ISSN 2146-3069
Esra ÖZ
Nilüfer AYKAÇ KONGAR
Kağan KONGAR
Dernekler Branşlara Ufuk Açar
Işığın Efendisi Olmak
Kişisel Bilgilerin Güvenliği ve İnternet
1 I Toraks Bülteni
Aralık 2015
İçindekiler
Kapak resmi: René Magritte
4
Editörden
6
Dernekler Branşlara Ufuk Açar
Levent AKYILDIZ
Esra ÖZ
10
İşte Örnek Evrensel Tavır: Özgürlük Yoksa Bilim de Olmaz
12
Solunuma Bağlı Meslek Hastalıklarının Önlenmesinde Solunum Koruyucu Seçimi ve Önemi
Jonathan R. COLE
Dalım DÜNDAR YAVUZ Türk Toraks Derneği Adına Sahibi Arzu YORGANCIOĞLU Sorumlu Yazı İşleri Müdürü Zühal KARAKURT Editör Levent AKYILDIZ Editör Yardımcıları Ayşe Bilge ÖZTÜRK Filiz Çağla UYANUSTA KÜÇÜK Yayın Kurulu Toraks Medya İletişim Grubu toraks_medya@googlegroups.com Türk Toraks Derneği Adres: Turan Güneş Bulvarı, Koyunlu Sitesi No: 175/19 Oran - Ankara Telefon: +90 312 490 40 50 Faks: +90 312 490 41 42
Yayıncı İbrahim KARA Yayın Yönetmeni Ali ŞAHİN Yayın Yönetmeni Yardımcıları Gökhan ÇİMEN Dilşad GÜNEY Yayın Koordinatörleri Esra GÖRGÜLÜ Ebru MUTLU Betül ÇİMEN Nihan GÜLTAN Zeynep YAKIŞIRER Mali İşler Koordinatörü Veysel KARA Proje Koordinatörü Hakan ERTEN Proje Asistanları Büşra KALKAN Duygunur CAN Grafik Departmanı Ünal ÖZER Neslihan YAMAN Kübra ÇOLAK İletişim: Adres: Büyükdere Cad. 105/9 34394 Mecidiyeköy, Şişli, İstanbul Telefon: +90 212 217 17 00, Faks: +90 212 217 22 92 E-posta: info@avesyayincilik.com Yayın Türü: Yerel Süreli Basım Tarihi: Aralık 2015 Basım Yeri: ADA Ofset Matbaacılık Tic. Ltd. Şti., Litros Yolu, 2. Matbaacılar S. E Blok, No: (ZE2) 1. Kat Topkapı, İstanbul, Türkiye Telefon: +90 212 567 12 42
14
MYK Toplantılarında Neler Oluyor?
15
Türk Toraks Derneği Kış Okulu
16
Farkına Varın... Bir Çocuğun İmmün Yetmezlik Hastalığı ile Yaşlanması
Pınar ATAGÜN
Dursun Ali KABA
Murat ERGİNSOY
20
G20 Devlet Başkanlarına ve Hükümetlerine Çağrımızdır: İnsan Sağlığı için Harekete Geçin, Temiz ve Sürdürülebilir Enerji Kaynaklarını Seçin! Temiz Hava Hakkı Platformu, Türkiye
22
Her Şey Sermaye İçin Sevgilim
24
Işığın Efendisi Olmak
OSMAN ELBEK
Nilüfer AYKAÇ KONGAR
Dr. Annik Rouillon Anısına (1929-2015) Yeşim YASİN
Biz Kuş Muyuz Yoksa Tavuk Mu? Mustafa ÇETİNER
Prometheus’un Hediyesi; ATEŞ* Süda TEKİN KORUK
Amok! Amok! Amok!.. Haluk ÇALIŞIR
Mahşerin Bir Kısrağı: Tomris Uyar Hepgül ÖZDEMİROĞLU
Kişisel Bilgilerin Güvenliği ve İnternet Kağan KONGAR
Konuşmanın Evrimi Emel KURT
Ramazzini’yi Düşünmek... İbrahim AKKURT
İçimizdeki Sürrealizm(!) Buğra KERGET
Nemrut’un İzinde Gamze ASLAN
Tuba Liman Anısına Salih TOPÇU
Çetin Altan’ın Anısına
30 32 34 36 38 40 45 48 50 52 54
Editörden Levent AKYILDIZ
Hayatın çeşitli yönlerinden renklerle, yazılarla, hüzünler ve giderek az bulduğumuz sevinçlerle yine merhaba... Magritte gerçeküstü sanatın değerli adlarından... Öpücük /The Kiss başlıklı çalışmasına bülten kapağında yer verdik... Umarız ki çağrıştırdıkları gerçeküstü beklentiler olarak kalmaz... Edip Cansever’in şiiri ile sevgi ve selamlarımızla...
MENDİLİMDE KAN SESLERİ Her yere yetişilir Hiçbir şeye geç kalınmaz ama Çocuğum beni bağışla Ahmet Abi sen de bağışla Boynu bükük duruyorsam eğer İçimden öyle geldiği için değil Ama hiç değil Ah güzel Ahmet abim benim İnsan yaşadığı yere benzer O yerin suyuna, o yerin toprağına benzer Suyunda yüzen balığa Toprağını iten çiçeğe Dağlarının, tepelerinin dumanlı eğimine Konya’nın beyaz Antebin kırmızı düzlüğüne benzer Göğüne benzer ki gözyaşları mavidir Denize benzer ki dalgalıdır bakışları Evlerine, sokaklarına, köşebaşlarına Öylesine benzer ki Ve avlularına (Bir kuyu halkasıyla sıkıştırılmıştır kalbi) Ve sözlerine (Yani bir cep aynası alım-satımına belki) Ve bir gün birinin adres sormasına benzer Sorarken sorarken üzünçlü bir görüntüsüne Camcının cam kesmesine, dülgerin rende tutmasına Öyle bir cıgara yakımına, birinin gazoz açmasına Minibüslerine, gecekondularına Hasretine, yalanına benzer Anısı işsizliktir Acısı bilincidir 4 I Toraks Bülteni
Bıçağı gözyaşlarıdır kurumakta olan Gülemiyorsun ya, gülmek Bir halk gülüyorsa gülmektir Ne kadar benziyoruz Türkiye’ye Ahmet Abi. Bir güzel kadeh tutuşun vardı eskiden Dirseğin iskemleye dayalı -- Bir vakitler gökyüzüne dayalı, derdim ben -Cıgara paketinde yazılar resimler Resimler: cezaevleri Resimler: özlem Resimler: eskiden beri Ve bir kaşın yukarı kalkık Sevmen acele Dostluğun çabuk Bakıyorum da simdi O kadeh bir küfür gibi duruyor elinde. Ve zaman dediğimiz nedir ki Ahmet Abi Biz eskiden seninle İstasyonları dolaşırdık bir bir O zamanlar Malatya kokardı istasyonlar Nazilli kokardı Ve yağmurdan ıslandıkça Edirne postası Kıl gibi ince İstanbul yağmurunun altında Esmer bir kadın sevmiş gibi olurdun sen Kadının ütülü patiskalardan bir teni Upuzun boynu Kirpikleri Ve sana Ahmet Abi Uzaktan uzaktan domates peynir keserdi sanki Sofranı kurardı Elini bir suya koyar gibi kalbinden akana koyardı
Cezaevlerine düşsen cıgaranı getirirdi Çocuklar doğururdu Ve o çocukların dünyayı düzeltecek ellerini işlerdi bir dantel gibi O çocuklar büyüyecek O çocuklar büyüyecek O çocuklar... Bilmezlikten gelme Ahmet Abi Umudu dürt Umutsuzluğu yatıştır Diyeceğim şu ki Yok olan bir şeylere benzerdi o zaman trenler Oysa o kadar kullanışlı ki şimdi Hayalsiz yaşıyoruz nerdeyse Çocuklar, kadınlar, erkekler Trenler tıklım tıklım Trenler cepheye giden trenler gibi İşçiler Almanya yolcusu işçiler Kadınlar Kimi yolcu, kimi gurbet bekçisi Ellerinde bavullar, fileler Kolonyalar, su şişeleri, paketler Onlar ki, hepsi Bir tutsak ağaç gibi yanlış yerlere büyüyenler Ah güzel Ahmet Abim benim Gördün mü bak Dağılmış pazar yerlerine benziyor şimdi istasyonlar Ve dağılmış pazar yerlerine memleket Gelmiyor içimden hüzünlenmek bile Gelse de Öyle sürekli değil Bir caz müziği gibi gelip geçiyor hüzün O kadar çabuk O kadar kısa İşte o kadar. Ahmet Abi, güzelim, bir mendil niye kanar Diş değil, tırnak değil, bir mendil niye kanar Mendilimde kan sesleri. Edip Cansever Aralık 2015 I 5
Dernekler Branşlara Ufuk Açar Esra ÖZ
Branşınızın oluşum tarihi ile ilgili bilgi verir misiniz? Tıp tarihi açısından ele alır mısınız? Göğüs Hastalıkları branşının 19 Ocak 1949 yılında İç Hastalıkları Anabilim Dalından ayrılması ile ilgili görüşme Veremle Savaş İstişare Komisyonu Toplantısında başlamış, 12 Şubat 1949 da tüzük değişikliği ile veremle ilgilenen Ftizyoloji Bölümü 3 yıllık eğitimi ile ayrı bir Anabilim dalı olmuştur. 28 Aralık 1955 “Tababet İhtisas Nizamnamesi’nde” göğüs hastalıkları uzmanlığı yalnız tüberkülozu değil bütün akciğer hastalıklarını kapsayacak şekilde “Göğüs Hastalıkları” adı ile ayrı bir dal olarak tanımlanmış ve eğitim süresi 4 yıla çıkarılmıştır. 17 Ağustos 1962’de yeni Tababet Uzmanlık Tüzüğünde adı “Göğüs Hastalıkları ve Tüberküloz (Ftizyoloji)” olarak tanımlanmıştır. 5 Nisan 1973 de “Ftizyoloji” ibaresi isimden çıkarılmıştır. 31 Aralık 2009 da “Göğüs Hastalıkları” adını almış ve uzmanlık eğitim süresi olarak belirlenen 5 yıl değiştirilerek 4 yıl olarak belirlenmiştir. Ülkemizde 64 Üniversite ve 4 Göğüs Hastalıkları Eğitim ve Araştırma Hastanelerinde uzman hekim yetiştirilmektedir.
