HARIÇTEN GAZEL 25 Kasım 2016 Cuma, Yollu Sayı Haftalık, Elektrikli, Kültür Sanat Dergisi
Kimdir?
ASKERLIĞINI ŞARKICI OLARAK YAPTI! İzmir’de, doğduğu evin duvarında biyografisi yazar Dario Moreno’nun. Birçok albüm yapan, filmlerde, müzikallerde oynayan, ödüller almış büyük sanatkar için yalnızca birkaç cümle yazmaktadır. O birkaç cümlede ise başarıları, eserleri değil, “Askerliğini Konya Orduevi’nde şarkıcı olarak yaptı,” yazmaktadır.
İşte çocukları tacizcisiyle evlendiren gece yarısı önergesini sunan ve imzası bulunan AKP’lilerin sıralı tam listesi; 1-İlyas Şeker 2-Ramazan Can 3-Mücahit Durmuşoğlu 4-Hacı Bayram Türkoğlu 5-Halis Dalkılıç 6-Mehmet Muş Tarih yine bütün bunların hesabını sormayacak.
GĂźnseli Sepici
Hazırlayan: Ebru Yılmaz
18 YAŞINDAN KÜÇÜKLERIN SAÇLARINA GELINTACI DEĞIL PAPATYALAR TAKIYORUM! İzmir’in Hatay semtinde kuaför salonu bulunan Seval Alyürek, çocuk yaştaki kızların evlendirilmelerine olan tepkisini işyerinin camına astığı yazı ile gösterdi. Çocuk gelinlere olan bu tutumunuz nasıl başladı? Çocuk gelinlere yönelik ilk deneyimimi, 12 yıl önce kuaför salonumuza gelinbaşı için Manisa’dan getirilen yaşı küçük bir kızın titrediğini gördüğümde çocuk gelinleri kabul etmediğimi söyledim. O günden sonra gelen küçük yaştaki gelinleri de gelinbaşı yapmayıp geri çevirdim. İlk olarak tepkinizi nasıl gösterdiniz? Bu duruma olan tepkimi göstermek, hemde kuaför salonuma bu tür tekliflerle gelinmemesi için arayışta idim. Sonra iş yerimin camına yazı asmayı düşündüm. Ani bir dürtüyle bulduğum ilk kağıda yazıyı yazıp cama astım. Daha sonra büyük puntolarla hazırlattığım “Çocuk geline hayır! 18 yaşından küçüklere gelin tacı değil papatya takıyorum” yazısını cama astırdım. Bu tutumunuzu insanlar nasıl karşıladı? Yazdığımız yazı sosyal medya üzerinde, yazılı ve sözlü olarak paylaşılmış. Yoldan gelip geçenlerin camdaki yazının fotoğrafını çektiklerini, hatta öz çekim yaptıklarını gördüm ve doğru yolda olduğumu anladım. Yaptığınız bu davranışı insanlara yayma gayretinde bulundunuz mu? Kendim de bu yazının önünde fotoğraf çektim ve sosyal medya hesabımda paylaştım. Beklediğimin üzerinde tepkiler
aldım. Benim çocuk gelinlere karşı olan duruşumu gösteren bu yazı başka illerde ki meslektaşlarımca da sosyal medya hesabında paylaşıldı, büyük destek buldu. Oyun çağındaki kız çocuklarının gelin olması kabul edilir gibi değil. Bugüne kadar birçok kişiyi kapıdan çevirdim ama başa çıkamayınca tepkimi bu şekilde gösterdim. Sosyal medya hesabımdan bunu paylaşmam halinde daha fazla kuaförün ilgi ve dikkatini çeker mi düşüncesinden yola çıkarak Facebook’a da taşıdım. Umduğumdan daha fazlası oldu. Çok sayıda kuaför, kendisinin de böyle bir prensip edindiğini belirtti. Çok sayıda meslek örgütü de bu yazının fotoğrafını sitelerinde, sosyal medya hesaplarında kullanarak dikkat çektiler. Aldığınız güzel tepkilerden sonra şu an nasıl hissediyorsunuz? Doğru bir hareket başlatmanın keyfini yaşıyorum.
