty’d e meydana gelen çatışmalar hızlandıran bir faktör oldu. 15 Haziran’d a siyasetçi ve iş adamı Blas Riquelme’nin çiftliğini işgal eden topraksız köylüler ile polis arasında meydana gelen çatışmalarda 11 köylü ve 6 polis hayatını kaybetti. 1 Curuguaty’d e yaşanan olaylarda çoğu kişinin sorgulamadığı önemli bir
gerçek vardı: “ Blas Riquelme o topraklara nasıl sahip olmuştu?” Alfredo Stroessner’in diktatörlüğü sırasında yasal olmayan yollarla toprakları kendi üzerine geçirmişti. Ayrıca köylüler Riquelme’nin topraklarını korumak için silahlı eşkıyalar ile anlaştığını söylediler. 2 Ancak, campesino’ların sorunları göz ardı edilerek, Curuguaty’d e yaşananlar sivil darbeye yasal bir kılıf uydurmak için kullanıldı. Başkan yardımcısı olarak görev yapan Liberal Radikal Parti’d en Federico Franco, Nisan 2013 seçimlerine kadar devlet başkanlığı görevini sürdürdü. Paraguay’d a meydana gelen olaylarla ilgili genel bir çerçeve oluşturduktan sonra, yaşanılan bu süreçte en önemli aktörlerden birisi olan “Campesino Hareketini” daha yakından inceleyelim. Ca m pesi n o H a reketi Campesino hareketi, toprakların eşit dağıtılmaması ve küçük çiftçilerin maruz kaldıkları uygulamalar sonucunda meydana geldi. Latinamerica Press’in röportaj yaptığı Ulusal Kırsal ve Arazi Kalkınma Kurumu’nun eski başkanı, Alberto Alderete Prieto, hükümetin kamu alanlarını satmaya başladığı 19. Yüzyıldan beri toprak sorununun devam ettiğini ve 1950’d en 2000’e kadar, özellikle Stroessner’in diktatörlük döneminde (1954-1989) 12 milyon hektarın özel sektöre verildiğini belirtti. Toprağın yüzde 74’ü hiçbir toprak reformu yapmayan devlet görevlilerine, politikacılara ve askerlere bırakılırken, toprağın sadece yüzde 26’sı küçük üreticilere verildi. 3 Campesino hareketleri daha çok MCNOC ve FNC tarafından düzenleniliyor. Bu hareketler özellikle yoksulluğun baş gösterdiği ve devletin varlığını hissettiremediği San Pedro, Caaguazú, Concepción, Alto Paraná ve Canindeyú’d a meydana geliyor. Peki, bu hareket Paraguay’ın iç siyasetinde ne kadar etkiye sahip? Bu güne kadar campesino’lar ne mecliste temsil edildiler ne de belediye idare teşkilatlarında etkin olabildiler. Siyasi sistemdeki bu sınırlı etkilerine rağmen Brasiguayos’un ( 1989’d an beri kendilerine verilen topraklarda soya üreten Brezilyalı göçmenler) topraklarını işgal ettiler ve eski Devlet Başkanı Lugo’nun tarım reformu yapması için üzerinde baskı kurdular.
41
Campesino’lar aslında önemli bir potensiyel güce sahipler, fakat bu gücü daha siyasi düzleme taşıyamadılar. Siyasi sürece ne zaman katılmaya çalışsalar yeterli oy oranlarına ulaşamadılar. Politik gücü elde etmek için yeterince organize olamamaları ya da Centro de Estudios Rurales Interdisciplinarios’d an (CERI) Ramon Fogel’in açıkladığı gibi liderlerinin siyasete atıldığı zaman kolay bir şekilde yoldan çıkarılmaları neden olarak gösterilebilir. 4
42
Campesino’lar ve toprak sahipleri arasında yaşanan çatışmalarda ise yargı çoğu kez elit grupların lehine karar verdi. Campesino’lar kabahat suçlamaları, adam kaçırma, gerilla hareketiyle bağlantıları oldukları gerekçesiyle yargılandılar. 5 Paraguay’d a 100 campesino lideri öldürülmesine rağmen, bu davalardan sadece birinde öldüren kişi suçlu bulundu. Soya endüstrisine direnen 2000’d en fazla campesino ise yukarıda bahsettiğim uydurma suçlardan birisi ile yargılandılar. 6 Ca m pesi n o’ l a rı n Fern a n d o Lu go’n u n görevd en a l ı n m a sı sü reci n d e on a yeteri n ce d estek verm em el eri ü zeri n d e d u ru l m a sı gereken bi r d i ğer n okta d ı r. Katolik bir papaz olan Fernando Lugo’nun 2008’d e seçimleri kazanarak 60 yılı aşkın süredir tek parti olarak iktidarda olan Colorado Partisi’ni yenilgiye uğratması campesino’ları da umutlandırdı. “Yoksulların papazı” olarak bilinen Lugo, Latin Amerika’d a şekillenen “kurtuluş teolojisinden” etkilenerek sosyal adalete vurgu yaptı. 7 Ancak seçimleri kazandıktan sonraki süreçte reformları hızlı bir şekilde gerçekleştirememesi, tabandaki desteği kaybetmesine yol açtı. Peki, Lugo reform taleplerine neden hızlı bir şekilde yanıt veremedi? İktidarda olan Colorado partisini mağlup etmek için Federico Franco ile ittifak kurmuşlardı. Lugo’nun partisi “Alianza Patriotico para el Cambio” (Değişim için Halk İttifakı) başta tabandaki halk hareketleri cephesinin desteğine sahip olmasına rağmen, Kongre’d e çoğunluğun desteğini hiç elde edemedi. Öte taraftan, Liberal
Parti’d en başkan yardımcısı Fernando Franco, Lugo ile olan fikir uyuşmazlığını ve başkanlık ihtirasını hiç gizlemedi. Lugo başkan olarak campesino davasını ileriye götürmek ve toprak reformunu zorlamak için çok az şey yapması nedeniyle onu desteklemiş olan hareketleri lağvetti ve yabancılaştırdı. 8 Özellikle tabanın desteği ile seçimleri kazanan liderlerin bu gücü sürekli arkalarında tutması gerekir. 2002’d e Chavez’e karşı düzenlenen darbe sonrası Venezuela’d a halkın tepki göstermesi nedeniyle darbe amacına ulaşamadı. Hugo Chavez, devriminin çekirdeğini oluşturan nucleo’lardan aldığı desteği itici bir güç olarak kullanmayı çok iyi başardı. Bu noktada Lugo’nun dezavantajı partisinin yasama organlarında, özellikle de Senato’d a oldukça zayıf bir durumda olmasıydı. Bu duruma rağmen Lugo’nun başkanlığı süresince yaptığı bazı reformlar da vardı. Halka ücretsiz ilaç dağıtımı, yaklaşık 20.000 fakir aileye yardım edilmesi, okullarda kahvaltı ve öğle yemeklerinin ücretsiz dağıtılması bu reformlara örnek olarak verilebilir. 9 Ca m pesi n o h a reketi ve Lu go’n u n ta ba n d a ki d esteği ka ybetm esi n i n n ed en l eri a çı kl a d ı kta n son ra , şi m d i d e si vi l d a rben i n en ön em l i ba ş a ktörl eri n d en bi ri si ol a n özel sektörd en ba h sed el i m . Bolivya ve Venezuela gibi ülkelerin toprak reformu ve kamulaştırma gibi cüretkâr adımlarla elitlere meydan okuması darbe girişimlerine yol açmış, ancak başarısız olmuştu. Paraguay’d a ise darbenin başarılı olması daha önceden de bahsettiğimiz gibi elit grupların daha güçlü olması ve Fernando Lugo’nun arkasındaki campesino’ların ve solcuların desteğini kaybetmesine bağlanabilir. Ta rı m Ş i rketl eri Monsanto, Paraguay’d a ekilen genetiği ile oynanmış soya ve pamuk tohumlarının karlarını toplayan bir şirkettir. 2011’d e vergisiz olarak 30 milyar dolar topladı. ABD menşeli Cargill ise soya üretiminin ve rafinajının yüzde 40’nı elinde bulunduruyor. Paraguay’d aki tarım devleri, Kongre’d en çok kapsamlı korumalardan faydalanıyorlar ve hiç vergi ödemiyorlar. 10 Öte taraftan tarım şirketlerinin Paraguay’a verdiği zarar ise çok büyük. Stroessner’in döneminden beri tarım endüstrisinin neden olduğu tahribat önemli insan hakları ihlallerine yol açtı. Birleşmiş Milletler Ekonomik, Sosyal ve Kültürel Haklar Komitesi’nin raporuna göre, soya ekim alanının genişlemesine, orantısız zehirleyici böcek ilaçlarının kullanımına, doğal kaynakların kirlenmesine, çocuk ve yetişkinlerde hastalık ve ölümlerin görülmesine ve ekosistemin zarar görmesine yol açtı. Tüm bu yaşananlara tepki göstermek için 2007’d e “Toplum ve
Yaşam” kampanyasında gaz ile dezenfekte edilmenin bırakılması gerektiği vurgulandı. Geçmişten beri Paraguay hükümetleri soya üreticilerinin yanında yer alarak polis gücü ya da yargılama ile campesino liderlerini cezalandırdılar. Bu bakımdan Lugo’ya yapılan darbe bir anlamda binlerce çiftçiye karşı da yapılan bir darbeydi. 11 Brezilyalı araştırmacı gazeteci Pepe Escobar’a göre darbenin yapılmasında ekonomik çıkarlar etkiliydi. Escobar, bütün sürecin düzmeceden ibaret olduğunu, darbeye yasal bir zemin oluşturmak için yeni bir yöntem aranarak Lugo’nun görevden alındığını savundu. Eva Golinger ise ülkedeki önemli ekonomik ve siyasi güçlerin Lugo’yu çıkarlarına bir tehdit olarak algılamasını, Lugo’nun yüzde 2 ‘lik kısmı oluşturan elit gruptan gelmemesine bağladı. 12 Ayrıca, Fernando Lugo, Monsanto ve toprak sahiplerinin çıkarlarına yeterince hizmet etmiyordu. Onun hükümeti Monsanto’nun genetiği değiştirilmiş soya ticaretine izin vermek istemiyordu. Paraguaylı araştırmacı gazeteci Idilio Méndez Grimaldi’nin yazısına koyduğu başlık her şeyi anlatıyordu: ‘Monsanto golpea en Paraguay: los muertos de Curuguaty y el juicio politico a Lugo’ (Paraguay’d a Monsanto’nun darbesi: Curuguaty’d eki Ölümler ve Lugo’nun görevden uzaklaştırılması). 13 Col ora d o Pa rti si ve ü l ked eki el i t kesi m l eri n m ed ya n ı n gü cü n ü ken d i çı ka rl a rı n a ku l l a n m a sı d a vu rgu l a n m a sı gereken bi r d i ğer u n su rd u r. ABC Color, Ultima Hora ve La Nacion, Paraguay’ın üç önemli gazetesidir. Zuccolillo Grup’a bağlı olan ABC Color gazetesi taraflı bir yayın yapmaktadır. Ayrıca birçok radyo istasyonunun Colorado Partisi ile ilişkisi vardır. Bi rçok TV ka n a l ı n ı n , ga zeten i n ve ra d yo i sta syon u n u n orta kl a rı n ı n si ya seti n i çi n d e ol a n ki şi l er ol m a sı n ed en i yl e ta ra fl ı h a berl eri n ya pı l m a sı ve gü n d em i ken d i i stekl eri d oğru l tu su n d a bel i rl em el eri ka çı n ı l m a z bi r d u ru m d u r. 14 Örneğin, Aldo Zuccolillo, General Stroessner’in diktatörlüğü döneminde 1967’d e kurulan ABC Color gazetesinin sahibidir. Ayrıca Zuccolillo Grup Paraguay’d aki Cargill’in önemli ortaklarındandır. Cargill gibi şirketler mecliste sağcı partilerin güçlü desteği ile neredeyse hiç vergi ödememektedir. Bu d u ru m , m ed ya , özel şi rketl er ve si ya si pa rti l er a ra sı n d a ki i l i şki yi a çı k bi r şeki l d e gösterm ekted i r. Colorado Partisi ile yakın ilişkilere sahip ABC Color, sistematik bir şekilde Sağlık Bakanı Esperanza Martinez ve Çevre Bakanı Oscar Rivas’ı yolsuzluk ile suçladı. Her iki bakanın da Monsanto’nun genetiği değiştirilmiş tohumların ticari kullanımını reddetmesi bir tesadüf olamazdı. UGP, Üretim Birlikleri Derneği, ABC Color’d a “ SENAVE’nin
yöneticisi Miguel Lovera’yı kovmak için 12 neden” başlıklı yazıyı yayınlaması da herhalde bir tesadüf olamazdı; çünkü Lovera da genetiği değiştirilmiş tohumlara karşı çıkıyordu. UGP’nin amacı ise baskı yoluyla Bollgard BT’yi kabul ettirmekti. 15 M ed ya , özel şi rketl er ve si ya si pa rti l er a ra sı n d a ki i l i şki ye d eği n d i kten son ra , U SAI D ’ i n (ABD U l u sl a ra ra sı Ka l kı n m a Aj a n sı ) Pa ra gu a y’d a ki rol ü n ü i n cel eyel i m . USAID’in Lugo’ya karşı yapılan darbede rolü olduğu iddialarına değinmeden önce, Paraguay’d a gerçekleştirdiği projelerden bahsedelim. Paraguay’ın ekonomik gelişimine yardımcı olan projeleri: Kadın Girişimciler Komitesi, Etkin İşçi Katılımı ve Paraguay’d a Verimlilik Projesi örnek olarak verilebilir. USAID, kadınlara parasal destek sağlayarak kendi işlerini kurmasına yardımcı oldu. Engelli gençlerin de çalışma hayatında yer almaları için staj ve uygulama eğitimini destekledi. Zihinsel engelli Beto Aguilera, bu gençlerden birisiydi ve üç aylık deneme süresinden sonra işe alındı. Bu proje ile engelliler topluma kazandırılmaya çalışıldı. Ayrıca, en büyük tarım işletmelerinden birisi olan Archer Daniels Midland (ADM), teknik yardımların artması, stevya alanının genişlemesi ve verimliliğin sağlanması için USAID ile işbirliği yaptı. 16 USAID’in Paraguay’d a gerçekleştirdiği projeler ülkenin ekonomik gelişimine katkıda bulundu. Ancak, Paraguay ve diğer Latin Amerika ülkelerinin diğer taraftan da iç işlerine müdahale etti. ALBA, üye devletlerde USAID’in faaliyetlerini durdurmasına yönelik bir karar aldı. USAID’ın ekonomik ve insanı yardım planlama ve yönetme adı altında ülkelerin iç işlerine karıştığı iddia edildi. ABD’nin çıkarlarına ters düşen hükümetleri düşürmek için hükümet karşıtı organizasyonları, eylemleri ve politik aktörleri desteklediği belirtildi. Yasadışı yollarla sağlandığı tespit edilen fonlarla, siyasi hareketlerin dışında, medya organları ve sivil toplum örgütlerinin de beslenildiği savunuldu. . Bu sebeple, ALBA üyesi devlet başkanları, ülkelerinin egemenliği ve toplumların istikrarı gereği USAID’in tüm organ ve temsilcileriyle sınır dışı edildiğini açıkladı. 21 Haziran 2012’d e bu önerge Bolivya, Küba, Ekvator, Dominik Cumhuriyeti, Nikaragua ve Venezuela tarafından imzalanıldı. 17 Araştırmacılar Jeremy Bigwood ve Eva Golinger, USAID’in Bolivya’d aki “desantralizasyon” çabalarına bir milyar dolar ve Venezüela’ya 60 milyon dolar aktardığını savundular. Her iki ülkede de çok sayıda Geçiş İnisiyatifleri Bürosu’nun (OTI) açılarak hükümet karşıtı sivil toplum kuruluşlarına fon aktarıldığını
43
iddia ettiler. Ayrıca USAID’e bağlı olan CIRD ile Colorado Partisi arasında “diyalogu” daha fazla arttırmak için bir antlaşma imzalandı. CIRD’in başkanının ise Lugo’yu görevden indirmek için diğer siyasi partiler ile ittifak yapan Patria Querida partisinin eski başkan adayı Alavaro Carrizosa’d an başkası değildi. 18 Peki , böl ged eki d i ğer ü l kel eri n Lu go’n u n görevd en a l ı n m a sı n a tepki l eri n e ol m u ştu ?
44
Latin Amerika’d aki ABD yanlısı Şili, Meksika, Panama ve Kolombiya gibi ülkeler bile Lugo’nun görevden alınmasını kınadı. ALBA üyesi devletler yeni hükümeti tanımayacağını açıkladı. Venezuela, Brezilya, Arjantin ve Ekvator elçilerini geri çağırdılar. Paraguay’ın UNASUR ve MERCOSUR’d aki faaliyetlerinin demokratik seçimler yapılana kadar durdurulmasına karar verildi. Venezuela, Paraguay’a petrol ihracatını durduracağını açıkladı. 19 Küba Devlet Başkanı Raúl Castro, Lugo’nun görevden alınma süreciyle ilgili yaptığı açıklamada aslında çok önemli bir gerçeğe işaret etti. Latin Amerika’ya darbelerin geri döndüğünü, ancak bu sefer kılık değiştirdiğini söyledi. 20 2009’d a Honduras’ta ve 2010’d a Ekvotar’d a yaşanan süreç bize darbelerin artık askerler tarafından değil yargı ve anayasa ile yapıldığını Paraguay’d an önce göstermişti. G ü n ü m ü zd e d a rbel ere ya sa l bi r zem i n ol u ştu rm a k i çi n m etotl a rı n d a d eği şi kl i k yol u n a gi d i l d i . Böyl ece ya sa l ol m a ya n ve a n ti -d em okra ti k d a rbel eri h a kl ı gösterm ek a d ı n a h a l kı n en çok gü ven d u yd u ğu ku ru m l a r yozl a ştı rı l d ı . 2 1 Pa ra gu a y’d a ya şa n a n bu sü reçte Brezi l ya , Ven ezu el a ve ABD i l e ol a n i l i şki l eri n d e ü zeri n d e d u ru l m a sı gereki r. MERCOSUR üyesi Brezilya, Paraguay’ın iç politikasında etkili olan başlıca aktörlerden birisidir. Brezilya ve Paraguay arasındaki Itaipú Dam Antlaşması eski devlet başkanı Lugo’nun önem verdiği bir konuydu. Lugo her iki taraf için de daha eşit koşullara dayanan bir antlaşmadan yanaydı Ancak, müzakerelerde varılan nokta Paraguay’ın istediğini karşılamaktan çok uzaktı. O dönemde Brezilya’d a başkanlık seçimlerinin yaklaşması nedeniyle Brezilya’nın tutumunu değiştirmesi çok uzak bir ihtimaldi. Dahası Brezilya’nın açık bir şekilde Brasiguayos ve toprak sahiplerine destek vermesi, eski Devlet Başkanı Lugo’nun tarım reformlarını gerçekleştirmesine büyük bir engel teşkil etti. Lugo’nun Hugo Chavez ile kurduğu ilişki muhalefet tarafından eleştirildi. Lugo’nun sol kanat müttefikleri Venezuela ile daha güçlü bir ortaklığa olumlu baktılar.
Aslında Lugo’nun kurmuş olduğu bu ilişkinin muhalefet kanadında büyük bir yankı uyandırması çok da anlamlı değildi, çünkü Lugo’nun amacı politik tutumlara bakmaksızın bölge içindeki ve dışındaki ülkeler ile pragmatik ve stratejik ilişkiler kurmaktı. Medya, muhalefet ve özel sektör ise Venezuela ile geliştirilen ilişkileri çıkarlarına bir tehdit olarak algıladılar. Lugo, ABD ile iyi ilişkileri sürdürmeye devam etmişti. İki ülke arasındaki gündem, uyuşturucu üretimini ve ticaretini önlemek, demokratik kurumları güçlendirmek ve imtiyazlı gümrük antlaşmaları ile ticareti arttırmak üzerineydi. 22 D i ğer ü l kel eri n Lu go’n u n görevd en a l ı n m a sı n a n a sı l tepki verd i kl eri n e d eği n d i kten son ra , N i sa n 2 0 1 3 ’te ya pı l a n seçi m l erd en ba h sed el i m . Paraguay’d a işadamı Horacio Cartes devlet başkanı olarak seçildi. Seçim komisyonu, Cartes’in oyların yüzde 46’sını alarak devlet başkanı seçildiğini açıkladı. Radikal Liberal Parti’nin adayı Efrain Alegre’nin oy oranı ise yüzde 37’d e kaldı. ABD'nin Oklahoma eyaletinde eğitim gören ve geçen yıl şampiyon olan Libertad futbol takımının da başkanı olan Cartes'in tütün tarlalarına ek olarak bir içecek fabrikası, tarım tesisleri ve yatırım fonları bulunuyor. 23 Toprak sahiplerini ve tarım işletmelerini temsil eden Colorado Partisi’nin geri dönmesi büyük bir olasılıkla sol hükümetlerin yönetimde olduğu komşuları ile zaten sorunlu olan ilişkileri daha da kötüleştirecek. 2012’d e Fernando Lugo’nun görevden alınması üzerine birçok ülke elçilerini geri çağırmıştı. Devlet başkanı olarak seçilen Cartes, seçim kampanyalarında iş olanakları yaratacağına, sağlık ve eğitime yatırımda bulunacağına dair sözler verdi. Bu da fakir halkın oylarını çekmek için iyi bir taktikti. Ancak, her iki aday da seçim kampanyaları sırasında yolsuzluk iddiaları ile yüzleştiler. Cartes,1989’d a yasal olmayan para anlaşmaları nedeniyle yaklaşık bir yıl hapiste kaldı. Wikileaks’ten sızan bilgilere göre de uyuşturucu ve kaçak sigara ticareti nedeniyle ABD tarafından soruşturuldu. Cartes’in çiftliklerinde polis kokain ve marihuana ele geçirdi. Brezilyalı uyuştucu kaçakçılarından aldığı parayı akladığı iddiası ile suçlanıldı. Öte taraftan Lugo’nun destekçileri tam bir hayal kırıklığı içindeydi. Lugo’nun eski seçmenlerinden Verónica Gómez “Lugo bizi kandırdı.” diyerek ona olan inancını kaybettiğini söyledi. 24
Sonuç olarak, Paraguay’d aki siyasi yönetimler ne kadar süre daha campesino’ların sorunlarını görmezden gelebilirler ve taleplerine kulaklarını tıkayabilirler. Oysaki 10 Aralık 1948’d e, BM Genel Kurulu’na üye 58 devlettin 48’inin oyu ile kabul edilen İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi madde 1 şöyle başlamaz mı? “ Bütün insanlar hür, haysiyet ve haklar bakımından eşit doğarlar. Akıl ve vicdana sahiptirler ve birbirlerine karşı kardeşlik zihniyeti ile hareket etmelidirler.” Peki, biz insanoğlu olarak neden bunu günlük yaşamımızda uygulayamıyoruz, neden kendi çıkarlarımıza mahkûm olarak irademize hükmedemiyoruz? Bazı kişiler bunun cevabını var olan sisteme bağlayabilir. Portekizli sosyolog Boaventura de Sousa Santos sistemdeki çelişkiyi şöyle açıklar: “ Kapitalizm ve demokrasi arasındaki gerilim ortadan kalkmıştır. Çünkü demokrasi (ve devlet) gelir dağılımını toplumsal bir şekilde gerçekleştirmek yerine bu anlayışı yok edecek politikalar uygulamaktadır. Demokrasinin, kapitalizm ile hiçbir problemi yoktur. Bu tür demokrasiler kapitalizmin bir diğer yüzü olarak da düşünülebilir…” 25 Aslında yıllardan beri sınıf çatışmalarının olduğu, emekçilerin ve köylülerin sömürüldüğü bir sistemde sürüklenip
gitmiyor muyuz? John Steinbeck’in “Gazap Üzümleri “ sermaye grupları ile emekçiler arasındaki ilişkiyi, mevcut sistemi en iyi aktaran kitaplardan birisidir. Joad ailesinin yaşadıklarına yer vererek sistemdeki sömürüyü, sefaleti, güvensizliği, yoksullaşan işçi sınıfını, bireyciliği ve kar hedefli anarşik toplumu gözler önüne sermektedir. Kitabın yazıldığı günden bugüne sistemin çarkları aynı hızla belki daha da güçlenerek devam etmektedir. Tabi bu sistem beraberinde toplum hareketlerinin oluşumuna da yol açtı: Brezilya’d a “Topraksız Köylü Hareketi” (MST ), Şili’d e “ Penguen Devrimi”, Paraguay’d a “ Campesino Hareketi” ve daha niceleri örnek olarak verilebilir. Latin Amerika sokaklarında insanlar ¡El pueblo vencerá! (Halk kazanacak !) sloganı atıyorlar. Toplumsal hareketler zaten yeni bir başlangıcın, un comienzo nuevo, simgesi değil midir? Hükümetlerin gerçekleştirdiği reformların ve Latin Amerika’d a tomurcuklanan radikal değişimin perde arkasındaki kahramanlar toplum hareketleri değil midir? Eğer gerçekten demokrasinin var olmasını istiyorsak, hepimiz “ Darbelerin Karanlığından Demokrasinin Aydınlığına Evet” demeliyiz…
Refera n sl a r 1. Dış Haberler Servisi, Paraguay Liderine Sivil Darbe, 24 Haziran 2012, http://dunya.milliyet.com.tr/paraguay-liderine-sivil-darbe/dunya/dunyadetay/24.06.2012/1558023/default.htm (Erişim Tarihi: 26 Nisan 2013) 2. Berta Joubert-Ceci, Monsanto profits from right-wing coup d'état in Paraguay, 27 Temmuz 2012, http://www.nwrage.org/content/monsanto-profits-right-wing-coup-d%C3%A9tat-paraguay (Erişim Tarihi: 24 Nisan 2013) 3. Gustavo Torres, Campesinos left without land, 5 Kasım 2012, http://lapress.org/articles.asp?art=6625 (Erişim Tarihi: 20 Nisan 2013) 4. United States Agency for International Development, Paraguay Democracy and Governance Assessment, Ekim 2009, s.24-25, http://paraguay.usaid.gov/sites/default/files/documents/paraguay-dg-assessment-report-final-11-09.pdf (Erişim Tarihi: 20 Nisan 2013) 5. Marco Castillo, Paraguay: Campesino leader charged for confronting crop spraying,17 Mart 2008, http://www.lasojamata.net/en/node/113 (Erişim Tarihi: 24 Nisan 2013) 6. Benjamin Dangl, Behind Paraguay’s Coup, 26 Temmuz 2012, http://www.aljazeera.com/indepth/opinion/2012/07/2012724104721484209.html (Erişim Tarihi: 24 Nisan 2013) 7. Inter Press Service, Q&A : ‘Barring Electoral Fraud, the Opposition Will Triumph’in Paraguay- Interview With Fernando Lugo, 12 Nisan 2008, http://www.sendika.org/2008/04/qa-barring-electoral-fraud-the-opposition-will-triumph-in-paraguay-interview-withfernando-lugo/ (Erişim Tarihi: 4 Mayıs 2013) 8. Francesca Fiorentini, Paraguay Darbesi, 13 Temmuz 2012, http://dunyadanceviri.wordpress.com/2012/07/13/paraguay-darbesifrancesca-fiorentini/ (Erişim Tarihi: 26 Nisan 2013) 9. Berta Joubert-Ceci, a.g.e 10. Francesca Fiorentini, a.g.e 11. Benjamin Dangl, a.g.e 12. RT, Paraguay ‘Coup ‘ : Outside Job? ,13 Temmuz 2012, http://rt.com/news/paraguay-coup-monsanto-oligarchs-078/,13, (Erişim Tarihi: 28 Nisan 2013) 13. Ecopoliticstoday’s Blog, Chilling Vision of Corporate Coups d'état, 1 Temmuz 2012, http://ecopoliticstoday.wordpress.com/2012/07/01/chilling-vision-of-corporate-coups-detat/ (Erişim Tarihi: 27 Nisan 2013) 14. United States Agency for International Development, a.g.e, s.25 15. Idilio Méndez Grimaldi, The Agribusiness Coup in Paraguay: Monsanto’s latest assault on democracy, 26 Temmuz 2012, http://www.foodfirst.org/en/Agribusiness+Coup+in+Paraguay (Erişim Tarihi: 20 Nisan 2012) 16. USAID-Paraguay, Success Stories, http://paraguay.usaid.gov/success (Erişim Tarihi: 28 Nisan 2013) 17. ALBA-TCP, ALBA Expels USAID From Member Countries, http://venezuelanalysis.com/news/7069 (Erişim Tarihi: 29 Nisan 2013) 18. Francesca Fiorentini, a.g.e 19. Berta Joubert-Ceci, a.g.e 20. Altilio Boron ve Idilio Méndez Grimaldi, What’s Behind Last Week’s ‘Coup’ in Paraguay?,27 Temmuz 2012, http://halifax.mediacoop.ca/story/what%E2%80%99s-behind-%E2%80%98coup%E2%80%99-paraguay-last-week/11514 (Erişim Tarihi: 29 Nisan 2013) 21. Gonzalo Fernandez, Coups 2.0 in the Americas,4 Temmuz 2012, http://venezuelanalysis.com/analysis/7088 (Erişim Tarihi: 25 Nisan 2013) 22. United States Agency for International Development, a.g.e 23. AA, Paraguay’d a Zafer Cartes’in, 23 Nisan 2013, http://www.hurriyet.com.tr/planet/23104615.asp (Erişim Tarihi:26 Nisan 2013) 24. Jonathan Gilbert ve Jonathan Watts, Horacio Cartes wins Paraguay elections, http://www.guardian.co.uk/world/2013/apr/22/horaciocartes-wins-paraguay-election (Erişim Tarihi: 27 Nisan 2013) 25. Sena Akalın, Latin Amerika ve Neo-liberalizm, 26 Ocak 2013, http://www.birgun.net/world_index.php?news_code=1359194396&year=2013&month=01&day=26 (Erişim Tarihi: 4 Mayıs 2013) Görsel: http://elriodeheraclito.wordpress.com/2010/03/23/mas-de-20-000-personas-en-el-lanzamiento-del-frente-guasu/
45
Wikileaks’in kurucusu Julian Assange’ın siyasi sığınma talebinde bulunmasıyla dünya gündeminde adından sıklıkla söz ettiren Ekvador, 17 Şubat 2013’te yapılan seçimlerde devlet başkanını, başkan yardımcısını ve parlamento üyelerini belirledi. Yaklaşık % 57 oranında oy alan Rafael Correa tekrar devlet başkanı olurken, başkan yardımcılığı görevine de Jorge Glass geldi. Görev süresi 24 Mayıs 2013’te başlayacak olan Correa, seçim sonuçlarının açıklanmasının ardından yaptığı ilk konuşmada başarısını ‘vatandaşların devriminin zaferi’ olarak niteleyip, “artık koloni güçlerinin değil, bu devrimde Ekvadorluların görevde” olduğunu söyledi. 1
46
Seçim sonuçlarını daha iyi çözümleyebilmek için kısaca Latin Amerika üzerinden başkanlık sisteminin karakteristiklerine değinmek, ardından da Ekvador özelinde siyasi yapı ve hükümet sistemi değerlendirmesi yapmak yararlı olacaktır. “Tarihsel olarak Latin Amerika’nın siyasi sistemleri, Amerika Birleşik Devletleri’nden doğrudan transfer ettikleri başkanlık sistemini çok-partili yapılanmaları içerisinde nispî temsil sistemiyle birleştirmişlerdir”. 2 “Başkanlık sistemi Amerika Birleşik Devletleri’nde doğmuş ve uygulamaya konmuş bir devlet yönetimi modelidir ve güçler ayrılığı ile fren ve denge mekanizmalarına dayanır”. 3 Kazananın hepsini aldığı (the winner takes all) böylesi bir sistemde, yürütme organı ile yasama organının meşruiyet kaynağı doğrudan halk olmasına karşın, aralarında organik bağ kurmaları engellenmiş, birbirlerine karşı sorumlu olmalarının (accountability) kuramsal olarak önüne geçilmeye çalışılmıştır. Bir başka deyişle, bu sistemde amaçlanan, yasama organı ile yürütme organının yalnızca kendi görev * Ekvador: Vatandaşların Devrimi
alanları ve yetkileriyle sınırlandırılmış olmaları, birbirinden ayrı kadro (distinct personnel) ve pozisyon barındırmalarıyla diğer organın işleyişine müdahale etmemeleridir. “Latin Amerika’daki başkanlık sistemlerinin parlamenter sistemlere göre demokrasiyi ve istikrarı zayıflattığı ve yönetebilirlik sorunlarını derinleştirdiği” 4 tartışmaları ile “yasama organına karşı hem veto yetkisi hem de yasal düzenlemelerde kişisel inisiyatif sağlayan kararname gücüne aynı anda sahip başkanlar” 5 sorunsalı birlikte düşünüldüğünde, Latin Amerika bağlamında başkanlık sistemi modelinin dinamiklerinin bir kez daha sorgulanması gerektiği kanısı uyanmaktadır. Bu tartışmayı yapmak, bu yazının kapsamı ve boyutlarını aşacağından, bu noktada, Ekvador’un siyasi yapılanmasının temel niteliklerini irdelemeye başlamak yerinde olacaktır. Başkanlık sistemiyle yönetilen Ekvador, çok-partili demokratik bir cumhuriyettir. Devlet başkanı ve başkan yardımcısı ile -başkanlık sisteminin gereği olarak başkan tarafından belirlenen- kabine üyeleri yürütme organını, tek meclisli Asamblea Nacional ise yasama organını oluşturur. Ekvador’da seçimler dört yılda bir yapılır ve yeni düzenlemelere göre 137 sandalyeli meclisi ve devlet başkanı ile yardımcısını belirleyen seçimler aynı gün gerçekleştirilir. 6 Seçimlerin aynı gün ya da çok yakın tarihlerde gerçekleştirilmesinin nedeni, seçmenlerin parlamento ve başkanlık seçimlerinde aynı ya da benzer politik görüşte olan adayları/partileri desteklemeleri ve çıkması olası hükümet krizleri ile bölünmüş hükümet (divided government) tehlikesini en aza indirgeme isteğidir. 18-65 yaş arasındaki vatandaşlar için genel oy
hakkı tanınmıştır. Ayrıca, 16-18 yaş grubundaki ve 65 yaş üzeri vatandaşlar ile askeri hizmette bulunan, Ekvador dışında yaşayan, okuma yazma bilmeyen ya da engelli vatandaşlar için seçime katılmak tercihe bırakılmıştır(Ekvador Anayasası 62. madde). 7 Ekvador Anayasası’na göre devlet başkanı ile başkan yardımcısı birlikte seçilir. İlk tur oylamada salt çoğunluk sağlanamazsa, 45 gün içinde ikinci tur oylama yapılır ve en çok oyu alan başkan ve başkan yardımcısı göreve başlamaya hak kazanır (143.madde). 8 Bunun yanı sıra, yeni düzenlemelerle birlikte, başkan ve başkan yardımcısına görev süreleri sona erdikten sonra, ikinci kez seçime katılabilme ve seçilebilmenin önü açılmıştır. Ekvador’un siyasi görünümünü irdelerken göze çarpan ilk husus, 1979 yılından bu yana sivil hükümetler tarafından yönetilmekte olmasına karşın, uzun süre kalıcı siyasi istikrarın sağlanamamış ve özellikle 1996-2006 yılları arasında yedi devlet başkanı değiştirmiş olmasıdır. 9 2006 yılındaki seçimlerde devlet başkanlığı koltuğuna oturan Correa ile birlikte bu durumun tersine döndüğünden ve son seçim zaferini de göz önüne alarak, Correa’nın 2017 tarihine kadar görevde kalması durumunda Ekvador tarihinde en istikrarlı biçimde devlet başkanlığı yapmış kişi olma unvanını alacak olmasından söz edebiliriz. C o r r e a , 2 0 0 6 S e ç i m l e r i ve 2 0 0 8 A n a ya s a s ı ABD’de eğitim görmüş bir ekonomist olan Correa, devlet başkanı Alfredo Palaci’nin kabinesinde Nisan 2005’te Maliye Bakanı olarak göreve başlasa da bu görev ancak dört ay sürdü. Kasım 2006’da yapılan başkanlık seçimlerinde ikinci tur oylamada % 56,7 oranında oy alarak ve birinci tur oylamanın galibi Alvaro Noboa’yı geride bırakarak devlet başkanı oldu. 2007’de göreve başladığında gündeminde anayasa reformu ve iktisadi alanda yapılması gereken düzenlemeler olan Correa‘nın 1 0 neoliberalizme alternatif olarak sunduğu kalkınma modeli ‘buen vivir’ in yaşama geçmesi için Ekvador’un “uzun sürmüş neoliberal gece”den
uyanmış olması gerekliydi. 1 1 Bu uyanışı gerçekleştirebilmek amacıyla 2008 Anayasası hazırlandı ve Ekim 2008’de yapılan halkoylaması sonucu % 64 ‘evet’ oyuyla kabul edilerek yürürlüğe girdi. 2008 Anayasası ile amaçlanan, ulusal kalkınmayı post-neoliberal yani 21. yüzyıl sosyalist kalkınma ve yönetişim modeliyle gerçekleştirmektir. 1 2 Esasında, anayasa değişikliği, anti-neoliberal popülist söylemlerin cisimleşmesi yolunda bir anahtardır. Dolayısıyla, iktisadi alanda neoliberal politikaların terk edilmesiyle müdahaleci devlet anlayışı yerleşti, Venezuela ve Bolivya’dakilere benzer sosyal devlet uygulamaları başlatıldı. Siyasi alanda ise yürütmenin –daha doğru ifadeyle devlet başkanının- eli güçlendirildi. Yeni anayasayla devlet başkanına meclisi feshetme (148.madde), tek başına ekonomi politikaları yürütme gibi yetkiler tanındı. 1 3 Mayıs 2011’de bir referandum daha gerçekleştirildi ve yargıçların atanması ile medyanın düzenlenmesi gibi kritik alanlarda da devlet başkanı yetkilendirildi. 1 4 Sonuçta ortaya çıkan başkanlık sistemi için dahi olağanüstü sayılabilecek yetkilerle donatılmış yürütme kanadı, aslında başkanlık sisteminin temel niteliklerinden olan güçler ayrılığı (seperation of powers) ve sabit dönemler (fixed terms) ilkelerini ihlal eder niteliktedir. Bu değişikliklere ek olarak, görev süresi 15 Ocak 2011’de dolacak olmasına karşın, yeni düzenlemelerle seçim 26 Nisan 2009’a çekildi ve Correa’ya seçime katılabilme olanağı tanındı. 2 0 1 3 S e ç i m l e ri 17 Şubat 2013 tarihindeki seçimden, oy oranını 2009’da yapılan seçimlere göre % 5 oranında arttırarak çıkan Correa, aslında bölünmüş ve zayıf bir muhalefet karşısında sınav verdi. En yakın rakibi olan Guillermo Lasso, ülkenin ikinci büyük
47
bankası olan Banco de Guayaquil’in eski başkanıdır ve halkın gözünde bankalar, 1999 ekonomik krizinin ve ulusal para birimi yerine Amerikan dolarının kabul edilmesinin başlıca sorumlusudur. Correa ve Lasso dışındaki diğer adaylar, 2002-2005 yıllarında devlet başkanlığı görevini yürütmüş olan ve ülkenin en büyük muhalefet partisi PSP’nin başkanı olan Lucio Gutierrez, Correa’nın partisi olan PAIS’in kurucularınan Alberto Acosta, bunların yanı sıra Mauricio Rodas, Norman Wray, Nelson Zavala’dır. 1 5 Seçim sonuçlarına göre, Correa’nın partisi Allianza PAIS de yasama organında üçte iki çoğunluğunu elde etti. Bu tablonun oluşumunda d’Hondt yönteminin kullanılmasının etkili olduğu söylenebilir. 1 6
48
Yazının buradan sonraki kısmı, Correa’nın başarısını kavramak için izlediği siyasalara değinmeye ve muhalif kanadın Correa’ya yönelttiği eleştirileri değerlendirmeye adanmıştır. 1996-2006 yılları arasında süren siyasi istikrarsızlığın yanı sıra ülkenin ciddi bir ekonomik bunalım yaşaması, ulusal para biriminden Amerikan dolarına geçiş, ülkenin hızla yoksullaşması, yabancı ülke ve kuruluşlara borçlanma ve bağımlılık ve sonrasında Correa yönetimiyle birlikte görece refaha kavuşulması, dar gelirli kesimin desteğinin Correa’ya yönelmesinde önemli bir yer teşkil eder. Correa’nın iktisat programı, kamu harcamalarının ülkenin petrol ve madenlerinden elde edilen gelirlerle finansmanı etrafında şekillenir. Bu sistemle, dar gelirli kesimin hayat standartlarının yükseltilmesi, yoksulluk oranının düşürülmesi, sosyal programlar ile gelirin yeniden dağıtılması yoluyla iktisadi eşitsizliğin giderilmesi ve dolayısıyla refahın adilce dağıtımı hedeflenir. Dünya Bankası istatistiklerine göre yoksulluk sınırı 2006’da % 38 iken, 2013’e gelindiğinde % 29’a gerilemiştir. 1 7 Correa, izlediği bu çizgiyle altı yıllık iktidarı
boyunca sağlık, eğitim vb. hizmetlere erişimi arttırdı. 1 8 Bu hizmetlerin sunulmasında bedelsizlik ilkesini benimsedi. Pek çok hastane, okul, yol yapıldı; öğrencilere ücretsiz okul üniformaları dağıtıldı. 1 9 Asgari ücret, enflasyon düzeyinin üzerinde arttırıldı ve küçük üretici ve çiftçilere üretimi teşvik edici sübvansiyonlarda bulunuldu. Diğer taraftan, son altı yıllık dönemi “bir Ekvador rüyası” olarak görmeyenler de var. Correa yönetimine yöneltilen eleştirilere bakıldığında, bunlar iki ana eksende toplanabilir: Yönetsel/ politik ve ekonomik. Birinci argümana göre, Correa’nın özellikle son düzenlemelerle başkanlık yetkilerini güçlendirmesi, giderek otoriter eğilimler sergilemeye başladığı endişesini beraberinde getirdi. Ayrıca, günümüz koşullarında demokratik bir sistemin vazgeçilmez öğelerinden olan basına yaptığı müdahaleler, insan hakları bağlamında ifade özgürlüğüyle çatışmanın yanı sıra toplumsal muhalefetin oluşumu ve gelişimi açısından da önemli sakıncalar doğuracaktır. Medyaya getirilen sınırlamaların yanı sıra, Correa’nın söylemlerinde kullandığı dilde medyaya bakışının izlerine rastlamak mümkündür. İfade özgürlüğünü devletin fonksiyonu olarak gören ve basını “yozlaşmış, merkantalist” olmakla suçlayan Correa’nın diğer taraftan 20 devlete bağlı bir medya imparatorluğu kurma çabaları düşündürücüdür. Bunlara ek olarak, yüksek yargıçların atanmasında oynadığı rol, mahkemelerin ve dolayısıyla yargının bağımsızlığını tehdit eder niteliktedir. 21 Ayrıca, diğer devlet kademelerine kendi partisinin mensubu ya da destekçilerinin yerleştirilmesi de popülizm bağlamında patronaj iddialarını gündeme getirmektedir. İkinci argümana göre ise, Correa’nın iktisadi anlamda sergilediği performansın yani petrol gelirleriyle ve Çin’den alınan borçla (3,4 milyar dolar düzeyine ulaşmıştır22 ) kamu harcamalarının finansmanının sağlanmasının sürdürülebilir olamayacağı, çünkü giderek azalan petrol üretimi ile yabancı yatırımcının bazı sektörlerden uzak tutulması yolunun izlenmesinin, Correa’nın vergilendirme
politikasının yakında iktisadi hayatı krize sürükleyeceği savına dayanır. American Dialogue adlı düşünce kuruluşunun başkanı Michael Shifter’a göre, sosyal harcamaların artırmasının da bölgedeki pek çok popülist hükümetin standart reçetesini uygulamaktan başka bir şey değildir. 23 Böylesi bir tabloda eleştirmenlerin birleştiği nokta ise Correa’yı kontrol altında tutacak ve sınırlayacak tek mekanizmanın, Correa’ya 2017’de yapılacak seçimlere girebilme
yolunu kapatan 2008 Anayasası olduğudur. Yeni dönemde de sosyal politika uygulamalarına devam edeceğinin işaretlerini veren Correa’nın başarılı olup olamayacağını ya da darbeler, müdahaleler coğrafyası Latin Amerika’nın makûs kaderinin değişip değişmeyeceğini, Chavez’in yokluğunda değişen dengelerin neler getireceğini bekleyip göreceğiz.
