HARIÇTEN GAZEL 4 Kasım 2016 Cuma, Tıfıl Sayı Haftalık, Elektrikli, Kültür Sanat Dergisi
Anılar
ÖYLE INTIHAR EDILMEZ, BÖYLE EDILIR! Münir Nurettin Selçuk’un sesinden Beni Kör Kuyularda Merdivensiz Bıraktın şiirini bilirsiniz. Sözleriyle, bestesiyle, çok hüzünlüdür... Ayrıca sadece seslendirilmesinden, okunuşundan kaynaklanmaz bu hüzün. Her acının bir hikayesi vardır. Ümit Yaşar Oğuzcan, şiirlerinde hep melankolik olmuştur. Bu melankoli, zamanla gündelik yaşamına da yansımıştır. Bu yüzden 24 kez intihar girişiminde bulunmuştur. Ümit Yaşar’ın bu girişimleri, oğlu Vedat’ı olumsuz etkilemiştir. 17 yaşındaki Vedat Oğuzcan, daha ilk girişiminden, Galata Kulesi’nden atlayarak intihar etmiştir. Ardından bir de not bırakarak... “Öyle intihar edilmez, böyle edilir.” Ardından ise bu dizeler gelir, az önceki hikayeye sığınarak... “beni kör kuyularda merdivensiz bıraktın denizler ortasında bak yelkensiz bıraktın öylesine yıktın ki bütün inançlarımı beni sensiz bıraktın, beni bensiz bıraktın”
QUL BAYRAMINIZ MÜBAREK! Azerbaycanlı iki anarşist, eski cumhurbaşkanları Haydar Aliyev’in anıtına, ülkede yaşanan adaletsizlikleri protesto etmek için “Köle bayramınız kutlu olsun,” ve “Kahrolsun sistem,” yazdıkları için tutuklanmış ve polis tarafından üzerlerine uyuşturucu yerleştirilmişti. Heykele yazılan “Qul Bayramınız Mübarek!” yazısı için Qiyas İbrahimov’a 10 yıl hapis cezası verildi. Qiyas’ın savunmasını yapmak için yazdığı kağıdın duruşmadan önce elinden alındığı öğrenildi. Qiyas’ın elinden alınan savunması; Tüm olup-bitenleri kapsasın diye yazılı olarak konuşma hazırlamıştım, ama elimden aldılar. Bana verilmiş suçlama üzerine bir savunma yapmak gibi bir fikrim yok. Vicdanı olan herkes biliyor ki, tutuklanmamın gerçek sebebi bu ülkedeki derebeyliğe, sisteme, sivil şekilde, genç bir öğrenci olarak itiraz etmemdi. Hiç bir yazılı kanunu bozmadım. Sistem yazılmamış kanunlarıyla köleliği özgürlük olarak göstermeye çalışıyor. Ve sistemin yazılmamış kanunlarını bozduysan cezasız kalman mümkün değildir. Yazılmış kanunları çiğnediysen cezasız kalabilirsin. Yazılmayan kanunları çiğneyince sana iftira atarlar. Heykele slogan yazarak sistemin adaletsizliğine itiraz etmem hayatta olmayan birinin ruhuna
hakaret etmek olarak nitelendiriliyor, “kendi dedenin mezar taşına yazar mıydın” diye soruyorlar. Hapishane müdürü diyor ki, bu hareketinden dolayı halk seni linç edebilir. Kendi dediğine kendisi inanıyor mu acaba?” Biz bu hükumetin kölesi olmamayı çoktan anladık, doğruların, doğruları söyleyenlerin yanında olduk. Sistem bizleri bozguna uğratacağını sandı. Ama başaramadılar. Hapishanede diyorlar ki, siz kendinizi derin bir kuyuya atmışsınız. Evet, biz kendimizi kuyuya attık, kuyudaki suyu aramaya koyulduk. Bu, düzenin atıklarını yıkayıp temizleyebilir. Bu maksatla bu yola girdik ve sizlerden de af dilemeyeceğiz. Bu kapıdan içeri girdiğimizde adaleti dışarıda bırakıp girdik. Bunu bizden önce adaletsizliğe itiraz edenler de dikkate almıştı. Burası bizim için geçici bir tatil yeridir. Vereceğiniz cezanın büyüklüğünden de çekinmeyiz. Bu inanç özgürlüğe, doğrulara olan inançtır. Annem mahkemede bir anne olarak feryat ettiğini söylemişti. Ancak bilsin ki, evladı doğruların yanındadır. Evladı doğruların yanında olan anneler feryat etmezler. Savcı 9 yıl talep etti, ama 12 yıl da edebilirdi. Biliyorum ki, bu konuşmamdan sonra çok pişman. Savcının pişman olduğunu gördüğümden dolayı ben burada sevinç içerisindeyim.
Gรถrsel Notlar Burak Arslanata
Hazırlayan: Kadir Gürdemir
Bu hafta, Türkiye’de eğitim ve eğitim gönüllülüğü üzerine değerli arkadaşımız B.Ç. ile konuştuk, aklımıza takılan soruları sorduk. *Gizlilik esasları itibariyle arkadaşımızın ismini ve fotoğrafını paylaşamıyoruz.
HER ŞEY ÇOCUKLAR IÇIN! Eğitim gönüllüsü olmaya nasıl karar verdin? Kişisel gelişim ve girişimcilik açısından bir faaliyette bulunmak istiyordum, çocuklara da eğitimleri konusunda faydalı bir şeyler yapmak istedim ve gönüllü oldum. Eğitim gönüllülüğü sürecinde nasıl çalışmalar yaptın? İlk olarak, Tegv’le tanışma sürecinde 2 günlük eğitim aldım. Ardından da çocuklarla iletişime geçme, sınıf içi davranışlar için eğitim alıp hangi alanda eğitim vereceğimi seçtim. Drama eğitimini seçtim ve 2 günde drama eğitimi alıp çocuklarla yapılacak eğitimleri uygulama olarak, bütün eğitmenler olarak uzman eğitimcilerden aldık. Ne gibi sorunlar olabilir çocuklara nasıl uyarlanabilir diye fikir alışverişinde bulunduk. Çalışmalarınızda karşınıza çıkan temel sorunlar neler? Ne kadar eğitim alınmış olsa da, çocuk grubuna bunları uygulamak kolay olmuyor. Her çocuk grubunun dinamiği, yeteneği ve ilgisi farklı oluyor. Çocukların hayatında örnek kişi oluyorsunuz ve onların hayatına en doğru şekilde dokunmak için elinizden geleni yapmaya çabalıyorsunuz. Destek aldığınız kurum ve kuruluşlar var mı?