O’na Mektuplar
Çalışma Odası
Bir Dost
Ruhun hareketliliği beynin algılayamayacağı duyguları içerirken, gecenin karanlığı ile yüzüme gelen ışık birleşince düşünmeye yelteniyorum. Ay Farkındalık diyorum deliliğin atomudur. Göz Büyümesi Bilincime fazla geliyorsun, en az yarılmış dilimin ucunda kalan tuz zerreleri kadar. Susmak Sana şiir yazmaktan çok yüzene karşı sevdiğimi söylemek isterdim. B. Yaktığım ağıtlara, gözlediğim yollara ve ağzımda kalan sözlere çok mu be içtiklerim. Üzerinde cinayet haberi olan, gazetenin üçüncü sayfasına sararak verir misin bir bira daha? Tekel Sahibi İlk, fen ve teknoloji dersinde tanışmıştık, fabrikaların bacalarından çıkan dumanı temizlediğinle. Ardından, arkadaşlarım aracılığıyla bağ kurduk, babalarının paketinden çaldıkları sarılmış tütün içinde. Ama en samimi olduğumuz zaman, annemin beni terk edişinde oldu. O zamanlar sana tütünün bütün zehrini içime çekmeme izin vermediğin için kızıyordum, hala kızıyorum. Filtre Gözümün karalığı, seninle dertleşirken mora çaldı. Türküleri, dizeleri en sessiz zamanda, göğsümün içine içine sen bağırdın. Ne bıraktın uyumam için ne ilgilendin gülmem için. Şevin
• Dergide yazısının olup olmayacağını, kaplumbağayı çevirerek mi karar vereceğiz yani? • Kardeşim dergide en fazla sansür olur, otosansür yapmak ne? • Lan oku, bir kereden hiçbir zarar gelmez. • Dergiye olan ilgi böyle devam edecekse, seni yakında ofisboyluğa terfi ettireceğiz kirvem. • Bugün ayrı bir boşsun, sanırım bomboşsun. • Kasım ayındayız, yalnızlığın ucundayız. • O sözleri havaya değil kağıda dök. • İyi ki ofisimiz yok, kalemtıraşsız olur mu hiç? • Sen kağıdı yakmakla yetinme, al bakalım şu paketten bir tek. • Sen mi yazdın lan bu yazıyı? 12 yaşında okumayı öğrendiğini söylemişlerdi. • Bizim etimiz ne budumuz ne, “Bu sayı benim köşeyi iki sayfadan hesaplayın,” diyorsun. • Dergimizin kırmızı çizgilerini illa kamu spotu şeklinde mi belirtelim? • Abi bu sayıyı şey yapalım ya, mesela... • Dergi yavaş yavaş cilt olarak çıkmaya gidiyor, vay anasını sayın okuyucular, bu gurur hepimizin! • Yeter artık be, dergi dergi diye bir aydır içmiyoruz. Kalkın bir sahil yapalım.
harictengazel.com twitter: harictenfalan facebook: harictenfalan instagram: harictenfalan yazı, çizi ve önerilerizi harictenfanzin@gmail.com adresine gönderebilirsiniz. online dergi: issuu.com/harictengazel
Hayalet Kadına Mektuplar Fahri Küçük
SOĞUK Havanız çok soğuk. Çok göçtüm, gerek bir mahalleden bir mahalleye, gerek şehirlerarası. Bu sebeple göçmen derim kendime. Lakin hiçbir kara parçasında denize hasret kalmışlığım yoktu. Şehrinize gelene değin. Pek evcimen bir adamımdır aslında. Fakat hayat şartlarını bilmem ama hava şartlarının insanı evden çıkmaz hale getirmesine isyan etmek içimden gelmese içimi kesip atarım varlığımdan. İliklerime kadar donuyorum sokaklarınızda. Bunu esasen pek umursadığım söylenemez. Fakat sen de çok soğuksun. Çorum kadar soğuksun. İç Anadolu kadar soğuksun. Dört bir yanımı kuşatan şu dağlarınızın zirveleri kadar soğuksun. Şimdi diyeceksin ki bu kadar dertlisin de be adam ne diye gönderirsin bu mektupları yılmadan. Geven otunu bilir misin? Geven toprağın üstündeki
petroldür. Sayesinde çobanlar üşümezler. Sayesinde avcılar avı erken bırakmak zorunda kalmazlar. Sayesinde doğa tutkunları soğuk gecelerde dahi dağlara vurabilirler kendilerini. Tabi keşfedebilmişlerse geveni… Ben de senin doğandaki geveni arıyorum. Şayet bulabilirsem ellerimi güneşe uzatıp ovuşturmayı bırakabileceğim. Şayet bulabilirsem ısınabileceğiz. Hayatın bu işteş yanlarına mahkum olmak kırk yıl önceki Bodrum’a sürgün edilmek gibi hissettiriyor. Fakat Bodrum’un bu günlerini görünce umutlanıyorum. Bir küstahlık yapıp senin adına da umutlanıyorum. Ne olur affet kalbimde ılık bir şey var. Soğutamıyorum. Bir garip göçmen.