Derneğin kuruluş hikayesi ile üye sayınız ve faaliyetleriniz hakkında bilgi verir misiniz? Türk Toraks Derneği üç yıllık çalışma sonunda Aralık-1992 de kurulmuştur. Ülkemizin dünya standartlarında bir göğüs hastalıkları derneğine ihtiyacı olduğunu düşünen başta Prof. Dr. Y. İzzettin Barış ve Doç. Dr. Ali Kocabaş olmak üzere, o dönemde ülkenin birçok genç uzman ve kıdemli hocaları, çeşitli vesilelerle bir araya gelerek dernekleşme toplantıları düzenlemişlerdir. Bu süreçte daha sonra Adana’da düzenlenen bir Tüberküloz çalıştayı ile tüm kurucu ekip bir araya gelerek, kuruluş son aşamasına gelmiştir. Derneğimizin 4467 üyesi olup Türkiye’nin en büyük göğüs hastalıkları uzmanlık derneğidir. Derneğimiz Şubelere (15 Şube) ve il temsilciliklerine (81 İl temsilcisi) bölünerek
6 I Toraks Bülteni
Türkiye’deki tüm üyelerine ulaşmayı hedeflemiştir. Bilimsel faaliyetlerini göğüs hastalıkları ile ilgili 18 çalışma grubu oluşturarak devam etmektedir. Yılda bir Kongre, bir sempozyum, onlarca eğitim kursu, dünya günleri, halk bilinçlendirme çalışmaları ve Şubelerin aylık bilimsel ve sosyal etkinlikleri ile faaliyetlerini sürdürmektedir. Uluslararası platformda, dalı ile ilgili ülkemizi en iyi şekilde temsil etmekte, birçok konuda liderlik etmektedir. Basılı eğitim materyalleri arasında dergiler, kitaplar, rehberler, cep rehberleri, hasta eğitim serileri bulunmakta ve üyelerine ücretsiz ulaştırmaktadır.
Türkiye’de tıpta uzmanlık dernekleri misyonlarını yeterince yerine getirebiliyor mu? Değilse neden? Pek çok derneğin bu misyonu yeterince yerine getiremediğini düşünüyoruz. Bunun için çok iyi bir örgüt yapısı, demokratik ve şeffaf bir yönetim gerekmektedir. Sadece hastalık alanında değil koruyucu hekimlik, üyelerin özlük haklarını savunma, kamu sağlığı politikalarına katkıda bulunma ve uluslararası arenada var olma bunlar için gereklidir. Türkiye’de Göğüs Hastalıkları için değerlendirecek olursak derneğimizin misyonlarını yerine getirme açısından aynı kulvardaki derneklerden bir adım önde olduğunu söyleyebiliriz.
Yeterlilik sınavlarını nasıl yapıyorsunuz? Türkiye’de Göğüs Hastalıkları Uzmanlık Dernekleri bir araya gelerek “Board” sınav yönetmeliği ile her yıl göğüs hastalıkları kongrelerinde yazılı ve pratik uygulama ile sınav yapmakta, eğitim veren hastanelerin akreditasyonunu sağlamaktadır. Türk Toraks Derneği (TTD) ve Türkiye Solunum Araştırmaları Derneği (TUSAD) tarafından ortaklaşa olarak 2000 yılında kurulan Türk Göğüs Hastalıkları Yeterlik Kurulu (TGHYK), Türkiye’de göğüs hastalıkları uzmanlık eğitimini iyileştirmek, düzeyini yükseltmek, uluslararası ve ulusal standartlara uygun hale getirmek amacıyla Türkiye’de kurulan üçüncü yeterlik kuruludur.
Yeterlilik sınavları da TGHYK tarafından yürütülmektedir. 2002 yılından beri her yıl yapılmaktadır. Türk Göğüs hastalıkları Yeterlik sınavı, yazılı ( test ) ve uygulamalı sınav olarak iki bölümden oluşmaktadır. OSKE sitem bazlıdır. Ayrıntılı bilgi http://www.tghyk.org/?p=hakkinda web sayfasından edinilebilir.
Yeterlilik sınavı ile ilgili aktif bir uygulamanız var mı? Bu zamana kadar kaç kişi yeterlilik sınavını başarıyla tamamladı? Yeterlilik sınavları ile ilgili ayrıntılı bilgiye http://www.tghyk.org/?p=hakkinda web sayfasından ulaşılabilir. TGHYK Yeterlik (BOARD) belgeli uzmanların listesine http:// www.tghyk.org/?p=uzmanlar linkinden web sayfasına gidilerek ulaşılıp yıllara göre ulaşılabilir. Bugüne kadar toplam 202 kişi sınava girerek yeterlik belgesi almıştır.
Ulusal müfredatınız hakkında düşünceniz nedir? Müfredatınızı yeterli buluyor musunuz?
Eğitim veren kurumların müfredatınızı tam olarak uyguladığını düşünüyor musunuz? Giderek azalan asistan sayısı, artan iş yükü eğitimin kalitesini bozduğunu düşünüyoruz. Eğitim kurumları, sağlık hizmetini vermek için eğitimden ödün vermek zorunda kalabiliyor. Uzmanlık eğitimi verilen her kurumda bu müfredatın uygulandığının garantisi yoktur. Ancak 2015 yılından bu yana TGHYK eğitim kurumlarına eğitim akreditasyonu vermektedir. Bugün alanımızda 7 kurum bu akreditasyon belgesini almaya hak kazanmıştır.
Uzmanlık eğitiminin sonunda tüm yeni mezunlar aynı standartta mezun olabiliyor mu? Her asistan aynı eğitimi alamıyor, her kurumda göğüs hastalıkları ile ilgili bütün üniteler olmayabilmektedir.(Tüberküloz servisi, uyku laboratuvarı, yoğun bakım, bronkoskopi-EBUS üniteleri, onkoloji, alerji bölümleri gibi). Yeni bölümler açılmasında bu konulara dikkat edilmesini öneriyoruz.
Tıbbiyelilerin ve doktorların bu branşı tercih etmeleri için neler önerirsiniz?
TGHYK tarafından 2003 yılında ilk ulusal çekirdek müfredat hazırlanSolunum hastalıkları tedavi edici mış ve Bakanlığa sunulmuştur. Temolduğu kadar koruyucu hekimlimuz 2005’de ülkemizde uzmanlık ğinde uygulanacağı, ufak cerrahi eğitiminin durumu ve mevcut sogirişimlerin olduğu, invaziv tanı ve runları belirlemek amacıyla, göğüs tedavi metodlarının uygulandığı gehastalıkları uzmanlık eğitimi veren lişime ve yeniliğe çok açık bir brankurumlara yönelik bir anket çalışştır. Görülme sıklığı nedeniyle de ması yapılmış ve bu çalışma eğitim Dünya Sağlık Örgütünün öncelik görmekte olan uzmanlık öğrenciverdiği 4 hastalık grubundan birine lerini de kapsayacak şekilde Şubat odaklanmıştır. 2009’da tekrarlanmıştır. Bu anket çalışmaları, eğitim ortamı, eğitici Gelecek 20-30 yılda ortalama ömür sayısı ve nitelikleri, eğitim prograuzamakta ve sigara içme oranları mı ve değerlendirme yöntemleri yüksek, ayrıca iç ve dış ortam hava açısından uzmanlık eğitimi veren kirliliğini artıracak şekilde termik Türk Toraks Derneği Başkanı kurumlar arasında büyük farklılıklar santraller vb. kurulması solunum Arzu Yorgancıoğlu bulunduğunu göstermiştir. Gerek sistemi hastalıklarının artmasına ulusal gereksinimler, gerekse HERneden olacak. Bu hastalıklar sakatMES ve diğer uluslararası standartlık ve ölüme neden olma özelliğine lar dikkate alınarak Nisan 2007’de, Göğüs hastalıkları uzmanlarının sahiptir o nedenle göğüs hastalıkları uzmanlarına gereksinim artahakkında bilgi sahibi olmaları gereken tüm konu başlıklarının liscak genç meslektaşlarımızın bu alanı seçmelerini öneririz. tesi ve uzmanlık eğitiminin tamamlanmasıyla elde edilmiş olması gereken yetkinlik listesi ve düzeyleri tanımlanmıştır. Nisan 2009’da Bu branşın hekimleri, hasta ve hasta yakınlarından da bu konu başlıklarının ve günlük klinik pratik için gereken diğer neler bekliyor? niteliklerin nasıl öğrenilmesi, öğretilmesi ve değerlendirmesini de Göğüs hastaları, yaşam kaliteleri için uygulanan tedavi yöntemlerine ve hayat boyu takip gerecek hastalıklarında göğüs hastalıkları kapsayan “UZMANLIK EĞİTİM PROGRAMI” oluşturulmuştur. hekimlerine çok ihtiyaç duyacaklardır. Hekimlere, mesleğe saygı Ulusal müfredatımız uluslararası müfredatı da gözetecek ve ülöncelikle beklenen bir davranış olmakla birlikte uzun ve zor bir kede göğüs hastalıkları alanında sorunları kapsayacak şekilde eğitimin ardından hastanın hekimine inanması da iyileşme yolungüncellenmiştir şu anda ki kapsamı yeterlidir. Müfredat yeterli da en büyük adımdır. olmakla birlikte bu eğitimi verecek öğretim üyesi dağılımından bağımsız üniversitelerin ve göğüs hastalıkları anabilim dallarının Kronik hastalıklar öncelikle iyi bir hekim-hasta ilişkisi gerektirir açılması söz konusudur. TTD, çeşitli kurs ve okul etkinlikleri ile Bu da karşılıklı güven ve işbirliği ile mümkündür. . Genelde hekimlik, özelde göğüs hastalıkları uzmanlığı uzun bir eğitimden sonra bu eksiklikleri tamamlamaya çalışmaktadır.
Aralık 2015 I 7
icra edilen meslekler, öznesi insan olan bu meslekte hastalarımızın bizleri sağlıklarını koruyan ve sağlıklarının güvende olması için fedakarlıkla çalışan kişiler olarak görmeleri bizlerin mesleğimizi gönül rahatlığıyla yapmamıza katkı sağlayacaktır.