Varsa çalışmalarınızda nasıl kolaylıklar sağlıyor? Tegv’de gönüllülük yapıyorum, tecrübeli gönüllüler her konuda yardımcı oluyor, kurumsal bir grupla çalışmak da işleri daha sistemli kılıyor. Kaç gönüllüyle çalışıyorsunuz? Bir sınıfa iki kişi giriyoruz ama toplam 550’ye yakın gönüllü kurumda uğraş veriyor. Eğitimde gördüğünüz temel sorunlar ve bu sorunlara getirdiğiniz çözüm önerileri varsa nelerdir? Eğitimler uygulamalı olduğu için interaktif bilgi alışverişi ile oluşan bir sorun ya da çocukta oluşabilecek bir sorunun cevabı, o anda eğitmene sunuluyor. Onun dışında eğitim sonrası geri bildirim toplantısı ve eğitim verimliliği anketi uygulanıyor. Bugüne kadar seni en çok mutlu eden gönüllülük hizmetin nedir? Savaş sonrası gelen ve burada çadırda yaşayan 3-4 aileye kışın kullanabilecekleri kıyafet ve erzak ihtiyaçlarını karşılamıştık. Tüm günü onlarla geçirip çocukarıya oyunlar oynamıştık. O suçsuz çocukların bir gününü değiştirebilmek bulundukları konumu daha iyi hale getirmeye çalışmak en mutlu eden gönüllülük faaliyetimdi.
Çalışma Odası Melike Eğinlioğlu
KENDI KENDIME Kulağımda Nothing to Talk About - Chinawoman. Çünkü şarkılar yazıları, yazılanlar olayları algılama süzgecimizi niteler. Bu yüzdendir, tek bir kelime söylendiğinde herkesin farklı duygulara yolculuk etmesi. Bu yüzdendir, aynı kelimeyi söylerken herkesin başka derinliklere bakması. İnsanlığın ölümsüz sorunu, iletişememek bu yüzdendir. Anlaşılan iletişim savunulur genelde; oysa ben anlaşılabilecek iletişim taraftarıyım. Adamdan adama değişmek ikiyüzlülük değilse nedir? Ortak paydalarda buluşamayacağım insanı, yok saymak daha katlanılabilir ve daha az tahrip edici bir çözüm değil midir? Bence kulağımda Strong - London Grammar olsun. Çünkü nasıl görünürsek insanlar onu beklemeyi, daima görev bilecektir. Canın yanmasın, diye güçlü görünmeye çalıştığında canını daha çok yakmaya, iyi niyetlerine güvendiğini göstermeye çalıştığında güvenmemen için ellerinden geleni yapmaya devam edeceklerdir. Kabullenmek büyümenin yarısıdır; büyümek uslanmanın. Kabullenme katsayınla ters orantılı hayal kırıklığı yaşarsın. Umut, yaşayan en tehlikeli ve sinsi insanı içten içe bitirip çürüten duygudur. Umut etmeyeceksin. Sözlerin mukayesesini iyi yapmak için sözlere değil ,söyleyene bakacaksın. Ellerine, gözlerine, sevdiği müziklere, gittiği kahvelere, içtiği sigaraya, tutkularına kısacası biraz zahmetle açıp içine bakacaksın. Biraz daha köküne inersek ‘’ ‘Unutma,’ dedi İhtiyar, demir kapıyı açarken, ‘Düşlerini kimseye emanet etmeyeceksin, kaptırmayacaksın!’ ‘’ diyen Tomris Uyar’ın o muhteşem çevirileri yapmadan önce yazarların özel hayatını da incelemesi, yazarı derinlemesine anlamaya çalışması bundandır. Uslan, demiyorum; yaşamaktan kork da demiyorum. Ama uslanacaksın. Yazdıkça kafam karışır benim, labirentlerimde kaybolurum; ne dinlesek bilemedim. Ama ben gözlerimi kapatıp içimden sayarken, kırıklıklarımın geçmesini beklemeyi çoktan öğrendim. Tamam, sakinledim ve kulağımda Renegades - X Ambassadors var. Halit Ziya da Mai ve Siyah romanında ‘’Dert ve felaket, insanları en çok umuda sarıldıkları zamanda hırpalamaktan zevk alır.’’ demiş ve ikiye ayrılan duygular listesine, umuda giydirenler kimliğiyle mükemmel bir giriş yapmıştır. Umut, birçoğunun yaşama sebebiyken benim hayatımdaki yeri ancak ve ancak özgürlük kısıtlamaktır. Tıpkı anlaşılma çabasının kısıtladığı özgürlük gibi.