49 Refera n sl a r 1. “Rafael Correa 4 Yıl Daha Devlet Başkanı” (18.02.2013). http://politikaakademisi.org/?p=4111 (Erişim tarihi: 30.04.2013) 2. Aslan-Akman, C. (2007). Başkanlık Sistemlerinin Latin Amerika Deneyimi: Çok-Partili Sistemlerdeki Çeşitlilikler, Sorunlar ve Fırsatlar. İhsan Kamalak(Ed.), Başkanlık Sistemi ve Türkiye içinde (s.171). İstanbul: Kalkedon. 3. Akçalı, P. (2007). Başkanlık Sistemlerinin Latin Amerika Deneyimi: Çok-Partili Sistemlerdeki Çeşitlilikler, Sorunlar ve Fırsatlar. İhsan Kamalak(Ed.), Başkanlık Sistemi ve Türkiye içinde (s.60). İstanbul: Kalkedon. 4. Aslan-Akman, C., a.g.e., s.171. 5. a.g.e., s.181 6. https://www.cia.gov/library/publications/the-world-factbook/geos/ec.html (Erişim tarihi: 27.04.2013) 7. http://pdba.georgetown.edu/Constitutions/Ecuador/english08.html (Erişim tarihi:20.04.2013) 8. Elections in Ecuador. (2013). New York: The Americas International Foundation for Electoral Systems. 9. Türkiye Cumhuriyeti Dışişleri Bakanlığı Ekvator Cumhuriyeti'nin Siyasi Görünümü, http://www.mfa.gov.tr/ekvator-siyasigorunumu.tr.mfa (Erişim tarihi:21.04.2013) 10. http://welections.wordpress.com/2013/02/20/ecuador-2013/ (Erişim tarihi:27.04.2013) 11. Lind, A. (2012). “Revolution with a Woman's Face”? Family Norms, Constitutional Reform, and the Politics of Redistribution in PostNeoliberal Ecuador. Rethinking Marxism: A Journal of Economics, Culture & Society, 24(4). http://dx.doi.org/10.1080/08935696.2012.711058 (Erişim tarihi:20.04.2013) 12. a.g.e. 13. Türkiye Cumhuriyeti Dışişleri Bakanlığı Ekvator Cumhuriyeti'nin Siyasi Görünümü, http://www.mfa.gov.tr/ekvator-siyasigorunumu.tr.mfa (Erişim tarihi:21.04.2013) 14. BBC, “Ecuador Profile” (19.02.2013). http://www.bbc.co.uk/news/world-latin-america-19331506 (Erişim tarihi:21.04.2013) 15. BBC, “Ecuador Election: Other Candidates” (13.02.2013).http://www.bbc.co.uk/news/world-latin-america-21424067 (Erişim tarihi:21.04.2013) 16. http://welections.wordpress.com/2013/02/20/ecuador-2013/ (Erişim tarihi:27.04.2013) 17. BBC, “Ecuador Election: President Rafael Correa Wins New Term” (18.02.2013). http://www.bbc.co.uk/news/world-latin-america21492470 (Erişim tarihi:21.04.2013) 18. a.g.e. 19.The Economist, “ Ecuador’s Election:The Man with The Mighty Microphone”. (09.02.2013). http://www.economist.com/news/americas/21571426-having-mixed-good-bad-and-ugly-during-six-years-power-rafael-correaheading?zid=309&ah=80dcf288b8561b012f603b9fd9577f0e (Erişim tarihi:23.04.2013) 20. a.g.e. 21. Neuman, W. (2013, 17 Şubat). President Correa Handily Wins Re-election in Ecuador http://www.nytimes.com/2013/02/18/world/americas/rafael-correa-wins-re-election-in-ecuador.html?_r=0 (Erişim tarihi:23.04.2013) 22. The Economist, “ Ecuador’s Election:The Man with The Mighty Microphone”. (09.02.2013). http://www.economist.com/news/americas/21571426-having-mixed-good-bad-and-ugly-during-six-years-power-rafael-correaheading?zid=309&ah=80dcf288b8561b012f603b9fd9577f0e (Erişim tarihi:23.04.2013) 23. Cumhuriyet, “Correa Devlet Başkanı Seçildi” (18.02.2013). http://www.cumhuriyet.com.tr/?hn=399678 (Erişim tarihi:20.04.2013)
Latin Amerika, Amerika kıtasının “keşfi” ile başlayan sömürgecilikten kurtulamamış, çabalarıyla bazı küçük kazanımlar elde etmiş ama en nihayetinde hep batının etkisi altında kalmış bir bölge. Bu yazıda kıtanın bu duruma son verebilme çabalarının son yıllardaki izdüşümlerini ve 1 Mayısların nasıl bu çabaların bir gösterisi olduğunu literatürden faydalanarak ülkeler bazında anlatmaya çalışacağız.
50
ECLAC Başlangıç noktamız Latin Amerika Ülkeleri Ekonomik Komisyonu (ECLAC; The Economic Comission for Latin America and Caribbean) olacaktır. 1948’d e kurulan ve aynı yıl çalışmalarına başlayan komisyonun amacı Latin Amerika ülkelerinin ekonomik gelişimine katkı sağlamak, bu amaçta atılacak adımları kordine etmek ve ülkeler arasındaki ekonomik bağları güçlendirmek olarak belirlenmiştir1 . Latin Amerika üzerinden azgelişmişliğin farklı bir düşünsel yönünü ortaya koymaya çalışır ve konuda modernleşme teorisinden farklı bir bakış açısısı sunarlar. Onlara göre azgelişmişliği anlamak için modernleşme teoristlerinin iddia ettikleri gibi gelişmişliği her ülkenin yaşacağı bir süreç olarak görmekten ziyade tarihsel yapıları(historical structures) incelemek gerekir. Buna göre ilk eşit olmayan yapı ham madde ve sanayi ürünlerinin ticaretinde yer almaktadır2 . ECLAC’ın faaliyetlerini beş dönem içinde incelemek mümkündür. İlki 1950’lerin uygulanan ithal ikamesine dayalı endüstrileşmedir. İkincisi endüstrileşmeyi kolaylaştırmak amaçlı 1960’larda uygulanan reformlardır. Üçüncüsü kolonicilik dönemlerinden kalan tek tür ihracat yerine farklı türlerdeki ürünlerin ihracatına dayanan sistemin uygulanmaya çalışıldığı 1970’lerdir. Dördüncüsü uluslararası ekonomik krizlerin üstesinden gelinmeye çalışıldığı ve aynı zamanda ekonomik büyüme gayreti içinde olunduğu 1980’lerdir. Son dönem ise ki bu dönem günümüze kadar sürmektedir, üretim şeklinde değişikliklere gidilmesi ve sosyal eşitliğin yakalanmaya çalışılmasıdır3. Komisyonun günümüzde yaptıklarına baktığımızda ise 5 Nisan 2013 tarihinde ECLAC ülkelerinin kıtadaki
iletişimi ve bilgi alışverişini güçlendirecek yönde adımlar attığının bir kanıtı olarak “Plan of Action for the Knowledge and Information Society in Latin America and the Caribbean 4” anlaşmasını yeniden tüm ülkelerin teyit ettiğini görüyoruz. Diğer bir örnek ise yine yakın zamanda 18 Nisan 2013 tarihinde bölge ülkelerinin tamamının katılımıyla kabul edilen “Declaration on the application of Principle 10 of the Rio Declaration on Environment and Development”dır5. Bu deklarasyon ile amaçlanan ise çevre ile ilgli sorunlarda da bölgede birlik oluşturmak ve ortak karar alabilmektir. M ERCO SU R (Com m on M a rket of th e S ou th ) 1991’de Arjantin, Paraguay, Uruguay ve Brezilya tarafından kurulan örgütün amacı esas olarak Güney Amerika’da bölgesel anlamda ekonomiyi liberalleştirme ve demokrasiyi güçlendirme amacını güder. Bunun istikrarlı bir biçimde sağlanabilmesi için ise üye ülkeler arasında çoğulculuk ve şeffaflık anlayışını kuvvetlendirmek, temel hak ve özgürlükleri korumak, yoksullukla mücadele etmek, sürdürülebilir kalkınma için çevre korunmasını sağlamak, yargı güvenliğini sağlamak gibi hedeflere sahiptir6 . Venezüella Temmuz 2012’de üye olmuşken, Bolivya Aralık 2012’de tam üyelik sürecine girmiştir. Bunun yanında Şili, Kolombiya, Ekvador ve Peru ortak devletler statüsündedirler7 . Bazı çevreler ABD’nin bu oluşumu NAFTA ile birleştirerek bölgede ekonomik bir birlik oluşturma niyetinde olduğunu fakat Brezilya’da 2002’de Brezilya Devlet Başkanlığına seçilen Lula da Silva ile işbirliğine giden Hugo Chavez’in bu oluşumu daha başlamadan bitirdiğini iddia ediyor. Fakat diğer taraftan Avrupa Birliği bu oluşumun güçlenmesini desteklemekte ve gerekli olan teknolojik ve kurumsal desteği sağlamaktadır. Hatta Avrupa Birliği ve Mercosur tarafından 1995’te imzalanıp 1999’da uygulamaya konan İşbirliği Çerçeve Anlaşması 2005-2010 dönemleri arasında kesintiye uğrasa da halen geçerliliğini 8 korumaktadır . Bu açıdan bakıldığında ABD’nin bölgede oluşturmak istediği birliğin önlendiği tartışılır bir yargıdır.
ALBA (AM ERİ KALI LAR İ Çİ N BO Lİ VARCI S EÇEN EK) Venezuela tarafından ortaya atılan ALBA (Bolivarian Alternative for the Americas=Amerika İçin Bolivarcı Seçenek), FTAA’nın neo-liberal ve kâr maksimizasyonuna dayanan politikaları yerine, ülkeler arasındaki ekonomik farkları dengeleyen, kârı değil sosyal dayanışmayı ve “eşitlikçi kalkınmayı” ön planda tutan bir yapılanma olarak düşünülüyor. Aralık 2004’te Venezuela ve Küba Devlet Başkanları Hugo Chávez Frías ve Fidel Castro Ruz, daha önce, 2000 yılında iki devlet arasında yapılmış bir anlaşmanın Latin Amerika’ya yaygınlaştırılması konusunda karar birliğine vardılar9. Bu birliktelik sadece ekonomik değil aynı zamanda teknolojik, kültürel ve diğer tüm alanlardaki dayanışmayı öngörüyordu. Her devlet iyi olduğu alanda birliğe katkıda bulunacaktı. 27 - 28 Nisan 2005’d e Havana, Küba’d a yapılan 1. ALBA Konferansı’nda, onlarca konuda işbirliği anlaşmaları yapıldı. Bunlardan bazılarına göre;10 • İki ülke karşılıklı olarak mal-hizmet ve iş gücü dolaşımını serbestleştirmek için gümrük duvarlarını tamamen kaldıracak. • Her ülke karşılıklı olarak yatırım yapan işletmelerden kurumlar vergisi almayacak. Mal ve hizmet değişimininde para mutlak değişim aracı olmayacak. • Mal bedelinin ödenmesi, hizmetle veya tersi şeklinde, değişim (takas) modeli ağırlıklı olarak uygulanarak yapılacak (Örneğin, Kübalı doktorların Venezüella’d a vereceği sağlık hizmetine karşılık Venezüella’nın Küba’ya piyasa değerinin altında petrol vermesi gibi). • Üniversiteler arasında işbirliği geliştirilecek, ortak üniversiteler kurulacak ve ortak bilimsel araştırmalar yapılacak, karşılıklı olarak öğrencilere burs verilecek (Venezüellalı öğrencilerin Küba’d a tıp eğitimi alması veya Kübalı öğrencilerin Venezüella’d a petrol ve enerji konusunda eğitim yapması gibi). • Telekomünikasyon ve ortak uydu kullanımı gibi alanlarda işbirliği geliştirilecek ve Latin Amerika’ya yönelik bir televizyon kanalı kurulacak. • Ortak sosyal, kültürel ve dayanışma projeleri geliştirilecek (okuma-yazma seferberliği başlatmak ve bunu gönüllülük temelinde tüm Latin Amerika’ya yaymak, müzik, sinema ve yayıncılıkla ilgili ortak projeler üretmek gibi). • Küba Venezüella’d a Küba Dış Bank’ın bir şübesini, Venezüella Küba’d a Venezüella Endüstri
Bankasının bir şubesini açacak ve ticari ilişkilerde yerel para kullanılacak. • Küba, emperyalist sistem dışında kırk yıldır geliştirdiği dış politika tecrübesini Venezüella ile paylaşacak. Şu ana kadar incelediğimiz yapılanmalar içinde gördüğümüz kadarıyla ECLAC daha metodolojik bir oluşum sergilerken MERCOSUR ve ABLA uygulamaya dönüktür. Bölgede ayrıca PETROSUR, BANCOSUR, PETROCARİBE VE ALBA BANKASI gibi oluşumlar da vardır. Lakin bunlar daha çok MERCOSUR ve ABLA’nın çalışmaları sonucu ortaya çıkmış onların tamamlayıcısı kuruluşlardır. O yüzden burada çok fazla ayrıntıya girmeye gerek görmedik. Oluşturulmaya çalışılan yapıları inceledikten sonra şimdi de ülkeler bazında 1 Mayıs kutlamarı üzerinden bir çıkarım yapmaya çalışalım. Bu incelemeyi yaparken yerel basından yararlanmaya çalışacağız. KÜ BA Bu yılki 1 Mayıs kutlamalarında 1 milyonu aşkın Kübalı işçi, genç, öğrenci, çocuk ve halk başkent Havana’d a Devrim Meydanı’nı doldurdu. Gösterilerde Fidel Castro, Küba Devlet Başkanı Raul Castro, Ernesto Che Geuevara ve Hugo Chavez’in fotoğrafları taşındı. Küba İşçiler Federasyonu ise Simon Bolivar ve Jose Martini’nin öngördüğü şekilde birlik ve beraberlik için içinde mücadelelerine devam edecekeleri çağrısında bulundu. 11 V E N E Z Ü E LLA Venezüella’d a Chavez’in ölümüyle yerine seçilen sosyalist lider Nicholar Maduro ve sağcı lider Henrique Capriles yanlıları 1 Mayıs’ı farklı alanlarda kutladılar. 14 Nisan’d aki seçimlerden bu yana ülkede iki taraf arasında gerginlik yaşanmakta. Muhalefetin seçimlere yolsuzluk karıştığı iddiasıyla başlattığı gösterilerde 8 kişi yaşamını kaybetmişti. Bununla beraber Maduro 1 Mayıs öncesi asgari ücrete %20’lik bir artış kararını ve yeni iş yasasını imzaladı. Chavez döneminden beridir zorluklarla çıkarılmaya çalışılan yasanın 7 Mayıs tarihinde yürürlüğe girmesi bekleniyor. 12 BO Lİ VYA-M EKS İ KA Bolivya Devlet Başkanı Evo Morales’in özellikle yabancı şirketleri kamulaştırmasıyla son zamanlarda gündeme gelen ülke yine oldukça heycanlı bir 1 Mayıs kutlamasına şahitlik etti. 13 Meksika’d a ise 1 Mayıs olaylı
51
geçti. Polis ve göstericiler arasında çatışmalar yaşandı. 14 Genel hatlarıyla Latin Amerika ülkelerinde 1 Mayıs kutlamaları yerel basında bu şekilde yer aldı. Tüm ülkelerin gazetelerini inceleme fırsatı bulamadığımızdan dört ülke üzerinden 1 Mayıs’ın bölgede önemine değinmeye çalıştık.
sonucunda aslında böyle bir niyetin uygulanmaya çalışılan politikalarda kendini belli ettiğini söylemekte bir sakınca görmüyoruz. Lakin bu politikaların ne kadar başarılı olacağı cevabını zaman içerisinde öğreneceğimiz bir soru olarak kalacak şimdilik.
1 Mayıs’ın bu noktadaki yeri ise kuşkusuz önemsenemeyecek kadar büyük. Uzun yıllar çalışmayan pas tutmuş bir makinanın ilk çalıştığında Sonuç olarak toparlamak gerekirse bölgede alternatif çıkardığı o keskin gıcırtı gibi çarklarının yeniden bir dünya düzenin temellerinin atıldığına ve bu yeni dönemeye başladığını tüm dünyaya haykırıyor. Ne düzeninin merkezinin Latin Amerika olacağına dair ölçüde duyulur tartışılır bir konu ama keskin bir ses savlar öne sürülmekte. Yaptığımız kısa incelemeler olduğu aşikar.
52
Refera n sl a r 1. “History of ECLAC”, http://www.eclac.org/cgi-bin/getprod.asp?xml=/noticias/paginas/3/21713/P21713.xml&xsl=/tpl-i/p18fst.xsl&base=/tpl-i/top-bottom.xsl , ( Erişim Tarihi: 20.04.2013) 2. J. Samuel Valenzuela & Arturo Valenzuela, “Modernization and Dependency”, Alternatif Perspectives in the Study of Latin American Underdevelopment”, The City University of New York, 1978, s.535-557 3. “History of ECLA”, a.g.e 4. “Region's Countries Reaffirm Their Commitment to Cooperate On the Information Society”, http://www.eclac.org/cgibin/getProd.asp?xml=/prensa/noticias/comunicados/9/49549/P49549.xml&xsl=/prensa/tpl-i/p6f.xsl&base=/prensa/tpl-i/top-bottom.xsl , (Erişim Tarihi: 20.04.2013) 5. “Region's Countries Approve 2014 Action Plan to Strengthen Rights of Access in Environmental Matters”, http://www.eclac.org/cgibin/getProd.asp?xml=/prensa/noticias/comunicados/0/49670/P49670.xml&xsl=/prensa/tpl-i/p6f.xsl&base=/prensa/tpl-i/top-bottom.xsl, ( Erişim Tarihi: 20.04.2013) 6. Kıvanç Sağır, Mercosur, 2 Şubat 2013, http://politikaakademisi.org/?p=3911 , (Erişim Tarihi: 25.04.2013) 7. “European Union External Action”, http://eeas.europa.eu/mercosur/index_en.htm , (Erişim Tarihi: 25.04.2013) 8. a.g.e 9. Cüneyt Göksu, 01.08.2005, s.87, http://www.turksolu.org/87/goksu87.htm 10. Sener Gagua, “Latin Amerika’d a Bütünleşme Süreci”, http://www.goguasener.org/tr/activities/alba.php , (Erişim Tarihi: 25.04.2013) 11. Cuban President Heads May Day Central Event, 01.05.2013, http://www.granma.cu/ingles/cuba-i/1mayo-18rmayo.html , (Erişim Tarihi: 03.05.2013) 12. http://www.el-carabobeno.com/ , (Erişim Tarihi: 03.05.2013) 13. COB llama a iniciar paro por una mejora en pensiones ,05.05.2013, http://www.lostiempos.com/ , (Erişim Tarihi: 05.05.2013) 14. http://www.cambiodemichoacan.com.mx/index1 , (Erişim Tarihi: 05.05.2013)
(Baris.coskun.metu@gmail.com) Latin Amerika liderleriyle ilgili hislerimiz, düşüncelerimiz, duyduklarımız ya da gördüklerimiz belki çocukluğumuzda, belki de erken gençliğimizde oluşmaya başlamıştır. Che tişörtlü abiler, ablalar, puro içen Fidel resimleri bizi bir yerlerde yakalamıştır. Benim yazı yazma serüvenimse iki yıl önce babamın Küba gezisinden sonra bana hediye ettiği iki ODTÜ’lü gencin Küba maceralarını samimi bir dille anlatan ‘’Sarı Sıcak Bir Pencere-Küba’’1 kitabıyla başladı. Uzunca bir seyahatte bu kitabı okurken içselleştirdiğim Küba bana başka pencereler açtı. Latin Amerika deyince akıllara hemen Che Guevara, Fidel Castro, Simon Bolivar, Jose Marti, Hugo Chavez, Gabriel Garcia Marquez gibi isimlerin gelmesi işten bile olmasa da bu liderlerin hayatları, siyasi yaşamları nasıl evrilmiş hep merak konusudur. Hariciye Dergisi’nde yazıyor olmanın sağladığı alan ile Latin Amerika’nın siyasi yaşantısına yön veren birkaç lideri incelemek, anlatmak oldukça heyecan verici bir deneyim. Latin Amerika’nın her köşesinde sarı sıcak pencereler var. Haydi buyurun bu sarı sıcak pencerelerden Latin Amerika’nın liderlerine bir göz atalım… Si m on Bol i va r (1 783-1 830) Liderler yazısına Bolivar ile başlamak, o topraklara bağımsızlık ruhunu, sömürü karşıtı mücadeleyi getiren bu muazzam kişiliğe hakkını vermek demektir. Simon Bolivar Caracas, Venezüella’d a dünyaya gelmiş, ailesinin erken ölümüyle hayatın gerçekleriyle yüzleşmiş bir general. Ailesi uzun yıllardır Venezüella’d a yerleşik olduğundan o bölgenin hatırı sayılır ailelerindendir. Bolivar’ın ailesinin ölümüyle yalnız kalışı, köklü aile gelenekleri dolayısıyla eğitim hayatına devam etmesi ile biraz olsun hafiflemiş ve onu hayata karşı daha tutkulu bir hale getirmiştir. Genç yaşlarda eğitim için çıktığı Avrupa gezisi ona inanılmaz bir birikim kazandırmış, Avrupa Tarihi, medeniyetler, askeri gelişmeler, siyasi ve toplumsal yapılar üzerine çalışmalar yürütmüştü. Bunun yanında bu geziler esnasında Avrupa’d aki kurumların nasıl işlediğini, altyapılarının fikirsel anlamda nasıl temellendirildiğini gözleme imkanı bulmuştu.
Bolivar Venezüella’ya döndüğünde sömürgeci İspanyollar ve sömürge yanlılarına karşı bir bağımsızlaşma ve özgürleşme mücadelesine girdi. Bu mücadele o kadar başarılı olmuştu ki Venezüella’dan yayılan bu bağımsızlık mücadelesi ruhu neredeyse tüm kıtaya yayılmıştı. İspanyolların onu Kolombiya’ya sürgüne göndermesi hiç hesaplamadıkları bir sona evrildi. Sürgündeki Bolivar bağımsızlık mücadelesini Kolombiya ordusunun başına geçerek sürdürmüş ve Kolombiya topraklarını sömürgecilerden Kolombiyalılara teslim etmişti. Kolombiya mücadelesi sırasında karşılaşılan zorluklar Bolivar’a yenilgiler getiriyordu. Haiti’de güçlerini yeniden toparlayıp Venezüella’da tam bir bağımsızlık mücadelesine girişti. İspanyol sömürgecilerle mücadelesine devam etti. Çok kısa bir süre içerisinde bu mücadele ruhuna dahil olan ülkeler ve toplumlar (şimdiki Peru, Kolombiya, Panama, Venezüella, Ekvador) Büyük Kolombiya şemsiyesi altında bir araya geldi. Büyük Kolombiya Bolivar’ın anti sömürgeci mücadelesinin bir ürünüydü. Bu birliğin başkanı olarak özgürlükçü mücadelesini toplumlara yaymaya çalıştı. Bolivar’ın bu mücadeleler sonucunda elde ettiği başarılar kimi akademik çalışmalara göre diktatörlükçü bir yapı kurulmasına ve Bolivarcı felsefenin kendini yönetici sınıf olarak halktan koparmasına neden olduğu söylenmektedir. Bolivar’ın hayalindeki özgürleşme ve bağımsızlaşma Büyük Kolombiya için anayasal güvencelerle sağlamlaşmış bir sistemdi. Fakat büyük birlik içinde düşülen ayrılıklar ve karşıtlıklar Bolivar’ı diktatörleşmeye yöneltmiş, Bolivar ideallerinde başarılı olamamıştı. Akademik çalışmalarımız bu konuda tarihi incelerken o dönemin şartları ve koşullarını göz önünde bulundurarak çıkarımlarda bulunmalıdır. Simon Bolivar, Latin Amerika topraklarında yıllar sonra ‘‘Liberator’’/’‘Özgürleştirici’’ olarak anılacak ve sömürge karşıtı verdiği mücadele filizlenip gelecekteki devrimlere ışık tutacaktır. 2
53
J ose M a rti (1 8 5 3 -1 8 9 5 ) Jose Marti Küba’d aki özgürlükçü mücadelenin en önemli aktörlerindendir. Kendisi gazeteciliği, edebiyatı ve siyasi mücadelesiyle Küba’nın ve Latin Amerika’nın kaderinde oldukça etkili olmuş bir isimdir. Sürgünde geçen yılları onun içindeki ruhu eskitememiş, Küba’ya döner dönmez doğduğu toprakların bağımsızlık mücadelesine girişmesiyle bunu kanıtlamıştır. Jose Marti devrimci bağımsızlık mücadelesini sürdürürken cephede yaşamını yitirmiş ve ölümünden sonra bağımsızlık mücadelesi başarıya ulaşamamış olsa da tutkusu, ruhu, edebi yapıtları ve düşünsel birikimi Latin Amerika halklarına ilham kaynağı olmuştur. Fidel Castro ilerleyen yıllarda Jose Marti’yi saygıyla anacak, devrimci ruhunu Jose Marti ile beslediğini söyleyecektir. 3 Ch e G u eva ra (1 9 2 8 -1 9 6 7 )
54
Bizim de dağlarımız vardır Che Guevara Bakma şimdi durgunsa, bir şahan gibi duruyorsa Yorgundur, savaşlar görmüştür, çeteciler barındırmıştır Yani satılmış değillerdir hiç tüfek patlamıyorsa Alaçamın, mor meşenin ardına silah çatıp yatmağa Bizim de dağlarımız vardır Che Guevara Bizim de halkımız vardır Che Guevara Unutulmuş uzak tarlalar yalazında Sazıyla, türküleriyle kardeşliğe vurgun Bütün ulusların halkları gibi Ve yalnız büyük fırtınalarla kımıldayan Bizim de halkımız vardır Che Guevara Bizim de ozanlarımız vardır Che Guevara Sağ çıkmış güneşsiz taş odalardan Yüreğiyle barışa, sevgiye yönelmiş Çelik öfke bir yanı, bir yanı uysal mavi Eğilmeden dimdik geçmiş demir kapılardan Bizim de yiğit insanlarımız vardır Che Guevara Bizim de delikanlılarımız vardır Che Guevara Yokluklardan biyol kopup gelmiş Üç zeytin, az ekmek üniversitelerde Su gibi kızlar çarpar önce, alkol vurur Öfkeli dolanırlar caddelerde Ve başkaldırırlar akılları suya erende Çünkü Vietnam hepimizin Vietnam'ı Kongo hepimizin Kongo'su Bir kere özsü yürümüştür dallara Patlayacaktır ağır sancılarla karanlıklar Varmak için o güzel yarınlara Bizim de dağlarımız vardır Che Guevara Metin Demirtaş (1967, Görüşme Yeri, Ankara)
Che Guevara’yı anlatmaya başlarken Metin Demirtaş’ın Che’ye atıfta bulunduğu bu eserini sizlerle paylaşmak istedim. Devrimci mücadelenin bir gün tüm topraklarda yeşerebileceğini, filizlenebileceğini çok iyi anlatan bu eser Che’yi bize yakınlaştıran bir sarı sıcak pencere sunuyor. Arjantin’d e dünyaya gelen Marxist politikacı, devrimci, tıp doktoru, gerilla lideri tam adıyla Ernesto Che Guevara doktorluğu sırasında neredeyse tüm Latin Amerika ülkelerini gezme fırsatı bulmuş, sosyal adaletsizlikleri, sınıfsal ayrılıkları, eşitsiz toplumsal yapılara şahit olmuştu. Tam da bu noktada ailesinin sosyalist öğretileri ve Marx’tan ilham alan bir mücadeleci ruhla, Marx’ın teorilerini pratiğe dökecek bir devrim arzusuyla çeşitli Latin Amerika ülkelerinde silahlı mücadelenin içerisinde yer aldı. Hem örgütleyen hem de savaşan devrimci ruhu kitlelere bağımsızlık, eşitlik, sosyalizm düşüncelerini yaygınlaştırmasında etkili oldu.4 Küba Devrimi öncesi diktatör Batista rejimini yıkmak isteyen güçlerle bir araya gelen ve Fidel Castro ile tanışan Che aradığı lider ruhun Castro’d a olduğuna karar verip, Castro’nun örgütlü devrim mücadelesine katılmaya karar verdi. Hem mücadelenin doktoru, hem de yetenekli savaşçısıydı. Küba Devrimi’ne bir Arjantinli olarak destek vermesi garipseniyordu ama devrimciler için onun esin kaynağı olan mücadele ruhu bu açığı kapatıyordu. Moskova’yla olan sıcak ilişkileri, sosyalizmin Latin Amerika’d a kurumsallaşmasını ve yerleşmesini sağlamıştır. Küba’nın ekonomik ve sosyolojik olarak gelişmesine öncü olan Che sert siyasi kimliğiyle kapitalist ülkelere korku salarak adından bahsettiriyordu. Füze Krizi esnasında sergilediği tutum herkesin dikkatini çekmiş, ABD tarafından baş tehdit olarak algılanan Castro ve Che üzerinde suikast planları yapılmasına neden olmuştu. Castro Küba’d aki yönetimde daha yerleşik bir hayat sürerken Che Afrika, Rusya, Avrupa gibi Küba’d an coğrafi olarak uzak ama siyasi olarak önemli yerleri ziyaret etmiş, Castro ile sürekli koordineli bir biçimde çalışmalar yürütmüştü. Kongo’d a sömürgeci ülkeler Kongo halkını ve doğal kaynakları sömürürken Che Guevara bir devrim
mücadelesi başlatmak için Kongo’ya gitmiş ve orada gerilla hareketi örgütlemiştir. Fakat başarısızlıklar ve astım hastalığı onu bu mücadeleden alıkoymuş, mücadele başarıya ulaşamamıştır. Hiç bitmeyen mücadeleci ve savaşçı ruhu onu Bolivya’ya sürüklemişti. Bolivya’d a Castro destekli bir devrim yapmak için eğitimlere, örgütlenme çalışmalarına başlayan Che, Bolivya ordusu tarafından yakalanarak infaz edilmiştir. Geride Castro’ya ölümünden sonra tüm dünya kamuoyu önünde okuması için bıraktığı mektup ve bu mektuptaki mesajlar kalmıştır. Bu mektupta Che sözlerini ‘’Ya Devrim Ya Ölüm’’ sözleriyle bitirirken Küba’d aki devrimci mücadelenin hem başarısıyla hem de uygulamasıyla tüm dünya halklarına örnek olması gerektiği, sosyalizm inancının Küba Devrimi ile hayat bulduğu gerçeğinden bahsetmiştir. 1967‘deki ölümünden sonra 1968’d e tüm dünyayı etkisi altına alan öğrenci hareketleri Che’nin düşüncelerinden ve mücadelesinden çokça faydalanmış, Che’nin devrimci ruhunun sona ermediğini sloganlarla, pankartlarla göstermiştir. 1968 öğrenci hareketlerinin en önemli aktörlerinden Jean Paul Sartre’nin Che Guevara hakkındaki söylemleri kalabalıkları daha da heyecanlandırmış, kitlesel bir değere dönüşen Che efsaneleşmiştir.