Bu branşın hekimlerinin yaşadığı en büyük sorunlar nelerdir? Tüm branşlarda olduğu gibi ülkemizdeki sağlık sisteminden kaynaklanan sorunları biz de alanımızda yaşıyoruz. Aşırı iş yükü, performans sisteminin öncelenmesi, araştırma görevlisi eksikliği gibi. Diğer branşlar arasında hekimlerin özlük haklarında (performans, işlem puan sistemi) yeterince yer bulamadığımızı düşünüyoruz.
Derneğimizin genç hekimlere yönelik mezuniyet sonrası eğitim amacıyla uzmanlık öğrencilerine yönelik “kış okulu”, uzmanlarımız için sürekli mesleki gelişim kapsamında “mesleki gelişim kursu, “yaz kampı” uygulamaları düzenli olarak yapılmaktadır. Genç araştırmacılar için araştırma alt yapısını destekleyen eğitimler, “yurtdışı eğitim bursu desteği”, kongre katılım destekleri bulunmaktadır.
Bu alanda yapılan yeni bilimsel çalışmalardan çarpıcı örnekler nelerdir?
Göğüs Hastalıkları alanında yaşanan sağlık çalışanı sorunları ülkemizde sağlık ortamında yaşanan sorunlardan azade değildir. Sağlıkta şiddet sonucu birçok meslektaşımız katledildi. Özlük haklarımız erozyona uğradı, çalışma koşullarımızın kötü olması nedeniyle birçok meslektaşımız mesleği bırakma noktasına geldi.
Yaşam Süresi çok kısıtlı, yaklaşık 2,5-3 yıl arasında olan iki hastalıkta, İdiopatik Pulmoner fibroz (akciğer katılaşması) ve pulmoner arteryel hipertansiyonda (akciğer yüksek tansiyonu) son 10 yılda hastalığın oluşma mekanizmaları ve tedavileri konusunda önemli gelişmeler meydana geldi. Zor astım olgularında da tedaviye giren ve girmek üzere olan pek çok yeni ilaç mevcuttur. Yine akciğer kanserinde hedefe yönelik tedaviler gelişti. Tüberkülozda tanıyı hızlandıran yeni yöntemleri takip ediyor ve uyguluyoruz.
Branşınızın günümüzdeki çalışmalarını nasıl değerlendiriyorsunuz? Son gelişmeler nelerdir?
Kongreleri düzenlerken özellikle nelere dikkat ediyorsunuz?
Göğüs Hastalıkları alanında tüm tıp alanında olduğu gibi umut verici gelişmeler olmaktadır. Bu gelişmelerin çoğu tanı ve tedavi yöntemleri hakkındadır ama akciğer kanseri, KOAH, tüberküloz, astım gibi sık görülen göğüs hastalıklarının ana nedenleri olan sağlıkta eşitsizlik, sağlığın sosyal bileşenleri konusunda da çalışmalar devam etmektedir. Branşımız gelişime çok açık, pek çok alanda yeni tanı ve tedavi yöntemlerinin uygulandığı bir branştır. Göğüs Hastalıkları ile ilgili umut verici çalışmalar özellikle akciğer kanserinde erken tanı, kronik havayolları hastalıklarında yeni ilaçlar, Tüberkülozda erken tanı testleri, yeni ilaçlar sayılabilir.
Branşınızın geleceğini nasıl değerlendiriyorsunuz? Branşımızı önemsiyoruz, çünkü akciğer sağlığını tehdit eden sosyo ekonomik problemler, endüstrileşmeden kaynaklı olumsuz iklim ve çevre değişiklikleri gelecekte akciğer hastalıklarının çeşitlenmesine ve sık görülmesine neden olacaktır. Bu nedenle göğüs hastalıkları alanının önemini artıracağını düşünüyoruz.
Yurt dışındaki derneklerle ortak çalışmalar yapıyor musunuz?
Kongrelerimizde dalımızla ilgili yeni bilgilerle birlikte sahada çalışan uzman hekimlerin bilgilerini güncellemelerini, sosyalleşmelerini hedefliyor, asistanlarımızın bilimsel etkinlikler de bildiri hazırlayarak sunmalarına ortam hazırlıyoruz. Yurtdışından konusu ile ilgili önemli konuşmacıları da davet ediyoruz. Kongremizin ana oturumlarında akciğer sağlığını olumsuz etkileyen kitlesel etki yaratan risk faktörlerine (Hava kirliliği, iklim değişiklikleri, biber gazı, maden kazaları vb.) dikkat çekici oturumlar gerçekleştiriyoruz. Yurtdışından konusu ile ilgili önemli konuşmacıları da davet ediyoruz. Asistan ve bildirisi olan uzman hekimlerimize burs sağlıyoruz.
Sağlık haberleri hakkındaki düşünceleriniz nelerdir? Sağlık haberlerinin her zaman doğru kaynaktan aktarılması gerektiği düşüncesindeyiz. Ne yazık ki yazılı ve görsel basında özellikle de sosyal medyada zaman zaman bilgi kirliliği, yanlış yönlendirmeler mevcut olabilmektedir. Bu bilgilerin alanına sahip çıkan uzmanlık derneklerinden ya da onların belirteceği yetkin hekimlerden alınması çok önemlidir.
Dünya Sağlık Örgütü (WHO), Dünya Kronik Havayolu Hastalıkları Kontrol ve Önleme Programı (GARD), Avrupa Solunum Derneği (ERS), Amerikan Toraks Derneği, Avrupa Allerji Derneği ve Orta Doğu Bölgesi dernekleri gibi birçok sağlık örgütü ve dernekle çalışıyoruz.
Biz de TTD olarak hastalara akciğer hastalıkları ve sağlığı konusunda anlaşılır ve doğru bilgiyi düzenli bir şekilde ulaştırabilmek için bir halk sayfası kurduk. Bu siteyi kurduğumuz 19 Aralık 2014 den beri 120 472 farklı kişi sitemizi ziyaret etti. Kurumsal web sayfamızın da ayrıca yurt dışından takibi için İngilizce versiyonu da mevcuttur.
Yurt dışındaki çalışmaları nasıl değerlendiriyorsunuz? Sizce örnek alınacak çalışmalar var mı? Varsa nelerdir?
Gazetecilerden branşınızla ilgili ne gibi konulara dikkat etmelerini bekliyorsunuz?
Misyon ve vizyonumuza uygun çalışan derneklerin alanımızla ilgili çalışmalarını izliyor ufuk açıcı olanlarını ülkemiz koşullarına adapte ederek uygulamaya çalışıyoruz.
Derneğiniz genç hekimleri nasıl destekliyor? Bu arkadaşlarımız bizim geleceğimizdir. Kongre ve toplantılarımıza pek çok tıp fakültesi öğrencisi bildiri sunarak katılmakta, öğrenci kongrelerine biz de aktif olarak katılmaktayız.
8 I Toraks Bülteni
Alanımızla ilgili konularda haber yapmadan önce mutlaka bize danışmalarını arzu ediyoruz. Bizim hastalıklarımız toplumsal farkındalığı mutlaka gerektiren hastalıklar bu alanda birlikte yürümeyi ve halk sağlığı için birlikte çalışmayı arzu ederiz.
Sağlık iletişimi alanında çalışmalarınız var mı? Varsa detaylandırabilir misiniz? Derneğimiz bir basın danışmanı ile çalışmaktadır. Yöneticilerimiz ise sağlık iletişimi konusunda eğitim almışlar ve almaya de-
vam etmektedirler. Bu konuda sağlık iletişimi profesyonelleriyle proje hazırlıklarımız devam ediyor bizi izlemeye devam edin.
Ayrıca kendi üyelerimizle iletişimimizi artırmak için de üye-
Sosyal sorumluluk projeleri hazırlıyor musunuz?
Nefesle Başlar isimli twitter hesabımız da var. Twitterde ta-
Evet, sosyal sorumluluk projesi olarak yılbaşında ve 23 Nisanda ilk ve orta öğretim okullarına kitap bağış kampanyaları düzenledik.
kipçi sayımız 1769. ERS’de tüm kongre boyunca atılan tweet-
Ayrıca halkımızda KOAH farkındalığını artırmak adına bir KOAH farkındalık kampanyasın düzenledik. Temiz hava hakkı platformunun üyesiyiz. Ayrıca çok yakın zaman Akciğer sağlığı ve hastalıkları hasta derneği kurulmasını sağlamak için destek veriyoruz. Ülkemizde bu konuda çok ciddi bir eksiklik mevcut. Mevcut hasta dernekleri de idealden uzak. Kurulmasını desteklediğimiz derneğin yönetiminde biz yer almayacağız. Her aşamada destek vereceğiz.
Sosyal medyada ne gibi etkileşimde bulunuluyor? Bu alanda ne gibi planlarınız var? Halka bu bilgileri ulaştırabilmek için kurduğumuz “Hayat Nefesle Başlar” Facebook sayfamızın da 22275 beğenisi mevcut.
lerimize kapalı bir facebook sayfamız var. Aynı şekilde Hayat
lerde dernek hesabımız 6. oldu, ERS kendisi de 5. idi. En aktif 2. dernek olduk.