• Bu ne rahatlık, sanki dergi aylık çıkıyor! • Anlıyorum dergiyi seviyorsun ama laptop’un ekranını niye kırıyorsun? • Gerçekten dergiyi okuyup beğenenler var mı yoksa bütün bu yorumları sen mi yazdın? • Çalışıyoruz ama yiyemiyoruz hacı, o ne olacak? • Vallahi istifa edeceğim, üstüme gelmeyin, yazılar 11 punto olacak! • Şaka maka ikinci sayı da çıkıyor. Nazar değmesin aman. • Acaba şuan kaç kişi sevişiyor? • Şuan ihtiyacım olan tek şey sıcak bir meme. Sözüm meclisten dışarı dostlar! • Tütün bile bitti, ikinci sayı hala bitmedi. Gönderin lan yazıları! • Ulan dua et güzel yazıyorsun. Başlık falan koymuyorsun ama yine de güzel yazıyorsun. Yoksa bilirdim sana yapacağımı... • Biz bunları gençken dinliyorduk. Hey gidi hey! • Lan dergide üç tane şair var, üçünün de ismi Fatih! Nasıl iletişim kuracağız biz bu adamlarla? • Ülkede iç savaş çıkmış, millet derginin yeni sayısı ne zaman çıkıyor diye soruyor. Sevineyim mi, üzüleyim mi... • Ben biraz uyumaya gidiyorum. Size iyi sabahlar olsun, dergiyi yayımlarsınız.
harictengazel.com twitter: harictenfalan facebook: harictenfalan yazı, çizi ve önerilerizi harictenfanzin@gmail.com adresine gönderebilirsiniz. online dergi: issuu.com/harictengazel
Hayalet Kadına Mektuplar Fahri Küçük
RENK KÖRÜ OLSAYDIM KIZILNEHRI GÖREMEZDIM Kim olduğumu anlatmaya vaktim olmadığı gibi kim olduğunu anlatmanda bir o kadar sıkıcı olacaktır.
hissetti bu avare gönlüm, elimden kayıp giden ve bir su damlacığının tekrar eden aciz serüvenine bürünmeme sebep olan anlarımı.
Hayatın kıyıları, vikipedisinden çok daha fazlasına hakimdir yaşamak sanatının.
Dergi tutan o sihirli beyaz ellerine bakmaktan, ardını dönmene çeyrek kala okuduğum gülümsemen Neptün’den dahi biçare varlığıma ılık ılık tesir ettiğinde hala taş kesilmemek için sebepler var olduğuna inandım.
İstanbul beyefendileri mesleğini sormazmış bilir misin ilk tanıştıkları bütün her kimselerin. Hoş İstanbul beyefendilerinden her toprağa sarılan ruhunu tinselime üflerde gider. Lakin beyefendiliği boğazın derin sularında yitireli kim bilir kaç biz geçirmiştir İstanbul. Demem o ki o eski masalsı İstanbul değildir hiçbir Arnavut kaldırımı ve ben de İstanbullu değilimdir; bir o kadar İstanbullu olduğum gibi. Şimdi bu mektup işi ne alaka diye soracaksın. Çok zamandır yakınlığı sürpriz eleman olan bir sıcaklığım olsun istemişimdir. Aldığım ve verdiğim bunca darbeden sonra bütün hesapları ödeyip şehrinize geldim, yeni bir hayat başlangıcı için. Fakat elimdeki makbuzlar ve yalnız başımla üç pas oynamaktan dahi aciz kaldığım demlerde
Seni uzaklardan tanıdıkça önümdeki her bir karışı klünkle kırmaya karar verdim. Her nehir bir denize ulaşma mücadelesi veriyorsa denizlerinde kibirli tavırlarından vazgeçip nehirlere doğru adım atmaları gerektiğine kanaat getirdim. Bu noktada esas olan değişkenin doğru deniz ve doğru nehrin kavuşup kavuşamayacağıdır ki yaptığım sağlamalar bana ısrarla artık güvensizliğini erit ve bedenini esir alan şu kaya kütlesini kır diye isyan edip, başkaldırdılar. Bu saatten sonra ya sarılmak dindirir sızılarımı yahut koca bir vahanın avuçları arasındaki o esrarengiz çölde yanmak. Çünkü Kızıl, sen de kaybettiğim sol ve romantik solculuk yanlarımı, isyanlarımı, heyecanımı, anarşimi okudum. Bunca varlığımı gördükten sonra hangi çılgın korku sana ulaşma mücadelesinin hazzından alıkoyabilir beni? Hani kitap gibi kadın deyimi vardır ya argomuzda, sen onu Türkçemin kibar yanına kazandırdın. Nitekim beğendiğim kitaplar için sigara paramı feda etmeyi göze alabilecek kadar cesur bir insan olarak, bütün ‘ne alakalık’ cümlelere karşın kapağını kaldırmaya karar verdim. İkimize de başarılar dilerim. Bir garip göçmen 13.12.2015
Yalnızlık Üzerine Öyküler Efrahim Aslan
YAĞMUR’UN SEVMEDIĞI ŞARKILAR Bob’a... Karlı bir kış gecesi bindiğim Sivas otobüsünde, yıllar önce Yağmur’un bana hediye ettiği walkmanı kulağıma takıp bir yandan ona kavuşma hayalleri kurarken bir yandan da başımı yasladığım camdan gözlerimin yansımasını seyrediyordum. Kulağımda Yağmur’un sesine karışmış titrek santur telleri dolanıyordu. “Muhabbet bağında bir gül açıldı, aman aman aman,” diye söze girişti Yağmur. Her bir aman sesi kulağımda defalarca yankılanıyordu. Önümden akan tombul karların ve sönük bir ışıktan ibaret gözlerimin eşliğinde, “Bir derdim var, bin dermana değişmem,” diye cevap verdim ve gözlerimin kapanışını seyrettim. Sabah olduğunda otobüsten inerken walkmanı cebime attım; bagajdan sırt çantamı ve santur çantasını alıp tekrar yola koyuldum. Yeni doğan güneş, seyrek akan karın durmasına