HARIÇTEN GAZEL
28 Ekim 2016, Dumanlı Sayı Haftalık, Elektrikli, Kültür Sanat Dergisi
Anılar
IKI DELI BIR ARAYA GELMEMELIYDIK! Meksika’da Castro ile Che, bir dostlarının evinde yemek yemektedirler. Bu sırada Castro, Küba’da yapmak istediklerini anlatır. Ernesto’ya, “Sen de benimle bu yola çıkacak mısın?” diye sorar. “Ernesto, Şimdi benimle Kübaya gelip devrimi yapacak mısın?” “Sen biraz delisin! Devrimi yapacağız halkı kurtaracağız.” (Birbirlerine bakıp gülerler) “Evet Ernesto, cevabını bekliyorum.” “Tamam geleceğim ama bir şartım var; Küba’dan sonra Bütün Latin Amerika’da, sonra da bütün dünyada yapacağız bu devrimi!” Castro (Gülümseyerek): “Ben biraz deliyim; fakat dostum, sen zır delisin!”
Murat Kırmızıoğlu
EVRENSEL BIR HAYKIRIŞ Orlando’da bir barda öldürüldüm, Ezidi bir çingeneyken, lezbiyen bir erkek olarak, kocamı öldürmüştüm şiddet görürken, adıma Çilem dediler ama önceleri Sevag diyorlardı bazen de Roşin. Gazeteci bir Ermeni’yken bir güvercin olarak Tahir’e Elçi olmuştum. Siyahi bir Kürt olarak doğdum Gazze’de, babam gaz odalarında öldürüldü İspanyollar tarafından bir Maya yerlisi olarak. Her gün insanlığımı yedim mezbahanelerde, işçi sınıfına mensup bir dere olduğumdan hep barajlar kurdular. Yeter diye bağırıyorum, dünyanın tüm dillerinde, YETER!
Yeni Başlayanlar İçin Türkiye Timur Şahiner
Devleti vatandaş için değil vatandaşı devlet için sanan bu yönetilenler sorgulamaz, isyan etmez ve her daim tembel davranırlar. Bana vatandaşını söyle sana nasıl yönetileceğini söyleyeyim kısmındaki çoğunluğu oluştururlar.
TÜRKIYE NEDIR? Üç tarafı ölümlerle çevrili, şans eseri yaşadığınız, yüksek ihtimal öldürüldüğünüz, Azrail’in değişmez adresi, bedduaların, yeterlerin ve lanet olsunların selam yeri, keder ve hüznün başkentlik ettiği, Dante’nin cehennem tasvirinin en canlı kanlı betimlemesi, 36-42 kuzey enlemi 26-45 doğu enleminde ikamet eden, tam anlamıyla sözün bittiği yerdir. Zamanının en büyük adamlarından birinin, -evet hepimizin aklına o insan, o Ata geliyor- zamanının tamamını bu toprakları düştüğü bataklıktan kurtarmak için uğraştığı bu yer, bir zamanlar güzeldiyse de artık çirkin olan ne varsa onun ev sahibidir. Bu millete hizmet edeceğini söyleyerek başa gelenlerin bu millete bütün milletlerden daha çok zarar verdiği yerdir burası. Ölenin kimliğinin önemli olduğu, yaşayanın ise kimliğinin ve yaşamasının pek bir şey ifade etmediği bölge, yedi ölümcül günahın at koşturduğu bir yer olmakla birlikte cahilliğin bonus olarak size kazanç sağladığı tek yerdir. Burayı yönetmek için idareyi eline alan domuzların geneli yalancı, ahlaksız, kesinlikle beceriksiz, misyon yoksunu ki en başta zaten vizyonsuz, bir çoğu şeref ve onurdan bihaber ve bazılarının ise başları olarak hem hırsız hem korkak ve şizofrenik olduğu -evet yine hepimizin düşündüğü aynı insan, uzun biraz evet- apaçık bir gerçektir. Ülkeyi
hayvanlar çiftliği gibi düşünebilirsiniz. Görünürde herkes eşit ama bazılarımız daha eşittir. Burada yönetilen homo sapienslerin çoğu ise evrimin üst halkası olan ve düşünebilen hayvan olarak adlandırılan insan mertebesine ulaşamamıştır. Çünkü hayvanlar bile kendi cinslerinin öldürülmesine itiraz edip karşı koyarken yönetilen kısım ilkokulda öğrendiği kader kısmet okuma fişlerini hayatına bir felsefe olarak geçirmiş ve işin kötüsü hayatında hiç bir şey okumayıp bununla da övünmüştür. Kötülük, haram ve günah adı altında toplanabilecek her haltı yediği halde Muhammed, Allah ve Kur’an diyerek hurilerle buluşacağını sanan, şaraptan ırmaklar ve altından saraylar hayali kuran şeytani cahillerdir. Devleti vatandaş için değil vatandaşı devlet için sanan bu yönetilenler sorgulamaz, isyan etmez ve her daim tembel davranırlar. Bana vatandaşını söyle sana nasıl yönetileceğini söyleyeyim kısmındaki çoğunluğu oluştururlar. Bir de üçüncü bir kısım vardır bu ülkede. İyi insanlar. Bu insanlar ölürler. Sayıları azdır. Nadir bulunmaktadırlar. Ve günden güne azalmaktadırlar. Kötü bir ekosistemin arasında kalan her masum canlı gibi bu iyi insanlar da avlanırlar. Türkiye güzel insanların ölmeye mahkûm olduğu kötü ve şeytani varlıkların ise hüküm sürdüğü bir yerdir.