İletişim bilgileriniz nelerdir? Türk Toraks Derneği Genel Merkezi Turan Güneş Bulvarı, Koyunlu Sitesi No: 175/19 Oran - Ankara Telefon: 0312 490 40 50 Faks: 0312 490 41 42 E-Posta: toraks@toraks.org.tr * Türk Toraks Derneği Başkanı Prof. Dr. Arzu Yorgancıoğlu ile yapılan mülakat Esra Öz ile Sağlık Gündemi köşesinde yer almıştır. http://www.toraks.org.tr/news.aspx?detail=2752
Aralık 2015 I 9
İşte Örnek Evrensel Tavır: Özgürlük Yoksa Bilim de Olmaz Jonathan R. COLE “Üniversite, bir görevlisinin fikirlerini açıklamasına veya davranışlarına karşı, bunlar yargının alanına girse bile müdahale etmeyebilir. Verilecek karşılığı, hal ve şartlar belirler.” Prof. Edward Said, 2000 yılında Lübnan sınırındaki bir İsrail karakoluna taş atınca, Columbia Üniversitesi’ndeki öğretim üyeliğine son verilmesini isteyenler olmuştu. Bunun üzerine Rektör Jonathan R. Cole, akademik özgürlük çerçevesinde Said’i savunan bir yazı kaleme almıştı. Bu yazı, Columbia Üniversitesi Öğrenci Konseyi’nin, Profesör Edward Said hakkında bir süredir kampüs içinde yürütülen tartışma hakkında yönetimin tavrını ifade etmesi isteğine Rektör Rupp ve kendi adıma vereceğim yanıttır. Bugüne kadar böyle bir yanıt vermek konusunda pek gönüllü değildim. Çünkü bu tartışmanın başından bu yana, Columbia’nın sahip çıktığı değerlerin iyi bilindiğine, sarih olduğuna ve yeniden teyidinin de gereksizliğine inanıyordum. Ne var ki, bu yazıyı yazacağım, çünkü büyük bir üniversitenin varlık koşulu olan temel ilkeleri hafızalarda tazelemenin yarar getireceği zamanlar olur ve sanırım bu da öyle bir zaman. Fakülte üyelerinin sahip olduğu haklar ve güvenceler üniversite yönetmeliğinin, Columbia’daki ‘akademik özgürlüğün’ ele alındığı 70. maddesinde ifade edilir. Şöyle ki: ‘Akademik özgürlükten kasıt, bütün öğretim görevlilerinin, sınıflarında konularını tartışırken özgür olmalarıdır; bu özgürlük, araştırma ve bu araştırmaların sonuçlarını yayımlama özgürlüğünü de içerir. Öğretim görevlileri fikirlerini 10 I Toraks Bülteni
ifade etmelerinden veya özel ya da kamusal alanda kurdukları ilişkilerden dolayı üniversite tarafından cezalandırılmaz; ancak akademik konumlarından kaynaklı özel yükümlülükleri olduğunu da anımsamalıdırlar.’ İfade polisi gibi davranamayız Said’in faaliyetleri de, diğer öğretim görevlileri gibi, bu akademik özgürlük ilkeleriyle güvence altındadır. Columbia’da bir ifade yasası olduğuna inanmadığımız gibi, ifade polisi gibi davranmayı da reddederiz. Şimdi Said’in bir ülke sınırının ötesine taş attığı şu ünlü fotoğrafa gelirsek: Bildiğime göre taş belirli bir insana yöneltilmiş değil; herhangi bir yasa ihlal edilmiş değil; bu konuda herhangi bir dava açılmış değil; Said aleyhine herhangi bir cezai veya sivil girişimde bulunulmuş da değil. Elimizde söylenti nevinden, kulaktan dolma bilgiler ve bir dizi iddialar var ki bunlar Said tarafından kendi ifadesinde reddedilmiştir. Said’in güvence altında tutulan türden bir ‘fikir beyanı ve ilişki’ ile iştigal halinde olduğuna inansak da inanmasak da, ortada üniversitenin el atmasını gerektiren bir durum yoktur. Kaldı ki, hakkında ABD’de veya başka bir ülkede dava açılmış olsaydı bile, üniversitenin kendi kuralları itibarıyla Said’in cezalandırılması söz konusu olmayabilirdi. Kısacası, üniversite, bir görevlisinin fikirlerini açıklamasına veya davranışlarına karşı, bunlar yargının alanına girse bile müdahale etmeyebilir. Karşılığı, hal ve şartlar belirler. Aynısı öğrencilerimiz için de geçerlidir. Mesele eğer gerçekten de bir sınırdan öteye, açıkça kimseyi tehdit etmeyen bir taş fırlatmaksa, bunu iyisi mi bir ke-
nara bırakalım. Ancak aslında tartışma, bir taş fırlatmaktan ziyade, üniversitenin yapısına-bünyesine ilişkin daha esaslı başka bir şeye işaret ediyor. Çünkü bana öyle geliyor ki, Said’in gayet iyi bilinen siyasi görüşleriyle, bu tartışmanın bu kadar hararetli ve bitmek bilmez bir hal alması arasında bir bağ var. İşte bu bağdır ki, büyük bir üniversitedeki temel değerlerin tam kalbine değiniyor. Ne olursa olsun Bir üniversite için, bireyin siyaseten baskın bir ideolojinin titreten-felç edici etkisinden korkmaksızın, görüşünü ifade etmekte kendisini özgür hissetmesinin güvence altında olmasından daha temel bir ikinci şey yoktur. John Stuart Mill, ‘On Liberty’ (Özgürlük Üzerine) adlı eşsiz makalesinde, bize hoş gelmeyen fikirlerin ifade edilebilmesini desteklememizin özgürlük kavramı açısından niye çok önemli olduğunu belagatle ortaya koyar ki o fikirler bizim fikrimize aykırı olabilir veya fikrimizi tehdit eder görünebilir: “Eğer tüm insanlığın, farklı düşünen tek bir kişiyi susturmasını haklı buluyorsanız, gün gelip o tek kişinin iktidarı ele geçirdiğinde tüm insanlığı susturmasına karşı çıkmaya da hakkınız olmaz...” (On Liberty, Chapter II, p.23 of the Robson edition of John Stuart Mill A Selection of His Works) Fikirler, sınıf içinde veya dışında kamusal ifade buldukça anlam taşır; bazı fikirler bize çirkin gelebilir, ‘doğruluk’ mefhumumuza aykırı düşebilir, yargılarımıza veya kabullerimize meydan okuyabilir, ama ne olursa olsun akademik düzenimizin temel yapısını tehdit etmedikçe güvence altında olmaları gerekir. Gerçek tehdit Bu nedenle, Said’in etrafında süregiden son tartışma da bizi rahatsız etmemelidir; yeter ki tartışma özgür fikir alışverişine zincir vurma veya Profesör Said’e yaptırım uygulama çanlarını içerir hale gelmesin. Hepimizi ve akademik özgürlüğü tehdit eden işte tam da Said’in ifade özgürlüğünü ya da eleştirilerini sınırlama düşüncesinin kendisidir. Öğretim üyelerimizin görüşlerine yönelik bu tür kısıtlamaların, bu üniversitenin saygın bir özelliği açısından uzun süreli olumsuz etkileri olabilir: Bu özellik, çoğunluğun kabul edilemez görebileceği fikirlere karşı hoşgörü göstermektir. Columbia olarak biz, McCarthy döneminde bile, diğer kurumların yaptığı gibi, farklı siyasi görüşleri bulunan profesörlerimize kısıtlama uygulamak veya onları işten uzaklaştırmak doğrultusundaki baskılara ve telkinlere boyun eğmedik; bugün de ifade özgürlüğünü güvence altına alan tutumumuzdan geri adım atmayız.
Said’e özel değil Bunun nedeni, üniversitede profesör olduğu için Edward Said’in güvenceli bir konumu bulunması değil, hayır. Akademik özgürlükten yararlanmak söz konusu olduğunda profesörlere mahsus hiçbir özel uygulama yoktur. Burada herkes aynı güvenceye sahiptir, Said’den ne fazla ne az. Said bir profesördür, çünkü kendi akademik alanında bir devdir; kendi dalında apayrı bir alan açmıştır. Çalışmaları ve fikirleri üzerine kitaplar yayımlanmıştır ve başka üniversitelerde hakkında dersler verilmektedir. Öğrencileri ve arkadaşları dünyanın bütün önde gelen üniversitelerinde saygın görevlerde bulunmaktadır. Said, en önde gelen hümanistlerden ve entelektüellerden biridir. Said, bir Columbia Üniversitesi profesörüdür, bu bizim en yüksek akademik derecemizdir ve kendisi bu mevkiye sadece bilimsel ve eğitsel katkıları nedeniyle gelmiştir. Onun politik görüşlerine atıfla, Columbia’daki sıfatının uygun olup olmadığını, çalışmalarının değerini sorgulamak, Said’i üniversitemizin önde gelen akademisyenlerinden biri olarak görmemize dair bakış açısını yitirmekten başka bir anlama gelmez. Bu son tartışma, hatta Said’in buradaki görevinden uzaklaştırılması yönünde tek tük öneriyle de birlikte, akademik çalışmanın kalbinde yatan gerçek değere duyduğum inancı daha da güçlendirdi. Eğer Said’in özgürce yazma ve konuşmasını güvence altında tutmayı reddedeceksek, bir sonraki bastırılanın kim olacağını da, kimin fikirlerini çekinmeden ifade edeceğini belirleyen engizisyon üyesinin kim olacağını da şimdiden düşünmeye başlamamız yerinde olmaz mı? Öğrenciler için de geçerli Columbia’da öğretim üyeleri ile öğrenciler için farklı farklı belirlenmiş davranış kuralları vardır. Ne var ki, ifade özgürlüğünü içeren akademik özgürlük söz konusu olduğunda, bir öğrenciye sunulanla Said’e sunulan güvenceler açısından bir fark yoktur. Nasıl Said meselesinde ifade ve eylem özgürlüğünü savunuyorsam, öğrencilerin haklarını da aynı şekilde savunurum. Ve Said hakkında üniversitenin uygulayacağı herhangi bir yaptırım olduğuna inanmadığımı da ifade etmek isterim. Öğrenciler ve öğretim görevlileri benim de pek doğru bulmayabileceğim şeyler yapabilirler, ancak üniversitenin otoritesini asla bir dizi fikri, o sıra yönetsel pozisyonları işgal edenlerin fikirlerine uymaya zorlamak yönünde kullanmam. Aralık 2015 I 11