engel olamamıştı. Kısa bir araştırmadan sonra İstasyon Caddesi’ni buldum ve gördüğüm ilk çaycıya oturup bir tütün sardım. Önüme çayı bırakan adam, tütünümü ateşleyip, “Hoş geldin yeğenim,” diyerek yanıma oturdu. “Hoş buldum,” diyerek tütünü harladım ve çayımdan bir yudum aldım. “Nereden geliyorsun?” diye sordu. “Belli bir yerim yok,” dedim. “Seyyahım ben.” “Seyyah ne oluyor?” “Sokak müziği yapıyorum, kazandığım parayla da geziyorum.” “Keşke ben de gidebilsem şu amına koyduğumun yerinden,” dedi ve tütünlüğü önüne alıp bir tane kendine sardı. “Aşık olduğum kadını arıyorum ben,” dedim. “Şehir şehir dolanıp çalıyorum, belki ona rastlarım diye.” Neredeyse iki yıl olmuştu yola çıkalı ve iki yıldır kendimi ne bir yere, ne de bir kimseye ait hissediyordum. Sade-
ce Yağmur vardı aklımda. Çaldıklarımda, söylediklerimde, konuştuklarımda, düşündüklerimde… Güneşli günlerde, yağmurlu akşamlarda, karlı gecelerde, sisli sabahlarda… Bir yerlerde az da olsa mutlaka Yağmur vardı ve ben ona ne kadar yakın olduğumu bilmiyordum. İki yıl öncesine kadar Yağmur ile birlikte müzik yapıyorduk. Ben çalıyordum, o söylüyordu. O söylüyordu, ben bir yandan çalarken birçok yandan da onu seyrediyordum. Sıradan bir gözle de değil, uhrevi bir aşkı benimkisi. Böyle bir aşkın kara toprakla dahi bitmeyeceğini ona ima ediyordum. Er geç ona olan aşkımı anlayınca bırakıp gitti beni. Ne zaman gitti, nereye gitti… Gittiği bile aşikar belki. Ama Yağmur yoktu artık. Ne hayatımda, ne İzmir’de… O gitti ve içimde dinmeyen bir kuraklık başladı. Çay ocağına birkaç kişi daha geldi ve hep birlikte bulunduğum masaya çöktüler. Bir yandan çaylarını yudumlarlarken bir yandan da tütünlüğe el koyup birer tane kendilerine sarıyorlardı. Çay ocağının sahibi, “Bu arkadaş da müzik yapmak için gelmiş buraya,” diyene kadar varlığımın farkında değillerdi. “Oo, hoş geldin kardeşim,” diye selam verdi, bıyıklı olanı. “Hangi grupta çalıyorsun?” diye sordu, kirli sakallı olan adam. “Yağmur’un Sevdiği Şarkılar,” dedim. “Yağmur’un Sevdiği Şarkılar…” diye tekrar etti, hafızasını yoklayarak. “Hiç duymadım
Fatih Dalcı bak. Ne tarz çalıyorsunuz?” “Yağmur’un sevdiği her tarzda çalıyorum,” dedim. “Alternatif, deyiş, türkü, bazen arabesk…” “Arabesk iyidir, arabesk çal,” diye onayladı, Bıyıklı. Birkaç saat sonra şehri dolaşmak için kalktığımda; isimlerine ve tabelalarına hiç bakmadığım sokaklara dalarak kaldırımda oynayan çocukları, duvarları, balkonları ve pencereleri seyrederek ağır ağır ilerledim. Girdiğim sokaklara tekrar ve tekrar girdim, gördüğüm çocuklara yeniden gülümsedim ve dalıp gittiğim duvar yazılarına bir kez daha iç çektim. O balkonu görene kadar defalarca dolanıp durdum aynı yeri. Sarı mandalın altındaki, üzerine yeşil boya dökülen ve ne kadar yıkadıysam da geçmeyen siyah beyaz çizgili tişörtümü… Daha doğrusu Yağmur’un ısrarla benden altığı siyah beyaz çizgili tişörtü… Ve yanındaki tahta mandallara asılı Yağmur’un elbiselerini, gizli gizli baktığım sutyenlerini… Uzun bir süre bekledim o balkonun karşısındaki kaldırımın üzerinde. Emin olmak için bekledim. Yan mandallarda asılı olan erkek kıyafetleri, Yağmur’un sevgilisinin mi diye. Daha sonra çantamdaki tütünlüğü çıkarırken kaldırımın üzerindeki silik yazıyı fark ettim: “Her yere yazarım, bir tek sana yazmam,” diye tercüme ediyordu beni, kalkıp tekrar İstasyon Caddesi’ne gitmeden önce. Yolun kenarında bulduğum ilk boş yere çömelip santurumu çıkardım. Santur çantasını önüne koyduktan sonra tahta çubukları elime alıp tellere vurarak bağırmaya başladım: “Vay dünya dünya, yalansın dünya. Vay dünya dünya, fanisin dünya. Can ile cananı alansın dünya. Aşk ile pervane dönersin dünya. YALANSIN DÜNYA!” Bilmiyordum o akşam, fotoğraf makinesiyle videomu çeken adamlardan birinin o gece beni evine davet edeceğini. Bilmiyordum o adamın da müzisyen olduğunu ve yeni bir proje için beni çağırdığını. Bilmiyordum evine gittiğim adamın Yağmur’un kocası olduğunu ve asla tahmin edemezdim Yağmur’un beni gördüğüne mutlu olacağını. İki yıldır Yağmur’u ararken, artık bir ömür Yağmur’dan kaçacağımı asla tahmin edemezdim.
NANE VE PULBIBER ellerimde ufalanıyor bir palyaço makyajı suratındaki korkuyla sığınıyorum son. son cumartesime çekiliyor kanım ve var düşlerim telaşsızım. zira kanatlarım olsa da kanatsızım. bakışsız bir merhaba bu ve birçok benzerine zemin oluşturan anlamsız soğuklar tenimde, cinayet kokusu dilimde, şarap tortusu kanımda, kanımca nefret. tanımsız bir kuşku varken sol tarafım tarafım karanlık. karanlık tarafım ve, tarafım karanlık ve, ve perde.