‘‘Emperyalizm asla Küba’yı ezemeyecektir. Fikirler Savaşı ileri gidecektir. Yaşasın Vatan! Yaşasın Devrim! Yaşasın Sosyalizm! Her zaman Zafere doğru!’’ diyerek bitirmiştir. Bir avukat ve sosyal bilimci olan Fidel Castro gençlik yıllarında giriştiği Küba’d aki diktatör Batista rejimine karşı devrim denemelerinde ilk başlarda başarısız olup, hapsedilse de mahkumiyeti biter bitmez soluğu devrimci gerilla örgütlenmelerinde almış ve diktatörlüğe karşı 165 yoldaşıyla beraber 26 Temmuz Hareketi’ni başlatmıştır. 26 Temmuz Hareketi’nde Che Guevara, Raul Castro gibi güçlü, yetenekli ve Marxist terminolojiyi içselleştirmiş arkadaşlarıyla hareket etmiş ve Küba’yı topyekun bir sosyalist dönüşüme sokmuştur. Fidel Castro siyasi, ekonomik ve toplumsal alandaki başarıları, güçlü kişiliği ile Küba halkının devrimci ruhu benimsemesini, emekçi, eşitlikçi bir devlet kurulmasında halk desteğinin tümünü alması hasebiyle tüm dünyaya meydan okuyan bir sosyalist devrim başarmıştır. Uluslararası alandaki güçlü devletlere boyun eğmezliği, her zaman kendine özgü tavırları ile tüm dünyada saygıdeğer bir niteliğe sahiptir. 5
1956‘daki Batista rejimini devirme çabaları 3 yıl süren Castro ve yoldaşları ancak 1959’d a bu hayali Che’nin 5 Mart 1960 tarihinde La Coubre Patlaması gerçekleştirebildi. Amerika Birleşik Devletleri’nin tüm kurbanları için yapılan anma töreninde Alberto Korda çabalarına rağmen Domuzlar Körfezi çıkarmasından tarafından çekilen portresi Dünya üzerindeki en ünlü da başarıyla sıyrılan devrimci mücadele, tacını 1961’d e fotoğraftır. 20. Yüzyıla damgasını vuran bu fotoğraf bizzat Castro’nun kendisinin okuduğu Havana Bildirisi yüzyılın fotoğrafı olmuştur. Milyonlarca tişörtte, ile takmıştır. Fidel Castro ve yoldaşları kazanımlarıyla bardakta, bayrakta, flamada, resimde, duvarda, Küba’nın bir sosyalist devlet olduğunu tüm dünyaya tabloda görebileceğimiz bu figür dünya halklarının haykırıyordu. Sömürü düzenini yıllardır Küba anti-kapitalist düşünce etrafında, emekçi, özgürlükçü, üzerinden hem insani hem de doğal kaynaklar eşitlikçi sosyalist bir düzende mücadeleyi bakımından sürdüren Amerika Birleşik Devletleri örgütlemesinin temsili olmuştur. Eskimeyecek olan Küba Devrimi’ni alt edemeyeceğini anlayınca Küba’ya Che’nin hem fotoğrafı hem de insanlardaki devrimci ekonomik ambargo uygulamaya başladı. Bu Küba’yı ruha esin kaynağı oluşudur. binlerce kilometre uzaktaki Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği’ne daha da yakınlaştırdı. Fi d el Ca stro (1 9 2 6 - ) Amerika Birleşik Devletleri kendinden yalnızca birkaç Fidel Castro Ruz ilerleyen yaşına rağmen bitmeyen yüz kilometre uzakta olan Küba’ya söz geçiremiyor, enerjisi ve devrimin sonsuza dek sürmesi gerektiğine Soğuk Savaş’ın en hararetlendiği dönemde arka olan inancıyla 31 Temmuz 2006’d a görevlerini ve bahçesini rakibine teslim ediyordu. Küba, Sovyet yetkilerini devrimci yoldaşlarına bıraktığını Küba rejiminden gelen nükleer başlıklı füzelerin kendi kara halkına ve dünya kamuoyuna duyururken sözlerini; sınırları içerisinde konuşlanmasına izin verince, ABD
55
ültimatom olarak NATO üyesi devletlerden Türkiye’ye Füze Savunma Sistemleri kurdurarak karşı politika yürütüyordu. Bu Füze Krizi ancak ABD’nin Küba Yönetimi’ne suikast planlarından ve uygulamalarından vazgeçmesi, Türkiye’d eki füze savunma sistemlerini geri çekmesi ve de SSCB’nin nükleer başlıklı füzelerini Küba’d an çekmesiyle son buldu. Bu krizde istikrarlı ve güçlü bir politika izleyen Castro liderliğindeki Küba artık ABD’nin arka bahçesi olmaktan çıkmıştı. Castro devrimci mücadelesini kapitalist düzene karşı özellikle Latin Amerika’d a ülkeleri, toplumları örgütleyerek, birlik içinde dayanışmaya çağırarak sağlamaya çalışıp, kapitalist ülkelerin tekerlerine çomak sokmaktan asla vazgeçmemiştir.
56
Castro 87 yaşında olmasına kendisinin de çok şaşırdığını söylüyor. Ömrü boyunca kendisine karşı ABD ve onu sevmeyen muhalifler tarafından yaklaşık 600 kez suikast girişiminde bulunulduğunu söylemekten geri durmuyor. Sağlığı artık elvermese de Küba halkı ve dünya kamuoyu Castro’yu milyonların yorulmadan ayakta izlediği saatler süren konuşmaları ve korkusuz politikalarıyla hatırlayacak. Küba’nın yönetimini yoldaşlarına devretmesinden sonra Küba’nın sosyalist çizgisinden kaydığını, her geçen gün daha da kapitalistleştiğini savunan görüşler olsa da Küba sosyalizmi ve Castro devrimleri, devrimin yoldaşlarının emekleriyle tarihi değerinden hiçbir şey kaybetmeyecek gibi görünüyor. 6 Küba gerçek bir sosyalist devlet örneği olması, Marx ve Engels’in teorilerindeki eşitlik, adalet, emek politikalarıyla tüm dünyada öncü olması ve yıllardır değişmeyen ücretsiz sağlık, eğitim uygulamalarıyla halen kapitalist çevrelerin rahatsızlık odağı durumunda. 3. Dünya ülkelerine sosyal yardımlarda bulunması, ekonomik ambargoya rağmen insanlarının mutlu olması bizler gibi devşirme kapitalizmi içselleştirmeye çalışan ülkelerde halen merak konusu. Bu işin bir sırrı olmalı deyip Yalçın Ergir’in şu sözleri üzerinde biraz düşünmemiz gerektiği kanaatindeyim. ‘’ Basit yaşayacaksın, mesela susayınca su içecek kadar basit. ‘’ Küba’d aki devrimi, yaşamı, sosyalist ruhu anlatan ve
özetleyen önemli mottolardan biri bu olsa gerek. H u go Ch a vez (1 9 5 4-2 0 1 3 ) Kendine özgü devrimi, kültürü, olgu ve algılarıyla Venezüella, Latin Amerika devletleri içerisinde başka bir yerde konumlanıyor. Bolivar’ın yıllar önce attığı devrimci, özgürlükçü ruh Venezüella’nın efsanevi lideri Hugo Chavez’d e hayat buluyor, kendini ‘21. Yüzyıl için Sosyalizm’ sloganıyla zenginleştiren Chavez ve Chavez’in Venezüella’sı devrim hayalinin teknolojinin, internetin, küreselleşmenin geliştiği bir çevrede de gerçek olabileceğini tüm dünyaya gösteriyor. Chavez’i anlatırken ne kadar geçmiş zaman kullanmalıyız bilemiyorum, hayata yalnızca birkaç ay önce veda etmiş olması onun devrimci mücadelesinin tarihin tozlu sayfalarına değil de tarihin altın harfleriyle bir yeri hak ettiğini gösteriyor bizlere. Chavez 1997 yılında Beşinci Cumhuriyet Hareketi’nin öncüsü olarak iktidara geldiğinde Venezüella halkı sömürgeci kapitalist düzenin ağır yükü altında fakirleşmiş, açlıkla, hastalıklarla ve cahillikle baş etmekteydi. Chavez’in Beşinci Cumhuriyet Hareketi gerçek anlamda bir devrimdir. Milyonlarca insanın mahalle kooperatifleri ile işe kavuşması, okuma yazma öğrenmesi, sağlık hakkına kavuşması, ülkenin dünyanın en önemli rezervlerinden olan petrol kaynaklarının şirketlerin himayesinde değil de devletin himayesinde, petrolden, üretimden kazanılan tüm kaynakların toplumsal dönüşüm ve gelişime aktarıldığı bir sistemden bahsediyoruz. Emek sömürüsünün olmadığı, eşitlikçi, adaletli bir sistem kuran Chavez ülkenin hem kırsal kesimlerinde toprak reformlarıyla hem de kentsel kesimlerinde eşitlikçi politikalarıyla tüm dünyaya örnek olmuştur. 7 Devrimci ruhu Bolivar’d an, Jose Marti’d en, Che’d en, Castro’d an beslenen Chavez ülkesindeki demokratik muhalefetin kapitalist hayallerini alt ederek, Castro ile yoldaşlık ederek, tüm dünyaya eşitlikçi bir düzenin mümkün olduğunu göstererek Latin Amerika ve Dünya tarihine damgasını vurmuştur. Darbe girişimlerini halkın desteğiyle atlatması, milyonlarca insanın sınıf bilincine kavuşarak sınıflar arası ayrımı ortadan kaldırması, ekonomik ve toplumsal olarak insanları adaletli bir düzende yaşamayı deneyimlemesi Chavez’in yeni yüzyılın ihtiyaçlarına cevap verebilen bir sosyalist düzen hayalinin nasıl da gerçeğe
dönüştüğünü bizlere gösteriyor. Tüm Latin Amerika toplumlarında değişen sosyalist, Marxist düzen anlayışları kimi zaman Venezüella’d a olduğu gibi karşımıza farklı bir olgu da çıkarabiliyor. Venezüella toplumu sömürgeci Avrupalı devletlerin yüzyıllar önce kıtalarına getirdiği Katolik Hristıyanlık ile iç içe geçmiş bir sosyalizm örneği sunuyor bizlere. Katolisizm’d en önceki yaşamlarında dini kişilere önem atfeden, azizleri olan Venezüellalılar Katolisizm ile beraber Hristıyan Katolik azizleri de hayatlarına entegre etmiş. Sosyalizmin materyalist dünya algısı da bu entegrasyonu değiştirememiş. Hatta ve hatta Ece Temelkuran’ın8 Venezüella anılarında da bahsettiği gibi Chavez hem siyasi hem de dini bir aziz olarak görülmekte Venezüella’d a. Halkın bir lideri, ideolojiyi
özümsemesi, devrimleri yaşaması ve yaşatması Venezüella örneğinde olduğu gibi fedakarlıklarla değil içselleştirmekle, kendine özgü nitelikler ortaya çıkarmakla da mümkün oluyormuş. Latin Amerika’nın sarı sıcak pencerelerinden baktığımız Latin Amerika’nın önemli siyasi liderlerinin hayatlarından birkaç kelamla bahsedip, devrimlerini, mücadelelerini andık. Kimilerinin isimlerinin yanlarına parantezler içerisinde yazdığımız doğum ve ölüm tarihleri, bu kişiliklerin devrimci ruhlarının ve özgürlükçü, sosyalist, eşitlikçi kişiliklerinin de öldüğü anlamına gelmemektedir. Umalım ki bu ölmeyen mücadele ruhu yeni yeni bedenlerde can bulmaya devam etsin ve kendine özgü nitelikleriyle devrimler hayatlarımızda hep yol gösterici olsun…
57
Refera n sl a r 1. Cüneyt Göksu, Serpil Yıldız; Küba: Sarı Sıcak Bir Pencere , Beyaz Vizyon Yayınları 2. H. L. Johnson, “History of Simon Bolivar” (n.d.), http://www.bolivarmo.com/history.htm (Erişim Tarihi: 4 Mayıs 2013) 3. Bio.True Story, “José Martí biography”, (2013), http://www.biography.com/people/jos%C3%A9-mart%C3%AD-20703847?page=2 (Erişim Tarihi: 3 Mayıs 2013) 4. Iyznet, “Che Guevara Kimdir?”, (n.d.), http://www.iyzi.net/kim-kimdir/che-guevara-kimdir.html (Erişim Tarihi: 2 Mayıs 2013) 5. Kaan Altın, “Fidel Castro Kimdir?”, (19 Şubat 2008), http://arsiv.ntvmsnbc.com/news/381211.asp?cp1=1 (Erişim Tarihi:1 Mayıs 2013) 6. Doç. Dr. Mehmet Necati Kutlu, “Nâzım Hikmet Havana'da: Küba Gezisi ve Bazı Yeni Bilgiler”, (n.d.), http://www.68liler.org/havana_roportaji.htm, (Erişim Tarihi: 4 Mayıs 2013) 7. Doğan Özcan, “Kimine göre diktatör, halkına göre kahraman Hugo Chavez”, (8 Mart 2013), http://blog.milliyet.com.tr/kimine-gorediktator--halkina-gore-kahraman-hugo-chavez/Blog/?BlogNo=405825, (Erişim Tarihi: 4 Mayıs 2013) 8. Ece Temelkuran, Biz Burada Devrim Yapıyoruz Sinyorita, Everest Yayınları
58
Latin Amerika, geçmişten günümüze bir başkaldırı hikâyesi. Devrimlerle dolu olan tarihi, birçok ülkeye ve insana ilham kaynağı olmuştur Latin Amerika'nın. Bu nedenle devrimlerin ne amaçla yapıldığı ve neye karşı yapıldığını anlayabilirsek Latin Amerika ülkelerinin diğer ülkeler ile olan ilişkilerini daha iyi gözlemleyebiliriz. İster Küba’d a ister Venezüella’d a olsun devrim öncelikli olarak emperyalizme ve kapitalist sömürüye karşı yapılmıştır. Bu uğurda verilen mücadelenin başarıya ulaşması ve sosyalist devlet yapılarına geçilmesi, hayali gibi görünen sosyalizmin mümkün olabilirliğini tüm dünyaya kanıtlamıştır. Bu mücadele emperyalizm ve kapitalist sömürüye karşı yapıldı ise devrin emperyalist güçlerinin en büyüğü olan Amerika Birleşik Devletleri ile ilişkileri incelemek çok yerinde olur. Amerika'nın keşfinden sonra kuzeyde kurulan ABD hızla gelişip dünya sahnesinde söz sahibi olan bir devlet konumuna gelmiş, bu noktadan sonra emperyalizm ile kapitalizmin uygulayıcısı ve baş aktörlerinden biri olmuştur. Şu anki konumu itibariyle Amerika, dünyada tek başına iktidar gibi gözüküyor. ABD bu durumu kullanarak dünyanın diğer ucundaki olaylarla burnunu soka dursun, yanı başındaki saatli bomba her an patlayabilir. ABD de bunu bildiği için kamudan uzak gizli darbe, suikast girişimleri ile Latin Amerika'nın ön plana çıkmasını engellemeye çalışmakta. Bu durum geçmişte- Bush dönemi de dâhil- daha yoğun ve haddinden fazlaydı. Obama dönemi ile birlikte bu olayların azaldığını söylemek mümkün. Fakat tam anlamıyla bitti demek yanlış olur. Bu olayların yanı sıra ABD kendi safına Latin Amerika'nın yükselen gücü Brezilya'yı çekmeye çalışıyor gibi gözüküyor. Bu çalışmayı; ABD Latin Amerika’d a kendi safında yer alan ve diğer Latin Amerika ülkelerine baskı kurmuş tek bir güçlü devlet istiyor şeklinde yorumlayabiliriz. Latin Amerika ile ABD ilişkileri çok geniş ve kitaplarla anlatılamayacak kadar geniş bir konu. Bu sebeple; konuyu daha iyi anlamak için Latin Amerika ülkelerinden birkaçını ABD ile yakın dönem ilişkileri çerçevesinde ele almak yerinde ve kolay anlaşılabilir olur. ABD -Kü ba İ l i şki l eri ABD-Küba ilişkileri iyi değil. Küba'nın ve ABD'nin geçmişten getirdikleri birtakım çatışmaları ve
çelişkileri var. Bir yanda sosyalist devrim ile kurulmuş bir hükümet diğer yanda son yirmi-otuz yılın dünya ekonomisini tek başına yönlendiren liberal bir devlet yapısı. Bu iki zıt kutbun doğal olarak ilişkilerinin çok iyi olması beklenemezdi. ABD'nin ekonomik ve sosyal ambargo uygulaması da Küba ile olan ilişkilerinin yumuşamasını engellemekte. Diğer yandan Küba da Fidel Castro'nun ardından kardeşi Raul Castro'nun başa gelmesinden sonra ülke ekonomisini geliştirmek amacıyla yapılan atılımlar belki de ileride ABD ile ilişkilerin düzelmesi için bir umut olabilir. Küba devriminin başarıya ulaşmasından sonraki süreçte ABD ilişkilerine bakacak olursak, ABD ekonomik ambargonun dışında iki şekilde Küba'daki sosyalist rejimi çökertmeyi amaçlamıştır. Bunlardan birincisi medyayı kullanarak Küba aleyhinde propaganda yapma, ikincisi ise askeri darbe yapılmasına neden olacak ortamı gizli veya aleni yollarla sağlama. ABD'nin evreni kavrayış biçiminin farklı olması Küba üzerinde hakimiyet kurma çabasını arttırmıştır. ABD'nin dünyaya bakışı genel anlam itibariyle kendi çıkarlarını ön planda tutmaya yani bir bakıma pragmatizme dayanır. Bununla ilgili ''Amerikan dış politikası temelde iki karakteristik özellikten oluşmaktadır: Dünya konjonktüründeki her türlü değişime en kısa sürede uyum sağlama ve olası her durumda en fazla faydayı sağlayacak şekilde pragmatik bir çevikliğe sahip olma.” 1 Buradan da anlaşılacağı gibi ABD gerek dış politikası yönüyle gerek de evreni kavrayış biçimiyle Küba ile tamamen zıt dünya görüşüne sahip olduğu için Küba gibi yükselen bir gücü yanında istememiştir. Bunun için ilk olarak askeri darbe ortamı oluşturmaya çalışarak ve direkt fiili askeri müdahale ile Küba'da yükselen sosyalist hükümeti durdurmayı amaçlamıştır. '' ABD kendi eyaleti gibi gördüğü Küba'da Fidel ve arkadaşlarının yükselen mücadelesine tahammül edemezdi. Batista'ya her türlü destek sunuldu. Bu dönemde Küba Silahlı Kuvvetlerine 16 milyon ABD Doları değerinde askeri malzeme ve silah sağlandı ve yüzlerce Batista subayı ABD yetkilileri tarafından eğitildi.'' 2 Bu noktada bahsi geçen olay Domuzlar Körfezi olayına atıfta bulunmaktadır. Domuzlar Körfezi çıkarmasının- Nisan 1961- gerçekleşmesinin arkasında ABD'nin Küba'nın yükseliş sürecini
baltalamak istemesi önemli rol oynamıştır. ABD tüm bu sıcak gelişmelerin yanında yukarıda bahsettiğim gibi göz önünde olmayan birtakım yollara da başvurmuştur. ''2 ABD’nin Küba’nın içyapısına dair kimi önyargıları vardı. Buna göre Küba’d aki Castro hükümetinin arası Küba halkıyla açılmıştı, Castro’nun sosyal ve ekonomik politikaları halk tarafından beğenilmiyordu. Bunun sonucu olarak da olası bir fırsat verildiğinde Castro yönetimine karşı halkın ayaklanacağı savı benimsenmişti. Buradan hareketle halkta ayaklanmaya yol açmak için propaganda faaliyetleri başlatılmış ve rejimin çözmesi için Fidel Castro’ya suikast planları hayata konulmuştur.'' 3 Bu alıntı da Mongoose Operasyonu'nun arka planında yatan sebeplerden birini yansıtmaktadır. Sonuç olarak ABD-Küba ilişkileri geçmişten bu yana yapıcı bir zeminde gelişmemiştir. Bunun altında yatan sebebi ise genel olarak şu şekilde özetleyebiliriz: iki ülkenin evreni kavrayışlarının ve siyasi temellerinin farklı olması -devrimden sonraki dönem için-. Obama dönemiyle birlikte ilişkilerin eskisine nazaran görünürde yumuşadığı söylenebilir. Fakat siyasi, ekonomik ve sosyal ambargonun kalkmamış olması akıllarda soru işareti bırakıyor. İlişkilerin düzelmesi gelecek dönemlerde; her iki tarafında birbirine karşı politikalarını yumuşatmalarına bağlı, bilhassa ABD'nin. ABD -Ven ezü el l a İ l i şki l eri ABD'nin Venezüella ile olan ilişkileri Küba kadar olmasa da kötü durumda. Siyasi ve ekonomik ambargo olmamasına rağmen Küba'daki siyasetinin benzeri şekilde ABD Venezüella'daki hükümetten de memnun değil. Özellikle Hugo Chavez hükümeti döneminde ABD, Chavez'in izlediği hükümet politikalarını aleyhte değerlendirmekte ve hem ABD basınında hem de dünya basınında bu politikaları eleştirmeye ve karalamaya çalışmaktadır. Aleyhteki bu propagandaların yanı sıra Chavez'in ülke yönetimindeki etkisini azaltmak için muhalefet partilerine destek vermekte ve Chavez'e karşı yapılan darbe girişimlerine finansmanlık yapmaktadır. ''Venezüella’d a, 2002’nin Nisan’ında başkan Chavez’e karşı darbe yapanlar da dahil olmak üzere ABD; Chavez karşıtı grupları 8 yıldır desteklemektedir. O zamandan bu yana aktarılan paralar ciddi şekilde artmıştır. National Endowment for Democracy (NED – Demokrasi İçin Ulusal Bağış) tarafından hazırlanan ve Venezüella’d aki siyasi grupları inceleyen Mayıs 2010 tarihli bir rapor çoğu ABD dairelerinden gelen yıllık 40 milyon doların Chavez karşıtı gruplara gönderildiğini göstermektedir.'' 4 Buradan da çıkardığımız gibi ABD kendine yakın bir bölgede güçlü bir devlet istemiyor gibi gözüküyor. Kendi çıkarlarına hizmet etmeyen ve direnen hükümetlere
karşı da tüm gücünü kullanmaya devam ediyor. Chavez görevde kaldığı süre boyunca ABD tarafından düşman ilan edilmiştir. ''Düşmanı bilin: Chavez’in nasıl düşündüğünü ve ne yapmak istediğini iyice anlamalıyız... Temsil ettiği tehdidi etkin bir şekilde karşılamamız için onun hedeflerini ve bu hedeflere nasıl ulaşacağını iyi anlamalıyız. Bu ise, bizim ülkelerimizde çok daha iyi istihbarat gerektirmektedir.” Yazdığı mektupta Kelly daha sonra Başkan Chavez’i “zorlu bir düşman” olarak nitelemekte ama “kesinlikle üstünden gelinebilir” demektedir.'' 5 Burdaki sözler Honduras'taki başkan Manuel Zaleya'ya yapılan darbe girişiminde arabuluculuk yapan Craig Kelly'e ait. ABD, Chavez döneminde yapılan sosyal politikları ve halkın yükselen refahını göz ardı ederek onu adeta istenmeyen adam ilan etmiştir. İlişkilerin olumlu yönde ilerlememesinin nedenine yönelik bir örnek verecek olursak, 2011 yılının Ocak ayında Amerika'nın büyükelçi adayını reddeden Karakas'a-Venezüella başkenti- karşı boş durmayan Obama hükümeti Venezüella Washington elçisinin vizesini geri çekti. ABD'nin bu tarz tutumları iyi ilişkilerin sağlanmasını sekteye uğratmakta. Venezüella'nın buradaki tutumu ABD'nin büyükelçiliğini reddetmek değil, Larry Palmer'in-büyükelçi adayı- ABD istihbaratı için çalışıyor olduğunu düşünmesiydi. Chavez dönemindeki bu sıkıntıların dışında, ABD'nin Chavez'in ölümünden sonra büyük bir sorun haline gelen Venezüella seçimlerinin sonucunu kabul etmediğini açıklaması dünya basınında büyük yer bulmuştur. Aynı zamanda bu tutum; ilişkilerin iyileştirilmeye çalışılmadığını göstermektedir. Obama son dönemdeki Latin Amerika siyasetiyle kendinden önceki ABD başkanlarını aratmıyor. ABD dış politikası Obama dönemiyle birlikte yumuşama göstermiş ve iyi ilişkiler yürütme çabası içindeymiş gibi gözükebilir ama bu bölge için aksinin olduğu söyleyebiliriz. ABD'nin bu noktada Latin Amerika'da söz sahibi olabilmesinin tek yolu o bölgedeki ülkelerle iyi ilişkiler içerisinde olmasının bir zorunluluk haline gelmesidir. Çünkü geçmişten gelen ''Latin Amerika'nın üvey evlat olduğu''anlayışı işleri içinden çıkılmaz bir noktaya taşımıştır. Eğer ABD politikalarını aksi yönde düzenlemezse Latin Amerika'daki öngörülerini gerçekleştiremeyecek gibi gözükmekte. ABD -Brezi l ya İ l i şki l eri Yukarıda değerlendirdiğimiz iki ülke ile ABD'nin ilişkilerinin olumlu yönde ilerlemediğini belirtmiştik. Diğer iki ülkeye göre Brezilya ile ABD arasındaki diplomatik, ekonomik ve askeri ilişkiler daha yapıcı bir düzlemde. ABD; Latin Amerika üzerinde arttırmak istediği otoriteyi diğer ülkelere yaklaşımı ile
59
60
sağlayamayarak bir çıkmaza girmiştir ve bunu bildiği için Latin Amerika'nın yükselen en büyük gücü olan Brezilya ile yakınlaşmayı amaçlamıştır. Bu bağlamda ilk öncül olarak bu yakınlaşmayı askeri anlaşmalar üzerinden sağlamaya çalışıyor. Bu bağlamda 2010 yılının nisan ayında yapılan ve ''Savunma İşbirliği Paktı'' adı verilen anlaşma ilişkilerin ilerletilmesi yönünde büyük bir adım. Paktın amacı Brezilya'nın askeri gücünü arttırmaya ve ordusunun modernizasyonunu sağlamaya yönelik. Bu noktada anlaşmanın maddeleri doğrultusunda ABD'nin avantajlı olduğu algısı oluşuyor. Fakat paktı derinlemesine incelediğimizde Brezilya'nın uzun vadede daha avantajlı olduğunu söyleyebiliriz.'' Öte yandan bu anlaşmayla Brezilya’nın dev havacılık tekeli Embraer’in ABD pazarındaki payının arttırılması için bir fırsat yakalanmış oldu. 1994’te özelleştirilen ancak devletin halen yüzde 5 hisseye sahip olduğu bu şirket Brezilya devletinin cömert ar-ge teşviklerinden ve düşük faizli kredilerinden yararlanıyor. ABD ise bu şirketin en büyük parça tedarikçisi ve aynı zamanda müşterisi. Anlaşmanın, Embraer’in ayaklanmalarda kullanılmak üzere ürettiği hava araçlarını ABD’ye ihalesiz satmasına yardımcı olacağına inanılıyor.'' 6 Burada da gördüğümüz gibi Brezilya ABD pazarında karlı ticaretler yapma fırsatı yönünden büyük bir avantaj kazanmış durumda. Yakın zamanda ABD Brezilya ile savaş uçağı anlaşması da imzaladı. Afganistan'daki ABD'nin konumu üzerinde yapılan bu anlaşmada ABD Brezilya'dan yirmi adet hafif taarruz uçağı aldı. Bu tarz anlaşmaların devamının geleceği iki ülkenin birbirine karşı tutumlarından çıkarım yapma imkânı veriyor bize.
ABD'nin bu anlaşmaları yapmasının arkasındaki amaç Brezilya yakınlaşmasına Meksika'yı da katarak diğer Latin Amerika ülkeleri ile-özellikle Venezüella ve Küba- olan ilişkileri düzeltmek ve nihayetinde Latin Amerika üzerinde siyasi, diplomatik ve askeri otoriteyi sağlamaktır. ABD'nin Brezilya'ya yakınlaşma çabaları Obama döneminde büyük bir hız kazanmıştır. “Obama'nın üstlenmiş olduğu başlıca jeopolitik hamle G–8 toplantısını bir G–20 toplantısına dönüştürmekti. Toplantıya eklenecek olan çok önemli grup ise BRIC ülkeleri denen ve “gelişmekte olan” ülkeler olarak da adlandırılan gruptu. BRIC sözcüğü Brezilya, Rusya (hâlihazırda G-8'de yer alıyor), Hindistan ve Çin'i simgelemektedir."7 Obama'nın Brezilya'yı bu ekonomik işbirliğine katmasındaki amaç Brezilya'nın dünya sahnesindeki gücünü arttırmak ve aynı zamanda yerel olarak da gücünü pekiştirmektir. Brezilya'nın da bu politikaya olumlu karşılık vermesi de uzun vadede ABD-Brezilya ilişkilerinin daha ileri boyutlara taşınacağını gösteriyor. ABD ile Brezilya'nın bu yakınlaşması belki de Latin Amerika'daki diğer ülkelerle de ilişkilerin pozitif yönde ilerlemesine neden olabilir. Burada önemli olan nokta Brezilya'nın diğer Latin Amerika ülkelerine karşı olan tutumunu -pozitif yönde- korumasının ve ABD'nin bölgedeki mutlak otorite sahibi olmasına engel olmasının gerekliliği. Daha iyi bir dünya düzeni için gerek Latin Amerika'daki durum olsun ister dünyanın diğer bölgelerindeki durumlar olsun ülkelerin birbirleri ile pozitif yönde ilişkiler kurmaları yaşanabilir bir dünya için vazgeçilmez bir faktördür. İdeoloji farklılıkları, dünya görüşü çeşitliliği ve olaylara yaklaşımlardaki farklı politikalar, bunlar hepsi bizim zenginliğimiz bunlarla birlikte sağduyumuzu koruyarak dünya barışı için çalışmamız tüm dünya fertleri için terk edilmez bir görevdir. Daha iyi bir dünya için yaşasın ülkelerin kardeşliği!
Refera n sl a r 1. ABD-Küba ilişkileri: soykırıma varan bir savaş ya da bir Küba destanı (06/11/2010)http://haber.sol.org.tr/bizimamerika/abd-kuba-iliskileri-soykirimavaran-bir-savas-ya-da-bir-kuba-destani-35487 (Erişim tarihi: 06/05/2013) 2. ABD-Küba ilişkileri: soykırıma varan bir savaş ya da bir Küba destanı (06/11/2010)http://haber.sol.org.tr/bizimamerika/abd-kuba-iliskileri-soykirimavaran-bir-savas-ya-da-bir-kuba-destani-35487 (Erişim tarihi: 06/05/2013) 3. ABD-Küba ilişkileri: soykırıma varan bir savaş ya da bir Küba destanı (06/11/2010)http://haber.sol.org.tr/bizimamerika/abd-kuba-iliskileri-soykirimavaran-bir-savas-ya-da-bir-kuba-destani-35487 (Erişim tarihi: 06/05/2013) 4. Mike Whitney,'' Washington Chavez´den neden nefret ediyor?'' (05/01/2011), http://www.belgeler.com/blg/1ax4/2000-den-gnmze-latin-amerika-abdkarilikli-ekonomik-ve-politik-yaptirimlari-venezella-bolivya-peru-rnekleri-from-2000-to-present-latin-america-usa-reciprocal-economic-and-politicalsanctions-venezuela-bolivia-peru-samples (Erişim tarihi: 06.05.2013) 5. Mike Whitney,'' Washington Chavez´den neden nefret ediyor?'' (05/01/2011), http://www.belgeler.com/blg/1ax4/2000-den-gnmze-latin-amerika-abdkarilikli-ekonomik-ve-politik-yaptirimlari-venezella-bolivya-peru-rnekleri-from-2000-to-present-latin-america-usa-reciprocal-economic-and-politicalsanctions-venezuela-bolivia-peru-samples (Erişim tarihi: 06.05.2013) 6. Immanuel Wallerstein,'' ABD Brezilya'nın dış politikasını yanlış okuyor'', (06/02/2010) www.latinbilgi.net(Erişim tarihi: 06/05/2013) 7. Immanuel Wallerstein,'' ABD Brezilya'nın dış politikasını yanlış okuyor'', (06/02/2010) www.latinbilgi.net (Erişim tarihi: 06/05/2013)
normal işine devam etmek için o zamanki başkent Rio de Janeiro'ya döndüğü söyleniyordu. Yeni başkentin inşa edilmesi için Brasilia'ya dünyanın dört bir yanından işçiler geldi. İnşa çalışmaları bitince işçiler çevredeki köylerde kaldılar.