Solunuma Bağlı Meslek Hastalıklarının Önlenmesinde Solunum Koruyucu Seçimi ve Önemi Dalım DÜNDAR YAVUZ İşyerlerinde, olumsuz çalışma şartları nedeni ile pekçok işle igili hastalık ve meslek hastalığı bulunmaktadır. Meslek hastalıkları nedeni belli olan ve önlenebilir hastalıklar olup, iyi bir risk analizi ile mücadele etmek mümkündür. Çalışma ortamını ve çalışanları bir arada izlemek, tehlikeleri ve önlemleri belirlemek, risk derecelendirme ile önceliklendirmek ve öncelik sırasına göre de aksiyonların alınmasını sağlamak önemlidir. En son aşama olan kişisel koruyucu donanımların seçimi ve kullanımı, bu çalışmaların bir parçası iken çoğu zaman yanlış tercih ve kullanım söz konusudur. Kişisel koruyucu donanımlardan olan solunum koruyucu donanımlar, solunuma bağlı meslek hastalıklarının önlenmesinde yardımcıdır. Solunum koruyucuların seçimine geçmeden önce çalışma ortamındaki havada olabilecek kirletici tiplerini inceleyelim. Havadaki kirleticiler; partikül (toz, sis, duman) ve/veya gaz,
12 I Toraks Bülteni
buhar olabilir. Ya da oksijen yetersizliği ile karşı karşıya kalınabilir. Toz, katı maddelerin, taşlama, parçalama, kesme gibi işlemlerle daha küçük parçalara ayrılması veya hammadde olarak bulundurulup kullanılmasında ortaya çıkar. Sis, spreyleme gibi işlemler sonucunda havada asılı kalan partiküllerdir. Duman, bir metal ya da plastiğin erimesi sonucu oluşan partiküllerdir. Gazlar ise katı veya sıvı malzemelerden kaynaklanabilen ve havada rahatça yayılabilen maddelerdir. Örneğin, kaynak sırasında açığa çıkan kaynak gazları. Oda sıcaklığında katı ya da sıvı halde bulunan maddelerin gaz fazındaki halleri ise buhardır. Örneğin benzin deposunun dolumu sırasında açığa çıkan koku petrol buharıdır. Bazı gazlar havadan ağır olup, yerde yüksek konsantrasyonlarda birikime sebep olarak, büyük tehlike oluştururlar. İyi kalitede hava %21 oksijen, %79 azot ve diğer gazlardan oluşur. Oksijen ye-
tersizliği, havada yeteri kadar oksijenin bulunamamasından dolayı ciddi sağlık sorunlarına sebep olur. Pek çok kaynağa göre %19,5 oksijen, yeterli bir seviyedir. Ancak bu seviyenin altında solunum koruyucu donanımlar kullanılamaz. Bu tehlikeler çalışma ortamında belirlense bile, risklerin farkında olamayabiliyoruz. Mesela, partikül oluşumuna sebep olan spreyleme işlemi bitirildiğinde, pek çok kişi partikül tehlikesinin ortadan kalktığını düşünür, çünkü partikülleri göremezler. Akciğerlere ulaşabilen partiküller ise gözle görülemez. Belirli şartlar altında, farklı çaplara sahip partiküllerin havada asılı kalarak yere düşme süreleri farklıdır. Gözle görülemeyen ancak akciğerlerin derinliklerindeki alveollere kolaylıkla ulaşabilen, örneğin 5 mikron çapındaki partikülün 1,5 metreden yere ulaşma süresinin yaklaşık 36 dakika olduğu bir ortamda hava akımı da düşünülürse partiküllerin uzun süre sözkonusu çalışma ortamında havada asılı olarak bulundukları düşünülmelidir.1 Solunum koruyucularının seçiminde aşağıdaki 4 basamak izlenmelidir. 1. Tehlikenin belirlenmesi: Mevcut tehlike nedir? Örneğin; partikül, gaz/buhar ya da oksijen yetersizliği gibi. tehlike nereden kaynaklanmaktadır? sorularına cevap verilmelidir. 2. Riskin belirlenmesi: Tehlikenin çalışan üzerindeki etkisinin saptanması ve risk derecesinin belirlenmesi ikinci aşamada yer alır. 3. Solunum Koruyucu Seçimi: Çalışanın çalışma ortamındaki durumu, iş yapış şekli, ortam şartlarını içeren risk analizi sonuçlarına göre uygun koruyucu donanımların belirlenmesi üçüncü aşamada yer alır. 4. Eğitim: Kişisel Koruyucu Donanımların, doğru kullanımı ve bakımı ile ilgili eğitimlerin bu konuda yetkin kişilerce verilmesi gereklidir. Solunum koruyucu seçiminde yukarıdaki 4 basamak için temeller oluşturulurken,aşağıdaki durumların da öncelikle analiz edilmesi gereklidir. Kimyasal tehlikelerin belirlenmesinde malzeme ticari isimli bir ürün ise ürünün Malzeme Güvenlik Bilgi Formu (MSDS) üreticisinden edinilmelidir. Kimyasal bir malzeme ise CAS numarasında da erişilebilmesi mümkün olan MSDS’e ulaşılmalıdır. Tehlike proses sırasında oluşuyorsa (örn; ahşap tozu, asbest tozu,
kaynak dumanı v.s.) prosese göre de doğru solunum koruyucunun belirlenmesi gereklidir. Risk Değerlendirme aşamasında ise bilinmesi gereken en önemli şey toz, sis, duman, gaz ve buharın aynı risk derecesine sahip olamayacağıdır. Bu nedenle aşağıdaki noktalar da dikkate alınmalıdır. *Kirleticinin havadaki konsantrasyonu *Çalışanın kirleticiye maruziyet süresi *Kirleticinin maruziyet limiti *Zehirlilik özellikleri *Kişisel hassasiyetler *Çalışanın iş yapış şekli ve nefes alıp verebilme gücü Tüm bu değerlendirmeler sonrasında yetkin kişiler tarafından aşağıda basitçe sınıflandırılan solunum koruyucu seçimi yapılır. *Negatif basınçlı filtreli solunum koruyucular: Hava filtre medyası üzerinden temizlenerek kişinin ciğerlerine ulaşır. Kullan-At maskeler, filtrelerinin değiştirilebildiği yarım yüz ya da tamyüz maskeler bu grupta yer alır. Bu sistemlerde yüze uygunluk testlerinin yapılması gereklidir. Kullanımda kişinin sakal, bıyık vs gibi maske ile yüz bölgesinin doğrudan temasını önleyecek durumlar istenmez. *Motorlu filtreli solunum koruyucular: Şarj edilebilir bir batarya ile motorun çalışması ve bir hortum vasıtasıyla filtrelenmiş havanın kullanıcıya verilmesi esasına göre çalışır. Bu sistemler, kullanıcının nefes alıp verme gücünü zorlaştırmaz aksine konfor sağlar. Yüze uygunluk testlerinin yapılmasına gerek duyulmaz. Kullanıcının sakal, bıyık vs durumu, kullanımda olumsuz etki yaratmaz.
*Hava Beslemeli Solunum Koruyucular: Temiz, basınçlı hava sağlayan bir kompresörden gelen havanın bir regülatörle çalışana başlık aracılığı ile verilmesini sağlayan sistemlerdir. Motorlu solunum koruyucular gibi çalışanın normal nefes alıp vermesi esasına dayanır, solunum direnci yaratmaz. Yüze uygunluk testlerinin yapılmasına gerek duyulmaz. Kullanıcının sakal, bıyık vs durumu, kullanımda olumsuz etki yaratmaz. *SCUBA: Kendinden hava üreten sistemler; Belirli bir zaman için başlıkla kullanıcıya hava sağlayan sistemlerdir. Filtreli solunum koruyucuların filtreleri, Avrupa Standartlarına göre belli bazı tipte ve renkte olur. Partikül Filtreler beyaz renkli ve P kodlamasına sahiptir. Gaz/Buhar filtreleri ise; Tip A: Kaynama noktası 65ºC’den yüksek belirli organik gaz ve buharlara karşı kullanılır. Filtre üzerindeki renk kodlaması kahverengidir. Tip B: Inorganik gaz ve buharlara karşı kullanılır. Filtre üzerindeki renk kodlaması gridir. Tip E: Kükürt dioksit ve diğer asidik gazlara ve buharlara karşı kullanılır. Filtre üzerindeki renk kodlaması yeşildir. Tip K: Amonyak ve türevlerine karşı kullanılır. Filtre üzerindeki renk kodlaması yeşildir. Tip Hg-P3: Civa buharına karşı kullanılır. Bu filtre aynı zamanda partikül filtreyle birlikte bulunur. Renk kodlaması kırmızı-beyaz’dır. Tip AX: Kaynama noktası 65ºC’den düşük belirli organik gaz ve buharlara karşı kullanılır. AXP1, AXP2 ve AXP3 olarak
partikül filtreyle birlikte bulunabilir. Filtre üzerindeki renk kodlaması kahverengi-beyazdır. Kimyasallar yukarıdaki tipleri bir arada bulunduruyorsa, kombine filtre kullanılır. Kullanilan her tip grup için yukarıda belirtilen renkler filtre üzerinde bulunur. Örneğin: ABEK1P3, renk kodlaması kahverengi, gri, sarı, yeşil ve beyazdır. Belirli bir çalışma alanı içindeki kirleticilerin hepsine karşı koruma sağlayabilecek bir solunum koruyucu bulunamayabilir. Spesifik uygulamalar için solunum koruyucuların kullanım klavuzları ve teknik dökümanları incelenerek, uzman kişilere danışılmalıdır. Her solunum koruyucu ekipman için, belirli bir koruma faktörü vardır. Çalışma ortamında maruziyet ölçüm sonuçlarının, maruziyete izin verilen değere oranlanmasıyla bulunan rakam, solunum koruyucu seçiminde önemli kriterlerden biridir. En az bu rakam kadar koruma faktörüne sahip ekipman kullanılması gerektiği düşünülmekle birlikte, yukarıda bahsedilen tüm değerlendirmelerin sonucu, bazen bu koruma faktörünün daha yüksek olmasını gerektirebilir. Solunum koruyucu donanım seçimi yapıldıktan sonra, doğru kullanımı ve bakımı ile ilgili bilgilerin kullanıcıya aktarılması ve takibinin yapılması gereklidir. Yararlanılan Kaynaklar HSE data extracted from “Air pollution its origin & control”, Kenneth Wark & Cecil F Warner)
1
Aralık 2015 I 13
MYK Toplantılarında Neler Oluyor? Pınar ATAGÜN
M