Yalnızlık Üzerine Öyküler Efrahim Aslan
MINIMAL BIR AYRILIK HIKAYESI VE GEÇEN BIRKAÇ KIŞIN ÖZETI Adam kadını gördü. Sigarayı tutan cılız parmakları titremeye başladı ama soğuktan değil. Kadın adamı gördü, saçları dalgalandı, soğuğun getirdiği rüzgardan dolayı. Birbirlerini gördüler, kadın soğuğun götürdüğü rüzgarlarla beraber gidene dek. Adam, esrarın gevşettiği ağzını gökyüzüne dikti: “Dön,” diye haykırarak. Bu birkaç kış sürdü. “Dön, dön, dön, dön, dön, dön, dön, dön, dön, dön, dön, dön, dön, dön, dön, dön, dön, dön, dön, dön, dön, dön, dön, dön, dön, dön, dön, dön, dön, dön, dön, dön, dön, dön, dön, dön, dön, dön, dön, dön, dön, dön, dön, dön, dön, dön, dön, dön, dön, dön, dön, dön, dön, dön, dön, dön, dön, dön, dön, dön, dön, dön, dön, dön, dön, dön, dön, dön, dön, dön, dön, dön, dön, dön, dön, dön, dön, dön, dön, dön, dön, dön, dön, dön, dön, dön, dön, dön, dön, dön, dön, dön, dön, dön, dön, dön, dön, dön, dön, dön, dön, dön, dön, dön, dön, dön, dön, dön, dön, dön, dön, dön, dön, dön, dön, dön, dön, dön, dön, dön, dön, dön, dön, dön, dön, dön, dön, dön, dön, dön, dön, dön, dön, dön, dön, dön, dön, dön, dön, dön, dön, dön, dön, dön, dön, dön, dön, dön, dön, dön, dön, dön, dön, dön, dön, dön, dön, dön, dön, dön, dön, dön, dön, dön, dön, dön, dön, dön,
dön, dön, dön, dön, dön, dön, dön, dön, dön, dön, dön, dön, dön, dön, dön, dön, dön, dön, dön, dön, dön, dön, dön, dön, dön, dön, dön, dön, dön, dön, dön, dön, dön, dön, dön, dön, dön, dön, dön, dön, dön, dön, dön, dön, dön, dön, dön, dön, dön, dön, dön, dön, dön, dön, dön, dön, dön, dön, dön, dön, dön, dön, dön, dön, dön, dön, dön, dön, dön, dön, dön, dön, dön, dön, dön, dön, dön, dön, dön, dön, dön, dön, dön, dön, dön, dön, dön, dön, dön, dön, dön, dön, dön, dön, dön, dön, dön, dön, dön, dön, dön, dön, dön, dön, dön, dön, dön, dön, dön, dön, dön, dön, dön, dön, dön, dön, dön, dön, dön, dön, dön, dön, dön, dön, dön, dön, dön, dön, dön, dön, dön, dön, dön, dön, dön, dön, dön, dön, dön, dön, dön, dön, dön, dön, dön, dön, dön, dön, dön, dön, dön, dön, dön, dön, dön, dön, dön, dön, dön, dön, dön, dön, dön, dön, dön, dön, dön, dön,
Fatih Dalcı dön, dön, dön, dön, dön, dön, dön, dön, dön, dön, dön, dön, dön, dön, dön, dön, dön, dön, dön, dön, dön, dön, dön, dön, dön, dön, dön, dön, dön, dön, dön, dön, dön, dön, dön, dön, dön, dön, dön, dön, dön, dön, dön, dön, dön, dön, dön, dön, dön, dön, dön, dön, dön, dön, dön, dön, dön, dön, dön, dön, dön, dön, dön, dön, dön, dön, dön, dön, dön, dön, dön, dön, dön, dön, dön, dön, dön, dön, dön, dön, dön, dön, dön, dön, dön, dön, dön, dön, dön, dön, dön, dön, dön, dön, dön, dön, dön, dön, dön, dön, dön, dön, dön, dön, dön, dön, dön, dön, dön, dön, dön, dön, dön, dön, dön, dön, dön, dön, dön, dön, dön, dön, dön, dön, dön, dön, dön, dön, dön, dön, dön, dön, dön, dön, dön, dön, dön, dön, dön, dön, dön, dön, dön, dön, dön, dön, dön, dön, dön, dön, dön, dön, dön, dön, dön, dön, dön, dön, dön, dön, dön, dön, dön, dön, dön, dön, dön, dön, dön, dön, dön, dön, dön, dön, dön, dön, dön, dön, dön, dön, dön, dön, dön, dön, dön, dön, dön, dön, dön, dön, dön, dön, dön, dön, dön, dön, dön, dön, dön, dön, dön, dön, dön, dön, dön, dön, dön, dön, dön, dön, dön, dön, dön, dön, dön, dön, dön, dön, dön, dön, dön, dön, dön, dön, dön, dön, dön, dön, dön, dön, dön, dön, dön, dön, dön, dön, dön, dön, dön, dön, dön, dön, dön, dön, dön, dön, dön, dön, dön, dön, dön, dön, dön, dön, dön, dön, dön, dön, dön, dön, dön, dön, dön, dön, dön, dön, dön, dön, dön, dön, dön, dön, dön, dön, dön, dön, dön, dön, dön, dön, dön, dön, dön, dön, dön, dön, dön, dön, dön, dön, dön, dön, dön, dön, dön, dön, dön, dön, dön, dön, dön, dön, dön, dön, dön, dön, dön, dön, dön, dön, dön, dön, dön, dön, dön, dön, dön, dön, dön, dön, dön, dön, dön, dön, dön, dön, dön, dön, dön, dön, dön, dön, dön, dön, dön, dön, dön, dön, dön, dön, dön, dön, dön, dön, dön, dön, dön, dön, dön, dön, dön, dön, dön, dön, dön, dön, ddön, dön, dön, dön, dön, dön, dön, dön, dön, dön, dön, dön, dön, dön, dön, dön, dön, dön, dön, dön!” Dönmedi.