Brasilia 1950'lerin sonunda, ülkenin kalbinde yeni bir başkente sahip olma konusundaki uzun vadeli bir Brezilya rüyasını gerçekleştirme arzusu doğrultusunda hızla inşa edilen bir kent oldu. Bu, gelecek için yeni bir görüş temsil edecek olan, cesur ve etkileyici bir durumdu. Brasilia Merkez Üniversitesi Profesörü Jose Galbinski "Yeni yapılar ve yeni Brasilia planı fikri başlı başına modern bir Brezilya imajı yaratmak içindi," diyor. "Bu; eski Brezilya ile, eski gelenek ile bir çelişkiydi." Bununla beraber, Galbinski'ye göre bu etkileyici değişim önerisi uzun bir süredir ortalıkta dolaşmasına rağmen, sonuçta neredeyse tesadüfen oldu. "Yeni başkent fikri, yıllar boyu ölü bir haber gibi kaldı. Kimse bu konuyu önemsemedi, ta ki Juscelino Kubitschek zamanına kadar. Başkanlık için kampanya yaparken, bir genel mitingde genç bir adam tarafından anayasaya uyup uymayacağı sorulduğu zaman şöyle cevap vermişti, 'Tabi ki uyacağım, başkanlık için adaylığımı koydum.' Genç adam, anayasada başkentin Rio de Janeiro'dan Brezilya'nın içine alınması gerektiğini söyleyen bir bölüm olduğuna dikkat çekiyordu. Kubitschek buna şaşırıp kaldı, çünkü bu konuyu hiç düşünmemişti. Şöyle cevap verdi, 'Tamam, sana cevap vereceğim, anayasadaki her şeye uyacağım ve harekete geçeceğim." 1 Juscelino Kubitschek başkan seçilince, halkına 50 yıllık ilerlemeyi 5 yılda gerçekleştirecekleri ve bunun için de hummalı bir şekilde çalışacakları sözünü verdi. Brasilia inşaat halindeyken, başkanın projeleri teftiş etmek için geceleri yolculuk ettiği ve sonraki gün
Juscelino Kubitschek 1956 yılında Brezilya Başkanı seçildikten çok kısa bir süre sonra 1956 Eylül'ünde Oscar Niemeyer’ı evinde (Casa das Canoas) ziyaret etti. Arabada Oscar Niemeyer ile konuşurken kafasından geçen iddialı önerisini onunla paylaştı: "Bu ülke için yeni bir başkent inşa edeceğim. Bunun için bana yardım etmeni istiyorum. Oscar, bu sefer birlikte Brezilya’nın başkentini inşa edececeğiz." Bu vesile ile ülkenin yeni başkentinin (Brasilia) tasarlanması projesini Oscar Niemeyer'e verdi. Yeni şehrin tasarlanması için bir yarışma organize eden Niemeyer, aday projelerden Lucio Costa'nınkini uygulanması için seçti. Oscar Niemeyer Brasilia şehrindeki yapıları tasarlarken Lucio Costa ise şehrin planlamasını gerçekleştirmeye başladı. Şehrin imar edilmesi ve kullanıma açılması dört yıl içinde tamamlandı. 2 Çoğu yapının Oscar Niemeyer tarafından tasarlanmış olması nedeniyle Brasilia şehri uzaktan gözlemlendiği zaman bazı tasarım öğelerinin çoğu bölgede tekrar edildiğinin, bu vesile ile şehrin tarz olarak bir bütünlük içinde olduğunun söylenmesi mümkündür. En yakın şehre kilometrelerce uzakta boş bir alanda bir şehrin sıfırdan yaratılması ve bunun çok kısa sürede gerçekleşmesi Juscelino Kubitschek'in en büyük başarılarından birisi, hatta bazılarınca en önemlisi olarak nitelendirilir. Her ne kadar bazı tarihçiler Brasilia'nın inşaatını Amerika kıtasının kolonileştirilmesiyle eşdeğer bir eylem olarak nitelendirmişseler de yeni kentin inşaatı genel olarak olumlu tepkiler aldı. Oscar Niemeyer ve Lucio Costa bu şehrin planlamasını gerçekleştirirken bazı yeni fikirleri de denemek fırsatını elde ettiler. Oldukça geniş ve boş caddelerin varlığı bunun bir örneğidir. Oscar Niemeyer insanların aynı şehirde bir noktadan diğerine gidebilmesi için 20 dakikadan daha fazla süre harcamasının, o insana saygısızlık olduğu yorumunu
61
yapmıştır. Diğer bir yeni şehir planlama fikri ise yapıların çoğunlukla yerden kolonlar ve diğer taşıyıcı sistemler ile yükseltilmesidir; böylelikle bu binaların boş kalan alt kısımlarının özgür olması ve doğa ile bütünleşmesi amaçlanmıştır. 3 Oscar Niemeyer bu dönemde yerleşmeye başlayan stilini, anılarında şu cümlelerle özetlemişti: “İnsanoğlunun yarattığı, sert ve esnek olmayan dik açılar ve düz çizgiler ilgimi çekmiyor. Ben ülkemin dağlarında, nehirlerinin kavislerinde, okyanusun dalgalarında ve sevilen bir kadının vücudunda bulduğum kıvrımlara âşığım. Kıvrımlar tüm evreni bir araya getiren öğedir.” Bu kıvrımları tüm şehrin ve diğer eserlerinin ruhuna yaydı. 4
62
Brasilia şehrinin oluşturulmasında, Oscar Niemeyer'in dünya görüşüne paralel bir şekilde, sosyalist ideolojiye referans veren bir tasarım amacı da vardır. Bu amaca göre şehirdeki tüm konut yapılarının devlete ait olması ve devlet tarafından kiralanması amaçlanmıştır. Yine bu amaca göre bakanlar ile işçiler aynı yapıları paylaşacaklardı. Ancak bu amaç devlet yönetimi tarafından görmemezlikten gelinmiş ve şehirde Juscelino Kubitschek'den sonra iktidara gelen devlet başkanları kendi siyasi görüşlerine göre değişiklikler yapmışlardır.
Dünya şehir planlamacılığına çağ atlatan bu şehir 1987 yılında UNESCO Dünya Mirası listesine girmiştir. Bu çoğu otoriteye göre Oscar Niemeyer ve Lucio Costa’nın başarısı olsa da beş yıllık başkanlık döneminde gerçekten anayasasına ve halkına duyduğu saygıyı bir şehirde sembolleştiren bir başkanın öyküsüdür. Time’a da kapak olmuş bu lider ne yazık ki şehrinin ödüllendirilişini görememiştir6. Niemever’d e Juscelino Kubitschek’e hakkını teslim etmiş şehirde onun için bir anıt var etmiştir. 7
Refera n sl a r 1. P. Koyuncu, “Brezilya'nın "Yeni" Başkenti 50. Yılını Kutlamaya Hazırlanıyor”, (20 Nisan 2010),http://www.arkitera.com/haber/index/detay/brezilyaninyeni-baskenti-50-yilini-kutlamaya-hazirlaniyor/5373 (Erişim Tarihi: 25-04-2013) 2. http://tr.wikipedia.org/wiki/Bras%C3%ADlia (Erişim Tarihi 25-04-2013) 3. A. Macswan, X. Briand, “Brazilian architect Niemeyer celebrates 100 years”, (15 Aralık 2007), http://uk.reuters.com/article/2007/12/15/uk-niemeyeridUKN1530105520071215 (Erişim Tarihi 28-04-2013) 4. S. Sarı, “Kıvrımların devrimci mimarına veda”, (7 Aralık 2012), http://www.milliyetsanat.com/haberler/haber/kivrimlarin-devrimci-mimarinaveda/898/20#.UYQ256KeNc1 (Erişim Tarihi 01-05-2013) 5. Unesco, “Brasilia” http://whc.unesco.org/en/list/445 (Erişim Tarihi 01-05-2013) 6. http://www.time.com/time/covers/0,16641,19560213,00.html (Erişim Tarihi 01-05-2013) 7. http://tr.wikipedia.org/wiki/Juscelino_Kubitschek_An%C4%B1t%C4%B1 (Erişim Tarihi 01-05-2013)
Küreselleşmiş dünya ekonomisinde artık herkesçe aşikâr olan bir durumdur hegemonya. Basit olarak belli bir tarihsel dönemde ekonomik, siyasal ve askeri üstünlüğü elinde tutan güç olarak tanımlayabiliriz bu olguyu. Bu da beraberinde ülkelerin kutuplaşmalarını getirmekte, dünya ekonomisinin merkezine yerleşen hegemonya diğer devletleri çevre ekonomiler statüsüne itmektedir. Hatırı sayılır bir zaman diliminde dünyaya hegemonyalık yapmış olan İngiltere bu üstünlüğünü sonunda Amerika’ya kaptırmıştır. Günümüzde ise küresel denge Amerika-Avrupa ortaklığında yürütülmektedir. 2008 ‘de Amerika’d a ortada çıkarak kısa zamanda tüm dünyayı saran ve Avrupa’d a form değiştirerek Avro krizine dönüşen küresel ekonomik kriz bile bu hegemonyanın el değiştirmesini sağlayamamıştır. Bu da uzun zamandır yapılan tartışmaları güçlendirmiş ve küresel dengede söz sahibi olacak alternatif güç arayışlarını alevlendirmiştir. BRICS işte bu alternatif gücün tek temsilcisidir.
önümüzdeki 50 yıla yön vereceği öngörülmektedir. O’Neill’ın BRIC terminolojisini ortaya atarken ortak tuttuğu şey bu ülkelerin sahip olduğu ekonomileri ve nüfuslarıydı. Artan ekonomik yapıları ve nüfuslarıyla beraber bulundukları bölgenin etkin gücü olmuşlardır. Birlikte dünya nüfusunun %40’ını ve küresel ekonominin %24’ünü ellerinde tutmaktadırlar. 2 Ancak; günümüz itibariyle hala gelişmekte olan ekonomi statüsündedirler. Bu ülkeleri birbirine bağlayan en önemli amaç ise dünya ekonomisinde etkin söz sahibi olma istekleridir. Ancak 2008’d e patlak veren küresel mali krizle de alternatif güç dengesi olarak görülen BRICS halen hegemonyalar arasında yerini alamamıştır.
BRICS oluşum itibariyle Avrupa ve Amerika hegemonyalarından farklı bir yapıya tabiidir. Üye ülkeler diğer güç dengelerinin aksine henüz gelişimlerini tamamlamamış, gelişmekte olan yapılarından kurtulamamıştır. Ayrıca siyasal bir görüş birliği de sağlamaktan da uzaktır. Buna örnek olarak “BRIC” terminolojisi ilk olarak Goldman Sachs’ın da Güney Afrika Cumhuriyeti’nin Duran şehrinde Yönetim Kurulu Başkanı Jim O’Neill tarafından 2001 yapılan BRICS’in son zirvesinde dahi görüş ayrılıkları yılında kullanılmıştır. Ülkelerin baş harflerinin gözlenmiştir. Bu nedenle dikkatleri üzerine çeken bu kullanılmasıyla ortaya çıkan BRIC (Federative 5’li için ortak çıkarlardan bahsetmek de yanlış Republic of Brazil, Russian Federation, Republic of olacaktır. Zira bu birlik O’Neill tarafından ortaya India, People’s Republic of China) sırasıyla Brezilya, atılan bir terminolojinin getirisi olarak ortaya Rusya, Hindistan ve Çin’i temsil etmektedir. O’Neill çıkmıştır. Çatırdayan küresel dengede yeni bir güç “Dünyanın Ekonomik Olarak Daha İyi BRIC’lere iddiası ve üye ülkeler arasında farklılaşan çıkar İhtiyacı Var” adlı raporunda bu ülkeler birliğini arayışları BRICS’e sıkı sıkıya tutunmalarının ana alternatif bir ekonomik güç olarak dünyaya gerekçeleridir. Brezilya için BRICS Afrikaya yaptığı sunmuştur. Günümüzde bu yapılanmaya Güney yatırımların sürekliliğini sağlamak ve diğer yatırım Afrika (Republic of South Africa) da eklenerek ortaklarıyla sorun yaşamamayı sağlaması açısından terminoloji BRICS halini almıştır. 1 Bu 5’linin hayati önem taşır. Rusya ise kısa zaman öncesinde
63
64
güçlü ekonomisi sayesinde Amerika’ya kafa tutarken şimdilerde bunu tek başına yapmaktan acizdir. Çok kutuplu bir küresel denge oluşturmak Rusya’nın süregelen ideallerinden olması nedeniyle BRICS alternatifine sıcak bakmaktadır. Böylelikle hem üye ülkelerle ilişkilerini geliştirip yeni stratejilere yer verecek hem de ekonomik sürekliliğini garantiye almış olacaktır. Hindistan ise Çin’le toprak anlaşmazlığını bir yana koymuş, gelişen ekonomisinin Çin’e rakip olamayacak durumda olduğunu bildiğinden bu ortaklığa adapte olmuştur. Ekonomik gelişimini için bu alternatif güce bağlanarak tamamlamayı seçmiştir. Çin de Rusya’nın ideallerini ortak payda olarak görüp günümüz hegemonyasına başkaldırı olarak BRICS’e gönüllü entegre olmuştur. Böylelikle ekonomideki küresel etkinliğini artırma ve Afrika yatırımlarında paydaşlarına kolaylıkla kafa tutabilmeyi öngörmektedir. Son halka olarak 2011’d e birliğe katılan Güney Afrika ise siyasal etkinliğini artırmak amacıyla birliği benimsemiştir. Elbette ki üyelerin bu kıta üzerindeki hassasiyetlerinin farkındadır. 3 Ülkelerin Afrika’ya olan yatırımlarının rekabeti derinleştireceği ve ayrılıklara neden olacağını öngörebiliriz. Bu durumda ise dünyanın alternatif güç olarak gördüğü BRICS henüz tam bir birlik olmaktan uzaktır. Henüz tam bir siyasal birlik sağlayamamışlarken Afrika yatırımlarından kaynaklı ortaya çıkabilecek olası anlaşmazlıklar yakın gelecek için umut vaat etmiyor. Buradan da anlaşılacağı gibi artık günümüz hegemonyası ekonomik, siyasal ve askeri üstünlüğün yanı sıra uluslar arası işbirliğine de ihtiyaç duymakta ve bu üstünlüğünün de ülkelerce tanınmasını gerektirmektedir Yaklaşık 12 yıldır tanıdığız BRICS terimine. Yeni bir düzen vaatleriyle ortaya çıkarak 2001’d en bu yana çok konuşuldu, öyle ki iş mülakatlarında dahi karşımıza çıkar oldu. Özellikle Brezilya, Türkiye’yle olan ekonomik benzerliklerinden ötürü ekonomistler tarafından çok defa ele alındı. Ancak BRICS parlak göstergelerini kaybetmiş görünüyor. Amerika ve Avrupa tarafından bir birlik olarak görülmeyip ayrı ayrı ilişkiler kurulan bu bütünleşme gerçekten hegemonyaların öngördüğü gibi etkisiz kalabilir mi bilemiyoruz. Bölgesel güçlerini çoktan elde etmiş bu ülkeler küresel sahada istedikleri konumu elde ederler mi şu an bunu öngörmek de zor ancak yakın zamanda böyle bir denge değişikliğinin gerçekleşmesi mümkün görünmüyor. Birliğin yıldızını söndürmeye yüz tutan bir diğer
unsur da şu an içinde bulundukları ekonomik durgunluk. Tüm dünyayı vuran küresel mali kriz BRICS’in de ayağına dolanmış görünüyor. 2008’d en bu yana etkileri devam eden kriz, yükselişe geçen bu ülkeleri de es geçmemiş anlaşılan. 2011 yılı sonunda Çin %9,2; Rusya %4,3, Hindistan %6,4 ve Brezilya %2,7 oranlarında büyüme kaydetti. 4 Rusya başından beri en zayıf halka olarak görülse de bu göstergeler ve ekonomistlerin Brezilya için yine düşük bir büyüme öngörmeleri ülkenin liderlik iddiasında biraz aceleci davrandığının sinyallerini vermekte. BRICS’in diğer ülkeleri küresel mali krizi atlatma adına ekonomide hareketlilikler yaşasa da BRICS’in “B”si ekonomik durgunlukta takılı kalmış durumda. Brezilya bölgesel etkinliğini kanıtlamış bir ülke. Küresel iddiasına ise özellikle 2003-2010 yılları arasında 2 dönem devlet başkanlığı yapmış Luis Inácio Lula da Silva’nın (kısaca “Lula”) idealleri doğrultusunda sarılmıştır. Lula’nın kayda değer politikaları Brezilya’yı dünyanın 10. Ekonomisi konumuna getirmiştir. Öyle ki ülke IMF’ye olan borcunu erken ödemiş daha sonra ise IMF’ye fon sağlayarak borç alan ekonomi konumundan sıyrılarak borç verenler statüsünü kazanmıştır. 5 2008 krizini de BRICS ülkeleri gibi zarar görmeden atlatmıştır. 2009 yılında Brezilya ve Rusya sırasıyla %0,3 ve %7,8 oranında küçülürken, Çin ve Hindistan %9,2 ve %7,6 oranında büyüme kaydetmiştir. 6 2010 yılında ise büyümeye devam ederek küresel mali krizin etkilerinden kurtulmayı başarmışlardır. ABD ve Avrupa krizi derinden yaşarken BRICS’in büyüme trendini devam ettirmesi yerli paralarının Dolar ve Euro karşısında değer kazanmasını sağlamıştır. Tüm bunlar herkesçe alternatif gücün yükselişi olarak algılanmıştır. Zira Avrupa’yı derinden etkileyen krize fon sağlama talebinde bile bulunmuşlardır. Ancak şu anki ekonomik durum bu yükseliş beklentilerini boşa çıkararak cinsten. Küresel mali krizden sıyrılan bu ekonomiler istikrarlı bir büyüme gösterememekte. Özellikle Brezily’d a krizi atlatan ilk Latin Amerika olmasına rağmen 2013 için sadece %0,3lük bir büyüme beklenmekte. 7 Bu da Brezilya’nın ekonomik durgunluk yaşadığının sinyallerini veriyor. Brezilya’nın ekonomik durumunu değerlendirirken bunun durgunluktan öte bir stagflasyon olduğunu söylemek daha doğru olacaktır. Bu büyümede yaşanan durgunlukla birlikte yüksek enflasyon oranlarının gözlenmesiyle ortaya çıkan bir kriz türüdür.
Brezilya’d a stagflasyonun işaretleri ekonomistler için açıktır. Bunları şu şekilde sıralayabiliriz; • Ekonomistler Brezilya için büyüme beklentilerini bu yıl içinde 5 kez düşürmeleri bununla birlikte hedeflenen enflasyon oranının %4,5 daha fazla gerçekleşeceğini öngörmeleri • Son 2 yıldır yavaş bir büyümeyle beraber hızla artan enflasyon oranları • Devletin ekonomi yönetimindeki hatalar8 Brezilya ekonomisi şüphesiz 2000-2011 döneminde parlak bir ilerleme kaydederek bölgesel/küresel güç başkaldırısını güçlendirmiştir. Ancak 2011’e gelindiğinde Brezilya ekonomisi ancak %2,7 oranında büyümüş ertesinde de bu orandan sapmamıştır. Ayrıca ABD ve Avrupa‘da sırasıyla %0,25 ve %1 olarak gözlemlenen faiz, bu ülkede %8,5lik hayli yüksek bir değerde kaydedilmiştir. Enflasyon oranı da %5lere kadar tırmanmıştır. 9 Son 2 yıldır tecrübe edilen benzer değerler ve 2013 için olan düşük beklentiler stagflasyonun uzun süreli oluşuna sinyal veriyor. Her yıl düzenlenen Rio karnavalı yine birçok kişiye iş imkânı ve yaklaşık 620 milyon dolar gelir sağlamasına rağmen umulan büyümeye bir katkı sağlamamış durumda. Citigroup Küresel Makro Stratejiler Direktörü Maya Bhandari Brezilya için ancak %0.3lük bir büyüme beklemekte
olduklarını belirtmiştir. 10 2014’te Dünya Kupası’na ev sahipliği yapacak ülkenin bu organizasyondan da herhangi bir beklentiye girilmemesi ve önlem alınması konusunda uyarılar gündemde. Bu durgunluğa kaynak olarak görülen neden ise Lula gibi bir başarı gösteremeyen yeni hükümet. Ekonomistlere göre yaşanan bu durgunluk süregelen sabit yatırımlar. Her yıl artan enflasyon ülkeye yapılan yatırımları daha riskli hale getiriyor. Zaten gelişimini tamamlayamamış olan Brezilya’d an finans merkezi olması beklenmiyor. Ancak; hükümetin ülkeye yapılan dış yatırımlara koyduğu yüksek faiz de yatırımların önünü tıkamaktadır. Brezilya yatırım politikasını değiştirmedikçe de stagflasyondan sıyrılmasını beklemek yanlış olur. Brezilya’nın içinde bulunduğu ekonomik durum Hindistan için de farklı değildir. BRICS’in 2 ülkesi bu haldeyken diğer ülkeler de parlak bir gelişme gösteremiyor. Bölgesel güçleri onları küresel bir güç olma iddialarında temel olarak kabul edilse de kendi aralarındaki uyuşmazlıklar, hegemonya olmalarının gerektirdiği uluslar arası ilişkilerdeki etkinlik eksikliği ve hâlihazırda yaşadıkları ekonomik kriz BRICS ülkelerini küresel ekonomide söz sahibi olmadığını açıkça göstermektedir. Dolayısıyla dengelerdeki değişimden söz etmek için henüz erkendir.
Refera n sl a r 1. Pınar ELBASAN, “BRICS: Çok Kutuplu Bir Dünyaya Doğru”, (17 Ağustos 2011), http://www.bilgesam.org/tr/index.php?option=com_content&view=article&id=1633:brics-cok-kutuplu-bir-duenyaya-doru&catid=172:analizlerlatinamerika, (Erişim Tarihi: 4 Mayıs 2013) 2. gös.yer 3. “ Küresel Jeosiyasette Yeni Denge Arayışları: BRICS Modeli”, (17 Nisan 2013), http://politikaakademisi.org/?p=4838, (Erişim Tarihi: 4 Mayıs 2013) 4. Cüneyt BAŞARAN, “ BRICS Ülkeleri S.O.S. Veriyor”, (25 Haziran 2012), http://www.bloomberght.com/yorum/cuneyt-basaran/1168825-bric-ulkelerisos-veriyor, (Erişim Tarihi: 4 Mayıs 2013) 5. Aslıhan P. Turan, “Küresel Roller Değişiyor mu? AB Borç Krizindeyken BRICS Yardıma Geliyor”, (12 Ekim 2011), http://www.bilgesam.org/tr/index.php?option=com_content&view=article&id=1884:kueresel-roller-deiiyor-mu-ab-borc-krizindeyken-brics-yardmageliyor&catid=179:analizler-ekonomi, (Erişim Tarihi: 4 Mayıs 2013) 6. Cüneyt BAŞARAN, gös.yer 7. “Brezilya’yı Sambacılar Bile Kurtaramayacak” (12 Şubat 2013), http://www.ntvmsnbc.com/id/25421529/, (Erişim Tarihi: 4 Mayıs 2013) 8. “Stagflation Sparks BRIC-Worst Default Risk Surge: Brazil Credit”, (26 Şubat 1013), http://en.bisnis.com/articles/stagflation-sparks-bric-worstdefault-risk-surge-brazil-credit, (Erişim Tarihi: 4 Mayıs 2013) 9. Cüneyt BAŞARAN, gös.yer 10. “Brezilya’yı Sambacılar Bile Kurtaramayacak”, gös.yer
65
Turkiye’d e yapılan çalışmalara bakmak gerekirse, Latin Amerika ülkeleri hakkında araştırmalar diğer bölgelere kıyasla sınırlı olduğu görülmektedir. Bunun Latin Amerika ülkeleri ve Türkiye arasındaki uluslararası ilişkilerin geçmiş yıllarda daha az olmasından ve ülkeler arasında coğrafi mesafenin uzak olmasından kaynaklanmaktadır. Lakin son dönemlerde devletlerarası ilişkilerin artmasından sonra, Türkiye’d e Latin Amerika’ya olan ilgi hem ticari, hem kültürel, hem de siyasi anlamda artmış, hatta bunun sonucunda da bazı Latin Amerika ülkeleriyle Türkiye arasında karşılıklı yeni temsilcilikler açılmıştır.
66
Tarihe baktığımız zaman Güney Amerika her zaman son derece ilgi çeken bir kıta olduğunu gözlemleyebiliriz. Birçok teoriye göre eski zamanlarda ilkel topluluklar Asya üzerinden geçerek Kuzey ve Güney Amerika’ya dağılmışlar. Kıtanın en güney uçlarına ilerleyerek zamanla nüfus yoğunluğu oluşmuş ve ülkeler haline dönüşmüşlerdir. Kıtada yerleşilen Kolombiya’nın nüfusu neredeyse 42 1 milyonu buluyordu. Eski İnka İmparatorluğu bugünkü Ekvador’u, Peru’yu, Bolivya’yı, Şili’yi ve Arjantin’in kuzeyini kapsıyordu. 15. ve 16. yüzyıllar arasında yalnızca bir asır ömrü olan İnka İmparatorluğu, iç çatışmalar ve İspanyol işgali sonrası fazlasıyla nüfus ve güç kaybına uğramıştır, ve 1533 yılında yıkılarak tarih sayfalarına adını yazdırmıştır. 2 İspanyolların işgali Güney Amerika’nın kaderini değiştirmiştir. İspanyollar burada merkezi krallığa bağlı “Virreinato del Perú” yani “Peru Kral Vekilliği”ni kurdular3. Geniş bir coğrafyada sömürü imparatorluğu oluşturmuş, Avrupa’d an hem kültürlerin, hem de dinlerini askeri güçlerini kullanarak kıtaya taşımışlardır. Yakın dönemlerde özellikle Brezilya’d a zemin kazanan Evanjelist akımlara rağmen kıtanın ciddi bir kısmı halen Katolik’tir. Surinam, Brezilya ve Guyana ülkeleri dışında, diğer ülkelerin hepsinde halklar İspanyolca konuşmaktadır. Buralarda konuşulan Avrupa dillerinin yanında örneğin Paraguay’d a Guarani, Bolivya’d a Aymara, İnka
İmparatorluğu’nun hüküm sürdüğü Peru, Bolivya, Ekvador, Arjantin, ve Şili’d e Quechua (Keçuva) gibi diller de konuşuluyor. İspanyollar Güney Amerika’yı sadece dil ve din olarak değil, etnik yönden de etkilemiş ve değiştirmiştir. Portekizlilerin Brezilya’d a, Hollandalıların Surinam’d a yaptığı gibi. İspanyollar Afrika’d an gemilerle getirdiği kölelerle iş gücü sağlamış ve kıtanın yer altı kaynaklarını çıkarabilmiştir. Bunun neticesinde de bugün özellikle kıtanın kuzeyindeki Kolombiya ve Venezuela gibi ülkelerde ciddi bir siyahî nüfus yoğunluğu oluşmuştur. Latin Amerika darbelerle de adını sıkça dünyaya duyurmuştur. Bunların en meşhurlarından biri, General Pinochet’in Şili’d e 1973 tarihinde yaptığı darbedir4. Bu darbe sonrası kendisi 1990 yılına kadar diktatör olarak kalmıştır. Bu kadar uzun süre diktatörlükle yönetilen bir ülkenin bugün Güney Amerika’nın en gelişmiş ve en demokratik ülkelerinden biri haline dönüşmüş olması gerçekten dikkat çekici bir olaydır. Darbeler ve darbe girişimleri Güney Amerika ülkelerinin neredeyse tamamında gerçekleşmiştir. Özellikle 60’lı ve 70’li yıllarda çok sayıda Amerikan destekli darbeler yaşanmıştır. Latin Amerika genelinde (Orta Amerika ve Karayip ülkelerini de kapsıyor) olduğu gibi Güney Amerika’d aki ülkelerde de Amerikan etkisi hissedilmektedir. Siyasi, iktisadi ve kültürel anlamda Amerika’nın Latin dünyasında ciddi bir hegemonyası vardır. Ekvador’d a Amerikan şirketlerinin muz yetiştiriciliğindeki egemenliği, Venezuela’d a araba sektörünün ezici bir çoğunluğuna Ford ve Chevrolet’nin hâkim olması, Kolombiya’ya uyuşturucuyla mücadele ve turizm yatırımlarındaki desteği ve bu ülkede kurduğu askeri üsleri, daha birkaç sene öncesine kadar Bolivya’d aki koka tarlaları üzerindeki kontrolü bunların en somut örneklerindendir. Ancak Latin Amerika coğrafyasında elbette Amerikan politikalarıyla çatışma içine giren ülkeler, daha doğrusu liderler de az değil. Sosyalist politikaları benimseyen Hugo Chavez (Venezuela), Evo Morales (Bolivya), Rafael Correa (Ekvador) birbirleriyle sıkı ilişkilere sahiplerdir. Hatta Rafael
Correa 2005 yılında ilk defa başkan seçildiği zaman görevi devralırken Chavez ve Morales de tören alanında Correa’nın yanındaydı. 5 Bu üç lider kıtada ciddi bir Amerikan karşıtı politika izlemektedir. Hatta Kolombiya’d a önceki dönem devlet başkanlığı yapan Uribe döneminde ABD bu ülkede yeni askeri üsler kurarak tüm kıtayı askeri yönden projeksiyonu altına almak istemiş, bunun neticesinde de Chavez’le Kolombiya savaşın eşiğine gelmiştir. Tarihi sayfalara bakarsak, o dönemde Chavez’in sınıra askerlerini dizmesi tüm dünyada yankı bulmuştu. Bolivya’d a da sadece Amerikan vatandaşlarına mahsus olmak üzere ülkeye girişte 100 Amerikan doları harç alınmaktadır. Sol akım Latin Amerika’d a şaşırtıcı bir hızla yayılmaya devam etmektedir. Örneğin bilindiği üzere Brezilya eski bir devrimci olan kadın bir devlet başkanına sahip olmuş, Uruguay’d a da eski bir devrimci gerillası olan Jose Mujica 70’li yaşlarında devlet başkanı olmuştur. Güney Amerika ve Çin ilişkileri ister siyasi ister ticari anlamda olsun, sıkı bağlılıkları vardır. Başta Brezilya ve Venezuela olmak üzere ekonomik, siyasi ve askeri alanda bazı kıta ülkeleri Çin’le sıkı ilişkiler içerisindedirler. Çin’e satılan Amazon Ormanları’ndan elde edilen çeşitli ürünler Brezilya için son derece önemli gelir kaynağı olmakta ve aynı zamanda Paraguay’ın dört bir yanına yayılan soya tarlaları da Çin’e büyük bir ihraç potansiyeli oluşturarak bu ülkenin ekonomisinde çok ciddi yer tutmaktadır. Çok sayıda Çinli Venezuela’d a az nüfuzlu kasabalarda bile
yaşamaktadırlar. Hatta bazı sektörlerde neredeyse tekeli ellerinde bulundurmaktadır. Brezilya, Paraguay, Uruguay ve Arjantin’in bir araya gelerek oluşturdukları, bu ülkelerin kendi aralarında ticari ayrıcalıklar sağlayan MERCOSUR gibi bir iktisadi örgütlenme dahi Çin dalgasına karşı koyamamaktadır. Mercosur, iktisadi örgütlenmesi ortak pazarı 1 trilyon doları aşan pazar derinliği ve 200 milyonluk nüfusuyla entegrasyon girişimleri içinde tüm dünyada üçüncü sırada yer almaktadır. 6 MERCOSUR üyeleri genel olarak ekonomik gelişme hızlarından memnun değillerdir ve bu yolla ticaretin artmasını ve ekonomik sorunlarının bölgesel entegrasyon yoluyla hallolmasını hedeflemektedirler. Buna göre üye ülkeler arasındaki ticaretin serbestleştirilmesi, arz ve talep unsurlarının serbest dolaşımı birincil hedefleridir. Yapılan anlaşmaya göre sekiz eşit aşamada tarifelerin kademeli ve otomatik olarak kaldırılması öngörülmüştür. Sürecin 1991 yılında başlayıp 1994 yılında sona ermesi tasarlanmıştır. Anlaşmaya göre tarife dışı engeller de belirlenen bu tarih itibariyle kaldırılacaktır. Bunlara ek olarak üye ülkelerin ortak bir dış tarife oluşturmaları hedefi de belirlenmiştir. Ancak buna dönük bir tarih anlaşmada yer almamıştır. Bu çerçevede MERCOSUR’un 1995 yılı Ocak’ında tam anlamıyla faaliyete geçtiği söylenebilir. İlk yıllar için üye ülkelerin MERCOSUR’d an ticareti arttırma açısından büyük yararlar sağladığı belirtilmektedir. Sonuç olarak, günümüzde Latin Amerika kıtasının ülkeleri tüm dünya için ekonomik gelişme bakımından önemli yere sahiptir ve önemli siyasi anlam taşımaktadır.
Refera n sl a r 1. Matt Rosenberg Population (05.11.2005) http://geography.about.com/library/cia/blccolombia.htm (29.04.2013) 2. Inka tarihi, Paragraf 6, http://hakkindabilgial.com/tarih/medeniyetler/6269-inkalar-kimdir.html (29.04.2013) 3. Kıvanç SAĞIR, GÜNEY AMERİKA’YA BİR BAKIŞ (02,04.2012) http://politikaakademisi.org/?p=510 (30.04.2013) 4. CNNTURK, 11.06.2012 http://www.cnnturk.com/2012/dunya/06/11/silide.pinochet.belgeseli.tansiyonu.yukseltti/664509.0/index.html (30.04.2013) 5. CNN, Arthur Brice, Ecuador's Correa claims re-election win, paragraf 8, http://edition.cnn.com/2009/WORLD/americas/04/26/ecuador.election/ (01.05.2013) 6. Britannica ”South American Economic Organization” (08.07.2011) http://www.britannica.com/EBchecked/topic/375563/Mercosur (01.05.2013)
67
68
“İspanya 1492 yılından başlayarak Atlantik okyanusuna yelken açan ve Batı Yarım Küresini keşf etmeye giden ilk Avrupe ülkesi olmuştur”. 1 Daha sonra dünya genelinde büyük kolonilere sahip oldu ve bu çizgi Amerika ve Karayipler’d en Asya’ya kadar uzanıyordu. Fakat, ilerleyen yıllarda bu durum yavaş yavaş ve kesin adımlarla değişmeye başladı çünkü bazı ülkeler savaş ve mücadele ederek kendi bağımsızlıklarını kazanmaya çalışyorlardı. Birçok güçlü sömürgeci ülkeler gibi ‘İspanyollar da önemli yerlerde kontrölü korumayı başarmışdı, bunları arasında Batı Yarım Küresinde yerleşen Karayipler ve Filippinlerde vardı”. Fakat dünyanın diğer bölgelerinde oldugu gibi Pasifikler’d e de dengeler değişmeye başlamıştı. 19. yüzyılın sonuna doğru Amerika yeni egemen güç olma yolunda ilerliyordu ve diğer büyük ülkeler gibi gücünü etrafına hükmetmek ve kontrolü tamamen ele almak için kullanmaya başlamıştı. “Bu dönem Amerika’nın dikkat merkezinde olan yerler hala İspanyol kolonileri olan Küba, Porto Riko ve Filippin adaları idi”. 2 1800-lerin sonlarına doğru Latin Amerikadaki koloniler kendi özgürlüklerin kazanmak ve bağımsız bir devlet olmak için ayaklanmaya ve mücadele etmeye başladılar. Bu durumu Pasifikler’d e ve Batı Yarım Küeresi’nde kontrolü ele almak ve İspanyolların sömürgeciliğine son vermek için güzel bir şanstı ve bunu iyi değerlendiren Amerika ayaklanma olan ülkeleri destekleyerek kendi çıkarı için kullanmaya başladı. Tarih boyunca bir çok savaşta olduğu gibi, farklı faktörlerin aynı ayda bir araya gelmesi İspanya ve Amerika Birleşik Devletleri arasında savaşının başlamasına neden oldu. Kü ba – Fi l i ppi n Ad a l a rı – Porto Ri ko Savaşın altında yatan önemli nedenlerinden biri “Kübanın Şubat 1895 bağımsızlık mücadelesine başlaması oldu”. 3 Küba İspanyollara karşı özgürlük savaşına başlayan ilk ülkeydi. İspanya ayaklanmanı amansızcasına bastırmaya başlaması ve gazetelerin bu olayları ABD kamuoyuna ayrıntılı duyurması, halkın isyancıları desteklemesine neden oldu. “Bu durum
Havana limanında Amerikanın Maine isimli savaş gemisinin bilinmeyen nedenlerden dolayı batmasından sonra daha da artdı”. 4 Böylece halk Havana’d aki vatandaşlara koruma sağlanması için hükümetin olaylara müdahale etmesini talep etmeye başladı. Bu olaydan sonra İspanya “9 nisan 1898” ateşkes ilan etti ve Küba’nın sınırlı biçimde kendi kendini yönetme hakını tanıyan yeni bir program uygulamaya başladı. Fakat bu durumdan hoşlanmayan Amerika Küba’nın özgürlüğünü tanıyan ve İspanyol askerlerinin adadan çekilmesi isteğini dile getiren karar tasarısını onayladı. “Bu olayın ardından İspanya 24 Nisan’d a ABD’ye savaş ilan etti ve 25 Nisan’d a ABD savaş ilan ettiğini açıkladı”. 5 Fakat savaş tek taraflı olmuştu çünkü İspanya kendi topraklarından uzakda olan bir güçle mücadele etmeye hazırlıklı değildi ve savaşta başarı gösteremedi. “Savaş kısa sürdü ve İspanyanın kayıbettmesi ile sona erdi. 10 Aralık 1898 imzalanan Paris antlaşması ile Küba bağımsızlığını kazandı ve İspanya Küba üzerindeki tüm hakklarından vazgeçtiğini açıkladı”. 6 “Savaş sırasında ABD Havai’yi kendi topraklarına katmayı başarmıştı”. Böylece savaşı kazanan ABD daha bir adım atarak “Porto Riko, Guam ve Filippinleri İspanyolların kontrolünden geri almayı başardı” ve Batı Yarım Küresinde İspanyol sömurgeci imparatorluğuna son verdi ve bölgede kendi güvenliğini sağlamış oldu. Değerl en d i rm e ABD’nin Kübada ve Karayiplerdeki çıkarları “1898” savaşından çok önceye dayanıyordu. Başka bir deyişle Amerika’nın Küba’d a olan bağımsızlık haraketini desteklemesinin ve savaşa müdahale etmesinin altında yatan en temel nedenlerinden biri iki ülke arasında olan ticari ilişkilerin olduğunu söyleyebiliriz. Özellikle şeker ticaretinin önemli bir düzeye ulaşması ve Amerika’nın Küba’ya 50 milyon dolarlık yatırım yapması iki ülke arasında olan ilişkilerin gelişmesine yardım etmiştir. Daha önce de bahsetdiğim gibi ABD egemen güç olma yolunda ilerliyordu ve bölgenin kontrolünü ele alabilmesi için bu yolda kendine ayak
bağı ve sorun çıkaracak problemlerin ortadan kaldırılması gerekiyordu. İspanyol –Amerikan savaşı bu süreci daha da hızlandırdı, savaşı kazanan ABD konumunu daha da güçlendirerek Batı Yarım Küresi’nde ve Pasifikler’d e hakim güç olmayı başardı. Böylece, Asya’d aki stratejik ve ticari çıkarlarını da etkili bir şekilde devam ettirmek ve sağlamlaştırmak şansını sağlamış oldu. Savaşın ardından Amerika uluslararası ticari olanaklarını genişletmek ve topraklarının korunmasını dahada sağlamlaştırmak için birtakım yeni politikalar izlemeye başladı. “Bu politikalardan biri Çinle “Open Door” siyasetinin geliştirilmesi ve Batı Yarım Küresini Avrupa saldırılarından korumak için açık bir şekilde askeri güç kullanmakdan kaçınılmayacağını açıkladı”. 7 Aynı zamanda, Amerika ticari ilişkilerinin gelişmesi ve hem Pasifkler’d e hem de Atlantik okyanusunda ticari bakımdan egemen güç olabilmes için önemli olan
“Panama Kanalının” inşasını garantilemiş oldu. Başkan T.Rosevelt kanalın inşası ile yakından ilgileniyordu. Sonuç olarak, ABD on yıl içerisinde ulusal ve uluslararası siyasetini ve çıkarlarını yeniden tasarladı. Artık hem deniz aşırı güç olarak hemde uluslararası olayların şekillenmesinde aktif röl oynayarak konumunu dahada güçlendirdi. “İspanyol-Amerikan Savaşı”, her iki ülkenin tarihinde de bir dönüm noktası sayılır. İspanya uğradığı bu yenilgiden sonra yeni sömürge arayışlarından vazgeçerek kendi iç sorunları üzerinde yoğunlaştı. “Bu süreç içinde ülkede kültür ve edebiyat ortamı yeniden canlandığı gibi 20 yıl süren bir ekonomik gelişme dönemi yaşandı”. 8 Öte yandan, önemli bir zafer elde eden ABD geniş bir alana yayılmış deniz aşırı toprakları olan büyük bir güç haline geldi. Uluslararası siyaset sahnesindeki bu yeni konumu ABD'ye Avrupa'da belirleyici bir rol oynama olanağı verdi.