erkez yönetim kurulunda alınan kararların sonucu üyeler bilgilendirilir. Ancak bu kararlar alınırken hangi koşullarda, nasıl uzun soluklu söyleşiler sonrası şekilleniyordu. Bu toplantılarda alınan kararlar gerek ekonomik anlamda gerek siyasi anlamda gerekse mesleksel sorumluluklar açısından önemlidir. Bazı toplantılar da işler o kadar ciddileşebiliyor ki günün sonunda eve gerilim tipi baş ağrısı ile dönüyordum… Her ay sabahın 05.30’da havaalanına gelip sızlanacağıma Merkez yönetim kurulu ekibini görür görmez ruh halim birden değişiveriyordu. Hele de ben ekibe sonradan katılan biri olarak bu ilginç yakınlaşma bazen’ nasıl oldu ki bu?’ sorusunu aklıma getiriyordu… Önce dernekteki arkadaşların hazırladığı mis gibi Ankara simiti-peynir-çay üçlemesi eşliğinde hal hatır soruluyor. Ben keyifle sohbetleri dinliyorum. Sonra toplantı başlıyor. Arzu hoca muhteşem disiplini içinde gülümsemesini asla kaybetmeden toplantıyı açarken, Zuhal hocam pozitif ama glutensiz pozitif enerjisi ile notlar almaya başlıyor. Derken Fuat hocam öyle bir yerde öyle bir yorum yapıyor ki yaşanmışlık tam da böyle bir şeymiş diye içimden geçiriyorum. Konuşmalar devam ediyor, ediyor. Nedenini bilemediğim bir şekilde hep haklı olarak gördüğüm Benan hoca eleştirisini masanın üstüne bırakıveriyor. İşte o zaman benim için en keyifli anlar başlıyor. Tam bir beyin fırtınasının içindeyiz. İşte o sırada Levent hocam bir cümle kuruyor. Yalnız gerisini getirmek ne demek istediğini tam anlamı ile ifade etmek istiyor. Bu esnada ben gerçekten ve gerçekten Levent hocamı anlamaya çalışıyorum. Kendisine bakınca demek ki çok gezen değil çok okuyan bilirmiş sözü bende anlam bulmuş oluyor. Arzu hoca, Güngör hoca ile ekonomi konuşmaya başlar. Bu naif görüntünün altında sanki işletme mastırı yapmışcasına bilgisayar açılır, tablolar gösterilir, herkes derin bir oh çeker. Türkiye geneline yayılan bir uzmanlık derneğinden beklenilecek şekilde yurt dışındaki bağlantılarımızı açıklayan
14 I Toraks Bülteni
Bülent hoca anlatmaya başlar. Kendisinden kaynaklandığını düşündüğüm bir şekilde öyle güzel iletişimler kurmuş ki hayran olmamak elde değil. Sedat hoca’nın en önemli özelliği benden uzun olması; zira ülkemiz koşullarında bu pek alışılageldik bir durum değil. Sedat hoca’nın farkı sanırım uzun yıllar yönetim kadrosunda olması sebebiyle üstünde durulan konuyu bürokrasi şartlarında nasıl şekillenebileceğini açıklamasıdır. Mecor’a katıldı mı bilemem ama her şey istatistik ve tablolar üzerinden anlatabilmesi ayrıca dikkatimi çeken bir durum. Konuşma sırasında bir flaş patlıyor birden sonra bir daha bir daha. Allah diyorum içimden umarım yamuk yumuk çıkmam. Tabi ki güler yüzlü Salih hocamdan bahsediyorum. Söz Oğuz hocaya geçiyor. İlk olarak kış okulunda beraber çalıştığım Oğuz hocam tam da verilen mücadelelerin boşa gitmediğinin simgesidir
Her ay sabahın 05.30’da havaalanına gelip sızlanacağıma MYK ekibini görür görmez ruh halim birden değişiveriyordu. benim için. Bir hoca olarak yenilenmemiz gerektiğini, değişmemiz gerektiğini defalarca bana anlatmıştır (Kendisinden garanticiliği bırakmayı öğrendim). Oğuz hoca verilen programı dikkatlice inceliyor, yoruma başladığında net, hafif ciddi ama tam da değil, çok fazla cümle kullanmadan durumu açıklamış oluyor. Yanımda uzman temsilcimiz Rabia oturuyor. İlk zamanlar alışma devresinde kendisinden çok destek aldım. Söz sırası Rabia’da. Kendinden emin, ne söylediğinin gayet farkında, en hassas anında bile karşısındakinin ihtiyaçları ile ilgilenebilen beni nadir şaşırtan insanlardan biridir. Bana gelince ‘Bana beni sorma bırak başkaları anlatsın’ Bu kadar farklı özelliklere sahip insan nasıl oluyor da sonuç üretebiliyor. Cevap çok basit; dinleyebilmek, önemsemek, saygı gösterebilmek ve benimsemek bir aile gibi…
Türk Toraks Derneği Kış Okulu Dursun Ali KABA Anadolu’da bir tıp fakültesine iyi bir puanla girmiştim, memleketim olduğu için uzaklara gitmemiştim. Çok mutlu ve gururluydum, tıp fakültesinde beni kapıda karşılayacaklarını düşünüyordum. Tıp fakültesine ayak bastığım an gerek üst dönemlerden gerek hocalardan “emin misiniz? yol yakınken dönün” şeklinde tavsiyeler aldım. Ama hiçbirine aldırmadan tıp doktoru olarak mezun olmuştum.
ki bu saatten sonra bir şey olsun. Tek derdim hastane hengamesinden uzaklaşmak ve 3-5 gün Antalya da kafa dinlemekti. Uçağa atladım ve Antalya havalimanına indim. Beni kapıda karşıladılar, servise bindirip kalacağım lüks otele getirdiler. Resepsiyonda beni Serenas’ın melekleri karşıladı, odama yerleştim. İlk gün derslere bir bakayım sonra girmem zaten diye kafamdan geçirip sabah güzel bir kahvaltıdan sonra toplantı salonuna inYine büyük bir heyecanla hastalar beni bekliyor diye dim. Osman hocam ve Oğuz hocam tarafından müthiş meslek hayatıma atıldım. Gerek yöneticiler gerek hasta- bir giriş ve tanışma faslı gerçekleşti. Beşli, onlu gruplar, lar tarafından hakaretler, saldırılar vs. Uzun yıllar pratisyen masalarda hocalarla interaktif tartışmalar, uygulamalar, doktor olarak her birimde çalıştım ama hiçbir yerin bir- hoca anlatımlı dersler, sosyal programlar mest oldum. birinde farkı olmadığını gördüm. Sonra dedim ki pratisy- Hiçbir dersi kaçırmamaya karar verdim ve öylede oldu. Oğuz hocam gündüz son derece enlik böyleymiş, ben uzman doktor kendinden emin kürsüde, akşamda o “Türk Toraks Derneği 2015 kış okuluolmalıyım. Zorlu TUS maratonundan sonra şehir ve branş olarak birinci na sen gideceksin dediler, önemse- derece kendinden emin sahnede ve bizi sahneye çekiyor. tercihime yazdığım bölümü kazanmedim. Şimdiye kadar ne oldu ki mıştım. Tıp fakültesine girdiğim gün bu saatten sonra bir şey olsun. Tek Müthiş dersler, güzel yemekler, sohgibi çok mutluydum, branşlaşacakderdim hastane hengamesinden betler, eğlenceler ve bunun artım, işimin ehli olacaktım. Asistanlığa uzaklaşmak ve 3-5 gün Antalya’da kasından acaba ne gelecek diye başladım, gördüğüm tablo yine hüskafa dinlemekti.“ hafif hafif korkmaya başladım. ran oldu. Onu getir, bunu götür, bu Acaba bizden ne isteyeceklerdi?, böyle olmadı; personelinden, teknisyeninden, doktorun- faturayı eve mi göndereceklerdi?, taksit yapacaklar dan herkesten ayrı bir istek. mıydı? gibi düşünceler geçmeye başladı. Son günBen uzman olacaktım. Eğitim programım, eğitim saatlerim, tartışmalar, dersler hayal ederken asistanlığımın üçüncü yılının sonuna gelmiştim. Düşündüğüm hiçbir şey gerçekleşmedi ve artık umudumu da kesmiştim. Bu memlekette bu iş bu kadar oluyor demek ki dedim. Bunu dedim ama memleketin en zeki insanlarının içinde bulunduğu bu hal ve sahipsizlik için son derece üzgündüm.
lerde TTD MYK tanışma toplantısında bu korkularımı ifade ettim ve birinci ağızdan Arzu hocamdan her şeyin beleş olduğu sözünü aldım ve çok rahatlamıştım. Birileri hiçbir karşılık beklemeden asistan topluluğuna bu derece planlı ve özverili bir şekilde hizmet sundukları için kaybolan umutlarım tekrar yeşerdi ve “biri bizi düşünüyor” diye camiam adına gurur durdum.
Türk Toraks Derneği (TTD) 2015 kış okuluna sen gideceksin dediler, önemsemedim. Şimdiye kadar ne oldu
Başta Oğuz hocam ve Osman hocam olmak üzere emeği geçen herkese sonsuz teşekkürlerimi sunarım.
Aralık 2015 I 15
Farkına Varın...
Bir Çocuğun İmmün Yetmezlik Hastalığı ile Yaşlanması Murat ERGİNSOY
16 I Toraks Bülteni
İmmün Yetmezliği (CVID-Commen Veriable İmmün Deficiency) tanısı ile 1981 yılından beri takip ve tedavi görmekteyim. Öncelikle beni bugünlere getiren anne ve babam ile aile fertlerime, sağlıklı kalmamı sağlayan değerli doktorlarıma ve şu an bana destek olan değerli eşime ve bana bu yazıyı yazma imkanı verenlere sonsuz teşekkürlerimi sunarım. İmmün yetmezliğini bir de benim anlatmamı istediler. Nedir? Hayatınızı nasıl etkiliyor, diye sordular? Kısaca anlatmak isterdim ancak hastalığın tanısı konduğunda babama ve anneme hastalığım için tedavi süreci için ömür boyu denmiş, nasıl ben bunu kısa anlatayım ki, şu an itibarı ile 33 yıldır bu hastalıkla yaşıyorum. Peki esas olan immün yetmezlik mi? yoksa bunun yansımaları mı? Tanı konulduktan ve hastada biraz bilinçli ve dirayetli ise bununla yaşamak biraz daha kolay ama tanı konana kadar ki süreç? İşte o apayrı bir olay. Ben de immün yetmezlikli hasta arkadaşlarla tanıştıkça neler olabildiğini öğreniyorum, kiminin sindirim sisteminde sıkıntı, kiminin cildinde, kiminin gelişiminde, kiminin akciğerlerinde, kiminin... Ben sanırım şanslı olanlardanım çünkü zor şartlarda da olsa tanısı çocukluk döneminde konan bir hastayım, ona rağmen solunum yolu ve akciğerlerime yansıması olan bir immün yetmezlikli hastayım. 4 yaşındayken Çapa Tıp Fakültesi Çocuk Sağlığı Kliniğinde 2,5 ay yatışımın ardından hastalığımın tanısı konmuş ve tedavi sürecim başlatılmış, o günden beri düzenli olarak önce IMIG tedavisi daha sonra 1990’lı yıllardan itibaren IVIG tedavisi yapılmaya devam edilmiştir. Ancak bu yazdığım kadar kolay olmamıştır. Ben, doğumumdan 60 günlükten itibaren sürekli solunum yolu enfeksiyonları geçirmeye başlamışım, sürekli tedaviler uygulanmış, ancak tedavi süreci içerisinde yoğun antibiyotiklerle düzelmiş, fakat tedavinin hemen sonrasında yine hastalanan bir bebeklik dönemi geçirmişim, bu süreçte birçok
Ben, çocuk yaşta bu hastalıkla tanıştığım için bu hastalığın her sıkıntısını en derinden yaşamış biriyim, hem hastalık açısından, hem de sosyal ve psikolojik açıdan.