KIRMIZI’NIN IFADESI *GIRIŞ ne işin var senin burada, söyle haydi, yorma bizi üzerine kalır yoksa bir ayyaşın cinayeti “amirim sayıklıyor bu, kafası mı güzel nedir?” tamam işte, ne diyorsa yazın sonra imzalatın ifadesini ayakta bile zor duruyor ne cinayet işlemesi *IFADE şahidim yoktu işimi olağanca sessiz hallettim umulmadık bir anda izlendiğimi fark ettim bir çocuktu, ufacık ve fazlasıyla korkmuştu elleri titriyordu, öylece donmuştu. hiç farkında değilim gece 11 olmuştu kim bu çocuk? ne arıyor burada? ve daha binlerce soru izmarit’e mezardı artık bu gece bu koru ellerimle boğdum onu, itiraf ediyorum o da artık bu korunun nemli bir dekoru bırakın beni o şerefsiz, hayatımı söndürdü tam hatırlayamıyorum, aralık’ın bir veya dördü küçük caminin altındaki çay ocağında onu gördüm yanına gittiğimde dedi “seninkisi dönmüş” nasıl sevindim anlatamam abi içim o an nasılsa şuan da öyle abi yanıyorum inanmazsan gel bir dokun abi yalvarırım bana inan çok sevdim be abi çay ocağından çıktım, adımlarım hızlandı şimdi nermin’in evindeyim, içim ürperdi ne diyecektim ki şimdi soğuk bir “hoşgeldin”? şeytan diyor çal kapıyı sor “nerdeydin?” ama yapamadım abi gördüm camdan o iti doğru bildin abi evet bizim izmarit’i hala bizim diyorum, hay sikeyim dilimi o an bir şey yapmadım, tuttum kendimi sonrasıysa malum, artık biliyorsun her şeyi.
Orkan Dal
INTIHAR GÜNLÜKLERI V O anda anlamadığım bir sağırlık hakim oldu kulaklarımda. 256 milyon renk arasından sıyrılarak, siyah bir fonun üzerinde beyaz harf dizinleri gibi belirgin bir şekilde “Pardon,” diyerek girdim söze ve devam ettim “Dün de aynı kitabı okuyordunuz. Hala aynı sayfadasınız.” Gözlerini kapattı, ismini bilmiyordum, ilgilenmiyordum da. Bana döndü ve kitabı verdi. “Herhangi bir sayfayı aç,” dedi dramatik bir ses tonu ve parıltısını yitirmiş gözlerle. Rüzgar anlamış olacak ki hoyratlığını kısa bir süre sakladı bizden. Rastgele bir sayfayı açtım. “İstediğin cümleyi oku.” Yine aynı cümleydi.
Sibelius bu çalan.” Dedi. Kulak verdim, işitsel bir halüsinasyondu bu, görkemli keman sesleri yükseliyordu. Gözlerim kan çanağı gibi oldu; belki de kutsal kaseydi gözlerim, asırlar boyu aranan. Basınç gittikçe artıyordu. Kalbim fazla pompa yapıyor, epinefrin de buna destek veriyordu. Bir an, gözlerimin yuvalarından çıkacağını hissettim. Yanaşma sesiyle birlikte keman sesleri yok oldu. Omzumda bir el hissettim. Kendime geldim. Ayağa kalktığımda bacaklarım yeni doğmuş bir ceylan yavrusu gibi titriyordu. Aslında o an düşündüğüm ilk kez morfin alan birinin bacaklarının yaşadığı dumurdu. Adımlar attıkça her şey normale döndü.
“Aman tanrım, bütün kitapta bu cümle mi var?” çatallı bir ses tonuyla “Bütün sayfalarda aynı sayı,” Tok bir sesle ekledi: “Gerçekten de muazzam bir cümle değil mi, cesaret edip, yapması çok zor.” Şaşkınlığımı gizleyemedim. Rüzgarın hoyratlığı yeniden baş gösterdi. Deniz hırçınlaşmış, 10 dakika sonra başlayacak olan yağmur damlaları, bir bıçak gibi düşüyordu. Güvertenin ve üzerindekilerin üzerine. Kısa sayılabilecek bir zamanda herkes yok oldu. Sadece ikimiz kalmıştık. ”Poseidon bu, cezalandırıyor.” dedi. “İnsanlar anlamıyorlar, özgürlükten kaçıyorlar,” dedim. Grinin en koyu tonuna dönen gökyüzüne başını kaldırarak, “Yağmur ıslanmayı bilenler içindir ve ıslanmayı bile çok az kişi var.” dedi. Yakın hissetmiştim kendime. Milyonlarca parametrenin bulunduğu bu değerlendirmede, benimkine çok yakın olan bir düşünceydi bu.
Demir yığınından indikten sonra, eve gittim. Zindan gibiydi içerisi. Dün sabah rahatsız eden güneş, doğmak için batmıştı. Güneşin batmasının anlamsızlığını düşünüyordum.
Ona baktım. Gözlerinin altından, düzenli olarak, dumanlanan biri olduğu anlaşılıyordu. “Peki ya…” Sertçe sözümü kesti; “Saygısızlık etme, muhteşem senfoniyi duyuyor musun,
Uyuyakalmışım.