PASTAMI ÜFLER MISIN? “Pastamı Üfler Misin?” ekibi ne zaman ve nasıl kuruldu? “Pastamı Üfler Misin?” geçen sene Kasım ayında kendi kızımın doğum gününde, aynı şartlara sahip olmayan çocuklara nasıl ulaşabilirim düşüncesiyle bir hesap açtım ve bugüne geldi. Çalışmalarınız nasıl işliyor? Çalışmalar, köy okullarında çalışan öğretmen arkadaşların Facebook üzerinden gönderdiği mesajlar yoluyla başlıyor. İhtiyaçlarını belirten mesajlar atıyorlar.Mesajları sıralıyorum. Ve yine bana ulaşan kendisinin ya da sevdiklerinin doğum günlerini farklı şekilde kutlamak isteyen -doğum günü işin bahanesi tabi istedikleri zaman minikleri sevindirebiliyorlar- gönüllülere sıradaki köy öğretmeninin iletişim bilgilerini aktarıyorum. Para kabul etmiyoruz. Gönüllüler kendi bütçelerine ve zevklerine göre hediye alıp yolluyorlar. Kaç gönüllü çalışıyor? Tek başıma yürütüyorum. Gelen taleplerin hepsine ulaşabiliyor musunuz? Gelen taleplerin hepsine sıraya koyuyor ve gönüllü çıktıkça sıradan yönlendirme yapıyorum.Geçen sene dönem sonuna kadar tüm başvuran arkadaşlarımıza ulaştık.Yazın ise mevsimlik çocuk işçiliğini önleme projesine destek verdik. Şu ana kadar kaç ilde kaç kişiyi mutlu ettiniz? 65 ilde 1108 okul bunlar sayfada paylaştıklarımız bir de sayfada paylaşılmasını istemeyen gönüllülerimizin ulaştığı onlarca okul daha var. Ekibi kurmadan önceki hedefiniz neydi şimdi ne? Projeyi başlatmadan önce hedefim doğum günleri için ayrılan bütçelerin bir kısmını aynı şartlara sahip olmayan çocuklara yönlendirebilmek için küçük bir farkındalık oluşturmaktı. Ve tek hedefim bir çocuk daha fazla gülümsetebilmek. Şimdiye dek sizi en çok mutlu eden desteğiniz hangisi idi? En çok mutlu eden değil ama en çok etkileyenlerden biri, bir ay önce şehit olan kardeşinin, şehit olduğu ildeki çoçukları mutlu etmek için ulaşan bir abi beni çok derinden etkiledi. En mutlu eden ise 23 Nisan’ı kutlamak
isteyen fakat kostüm alamayan öğrencilere ulaşıldı. Tüm köylü davet edilerek 23 Nisan kutlamaları yaptılar. Bayramı bayram gibi yaşayan miniklerin fotoğrafları bu projedeki en mutlu anlarından biriydi. Ekibinize katılmak isteyen gönüllüler gönüllüler size nasıl ulaşabilir? Facebook üzerinden arama motoruna “Pastamı Üfler Misin?” yazarlarsa ulaşabilirler. Yaptığınız güzel işten ve bizimle röportaj yapmayı kabul ettiğinizden dolayı teşekkür ederiz. Rica ederim.
O’na Mektuplar
Çalışma Odası
Bir Dost “Kendini iyi hissetmezsen haber ver,” demiştin. Geberiyorum lan! Yalçın
Ilık bir akşamüstü saçların vardı. Kara ve kısa, birkaç tutam... Hala duruyor mu? Adem
Varlığını yalnızca WhatsApp’tan takip edebiliyorum. Akşam 10-11 gibi sürekli çevrimiçisin. Kimle konuşuyorsun az çok tahmin ediyorum ama neyse. Lütfen artık profil fotoğrafını değiştir, yeni bir şeyler koy oraya. Bir de sakın o düdükle şevişeyim deme. Rica ediyorum senden. Bir Dost
“Tütünsüz uykusuz kaldım / Terketmedi sevdan beni...” Üstüne bahsedebileceğim pek bir şey yok. Tütüncü
Hani son görüştüğümüzde bana bir kitap vermiştin. Ah Muhsin Ünlü’den, Gidiyorum Bu. Hala bitmedi o kitap. Ah Emre Vah Geçenlerde bilgisayarı kurcalıyordum da... Eski fotoğraflarımıza denk geldim. Ellerin, ellerimin üstünde, denize bakıyoruz. Hatırlayınca bile bir sigara yakma isteği basıyor beynimi. Ellerimiz bir aradayken ne güzelmişiz! Eşşek Kafalı Neden bu kadar uzaksın? Hancı Sevgili patronum. Şuan seninle tanışmamama rağmen her gece seni düşlüyorum. Tanışacağımız günü, birlikte kahvaltı edeceğimiz sabahları... İşsizim, açım, paraya ihtiyacım var. Bul beni. İşsiz Herif Gözlerine bakınca tek kelime edemiyorum. Ne bildiğimi, ne konuştuğumu unutuyorum ben. O yüzden bu saçmalamalarım. Te amo! Varsayalım Lorca
Şuanda bu satırları okuduğunu biliyorum. Uzun zaman oldu birlikte film izlemeyeli. Ben tek başıma izledim, sen arkadan takip et. 1- Geceyarısı Öpücüğü 2- Neden Tarkovski Olamıyorum? 3- Saatler Sonra Fuat Sana karşı hiçbir zaman kendim olamadım. Beni seversin ya da sevmezsin -ki biliyorum, sevmezsin- ya da ben seni severim ya da sevmem; konu bu değil. Bir kere olsun beni ben olarak görmeni, biz olarak oturup çay içmeyi çok isterdim. Hala daha isterim. Sana aşık ya da değil; fark etmez, yalnızca çay içmek isterim. Çay güzel bir şey sonuçta. Şeker falan, mis! Sen de güzel bir şeysin. İşte diyorum ya, ben de aslında güzel biri sayılırım, bilmiyorsun ki. Gerçek benle hiç sohbet etmedin. Sana ayak uydurmaya çalışan benle sohbet ettin hep. Ben buradayım, sen oradasın. Yanında da sana benzemeye çalışmayan erkek arkadaşın... Ama görüyorum da, şimdi sen ona benzemeye çalışıyorsun. Kendini bozma, iyi değil. Böyle çok güzelsin. Adam Köşeler bitmedi mi hala? Editör Bozuntusu
• Aşırı Doz’a ne oldu? Neredeyim lan ben, Hariçten Gazel ney? • “Eski ekibi tekrar topluyoruz,” diyince ben de... Bu muydu yani? • O yazıyı bana gönderirken hiç utanmadın mı? Hadi benden utanmadın, çoluğun çocuğundan da mı utanmadın? • Bu çocuğa sen mi vurdun az önce? Senin ellerini kırarım, ben bakir yanak seviyorum! • Toplanıp dergi yapacaktık, ne işimiz var lan mangalda? • 11 ayda insanlar çocuk doğuruyor, biz bir dergi yapamadık. Yazıklar olsun bize! • Bir dergim var, bin dermana değişmem! • Bundan sonra bu çocuğa vuracaksan eline prezervatif geçir, terbiyesizlik yapma. • Bana sayfanı göster, sana kim olduğunu söyleyeyim. • Ah, yok canım ne yazarlığı, öyle karalıyoruz bir şeyler... Hah hah... (...) • Röportaj hazırlayacaktım, ne ara şair oldum lan ben? • Bana bir tütün sar, sana kim olduğunu söyleyeyim. • Arkadaşlar an itibariyle 11,5 ay oldu. Bekleten, geciktiren herkese selam olsun. • Düşünüyorum, bizim neden ofisboyumuz yok. Sonra farkediyorum ki bizim ofisimiz de yok. Ama yine de ofisboy önemli. • Bitsin artık bu hasreet, rırırım...