kez pnömani ve bronşit olmuş ve bunların tedavilerini görmüş ancak herhangi bir olumlu sonuç alınamamıştır. Bu süreç 1977 Eylül ayı ile 1981 yılları arasında (tam 4 yıl boyunca) olmuş ve babam şark görevini Urfa ilinde yaparken zor bela beni İstanbul’a götürüp Çapa Tıp Fakültesi’ne yatırana kadar sürmüştür. Bu 4 yıllık süreçte üzerimde her türlü antibiyotik ve penisilin tarzı (annem hep söyler kefzol diye bir ilaçta kullanılmış) en ağır ilaçlar denenmiş, hatta deyim yerinde ise kobay olarak kullanılmışım, fakat hiç bir ilaç kesin çözüme götürmemiş, çünkü günümüzde dahi birçok hekimin yabancı olduğu veya hiç duymadığı perdenin arkasında gizli bir düşman olarak duran İmmün Yetmezliği hastalığımın olduğu kimsenin aklına gelmemiş. Ailemin anlatmalarına göre sırtımdan uzun bir iğne ile su çekilmiş, kasığımdan parça alınmış. Çapa Tıp Fakültesinde 2,5 ay yatırılma sürecinde yapılan tetkikler sonucunda CVID (Yaygın Değişken İmmün Yetmezlik) tanısı konularak Immünglobulin tedavisine karar verilmiş. Babamın görevi itibarı ile bir yıl Urfa’dan İstanbul’a her ay IMIG tedavisi için gidip gelmişiz, bu ilaç kaba ete yapılıyordu. Yani ya kalçaya, ya da bacaktan yapılırdı. O dönemde benim bacaklarıma yapılırdı. İki enjektöre hazırlanan IMIG, iki bacağıma uygulanır ve o gün boyunca yürümem neredeyse imkansız olurdu, çünkü ilaç bacaklarımı uyuşturur ve çok ağrı yapardı, babamda beni kucağında taşımak zorunda kalırdı. Buna rağmen bu tedavi sonunda sanmayın ki düzelmişim. Yine de pnömoni, bronşit gibi ciddi enfeksiyonlar olmuş ancak sıklığı azalmış, bir miktar hayat kalitem artmış. Yine ailemin an-
lattıkları ve benim hatırladığım kadarı ile süte karıştırılmış bal+çiğ yumurta içer, ciğerlerimdeki mukozaları çıkartmam için divandan yüz üstü sarkıtılıp sırtıma vurulurdu. Daha sonra 1982 yılından itibaren babamın Ankara iline tayin olması ile uzun yıllar Hacettepe Üniversitesi İhsan Doğramacı Çocuk Hastanesi Pediatrik İmmünoloji Polikliniğinde takip ve tedavi oldum, halende gitsem sağ olsunlar ilgilenirler, en azından derdimi dinler ve beni yönlendirirler. Ben, çocuk yaşta bu hastalıkla tanıştığım için bu hastalığın her sıkıntısını en derinden yaşamış biriyim, hem hastalık açısından, hem de sosyal ve psikolojik açıdan. Örneğin ben hiç doğru düzgün top oynayamadım. Düşünün bir erkek çocuğusunuz ve top oynayamıyorsunuz, bundan dolayı şu an ben futbol izlemem ve takımda tutmam, çünkü küçükken ben biraz koşsam, terlesem hemen hasta olur, okula gidemez ve derslerimden geri kalırdım. Bundan dolayı ilkokul birinci sınıfı iki kere okudum. Düşünün ilkokul birinci sınıftan bahsediyorum. Gerekçesi enfeksiyon riski. Öyle ki lisede dalgıçlık merakım vardı, ancak kendi doktorum beni yine de üzmemek için göğüs hastalıklarına gönderdi, çekilen BT sonucunda basınca dayalı herhangi bir spor yapmam uygun bulunmadığından benim doktorumda üzülerek onay veremedi. Her okul açılışında annem veya babam öğretmenim ve okul müdürü ile görüşür durumumu onlara söylerlerdi, herkes bana cüzzamlı gibi davranır, beni izole etmeye çalışırlardı. Bu belki iyi gibi görünebilir ama bir iki gün değil, bir ömür boyu böyle. Ortaokul dönemimde yaklaşık 1314 yaşlarımdaydım. Annemle babama artık hastaneye tek başıma gitmek istediğimi söyledim ve onlarım hastaneye gelmelerini istemedim, çünkü benimle birlikte onlarında her seferinde aynı acıları yaşamalarını istemiyordum. Öyle ki benim babam hastaneleri hiç sevmiAralık 2015 I 17
yor, çünkü benden dolayı geçmişte çok hastane gezmiş, çok acılar ve zorluklar görmüş. Bu hastalığı yaşamak ayrı bir sıkıntı, tedavisi ayrı bir sıkıntı, bir de hastaneye her geliş gidişinizde yaşadığınız hastane ortamında gördükleriniz, yaşadıklarınız ayrı bir sıkıntıdır, bunları ayrı ayrı anlatsanız, kitap olur.
benim hasta olmamın önemli olmadığı, esas önemli olan şeyin ise maddi karşılığının ne olduğu anlamına geliyordu.
katı ve sert olduğundan GATA’da ki hekimde bir şey yapamıyordu. İşin ilginç tarafı benim hastalığıma inanıyor, ancak tespit etmesi gerekiyor, fakat imkanları buna yetmiyordu. Sonuçta ben 3 hafta GATA’da çaba verdim ve bir şekilde GATA’da ki doktor TSK Sağlık Yeteneğine göre benim hastalığımı ortaya koydu ve kurula sevk etti, peki bu yeterli oldu mu dersiniz? Tabi ki de hayır. Çünkü kurul karşısında fiziken sağlıklı bir birey gördüğünden “neden askerlikten kaçıyorsun?” sorusunu bana doğrulttu. Ben onlara “askerlikten kaçmıyorum, benim böyle bir hastalığım ve böyle bir tedavim var” dedim. Kurul başkanı ilacımın değerini sordu, o günkü değerini söyledim kafasından kabaca hesapladı ve bana o zaman gitmene gerek yok” dedi. Bu benim yıkıldığım andı. Çünkü
sorunları bitirmedi. Şu an da TSK’da memurum, ancak amirlerim asker kökenli. Bu özrümü kapatmak için her insandan daha öz verili çalışmaya çalışıyorum. Ancak her 3 hafta da bir 2 gün IVIG tedavisi için hastaneye gidiyorum, tabi bende buna rağmen hastalanabiliyorum, genelde de üst solunum veya alt solunum yolu enfeksiyonu şeklinde oluyor. Bunlar, ilaç kullanma yanında normal insanların bile ihtiyaç duyduğu istirahat şeklinde oluyor. Ancak amirlerime bunu anlatamıyorum. Askerler, genelde 2 yılda bir görev değiştirir, yani benim her 2 yılda bir yeni gelen amire, komutana vb. kişilere durumumu izah etmem gerekiyor, önceleri anlayışla karşılıyor gibi görünüyorlar, ama sonra durumu görünce önce “Ne kadar çok hastalanıyorsun sen...” gibi ifadeler
Peki ya okul hayatı, biraz önce bahsettim ancak hepsi sizce o mu dersiniz? Ben iki yıllık meslek yüksekokulunu ailemin yanında okurken bölüm birincisi olarak bitirmiş, buna karşılık makine mühendisliğine dikey geçiş yapmış biriyim. Bu dönemde ailem, ev sahibinin çıkarması nedeniyle kendi evlerinin bulunduğu şehre taşınmak zorunda kalınca mecburen yurda çıktım. Yurt ortamında çok sık hastalanmaya başladım. Bundan dolayı YÖK (Yüksek Öğretim Kurumu)’e, okuduğum üniversite dekanlığına, gitmek istediğim üniversite dekanlığına dilekçeler yazdım, sağlık durumundan ailemin bulunduğu ildeki üniversiteye kaydımın alınmasını istedim, ancak hepsinden de RET yanıtını aldım ve makine mühendisliğini bırakmak durumunda kaldım.
başlıyor, sonra “...hastalığını kullanıyorsun sen.” demeye başlıyorlar. Ardından kontrol muayenesine askeri hastaneye sevk etmeye kalkıyorlar, ama zaten oradan çıkmış raporu görünce bu sefer mahkemeye vermeye kalkıyorlar. Yani neler neler...