69
Refera n sl a r 1. Library of Congress, “ The World of 1898: The Spanish – American War”,(Erişim Tarihi: 11 Haziran 2011), http://www.loc.gov/rr/hispanic/1898/intro.html (Erişim Tarihi: 28 Nisan 2013) 2. Ensclopedia Britanica,”Spanish – American War”, (Erişim Tarihi: 04 Ocak 2009), http://global.britannica.com/EBchecked/topic/558008/Spanish-American-War (Erişim Tarihi: 28 Nisan 2013) 3. Office of the Historian, Bureau of Public Affairs, United States Department of State “ Spanish- American War 1898” http://history.state.gov/milestones/1866-1898/Spanish_american_war, (Erişim Tarihi: 29 Nisan 2013) 4. R. A. Guisepi “The Spanish American War” (Erişim Tarihi: 18 Kasım 2007) http://historyworld.org/Spanish%20America%20War.htm, , (Erişim Tarihi: 29 Nisan 2013) 5. M.R Twain “ Remember The Maine “ (Mart 2009) http://www.newsinhistory.com/feature/spanish-american-war-remember-maine (Erişim Tarihi: 29 Nisan 2013) 6. History, “Spanish – American War” (2009) http://www.history.com/topics/spanish-american-war (Erişim Tarihi: 29 Nisan 2013) 7. “Causes of Spanish Amerikan War” (29 Mart 2010) http://www.kwintessential.co.uk/articles/spain/causes-of-the-spanish-americanwar/839/ (Erişim Tarihi: 1 Mayıs 2013) 8. History, “Treaty of Paris ends Spanish- American War” (10 Aralik 2007) http://www.history.com/this-day-in-history/treaty-of-parisends-spanish-american-war (Erişim Tarihi: 1 Mayıs 2013)
70
Küba Cumhuriyeti, jeopolitik konumu ile Kuzey Amerika ve Güney Amerika arasında yer alan, adeta Körfezin anahtar rolünü üstlenen bir ülkedir. Karayip Denizi’nde Meksika Körfezi’nin girişinde yer alan Küba sosyalist bir sisteme sahiptir. Soğuk Savaş’ın sona ermesinden günümüze kadar uzanan süreçte, Türkiye –Küba ilişkileri olumlu yönde ilerledi. Türkiye, BM Genel Kurulu’nda, ABD tarafından Küba’ya uygulanan ambargonun kaldırılması çağrısına destek vermektedir. Biz de “Hariciye” olarak bu sayımızda gerek farklı ekonomik sistemi gerekse de turizmi ve kültürü ile cezbeden Küba’nın dış politikasını, Latin Amerika’d aki rolünü, ABD ile ilişkilerde gelinen son noktayı, diplomat olmak isteyen gençlere önerilerini ve merak edilen pek çok şeyi okuyucularımız adına Sayın Büyükelçi Jorge Quesada Concepción’a sorduk. İ l k ol a ra k; La ti n Am eri ka coğra fya sı n ı d ü n ya d ü zl em i n d e ta rtı şm a k i stem ekteyi z. Bu ba ğl a m d a ; ALBA ve M ERCO SU R’u n i şl evl eri h a kkı n d a n e söyl eyebi l i rsi n i z? Böl gesel bü tü n l eşm e ve ekon om i k i l i şki l eri gel i şti rm e a d ı n a n a sı l etki l i ve gü çl ü örgü tl er ol a bi l d i l er? ALBA’n ı n Kü ba Cu m h u ri yeti i çi n ön em i n ed i r? Latin Amerika ve Karayip halklarının problemlerini çözmek için asıl çözüm doğru bir bölgesel bütünleşmedir. Latin Amerika ve Karayip halkları artık sorunlar karşısında birlik olmanın hayati gerekliliği konusunda büyük bir farkındalık içindeler. Kendi Amerikamız ortak tarih zemininde birleştiren bir kurumsallaşmanın oluşuna doğru bizleri hızla yönlendirmekte. Toplumsal, ekonomik ve kültürel dönüşüm süreçlerimiz bizlerin egemenliğini güçlendiriyor. CELAC, ALBA, UNASUR, CARICOM, MERCOSUR, CAN ve diğer bütünleşme ve işbirliği mekanizmaları; Latin Amerika ve Karayip Birliği hedefini tamamlar nitelikte. İşte bu mekanizmalar bölünemez, inkar edilemez ve bastırılamaz bir yeni Amerika’nın inşa yolları. Küba bu noktada yani bölgesel bütünleşme konusunda öncü rolünü sürdürüyor. Halklarımızı özgür kılacak birlik ve
beraberlik hareketini hep destekledik. Savurgan ve eşitlikçi olmayan bu uluslararası ekonomik düzenin çökmüş kurumlarını desteklemeyecek her türlü dönüşümcü adımı destekliyoruz. Kü ba ve Ven ezü el l a Cu m h u ri yetl eri ’n i n si ya si ve i kti sa d i i l i şki l eri i yi d u ru m d a yd ı . 1 4 N i sa n S eçi m l eri ve H u go Ch a vez’ i n vefa tı böl ge gen el i n d e ve özel l i kl e Kü ba i l e ol a n i l i şki l erd e n a sı l bi r etki bı ra ka bi l i r? Küba, Bolivyacı sürecin devamlılığı konusunda kuşku duymuyor. Hugo Chavez’in ideolojisi ve öğretileri doğrultusunda yetişmiş Venezüella devlet başkanı Nicolas Maduro ve diğer tüm liderlere de başarılar dilemekteyiz. Venezüella’nın devrimci tarihinin farklı döneminde yüzleştikleri zorluklar esasında Venezüella’yı şekillendirdi. Fi d el Ca stro’d a n son ra ; Ra ú l Ca stro d ön em i n d e; serbest pi ya sa ekon om i si u ygu l a m a l a rı n ı a n ı m sa ta n bi r ta kı m yen i d ü zen l em el er gözl em l ed i k. Kü ba’n ı n ekon om i k si stem i n d eki bu fa rkl ı l a şm a ya H u go Ch a vez ve Evo M ora l es n a sı l ka rşı l ı k verd i l er? Küba iktisadi sistemindeki bu reformlar aslında tartışarak, güncelle uyarlayarak ve sonra kabul ederek çalışan Küba halkının egemen iradesinin bir neticesi. Devrimci iktisat siyasetinin yeni prensipleri stratejik bir niteliğe sahip. Çünkü bu prensipler üretim araçlarının geliştirilmesine öncelik vermekte. Küba’nın ekonomik reformlarına rehberlik eden iki temel ilke var. Temel üretim araçları temelinde tüm halkın sosyalist mülkiyeti zemininde bir ekonomik sistem ile piyasanın değil planlamanın üstünlüğü. Küba sosyalizminin devamlılığı ve karşı konulmazlığı bu reformlarla mümkündür. Üretimdeki artış da dahil. Venezüella ve Bolivya başta olmak üzere tüm Latin Amerika hükümetleri ve liderleri Küba devleti ve halkı tarafından alınan tüm kararlara saygılıdır. Bi r d evri m ya şa m ı ş h a l k ol a ra k Kü ba h a l kı , O rta Doğu ’d a ki sosya l h a reketl eri n a sı l d eğerl en d i ri yor? S i ze göre “ba h a r” böl geye n e geti rm ekte ve böl ged en n e götü rm ekte?
Küba bölgedeki gelişmeleri ve hangi çözümün bölge için en uygunu olduğunu dikkatlice takip etmekte. Orta Doğu ve Kuzey Afrika’d aki durumun asıl sebebi ABD ve onun müttefiki NATO’nun bölgede uyguladığı yağma politikasıdır. Küba yaratılan talihsiz durumdan yararlanmayı, bölgedeki ülkelerin istikrarını bozmayı, ABD’nin, batının ve onların baş müttefiki İsrail’in yani bölgedeki hegemonyanın jeopolitik kazanımlarını desteklemeyi kesin olarak reddeder. Kü ba Cu m h u ri yeti ve ABD i l i şki l eri n d en kon u şm a k gereki rse; Fi d el Ca stro 1 9 5 9 ta ri h i n d e göreve gel d i ği za m a n d a n bu ya n a ABD ve Kü ba’n ı n a ra sı a çı k d u ru m d a . ABD ’n i n Kü ba’ya ka rşı resm i pol i ti ka sı ekon om i k a m ba rgo ve pol i ti k ol a ra k ya l n ı z bı ra km a ya d a ya n m a kta . O ba m a ba şka n l ı ğı n d a n bekl en en i yi m serl i ğe ra ğm en i l i şki l eri d ü zel tm ek i çi n ön em l i a d ı m l a r a tı l a m a d ı . Bu n okta d a , h a ngi koşu l l a r a l tı n d a i l i şki l eri n n orm a l l eşebi l eceği n i d ü şü n ü yorsu n u z ve bu sü reç i çi n d eki a n a engel l er n el erd i r? Küba ABD ile her türlü konuda eşit şartlar altında diyaloğa girme konusunda isteklidir. Küba diyalog süreci için bir fasıllar gündemi önermiştir. ABD Küba’nın bu önerisine cevap vermemiş ve her türlü gerekçe ile ülkemiz ile diyaloğa girmeyi reddetmiştir. Bu durum ABD’nin iki ülke arasındaki ilişkilerin normalleşmesine karşı olduğunu, barış ve saygı ikliminde yaşamamıza yönelik ilgisinin eksikliğini gösteriyor. ABD’nin eylemsizliği iki taraf adına fayda
sağlayacak adımlara radikal grupların karşı çıkmasını da teşvik ediyor. ABD istikrar bozucu politikalarını Küba’nın saygınlığını yitirmesine yönelik kampanyalarda milyonlarca fona destek vererek sürdürüyor. Başkan Obama Amerikan halkının büyük çoğunluğunun desteğine sahip, halkın yaklaşık %70’i Küba ile ilişkilerin düzelmesini istiyor. ABD hükümetinin bu konudaki girişimleri olumlu, fakat büyük ölçüde yetersiz. ABD; gerek halkının gerekse Küba Hükümetinin ikili ilişkilerin düzelmesi yönündeki isteğini her zaman dikkate alabilir. Başkan Obama’nın Küba gerçeği ve kendi halkının ilişkilerin düzelmesi konusundaki arzusu hakkında eksik ve yanlış bilgilendiriliyor olduğunu bilmek üzücü. Küba değişen ve gelişen bir ülke. 50 yıldan fazladır değişmeyen tek şey ABD’nin Küba’ya karşı politikası. Kü ba Cu m h u ri yet’ i İ M F’ye ve D ü n ya Ba n ka’sı n a ü ye d eği l , bu sebepl e d oğru d a n kred i ve borç a l a m ı yor. Bi rçok ü l ken i n bu ku ru l u şl a ra ba ğı m l ı ol d u ğu n u d ü şü n ü rsek, Kü ba Cu m h u ri yet’ i n i n ekon om i si n eye d a ya n ı yor? Bu ba ğl a m d a Ven ezü el l a i l e ya pı l a n ve u cu z petrol a l ı m ı n a ka rşı l ı k Kü ba l ı d oktorl a rı n h i zm eti esa sı n a d a ya n a n a n l a şm a n ı n ön em i n e d eği n ebi l i r m i si n i z ? Küba dış ticarette kesin olarak açık ekonomiye odaklanmış durumda. ABD’nin 50 yılı aşkın süredir sürdürdüğü adil ve yasal olmayan engellemeler de borç ve kredi alımına engel oluşturuyor. Fakat
71
uluslararası toplum ABD’nin planlarını takip etmek konusunda tereddütlü ve Birleşmiş Milletler de kınama kararı alarak bu yasa dışı politikaya karşı çıkıyor ve Küba ile genel kabul görmüş saygı kuralları çerçevesinde ticari ilişkilerini geliştiriyor. Küba birçok uluslararası ortak ile karşılıklı fayda esasına dayanan çok sayıda ilişki geliştiriyor ve bölgesel komşularıyla ekonomik ilişkilerini geliştirme konusuna öncelik veriyor. Bu bağlamda, Venezüella ve diğer başlıca Latin Amerika ülkeleri ile ikili fayda ilişkilerine devam ediyor, aynı zamanda ikili anlaşmalarda belirtilen gerekliliklere göre çeşitli ticaret şekilleri ve işbirlikleri geliştiriyor.
72
Kü ba d ü n ya d a sosya l i st bi r si stem e sa h i p ol a n bi r ka ç ü l ked en bi ri . Bu ba ğl a m d a , Kü ba’n ı n bu si ya si ya pı sı n d a n ka yn a kl ı d i pl om a ti k bi r ya l n ı zl a şm a yl a ka rşı l a ştı ğı n a d a i r i d d i a l a r yer a l ı yor. Bu kon u ü zeri n e n e d ü şü n ü yorsu n u z? Küba; devrimci zaferinden doğan büyük bir gurur ve nadir bir ayrıcalıkla kendi devrimci ilkelerini çekinmeden ve tereddüt etmeden ilan ettiğinden beridir her alanda etrafını bu devrimci ruh ile algılar ve anlamlandırır. Saldırgan ABD politikalarına ve onun ideolojik ortaklarının Küba’nın sesini ve devrimci örnek oluşunu bastırma çabalarına rağmen, küresel tanınırlığını 190 ülke ve kuruluş (186’sı Birleşmiş Milletler’e üye ülke, diğer 6’sı değil) ile sürekli devam eden diplomatik ilişkiler ile sağlamıştır. Bu ilişkiler; Küba’nın 120 ülkede toplam 148 diplomatik kurum ile tesis edilmiştir. Bunların 119’u büyükelçilik, 1’i temsilcilik, 21’i başkonsolosluk, 3’ü diplomatik makam ve 3’ü de uluslararası örgüt temsilciliğidir. S ı ra d a ki soru m u z; Kü ba Cu m h u ri yeti ve Tü rki ye i l i şki l eri h a kkı n d a . Tü rki ye’n i n yeri n i , Kü ba Cu m h u ri yeti ’n i n dış p o l i ti k a s ı n d a n a sı l kon u m l a n d ı ra bi l i ri z? Tü rki ye ve Kü ba i ki l i si ya si ve ekon om i k i l i şki l eri n i d a h a fa zl a n a sı l gel i şti rebi l i r? Bu ba ğl a m d a , i ki ü l ken i n bi rbi rl eri n i n d en eyi m l eri n d en ya ra rl a n a bi l eceği a l a n l a r n el er ol a bi l i r? Çok farklı kültürlere, tarihi ve siyasi geçmişlere sahip bu iki ülke arasında daima sürecek bu tür farklılıklara rağmen; Türkiye ve Küba, gelişen ilişkilerinin olumlu yanlarının farkında olarak; anlayış, saygı ve barış atmosferi içerisinde birbirlerini tanıma, birbirlerine yaklaşma arzusu içinde bulunan halklarının bu arzularına resmiyet içerisinde yanıt verme çabasındadırlar. İlişkilerimizdeki bu açık çerçeve dahilinde, karşılıklı çıkar esasına dayalı temaslarımızı güçlendirmeye yardım edecek yeni iş kolları bulmaya çalışıyoruz. Bununla birlikte, ticari ilişkilerimiz iki
ülkenin de potansiyellerine göre hala zayıf durumda. Birbirimizle yaklaşmak yerine farklı yönlere baktığımız bir geçmişte, kendi ulusal, bölgesel çıkarlarımıza ve diğer faktörlere bağlı olarak; farklı ekonomik bağlantılarımız ve önceliklerimiz aramızda bir gerginlik yarattı. Bugünlerde, birbirimizin ekonomik gerçekliğini daha iyi anlayarak ve kendi gerçekliğimizin bize verebileceği karşılıklı yararları araştırarak, bu eğilimi tersine çevirmek niyetindeyiz. S i zi n h a kkı n ı zd a kon u şm a k gereki rse; görev sü ren i z boyu n ca i ki ü l ke a ra sı n d a n e tü r gel i şm el er ya şa n d ı ? Geçen yıl, Türkiye ve Küba arasında diplomatik ilişkilerin kurulmasının 60. Yıldönümü olması bakımından çok anlamlıydı. Yakın zamanda Havana Üniversitesi’nde Türk tarihi ve kültürü üzerine kurulan ve Latin Amerika’d a bir ilk olan bölüm de, halklarımızı yakınlaştırmaya yardımcı olabilecek çok önemli bir adım. Tü rk kü l tü rü n ü n i l gi n ç bu l d u ğu n u z ya d a Kü ba kü l tü rü n e ya kı n bu l d u ğu n u z ya n l a rı va r m ı ? Türkiye yedi medeniyetin kalıntılarının koruyucusu ve bu zengin bir mirasa ev sahipliği yapan bir ülke. Antik ve kadim çağların kalıntılarını her an görme imkânınızın olması Türkiye’yi gerçekten yaşamaya değer ve sıra dışı bir ülke yapıyor. Küba kültürü de bizim ulusal kimliğimizi yaratan farklılıkların birleşiminden oluşmakta. Ama bu karşılaştırmaların ötesinde, iki ülke de bölgeleri için birer kavşak niteliği taşımakta. Türkiye; Asya ve Avrupa arasında iken Küba Meksika Körfezi’nin girişinde yar alıyor. Bu coğrafi ve kültürel benzerlikler geçmişlerimizi ve bizleri benzer yapan faktörler. S on ol a ra k; d i pl om a t ol m a k i steyen gen çl er i çi n ta vsi yel eri n i zi d i n l eyebi l i r m i yi z? Öncelikle kendi ülkenizin tarihine derin bir ilgi ve bilgi sahibi olmanız gerekmekte. Ülkenizle gurur duyuyor olmanız da çok önemli. Mesleğinizi yaparken sadece hükümetinizi değil; halkınızın da temsilciliğini yapıyor olduğunuzu unutmamalısınız. Mesleğinizi; ülkenizin her yönden bilinilirliğine katkıda bulunduğunuz için sevmeniz gerekmekte. Çok çalışmalısınız ve sürekli kendinizi geliştirmelisiniz. Başka görüşlere ve fikirlere saygılı olmanız ve diyalog içinde bulunmanız gerekmekte. Halklar arasındaki karşılıklı barış ve anlayış iklimi adına çalışıyor olduğunuza kendinizi inandırmalısınız. Bu sa m i m i röporta j ı n ı z i çi n si z sa yı n bü yü kel çi ye ve el çi l i k m en su pl a rı n a d ergi ka d rom u z ve oku rl a rı m ı z a d ı n a teşekkü rl eri m i zi su n m a k i steri z.
(e172553@metu.edu.tr) Yen i S oru n : En erj i Yol l a rı n ı n G ü ven l i ği Waltz’a göre uluslar arası ilişkilerin ve politikaların tarihi büyük devletlerin tarihine dayanmaktadır ve sistemdeki devletlerin ve firmaların kaderleri bu büyük güçlere bağlıdır. 1 Bu büyük devletlerin yaptıkları anlaşmalar, savaşlar ve denge kurma çabalarının nedeni ise dünden bugüne tek bir kavramla açıklanabilmektedir: güvenlik. Anlayış ve içerik olarak değişse de güvenlik dünya siyasetini etkileyen ve değişimlere yol açan kavramların arasında ilk sırada gelmektedir. Machiavelli, çıkar çatışmalarının devletleri birbiriyle anlaşmazlığa sürüklediği ve bu çatışmalar nedeniyle başka bir ülkenin egemenliği altına girmemeyi güvenlik olarak tanımlar. 17. yy’d e rasyonalist Hugo Grotius’a göre herhangi bir saldırı karşısında devletlerin aldığı savunma önlemleri güvenliktir. Diğer bir yandan Kant ise “Ebedi Barış” kavramından söz edip, güvenlik kavramını savaşa karşı bir tutum olarak değerlendirmiş ve uluslar arası sistemin devletleri dahil edip barışı sağlayacağına inanmıştır. Soğuk Savaş döneminde ise güvenlik kavramı militarizmle eş değer tutulmuştur. Soğuk Savaş bitiminde ise güvenlik kavramı özellikle El Kaide’nin 9/11 saldırısıyla beraber uluslar arası sistemi tehdit eden unsurlara karşı mücadele ve uluslar arası terörizme karşı mücadele olarak değişmiştir. 2 21. yy’a kadar yaşanan bu değişimlerin üstüne son dönemde ise yeni bir konu eklenmiştir: enerji. Enerji elde ediminin nasıl olacağına dair sorular enerji yollarının güvenliği sorununu da beraberinde getirmiştir. Bugün özellikle enerji arama çalışmalarının hızlandığı Karadeniz aynı zamanda Avrasya bölgesi için bir enerji yolu rolü üstlenmekte ve sonuç olarak güvenlik açısından da önemli bir bölge haline gelmektedir. Soğuk Savaş sonrası Karadeniz’in önemini artıran etkenler şu şekilde sıralanabilir: » Soğuk Savaş’ın bitimiyle bölgede güç boşluğu oluşması,
» AB ve NATO’nun genişleme isteği, bölgedeki sahil ülkelerinin Batı Dünyası’na eklenme isteği. Bulgaristan ve Romanya’nın üyeliğiyle NATO ve AB Karadeniz’d e kıyıya sahip olmuşlardır » Orta Doğu’ya komşu olması, 11 Eylül sonrası Batı’d a oluşan terör korkusu nedeni ile Karadeniz ülkelerinin de demokratikleşmesinin Orta Doğu’ya yayılabileceği, Orta Doğu’d an gelen tehditlerin özellikle barışçıl Kafkaslar ile durdurulabileceği beklentisini ortaya çıkarmıştır. » Bölgenin ve Hazar Havzasının enerji açısından zengin olması » Yeni istikrarsızlık, Sovyet egemenliğinin bölgeden kalkması ile bölgede etnik ve toprak anlaşmazlığı nedeniyle birçok çatışma çıkması 3 Tüm bu unsurlar Karadeniz’in neden önemli hale geldiğini açıkladığı gibi, değişen dünya düzenine ve güvenlik anlayışına da ışık tutmaktadır. Ka ra d en i z’ i n En erj i Zengi n l i ği Her ne kadar Ortadoğu enerji kaynakları ve konumu nedeniyle birçok dünya gücü için vazgeçilmez olarak görülse de arka planda Karadeniz bu konular üzerinden önemini hep koruyan bir bölge olarak varlığını sürdürmüştür. Petrol açısından en zengin bölge Ortadoğu kanısı olsa da, Karadeniz dünya petrol ve doğalgaz yataklarının %70’ini 4 barındırmaktadır. Son zamanlarda bölgede hızlanan petrol arama çalışmaları, yeni anlaşmalar, şirketlerin ve ülkelerin artan ilgisi, enerji sorununu ortaya koymakta ve ülkelerin olası bir krizde sorun yaşamamaları için kendilerini enerji açısından güvene almak istediklerini göstermektedir. Geçtiğimiz yıl Romanya’nın Neptün-1 adlı kuyuda bulduğu 40 milyar m3 ‘ten fazla doğalgaz Karadeniz’e olan ilgiyi daha da arttırmıştır. Yaklaşık bir ay önce, Türkiye de Karadeniz’d e petrol aramalarını hızlandırıp Norveç’ten 130 milyon dolara alınan Barbaros Hayrettin Paşa gemisini 8 600 km sismik araştırma yapmak için görevlendirmiştir. 5 Tüm bunların dışında genel olarak Karadeniz’in bütün sahildar ülkeleri enerji mücadelesine girmiş hatta oluşan tartışmalarda Lahey
73
mahkemesine bile başvurulmuştur. Bulgaristan, Romanya ve Ukrayna arasında tartışmalar yaşanılmaya başlanmış bununla birlikte anlaşmalar da gerçekleşmiştir. 2012’nin Ağustos sonlarında Bulgaristan sınır bölgelerinde araştırma yapabilmek için Romanya’yla anlaşma gerçekleşmiştir.* Bu anlaşma sonucunda ise, Bulgaristan sınırının 15 km uzağında Romanya karasularında doğalgaz yatakları bulunmuştur. 6 Bir diğer gelişme ise Karadeniz’in güney yataklarında yani Türkiye karasularında petrol yatakları olduğu keşfedilmiştir. Türkiye bu gelişmeyle beraber diğer Karadeniz ülkeleri gibi araştırmaları hızlandırmış ve özellikle Rusya’ya olan doğalgaz bağımlılığından kurtulmayı amaçlamıştır. 7
bölgedeki kaynakların dünya piyasasında aktif hale gelmesini istemektedir.* Kendini enerji açısından Rusya bağımlılığından kurtarmak isteyen Türkiye ise bu durum karşısında tehlike oluşturmaktadır. Bir diğer önemli nokta ise Türkiye’d eki boğazlardır. Lozan Görüşmelerinde de benzer bir şekilde gündeme gelen Boğazlar o dönemin Sovyetler Birliği hükümeti tarafından Boğazların Karadeniz’e kıyısı olan ülkelerin egemenliği altında olmasını önermişti. Bugün ise Karadeniz’e kıyısı olan ülkeler arasında böyle bir uzlaşma pek olanaklı görünmemektedir. Boğazlar, uluslar arası ticaretin gelişmesiyle birlikte hem doğu hem batı ülkeleri için enerji ulaşımı ve güvenlik nedeniyle önemli bir hale gelmiştir.
Soğuk Savaşın çözülme noktalarından biri olan Karadeniz, neyin neyle bağlantılı olduğunu anlamanın gittikçe zorlaştığı dünya politikasında kıyı ülkeleriyle enerji ve enerji yollarının güvenliğini sağlayacak bir bölge olduğu için çok daha hareketli bir hale gelmektedir. Rusya’nın Orta Asya ülkelerinde gerçekleştirdiği ordu yatırımları, Hazar Denizi’ne yollanılan savaş gemileriyle beraber8 dünyada Avrasya merkezli bir mücadelenin hızla yükseldiğini ve bu mücadelede Karadeniz’in ve Kafkasların kilit rol oynadıklarını söylemek mümkündür.
Soğuk Savaş sonrasında, Rusya Odesa ve Sivastopol üslerini kaybetmiş, donanmasının %18.3’ünü ve kıyı tesislerinin yarısını Ukrayna’ya vermek zorunda kalmış ve bu nedenlerden dolayı Karadeniz’d e bir deniz gücü boşluğu oluşmuştur. Kaybettiği bu gücü Rusya yakın çevre doktriniyle 2000’li yıllardan itibaren elde etme çabasına girmiş ve şu dönemde Karadeniz’in enerji tekeli olma çabası içinde bulunmuştur. 9 Şangay işbirliği örgütü bu bölgede oluşabilecek bir ABD veya NATO tekelini önleme amaçlı kurulmuştur.
74
Ka ra d en i z ’d eki G ü çl er Rusya özellikle Karadeniz ve Kafkaslardaki enerji kontrolünü tek elinde tutma, özellikle de bu
ABD ise diğer yandan, Soğuk Savaş sonrası bölgede Rusya’nın her türlü politik ve askeri gücünü azaltma amaçlı politikalar gütmektedir. Bölgedeki güvenlik ihtiyacını NATO tarafından sağlamaya çalışmakta, özellikle Doğu Avrupa ülkelerinin üyeliği bu konuda
önem taşımaktadır. Karadeniz’in zengin enerji kaynaklarına sahip olması, hem de Rusya’yı çevrelemek için ABD’ye önemli bir avantaj sağlaması ABD’nin bu bölgede güçlü olma isteğini yani bir dünya tekeli olma yolunda politikalar güttüğünü göstermektedir. Putin ise özellikle son zamanlardaki çıkışlarıyla ABD’nin bu politikalarını onaylamadığını ve tek kutuplu bir dünyanın imkânsız olduğunu belirtmektedir. 2012 Aralık ayında ise Hillary Clinton, Rusya’nın yeniden Sovyetler Birliğini kurmaya çalıştığını ileri sürüp, Bağımsız Devletler Topluluğu, Avrasya Birliği gibi çalışmaların “Yeni Sovyetleştirme” nin belirtileri olduğunu söylemiştir.10 Sonuç 9/11 olaylarıyla başlayan uluslar arası politikaların değişimi, Arap Baharıyla devam etmiş ve birçok Batılı devletlerin
Radikal İslam’a olan mücadele girişimi nedeniyle Arap Baharı sürecine destek verilmiştir. Tüm dünyanın gözü yeniden uluslararası İslami teröre ve değişen hükümetlerle beraber Ortadoğu’da neler olacağına çevrilmişken enerji konusu önemini korumuş Asya-Pasifik’te ve Karadeniz’de enerji ve güvenlik temelli bir yeni bir tarzda soğuk yarış başlamıştır. 21. Yy’de belki de en önemli politik mücadeleyi getirecek olan enerji sorununda Karadeniz en önemli aktörlerden biri olmaktadır. ABD’nin tekelleşmeci tutumları ve doğu ülkelerinden özellikle Rusya’nın buna karşı olan tutumları, güçler arası denge sağlama çabaları; bununla birlikte NATO’ya alternatif olarak Avrasya Birliği, Şangay Birliği çalışmaları dünyayı Soğuk Savaş benzeri ama o dönemdeki kadar da keskin olmayan bir kutuplaşmaya sokmuş bulunmaktadır.
75
Refera n sl a r 1. Demiray M., İşcan İ. H. ( Ağustos, 2008) Uluslararası Sistemde Güvenlik Kavramının Değişimi Ekonomik Ve Jeopolitik Arka Planı. http://sbe.dumlupinar.edu.tr/21/9-muhittindemiray.pdf ( Erişim Tarihi : 27 Nisan 2013) 2. Demiray M., İşcan İ. H. ( Ağustos, 2008) Uluslararası Sistemde Güvenlik Kavramının Değişimi Ekonomik Ve Jeopolitik Arka Planı. http://sbe.dumlupinar.edu.tr/21/9-muhittindemiray.pdf ( Erişim Tarihi : 27 Nisan 2013) 3. Yılmaz,S. Karadeniz’d e Değişen Dengeler ve Türkiye http://usam.aydin.edu.tr/KARADENIZDE_DEGISEN_DENGELERVETURKIYE(3a2a).pdf ( Erişim Tarihi: 30 Nisan 2013) 4. Karadeniz’d e Petrol ve Doğalgaz Seferleri (Mart,11 2013) http://enerjienstitusu.com/2013/03/11/karadenizde-petrol-ve-dogalgazseferleri/ ( Erişim Tarihi: 30 Nisan 2013) 5. Barbaros Sismik Gemisi Karadeniz’I Taradıktan Sonra KKTC’ye İnecek ( Mart,7 2013) http://enerjienstitusu.com/2013/04/07/barbaros-sismik-gemisi-karadenizi-taradiktan-sonra-kktcye-inecek/ ( Erişim Tarihi: 30 Nisan 2013) 6. Harizanova, T. ( Eylül,2012) Karadeniz Petrolü İçin Beş Devlet Yarışıyor http://bnr.bg/sites/tr/Economy/Pages/240912Karadenizpetrolu-icin-bes-devlet-yarisiyor.aspx ( Erişim Tarihi: 01 Mayıs 2013) 7. Harizanova, T. ( Eylül,2012) Karadeniz Petrolü İçin Beş Devlet Yarışıyor http://bnr.bg/sites/tr/Economy/Pages/240912Karadenizpetrolu-icin-bes-devlet-yarisiyor.aspx ( Erişim Tarihi: 01 Mayıs 2013) 8. Rus savaş gemileri, 40 yıl aradan sonra İran'da ( Kasım,3 2012) http://www.zaman.com.tr/dunya_rus-savas-gemileri-40-yil-aradansonra-iranda_2010864.html ( Erişim Tarihi: 01 Mayıs 2013) 9. Yılmaz,S. Karadeniz’d e Değişen Dengeler ve Türkiye http://usam.aydin.edu.tr/KARADENIZDE_DEGISEN_DENGELERVETURKIYE(3a2a).pdf ( Erişim Tarihi: 30 Nisan 2013) 10. Yesevi, Ç. G. ( Nisan 15,2013 ) Avrasya’d a ABD-RUSYA Rekabeti http://www.21yyte.org/arastirma/abd/2013/04/15/6950/avrasyadaabd-rusya-rekabeti ( Erişim Tarihi: 03 Mayıs 2013)
76
Çek cumhuriyeti geleceği açısından çok önemli ve sıra dışı bir seçim sürecini geride bıraktı. Parlamenter sistemlerde ender görülen olaylardan biri olan Devlet Başkanı’nın halk oylamasıyla seçimi usulü uygulandı. Parlamenter sistem ve başkanlık sisteminin birlikte çalışabildiğinin göstergelerinden biri olan bu seçim sisteminin Çek Cumhuriyeti’nde ilk kez uygulandığını söyleyebiliriz. Bu ilklik sebebiyle Çek halkının bu seçim sistemine ve getirilerine yabancı olduğu söylenilebilir. Parlamenter sistemin yabancı olduğu bu getirilerden olan Avatar kılığındaki adaylar, tramvay kiralayıp şehirde slogan atanlar seçimlere hep renk kattı. Ancak bu ayrıntılara girmeden önce ülkenin siyasi görünümüne bakmak bu seçim sürecini anlamamızda daha anlamlı olacaktır. Ülkenin yönetim biçimi çok partili parlamenter demokrasi olup, devletin başı cumhurbaşkanı, icra organının başı ise geniş icra yetkileriyle donatılmış olan Başbakan’d ır. Bu yürütme kolunun tepesi olan cumhurbaşkanının ilk doğrudan seçimlerinin birinci turu 11-12 Ocak, ikinci turu ise 25-26 Ocak 2013 tarihlerinde yapıldı. Toplam 9 adayın yarıştığı ilk turda beklenilen gerçekleşti. Ve en çok oyu alan iki aday ,eski Başbakanlardan ve Yurttaş Hakları Partisi Başkanı Milos Zeman ile Başbakan Yardımcılığı ile Dışişleri Bakanlığı görevini üstlenmiş ve TOP-09 liderliğini yapıyor olan Karel Schwarzenberg, ikinci tur seçimlerine katılmaya hak kazandılar. Yarışılan ikinci tur sonunda Milos Zeman oyların % 54.80’ini alarak Çek Cumhuriyeti’nin yeni Cumhurbaşkanı seçildi. 1 İkinci turda iki adayın aldığı oy oranlarının bu kadar yakın olması rekabetin derecesini ve adayların ne kadar iddialı olduklarını anlamamız için yeterli gözükmekte. Bu açıdan yeni başkanın koltuğunun hakkını vermesi ve koltuğunda yerini garantilemesi için çok mesai yapması gerekecek. Milos Zeman’ın vermesi gereken ilk sınav ekonomik kriz sebebiyle halk için de önemli konular arasında olan Merkez Bankası ve Anayasa Mahkemesi üyelerini atamak. Ülkede 1990'lı yılların başında fiyat kontrollerinin kaldırılması, özelleştirme, yabancı yatırımlara açık
hale gelme, uluslararası ticaret ve döviz kurunun serbestleştirilmesi gibi uygulamaları kapsayan ve devletin ekonomideki rolünü azaltırken özel teşebbüsün payını arttıran neoliberal reformlar yapılmıştı. Ancak Avrupa’d a son yıllarda ortaya çıkan ekonomik kriz yapılan bu reformlar sonrasında halkı tedirgin etti. Eski başkan Vaclav Klaus'un gidişi, Avrupa ülkelerinde memnuniyetle karşılansa da Klaus hükümette iken izlediği ekonomi politikaları ve Euro’d an uzak durma kararı nedeniyle ülkede itibar görüyordu. Zeman’ın bu durumu da başkanlık döneminde göz önünde bulundurması gerekiyor. “Ö n ceki ” Ba şka n Kl a u s va ta n a i h a n et i l e su çl a n d ı Çek Cumhuriyeti’nin önceki Devlet Başkanı Vaclav Klaus'un tartışma yaratan genel af kararını açıklamasının ardından muhalefet, Klaus'un "vatana ihanetten" yargılanmasının yolunu açan desteği topladı. Senato’nun yapmış olduğu açıklamada, gerekli olan sayıdan bir fazlası olan 28 milletvekilinin bu konunun gündeme getirilmesi talebinde bulunduğu, Senato Başkanı Milan Stech'in olağanüstü toplantı için tarih belirlemesi gerektiği belirtilmişti. Çek Cumhuriyeti'nde vatana ihanet suçlamasıyla Anayasa Mahkemesi'nde dava açma yetkisi sadece senatoda bulunuyor. 2 Çek halkı haklı olarak genel affın karşısındaydı. Fakat “vatan haini” ifadesi böylesi bir konu ve makam için ağır kaçmakta.Seçim sürecinde bu konu Çek halkının büyük çoğunluğunun hemfikir olduğu nadir konulardan biriydi. Bu durumu anlamamız için seçim sonuçlarına bakmamız yeterli olacaktır. Sonuçlara göre Milos Zeman’ın ve Karel Schwarzenberg’in aldığı oy oranları birbirine oldukça yakın olması halkın neredeyse ikiye bölündüğünü gösteriyor. Vaclav Klaus’un Anayasa Mahkemesi'nde vatana ihanet suçundan yargılanması yönünde 4 Mart'ta oy birliğiyle karar alınmış olsa da Klaus’un görev süresinin 7 Mart’ta dolması ve yerini Milos Zeman’a bırakması, bu olası yargılama sonunda Klaus’un kaybedeceği bir şeyi olmadığını bizlere göstermekte. 3
Bu durumdan anlaşıldığı üzere Klaus’un muhalifleri üç gün daha onun makamında kalmasına razı değiller.
benzediğini söyleyebiliriz. Seçim yarışı sağ ve sol görüşlü adaylar arasında geçti. Orada da ikinci tur Hollande ve Sarkozy arasında gerçekleşmişti.” 6 demişti. Özel hayatındaki ve siyasi kariyerindeki bu olumsuzluklara rağmen seçilen Milos Zeman’ın başarısını takdir etmek gerekir. Ayrıca, 1990'larda Çek Sosyal Demokrat Partisi lideri olması bu seçimlerde onun aldığı oyların sayısında etkili oldu.