harictengazel.com twitter: harictenfalan yazı, çizi ve önerilerizi harictenfanzin@gmail.com adresine gönderebilirsiniz. online dergi: issuu.com/harictengazel
Tek Başına Toplantılar Fahri Küçük
KADINLAR Kadınlar tanıdım Elbisesi belindeydi Aheste aheste Soy beni derdi Kadınlar tanıdım Yürekleri titrerdi Göğüs uçları utana sıkıla Em beni derdi Kadınlar tanıdım Dibine kadar kadınlardı Yudum yudum İç beni derdi Kadınlar tanıdım Tınıları yüreğime kazılı Her bir notası birbirinden azılı Dilinden gönüle Çal beni derdi Kadınlar tanıdım Sululuk yapmazlardı hiç Kadehine koyarsan Sek vur beni derdi Kadınlar tanıdım Hiç aceleleri yoktu Adım adım sev beni derdi Ne kadınlar tanıdım Seni görseler Kadınlıktan istifa ederlerdi
Harun Sevinç
Toparladığın her şeyi bir balona atıp, nereye varacağını izlemek üzere yükseliyorsun. Elindekilerin toplamı seni her ne yapsan da, hep ‘şimdiye’ vardırıyor.
BALON En çok sahip çıkmamız gereken şey ne olsundu? Bakışageldiğin bir çift göz, büyüklü küçüklü verdiğimiz kararlardan bazıları, bir şairin verdiği öğüt, devlet büyüklerimizin sıktığı palavralar, en yakın arkadaşının utancı? Yoksa sahipsiz mi yaşamalı? Geceyi bitirdiğin yerde hayıflanmadan, nasıl olsa doğacak günün hesabı yarına kalsındı. Sen şimdi aşklarını tart! Mesela seviştiğin en güzel kadınla dilendirdiğin çocukluğunu karşılaştır. Terazinde salt kötü günlerini biriktir. Yükseldiğin ve nihayet patladığın bir nasıl olsa doğan güneşte biriken tüm kötüleri alt et. Şimdiye değin buldukların, sana geçmişin bildirdikleri değil miydi? Şimdini hazırlayan ne peki? Çocukluğundan anımsadığın bir koku? Çocukluğunda her ne yaşadınsa, kendini geliştirme çağında en çok onun üstüne çıkmayı arzuluyorsun. Toparladığın her şeyi bir balona atıp, nereye varacağını izlemek üzere yükseliyorsun. Elindekilerin toplamı seni her ne yapsan da, hep ‘şimdiye’ vardırıyor. Ne zaman ki ‘hep’ bu ‘şimdiki’ ânı yaşıyorsun; öyle ki, yükselmeye devam ediyorsun. Bildiğin her şeyi kendin sürüklüyorsun. Seni şimdiye sürükleyense, senin karar veremediğin çocukluğun. O zaman neyi bildinse, şimdiye onu buluyorsun. Çocukluğunda ne kokladınsa, şimdilerde onu soluyorsun. Yükseldiğin ve nihayet patladığın çocukluğundan bir gecede baktığın gökyüzünün derinliği, seni şimdinin ışığına parıldıyor. Elde ettiklerin, eskiden düşlediklerinin yanıbaşından sözümona bir balonun içinden göğe yükseliyor. Sen terazinin sürüncemesinde ona bakıyorsun. Çocukluğundan biriktirdiğin bütün kötülerin, iyilerin arkasından seni asıl olarak büyütüyor. Büyüdüğünde de çocukluğundan bildiğin bütün güzellerin ışığında ve şimdinin karanlığında seni çocuk kılıyor. İlahi sen! Büyüdüğüne hükmettiğin zamanında yaşlılığını düşlüyorsun.Ama bilmiyor musun, seni şimdine vardıran bu sorgusuz çocukluğun! ve yaşlandığında neyi hazırladın da, gittikçe yine ‘bu’ çocukluğuna yaklaştın? Elindeki; yaşamın içinde var olan hayat. Her şeyi toparlayıp yüklediğin bu balonu yükselmeye varıyorken patlat! Düşüyorsan çocukluğuna! ve ŞİMDİ terazin dengelendi. Sahipsiz değilsen, çocukluğundan! Var olduğunu düşünüyorsan, yükseliyorsun. Yaşamın içindeki hayatta var olduğunu biliyorsan, sahipsiz çocukluğundan!
Yalnızlık Üzerine Öyküler Efrahim Aslan
“Annenin kollarını sen mi kestin?” diye sordu. “Evet,” dedim. Karşımdaki polis memuru donakalmıştı. “Annem öldükten sonra üç gece geçti. O üç gecedir kime sarılıp uyuyacaktım, bir de anneme o kadar alışmışken?” Bir süre beni seyretti ve çeşitli notlar almaya devam etti. Sanırım artık ikimiz de birbirimizden korkuyorduk. Bir süre birbirimize baktık.