Olası Ütopyalar Üzerine Şiirler Fatih Ayvalı
Meral Büyükkalkan
ZIFIRI BIR AĞIT
KÜÇÜK KIZIN YARA BANDI MASALI
Hissediyorum, kendimden ayrıldığımı Nasıl olduğunu bilmiyorum Ne kadar daha gider, kırılıyorum Aldatmak gibi yarını, yarınları
Başı ağrıyordu yine her zamanki gibi. Huzurlu muydu, pek bilinmiyor. Her zamanki gibi yatmıştı yatağına, açmıştı müziğini, dinliyordu kafasında kurarak. Düşünüyordu, hem de çok fazla düşünüyordu, delirmişti düşünmekten. Acısını çekiyordu bilmediği bir şeyin, kelimelerle anlatamıyordu onu. Kendi sussa kafasındaki düşünceler susmuyordu, bağırsa sesi çıkmıyordu. Ne yapmak istiyordu, o da bilmiyordu. Sadece etrafa bakınıyordu her zamanki gibi, boş bakışlardı bunlar. Boş bakışların altında yatan derin düşünceler, hissizleştiren düşüncelerdi, biliyordu. Daha fazla düşünüyordu, daha fazla ruhunu çalan şarkılar dinliyordu, eksik olan her şeyi daha da eksiltmeye çalışıyordu. Yapabildiği en iyi şey buydu çünkü zamanında savaştığı bu düşüncelerle artık alay ediyordu. Adeta onları yönlendiriyordu, onlara isim veriyordu. Onlara sevgisini hiçbir zaman verememişti oysaki… Üzgündü kız, herkesi mutlu etmek istiyordu ama başaramıyordu, eğer bir gün onlara sevgisini verirse o günden sonra sevgisinden daha fazlasını istemelerinden korkuyordu kız. Bunu yapamazdı.
Ne zaman bu kadar yabancılaştım Nasıl olduğunu bilmiyorum Hissediyorum, kendimden ayrıldığımı Bir ağıt gibi, beynime yakılan Sahibi olduğum tek şey anılar Zifiri karanlıkta aradım Düşlerimden sızan gerçeği Orada olmayışın gibi Çıplak duygular beslemiştim Nasıl olduğunu bilmiyorum Ne zaman bu kadar yaktı Hissediyorum, alev alıyorum.
Daha fazla sevgi veremezdi, bu sefer de üzmüş olurdu, herkesi üzdüğü gibi. Herkese acı çektirdiği gibi onlara da acı çektirirdi. Kimsenin artık onun için acı çekmesini istemiyordu kız, sadece dinlenip huzurlu kalmak istiyordu. Tek istediği şey huzurdu. Başaramadı. Yine cevap olumsuzdu, yine kız çıkmaz sokakta koştururken duvara toslamıştı. Oysaki orada duvarın olduğunu biliyordu ve bunu bile bile daha hızlı koşturdu. Daha hızlı ve daha hızlı... Kendini durduramıyordu. Kız her tosladığında yaralar oluşuyordu vücudunda. Kızın yarası vücudu olmuştu, korkmuyordu, hiçbir şekilde korkmuyordu çünkü acı çekmesi gerekiyordu ve bir gün karar vermişti. Bu yaralarını yara bandı ile kapatacaktı. Kız yara bandı aradı, bulamadı. Kız, insan buldu. Yara bandı sandı, kız yapıştırmaya çalıştı, insanlar ise yaralarının kabuklarını soyarak daha fazla acı çektiriyor, iz bırakıyorlar ve gidiyorlardı. Kızın vücudu yok olmaya başlamıştı. Yara bandı olarak kullandığı her insan ondaki parçaları çalmaya başlamıştı. Biri kolunu, diğeri bacağını, öteki kalbini, başka biri kafasını… Kız hiç olmuştu. Kız bitmişti.