Bir Çek, eski Devlet Başkanı Vaclav Klaus’u temsil eden kuklayı orta çağdan kalma Charles Köprüsü’nden atarak yeni dönemi kutluyor. 4
S osya l i st l i d er M i l os Zem a n Oylama sonuçlarına göre oyların yaklaşık yüzde 55’ini alan Zeman, rakibi muhafazakar Dışişleri Bakanı Karel Schwarzenberg’i yarışın dışına itti.Kampanya döneminde iki aday da Avrupa Birliği yanlısı mesajlar verse de 68 yaşındaki Zeman’ın Brüksel’le ilişkilere ayrı bir önem verdiği bilinmekte. 5 Milos Zeman’ın tartışmalı bir geçmişi bulunmakta. Ailesi iki yaşındayken boşandı ve sadece öğretmen olan annesi tarafından yetiştirildi. Doğduğu şehir içinde yüksek bir okulda okudu; 1965 yılından mezun olduğu 1969 yılına dek Prag Ekonomi Üniversitesi'nde çalışmalarını sürdürdü. 1968 yılında Prag Baharı sırasında, Çekoslovakya Komünist Partisi üyesi oldu ancak Çekoslovakya'nın Varşova Paktı işgaline ile yaptığı anlaşmazlık nedeniyle 1970 yılında partiden atıldı. Yaz 1989 yılında Çekoslovak televizyonunda ülke ekonomisinin kötü durumu hakkında eleştirel bir açıklamada bulundu. Yaptığı konuşma bir skandala neden oldu ve sadece birkaç ay sonra Kadife Devrimi sırasında benzer görüşleri paylaştığı Sivil Forumu liderlerine katılmasına yardımcı oldu. Zeman, Çek Cumhuriyeti'nin Kosova'ya herhangi bir büyükelçi göndermeye izin vermeyeceğini söyledi. Bir devlet olarak Kosova'nın tanınmasına karşı olduğunu dile getirdi ve uyuşturucu mafyası tarafından finanse edilen bir terör rejimi olarak gördüğünün altını çizmişti. Ayrıca Zeman seçim sonrası; “Bugün başkanlık yarışının açık bir şekilde Fransa’d akine
Ka rel S ch wa rzen berg i çi n h a ya l kı rı kl ı ğı 75 yaşındaki tecrübeli politikacı aynı zamanda bir Bohemya soylusu. Karel Schwarzenberg, uzun yıllar Avrupa siyasetinin aktörlerinden olan Schwarzenberg ailesinin de lideri. Brünn şehrinde kiraladığı tramvayda seçim kampanyası yürütmüştü. Milyonlar, soylu ve Alman bir aileden gelen Schwarzenberg aldığı yüzde 45 oy ile büyük bir hayal kırıklığı yaşadı. Schwarzenberg seçimler için; “Milos Zeman kesinlikle gerçek bir profesyonel ve eski bir başbakan. Bu onu saygıdeğer bir rakip yapıyor. Ancak yine de geçmiş 1015 yılı temsil ettiğini de unutmayalım.” demişti. Ayrıca bir süre önce Türkiye'nin Avrupa Birliği üyeliğine karşı olduğunu da açıkça belirtmiştir. 7 Seçim sonuçları gösterdi ki Schwarzenberg’in ailesinin saygınlığı ve zenginliği onun oylarına yansımadı. Yine de Schwarzenberg seçimi kaybetmiş olmasına rağmen sonuçlar onun bakanlık kariyerini olumlu yönde etkileyecek gibi duruyor. Zeman Klaus’tan farklı olarak Avrupa Birliği konularına ılımlı yaklaşıyor. Bu konuda dışişleri bakanlığını üstlenmiş olan Schwarzenberg’e büyük bir görev düşüyor. AB i şl eri n e ol u m l u ya kl a şı m Zeman ve Schwarzenberg'in, ülkenin AB ile ilişkilerine yaklaşımı eski başkan Klaus’tan daha olumlu idi. Özellikle Çek yorumculara göre, Lizbon Antlaşması'nı imzalamamasıyla hatırlanan ve AB'ye büyük bir şüpheyle bakan Klaus ile kıyaslandığında; yeni Cumhurbaşkanı'nın, Çek Cumhuriyeti ve AB arasındaki ilişkilere yeni bir soluk getirmesi bekleniyor8. Bu durum, Çek Cumhuriyeti’nin Avrupa Birliği ile özellikle ekonomik olarak daha fazla işbirliği içinde olacağının göstergesi olabilir. Ancak özellikle Avrupa’d aki ekonomik krizi göz önünde bulundurduğumuzda Çek halkının bu durumdan olumlu mu olumsuz mu etkileneceğini söylemek zor. Avrupa Birliği açısından ise Çek Cumhuriyeti’nin coğrafi konumu, işgücü ve yatırım ortamı bir şans olarak görülebilir.
77
78
Çek Ava ta r’ı d a a d a y Devlet başkanlığı seçiminin en ilginç adayı ise vücudunun yüzde 90’ı dövmeyle kaplı ressam, opera bestecisi ve drama profesörü Vladimir Franz. Vücudu tepeden tırnağa dövme ile kaplı olan 53 yaşındaki sanat profesörü ‘Rüşvetçi bir hükümet değil, dürüst bir siyaset istiyoruz. Yeter artık sizden çektiğimiz!!!’
gibi sloganlarıyla kısa zamanda adaylık için gereken imzaları toplayarak, sıradan bir görünüşü olmadığı halde, özellikle gençlerin ilgisini ve güvenini kazandığını bize gösterdi. Yüzünde daha çok mavi renkler ağırlıklı olduğu için, ona Avatar da diyorlar. Hukuk fakültesini bitirdikten sonra işçi olarak çalışan Franz, komünist yönetimin devrilmesiyle birlikte adını bestecilikle ve verdiği drama dersleri ile duyurmaya başladı ve 1991’d en beri de Prag’d a bir sanat akademisinde ders vermekte. Fonksiyon daha çok seramoniyel olduğu için adaylarda politik bir tecrübe aranmıyor. 9 Vladimir Franz, Dışişleri Bakanı Karel Schwarzenberg gibi genç nüfus tarafından ilgi gördü. Bunun nedeni üniversitelerle olan bağlantısı ve onların lehinde bir politika izlemek istemesinin olmasıydı. Halk tarafından kahraman gibi görünmesine rağmen ilk turda yeterli oyu alamadı ki zaten gerçekten hedefinde cumhurbaşkanlığı seçimlerini kazanmak yoktu. Adaylığı, sahnelediği oyunlar ve sloganları onun ülkede popüler olmasına yetti.
Refera n sl a r 1. T.C Dışişleri Bakanlığı – Çek Cumuriyeti siyasi görünümü http://www.mfa.gov.tr/cekcumhuriyeti-siyasi-gorunumu.tr.mfa (Erişim tarihi 22.03.2013) 2. Radikal Gazetesi 27.02.2013 tarihli yazı http://www.radikal.com.tr/radikal.aspx?atype=radikaldetayv3&articleid=1123177&categoryid=81 (Erişim tarihi 22.03.2013) 3. Haberciniz.biz 27.03.2013 tarihli yazı http://haberciniz.biz/eski-cek-cumhuriyeti-devlet-baskanina-vatana-ihanet-suclamasi1951135h.htm (Erişim tarihi 24.03.2013) 4. Euronews isimli internet sitesi 28.02.2013 Günün Fotoğrafı http://tr.euronews.com/gunun-fotosu/2013/03/08/aeek-cumhuriyetindeklaus-donemi-sona-erdi/ (Erişim tarihi 24.03.2013) 5. Haber monitor 08.03.2013 tarihli yazı http://www.habermonitor.com/tr/haber/detay/cek-cumhuriyeti-nde-zeman-donemibasladi/78841/ (Erişim tarihi 26.03.2013) 6. Wikipedia isimli internet sitesi Milos Zeman’ın kariyeri http://tr.wikipedia.org/wiki/Milo%C5%A1_Zeman (Erişim tarihi: 16.04.2013) 7. Euronews 13.01.2013 tarihli yazı http://tr.euronews.com/2013/01/13/cek-cumhuriyeti-secimleri-fransa-yi-hatirlatti/ (Erişim tarihi: 26.03.2013) 8. Euractiv 15.01.2013 tarihli yazı http://www.euractiv.com.tr/yazici-sayfasi/article/cek-cumhurbaskanligi-secimi-ab-iliskilerinde-yeni-birsayfa-acacak-026877 (Erişim tarihi: 16.04.2013) 9. Radikal Gazetesi 11.01.2013 tarihli yazı http://blog.radikal.com.tr/Sayfa/cek-avatari-basbakan-adayi-10746 (Erişim tarihi:22.04.2013)
Bugünü anlamak için geçmişi iyi bilmemiz gerekir ki ABD şu an önemli bir güçse onu bu güç yapan tarihi iyi anlamak gerekir. 1 ) BAĞ I M S I ZLI K SAVAŞ I D Ö N EM İ ( 1 7 7 5 – 1 7 8 3 ) İngiltere ile Fransa arasında yaşanan 7 Yıl Savaşları ( 1756 – 1763 ) sırasında İngiltere bu savaşı idame ettirebilmek için Kuzey Amerika’d aki 13 kolonisine vergi koymuş fakat buna birtakım ilkelerle koloniler tarafından karşı çıkılmıştır. Bu ilkelerin başında da, verginin ancak halkın veya temsilcilerinin rızası ile konulabileceği ilkesi geliyordu. 1 Bu vergiler savaş sırasında geri çekildi fakat İngiltere savaş sonrasında 1774’te farklı vergiler koymaya başlayınca 13 koloni halkı ayaklanmaya başladı ve koloniler George Washington önderliğinde bir araya gelerek 4 Temmuz 1776’d a Bağımsızlık Bildirgesi’ni ilan etti. 1783 yılında İngiltere’nin yenilmesi ile de Birleşik Devletler Paris Antlaşması ile tanındı ve dünya tarihine merhaba dedi. 2 ) KI TADAKİ H AKİ M İ YET D Ö N EM İ ( 1 7 8 3 – 1 8 9 8 ) Amerikan dış politikası ile ilgili ilk önemli sözü ilk başkan George Washington 1796’d aki ünlü veda konuşmasında şöyle vermiştir: “Yabancı milletlerle olan ilişkilerimizde bizim için temel kural: onlarla ticari ilişkilerimizi mümkün olduğunca geliştirmek; fakat siyasi ilişkilerimizi asgari seviyede tutmaktır. Bizim gerçek politikamız, dış dünyanın neresiyle olursa olsun kalıcı ittifaklardan kaçınmak olmalıdır.” 2 Resmi olarak olmasa da Birleşik Devletler’in dış politikasına hakim olan bu anlayış, 2 Aralık 1823’te kabul edilen Monroe Doktrini’ne kadar sürmüştür. Monroe Doktrini’nde yer alan hükümlere göre; Birleşik Devletler, Avrupa siyasetine karışmamalı aynı şekilde Avrupalılar da Amerika kıtasından uzak durmalıdır; bu uyarılara rağmen de düşmanca bir saldırıyı yapan; karşısında Birleşik Devletleri bulacaktır. Bu hükümler; 1941’e kadar olan Amerikan Dış Politikasının genel hatlarını çizmiştir. 1861 – 1865 yılları arasında bir iç savaş geçiren Birleşik Devletler; savaş sonrasında ülkeyi boydan boya demirağlarla
ören, ulusal pazarı birleştiren, sanayisi gelişmiş ve üretim fazlasını satmak için pazar arayan büyük bir ekonomi olmuştur. 1867 yılında da Rusya’d an Alaska’yı satın alarak günümüzdeki sınırlarına neredeyse ulaşan Birleşik Devletler, 1898’e kadar kıtadaki gücünü arttırmaya çalışmıştır. 3 ) D Ü N YA SAH N ES İ N E AKTİ F ÇI KI Ş I ( 1 8 9 8 – 1 9 45 ) 1898’d e İspanya Donanması yenilgiye uğratılarak, yöredeki etkisi tümüyle ortadan kaldırıldı. Birleşik Devletler; Filipinler, Guam Adası, Porto Rico ve Havai topraklarını eline geçirerek ve ileride görüleceği gibi Latin Amerika ülkeleri üzerinde büyük bir ekonomik ve siyasal nüfuz kurarak, denizaşırı ülkelere sahip sömürgeci devlet durumuna geldi. 3 Ardından 1917’d e 1.Dünya Savaşı’na katılarak erken bitmesini sağladı fakat savaş sonrasında Başkan Wilson’un büyük uğraşlarına ( Kasım 1919, Ocak 1920 ve Mart 1920 ) rağmen senatodan Versay Antlaşması’na taraf ile Milletler Cemiyeti’ne üye olmayı başaramadı ve şu sözleri söyledi : “Dünyanın liderliğini kazanmak için elimize bir fırsat geçmişti. Fakat bu fırsatı kaybettik ve yakında kaybın nasıl bir trajedi olduğunu göreceğiz.” 4 Birleşik Devletler, savaş sırasında verdiği borçları da geri alamayınca ( Finlandiya hariç ) tekrar yalnızcılık ( isolation ) politikasına geri dönmüştür. Birleşik Devletler için bu siyaset de uzun sürmedi ve Almanya’nın Avrupa’d a, Japonya’nın da Asya’d aki yayılmasına karşılık Aralık 1941’d e savaşa dahil oldu ve de 6 Ağustos Hiroşima- 9 Ağustos 1945 Nagasaki saldırılarıyla savaşı sona erdirmede büyük rol oynamıştır. 4) S O Ğ U K SAVAŞ D Ö N EM İ ( 1 9 45 – 1 9 9 1 ) Savaş bitmişti, Avrupa yorgundu ve dünya iki kutba ayrılmıştı. Birleşik Devletler yine kendi kabuğuna çekilemezdi. Çünkü Rus Komünizmi Balkanlardan Orta Doğu’ya birçok bölgeyi tehdit ediyordu. Bunun üzerine Başkan Truman, kendi adını verdiği doktirini açıklayarak 12 Mart 1947’d e Yunanistan’a 400, Türkiye’ye 100 milyon dolar yardım yapılmasını istedi ve Marshall Planı dahilinde 16 Avrupa Ülkesine yardım
79
80
için 3 Nisan 1948’d e Dış Yardım Kanununu çıkardı. Geleneksel Amerikan Dış Politikasındaki bu radikal değişmenin başlangıcını da Truman Doktrini teşkil eder. 5 Soğuk Savaş Döneminde bu iki kutup arasında farklı zamanlarda ve mekanlarda boşalmalar meydana geldi. Örneğin, 1950 – 1953 Kore Savaşı bunun ilk örneklerindendir ki bu savaş döneminde Batı Bloğu ülkeleri 1949’d a NATO’yu, Doğu Bloğu ülkeleri de 1955’d e Varşova Paktı’nı kurmuşlardır. 1961’d e baş gösteren Küba Krizi ile de Amerikan Dış Politikası yüzyılın en sert dönemlerinden birisini geçirmiştir. Soğuk Savaş’ın başlarında “Domino Teorisi” ve “Milli Prestij”, Amerikan siyasetine yön veren iki mühim unsurdu. 6 Zamanla görüldü ki milli itibar daha baskın çıktı çünkü Vietnam Savaşı’nın Amerikan halkı için acı sonuçları ve o güne kadar yenilmemiş süper güç olmanın verdiği güven sanki kırılmış gibiydi bunun için de Hollywood’a büyük “görev” düşüyordu. Rambo, Platoon ( Müfreze ) gibi filmler Amerikan halkına güç vermeye çalışmıştır. 1988 yılından itibaren Irak – İran Savaşı’ndan sonra Amerikan donanması Körfez’e yerleşmiş ve hemen ardından çıkan 1990 1991 Körfez Savaşı ile de Orta Doğu’nun yapısı değişmeye başlamış kısa bir süre sonra da Sovyetler Birliği dağılmıştır. 5 ) YEN İ D Ü N YA D Ü ZEN İ D Ö N EM İ ( 1 9 9 1 - … ) 1991 yılında resmen Sovyetler Birliği’nin dağılması ile çevreleme siyasetinden ( containment policy ) sonra Amerikan Dış Politikası bir süre belirsizliğe gitmiştir bunun sonucunda Brezinski, Huntington ve Fukuyama gibi uzmanların görüşleri alınarak yeni dönem adlandırılmaya çalışılmıştır. Amerikan yapımı “yeni dünya düzeni” iddiasının ortaya atıldığı Soğuk Savaş sonrası dönemin yeni dış politika eğiliminin temel söylemi “ tek yanlılık ( unilateralism ) “ olmuştur. 7 Clinton’un başkan seçilmesiyle birlikte Birleşik Devletler tek taraflı politika izlemiş bunun sonucunda da Bosna ve Kosova’d a olduğu gibi askeri müdahalelere başvurmuştur. Her ne kadar uluslararası örgütleri ve diplomasiyi ön planda tutsa da askeri müdahalede bulunmaktan da çekinmemiştir. 1997’d e ikinci kez seçildiğinde de sert güçten yumuşak güce (soft power) geçildiğini ilan etmiştir ki böylelikle de askeri güç kullanmadan ekonomik, kültürel ve siyasal baskı araçlarıyla hakimiyet kurma planlanlamıştır. 1998’d e “ Yeni Bir Yüzyıl İçin Ulusal Güvenlik Stratejisi “ ( White House, 1998 ) yayınlandı ve Amerikan çıkarları 3 başlıkta toplandı. (White House, 1999:5-6) Bunlardan birincisi, “Yaşamsal Çıkarlar” yani Birleşik Devletler’e doğrudan yapılacak
saldırılar ve daha çok uluslararası pazarlardaki ekonomik çıkarlarını teşkil ediyordu. İkincisi, “Önemli Ulusal Çıkarlar” başlığı altında Soğuk Savaş sonrası dönemde müdahale ettiği bölgeleri kapsıyordu ve sonuncu başlıkta da doğal afetler, demokrasinin desteklenmesi ve insan hakları ihlali gibi konuları içeren aynı zamanda kendisine başka ülkelere müdahalede dayanak sağlayan “İnsani ve Diğer Çıkarlar” bulunuyordu. Clinton’d an sonra 2001 yılında başkanlığa George Bush belirsizliğin devam ettiği zamanda gelmiştir. Hedef Soğuk Savaş döneminde komünizme karşıyken şimdi Radikal İslam’d ı. 11 Eylül terör eylemlerinden sonra Başkan Bush : “ Ya bizimlesiniz ya da bize karşı “ demiş ve tüm dünyada teröre karşı savaş ilan etmiştir. Kendini korunmasız hisseden ve dışarıdan gelebilecek tehditlere karşı önleyici saldırı ( preventive attack ) politikasını uygulayan Birleşik Devletler 7 Ekim 2001 tarihinde Afganistan’a özgürlük getirme adı altında ( Operation Enduring Freedom ) El Kaide ile savaşa girişmiş ve Usame Bin Ladin’i yakalamak için Afganistan’ı işgal etmiştir. 20 Mart 2003’te İngiltere ile birlikte Irak’ı Özgürleştirme Operasyonu (Operation Iraqi Freedom) adı altında askeri harekâta başlamıştır. 8 Birleşik Devletler, 11 Eylül saldırılarını çok iyi kullanmış, kendini mağdur göstererek dünya milletlerini bu konuda sessiz bırakmıştır. Birleşik Devletler aynı zamanda kendi içinde de bir tür toplumsal travma yaşamaya başlamıştır ki bu tür travmalara ABD tarihinde rastlamak mümkündür. Neredeyse elli yıl önce Mc Carthy’nin komünizme karşı verdiği savaşta Albert Einstein, Marilyn Monroe gibi Amerika’ya hizmet eden insanları haksız yere suçlamış ve onlar gibi bir çok kişiden komünist olmadıklarının ispatını istemişti. 2005’te yönetmenliğini George Clooney’nin yaptığı “İyi Geceler İyi Şanslar” (Good Night and Good Luck) o zamanlarda yaşananları anlatmış ve tepki olarak da siyah beyaz çekilmiştir. Bu olayın benzerleri de 11 Eylül sonrasında basında yer aldı. Örnek vermek gerekirse; adı müslüman çağrışımı yaptığı için gözaltına alınan ''Ömer'' isimli bir kişinin, aslında Musevi asıllı olduğunu ve hiçbir suçu olmadığını kanıtlayıncaya kadar 2 ay ABD'de nezarethanede tutulması ve başında sarık olduğu için müslüman zannedilen bir Hintlinin, kızgın bir Amerikalının kurşunuyla öldürmesi…. 9 Bundan dolayı da Amerikan halkında Orta Doğulu ve Müslüman insanlara karşı ırkçı ve dinsel ayrımlar başlamıştır. Amerikan İslam İlişkileri Konseyi’nin 2002’d eki raporlarına göre halk arasında İslamofobi’nin arttığı, polislerin nedensiz yere şiddet
uyguladıkları da belirtilmiştir. Artan güvenlik endişesiyle özel hayata müdahale hakkını devlete veren “Vatanseverlik Yasası” ‘nın (Patriot Act) çıkarılması 10, İç Güvenlik Bakanlığı’nın (Department of Homeland Security) kurulması ve Birleşik Devletler ordusunun yapılanması gibi sivil ve askeri uygulamalar devreye sokmuştur. Dünyada terörizm ile kitle imha silahlarını engelleme çalışmaları ve artan İslam karşıtlığı bir sonraki hedefin Afganistan ve petrol bölgesi Irak olacağını gösteriyordu. Cumhuriyetçi Başkan George Bush bu uygulamaları icra eder ve Irak’a girerken Bill Clinton, Hillary Clinton ve John Kerry gibi demokratların Bush’u desteklemesinin en önemli nedeni güvenlik olsa gerek. Şüphesiz ki bu kararların alınmasında İsrail lobisinin etkisi tartışılmaz ki Birleşik Devletler de her zaman Orta Doğu’d a Arap dış unsurları desteklemiştir. Dönemin Dış İşleri Bakanı Colin Powell da : “ İsrail’in bir düşmanını daha ortadan kaldırdık. “ demiştir. 11 2004 Kasım’ında John Kerry’e karşı az bir fark ile başkan seçilen George Bush için yeni dönem de pek kolay olmayacaktı. Öncelikle Afganistan’d a bir bataklığa saplanmış sonra da Irak’a “demokrasi” götürmüştü; bu tür hareketler bölgeye yarar sağlamadığı gibi gittikçe istikrarsızlığa, etnik ve dinsel temelli bölünmelere bölgeyi götürmüştür. 8 Kasım 2006’d aki ara seçimlerde ağır bir yenilgi alan George Bush, Savunma Bakanı Donald Rumsfeld’i görevden aldı. Irak’taki belirsizlik iç politikaya da yansıyordu ve savaş karşıtlığı gösterileri baş gösteriyordu buna rağmen George Bush, 10 Ocak 2007’d e Irak’a 20 bin kişilik ek asker gönderme kararı aldı. Bu karar belki de halk arasında bardağı taşıran son damlaydı ve ertesi yıl 4 Kasım’d a yapılan seçimlerde Birleşik Devletler’in 44. Başkanı Barack Obama olacaktı. A) BAŞ KAN O BAM A’ N I N İ LK D Ö N EM İ ve H I LLARY CLI N TO N Şüphesiz ki Birleşik Devletler tarihindeki ilk AfrikalıAmerikalı Başkan olan Barack Obama, hem ülkesinde hem de dünyada büyük yankı uyandırdı. 1994 yılında İllinois’in eyalet senatosuna seçilerek siyasete adım atan Barack Obama, 2004 yılında Amerikan Senatosu’na girmeyi başardı. Başkanlık seçimi döneminde ise Hillary Clinton, John Edwards, Joe Biden, Christopher Dodd ve Bill Richardson gibi tecrübeli siyasetçilerle yarışan B.Obama’yı bir adım öne geçiren şey seçim kampanyası idi. Bu süreçte öncelikle Facebook’un ortak kurucusu olan Chris Hughes ile anlaşıldı ardından örütbağ (internet) olanakları ve sosyal medya çok iyi kullanılarak
“barackobama.com” adında bir site açıldı ve de sosyal bir ağa çevrilerek gençlere ulaşılmaya çalışıldı. İlk başta posta adreslerine sonraları da telefonlara iletiler atılarak gençlerin dikkati çekilmeye çalışıldı. Ayrıca seçim döneminde “Yes, we can”, “Hope”, “We believe in change” gibi değişimi isteyen iletiler Barack Obama’yı Birleşik Devletler Başkanı, Chris Hughes’i de 2008 yılının en iyi pazarlamacısı yaptı. Dış İşleri Bakanlığı görevine gelen Hillary Clinton, eşinin başkanlığı döneminden de belli bir tecrübeye ve neredeyse tüm dünya tarafından tanırırlığa sahipti. İlk olarak Birleşik Devletler’in Irak ve Afganistan müdahaleleri nedeniyle oluşan “Amerikan Karşıtlığı” ile mücadele etti. Başkan Bush Dönemi daha çok askeri güce dayalı bir dış politika izlernirken Başkan Obama ve Hillary Clinton daha çok diplomasi ağırlıklı davranmayı tercih ettiler. Ancak Hillary Clinton “müdahaleci olmayan” bir dış politikayı da yalnızcılık (izolasyonist) olarak değerlendirmiş ve izolasyonizmin bir çözüm olamayacağının üstünde durmuştur. (Inter Pres Service, 2009). Açıkçası Birleşik Devletler yeni dönemde müttefikleriyle hareket etmek istemiştir ve Başkan Obama da Türkiye ve Mısır ziyaretlerinde küresel sorunlara karşı işbirliğini vurgulamıştır . 2009’d a TBMM’d e yaptığı konuşmada “ABD, İslam’la savaş içinde değildir asla da olmayacaktır.” 12 Özellikle Başkan Obama, Orta Doğu Devletleri ve İslam Coğrafyası’nda ılımlı bir politika gütmeye çalışmıştır. George Bush’a göre daha yumuşak ve barışçıl söylemler ifade eden Barack Obama, Irak’tan Amerikan askerlerini çekme sözü vermiş ve o kuvvetler de Afganistan’a doğru kaydırılmıştır. Bakan Clinton ise özellikle Orta Doğu ve Uzak Doğu Asya ziyaretleri ile bir sonraki dönemin temellerini atmıştır. Dış İşleri Bakanlığı sırasında Arap Coğrafyası’nda “Arap Baharı” adıyla halk hareketleri yaşanmış ve Birleşik Devletler doğrudan müdahale yerine NATO ve BM gibi birleşimler üzerinden etkinliğini sürdürmüştür. 31 Mayıs 2010 tarihinde uluslararası sularda Mavi Marmara adlı gemiye yapılan saldırı sonucunda 9 Türk’ün öldürülmesi Doğu Akdeniz’d e suları gerginleştirmiştir. Ardından İsrail ordu sözcüsü General Avi Benayahu devlet radyosunda operasyonun ‘uluslararası sular”da olduğunu kabul etti. 13 Birleşik Devletler kendisi için hoş olmayan bu duruma yönelik diplomasi atağı başlattı fakat hemen sonuç alamayacaktı. Diğer taraftan Suriye’d e de tansiyon yükseliyor, Amerikan tarafından Beşer Esad’ın meşruiyetini kaybettiğine dair açıklamalar yapılıyordu. Başkan Obama, bölgede diplomasiye son decere önem
81
veriyor fakat zaman zaman da sınırları çiziyordu. Daha açık belirtmek gerekirse, Obama’nın diplomasiye dayanan politikaları yanında Amerika ve İsrail’in güvenliği söz konusu olduğunda askeri seçeneği de hiç çekinmeden kullanacağı su götürmez bir gerçek olarak karşımıza çıkmaktadır. 14
82
B) BAŞ KAN O BAM A’ N I N İ Kİ N Cİ D Ö N EM İ ve J O H N KERRY Şu ana kadarki Amerikan Başkanlarının %80’inin ikinci kez seçilmesi gibi Başkan Obama da tekrar seçildi ve eli bu sefer bazı konularda daha rahat olacak. Dış İşleri Bakanlığı’na John Kerry gibi Dış İlişkiler Konseyi’nin yaklaşık otuz yıllık üyesi ve 2009’d an beri de başkanı olan deneyimli birini getirmesi dış politika konusunda Başkan Obama’yı zorlayacağa benziyor. Senatodayken de İsrail-Türkiye ilişkilerinin normalleşmesi üzerine çalışan John Kerry karşılığını 2013’ün mart sonunda aldı. Bu durum tabiki de Birleşik Devletler’in işine gelirdi çünkü bölgedeki iki müttefikinin birbirleriyle husumet içinde olması kendisine fayda sağlamazdı. John Kerry, yeni dönemde Hillary Clinton’ın temellerini attığı Uzak Doğu Asya ve Pasifik ile daha çok ilgilenecektir. Kuzey Kore’nin nükleer tesis açma ve askeri tatbikat yapmasıyla ilgili açıklamaları için de “bilindik söylemler” yanıtını veren John Kerry yine de tedbiri
elden bırakmayacak ve görünen o ki Birleşik Devletler’in dış politikası yeni dönemde Uzak Doğu Asya ağırlıklı olacak. SON U Ç Tarihsel bir sürece sonuç koymak ne kadar doğru olur bilemiyorum ama Birleşik Devletler’in genel dış politikası zamana ve mekana göre değişiklik gösterebilen fakat temelde Amerikan çıkarlarına sadık bir siyaset anlayışı içerir. Amerikalı tarihçi Walter McDougall ABD’nin dış politika gelenekleriyle ilgili çalışmasında Sergio Leone’nin ünlü filmi “İyi, Kötü, Çirkin” den yaptığı alıntı ile başlıyor. Bilindiği gibi bu filmde, bir hazine peşinde olan ve birbirleriyle rekabet içinde olan üç ayrı karakter bulunmaktadır. Yazarın görüşüne göre, işte bu üç karakterin üçü de Amerikan dış politikasının farklı yüzlerini temsil etmektedir. Yani ABD yerine göre iyi, yerine göre kötü, yerine göre de çirkin olabilmektedir.Gerçekten de bu benzetmeden yola çıkarsak yerine göre iyi (II. Dünya Savaşı), yerine göre kötü (Vietnam) yerine göre de çirkin (I. Körfez Savaşı) olan ABD’d en başkası değildir. 15 Sonuç olarak tüm bu yaşananları daha akl-ı selim bir çerçevede değerlendirebilmek için tarihsel bütünlüğü kaybetmeden bakılmalıdır. Filozof Kierkegaard’ın dediği gibi “İleriye doğru yaşar ama yalnız geriye doğru düşünürüz.”