PIÇ MUSTAFA NEDEN INTIHAR ETTI? Sorgu odasına giren polis memuru, yanındakine, “Annesini öldüren çocuk bu mu,” diye sorduğunda, ağlayan gözlerimi silip bir süre gözlerimi ondan kaçırmaya çalıştım. Karşıma oturduğunda ısrarla gözlerime bakıyordu. Dayanamayıp tekrar ağlamaya başladığımda, “Kaç yaşındasın sen?” diye sordu. “On dört,” diye cevap verdim, korkarak. “Yaşına göre epey cesurmuşsun,” dedi. “Anlat bakalım.” “Yemin ederim ki annemi ben öldürmedim,” dedim. Hıçkıra hıçkıra ağlıyordum. “Ağlamayı kes,” dedi sert bir ses tonunda. “İki olgun insan olarak konuşuyoruz şurada. Anneni neden öldürdün?” Aklıma anlatmam gereken her şey geldi ama konuşamadım. “Annemi ben öldürmedim,” diyebildim yalnızca. Sahiden de annemi ben öldürmemiştim. Annem intihar etmişti ama elimde bunu kanıtlayacak hiçbir şey yoktu. Aksine bir ton bokluk çıkarmıştım. “Kim öldürdü o zaman? Bir düşmanınız mı vardı?” diye sordu, kinayeli bir şekilde. “Bir düşmanımız yoktu,” dedim. “Baban nerede?” dedi. “Babam yok,” dedim. “Kim olduğunu bilmiyoruz.” “Nasıl?” diye sordu, haklı bir şekilde. “Annem bir hayat kadınıydı,” dedim. Annem, benden önce bir çocuğunu aldırmıştı ama bana hamile kaldığını öğrendiğinde, kürtaj için gecikmişti. Ben doğduğumdaysa artık ne bir annem vardı, ne de babam. Çocuk esirgemede büyüdü-
ğüm için annemi altı yaşıma kadar hiç görmedim. Gördüğümdeyse bir daha ayrılamadım. O ölünceye dek. “Peki, anneni senin öldürmediğini söylüyorsun. Öyleyse nasıl bıçaklandı?” “İntihar etti,” dedim, korkarak. “Işıkların hepsini açabilir miyiz? Korkuyorum…” Oralı olmayıp, “İntihar ettiğini nereden biliyorsun?” diye sordu. “Annemle birlikte uyuyoruz geceleri. Yatmadan önce beni doya doya öpmüştü. Her gece öperdi beni ama o zaman bir acayipti. Sımsıkı sarıldı ve defalarca beni çok sevdiğini söyleyip özür diledi.” “Ne için özür diledi?” “Beni çocuk esirgemeye bıraktığı için…” “Kaç yaşına kadar kaldın orada?” “Altı yaşıma kadar…” “Ee, sonra ne oldu?” “Sabah uyandığımda annem yanımda yoktu. Salondaydı. Kanepede… Kalbinde kanlı bir bıçakla…” Annemi o an gördüğümde hiçbir şey hissetmedim. Evet, ortada bir acı vardı, annem ölmüştü, ama o an bunları düşünemedim. “Ne yapacağım lan ben şimdi,” diye düşünmeye başlamıştım. Tekrar çocuk esirgemeye mi dönecektim? Bu benim için ölümden de beterdi. Kimsesiz olarak doğdum ve sonra annemle tanıştım. Şimdi tekrar bir kimsesiz olarak oraya dönmek istemiyordum. “Neden polis ya da ambulans çağırmadın öyleyse?” diye sordu. “Çağıramazdım,” dedim gözyaşlarıma engel ola-
Fatih Dalcı
mazken. “Çünkü tekrar çocuk esirgemeye gitmek istemiyordum.” Karşımda duran polis memurunun, her dediğimi harfi harfine not defterine yazdığını fark ettim. Yanlış bir şey söylemek istemiyordum. Bir yandan da hapishanenin mi yoksa çocuk esirgemenin mi daha korkunç olduğunu düşünüyordum. “O yüzden mi anneni kanepenin altına sakladın?” “Evet,” dedim kısık bir tonda. “Koku çıkmaması için…” “Kurnaz bir çocuksun sen,” dedi. “Sana bir şey soracağım, ama lütfen doğru cevap ver,” diye fısıldadı kibar bir şekilde. “Tamam, söz,” dedim. “Annenin kollarını sen mi kestin?” “Evet,” dedim. Karşımdaki polis memuru donakalmıştı. “Annem öldükten sonra üç gece geçti. O üç gecedir kime sarılıp uyuyacaktım, bir de anneme o kadar alışmışken?” Bir süre beni seyretti ve çeşitli notlar almaya devam etti. Sanırım artık ikimiz de birbirimizden korkuyorduk. Bir süre birbirimize baktık. Sessizliği bozup, “Çok masum bir çocuksun,” dedi. “Ama kendini yanlış ifade ediyorsun. Ben sana inanıyorum ama bakalım, mahkemede de inanacaklar mı?” “Mahkemeye mi çıkacağım?” dedim, gözyaşlarım süzülmeye ve ellerim titremeye başlarken. Aynı zamanda korkudan külotumu ıslatırken… “Evet, ama korkma. Eğer doğruları söylersen zaten bir problem olmaz.” İki ucu boklu değnekti. Ne hapishaneye, ne de çocuk esirgemeye gitmek istiyordum. Yalnızca annemin kollarının arasına… Gözlerimi kapatıp hayal kurmayı, ardından sabahın olmasını istiyordum. Hapishaneye düşeli kaç yıl oldu bilmiyorum ama aylardan kış ve ince bir kar ve annemin yanına gitmeme birkaç dakikadan az var. Elimde, gardiyandan satın aldığım küçük bir bıçak, dilimde yarım kalmış bir şarkı var: “Dünya yansa yorganın yok içinde, harap olmuş evin dükkânın mı var?”