Orkan Dal
INTIHAR GÜNLÜKLERI III Amaçsız bir şekilde karşı kıyıya gidecek olan, demir yığınına bindim. Üst katına çıktım ve heybeti seyre koyuldum. Demir yığını hareket ettiğinde, bir sigara yaktım. Veda busesi gibiydi, limanı ve geride bıraktığım anlamsız yüzleri öpüyordum; bir başka limanda insanların suratlarına tükürebilmek için. Öptüğüm için üzüldüm, başkalarının suratına tükürmek için gidişime de fena halde bozuldum. Demir yığını, iskeleden ayrıldığını belirten bir sesle topladı kendini. Bir fil ağırlıyla hareketlendi; aynı yerde farklı damlalara sürtünerek. Yolculara bakıyordum, çoğu tedirgin gibiydi. Tedirginlik bulaşıcı olmuş olacak ki, yavaş yavaş tüm yolcularda aynı yüz ifadesinin bir başka şeklini görüyordum. Gülüp geçiyordum. İnsanların sinirleri bozulmuş olacak ki, iki kişi gelip uyardı. Neden, böyle davrandıklarını anlamıyordum. Onlar, mutsuzken ben mutsuzluklarından rahatsız olmuyordum; ben onlardan daha mutsuzdum. Sadece, bu kadar dışavurumculuğun komik olduğunu düşünerek, gülüyordum. Daha fazla burada kalamayacağımı anladım ve koltuklara doğru yöneldim. Bu saatlerde yoğundu ve oturacak 2 ya da 3 koltuk kalırdı. Onlarsa, ya arızalı koltuklardı ya da dış görünüşü dışarıdan pek tekin gözükmeyenlerin yanlarındaki koltuklardı. Orta sıranın en sonunda bir tane koltuk boştu. Yavaşça, yürümeye başladım. Ufak yolculuk esnasında, gördüğüm kadarıyla, bir arızası yoktu; hala ıssız bir adanın nemi vardı üzerinde. Boş olan koltuğun yanında tipi bozuk birini aradım, ama bulamadım. Hoş bir kadın oturmuş, kitap okuyordu. Boş olan kısım, eşine ya da erkek arkadaşına ait olabileceğini düşündüm. Bu yolculuk esnasında, elbet bunlardan fazlası geçmişti. Koltuğun yanına geldiğimde, “ Pardon, burası boş mu, acaba?” diye sordum. Bunu yaparken, sesimde monoton şekilde çıkmıştı ve karşıdaki bunu önemsemeyerek, kibar bir ses tonuyla ve gülümseyerek, “Evet, boş.” dedi ve okuduğu kitabın sayfalarında,
bulunduğu ortamdan uzaklaşarak, yeni serüvenlere doğru yola çıktı. Oturduğum yerden, uçsuz diye nitelendirilen ve beni sonsuzluk denen şeyin sonlu olan her şeyi kapsayan; aslında, sonsuzluğun sonlu olan her şeyin toplamı olarak nitelendirmeme sürüklüyordu. Gözlerimdeki bakış anlamsızlaştıkça, görüntü bulanıyordu. Kafamı, refleks olarak bir saha bir sola savurunca, görüntü eski haline geliyordu. Bu deneyseldi, teorisi çok daha karmaşıktı. Göz bebeğinin açılması,fazla ışığın girmesi, beyinin sağ ve sol gözden aldığı görüntüleri aynı oranda birleştirememesi değişkenleri bu parametrelere dahildi. Kafamı sola çevirdiğimde, kendimi benzerine rastlanmayacak ve filmleri aratmayan bir sahne içinde buldum. Yanımda kitap okuyan kadının, kitabından bir cümleye tamamen odaklanmıştım. Diğer cümleler, diyaframı az açılan bir fotoğraf makinesinin çektiği bir resim gibi objenin dışındaki her şey bulanıklaşmıştı. Cümle, soğuk bir günde, soğuk terletmeye yetecek kadar çarpıcıydı. “ İntihar, muazzam bir cesaret ve disiplin gerektirir.” devam edecek...
İda Altuğlu
MERHEM Yorganın altında, kendi kalemdeyim. Hani kimse kıramazdı seni? Onların olmadığı, kimsenin olmadığı yerde ben başlarım. Seni kelimelere döker, sonunu asla getirmem. Kalbimin en derinine gömdüm seni, her gece bir kat toprak attım, asla gözlerime bakmazdın. Gözlerimde gördüm seni, dünyanın en büyük aynasında yüzleştim seninle. Sen giderken ve yanımdaki bütün gerçekliği silerken, bir sigara dahi yakmadım. Başkalarının dumanlarında tanıdım seni, siman hala kulaklarımı tırmalıyor. Her yerde gördüm seni, hiç bir yere yazamadım. Attığım topraklarda, başkalarının dumanlarında boğuldum, bir tek sesini silemedim ve saçlarını. Küçük çocuklara anlattım seni, biri oyuncak silahı ile elimden vurdu beni. Vurun kolay kolay ölürüm ben, dik duramam, kendimi asla saydırmam. Topraktan çıkan bir el pantolonumu çekiştiriyor, büyük bir çelişki bu, beni aşağıya çekiyor. Zaten en dipteyim bırak da acımı fazlasıyla çekiyim. Asla yükselemedim ben, hiçbir koşulda, hiçbir ortamda. Asla konuşmuyorum, acımı başkalarının acıları ile örtüyorum. Senin merhemin var mı? Lütfen biraz da benim başıma sürer misin? Acımı dindirmez belki ama kanamayı durdurur bir nebzede olsa. Fazla zamanım kalmadı, en kısa zamanda yiyecekler beni, ayaklarımı hissetmiyorum, geldiklerini hissetmiyorum. İlk başta kalbimi yiyin diyeceğim onlara, kalbim çok büyüktür benim belki oradan başlarlarsa, sana rastlarlar. Belki oradan başlarlarsa hemen doyarlar ve ben acılarımla yine baş başa kalırım, seni dinlerim. Unutur iç geçiririm.