Bir Kadını Ağlatmanın 101 Yolu Çağla Çavdar
METIN “Üşüteceksin..” dedi Metin, fısıldar gibi. “En azından terliklerini giy çıkarken. Çıplak ayakla gezince başına gelenleri benden daha iyi biliyorsun.” Zahide, başka bir adamın sesini duymayı bekler gibi, hayal kırıklığıyla baktı kapının ardından onu izleyen adama. Bu bakmak olamazdı. Bunun adı ancak izlemek olabilirdi. Bakma eyleminin anlamsızlığını Metin’den evvel öğrenmişti Zahide, onu, ayaklarının soğuktan morardığını fark edecek kadar iyi ve çok izleyen bir adamla ilk kez karşılaştığından, ikisi arasındaki farkı daha iyi biliyordu. “Biliyorum..” “Dur sana terlik getireyim. Karın ağrısından sızlanıp duracaksın sonra.” “Metin..” Biraz buruk çıktığından sesi, yani bastırmak adına o zavallı sesi çakmak sesiyle. Duyulmamış kılmak için, demem o ki silinsin gitsin diye hemen. Avuç içinde sakladığı sigarasını yakıp devam etti konuşmaya Zahide: “Gelsene biraz.” Yarı şaşkın, yarı sevinçli oturuverdi ıslak zemine, Zahide’nin yanına. Metin.. Adam onu izlemeye devam ediyordu. Zahide ise bu bakışlarla her karşılaştığında, şimdiye dek gölge gibi, silik, hani bir pelerinle kapanmış gibi üstü, görünmezlik pelerini. Şimdiye dek hep böyle yaşadığını düşünüyordu. “Niye tuttun beni Metin?” Adam seyretmeye devam ediyordu. Çünkü Zahide’nin bu sorularının, meraktan değil de isyandan, kızgınlıktan olduğunu bilecek kadar iyi tanıyordu onu. Çünkü ona bir duvara ya da boş bir caddeden hızla geçen arabalara bakar gibi değil, uzun bir manzarayı seyre dalar gibi bakıyordu. Bu yüzden onu izlediğini kimseden gizleyemiyordu. Zahide’nin gözlerindeki mezarlığı, çayı kahvaltıda şekersiz, yanında yiyecek bir şey yoksa iki şekerli içtiğini; utanınca parmaklarıyla oynadığını, yalan söylerken gözlerini kaçırdığını, ve kendisine aşık olmadığını bu seyirler sayesinde öğrenmişti. Yine de bu bir soru cümlesi olmuş olsaydı, verecek bir cevabı yoktu. Beni neden tuttun Metin?
“Bak Metin, ben vebalıyım. Mutsuzum. Hani sen uzun uzun beni izliyorsun ya geceleri, biliyorum. Odama giriyorsun, yatağımın başından gitmek bilmiyorsun. Biliyorum çünkü ben uyumuyorum Metin. Çünkü bulduğum ilk boşlukta ben yine buraya geleceğim. Ben bu intihar için yirmi sekiz yıl bekledim...” “N’olur sus, Zahide. Deme.” “Neden peki? Madem bu kadar seviyorsun beni, arkamdan da atlayabilirdin. Beni neden tuttun Metin? Ben bu intihar için yirmi sekiz yıl bekledim.” Metin gözlerindeki yaşları silerken, karşısında dimdik duran buzdağına baktı. Tüm bunları söylerken sesi bile titremeyen bir duvar. “Yarın belediyeyi arayayım bari. İki ay oldu tamir etmediler şu sokağın köşesindeki lambayı. Karanlıkta ürküyor insan oradan geçerken..” Zahide ikinci sigarasını da yaktı. “Her gece başımda bekleyemezsin Metin. Ayrıca orası kestirme yol. Bu mahallede o yolu bir tek ben kullanırım, o yüzden iki aydır yanmadığını kimse fark etmedi. Şikayet etsen de seni ciddiye almazlar..” Yağmur dindi. “Boşuna uğraşıyorsun. Gerekirse bi yirmi sekiz yıl daha bekleyeceğim ama eninde sonunda atlayacağım. Yapma. Tutma beni.” Elindeki patikleri Zahide’ye giydirirken, bu sefer onu izlemek yerine ta gözlerinin içine baktı: “Bak Zahide, ben kimsenin onarmadığı, fark etmediği o sokak lambasıyım. Sen ise kimsenin geçmediği o dönemeç. Benim şu dünyada tek vasfım, o dönemeci aydınlatmak. Bırak, var olduğumu hissedeyim. Bırak aydınlatayım seni. Sen atlamak için geldinse bu dünyaya, ben de tutmak için gelmişim. Sorma artık. Nedeni yok işte. Bin kere denesen atlamayı, ben bininde de tutacağım seni.”
Nahoş Ekrem
Necip Fazıl Say
BIR FINCAN ACI KAYFE VE ÇEŞITLI ŞEYLER ÜZERINE
KADIN ÖLMEK Bir kadın kendine bakıp İçinde bir değirmen görmeli Dünyayı öğütüp durduğu Bir kadın nerden baksan Bütün dünyayı doğurmuştur Ben en çok öyle kadınları severim Bir erkek düşünceli olup Bir bankayı soymayı düşünmeli Bir kadını değil Tüm erkekleri nerden baksan Bir kadın doğurmuştur Ben de cinsiyeti insan olan bir erkeğim
I. Sille Bir düğün havasının yasını yaşarken doyumsuz insanoğlu, hiç var olmamış gibi yaşayan sokak insanı üşür. Yavaş ol, ağır ilerle, düzgün yürü. Hayatın mevzusunu öğrendikten sonra sıkıcı gelen her şey yün kazak gibi darlar seni, şarap gibi ısıtabilir de edebiyatına bağlı. Klişe yok, konuşurken düşündüğün ne varsa o olur, kollarını bırak görelim onları. II. Sille Bir devletlûnun arz endamı boy verir korkulu yürekte. Çay içsek de geçmeyen iç sıkıntısının arz-talep dengesini mahvetmesinin açtığı çaydanlıktaki derin izler... Kıymet bilmez çağ, ev terlikleriyle düzeysiz dostluk tutmuş. Sistematik gürültü mest etmiş kondüktörü, her çuf çuf zevk eşiği. Miras değil üretim ilişkilerinin el değiştirmesi aslında
III. Sille Ritmin hepliği durmaz yaşamın üşengeç embriyolarını itip vızır vızır bi yola attı. Aksayan felsefe bir fincan acı kayfeye eşdeğer içildikçe kafa açan bir teori, üstelik şeker de atabiliyorsun, müthiş buluş!