IÇ SESIM VE BALAD dokuzuncu caddede durmuştu saatler şehre bulaşıcı bir hastalık gibi yayılmış öfke firara eşgüdümlü kalender cinayetlerin hırıltılı naralarını işitiyorum çünkü sessiz her yer dokuzuncu caddede durmuştu saatler darmadağınım dökük sevişmeler kuşağı demin bitti, şaraplar ve kırmızılar da güneşin ne taraftan doğacağıyla ilgili bahislere tutuştuk zebercetle, neyzenle ve mahzarla çünkü ölüme teşneydi her yer dokuzuncu caddede durmuştu saatler duvarların lisanı çözüldü artık aklımsa son kertede evi terketmek üzre tarifsiz eşitsizlik bir kan bandosunun gürürültüsüne eş bir kurşun lekesinin büyüklüğü siyaha anlam katmayı seven fahişelerin ayak izleri ters âmâların amalarını kesmiyor kulaklarım yine kıpkırmızı her yer dokuzuncu caddede durmuştu saatler insanların yüzlerinde kaldırımlar görüyorum öyle deliymişim gibi bakmayın bana sahici söylüyorum betondan sütunlar devriliyor üzerime netameli gece, sukunetin esrarını bıçak açmıyor farazi bir hamasetin pençesindeyim üstüm başım kan, ter dokuzuncu caddede durmuştu saatler
Orkan Dal
INTIHAR GÜNLÜKLERI İ.G: 1 İntihar fikrine kapılmadan dört gün önceydi, onu gördüm; kim olduğunu hatırlamadığım o yüzü ve bedeni. Bana, hayatın boktanlığından, ne kadar yaşarsan ve ne kadar çalışırsan çalış herkes gibi sonunda ya fosil olacaksın ya da başka bedenlerde aminoasit olarak yaşayacaksın; yani, ölmeyeceksin diyordu. Makul geldi, düşündüm; fakat gülmedim. Eski bunağın sivri zekâsı işe yaramadı. Dört saat kadar uyumuşum. Beni uyandıran, ne okula geç kalmamı isteyen bir anne, ne de sabah seksi yapmayı isteyen bir güzel; güneş ışığı. Bir apartmanın en alt katında oturuyorum. Rutubetten, duvarların boyaları kalkmış ve tavanın yarısı yeşil durumda. Alg yetiştiriyorum; onların rızkını da ben veriyorum. Perdesi açık kalmış penceremin kirli camlarından yoğun bir şekilde gelen, yüzümü hedef almış ışık huzmesi. Bahar gelmiş olmalı, ama her hikâyede bahsedilen, ruhu dinlendiren, yaşam enerjisi veren cıvıltılarını duyamıyorum nedense. Hala daha yatağın içindeyken, iki ihtimal olduğunu düşünüyorum; ya hikâyeler düzmeceydi ya da bahar gelmemişti. Bu düşünceler içinde, daha fazla ışığın etkisine dayanamayarak ve örtüyü de üzerime çekerek sol tarafa döndüm. Az önce, bana yaşamın boktanlığı üzerine adeta demeç veren orospu çocuğu, şimdi de her şeye rağmen hayatın yaşanmaya değer olduğunu söylüyor. Bir vaşak öfkesiyle üzerimdeki yorganı kenara fırlattım. Yataktan çıkıp, yaklaşık yirmi gündür giydiğim kıyafetlerimi yine her zamanki yerinde buldum. Kirlenmişler, ama kimin umurunda. Üç-beş yıl öncesi olsa aynı kıyafeti yıkanmadan giymezdim. Kıyafetlerimi giydikten sonra, pantolonun cebindeki ezilmiş sigara paketini çıkartıp, güçlükle, bir tane çıkardım. Evden hızlıca çıktım. İnsanların yüzlerine bakmayalı uzun zaman oldu. Önüme bakarak yürümüyorum; hepsi maskeli balodaymış gibi maskelerle dolaşıyorlar. Bu, bende, bulantı yapıyor. Bazıları, sen
çok etkilenmişsin diyorlar. Bunun etkilenmeyle alakası yok; bulantısı olmayan var mı? İ.G: 2 Her gün geçtiğim sokakların grisinden geçtim. İnsanların hep bir yerlere yetişmeye çalıştığını, yaşam mücadelesini gördüm. Kümese girmiş tilkiden kaçarcasına koşuşturduklarına tanık oldum ve tiksindim. Hepsi birbirinin altından kuyu kazmaya çalışıyormuş izlenimi oluştu. Bir süre daha yürüdükten sonra sokakların grisinden çıkmış, şehrin kaosuna dalmıştım. Trafik reçel gibiydi, yoğun; fakat tatlı olmayan bir reçel. İnce bir yağmur başladı, ruhu dinlendiren ve kirlenmiş havayı filtre eden bir yağmur; büyük özgürlük. Otobüs durağında yağmurdan korunmaya çalışan insanlara baktım bir süre ellerinde şemsiye olduğu halde ve kendilerine zarar vermeyecek bir yağmurdan kaçınmak için 10 kişiyi altında barındırabilecek durak çatısının altına geçmeye çalışıyorlardı. Her yerde ettikleri rekabet, burada da peşlerini bırakmamıştı. Şemsiyesi olmayanlar, haklı olarak, durağın altında bekleyen ve şemsiyesi olanlara serzenişte bulunuyorlardı. Aralarında ufak tartışmalar çıkıyor ve şemsiyesi olan sigara içme bahanesiyle aralarından geçiyor; çevre baskısından sıyrılıyordu. Yürümeye devam ettim, durağın önünden geçeceğim sırada, otobüs geldi. Herkes iri adımlarla hatta koşar adım dedikleri şekilde adeta Amerikan futbol müsabakalarında görülebilecek omuz mücadeleleriyle otobüsün önüne geldiği anda, önünden geçtiğim kadının azarıyla karşılaştım. Haklı olup olmadığını düşünmedim ve hiçbir eylemde bulunmadan tepkisizce yoluma devam ettim. O rekabetçilerden değildim ve olmayacaktım; ben suyun merhametiyle vaftiz edilmeyi tercih ediyordum. Yürüdüm, iskelenin başına geldim. Deniz bugün heybetli, yağmurun merhametine karşılık denizin acımasızlığı, ikisi de su; birisi tuzlu. devam edecek...
Olası Ütopyalar Üzerine Şiirler Fatih Ayvalı
ÇIĞLIK TÜRKÜSÜ Seyrim donuk, ölüyorum Ziyade elemdeyim yok dermanım Halim yaman dostum Ne zaman vardır, ne de aklım. Terkettim gerçeği Yanılsamalar var Ninniler uzak Çığlıklar yakın. Ruhtandır kaybım Yanarım içten içe Deliliğe vururum gerçeği Giydirirler gömleğimi Sancılarım var, arşa uzanan Varlığım mı beni öldüren? Yokluğum, doğuşum mu küllerimden? Sancılarım var, sancılanan.