Refera n sl a r 1. Fahir Armaoğlu, 20.Yüzyıl Siyasi Tarihi, On Yedinci Baskı: Ocak 2010, İstanbul, s.93 2. Washington’s Farewell Address: to the People of the United States, 106th Congress, 2nd Session, Senate Document No. 106-121, Washington 2000, s. 26 3. Oral Sander, Siyasi Tarih 1918 – 1994, On Sekizinci Baskı: Aralık 2009, Ankara, s.161 4. Fahir Armaoğlu, 20.Yüzyıl Siyasi Tarihi, On Yedinci Baskı: Ocak 2010, İstanbul, s.269 5. a.g.e, s.537 6. M.Vedat Gürbüz, Vietnam Savaşı, s.89 7. Ataman, “United States of America”, s.539 8. http://www.utsam.org/images/upload/attachment/ABD'nin%20Ter%C3%B6rle%20M%C3%BCcadele%20Politikas%C4%B1.pdf[Alıntı Tarihi: 01.05.2013] 9. http://dosyalar.hurriyet.com.tr/2001almanak/01dun.asp [Alıntı Tarihi: 01.05.2013] 10. http://epic.org/privacy/terrorism/hr3162.html [Alıntı Tarihi: 01.05.2013] 11. Ataman, “Değerler ve Çıkarlar”, s.413 12. http://www.whitehouse.gov/the_press_office/Remarks-By-President-Obama-To-The-Turkish-Parliament [Alıntı Tarihi: 01.05.2013] 13. http://www.hurriyet.com.tr/dunya/14896132.asp [Alıntı Tarihi: 01.05.2013] 14. Ayşe Bahar HURMİ, Alternatif Politika Dergisi, Cilt. 2, Sayı. 1, 56-81, Nisan 2010, s.66 15. Gültekin Sümer, “Amerikan Dış Politikasının Kökenleri ve Amerikan Dış Politik Kültürü”, Uluslararası İlişkiler, Cilt 5, Sayı 19 (Güz 2008), s. 140
(erdoganmetu@hotmail.com)
Dünyanın iki süper gücü ABD ve SSCB 1945 yılında yine karşı karşıya gelmişti fakat bu sefer adres Avrupa değil Asya’nın doğusunda bir ülkeydi. 19. Yy'ın başından beri Japon işgali altında varlığını sürdürmeye çalışan en azından bölünmemiş, halkı ve yöneticileri birbirine düşman olmamış bir ülke olan Kore’d en bahsediyorum. 2. Dünya savaşından büyük bir yıkımla çıkan, milyonlarca vatandaşını ABD'nin atom bombaları yüzünden kaybeden Japonya Kore’d en de çekilmek zorunda kalmış ve bu coğrafya da artık iki büyük devin hâkimiyet çekişmelerinin merkezlerinden biri haline gelmişti. Kızıl ordu ve ABD Kore'yi kuzeyden ve güneyden işgal etmişler ve bölgede birbirlerine karşı üstünlük kuramamışlardı. Nitekim 1948 yılında Sovyetler kuzeye sosyalist, ABD de güneye liberal ideolojiyi yerleştirmiş ve kendilerini destekleyen hükümetleri de kurduktan sonra çekilmişlerdi. Aralarındaki sınırda yine devlerin belirlediği gibi 38. Paralel olmuştu 1 . İşte bu gelişmelerden sonra Asya’d a da kardeş halklar bölünmüş ve iki düşman devlet ortaya çıkmıştı KUZEY KORE ve GÜNEY KORE. KO RE SAVAŞ I Devrimin verdiği iştah ve dinamizmle Kuzey Kore'nin 25 haziran 1945 te Güney Kore'yi işgal için harekete geçmesi Soğuk savaşın da önemli bir parçası olan tarihi Kore Savaşını başlattı. Kuzey Kore'nin güney topraklarında hızlı ilerleyişi ABD'nin hemen harekete geçerek BM Güvenlik Konseyi’ni toplamasına ve güneyin olası düşüşüne karşı müdahale kararı alındı. Bu karar aşamasında ise Sovyetler, Çin’in BM’d e temsil edilmemesini protesto etmekteydi. Bundan dolayı veto hakkını da kullanmadı. Bu arada hızlı ilerleyişini sürdüren Kuzey Kore güneyin askeri beceriksizliği ve yetersizliği yüzünden neredeyse tüm güney topraklarını kontrol altına almak üzereyken; BM ve ABD birlikleri karadan, havadan ve denizden Güney Kore’nin yardımına koştu. Savaşın başlarında bölgede barıştan yana olan ve savaşa müdahil olmayacağını bildiren Çin diğer bir yandan da olası
ABD ilerleyişine karşı temkinli tutumunu sürdürmekteydi. ABD ve arasında bir Türk tugayının da bulunduğu BM ordularına direnemeyen Kuzey Kore hızla geri çekilmeye başlamış ve hatta 38. Paralelinde savunmasını neredeyse yitirecek duruma gelmişti. Bu durumu fırsat bilen ABD Kuzey Kore'yi de işgal etmek istemiş ve bunun sonucunda da Çin 38. Paralelin geçilmesi durumunda savaşa dahil olacağını ve Kuzey Kore’ye her türlü desteği vereceğini açıklamıştır. Çin’in bu tehdidi ile Çin ordusunu küçümseyen ABD generalleri, askerlerine artık Kuzey Kore’nin işgalini hedef belirlemiş ve karşılaşacakları ‘’bir avuç Çinli çamaşırcıya ‘’ aldırmamalarını emretmiştir2 . Fakat evdeki hesap çarşıya uymamış ve 26 Kasım 1950 de milyonlarca Çinli asker ABD birliklerine saldırı üstüne saldırı yapmış ve bu da bölgede ABD-ÇİN Savaşı’nın başlangıcı olmuştur. ABD kısa sürede kuzey Kore'den çıkarılmış ve 38. Paralelin dışına itilmiştir. Kimilerine göre ABD’nin Çin’e karşı olan gereksiz ve fazla iyimserliğinden doğan bu hezimet ABD'nin sıcak çatışmalarda aldığı en büyük yenilgi olarak kabul edilmektedir. Devam eden 3 yılda taraflar 38. Paralel çevresinde birbirlerine küçük üstünlükler kurmuşlarsa da sonunda beraberlik olmuş ve sınırlar yine 38. Paralele geri dönmüştür. 1953 yılında ise (barış değil) bir ateşkes anlaşmasıyla karşılıklı çatışma kesilmiştir fakat ortada bir barış anlaşması olmadığı için fiili olarak savaş devam etmektedir . SAVAŞ I N ARD I N DAN 3 yıl süren savaşın ardından iki taraf adına da hiçbir olumlu gelişme yaşanmazken aksine iki taraf içinde sonuç hüsran, yıkım ve büyük bir hüzün olmuş, milyonlarca Koreli yaşamını yitirmiş, Kore yarımadası yerle bir olmuştur. Sonuçta devlerin mücadelesi yine gölgelerini yaralamış ve darbeyi kardeş Kore halkı almıştır. KU ZEY KO RE Savaşın ardından tüm muhaliflerini
bastırarak;
83
84
devletin ve dolayısıyla her şeyin başına geçen eski bir Sovyet gerillası Kim Ilsung’in yönetimi (diktatoryası) başladı. Ilsung Kore sınırlarını dış dünyaya kapatmış ve böylece günümüze kadar varlığını koruyacak olan ve hatta şu anda da dünyanın en kapalı devletlerinden biri olan Kuzey Kore'nin serüveni başlamıştır. Savaş yılları ve onun ardından gelen üç yıllık süreçte Çin ve Sovyetlerin de desteğiyle toparlanan ve yeniden inşa edilen Kuzey Kore 1940’lardan 60’ların ortalarına kadar güneyden çok daha hızlı büyüdü. Bu yıllarda Pyongyang’ı ziyaret eden Che Guevara bu durumdan çok etkilenir ve Kuzey Kore’nin Küba’nın takip etmesi gereken bir model olduğunu söyler. 3 60'lardan sonrada devam eden hızlı büyüme süreci 80-90’lara kadar sürer fakat bu sürecin sonunda Sovyet-Çin anlaşmazlıklarında hep Çin’in yanında yer alan Kuzey Kore Sovyetler’d en artık mali ve askeri destek alamaz hale gelir. Sonrasında Çin'le yakınlaşmaya başlayan Kuzey Kore; ekonomisini sanayiyle ve teknolojiyle eşgüdümlü olarak yapılandıramamasının bedelini 90’larda doğu bloğunun yıkılması ve buradan gelen yardımların tamamen kesilmesiyle ödedi, öte yandan da üst üste gelen doğal felaketlerden dolayı kısıtlı sayıda olan tarım alanları kullanılamaz hale geldi. Ülke genelinde çok ağır sonuçlar doğuracak olan açlık ve kıtlık süreci başladı. Sonuçta; 3 milyona yakın insan açlıktan ve kıtlıktan hayatını kaybetti. 4 Bunun yanında Kim Ilsung’un ölmesi devlet kademesinde bir sarsıntıya yol açsa da Ilsung'un yaptığı düzenlemeler sayesinde yerine geçen oğlu Kim Jong Il geçti. Ancak kötü gidişata dur diyemedi ya da demedi. ABD ve yanlısı ülkelerden gelecek gıda yardımlarını kabul etmemesi Halk Cumhuriyeti adı altında halkının ölümüne göz yummaktan başka bir anlama gelmediği aşikardır. 5 KU ZEY KO RE N ED EN BU KRİ ZLERİ YAŞAD I ? VE N E D E N A B D İ Ç İ N B İ R O LA S I B İ R T E H D İ T ? Stalin ve Mao örneklerini göz önünde bulunduran Kim İl-sung; yönetim gücünün kendi tekelinde toplamasına ve kendisine yönelik muhalefetin oluşmamasına büyük önem vermiştir. Rusya ve Çin ile ilişkilerini geliştiren Kim İl-sung “Songun” (önce askeriye) olarak adlandırılan bir politika uygulamaya koymuştur. Nükleer silah geliştirme fikri de yine Kim İl-sung döneminde filizlenmeye başlamıştır. Japonya’nın 2. Dünya Savaşı’ndan yenilgiyle ayrılmasına sebep olan bu yeni silahın gücü İl-sung’u oldukça etkilemiş ve nükleer silah geliştirme kararı almasında etkili olmuştur. Ayrıca Sovyetler Birliği’nin Küba’d an nükleer silahlarını çekmesi ve ABD yönetimi
ile anlaşması bu ülkeye duyulan güveni azaltmış ve Kuzey Kore’nin kendi güvenliğini sağlamak için nükleer silah geliştirmesi gerektiği inancını güçlendirmiştir. İşte bu önce askeriye politikasını kendinden sonra gelen oğlu da aynen devam ettirmiş hatta nükleer güç edinme çalışmalarına başlamış ve nükleer denemelerde bulunmuştur. 6 Bu denemelerden dolayı batının ve ABD'nin tepkisini çeken Kuzey Kore’ye çeşitli yaptırımlar başlamıştır. Bu süreçte hep tehditkâr bir dil kullanan Kuzey Kore güneyi hep hain, düşman olarak görmüştür fakat 90lardaki yıkımdan sonra 1998 de yine Güney Kore'nin adımı ve girişimleriyle başlayan ''Günışığı Politikası'' ile ikili ilişkilerde yakınlaşma çabaları başlamıştır. G Ü N EY KO RE Güney Kore; kendi tarihinde birçok kez 1960'lardan başlayan ve 1980'lere kadar uzanan askeri diktatörlükler ve darbeler yaşamış olsa da, bugün ülke liberal bir demokrasiye sahip. Dünya derecelendirme kuruluşları da bugünlerde Güney Kore demokrasisini "tamamen işleyen modern bir demokrasi" olarak tanımlıyor. Güney Kore savaştan sonra gelen yıllarda kalkınma ve gelişme açısından kuzeyin bir hayli gerisinde kalmış ve hatta kimilerine göre 70'lere kadar sadece uluslararası yardım ve desteklerle hayatta kalabilmiş bir tarım devletiydi. Gerçekten de sanayi 70'lere kadar iyi gelişememiş siyasi istikrarsızlığın da neden olduğu ekonomik darboğaz halkın ve devletin belini bükmüştü. Fakat Yıllık ortalama % 8 büyüme sağlanan 1961-1996 döneminin sonunda, Kore’nin GSYH’si 2,1 milyar ABD Dolarından, 557,4 milyar ABD Dolarına, kişi başı milli geliri ise 82 ABD Dolarından, 12.197 ABD Dolarına ulaşmıştır. Ancak, ülke ekonomisi 1997 yılı sonunda büyük bir kriz yaşamıştır. Güney Kore hükümeti krizden kurtulmak için ihracatı esas almış, IMF ile yaptığı 57 milyar ABD Doları değerindeki yardım paketi anlaşması uyarınca mali sisteminde ve firmaların yapılarında önemli reformlar gerçekleştirmiş, özellikle bankalarla büyük firmaların borçlanmalarına sınırlamalar getirmiş ve borç/sermaye yapısını güçlendirmeye çalışmıştır. Yapılan reformlar ve IMF desteği sayesinde Güney Kore ekonomisi 2000’li yılların başında yeniden istikrara kavuşmuştur. Doğal kaynaklar bakımından fakir, iç pazar açısından kısıtlı imkânlara sahip Güney Kore’nin yaklaşık yarım yüzyılda sağladığı bu ekonomik kalkınma, Han Nehri Mucizesi olarak adlandırılmaktadır. 7 Güney Kore tüm bu gelişmeleri yaşarken; Kuzey Kore’nin güneye karşı olan düşmanlığını sürekli açığa vurduğu tehditlerle karşı karşıya kalıyordu. Güney Kore kuzeye göre ikili
ilişkilerde daha ılımlı bir politika yürütmesi sonucunda ''Günışığı Politikası'' başlamış ve Kuzey Kore ile olan ilişkiler normalleşme çabaları içerisine girmiştir. G Ü N I Ş I Ğ I P O L İ T İ K A S I , Ö N C E S İ V E S O N RA S I İki Kore arasındaki anlaşmazlığın ana sebepleri arasında hala kalıcı barışın imzalanmamış olması gösterilmekle birlikte, aslında gerçek sebep bir tanedir: Güney Kore ayrılmanın ardından ekonomik alanda alabildiğine gelişerek, fert başına milli gelirini Batılı gelişmiş ülkeler seviyesine çıkarırken, Kuzey Kore gelişememiştir. Bu yokluğa karşılık Kuzey Kore’d e alabildiğine bir silahlanma, özellikle de nükleer silahlanma göze çarpmaktadır. İki ülke arasındaki ekonomik farkı gören Kuzey Kore yöneticileri, kamuoyunun bu farktan ilgisini farklı alana çekebilmek maksadıyla sık sık çatışma ortamı yaratabilmektedir8. İşte Kuzey Kore'nin bu karşı çıkışları 90'lardaki krizden sonra yumuşamış ve hatta diyalog süreci ''Günışığı Politikası'' adı altında hayata geçmiştir. 1998'de başlayan bu süreçte bazı ortak çalışma alanları kurulmuştur ve Güney Kore, Kuzey Kore'ye halkın kalkınmasını sağlamak için çeşitli yardımlarda bulunmuştur. Fakat Güney Kore’d e 2008 de devlet başkanını değişmesiyle yeni devlet başkanının ''Yardımlar ancak Kuzey Kore nükleer faaliyetlerini durdurursa devam eder'' 9 açıklamasıyla askıya alınmıştır. Ardından 2010 yılında Kuzey Kore'nin bir Güney Kore gemisini Sarı denizde batırmasıyla ilişkiler yeniden bozulmuş ve bu olay yeni bir misillemeler zincirinin başlangıcı olmuştur. Kuzey Kore'nin 12 Şubat'taki nükleer denemesinin ardından Birleşmiş Milletler'in Kuzey Kore'ye yaptırımlar uygulaması, Pyongyang yönetiminin bunlara sert üslupla cevap vermesi ve rakip ülkelerle arasındaki gerilimin yükselmesi gibi faktörlerin son
günlerdeki anlaşmazlıklarda etken rol oynadığı dikkat çekilirken, Kuzey Kore'nin bu durumları farklı değerlendirebileceği ve çatışma ortamının oluşabileceği belirtiliyor. Güney Kore; ABD ile yapılan tatbikatın olağan bir durum olduğunu ve bir tehdit olmadığını söylerken, tatbikata cevap olarak Kuzey Kore genç devlet başkanı Kim'in ordusunu yüksek alarm düzeyine geçirdiğini bildirdi. 10 SON U Ç Kuzey Kore aslında çok yüksek bir askeri teknolojisi olmamasına rağmen elinde bulundurduğu nükleer güçle gövde gösterisi yaparak dünya devlerine sürekli salvolar yağdırıyor. Kuzey Kore'nin bu sert çıkışları kimilerine göre ABD'ye karşı görmezden gelinmeme çabaları, kimilerine göre Çin'in sınırsız desteğini aldığını düşünmesi, kimilerine göre de Sovyetlerin çöküşünden sonra Kuzey Kore'nin Çin'le sınırından dolayı dünya sosyalistleri açısından ikinci bir bloğu sembolize etmesinden kaynaklanıyor. Olası bir yıkım durumunda devrim amacına dünya nezdinde çok büyük bir darbe vurulacak olması ihtimali karşısında sosyalist cephenin Kuzey Kore'ye olan desteği de bir diğer etken. Güney Kore ise safını tamamen batıdan yana belirlemiş ve aniden uluslararası ortam ile ilişkileri germeyen bir yapıya sahip. Bu da onların dünya kamuoyunda hep bir adım önde olmalarını ve hep daha çok destek görmelerini sağlayan sebeplerden biri. Karşılıklı ilişkilerin gerildiği hatta kopma noktasına geldiği bu günlerde umarız iki ülke arasında bir savaş meydana gelmez ve umarız dünyaya istediği gibi yön veren büyükler bu iki devletin çatışmasına bir son verir. Aksi takdir de olası bir savaş sadece iki devleti değil yaklaşık 70 milyon Koreliyi ve bununla beraber bütün Doğu Asya'yı ve hatta bütün dünyayı etkileyecek sonuçlar doğurabilir.
Refera n sl a r 1. Kore Savaşı, http://tr.wikipedia.org/wiki/Kore_Sava%C5%9F%C4%B1 2. Soğuk Savaş ve Kore www.acikders.org.tr/file.php/124/.../soguk_savas_ve_kore.pdf 3. Stephen Gowans ''Kuzey Kore'yi Anlamak'',(26 Aralık 2011), http://haber.sol.org.tr/dunyadan/kuzey-koreyi-anlamak-haberi-49773 (Erişim Tarihi: 06.05.2013) 4. Volkan Ertit, ''Komünist Kuzey Kore'' s.3 www.ozgurtoplumundegerleri.com/res/Volkan%20Ertit_Kuzey_Kore.pdf (Erişim Tarihi: 06.05.2013) 5. Doç. Dr. Selçuk Çolakoğlu; ''Kuzey Kore'nin Tehditleri İnandırıcı Değil'', (12.04.2013), http://www.usak.org.tr/makale.asp?id=2945 (Erişim tarihi: 06.05.2013) 6. Emine Akçadağ; ''Kuzey Kore'nin genç liderini anlamak'', (29.04.2013), http://www.bilgesam.org/tr/index.php?option=com_content&view=article&id=2391:kuzey-korenin-genc-liderinianlamak&catid=92:analizler-uzakdogu&Itemid=140 (Erişim Tarihi: 06.05.2013) 7. Güney Kore Ekonomisi, http://www.kotuba.org/sayfa.aspx?m=4&id=22 (Erişim tarihi: 06.05.2013) 8. Prof. Dr Celalettin Yavuz; '' Kardeş Kore Ülkelerinde Anlaşılmaz Çatışma: Dünya Ayağa Kalktı.'' (23.11.2010), http://www.turksam.org/tr/a2252.html (Erişim tarihi: 06.05.2013) 9. Güney Kore''nin ''Günışığı Politikası Başarısız Oldu.'' (18.06.2010) http://www.hurriyet.com.tr/dunya/16320529.asp (Erişim tarihi: 06.05.2013) 10. http://www.sabah.com.tr/Dunya/2013/03/30/savas-durumundayiz (30.03.2013) (Erişim Tarihi: 06.05.2013.)
85
(esma-yucel-1994@hotmail.com)
86
BM Bilim, Eğitim ve Kültür Örgütü'nün (UNESCO), Felix Houphouet-Boigny adına düzenlediği barış ödülü bu yıl Afrika'da barış ve istikrara yaptığı katkılardan dolayı Fransa Cumhurbaşkanı François Hollande'a verilecek. UNESCO barış ödül komitesinden yapılan açıklamada, jürinin, ''özellikle Afrika halkıyla yaptığı dayanışma ve Mali'ye yönelik askeri müdahale sebebiyle'' Fransa Cumhurbaşkanı François Hollanda'ı bu yılki ödüle layık gördüğü belirtildi. 1 Fransa’nın Mali’nin iç işlerine karışması ve askeri bir operasyon sonucu Hollande’ın barış ödülü alması başlı başına şaşırtıcı bir durum ancak her ne kadar kamuoyuna Mali’d eki istikrarsız duruma yardım edilmiş izlenimi verilmeye çalışılsa da Fransa’nın ekonomik çıkarları yerine barış ve istikrar için Mali’ye müdahale ettiğini düşünmek gerçekçi olmaz. Zira Fransa yıllarca sömürgesi altında bulunan hatta ‘Francafrique’ diye adlandırdığı bölgedeki avantajını son yıllarda Çin, Amerika, İngiltere gibi ülkelere kaptırmaya başladı. Hollande’a barış ödülü getiren operasyonu anlamak için önce Mali’nin siyasi, ekonomik ve coğrafi durumuna, Fransa’nın bölgedeki emellerine ve François Hollande’ın konu karşısındaki tutumuna bakmakta fayda var. Mali konum olarak Batı Afrika’d a bulunan yüz ölçümü bakımından Afrika’nın 7. büyük ülkesidir. Kuzeyde Cezayir, doğuda Nijer, güneyde Burkina Faso ve Fildişi Sahili, güneybatıda Gine ve batıda Senegal ve Moritanya ile sınır paylaşmaktadır. Yüzölçümü yaklaşık 1.240.000 km2 ve tahminî nüfusu 12.000.000 kişidir. Ülkenin başkenti Bamako'dur. 2 Ülkede yer altı kaynağı olarak uranyum ve altın ön plana çıkmaktadır ki Mali’yi Fransızlar için önemli kılan unsur budur. Mali iç karışıklıklarla mücadele eden bir ülke olduğundan dünyanın en fakir ülkelerinden biridir ve kaynaklarını yeterince kullanamamaktadır. İnsanlığın ilk dönemlerinden beri yaşamın var olduğu düşünülen Mali’d e yüzyıllar boyunca çeşitli devletler kurulmuş, sömürgecilik hareketlerinin başlamasıyla Maliyi de içine alan Batı Afrika toprakları 1900lü yılların başında kanlı direnişlere rağmen Fransız
boyunduruğu altına girmiş ve Mali Fransız Sudanı ismiyle anılmıştır. Fransızlar yıllarca hem bölgenin kaynaklarını sömürmüş hem de 1. ve 2. Dünya savaşlarında sömürgelerinden binlerce asker toplamıştır. 3 Bölgede Fransa hakimiyeti 1958 yılına kadar devam etmiştir. 1958 yılında Gana’nın başkenti Accra’d a yapılan siyah Afrika halkları Pan Afrikan konferansında Benin, Burkina Faso, Senegal ve Maliden oluşan 4 ülkeyi içine alan Mali Federasyonunun kurulacağı ilan edilmiş ve 1959da Fransız Batı Afrikası adındaki sömürge idaresi lağvedilerek yerini Mali Federasyonu almıştır. 4 Ancak Mali Federasyonu bu haliyle uzun ömürlü olmadı. Benin ve Burkina Faso kısa süre sonra federasyondan ayrıldı. 20 Haziran 1960’ta ülke bağımsız olduktan sonra Senegal ile de anlaşmazlıklar ortaya çıkmasıyla Senegal de federasyondan ayrıldı ve Mali bağımsız bir devlet olarak tarih sahnesindeki yerini aldı. Ancak bu tarihten günümüze kadar ne yazık ki ülkede istikrar sağlanamadı; bunun en önemli sebepleri olarak ülkede demokrasinin tam olarak yerleşmemesinden kaynaklanan ve ülkeyi uzun süreli sıkıntılara sürükleyen askeri darbeleri(ki bu darbelerin sonuncusu 2012 yılında yapılmıştır), komşularla yaşanan sınır problemlerini ve bitmek bilmeyen iç çatışmaları gösterebiliriz. Özellikle iç çatışmalar Mali’d e istikrarın sağlanmasını engelliyor. İç çatışmaları çıkaran örgüt ve gruplara bakarsak da temel olarak İslami ve etnik kökenli ve Mali’d e İslam devleti kurmaya yönelik amaçları olduğunu söyleyebiliriz. Nitekim Mali’d e Nisan 2012’d e meydana gelen darbe sebebinin de hükümetin; ülkenin kuzeyindeki aşırı dinci örgütlerin yarattığı karışıklığı engellemede yetersiz kalması olarak gösterilmiştir. 5 Daha sonra görevde bulunan Mali geçici hükümeti de ülkenin güneyine doğru ilerleyen militanları durdurmak için BM’d en askeri operasyon talebinde bulunmuştur. Ancak BM’nin müdahalesi gerçekleşmeden Fransa Mali’ye hava ve kara operasyonlarıyla müdahale etmiştir. 6 Devletler arası eşitliğe göre bir ülkenin diğerine bu şekilde bir
müdahalede bulunması istisnai durumlar dışında kabul edilebilir değildir. Bu istisna durumların ilki, BM Şartının 51. maddesinde düzenlenen meşru müdafaa hakkıdır. Yani bir ülke kendisine yapılan silahlı bir saldırıyı, BM Güvenlik Konseyi (BMGK) gerekli tedbirleri alana kadar, saldırıyı yapan ülkeyi engellemek üzere mukabelede bulunma hakkında sahiptir. Diğer istisnası ise BMGK’nin şartlar oluştuğunda ülkelere askeri anlamda müdahale etme yönünde karar almasıdır. BMGK, barışa yönelik ciddi bir tehdidin ya da ciddi bir saldırının giderilmesi ve barışın sağlanması ve korunması için BM üyesi ülkelerin katılımıyla bir ülkeye askeri bir müdahalede bulunma kararı verebilmektedir. Her iki istisna da Fransız uçakları Mali’yi bombalarken gerçekleşmiş değildir. Bu manada uluslararası hukukun yok sayıldığını söylenebilir. 7 Ancak Birleşmiş Milletler Güvenlik Kurulu bu operasyonu hukuki hale getirmiştir. Afrika devletleri öncülüğünde Mali’ye asker gönderilmesine karar verilmiştir. Başta da belirttiğim üzere Fransa’nın uluslararası düzeyde tartışılıp kınanması gereken ancak görmezden gelinen hatta ödüle layık görülen bu harekâtının amacı Mali’ye istikrar getirmek değil; çok geç olmadan bölgedeki çıkarlarını korumaktır. Nijer’d eki uranyum işletme hakkını diğer devletlere kaptıran Fransa Mali’d e de aynı sonuçla karşılaşmak istememiştir;
ülkedeki militanların varlığı da bu planı işler hale getirmiştir. Bütün bu operasyona iyi niyetle bakıp Fransa’nın Mali’d eki yoksul halka yardım amacı ile milyonlarını harcayıp ordusunu gönderdiğini düşünmek günümüz şartlarında ne kadar gerçekçi olur tartışılır, öyle olsa bile BM onayı olmadan, kendi ülkesini tehdit eden bir unsur olmadan başka bir ülkeye askeri operasyon düzenlemek kabul edilebilir değildir; UNESCO Barış Ödülü ile taçlandırılması gereken bir hareket hiç değildir. Hollande dünya gündeminin karışık olduğu bir dönemde hamlesini gerçekleştirmiş, Mali müdahalesiyle de ülkesinde kendisine olan güveni de artırmayı başarmıştır. Yıllarca Afrika’nın kaynaklarını sömürmüş, insanlarını 2.sınıf görmüş, elinde tutamayacağını anlayınca da ülke sınırlarından etnik yapılara kadar bölgede büyük sorunların tohumlarını ekip bölgeyi karmaşaya bırakmış Avrupa devletlerinin ‘’Afrika’d aki halk için istikrar ve barış’’ istemesi akıllarda soru işaretleri bırakıyor. Son olarak barış ödülüne ismini veren Felix Houphouet-Boigny’nin Fransa’ya karşı bağımsızlık mücadelesinin kazanıldığı savaşa liderlik etmiş Fildişi Sahili’nin kahramanı olması da François Hollande’a verilecek ödülü daha da ironik hale getiriyor.
Refera n sl a r 1) ‘Mali’yi vurdu barış ödülü kazandı’(22 Şubat 2013) http://www.ntvmsnbc.com/id/25424238/ (erişim tarihi:1 Mayıs 2013) 2) Mali (8 Mart 2013) http://tr.wikipedia.org/wiki/Mali (erişim tarihi: 2 Mayıs 2012) 3) ‘Mali Tarihi-Fransız İşgali ve Sömürgecilik Dönemi’(10 Şubat 2013) http://www.filozof.net/Turkce/nedir-ne-demek/15025-mali-tarihifransiz-isgali-ve-somurgecilik-donemi-hakkinda-bilgi.html (erişim tarihi: 2 Mayıs 2013) 4) ‘Mali Tarihi Bağımsızlık Dönemi’(10 Ocak 2012) http://www.filozof.net/Turkce/nedir-ne-demek/15026-mali-tarihi-bagimsizlik-donemihakkinda-bilgi.html (erişim tarihi: 4 Mayıs 2013) 5) ‘Fransa’d an Maliye Askeri Müdahale’(13 Ocak 2013), http://www.ntvmsnbc.com/id/25332795/ (erişim tarihi: 30 Nisan 2013) 6) Samet Güneş ‘Fransa’nın Mali Merakı’(19 Ocak 2013), http://akademikperspektif.com/2013/01/19/fransanin-mali-meraki/ (erişim tarihi: 2 Mayıs 2013) 7) Ömer Ersoy ‘Fransa’nın Mali Hesabı’(23 Ocak 2013) http://www.sde.org.tr/tr/authordetail/fransanin-mali-hesabi/3108 (erişim tarihi: 2 Mayıs 2013)
87
(oveliatasoy@gmail.com) Yıllardır bildiğimiz dünyanın en güçlü ekonomilerinin başında gelen Japonya ekonomisi son aylarda çok radikal reformlar yapmaya başladı. Yazımın genelinde bu reformlardan, oluşturduğu ve bundan sonra ortaya çıkabilecek sonuçlardan bahsedeceğim. Ama şimdi yaşanan olayları anlamak için öncelikle Japonya ekonomisinin geçmişine hızlıca göz atmanın çok önemli olduğunun aşikar olduğunu belirtmek isterim. Japonya ekonomisi bazı konularda sizleri şaşırtan içerikler sunacaktır.
88
Ye n i h ü k ü m e t, ye n i m e rke z b a n k a s ı b a ş k a n ı ve ye n i p o l i t i k a l a r Japonya ekonomisi yaklaşık son 15 yıldır deflasyon 1 (Deflasyon: Fiyatlar genel düzeyinde sürekli düşüş halidir. Bununla birlikte daha genel bir kullanıma dönüşerek ekonominin çöküşünü anlatmakta kullanılır olmuştur) altında. Bunun etkenleri olarak birçok şey sıralanabilir. Nüfusun yaşlı olması, teknolojik standartların yüksek olması, Japon Yeninin (Yen: Japon para birimi) diğer para birimlerine göre değerli olması vb… Son yıllarda Japonya tarafında işler yolunda gitmiyor. 2011 yılında gerçekleşen büyük tsunami felaketi Japonya’nın üzerinde büyük yaralar açtı. Japonya 30 yıl aradan sonra 2012 yılında cari açık verdi. Depremden sonra ülkede aktif olan 54 nükleer santralden 50 tanesinin kullanımı durduruldu ve sadece 4 tanesinden enerji üretimi sağlanmaya başlandı. Ülkenin enerji ihtiyacı hala petrol ithal 2 (ithalat: Bir ülkenin başka ülkelerden satın aldığı mal ve hizmetlerin miktar ya da para cinsinden değeri) edilerek sağlanmaya çalışılıyor. Bu olaylar Japonya’nın cari açık tehlikesiyle karşı karşıya kalmasına sebep oldu. Kamu borçları zaten çok fazla olan Japonya’yı ekonomik olarak zor duruma düşürdü. Uluslararası kredi derecelendirme kuruluşları cari açığı da bahane ederek zaman içerisinde Japonya’nın kredi notunu düşürdüler. Bu süreçte çok hasar alan Japonya dünyanın en
büyük ikinci ekonomisi iken yerini hızlı bir büyüme ivmesi yakalamış olan Çin’e vererek üçüncü sıraya geriledi. Şu anda Japonya dünyanın en borçlu ekonomisi olarak biliniyor. Japonya’nın borç/GSMH (GSMY: Gayri Safi Milli Hasıla) oranı %230’lara ulaşmış durumda. Japonya’nın borçlarını geri ödememe gibi bir durumdan bahsetmek çok zordur. Bunun sebebi Japon Yeni’nin rezerv parası olmasıdır. İsterse para basarak, daha çok para basarak borçlarını ödeyebilir. Elbette bunun olumsuz sonuçları olacaktır ama kendi para biriminden borçlanmak bir bakıma avantajdır. 2012 Aralık ayında Japonya’da erken yapılan başbakanlık seçimlerinde beklenenden daha fazla oy alarak başbakan olan Şinzo Abe bu güne kadar gelen ekonomik sıkıntıları çözmeye kararlı olduğunu seçim sürecinde sürekli dile getirdi. Belki de bu kadar fazla oy almasındaki en büyük etken Şinzo Abe’nin bu söylemleri olmuştur. Abe’nin gelmesi ile beraber Japonya Merkez Bankası uygulamakta olduğu bazı politikaları değiştirdi. Japonya merkez bankası başkanı Masaaki Shirakawa ile yeni başbakan Şinzo Abe arasında bazı anlaşmazlıklar oldu. Yeni başbakan Abe kendi görüşlerine daha uygun, belki biraz daha kontrol altında tutabileceği bir Japonya Merkez Bankası başkanı istiyordu. Abe ekonomiyi belli yerlere getirmek için söz verdi ve bunları yapabilmesi için merkez bankasıyla beraber hareket etmesi gerekiyordu. Bu süreçte Japon Yen’i ABD doları karşısında çok süratli değer kaybına uğramaya başladı. Aşağıdaki grafikte göreceğiniz üzere Abe’nin başbakan olmasından sonra Japon yeni ABD doları karşısında önemli ölçüde değer kaybetti. Spesifik olarak son aylara bakıldığında yenin %11 den fazla değer kaybettiğini görebiliriz. Abe, Merkez Bankası’nın bu süreçte gevşek para politikası uygulamasını istiyor. Bu değer kaybının sebebi ise merkez bankasının bu süreçte gevşek para politikası uygulamasıdır.
Şekil 1: Dolar-Yen Grafiği 7 Kasım 2012 – 3 Mayıs 2013 3
Kendi fikirleri ile uyuşan ve Asya Kalkınma Bankası Başkanı olan Haruhiko Kuroda, Abe tarafından Japonya Merkez Bankası (JMB) başkanlığına aday gösterildi. 5 yıldır JMB başkanı olan Masaaki Shirakawa normal görev süresinin bitmesine 3 hafta kala başbakan Abe ile görüştüğünü ve Merkez Bankası başkan yardımcıları ile yeni Merkez Bankası başkanının aynı anda işbaşı yapması için istifa ettiğini açıkladı. Uluslar arası piyasalarda artık Japon başbakanın kendi istediği gibi ülke ekonomisine yön vereceği konuşulmakta ve bunun yanında ekonomik veriler dinamizmini korumaktaydı. Bir anekdot olarak son G20 zirvesinin en çok konuşulan konusunun kur savaşları olduğunu söylemek mümkün. Kur savaşları ülkelerin paralarının değer kaybetmesini sağlayıp ihracatı kolaylaştırmalarına yarayacak bir yöntem olarak ele alınıyor. ABD kur savaşlarına tahvil alımları yaparak katılırken Japonya genişleyici para politikası, teşvikler ve tahvil alımlarıyla kur savaşlarına dâhil oldu. Avrupa Merkez Bankası birçok ülkenin katılımıyla oluştuğu için Fransa’nın ısrarlarına rağmen Avrupa Merkez Bankası bu kervana katılamadı. ABD’nin tahvil alımlarında piyasaya direk para sürülmese de piyasaları psikolojik olarak etkiliyor. Japonya ise piyasaya direk para sürerek tahvil alımlarını ve genişleme politikasını sürdürüyor. Sonuç olarak Abe’nin desteklediği Haruhiko Kuroda JMB’nin başına geçti. 2015 için %2 olarak
konulmuş olan enflasyon 4 (Enflasyon: ölçülen iki devre arasında reel milli gelir artışından daha fazla para arzı, artışı olması) hedefi gerçekleştirilmek isteniyor. 15 yıllık deflâsyonun ardından gerçekleştirilmesi çok zor bir hedef %2 enflasyon. Enflasyonun oluşmamasının sebebi Japon halkının yapısı olarak da gösterilebilir. Halkın yüksek yaş ortalamasına sahip olması çok harcama yapmamalarına neden oluyor. Evleri, arabaları, genel olarak yaşamaya yetecek her şeyleri var. Türkiye’de yatırımlar çok az olduğu için bireysel emeklilik sistemi (BES) getirilirken Japonya’da durum tam tersi. Halk gereğinden fazla yatırım yapıyor ve para harcamıyor. İki uç noktada da sorunların ortaya çıkmasına sebep oluyor. Dünyada en fazla çalışılan yerlerin başında geliyor Japonya. İnsanlar gönüllü olarak fazla mesai yapıyorlar. Hayatları boyunca çok çalışıyorlar. Bu yüzden insanlar çabuk hastalanıyor ve hatta çabuk ölüyorlar. Ayrıca farkında olmadan verimlilikleri düşüyor. Dünyada birim iş saati verimliliği olarak bakıldığında Japonya çok alt sıralarda yer alıyor. 5 Avrupa kamu harcamalarında kesintiye giderken 2013 başında Japon hükümeti ekonomik büyümeyi sağlamak için 175 Milyar Euro’luk teşvik paketi açıkladı. Bu gelişme ile GSYH’nin (Gayri Safi Yurtiçi Hasıla) %2 artması ve 600 bin kişilik istihdam oluşturması hedefleniyor. Tabii ki de olumlu yönlerinin yanında olumsuz olarak; zaten çok yüksek ola kamu borçları daha da artacak. 175 milyarın 90 milyarı eskiyen kamu malları ve tsunami depreminin yaralarının sarılması için kullanılacak. Devlet bu sayede bastığı paraları kullanmış olacak, devlet harcamaları sayesinde piyasaya para sürmüş olacak. 6 Japon merkez bankası Ocak 2014 ‘ten itibaren 13 trilyon yenlik (145-150 milyar dolar) varlık alımı yapacağını açıkladı. 7 Bu kararın ardından yen dolar karşısında değer kaybetti ve Japon hisselerinde günlük bazda değer kaybı oldu. Genel olarak Japon Nikkei endeksi son 6 ayda %50 civarında yükseliş gösterdi.
89
J apon ekonomisi son beş yılda üçüncü defa resesyona 9 (Resesyon: Ekonomik faaliyetlerde duraklama, gerileme, işsizliğin artması, milli gelirin düşmesi) girdi. J aponya’da işler hızlı gidiyor. Bundan sonraki süreçte piyasaların tepkisini, derecelendirme kurumlarının tepkilerini ve özellikle J apon halkının tepkisini hep beraber göreceğiz.