Taylan Kiremitçi
BIR TREN YOLCULUĞU Evet, yaşıyorum. Bunun sürekliliği, yaşamak için yeterli. Hafiye gibiyiz, cevabını arıyoruz, sanki suç mahallinde cevap arıyoruz. Suç mahalli bu dünya, suçu işleyen bilinmiyor, Kurban; insan, cinayet aleti; hayat, sürekli sorduğumuz soru, Bu dünyanın ve hayatın insan için anlamı ne? Bağlantılar kurmaya çalışıyoruz. Hafiye gibiyiz, katili siktir etmiş dünya, insan, hayat üçlüsünün aralarındaki bağlantıyı bulmaya ihtiyaç duyuyoruz. Suçlu umurumuzda mı? Yoksa bizim için önemli olan bu suç mahallinde gerçekleşen olay mı daha önemli? Belki de içgüdüsel olarak bu sorguladığımız şeylerin bizi, bizim suçlumuza götüreceğine dair bir kanaate varmışızdır içten içe. Soruyoruz neden varım, neden varlığımı devam ettirmem gerekiyor, bunca drama rağmen neden daha fazla var olmak istiyorum, neden ben zorlandıkça daha çok umut arıyorum, umut gerçekten yaşamamızı devam ettirebilecek bir yakıt mı, ölmekten mi korkup yaşıyoruz, bir gün ölmek için mi yaşıyoruz, bir gün öleceğimiz için mi yaşıyoruz, hayatın bir anlamı olduğu için mi yaşıyoruz, hayatta bir anlam var ve onu bulmak için mi yaşıyoruz? Hepsi boş sorular, gereksizler bence. Bence olay daha basit. Yaşam şöyle bir denklem, var olmak artı başlangıcı belli, sonu belli ölçülerde kestirilebilir ama belirsiz olan bir süreç, eşittir hayat, evet hayat var olmak artı süreçtir, varlığının bir sürecin içinde olmadığını inkar edebilir misin, bir süreç içinde var olmadığını inkar edebilir misin? Tamam ama bunun anlamı ne diye sordunuz ve soru yine hayatın anlamı ne sorusuna geldi. Söyledim ya yaşam denen sürecin içinde var olmak hayatın ta kendisi. Yani anlamı, hayatın anlamı sorusunu bu kadar komplike ve karmaşık hale getiren biziz. Hayatın tanımı, hayatın anlamı aslında. Ben bunu demek istiyorum. Biz hayatın anlamını bulunca bütün dertlerimizden kurtulacağız gibi bir algıya kapılmışız. Bu yüzden, hayatın anlamının bu kadar basit iken karmaşıklaştırmışız. Evet, hayatın anlamının bu anlattığım basit formül olduğunu kabul edersek, hayatın sırrını çözmüş müthiş insanlar olarak nasıl tüm dertlerimizden kurtuluruz, inanır mısınız bu da çok basit. Var olmak, hayatın anlamı ise bu yaşam denen süreçte, varlığınıza ters düşen onu baskı altına alan, strese sokan şeylerden kurtulun. Yaşam denen süreci kısaltacak her türlü olası şeyden uzak durun ama sürecin uzunluğuna dokunmayıp onu hızlandıracak şeylere sarılın, böylece belli bir süreçte daha fazla şey yapmış olursunuz. Bunu şu şekilde benzetebiliriz; 1 saatlik bir tren yolculuğunda trenin içinde gideceğiniz yöne doğru koşmak. Bunu yaparken trenin tüm odalarını gezin, tüm yolcularıyla tanışın, tüm yemeklerini tadın.
Perşembe Günü Öyküleri Kadir Gürdemir
BILETIMIN ÜSTÜNDE KAN IZLERI “Çocuk için de bilet gerekiyor. Almam sizi böyle çıkın sıradan” dedi, duvar suratlı polis. İlk görüşümde anlamıştım zaten çocuğunun olmadığını, olsaydı görürdüm çünkü yüzünde bahar şenliği. “Başka bilet kalmamış, o yüzden alamadık. Rica etsem bu seferlik böyle olsun hem ilk defa geliyor oğlum maça” deyince babam, polis birden babamı süzmeye başladı. Kendinden zayıf ve kısa olduğunu görünce sol kaşı yukarı kalktı. Büyüklüğünü birde bende görmek için bakış attı. Oysa babam, ikinci bileti parası olmadığı için alamadı. Gördüm. Acaba polis fakirliğimize mi gülüyordu? “Bir bilet daha yoksa, ya sen ya da çocuk dışarıda kalır” polisin vicdanını çıkarıp üniformasını giymiş halde söylediği bu sözü, arkada sıra bekleyen abileri sinirlendirdi. Annemin indirimli markete hücum ettiği gibi hızlandı, gönlündeki sevgiyi boynuna atkı olarak takan abiler. Polis copunu çıkarıp vurmakla tehdit etti. Dışarıya kadar gelen marş seslerini duydukça bende abilerimle içeride söylemek istedim ama polis üniformasından öteye gidemiyordum. Korku ve heyecan içinde beklerken yanımıza, bir elinde kulağına bastırdığı cep telefonu, diğer elinde bilet olan biri geldi.