İda Altuğlu
KARINCALARIN KISA VE ISLAK ÖYKÜSÜ Bir adım da sen atar mısın bana? Belki titreyen ellerimi sen durdurabilirsin, kalp atışlarımı yavaşlatabilir, nefesimi düzenleyebilirsin. Çok fazla şey istedim senden biliyorum. Belki zamanla alışırsın bana, belki zamanla seversin bile. Sana aşkımı anlatamam, sana sevgimi de anlatamam. Ama. Sen mermer bir koridorsun ve benim ayakkabılarım kayıyor, sen kırık bir şişesin ve benim intihar etmemem gerekiyor. Sen en sevdiğim filmsin asla sıkılmadığım, sen uçsuz bucaksız bir yol, derin bir su birikintisi, yavaş yavaş batan güneş, dünyanın en güzel parfümü, ilk okuduğum kitap, en sevdiğim adamsın. Senden süslü kelimeler bekliyorum, kirli yüzeylere yazılmış. Aynalara, kaldırımlara, duvarlara hatta tavanlara yazılmış yazılar, kalbini istiyorum senden. Hey, acaba bir kalp var mı sende içine sığabileceğim? Boyum kısadır benim, topuklu ayakkabılarımı evde bıraktım. Evet, beynim yanıma plastik bir torbada taşıyorum onu, yoksa çok fazla konuşuyor. O konuşunca ellerimdeki karıncaları yere düşürüyorum, gözyaşlarımda boğuluyorlar ve bu beni derin bir suçluluk duygusuna itiyor. Merak etme kalbimi her zaman yanımda taşıyorum, istediğin zaman bakabilirsin ona. Hani bana en sevdiğin rengi söylemiştin ya, karşıdan karşıya geçerken unuttum söylediğini. Çünkü yanımdan geçen bir sokak köpeği dikkatimi dağıttı. Bir daha olmaz söz veriyorum, artık ağlamadığım için sokak köpekleri peşimi bırakı. Onlar ile birlikte sen de bıraktın. Köpekler sana benim sevgimi veremez! Sigaranı yakamazlar, gömleklerinin yakalarını bile düzeltemezler! Gitme, sana bir şey anlatacağım, saçlarını bile tararım. Kalbine sığmak için iyice küçüldüm, lütfen daha da küçültme beni, karıncalar benime dalga geçer sonra. Söz sana geçmişimi anlatmam, belki bir ara geleceği birlikte anlatırız. Hadi çabuk olmalıyız, istiridye yağmurları zorlu olur, ama elimi tutarsan sana şemsiyemi verebilirim, hatta inciler bile toplarım sana. Hala senden süslü kelimeler alamadım. Yazılar yazdığın halıyı annem dün gece yıkamış, sabah küçük çocukların ellerinden aldım kelimeleri. Birleştirmeme yardımcı olur musun? Sana kazak öremem ama renk renk kareler örebilirim, elbette bir gün yarar işine. Sana gökkuşağındaki bütün renkleri öğretirim, yeşilin ve siyahın içinde sonsuza dek yaşayamazsın. Ağzıma gelen bu tat ne? Sanırım, kaygılanıyorum veya stresliyim. Sadece gitmenden korkuyorum, bırakmandan, çekilmenden.
Perşembe Günü Öyküleri Kadir Gürdemir
Poşetin yarısı suyla doluydu, suyun içindeyse gökkuşağı balığı vardı. İlk görüşte heyecanlandım. Öyle ki diğer balıklar gibi amaçsızca akvaryumun içinde tur atmaya başladım. Yoksa öyle mahkûm gibi volta atmam.
BEN AŞIK OLMUŞTUM AMA O DUYMUYORDU Her gece farklı biriyle çıkardığı yatak gıcırtısından dolayı anlamıştım, yalnız olduğunu. Geceyi tek geçirmemek için her gün birisiyle yatıyordu. Eve gelirken sürekli getirdiği dosyalardan da muhasebeci olduğu kanısına varmıştım. Yaşı, benim yaşımın neredeyse… Cüzdanını gözümün göreceği bir yere koyduğu bir gün, görmüştüm ama hafızam kötü olduğundan şimdi hatırlayamadım. Beni evine, bazen yatak odasına getirecek birini bulamazsa diye yalnız kalmamak için almıştı. Evcil hayvan mağazasının sahibiyle konuşuyorlarken duymuştum. Suyun altındayım diye beni duymuyor sanmışlardı. Oysa yalnızlık sadece insanlara özgü değil. Koca bir akvaryumun içinde tek başıma kalıyorum. Ve en büyük yalnızlığım ise akvaryumda başka biri olsa da, ben hariç hiçbirinin aklı olmadığı için yine kendimi tek hissediyorum. Evcil hayvan mağazasında yaşıyorken, içinde palmiye ağacı olan evimde beraber kaldığım bir arkadaşım vardı. Türü Vatoz’du. Konuşur mu acaba? Diye kendimi çok yordum ama o sadece birinden emir almış gibi devamlı benim yemek sonrası vücudumdan çıkardığım dışkımı yiyordu. Dolayısıyla bu hayatta ben de yalnızdım çünkü farklı olmak döngüde hareket edenlerle pek anlaşamayacağımız anlamına geliyor. Bu eve geldim geleli akvaryumda bir başımayım. Koca akvaryumda tek kalmam, siyasetçilerin sadece eşiyle kalmak için de olsa yaşadığı yirmi göz odalı villalara benziyor. Öyle
büyük, öyle güzel, ama öyle de boş. Bir gün sahibim kendi gibi benim de yalnız olduğumu anladı ki elinde şeffaf renkte bir yumurta poşetiyle eve geldi. Poşetin yarısı suyla doluydu, suyun içindeyse gökkuşağı balığı vardı. İlk görüşte heyecanlandım. Öyle ki diğer balıklar gibi amaçsızca akvaryumun içinde tur atmaya başladım. Yoksa öyle mahkûm gibi volta atmam. Çünkü hangi suda yaşarsam yaşayayım ait olduğum yer özgür olduğum yerdir. Gökkuşağı balığı akvaryumun içine girdi fakat onun aklı olmadığı için etrafında dolaşıp durmam veya ismini sormam bana hiçbir fayda vermedi. İnsanların birbirini anlayamamalarından daha kötü bir durumdu, balık olarak sadece benim aklımın olması. Çünkü gökkuşağı balığıyla tanışamıyorum bu yüzden ona olan ilgim sadece heveste kalıyordu. Aynı akvaryumun içinde konuşamamak ne kötü bir duyguydu. Ev sahibimiz belli bir zaman sonra eve kimseyi getirmeme başladı, şüphelendim. Sanırım artık yalnız kalabileceğine inanıyordu fakat bu durum beni daha çok korkutmaya başladı. Gökkuşağı balığıysa olaylardan habersiz akvaryumunda tur atıyordu. Artık işten dönerken de dosyalarla gelmiyordu. Ya iş yerindeki insanlarla tartışmıştı ya da kendini kaybetmeye başlamıştı. Ben ara sıra ne de olsa gökkuşağı balığı anlamıyor diye ona olan bütün hislerimi çekinmeden söylüyordum. Etrafında geziyordum hatta onu öpüyordum bile.