İllustrasyon: Tuğçe Cütcü
varlık. Ötesi teferruatın biraz daha azı...
Tuvalet Kağıdına Notlar Deniz Öztaş
“Hırstan kurtulmayı öğrenmelisin. Hiçbir şeye aldırmamalısın. Zihnini özgür bırakman için kendi içini boşaltmalısın.”
BEYAZ TAVŞANI IZLE! “Hiç rüyada olduğundan ya da uyandığından kuşkuya düştüğün oldu mu?” Yaşadığın hayatı bir rüyaymış gibi hissettiğin oldu mu? Hayatını, sanki otomatik pilota bağlıymış gibi yaşadığın anlar? Yapmayı hiç istemediğin şeyleri yaparken, öte yandan arzu ettiğin şeyleri de bir türlü yapamadığın oldu mu? İçindeki bir ses, ‘Beyaz tavşanı izle’ diyor mu? Tüm bildiklerinin aksine şeyler yapmaya itmiyor mu? Her ne kadar, başka türlü yorumlayanlar olsa da, Matrix bir uyanış hikayesidir. Bizleri uyandıracak ise doğru soruları sormaktır. Matrix, şu anda yaşadığımız dünyayı temsil etmektedir. Gerçek sandığımız bu sistem; ailemiz, toplum, inançlarımız, kültürümüz ve alışkanlıklarımız üzerine kurulmuştur. Tüm bu etkenler, duygu ve düşüncelerimizi belirler. Bilim adamlarının da ispatladığı gibi çoğu duygu ve düşüncelerimizin üzerinde hiç bir etkimiz yoktur. Bu şekilde yaşarken, özgür irade illüzyondan başka bir şey değildir. “Kaşığı eğmeye çalışma, bu imkansız. Sadece gerçeği algılamaya çalış... Aslında kaşık yok. O zaman eğilenin kaşık
değil, kendin olduğunu anlarsın.” Kuantum fizikçilerinin buluşları oldukça etkileyicidir... Her maddenin yapı taşını incelediğimizde zaman ve mekan ortadan kalkar... Geriye sadece enerji ve ilişkiler kalır. Kuantum fiziğinin ortaya çıkardıkları, bir çok kişi veya topluluk tarafından halı altına süpürülmüştür. Matrix filminin kahramanlarından Morpheus’un da bahsettiği gibi bu sisteme bağımlı bir çok kişi vardır ve bu sistemi sonuna kadar savunacaklardır.
Diyelim ki, bir an için uykuda olma ihtimalini kabul ettik ve sorgulamaya hazırız. Hem de bilimsel olarak... Buna körü körüne inanmak durumunda değiliz. İnanç, gerçekleri gördüğümüzde gereksiz hale gelecektir, çünkü emin olduğumuz gerçekler hakkında şüphe duymayız... İnanmamıza gerek kalan bir şey yoktur. Öncelikle rüyanın baş kahramanını sorgulayalım. Bu ‘ben’ dediğimiz kişiyi nasıl tanımlarız? Mesleğimiz, memleketimiz, cinsiyetimiz, ırkımız, kültürümüz, tuttuğumuz takım, ailemiz ve ait olduğumuz diğer sosyal topluluklar... Bu kişi gerçek midir? Tüm bu verilere nasıl ulaşıyoruz? Cevap çok basit: Hepsi belleğimizdedir... Yani fiziksel olarak beynimizde kayıtlıdır. Tüm alışkanlıklarımız, duygu ve düşüncelerimiz, beynimizde belleğin depoladığı bilgi ve deneyimlere dayalıdır... “Gerçek nedir? Gerçeği nasıl tanımlarsın? Eğer hissedebildiğin, koklayıp, tadıp, görebildiğin şeylerden söz ediyorsan, ‘gerçek’ beyne iletilen elektrik sinyallerinin yorumlanmasıdır.” Bebekliğimizden itibaren, beynimiz bizim için yararlı olabilecek bilgileri hafızamıza doldurur. Beynin tek bir amacı vardır: Bedeni hayatta tutmak... Acılardan kaçınırken korkuyu kullanır, haz peşinde koşarken ise arzuyu... Hayatta kalmak için en önemli faktörlerden biri de aidiyettir. Ancak topluluk halinde yaşıyorsak hayatta kalırız. Aidiyet ihtiyacı, insanlara evrimsel bir mirastır. Bu sebepten ötürü, aile, toplum, takım, okul, meslek, arkadaşlar grubuna ait olmak son derece kritiktir. Büyüdükçe beden ve belleğimiz ile özdeşleşmek bizim için olağan bir durum haline gelir. Böyle görmüşüzdür, bu kurallar çerçevesinde eğitilmişizdir. Ancak bunlar, çoğunlukla kontrol edemediğimiz, beynimizdeki elektrik sinyallerinden başka bir şey değildir. Başlangıcı ve sonu vardır. Yok olmaya mahkumdur. Peki tüm durumu gözleyen kimdir? Kimdir bu dinamikleri fark edip, aksi şekilde davranabilen? PERDE VE KIRMIZI HAP “Hayatın boyunca hissettin. Dünyada ters giden bir şeyler var. Ne olduğunu bilmiyorsun ama orada. Gerçeği görmemen için dünya, bir ‘perde’ gibi önüne çekilmiş sanki... Köle olduğun gerçeği. Herkes gibi bir kalıba doğdun, bir hapise. Aklın için bir hapis. Ne yazık ki, kimseye Matrix’in ne olduğu anlatılamaz. Bunu kendin görmelisin.” İşte bu noktada Neo, kırmızı hapı yutar... Kendi