Şekil 3: J apon Nikkei endeksinin son 6 aylık durumu 8
90
Refera n sl a r 1. Mahfi Eğilmez – Ercan Kumcu; Ekonomi Politikası Teori ve Türkiye Uygulaması; İstanbul 15. Basım s.380 2. Mahfi Eğilmez – Ercan Kumcu; Ekonomi Politikası Teori ve Türkiye Uygulaması; İstanbul 15. Basım s.385 3. http://www.bloomberght.com/piyasa/USDJPY%20Curncy, ( Erişim Tarihi: 3 Mayıs 2013) 4. http://enflasyon.nedir.com, (Erişim Tarihi: 4 Mayıs 2013) 5. The Economist, “Revolution in the Air”, (13 Nisan 2013), http://www.economist.com/news/leaders/21576108-after-central-banksradical-moves-now-time-prime-minister-show-his, (Erişim Tarihi: 1 Mayıs 2013) 6. http://tr.euronews.com/2013/01/11/japonya-dan-175-milyar-euroluk-tesvik-paketi/ ( Erişim Tarihi: 1 Mayıs 2013) 7. http://www.bloomberght.com/haberler/haber/1288207-piyasalar-japonya-merkez-bankasi-ile-yon-buldu ( Erişim Tarihi: 1 Mayıs 2013) 8. http://www.bloomberght.com/piyasa/NKY%20Index ( Erişim Tarihi: 4 Mayıs 2013) 9. http://resesyon.nedir.com, ( Erişim Tarihi: 4 Mayıs 2013)
G i ri ş Nietzsche; soykütük(genealogy) yöntemi, güç istenci teorisi ve perspektivizm kavramıyla günümüzdeki modern dönemin aşılıp aşılmadığına ilişkin tartışmaların tam merkezinde yer almaktadır. Bu tartışmalarda Nietzsche üzerinden bir yorum sunmak, “çekiç darbeleriyle” bütün kavramları yapı-söküme uğratmaktır. Nietzsche’nin kendi vurduğu darbeler yaşadığı modern dönem üzerineydi. Heidegger, Nietzsche’nin bu modernizm karşıtlığına rağmen, O’nu Antik Çağ’d an Modern Döneme uzanan Batı metafizik düşüncesinden ayırmaz. 1 Bengi dönüş kavramı ve Nietzsche’nin öznellik çözümlemeleri sebebiyle bu görüşe katılmaktayım. Ancak geliştirdiği usçuluk ve anlıkçılık eleştirileri de göz ardı edilmemelidir. Nietzsche’nin, Batı felsefe tarihindeki konumu belki de “modernliği modernliğin içinden eleştirmek” olarak oluşturulabilir. Bu yazıda Nietzsche’nin felsefi yer alışı ele alınmayacaktır. Konumuz Nietzsche’nin kendine özgü sert eleştirisiyle, iktidar kuramına ilişkin getirdiği düşünceleridir. Bu düşünceleri güç istenci, kuvvetler ve etik üzerinden incelenecektir. Bu konudaki en önemli savı, tarihin kazananının kaybedenler olduğudur. Bu görüşünü ahlak üzerinden ve efendiköle farklılığından açıklar. Efendi-köle ayrımı metafizik bir kuvvetler çatışmasıdır aslında. Ancak “Ahlakın Soykütüğü Üzerine” kitabında bu durumu biraz daha somutlaştırmış ve etik üzerine bir tartışmaya dönüştürmüştür. İlk bölümde etik üzerinden bir tartışma yürüteceğiz. İkinci bölümde ise kuvvetler ve güç istencinin etkilerine bakacağız. İ yi O l a n ve Kötü O l a n Nietzsche’nin tarihi bengi dönüş, yani sonsuza kadar tekrarlanan bir zar oyunudur. Ancak bu düşüncenin felsefi altyapısını incelemektense, tarihteki mücadelenin zamansal değişimi sonucundaki seyrini
inceleyeceğiz. Bu seyirde, yukarıda bahsettiğimiz gibi, “Ahlakın Soykütüğü Üzerine” kitabı en önemli kaynağımız olacaktır. Nietzsche her şeyin kökeninde değerlerin(kanıların) bulunduğunu söyler. 2 Bu düşünceyi perspektivizm olarak adlandırır. Nietzsche’nin varolan bütün kavramlara “çekiç darbeleriyle” saldırmasının altında bu yatar. Objektif olduğu iddiasında bulunan bütün kavramların altını kazar. Bu işlemi ahlak üzerine yaptığında “iyi ve kötü nedir?” sorusunu inceler. İyi ve kötü, bilgiyi kontrol etme gücü sonucu dayatılmış değerlerdir. 3 Yani bilgi iktidardır, bütün gerçekliği ve tarihi değiştirebilir. Bu dayatma öncesi iyilik kavramı, kendinde bir iyilik olarak efendi(soylu) ahlakında bulunmaktaydı. Bu kavramın kendinde iyilik olması onun da bir değer olduğu gerçeğini değiştirmez. Bu kendinde iyiliğin karşıtı kötülüktür ve bu durum efendiler tarafından topluma dayatılmıştır. Nietzsche için bu durum insan eşitliğine vurulan bir darbe değildir. Çünkü soylu değerlerin ve köle değerlerinin eşit olması imkânsızdır. Bu söyle Nietzsche’nin adının faşizm ile çokça anılmasına sebep olmuştur. Ancak Alman felsefesinin(Herder, Hegel, Schopenhauer, Nietzsche, Heidegger vb.) izlerini takip edersek, insanları eşit ve uyumlu kabul eden görüş, yanılsamanın ta kendisidir. Çünkü insan doğasının özünde kötülük ve çatışma vardır. Nietzsche için bu insan özü soyluları kapsamaz. Ancak unutmamamız gerekir ki buradaki soyluluk, kan bağıyla geçen toprak soyluluğu değildir. Söz konusu olan ahlaki bir soyluluktur. Bu eşitsizliği yaratan da dünyayı anlamlandırma sürecindeki farklılıklardır. Peki, kendinde iyi ahlak neleri içerir? Bunun cevabı olarak cesaret, şeref vb. verilebilir ancak en doğru cevap budünyanın olumlanması olacaktır. Bu yaşamı olumlamak ya da Nietzsche’nin kavramıyla açıklayacak olursak “amor fati”, soyluluğun en önemli göstergesidir. 4 Doğa ve insan bedenine duyulan sevgi
91
92
ve bunlar arasındaki bütünlük anlayışı varoluşun tek doğrusudur.
anlayışı ile Aydınlanmanın usçu bilim anlayışı arasında bir fark, bu sebepten göremez.
Nietzsche soylu ve köleyi tanımlarken kavramları soyut anlamlarıyla kullanır. Soyluyu şövalye olarak adlandırırken, köleyi ise Musevi rahip olarak tanımlar. Bu tanımlama sebebiyle, anti-semitizm tartışmalarında Nietzsche’nin adı merkezde yer alır. Ancak Nietzsche için önemli olan buradaki rahip kimliğidir. Bu rahibin Musevi olmasının sebebi de Antik dönemin budünyacılığını ve çoğulculuğunu sağlayan çoktanrılı inancın, Musevi rahipler tarafından yıkılmasıdır.
Nietzsche modern dönemin başlangıcını “Tanrı’nın Ölümü” olarak tanımlar. 8 Bu dönemde olumlanmış bulunan öte dünya reddedilmiştir. Nietzsche’ye göre bu olay burada sonlanmaz. Çünkü öte dünyanın reddedilmesi beraberinde bu dünyanın reddedilmesini de gerektirir. Bunun sonucunda varlık ve istencin olumsuzlanması ortaya çıkmıştır. Varolan duygu istenç hiçliğidir, varoluşun yok olması isteğidir. Bu durum tepkisel nihilizm olarak adlandırılır. Nietzsche’ye göre bu tepki Tanrı’nın yerine İnsan’ın konmasıdır. Büyük harfle başlayan İnsan kavramı; evrensel, rasyonel bir varlığa işaret eder. Yani Tanrı’nın tahttan indirilmesi hiçbir şeyi değiştirmemiş ve çokluk olumlanmamıştır. Günümüzdeki durum İnsan’ın insan üzerindeki egemenliği olarak açıklanabilir. Yani köle ahlakı sahiplerinin oluşturduğu köleci ahlak İnsan’ı tanımlar ve bu birey olarak insanın yaratma gücünü köreltir.
Şövalye güçlü olandır. Dünyaya yönelik farkındalığı, budünyanın güzelliklerini görmesini sağlar. Bu güzellikten haz alır ve onu geliştirir. Bu sebeplerden kin, nefret gibi kölece duyguları taşımaz. Ancak rahip olan yaşam yoksunudur. 5 Bu yoksunluk hayata karşı nefret, kin ve tiksintiyi doğurur. Rahibin hareketlerinin arkasındaki saik yaşamdan alınan zevk değil hınçtır. Kurnazlığını kullanarak vasat kitleyi(sürüyü) kendi peşine takar. Bu dünyayı yok eder ve kendi “iyi” değerini yaratır. Bu yeni iyi, sevgi maskesi altında saklanan nefrettir. Hınç etkisini ilk olarak nefretin içselleşmesinde kendini gösterir. Rahip ilk olarak kendi benliğinden, varlığından tiksinir. Bu sebeple varlık olarak hep bir İdeal olan arayışındadır. İdeal varlık arayışı budünyanın değerlerini yıkmayı beraberinde getirir. Sonuç olarak budünyayı olumlayan şövalye köle olarak karşılanır. Hınç, öteki-ben ayrımını ters yüz eder ve kinle kapsar. İşte rahibin yarattığı iyi değeri burada ortaya çıkar. Rahiplerin soylu kesimi oluşturmaları, Nietzsche’nin tarihsel dönemlendirmesinde olumsuz nihilizmin doğuşudur. 6 Bu durumda söz konusu olan varoluşun anlamsızlaşmasıdır. Buna bulunan çare de hiçlik istencidir. Görünen dünyanın değeri küçültülür ve düşürülür. Asketik, tasavvufi yaşam ortaya çıkar. Acizlik, güçsüzlük, acı ve çile köleliği ifade ederken artık onurlu olmayı ifade eder. Nietzsche’ye göre bu durum insanın şeytanlaşmasıdır. 7 İçgüdü ve farklılıkları reddeden bir bilim anlayışı rahibin, sürüyü kontrol etmesini kolaylaştırır. Bu bilim insan bilincinin standartlaştırılmasını sağlar. Ortaçağın tanrısal bilim
Tanrı’nın yarattığı boşlukta oluşan İnsan iki ayaktan oluşur. Bunlar akıl ve kurumlardır. Günümüzde aklın doğrularına ya da belli başlı kurumlara(devlet, ideoloji vb.) karşı gelmek, ortaçağdaki dini küfür(blasphemy) ile aynı anlamda gelmektedir. Yani biz “Kiliseden nefret ederiz ancak onun zehrinden değil.” 9 G ü ç İ sten ci ve Ku vvetl er Yukarıdaki bölümde Nietzsche’nin mevcut etiğe yönelttiği eleştirileri gördük. Ancak Nietzsche için efendi ve köle arasındaki mücadele sadece etik üzerinden ilerlemez. Bu mücadelenin etik tarafı sadece görünen durumdur. Asıl mücadele kuvvetler olarak adlandırdığı şeylerden kaynaklanır. Her şey kuvvettir ve varoluşun temelini oluşturur. Çeşitli kuvvetler kaotik hareketleri ile eklemlenirler ve karşıtlaşırlar. 10 Peki, bu kuvvetler bu hareketleri nasıl gerçekleştirirler? İçlerinde varolan bir tutkuyla: güç istenci ile. Güç istenci varlık ya da oluş değil tutkudur. 11 Ancak bu tutku gücün peşinde koşma anlamında değildir. Bir kuvvette ne kadar fazla güç varsa, o kuvvetin gücünün güç istenci o kadar kuvvetlidir. Burada dikkat etmemiz gereken güç istencinin kuvvetlerde olmadığıdır. Gücü isteyen gücün ta kendisidir. Kuvvetler bu istemi sadece eyleme dökmeye yararlar.
Kuvvetler güç istençleri sebebiyle hareket halindedirler. Güç istenci, gücün varlığına göre değiştiğine göre; kuvvetler kendi aralarında hiyerarşik haldedirler. Bir oluştaki üstün durumda bulunan kuvvet, o oluşun anlamını belirler. Daha önce dediğimiz, her şeyin bir değer olduğu düşüncesi bu şekilde bağlanır. Yani değeri oluşturan kuvvetler arasındaki mücadelelerdir. Değeri yani oluşun anlamını yaratan kuvvet etkin kuvvet iken, diğer kuvvetler tepkisel kuvvetler olarak adlandırılırlar. Konumuzu, şimdiye kadar anlatmaya çalıştığımız kuvvetler arası mücadeleden efendi ve köle arasındaki mücadeleye bağlayalım. Efendi ahlakının kökeninde etkin kuvvetler bulunurken, köle ahlakının kökeninde ise tepkisel kuvvetler bulunur. Tepkisel kuvvetlerin oluşta egemen olamamaları, onların güçsüz olduğu anlamına gelmez. Bu sebeple oluşta egemen olabilme ihtimalleri her zaman vardır. Günümüzdeki köle ahlakının yönetimi durumunda da söz konusu olan budur. Bu tepkisel kuvvetlerin farkı, güç istencine yönelik olumsuzlama işlevi görmeleridir. Yani güç istencinin yönünü değiştirirler(içselleştirirler) ya da istenci kısıtlarlar. Nietzsche’ye göre tepkisel kuvvetlerin egemen hale gelmesinde üç yol vardır: hınç, vicdan azabı, çileci ideal. 12 13 Şimdi bunları irdeleyelim. Hınç tepkisel kuvvetlerin etkin kuvveti bölme yolundaki hareketidir. Etik açıdan baktığımızda, yukarıdaki bölümde de bahsettiğimiz gibi Musevi rahibin geliştirdiği bir duygudur. Bu duygunun oluşmasındaki suçlu bellektir ve Nietzsche bunu unutamama sorununa bağlar. Burada efendinin bu dünyadaki üstünlüğü unutulmamaktadır. Unutamama beraberinde öç alma isteğini geliştirir. Bu ruh halinde yaratılan köle ahlakı içten pazarlıklı, nefret dolu(kindar) ve çıkarcıdır. Hıncın özelliği dışa yönelik olmasıdır. Yani rahibin kininin suçlusu soylulardır. Bu noktada diyalektik düşüncenin çıkışını görmekteyiz: yani tarihte değişim ihtimalini kölelere bağlayan düşünce. Bu düşünce de köle ve efendi aynı bu şekilde çatışır ve köle ile efendinin birbirlerini olumsuzlamaları sonucu tarih ilerler. Nietzsche için bu sebeple diyalektik düşünce kölenin düşüncesidir. Kitaplarının neredeyse tamamında, gizliden gizliye Hegel’e saldırmasının arkasında bu düşüncesi yatar.
Vicdan azabı, hınçtan kaynaklanan acının içselleştirilmesidir ve tepkisel kuvvetlerin gücü kısıtlaması sonucu oluşur. 14 Tepkisel kuvvet egemen olduğu anda olumsuzlama yetisini kaybetmez. Bu yeti parçalayacak bir etkin kuvvet bulamadığı zaman kendi içine yönelir. Bu içe yönelme, içsel bir suç ya da kabahat inancını doğurur. Nihilizmin oluşmasında, bu içsel kabahat yani varoluş bulunmaktadır. Varoluşun suç olarak değerlendirilmesiyle insan ve insanca şeyler olumsuzlanır. İnsanın, aslında varolan tek gerçeklik olan, doğadan( buradaki doğa sözcüğü, insanı da doğanın bir parçası olarak ele alınmaktadır) nefret etmesi gerektiği aşılanır. Nietzsche vicdan azabının kökeninde bulunan suç kavramını borç ve sorumluluk arasındaki ilişki yoluyla irdeler. 15 Eski ve soylu toplumlarda borç ilişkisi eşit iki taraf arasında beklenti-yükümlülük ilişkisi şeklindeydi. Yükümlülük kendini bir şeyden feragat etmek olarak gösteriyordu. Örnek olarak ilkel din yapılarını gösterebiliriz. Tanrılarının onlar için yaptıkları(yağmurun yağması, düşmanlardan koruması vb.) kendilerini borç yükü altına sokuyordu. Borcun ödenmesi yükümlülüğü bir şeyden feragat etmeyi gerektiriyordu. Toplum bunun için kendi üyelerinin kanlarını tanrılarına sunuyordu. Romalıların gladyatör gösterileri, Azteklerin kafa kesme ayinleri hep bunlara örnekti. Nietzsche için bu vahşilik doğal karşılanmalıydı. Çünkü insan, saf hayalcilerin düşündüğünün aksine, şiddete ihtiyaç duyan bir varlıktır(Bu düşünceyi Freud’un “Uygarlığın Huzursuzluğu”nda yazdıklarıyla karşılaştırmak oldukça öğretici olacaktır). Bu şiddet açlığı borcun yükümlülüğünü getirme gibi çeşitli pratiklerle giderilmekteydi. Ancak bu borçluluk anlayışı tepkisel kuvvetlerin egemenliği ile son bulur. Tepkisel kuvvetler kendi aralarındaki ilişkileri hiyerarşiye dizer ve borç ilişkisi hiyerarşik bir duruma dönüşür. Borçlu olan artık kendini yükümlü olarak görmez. Suçluluk duygusu bu borç ilişkisini ele geçirir. Borçlu olanın suçluluk duygusu, borcu hiçbir zaman ödenemeyecek bir hale getirir. Nietzsche’ye göre çok tanrılı hayatın ölümü bu noktada gerçekleşmektedir(Bu kendi yorumum, Müziğin Ruhundan Tragedyanın Doğuşu adlı eserde farklı bir düşünce ortaya koyulmaktadır): Teke duyulan sonsuz borç. Ödetmeye ait olan vahşilik içe yönlendirilecektir. Yani uygar insan dediğimiz insanlık vahşilik ve şiddet isteğini yenmemiştir. Onun yönünü değiştirip içselleştirmiştir.
93
Nietzsche tek tanrılı yaşamı dinin sürdürdüğünü söyler. Bu din şiddet isteğini, çileci ideali kullanarak içselleştirir. Etkin kuvvetler bu noktada tamamen örtülür ve tepkisel bir pasifizm oluşa hâkim olur. Artık bu dünya tamamen reddedilmiştir ve hiç olarak kabul edilmiştir. Nietzsche bu durumu hiçlik istencinin oluşması olarak tanımlar ve olumsuz nihilizm olarak adlandırır(bunu bir önceki bölümde görmüştük). Bu bölüm için bir toparlama yaparsak; köle ahlakının zaferi felsefi ve varoluşsal bir bakış açısıyla anlaşılabilir. Varoluş kuvvetlerin; kendi içlerindeki gücün yarattığı güç istencini eylemelerinden oluşur. Bu mücadelede kuvvetler kabaca; etkin ve tepkisel kuvvetler olarak ayrılırlar. Köle ahlakının zaferi, tepkisel kuvvetlerin oluşa egemen olması sürecinin sonucundadır. Tepkisel kuvvetler, etkin kuvveti parçalarlar, kısıtlarlar ve örteler. Nietzsche bu felsefi terimleri hınç, vicdan azabı ve çileci ahlak olarak somutlaştırır.
94
Nietzsche, kuvvetlerin ve ahlakın mevcut durumunu gözler önüne sererken, gelecek için hep bir umut taşır. Belki de bu yüzden, nihilizmin analizini yapmasına rağmen bir nihilist değildir. Çünkü içinde üstinsan umudunu her zaman besler. Son u ç Nietzsche insan üzerindeki ahlaka ve akla bağlı olan tahakkümü görmüş ve bunu eleştirmiştir. Amaçladığı şey estetiğin kurallarının geçerli olduğu bir dünya algısının oluşmasıdır: Yani farklılıkların olumlandığı, insan bedeninin ve doğanın sömürülmesinin bırakıldığı bir dünya. Bu dünyayı yaratacak kavram olan üstinsandır. Üstinsan bengi dönüşün ve çoğulculuğun farkına varabilmeye ilişkin bir kavramdır. Ancak bu
kavram bir durumu mu yoksa bir kişiyi mi ifade etmekte, tartışmalıdır. Sonuçta bu kavram tarihin eski sayfalarında kalmış, soyluların egemenliğinin, yeniden dönüşü açısından önem taşımaktadır. Üstinsana geçiş süreci Nietzsche tarafından esaslıca anlatılmıştır.16 Bir insan için hayvan ne kadar aciz bir biçimse, üstinsan için de insan aynı acizliktedir. Nietzsche’nin üstinsanı varoluşun sırlarına gözün kapatılmamasıdır. Bengi dönüşü, güç istencini, kuvvetleri ve efendi ahlakını anlamak bu süreç için önem arz etmektedir. Yazıda genel olarak, Nietzsche’nin efendi-köle farklılığına ilişkin bakış açısı anlatılmaya çalışıldı. Görülmüştür ki Nietzsche’nin düşüncesi Hegel’in geliştirdiği efendi-köle diyalektiğinden oldukça farklıdır. Nietzsche için ilerleme düşüncesi olmadığı gibi efendinin tanınmak gibi bir ihtiyacı yoktur. Çünkü efendi sadece yöneten değildir, o iyi olandır hatta estetik olarak iyinin ötesinde olandır. Sonuç olarak Nietzsche üzerine şunu söyleyebiliriz. O, modernleşme projesinin iflasını ilk görenlerdendi. Modernliğin tahakküm biçimlerinin, insanlığı soylu olandan daha da uzaklaştırdığını düşünüyordu. Bu sebeple kendisi bir proje yaratmıştı. Bu proje Antik Yunan’ın Sokrates öncesi döneminden alınmaktaydı. Yani bilim ya da din üzerine kurulmuş değil, estetik sanat üzerine kurulmuş bir toplum amaçlamaktaydı. Nietzsche fırsatı kaçırmamamız için, bize 19.yy’d an bağırmakta. Peygamberi olan Zerdüşt ile ne yapmamız gerektiğini sıralamakta. Ancak izleyicilerine hep bir uyarı yapmaktadır: Benim düşüncelerimi takip etmeyiniz!
Refera n sl a r 1- M. Heidegger, Nietzche’nin Platonculuğu Tersine Çevirmesi, COGİTO, Sayı 25, 2012, 134-143 2- F. Nietzsche, Güç İstenci, İstanbul: Say Yayınları, 2010, s. 365 3- F. Nietzsche, Ahlakın Soykütüğü Üstüne, İstanbul: Say Yayınları, 2011, s. 40 4- F. Nietzsche, Güç İstenci, İstanbul: Say Yayınları, 2010, s. 52 5- a.g.e. ve gös. yer. 6- a.g.e. sf: 27 7- F. Nietzsche, Aylakın Soykütğü Üstüne, İstanbul: Say Yayınları, 2011 s. 47 8- F. Nietzsche, Böyle Dedi Zerdüşt, İzmir: İlya Yayınevi, 2011 s. 9 9- F. Savater, Nietzsche’nin İdeası, İstanbul: İletişim Yayınları, 2008, s. 61 10- a.g.e. sf. 100-104 11- a.g.e. sf.. 106 12- F. Nietzsche, Ahlakın Soykütüğü Üstüne, İstanbul: Say Yayınları, 2011, 13- G. Deleuze, Nietzsche ve Felsefe, İstanbul: Norgunk Yayıncılık, 2011, s.145-186 14- F. Nietzsche, Güç İstenci, İstanbul: Say Yayınları, 2010, s. 467 15- F. Nietzsche, Ahlakın Soykütüğü Üstüne, İstanbul: Say Yayınları, 2011, s. 79 16- F. Nietzsche, Böyle Dedi Zerdüşt, İzmir: İlya Yayınevi, 2011 s. 292-308
ERASMUSTAN MEKTUP VAR Berlin’den herkese merhabalar! Buraya henüz gelmeden, herkesin dediği iki şey vardı: “Fazla yabancılık çekmeyeceksiniz; çünkü Avrupa’da Türk nüfusunun en yoğun olduğu şehre gidiyorsunuz.” Ve “Avrupa’nın en ucuz başkentlerinden birisidir Berlin”. Bu söylenenlerle birlikte kafamda bir Berlin şekillendi. Berlin ki Almanya’nın, Avrupa’nın en güçlü ülkelerinden birinin başkenti! Bu yüzden beklentilerim de yükseldikçe yükseldi. Ancak buraya geldikten sonraki birkaç gün “Bu mu Berlin?!” şeklinde bir düşünceye kapıldım. Berlin ışıl ışıl değil; griydi, neredeyse tüm binalar graffiti doluydu; temizlenmeyi bekleyen bir şehir gibiydi . Ama şu an Berlin ile ilgili ne düşündüğümü sorsalar, bu şehre aşık olduğumu söyleyebilirim. Gelecekte Türkiye’de yaşamayı düşünen ben, şu aralar Berlin’e nasıl göç ederim diye çeşitli planlar yapıyorum. Berlin kendini yavaş yavaş sevdiren bir şehir. Berlin yorgun bir şehir… İki koca Dünya Savaşını başlatan ülkenin başkenti, Soğuk Savaş’ın kilit noktalarından biri. Çalışma kamplarını, Berlin Duvarı’nı, II. Dünya Savaşı sırasında bir duvarına bomba isabet etmiş kiliseyi gördükçe ne kadar önemli bir şehirde yaşadığımı hissedip daha çok heyecanlanıyorum. Berlin’de yaşayan insanlar
artık önemsemese de Doğu-Batı Berlin arasındaki farklar bizi hala heyecanlandırıyor. Brandenburger Tor’dan her geçişimizde sanki Soğuk Savaş yıllarını yeniden yaşıyormuşçasına bir önümüze, batıya bakıyoruz; bir de arkamıza dönüp doğu tarafına. Belki de bu tarafta yaşadığım için, Doğu tarafını daha çok seviyorum. Batıya göre daha köhne ve eski ama tüm tarihi içinde barındırıyormuşçasına. Bunda okulumun, Humboldt Üniversitesi’nin de doğu tarafında olmasının katkısı var elbette. Okulumun bu tarafta olmasına şaşmamalı, Berlin’in en eski üniversitesi olan Humboldt Engels’i ve Marx’ı öğrenci olarak ağırlamış. Okulumun Berlin’in en ünlü yerlerinden Unter den Linden’de olması, her gün derse giderken S-bahn’dan dışarı baktığımda güzel bir manzarayla karşılaşmam demek. Daha önce de bahsettiğim gibi; eğer Türkseniz, Berlin’e alışmak ve burada yaşamak çok kolay. Her köşe başında bir dönerci var; metroda, dışarıda, girdiğim herhangi bir mağazada bir Türkle karşılaşınca şaşırmaktan kendimi alamıyordum, ta ki Satürn’de çalışan biri –gayet normal bir şeymiş gibi- “Ee burası Berlin.” Diyene kadar. Bir de Türk marketleri gerçeği var ki tadından yenmez. Ben damak tadım konusunda hassas olduğum için Almanların yemek zevkine fazla alışamadım. Kalacağımız yeri yurt odası beklerken ev çıkınca yemek işini kendimiz halletmeye karar verdik. Evet, yemek yapmayı bilmeyen bizler Erasmus’ta yemek yapmayı öğreniyoruz! Türk marketlerinde sebze-meyve daha ucuz olduğu için 2 haftada bir gerçekleştirdiğimiz alışveriş ritüelimiz var. Berlin’e geldiğimiz ilk iki hafta boyunca resmen piyasa araştırması yapıp hangi markette ne ucuz öğrendik. Böylece hem daha sağlıklı beslenebiliyoruz, hem de yemekten arta kalan parayı başka şeylere (genel olarak alkole) yatırıyoruz. Sizin de bildiğiniz gibi içkiler çok ucuz. Biralar sudan ucuz! Rakı bile daha ucuz! Dışarı çıkacaksak öncesinde “pre-drink” partileri yapıyoruz. Berlin biraz da gece hayatıyla ünlü. Saat 00.00’da “Hadi artık club’a gidelim.” dediğimizde –özellikle Almanlar- “Daha erken!” cevabını veriyor. Çünkü insanlar 02.00 gibi dışarı çıkıp güneş doğduktan birkaç saat sonra eve dönüyorlar. Haliyle haftanın bir öğleden sonrası uyumakla geçiyor. Ancak bu durum bazen sorun olabiliyor. Evimi bir Alman ve bir Belçikalıyla paylaşıyorum. Şunu belirtmekte fayda var; bizden daha düşüncesizler! Uyurken ses konusunda hassas olan benim kurtarıcım kulak tıpası oldu. Farklı kişilerden duyduğum kadarıyla kiminin ev arkadaşı ses konusunda düşüncesiz, kimininki temizlik. Saygılılar, ama düşüncesizler.
Son olarak biraz derslerden bahsedeyim. Aldığım derslerin hiçbirinin vizesi yok, biri hariç diğerlerinin finali yok. Ancak dönem boyunca bir grup sunumu yapmam, dönem sonu final paperı yazmam gerek. Genel olarak derslerin yükü ODTÜ’ye nazaran çok hafif. Ama aldığım dersleri 4 kodlu olarak saydırmam için güzelim bölümümün öne sürdüğü sebeplerden dolayı final paperları şimdiden omuzlarımda ağır bir yük. İki aydır buradayım. Bu iki aya o kadar çok şey sığdı ki, sanki bir senedir buradayım. Ama diğer yandan geldiğim ilk günleri hatırlıyorum, daha dün gibi. Türkiye’ye döneceğim günü düşündükçe üzülüp daha hızlı yaşıyorum. İstiyorum ki günler aksın ama zaman akmasın Erasmus insana çok şey kazandıran bir deneyim. Farklı bakış açılarından bakmayı öğreten, bireye eksiklerini fark ettiren, kalıplardan sıyrılmayı sağlayan bu deneyimi eğer imkanınız varsa mutlaka yaşamalısınız. Berlin’den sevgilerimle
Merve Diyar
ERASMUSTAN MEKTUP VAR Tarihin ve mitolojinin harmanlandığı Polonya’nın en güzel şehri Krakow’dan herkese merhaba, ‘En güzel şehir’ sınıflandırmasına her zaman kuşkuyla yaklaşmışımdır. Bu tanımlamayı her duyduğumda kafamda ‘kime ve hangi kriterlere göre?’ soruları döner durur, içten içe bunu diğer şehirlere yapılmış bir haksızlık olarak görür, gereksiz yere onlar için üzülürüm. Krakow için Polonya’nın en güzel şehri yakıştırmasını yaparken –nedendir bilinmez- pek şüphe duymuyorum. Polonya’nın henüz üç şehrini gezme fırsatı bulduğumu söylediğimde ‘O zaman bu kendinden eminlik niye?’ derseniz haklısınız. Zaten mantıklı bir açıklamam da yok. Sanırım bu şehir ilginç bir şekilde beni kendine bağladı. Sadece ben değil buradaki diğer erasmus öğrencileri de aynı şeyleri hissediyorlar. Krakow’un gerçekten ayrı bir büyüsü var, hergün şehir hakkında yeni şeyler öğreniyorsunuz ve eğer araştırırsanız her köşeden ayrı bir efsane fırlıyor. Krakow’un merkezi Old Town at arabaları ve tarihi meydanıyla size gece ve gündüz ikisi de tamamen farklı görünüşte ve güzellikte manzara sunuyor. Kışın soğuktan bir yerlere yetişmeye çalışan insanların görüntüsü yazın yerini sokak sanatçılarının performanslarını sergilediği, insanlarla dolu cıvıl cıvıl festival alanına bırakıyor. Tarihi Wawel kalesi bir çok kez restore edilmiş olsa da bütün görkemiyle tepeden şehri ve Wisla nehrini selamlıyor. Wawel içinde birçok efsaneyi de barındırıyor ama bence en önemlilerinden birisi çakra noktası ile ilgili olanı. İnanışa göre vücudumuzda bulunan
yedi çarka noktasına karşılık olarak dünya üzerindeki en önemli yedi noktada da çarka noktaları bulunmakta ve bu noktalardan birisi tam da Wawel’in avlusu. Bir diğer önemli efsane ise ejderhayla ilgili olan ki bu efsane Krakow’un simgesi haline gelmiş durumda. Kalenin önünde görebileceğiniz ejderha heykeli hediyelik eşyalarda ve kartpostallarda da sık sık karşınıza çıkıyor. İkinci dünya savaşındaki korkunç Yahudi soykırımına kadar Yahudilerin yerleşim merkezlerinden birisi olan Kazimierz ise gerçekten bambaşka bir atmosfere sahip. Hiçbir işiniz yoksa Kazimierz’e gidip saatlerinizi harcayabilirsiniz. Şirin cafeleri, ilginç müzeleri ki bunların çoğu soykırımla ilgili olduğu için oldukça can sıkıcı olabiliyor, güleryüzlü insanlarıyla merkezden farklı bir karaktere sahip. Krakow korkunç soykırımı hala unutmamış ve insanların da unutmasını istemiyor. Auschwitz-Birkenau toplama kampı İkinci Dünya Savaşı sırasında kurulmuş en büyük toplama kampı ve dehşet verici gerçekler burada tüm çıplaklığıyla yüzünüze çarpıyor. 700 yıllık Wieliczka tuz madeni ise görülmeye değer bir diğer yer. Her erasmus öğrencisi gibi siz de diğer şehirlere ve ülkelere ucuz ve kolay ulaşıma önem veriyorsanız Krakow bunun için biçilmiş kaftan. Havaalanı küçük ama Avrupa’nın birçok şehrine -sürekli takip ettiğiniz takdirde- ucuz uçak bileti bulabilirsiniz. Tren ve otobüsler de oldukça makul fiyatlara seyahat etme seçeneği sunuyor. Şehir içi ulaşım ise gerçekten çok çok ucuz. Yirmi dakikalık, kırk dakikalık bir, iki,üç günlük biletleri ihtiyacınıza göre alabilirsiniz. Ama benim tavsiyem geldiğinizde dönemlik ulaşım kartı almanızdır. Beş aylık süre içinde istediğiniz otobüse ve tramvaya binmenizi sağlayan kart sizi sürekli bilet almaktan kurtarıyor. Fiyatı da 180 zloty ki yaklaşık 110 lira ediyor. Şehir gece inanılmaz güvenli. Ben şimdiye kadar gece bir sorun yaşamadım, yaşayanı da duymadım. Zaten merkez yaz kış geceleri çok renkli oluyor. Çok sayıda gece kulübünün ve pubların varlığı dışında sokaklar da anlamadığım şekilde genelde kalabalık. Gece kulüpleri öğrencilerle dolu ve bu öğrenciler genelde erasmus öğrencileri Ulaşım Ankara’nın aksine hiç durmuyor. Gece otobüslerinin varlığını bilmeniz bile sizi inanılmaz rahatlatıyor zaten. Polonya halkı ise genelde biraz çekingen ama çok yardımsever. Genç halkın büyük çoğunluğu zaten İngilizce biliyor ve yardım istediğinizde hiç çekinmeden yardım ediyorlar. İngilizce bilmeyen kesim ise el kol hareketleriyle olsun bir şey yazıp çizerek olsun yardımcı olmak için ellerinden geleni yapıyorlar. Hele bir de yarım yamalak Lehçe bilginizle yardım isterseniz gülümseyerek içtenlikle yardım ediyorlar. Üniversiteye gelecek olursak Pedagogical University of Krakow küçük bir üniversite. Şehrin farklı noktalarına dağılmış dört binası bulunmakta. Şehirdeki diğer büyük üniversitelere kıyasla oldukça mütevazi ve eğitim üniversitesi olduğu için erasmus öğrencileri genelde eğitim bölümlerinden. Uluslararası İlişkilerde bu dönem benimle beraber bir erasmus öğrencisi var. Bu yüzden genelde dersler Lehçe işleniyor. Dersler sınıf ortamında değil de makale ve ödeve dayalı hocayla birebir tartışma şeklinde işleniyor erasmus öğrencileri için bu bölümde ama neredeyse tüm hocalar İngilizce bildiği için ders seçiminde sıkıntı yaşamıyorsunuz. Hele bir de ben başka bölümlerden de ders almak istiyorum derseniz her şey çok daha kolay. Sosyal bilimlerin diğer bölümlerinden de isteğinize göre çok ilginç dersler bulabilirsiniz. Sırf erasmus öğrencileri için açılan
dersler de var ve bunlar sınıf ortamında işleniyor ama sayıları maalesef çok değil. Dil konusunda ise eğer Odtü’de bir dile başlamışsanız ya da ben Free Elective olarak almak istiyorum derseniz çok fazla seçenek var. Dil dersleri Odtü’deki gibi her bölüm için ortak değil de bölüm bazında veriliyor. Yani İngilizce öğretmenliği öğrencilerine verilen dil derslerinden alırsanız sıkıntı yaşamıyorsunuz genelde. Fotoğraftan heykele resimden müzik derslerine kadar çeşitli alanlarda sanat bölümlerinden de ders alabiliyorsunuz.. Benim free elective hakkım yok ama bu dersi almayı çok istiyorum diye düşünüyorsanız da hocalara dersi almadığınızı sadece katılmak istediğinizi söylediğinizde hiçbir sorun çıkarmadan sizi derslerine kabul ediyorlar. Lehçe’nin zor bir dil olduğu gerçek. Zaten beş ay gibi bir sürede hiç bilmediğiniz bir dili öğrenmek zor ama derste öğrendiklerinizi günlük hayatta kullandığınızda size yetecek temel ifadeleri ve kelimeleri kısa bir sürede öğrenebilirsiniz. Eğer çaba gösterirseniz bir adım öteye geçebilirsiniz ama Lehçe gerçekten telaffuzu ve yapısı zor bir dil. Erasmus imkanı olan herkesin yaşaması gerektiği çok farklı bir deneyim. Sadece Avrupa’dan değil dünyanın farklı yerlerinden bir çok insanla tanıştığınız beş aylığına da olsa kendinize bambaşka bir hayat kurduğunuz bu süreç insana çok şey katıyor. Her gün yeni şeyler öğrenip kendini geliştirdiğiniz ve aynı zamanda çok da eğlendiğiniz bu günleri özleyeceğinizi erasmus döneminizin başından beri sürekli hissediyorsunuz ve bu his sona doğru insanın canını çok sıkıyor. Bölümümüzün ders sayma konusundaki anlayışını ve yaşayacağınız bu ilginç tecrübeyi de göz önünde bulundurun, imkanınız varsa kesinlikle erasmusa başvurun. Ülke ve şehir tercihi herkesin beklentilerine göre değişir. Her gün hakkında yeni şeyler keşfettiğiniz, yaşamın pahalı olmadığı ve Avrupa’nın diğer şehirlerine kolayca ulaşabileceğiniz bir şehir arıyorsanız Krakow tam da bunun için karşınızda! Krakow’dan sevgiler… Zehra Tomaz