Günseli’nin Günceleri Günseli Sepici Bazen keşke karşılıklı anlaşabilsek desem de ya karşılıklı anlaşamasaydık diye kendimi de avutuyordum. Sabahına benim baloncuk çıkararak sevdiğim balığa hislerimi anlatmaya çalıştığım gün, sahibimiz eve nakliyecilerle geldi. Bütün eşyaları toparladılar, sona biz ve tavandaki avizeye takılı olan lambalar kaldı. Sahibimiz başta bizi alıp almamak konusunda tereddüt etse de sonradan dayanamadı. Akvaryumu kollarıyla kaldırdı ve asansörsüz binanın altıncı katından bizi aşağıya indirmeye başladı. Akvaryumun içindeki su birden dalgalandı sanki bir felaket gibi ürkütücüydü. Sahibimiz merdivenleri indikçe tehlike daha çok artmaya devam etti. Sevdiğim balık bir sağa gidiyor bir soldan geliyordu. Aklı olmadığı için suyun derinine inemiyordu. Eğer yanlış saymadıysam dördüncü kata indiğimizde akvaryumun içindeki su o kadar şiddetli cama çarpıyordu ki yere dökülmeye başladı. Zemin kata inmeye az basamak kalmasına rağmen sevdiğim balık akvaryumda oluşan tsunamiye dayanamadı. Merdiven boşluğu arasından bodrum kata doğru düştü. Aklım olsa da o an kullanamadım. Ne sahibim kullanabildi ne de ben. Yalnız sahibim tek bir laf etti. “Seni benim balığa eş ol diye aldık ama olmadı.”
Selam olsun sevgili okurlara, canlara, dostlara... Karşınıza çıkmayalı 11 ay olmuş. 11 ay önce Aşırı Doz’un son sayısını yayımladığımızda sizlere, “Elbet bir gün buluşacağız,” demiştik. “Çok uzaktır dostlar bizim yolumuz, bulana yürüyene bin selam olsun,” demiştik. Nitekim buluştuk da. Yani şuan bizi okuduğunuza göre buluştuk sanıyorum. Buluştuk değil mi? Öyleyse artık birlikte yürüyeceğiz, birlikte bulacağız gideceğimiz yolu. Bize bu yolda eşlik eden, yanımızda olan herkese tekrardan selam olsun! Hasretle, iştahla kucaklıyoruz sizleri.
Tuvalet Kağıdına Notlar Deniz Öztaş
“Din u millet sorar isen, âşıklara din ne hacet Âşık kişi harab olur, harab bilmez din diyanet... “ Yunus Emre
ITIRAZIM VAR BU YALAN DOLANA! Kendini geliştirme ve uyanma yolunda ilerleyenlerin en çok duydukları kavramlardan biri “şimdi” veya “anda olmak”... Bu kavramı gerçekten anlıyor muyuz? Anlamak için zihnimizi devreye alıyoruz? Zihin bu düşünüp tartıp anımı yaşamalıyım mı diyor? En temel yanlış anlama belki de anımı yaşayıp günümü gün edeyim diyerek daha da egosal bir tavra bürünmektir. Peki neden bunu anlamak bu kadar zor? Cevap soruda gizli... Anlama zihinle yapılacak bir şey; zihin için sadece geçmiş ve gelecek vardır. Bir şey yaşarsınız ve artık bu bir deneyimdir, yani geçmiştir... Bu deneyimi sevmişizdir tekrar yaşamak isteriz, planlarız; bu da gelecektir. Zihin asla şimdide var olamaz. Bu sebeple doğru kelime anlama değil, hissetmek, özümsemek veya anla bir olmak olabilir. Bunun için de zihninizi bir kenara koymanız gerekir. Sıradan gözüken ama bir o kadar ilginç olan bu filmin en önemli repliklerinden biri şöyledir: “İnsan sadece suçluyken kaçmaz. Bazen suçlandığın için de kaçarsın. Ama bir kere kaçmaya başladıysan bir şeyleri de muhakkak kaçırırsın elinden; bazen gençliğini kaçırırsın, bazen geleceğini, bazen de aklını... Fakat işin en güzel tarafı da bundan sonra başlar, çünkü aklını kaybedince korkularından da kurtulursun. Bu da seni özgürleştirir. Çünkü sadece korkaklar kendi akıllarına güvenirler ve bütün korkaklar hakikatin esiridir. Oysa hakikat, akıl veya başka bir şeyle kavranılmaz. Hakikatin ancak parçası olunur. Bunun için
kurtul! Geçmişinden, geleceğinden, aklından... Kainatta ne varsa şu anda olduğunu görmüyor musun? Sadece burada, sadece şimdi... Gözlerini kapa ve kalbini aç. Aklını da bırak gitsin.” Anda olmak, hakikate ulaşmak akılla ulaşılacak bir şey değildir, herkesin kişisel yolculuğu farklı ve değişkendir... Bir anlamda anda olmak akışta olmakla özdeştir ve bu akışta olan bir kalp ile mümkündür. Bizi genelde kontrol eden zihnimiz ise koşullanmıştır. Ailemiz, eğitim sistemimiz, kültürümüz ve dinimiz zihni koşullandırır ve sabitler. Yaptığımız davranışları otomatik olarak yaparız... Arkasında yatanı görmeden... Filmin kahramanı eski boksör imam Selman Bulut eşini dövmek güdüsü ile yanıp tutuşan bir polise şöyle der: “Dövememek merhametten, dövmemek kibirdendir...” Zihnin en büyük koşullanması ile sözde