kendine idrak etmeye başlar. Gerçek, öyle masalsı, destansı bir şey değildir. Katman katman rütbe alınan ulvi bir statü de değildir. Ya uyanıksındır, ya rüya görmeye devam ediyorsundur. Rüyada uyanmak hakkında konuşabilirsin, rüyada iyilik yapmaya, aydınlanmış bir egoya sahip olabilirsin, ancak uyku uykudur... PERDENIN KATMANLARI Neo, Matrix’de Süpermen gibi takılırken, Matrix dışında uyanmış ve seçilmiş kişi olarak yaşamaktadır. Zion şehrinin ise Platon’un mağara metaforunu andıran bir durumu vardır. Herkes sözüm ona uyanıktır, ancak aralarında daha ulvi ve rütbeli uyanmışlar vardır. Filmin en ilginç sahnelerinden biri ise Neo’nun Matrix’in dışında bir sentineli eli ile durdurduğu sahnedir... Matrix’in dışındadır ve nasıl insanüstü bir güce sahip olur? Bu Mimar’ın açıklamaları ile netliğe kavuşur. “Yaşamın, Matrix programından kaynaklanan bir denklemin dengesiz sonucundan ibaret. Bütün samimi çabalarıma rağmen kesin matematiksel doğrulun uyumundan yok edemediğim bir anormallik sonucu sen oluştun. Matrix sandığından daha eski. Aslında temel bir anormallikten bir diğeri doğuyor. Bu durumda, bunun altıncı kez olduğunu söyleyebiliriz... Seçilmiş kişinin görevi şimdi kaynağa dönmek. Böylece taşıdığın şifre geçici olarak yayınlanıp ana programa yeniden girecek. Sonra Zion’u yeniden inşa etmek için 16 kadın, 7 erkek seçeceksin...” Neo hala uykudadır! Hepsi bir senaryodan ibarettir. Birine veya birilerine taptığımız, birinin bizi kurtarmasını beklediğimiz bir senaryodur bu... Neo gözlerini kaybeder. Bir seviye daha derine iner. Ancak tamamen gerçeği görememiştir... Mimar ve Kahin hala iş başındadır. İnsanların kendini daha özgür hissedecekleri daha tehlikeli bir senaryonun gelme ihtimali yüksektir... “Zihnini özgürleştirmeye çalışıyorum, ama sana sadece kapıyı gösterebilirim. Kapıdan geçecek olan sensin.” Matrix’in orijinal senaryosundan daha sonra çıkartılan bir cümle: “Hırstan kurtulmayı öğrenmelisin. Hiçbir şeye aldırmamalısın. Zihnini özgür bırakman için kendi içini boşaltmalısın.”
Puxa Vida! Yeraltı (Zeki Demirkubuz)
“
Sevgili Generalim Cevdet Bey! Pardon, Cevat Bey ve kadirşinas yalakaları! Şunu iyi bilin ki; gösteriş budalası insanlardan, gösterişli laflardan, gösterişin kendisinden hiç hoşlanmam! Bu, bir… Kibirden, kendini beğenmişlikten, “Bütün bu dağları ben yarattım” havalarından, süslü kişiliklerden nefret ederim! Bu, iki… Yalakalardan, yalakalıktan, yalakaca edilmiş laflardan ve davranışlardan da nefret ederim! Bu, üç… Dördüncüsü… Gerçeği, içtenliği ve samimiyeti çok severim. Ve Dostoyevski’nin dediği gibi; gerçeğin, her şeyin üstünde, zavallı egoların bile üstünde tutulmasını isterim. Arkadaşlığın, karşılıklı, açık sözlü ve yalansız olanı için canımı veririm! Evet buna bayılırım Sayın Generalim! Arkadaşlık, hassaslık ve incelik isteyen bir iştir; öyle kabalığa, özensizliğe, alaycılığa gelmez! Daha ne söyleyecektim… Neyse, niye uzatıyorum ki? Yine de şerefinize Sayın Generalim! Güle güle gidin İstanbul’a. O kahpe Bizans’ı bizim için fethedin! Oradan da sürün atınızı batıya, Viyana’ya. Nobel’di, Oscar’dı ne bulursanız getirin Ankara’ya! Şerefinize Sayın Generalim! Şerefinize!
”