“Tamam, abla hemen geliyorum. Hangi hastane?” babamın omzuna bilet olan elini koyarak “Abicim buyur, sen al çocuğu gir maça” dedi, yardımsever abi. O an abiye, müzik kanallarında birbirine sahilde koşan erkek ve kadın gibi sarılmak istedim, gitti. Bileti polise güler yüzü ile veren babam, elimi sıkıca tutarak merdivenlerin yolunu tuttu. Bir polis vakasına doğru daha ilerlerken karnımın acıktığını hissettim. Polislere suçsuz olduğumuzu kanıtlayınca, babama açlığımdan bahsettim. Elini cebine atıp çok da sesleri çıkmayan paralarıyla oynadı. Taraftar koltuklarına götürdüğünü anladığım merdiven basamaklarının, altında duran seyyar satıcıya doğru ilerledik. Babam yarım ekmek köftenin fiyatını sorunca, adam “Dışarıda ucuza, statta iki katına” dermiş gibi, “On lira, abi” dedi. Babam gözünü, sanki “İçinde köfte olmasa da köftenin damlayan yağı olan ekmek olsa, ne kadar olur?” der gibisine ekmeğe daldırdı. “Baba ben sadece karnımın acıktığını söyledim. Yoksa yemek istemiyorum. Hem annem evde yemek yapmıştır, hem de burası zehirlidir” dedim. Ben öyle cümleler kurunca, babamın bir nefesi kesildi, bir de ciğerine bıçak saplandı. Hissettim. Babam maç başlamadan lavaboya gitmek isteyince, “Ben kapıda beklerim baba, sen gir” dedim. İnanamıyordum rüyalarımda formasını giydiğim takımı, biraz sonra canlı olarak izleyecektim. Birden hareketlenme oldu ve herkes merdivenlerden yukarı çıkıp
Necip Fazıl Say tribün koltuklarına gitti. Babamın tuvaletinin uzun süreceğini düşününce, koşar adımlarla merdivenleri tırmanmaya başladım. Her bir merdiveni çıktığımda kalbimin atış sayısı yan yana gelmiş bir sürü sayı kadar hızlanmaya başladı. Son basamağı da çıkınca karşıma, evde sürekli yüzümü boyadığım yeşil pastel rengi geldi. Bir alt sıraya iniyordum ki hakem düdüğü çaldı. Herkes marş söylemeye başladı. Maç daha yeni başlamışken en sevdiğim oyuncuya top geldi ama kontrol edemedi. Ben her ne kadar babamı unutsam da o beni söylediğimiz marş bitene kadar yakaladı. Maçta çok fazla atak olsa da gol diye bağıran tek kişi olmadı. Devre arasını ve tezahürat edişimi sebep gösterdiğim babamdan, su istedim. Elinde kutuyla dolaşan seyyar satıcı, babamın gel manasındaki el işaretini görünce yanımıza geldi. Seyyar satıcı, çay ve çekirdek de satmaya çalışsa da, babam sadece bir tane su almakla yetindi. Suyu içmeye başladığımda iki takımın oyuncuları da sahaya çıktı. Su şişesinin yarısına geldiğimde zorla içiyormuş gibi karnımı tuttum ki, babam da susarsa benim suyumdan içsindi. Maçın ikinci yarısı çok çekişmeli başladı. Bu yüzden gökyüzünden bir bulut iki kuş geçene kadar karşı takım gol attı. Yediğimiz golün siniriyle çoğu taraftar, koltukları yerinden söküp aşağı atmaya başladı. Arkamı dönüp tam sökülen koltuklardan birine bakacaktım ki bir anda etrafım karardı. Maç gündüz saatlerinde oynanmasa, stadın elektrikleri gitti derdim ama biraz önce bulutlar berraktı. Bir sürü insan aynı anda “Ambulans” diye bağırmaya başlayınca anladım, yaralandığımı. Yanlış hatırlamıyorsam tribüne ilk çıktığımda görmüştüm ambulans aracını, kaleye çapraz biçimde uzak duruyordu. O yüzden yanıma gelmeleri biraz uzun sürdü. Sedyeye yatırılırken tanıyabildiğim, babamın sesi “Keşke getirmeseydim seni oğlum” diyordu. Hastaneye ambulansın ön koltuğunda gelen babam, benim sedyeyle inmemi yıllardır bekliyormuşçasına “Canım oğlum, korkma geçecek. İyileşeceksin” dedi. Sedyem hastanenin içine girdikçe babam daha çok şüphe etmeye başladı. “Baba, bir sakin ol” dedim, “Korkma hiçbir yerimde sakatlık yok. Sen maçı söyle, yendik mi? Şimdiye bitmiş olmalı”. Koridorda “Annem!” diye ağlayan bir abiyi görünce yüzüne dikkatli baktım. Stada girmemi sağlayan kişiydi. Babam “Yendik, oğlum yendik. Hele bi çıkalım buradan da,” dedi hüzünlü ses tonuyla. Beni sedyeyle götürmekte olan hemşireden durmasını isteyip, yardımsever abiye bakarak “Üzülme abi, önce geriye düşsek de sonradan yenmişiz. Haydi, sen de ben de kalkalım da kazanmamızı kutlayalım” dedim.
KADIM DOSTUM IHANET Önemli değil dedikçe önemi azalıyor insanın Güçlü kalınmıyor güçleştikçe yaşananlar Bulunmuyor yapacak bir şey çiftçi halinle Askerlerini vergi almak için gönderen krala Sonum güzel olsun istemiyorum, biliyorum Güzel son istersem, tanrı sonumu Popüler kültür kitaplarınınki gibi sonlandırır Çünkü her gün indiği durak benim Derdin ve tasanın yaptığı otobüs yolculuğunun Artık etkisiz kalır yapılan her devrim Yıkılan güveni tekrardan inşa etmede Suç sayılır yararından emin olduğun her iyilik Kötülerin hakin olarak çalıştığı mahkemelerde İhanet, kalabalığa karışmış bir canlı bombadır Patladığında Orda Doğu’ya çevirir insanın ruhunu Bu çağın sihridir, bir insana inanmak Benzin fiyatlarının sabit kalacağına inanmaktan geçiyor Kadim dostum ihanet nereye gitsem buluyor beni Oysa tanımasın bu sefer diye saçlarımı sağa taramıştım
Tuvalet Kağıdına Notlar Deniz Öztaş
“Ölmekten korkmuyorum. Korkarım, yeteri kadar yaşamadım. Her okulun kara tahtasına yazılmalı: Hayat bir oyun alanıdır – başka bir şey değil.”