Calibri Yazıları Eda Sağduyu din le olur. İnsanları, toplumları yöneten politika katılmış inanç ile... Ne de olsa hassas bir konudur ve zaten tartışmayı sevmeyen zihin için tamamen örtülü bir alan haline gelebilir bu alan. İmam Selman tüm diğer görüşleri araştıran biri olarak Diyanette çalışan birine şöyle der: “Siz de yeteri kadar enteresansınız; diyanette çalışıyorsunuz... Din u millet sorar isen, âşıklara din ne hacet Âşık kişi harab olur, harab bilmez din diyanet... Yunus Emre...” İhsan Eliaçık’ın Mülk Yazıları adlı kitabının bir bölümünden alıntılanarak derlenen vaaz da oldukça ilginçtir ve değerli dinimizin tarihte nasıl çarpıtıldığı konusunda yeni bir bakış açısı getirir: “İhtiyaçtan fazla mal haramdır, hırsızlıktır… Altın ve gümüş, yoksullar üzerinde hegemonya kurmak için kullanılıyor… İnfak edilmiyor… Mülkte şirk koşuluyor… Kırkta bir diye bir şey tutturulmuş gidiyor… Komşusu açken tok yatmamak için zengin mahallelerine taşınanlar var… Peki sokaktaki açtan, yoksuldan haberiniz var mı? Bu dinin klasik fıkıh anlayışı, yeryüzünün sokaklarında aç gezen 1 milyar insan için ne diyor? O fıkıh, Ömer’i vuranların, Ebuzer’i çöle gömenlerin, Ali’yi hançerleyenlerin, Hüseyin’i susuz bırakanların, Medine’yi yağmalayarak dokuz yüz sahabe kadınına tecavüz edenlerin ve Kabe’yi mancınıkla ateşe verenlerin fıkhıdır. O fıkıhtan bir şey çıkmaz. O, zenginlerin, kodamanların, cariye ve köle sahibi olma peşine düşmüşlerin fıkhıdır. Sultanların, harem ağalarının, zindandan İmam-ı Azam’ın kırbaçtan morarmış cesedini çıkaranların, kırkta bircilerin fıkhıdır… Ebuzer Gifari’nin dediği gibi ‘Geceyi aç geçirip de kılıcına davranmayanın aklından şüphe ederim’...” Tüm bu derin mesajlarının yanı sıra filmin aslında bir Sherlock Holmes uyarlamasına benziyor... Camide gerçekleşen bir cinayeti imam Selman çözmek için maceradan maceraya koşar. Filmin senaristliği ve yönetmenliğini yapan Onur Ünlü’nün kurgusu muhteşem. Diğer oyuncular gücenmesin ama Serkan Keskin filmi almış götürmüş... Hiç bir şey göründüğü değildir, hiç bir şey görüldüğünün tersi değildir.
RASTLANTILAR Önemsiz gibi görünen bir an, hayatımızın temelini bile oluşturabilir. Her gün sokakta yürürken gördüğünüz suratların sizin için bir önemi olmaz, her gün aynı yüzleri gördüğünüzü zannedersiniz. Ertesi gün o insanlara bir suratın eksilmesi veya eklenmesi sizin için bir anlam ifade etmez, çünkü farkında bile olmazsınız. Ancak bir gün o insanlardan biri gelip sizinle konuştuğunda başlarsınız düşünmeye. Sorgularsınız, bilinçli olmadan. Düşünmeden yaptığınız bir hareket, bilinçaltınızın ürünüdür. Bir gün başkasında bu hareketi gördüğünüzde, ister istemez o kişi sizi kendine çeker. Kendisine benzeyeni ister çünkü insan. İnsan bunun farkında olmasa da, etkilendiği insanlarda hep kendinden bir parça bulduğu için onlardan etkilenir. Bu çoğu zaman gözle görülebilir bir şey olmaz. Bazen biriyle tanıştığınız anda olur bu, bazense uzun zamandır tanıdığınız bir insanda bile olabilir. Kafanızda bazı parçalar birleşir o an, beyniniz eskiden kazınmış olan düşünceleri tekrar yüzeye çıkarır. Bir nevi uyarıcı niteliği taşır bu etkileşim anı. Çoğu zaman o ana odaklı beklentiler oluşur içinizde. Gerçekleşmediğinde oluşacak olan üzüntüyü hesaplamadan, safiyane bir umutla oluşan beklentiler. Beklentilerin insanı üzdüğü gibi aynı zamanda rastlantılar da insanı üzer. Ne düşünürseniz düşünün istekleriniz, inançlarınız, ihtiyaçlarınız hatta ve hatta anlık mutluluklarınızın bile zamanla kaybolacağını, zamanın yaraları kapatmayıp yaraların üstünü örttüğünü anladığınızda, kabustan uyanma vaktinin geldiğini fark edersiniz. Aslında bütün rastlantıların kendi içinizde olduğunu hissettiğiniz an bir bilgiçlik bulutunun altına geçersiniz. Bilgiçlik bulutunun sizi ıslattığı kadar hem kendinizle yaşamayı kabullenir hem de rastlantılarla yaşamanın zevkini çıkarmaya başlarsınız. Çünkü anlarsınız ki yaşam bundan ibarettir. Bu tamamen bir genel-geçerlil oyunudur. Herkesin bildigi fakat bilenlerin bilmemezlikten geldiği, kendi çevrelerinden saklamak için kendilerinden de sakladığı gerçekler yeterli zaman geçtikten sonra gün yüzüne çıkacak ve rastlantılardan nefret etme noktasına geleceksinizdir. Bu oyunu ne kadar oynamak istemeseniz de aslında içinizdeki çocuk bu sucçu islemeye en istekli katilden ya da hırsızdan daha heveslidir. Çünkü insanlar her zaman zıtlık duyduğu şeylerden hoşlanirlar ve bu vazgeçilebilecek bir sey değildir. Çünkü nefret etmek sevmenin en uç evresidir. Bu evrede ve bu evrende var olan tum zıtlıklar aslında ihtiyaç duyduğumuz şeylerin temelini kapsar. Ve hepsi aynı merkezde birleşecektir. “Nefret ettiğiniz rastlantılar aslında yaşamaya heves ettiğiniz zıtlıklardır.”
Puxa Vida! Anayurt Oteli (Yusuf Atılgan)
“Adım Zebercet, Zebercet.
Bu otelin yöneticisiyim. 28 Kasım 1950’de doğdum yedi aylık. Annem 44 yaşındaymış o zaman, babamdan büyük. Dört kez düşük yapmış bana kadar. Sünnet olduğum yaz öldü. 1960’ta ilkokul üçteydim. Orta ikiden ayrıldım. Bir süre aylak dolaştım. Sonra askerlik, 1971’de terhis oldum. Babam birkaç yıl önce öldü. Oteli ben yönetiyorum 1980’den beri. Sorumluluk isteyen bir iş. Adım Zebercet, oysa ben sizinkini bilmiyorum. Gecikmeli Ankara treniyle geldiniz üç gün önce. Kaydınızı yapamadım, adınızı söylemediniz. Döneceğinizi biliyorum gittiğiniz köyden, Hacırahmanlı’dan. ‘Bir haftaya kadar dönerim.’ dediniz.
”