HAYAT BIR OYUN ALANIDIR! Bu gerçeklikte bildiğimiz üç boyutta yaşıyoruz ve bu boyutta zaman için de yolculuk ediyoruz. Çoğu zaman bir seçim yaptığımızda geri dönüş olmuyor. Bu sebeple de seçim yapmak bizim zihnimiz için oldukça çelişkili ve zor bir durum haline gelebiliyor. Hayatımıza baktığımızda ise ya onu yapsaydım, ya bunu seçseydik deyip hayaller kuruyoruz. Geçmiş deneyimlerimizle gelecek hakkında tahminlerde bulunmaya ve daha iyi seçimler yapmaya çalışıyoruz. Ancak geçmişe baktığımızda hayatımızla ilgili ne kadar az şey tahmin edebildiğimizi görürüz. Çok ilginç ayrıntılar bizim hayatımızın rotasını belirlemiştir. Sanki dalgaların üzerinde hareket eder gibiyizdir. Kimisi dalgaların etkisi ile savrulur, kimisi sörf tahtasında keyfini sürer dalgaların... Direnmek kontrol etmek mümkün değildir. Ya peki kuantum fizikçilerinin teorilerindeki gibi paralel evrenler varsa, her seçimde başka muhtemel yaşamlar yaşanıyorsa... Hem evlendiysek, hem de bekar kalmışsak, hem memleketinde
kalıp hem de yurt dışında çalışsaydık... En ilginç olabilecek durum ise geleceği gerçekten görebilmek olurdu. O zaman doğru seçimleri yapabilir miydik? Mr. Nobody filminin kahramanı Nemo, gelecekten bazı olayları görebilen ilginç bir çocuktur. İlk ciddi seçimini annesi evi terk edip yurt dışına giderken yaşar... Artık 117 yaşına geçmiş Nemo dünyada kalan son ölümlüdür. Onunla röportaj yapmaya gelen gazeteciye geçmişte yaptığı çok boyutlu seçimleri ve muhtemel hayat versiyonlarını anlatır. “Ölmekten korkmuyorum. Korkarım, yeteri kadar yaşamadım. Her okulun kara tahtasına yazılmalı: Hayat bir oyun alanıdır – başka bir şey değil”
Calibri Yazıları Eda Sağduyu SEÇIMLER Filmin genel teması seçimlerin hepsinin doğru olacağı, her şey kötü gibi gözükse de, her şeyin sonunda olacağına varması... Hayat bir oyun, hedefi olmayan bir oyun. Sonsuz seçimlerin mümkün olduğu, ebedi güçler tarafından yönlendirilen bir oyun... Seçim endişesi yaşamadan oynanırsa keyif alınacak bir oyun... Alan Watts’ın seçimlerle ilgili bakış açısı şu şekilde: “Seçim, bir karara varmadan önce gösterilen tereddüttür. Fikirsel bir sallantı anıdır. Yaptığımız şeyin doğru şekilde mi yapıldığı, doğru şey mi olduğu konusunda sürekli bir şüphe içerisindeyizdir. Kendinden emin olmadığını fark ettiysen, hiç şüphesiz hatalar yaparsın. Kendinden eminsen, yaptığın tamamen yanlış olsa bile bu sana dokunmaz. Kendini bir bulut veya dalga gibi hayal edersen, aslında ne yaparsan yap, asla hata yapamayacağını fark edersin. Bu öz-güvenle, sezgilerine güvenmeyi öğrenirsin. Bu farkındalıkla, seçmediğin yolu telafi etmeye çalışmadan, kendi varlığınla iyi durumda olduğun bir noktaya ulaşacaksın ve kendi cesaretine güveneceksin.” “Yaşanmış tüm bu hayatlar, doğru hayat... Her yol doğru yol... Her şey farklı şekilde olabilirdi ama taşıdığı anlam yine aynı olurdu.” AŞK PLANIN BIR PARÇASI MIDIR? Aşık olan iki çiftin beyinlerinde belli aktiviteler oluşur; hipotalamus etkili bir endorfin salınımı sağlar. Belki de bu üreyip hayatın devamı için gerekli bir fiziksel katalizör gibidir... Filmde çiftlerin birbirini nasıl seçtiğini sorguluyor; bilinmez bir koku mu, fiziksel özellikler mi, annenin gözlerine benzer gözler mi, mutlu bir anı hatırlatan bir şey mi... Aslında her çift birbirini bir şekilde anlayan kişilerdir. Benzer geçmişleri veya travmaları olan çiftler birbirini çeker... Beraberce bu dönemi aşarlarsa geriye sadece saf sevgi kalacaktır... MR. NOBODY Mr. Nobody (Bay Hiç Kimse), ölümden sonra yaşama inanıyor musunuz sorusuna şöyle cevap verir: “Ölümden sonra mı? Nasıl bu kadar var olduğuna emin olabiliyorsun. Biz yokuz.” Her ne kadar filmin bir kurgusu da olsa senarist ve yönetmen Jaco Van Dormael, bu dünyadaki bedenle özdeşleştiğimiz yaşamı sorguluyor. Burada olduğumuzdan, bedenin biz olduğundan, bildiğimiz doğum ve ölümden ne kadar eminiz? Yoksa bir matriks veya matriksilerin içinde bize sunulan oyun veya oyunların içinde roller mi alıyoruz? Yine geldik tek asıl araştırması gerek soruya? “ Gerçekten ben kimim?” “Büyük patlamanın öncesinde ne vardı? Öncelikle şunu görmek gerekiyor ki, büyük patlamanın öncesi diye bir şey olamaz çünkü ondan önce zaman kavramı yoktu. Zaman evrenin genişlemesinin bir sonucudur. Fakat evrenin genişlemesi durduğu zaman ne olacak?”
BIRKAÇ UFAK ISTEK DAHA çok istedim neden istediysem hakim olamadım kendime uzaklara bakan insanları düşündüm hep neler geçtiğini akıllarından onlar da istiyor muydu acaba yoksa ben miydim bencil olan ve biraz da umursamaz aslında umurumdaydı ama hayat değildi o belki de benim değildi sadece ben burada mıydım ki hep burada mı kalacaktım kendimce sorular soruyorum cevaplanamıyorlar bir bilgeyle tanışmak istedim hep karşısına oturup saatlerce onu dinlemek istedim neydi her şey neden vardı ve neden yok olacaktı içten bir gülümsemeyle gözlerime bakmasını istedim ve yavaşça eğilip ‘keşke ben de görebilseydim’ demesini kalkıp gitmek istedim ve orada kalabilmek zaten yaşanmamış mıydı her şey yoksa başlamamış mıydı bile bilemedim, istedim istememem gereken şeyleri vazgeçemedim ben bunlar yalnızca birkaç ufak istek daha
Puxa Vida! Kahkahalar Kralı (The King of Comedy)
“ Bir geceliğine kral olmak, ömür boyu budala olmaktan iyidir.
”