Bu hastalıktan dolayı çoğu kez bir uzvumun olmamasının bu hastalıktan 1996 yılında askerlik çağım geldiğindaha iyi olacağını düşünmüşümdür de, her genç erkek gibi askerlik şubesiveya insanların direkt olarak anlayacağı ne gittim, oradan beni bulunduğum ilin ve bir süre sonra hayatımın sonlanacaaskeri hastanesine sevk ettiler, orası da ğı türden bir hastalığımın olması şekbeni GATA (Gülhane Askeri Tıp Akalinde olmasını düşünmüşümdür. Niye demisi)’ya sevk etti, ancak o dönemde biliyor musunuz? Çünkü, çok acı ama GATA’ da İmmünoloji polikliniği yok, ömür boyu bu sıkıntıları her an yaşasadece laboratuar düzeyinde bir bimak insanı psikolojik olarak bitiriyor rimi ve bir uzman doktoru var, ancak ve hayata küstürüyor. Bana Hacettepe muayene yine yoktu. Dahiliyeden giriş Üniversitesinin CVID hastalığımla ilgili yaptırdılar ve beni laboratuardaki dokverdiği “Toplu Çalışma Alanlarında Butora yönlendirdiler, doktor hem şaşırdı, lunmaması gerekir” şeklinde ki raporuhem de sevindi. Hayatında ilk kez bir nu, gerçek hastalığım için olmasa bile, immün yetmezliği hastasının kendisine psikolojimin geldiği geldiği için. Tabi buna ben sevinemedim, “Her okul açılışında annem veya babam öğretmenim yer itibarı ile toplum içinde olmak isteve okul müdürü ile görüşür durumumu onlara çünkü benim durumiyorum. İnsanlara söylerlerdi, herkes bana cüzzamlı gibi davranır, beni mumun ne olacağı sürekli hastalığımı anizole etmeye çalışırlardı. Bu belki iyi gibi görünebilir belli değildi. Hacetlatmak ve insanların ama bir iki gün değil, bir ömür boyu böyle.” tepe Üniversitesinde benim hastalığımdan ki değerli doktorlarım dolayı beni suçlamalarından yorulmuş yardımcı olmaya çalıştı ancak, o günkü Bunlara rağmen bir şekilde memur durumdayım. şartlarda GATA’nın yönetmelikleri çok olmayı başardım. Ancak memur olmak
18 I Toraks Bülteni
2000’li yıllardan sonra İmmünoloji Bölümü-Alerji veya Romotoloji ile birleşerek Türkiye genelinde yaygınlaştırıldı. Bu olumlu gibi görünse de bazı sakıncaları da olmadı değil. Çok geniş ve spesifik bir konu olan immünoloji bölümünün, çok yüzeysel değerlendirildiği yerlerle karşılaştım. Bazı yerlerde sadece ana tetkiklere bakarak karar verme yoluna gidilebildiği ile karşılaştım. Örneğin size yaşadığım bir olayı anlatmak isterim. Memur olduğum için atama gördüğüm ilde tedavi için ilk kez başvurduğum hastanede raporumu ibraz ederek tedavimi yaptırmak istedim (IVIG tedavisi), ancak ilgili hekim (romotolog-immünolog) benim IgG değerimin 1240 olmasından dolayı IVIG almamın gerekmediğini söyleyerek tedavimi durdu. 2 hafta sonra tekrar
gelmemi ve tekrar ölçüm yapacaklarını, değerim ne zaman düşerse o zaman IVIG vereceklerini belirtti. Kendisine, tedavimin bugüne kadar hep büyük üniversite hastanelerinde yapıldığını, kendisine ibraz ettiğim raporunda büyük bir üniversitenin raporu olduğunu ve bu güne kadar bana söylenen ifadenin, tanı konduktan sonra IVIG aldığım sürece IgG değerimin normal insan IgG değerlerinde olabileceğini de ifade ettiğimde, ukalalık yapmakla suçlandım. Hal bu ki bir doktorla tıp bilgisi yarıştırma gibi bir derdim hiç bir zaman olmadı, ancak 33 yıldır aynı hastalığı yaşıyorsanız, ister istemez bazı şeyleri doktorlarınız sizinle paylaşıyor. Demem o ki bir immün yetmezlikli hastanın rutin Ig değerleri belirleyici olmamalıdır. benzer bir durum benim oğlum 1,5 yaşında iken yaşandı. Bu hastalığı yaşadığım için insan haliyle endişe duyuyor ve oğlum doğduğu andan itibaren Hacettepe Üniversitesi İhsan Doğramacı Çocuk Hastanesi Pediatrik İmmünolojide kontrollerini yaptırdım, bana geçici immün yetmezliklerinden vb. olası her şeyden bahsedildi, ancak oğlumun 1,5 yaşına kadar ki yapılan antikor testlerine göre aşı cevaplarının olduğu ve hiç bir sıkıntısının olmadığı ancak Ig değerlerinin 3 yaşına kadar değişken olabileceği endişe edilmeyeceği söylendi, buna rağmen o dönemde Kayseri ilinde yapılan testlerde IgG değerinin (sadece bu değere bakılarak) düşük olmasından dolayı IVIG başlayacaklarını söylediler, bende kendilerine bu konuda onay vermediğimi, sonucu Hacettepe Üniversitesi’nin değerlendireceğini söyleyerek, kendilerine teşekkür ettim. Sonuçta da Hacettepe Üniversitesi Pediatrik İmmünoloji Bölümünde yeniden yapılan tüm tetkik Ig değerleri, Lenfosit alt grupları, Aşı Cevapları vb. diğer tüm tetkiklerin so-
nucunda hiç bir sıkıntısının olmadığı hatta IgG değerinin de bu sefer de yüksek olduğu söylendi ve her hangi bir immün yetmezliği hastalığına rastlanmadı. Şu an oğlum 5,5 yaşında ve gayet sağlıklı bir çocuk. Bu anlattığım örneklerde göz önüne alındığında immün yetmezlik tanısını belirlemenin ne denli zor olduğu ortadadır. Ben sık sık solunum yolu enfeksiyonu yaşıyorum. Bebeklik dönemimde, bu hastalık daha bilinmez iken doktora götürüldüğümde verilen tedavi sürecinde normale döner, tedavi bitiminin hemen akabinde sanki hiç tedavi uygulanmamışçasına hastalanır ve tekrar doktora götürülürmüşüm. Bu durum dört yaşıma kadar devam etmiş. Tanı konduktan sonrasında da sorunlar çözülmemiş, sadece minimize edilmiştir. Yani sürekli hasta gezen bir çocuk, ayda
“Bu hastalıktan dolayı çoğu kez bir uzvumun olmamasının bu hastalıktan daha iyi olacağını düşünmüşümdür.
”
bir sefer hasta olur hale geliş. Yani immün yetmezlik tanısı konup da IVIG tedavisine başlanan bireyler tamamen iyileşmiyor sadece yaşam kaliteleri belirli bir oranda düzeliyor. Yoksa bizler yine hasta oluyoruz. Ancak sürekli hasta olmaktan kurtulmuş durumdayız. Sonuç itibarı ile kanaatim o ki, her doktor benim için kıymetlidir, ancak bebekliğimden bu yana immünoloji ile büyüdüm. Annem-Babam beni Hacettepe Üniversitesi İhsan Doğramacı Çocuk Hastanesi Pediatrik İmmünoloji Bölümü’ne götürdüğü 1982 yılından bu güne kaç tane doktorumuz, hemşiremiz, laborantımız emekli oldu, kaç öğrenci oralarda asistanlık yapıp doktor ve hatta şu an öğretim görevlisi oldu. Şu an halen görev yapan değerli doktorlarım benim ablalarım, ağabeylerim diyebileceğim insanlardır. Onlarla beraber immünolojinin içinde büyüdüm.
Belki azımsayabilirsiniz ama size kısaca şöyle izah edeyim 33 yılda her 3 haftada sadece 1 günde 572 günüm hastanede geçmiş. Bu yaşamımın gece-gündüz tam 1 yıl 207 gününe tekabül ediyor. İmmünolog olmak gerçekten zor bir zanaat ve immünolojinin tüm tıp biliminin içinde yer aldığına inanıyorum, her hastalığın altında immün yetmezlik de yatabilir. Çünkü immün yetmezlik vücudun deyim yerindeyse silahlı kuvvetleridir. Bundan dolayı ki ben şöyle bir ifade kullanırım; bir immünolog aynı zamanda iyi bir iç hastalıkları uzmanı olmalıdır. İster istemez iç hastalıkları ile ilgilenen tüm doktorlarımızın da bu konuya yabancı kalmamaları gerektiği inancındayım. Bu gün itibarı ile bu yazımı sizlerle paylaşmamın ve bu hastalığa sahip insanlar ve kendim için tek bir amacım var artık, o da bizlere de özürlü raporunun verilmesi, ancak özürlü oranı olarak %0-....-100 gibi, değerler veriliyor ya, bizim özür oranımız bundan çok daha fazla çünkü biz normal insana göre her an hasta olmaya açık insanlarız ve toplu alanların dışında olmak zorunda olan insanlarız, yani yalnızlığa mahkum insanlarız, bu bana verilmiş rapordan da anlaşılmaktadır. Belki bu yazımı okuyacak olanlar sadece göğüs hastalıkları hekimleri olacak, bilemiyorum. Ama bilin ki Hacettepe’den mezun olan ve özellikle de immünoloji üzerine bitirme ödevi veren veya doktora yapan hekimlere seslenmek istiyorum, ben Murat Erginsoy, çoğunuz araştırmalarınız için kanlarımızı karşılıksız bizden aldınız, bizde memnuniyetle verdik. Bizimde sizden tek dileğimiz var ki özürlü raporunun çıkartılması konusunda Bakanlık Nezdinde Özürlülük Kriterlerine bizim hastalığımızın tanımlanmasına yardımcı olunuz ve özürlülük oranı olarak en az %60 gibi bir kriter girmesini sağlayınız, çünkü bu değerin altındaki bir kriter çok da etkili olanaklar sağlamamaktadır. Saygılarımla...
Aralık 2015 I 19
G20 Devlet Başkanlarına ve Hükümetlerine Çağrımızdır: İnsan Sağlığı için Harekete Geçin, Temiz ve Sürdürülebilir Enerji Kaynaklarını Seçin!
D
ünyanın en büyük 20 ekonomisinin devlet başkanları 15-16 Kasım 2015 tarihlerinde G20 Liderler Zirvesi için Antalya’da bir araya geliyor.
Şiddet, savaşlar, kıtlık, kuraklık ve bulaşıcı hastalıklar yüzünden her geçen gün daha fazla masum insan yaşamını yitirirken; G20 liderleri eşitsizliklerin giderek arttığı bir dünyada, zenginin daha zengin, yoksulun daha yoksul olduğu koşullarda Türkiye’de toplanıyor. Bilimsel araştırmalar, iklim değişikliği ve hava kirliliğinin çağımızın en önemli halk sağlığı sorunlarından birisi olduğunu göstermektedir. Öyle ki, iklim değişikliğinin insan sağlığı üzerinde yarattığı tehditler geçtiğimiz elli yılda insani gelişme ve sağlık alanlarında elde edilen küresel kazanımları baltalayacak büyüklüğe ulaşmıştır. Bu nedenle iklim değişikliği ile mücadele, içinde bulunduğumuz yüzyılda tüm dünyada sağlığın geliştirilmesi için yapılması gereken en önemli ve en öncelikli işlerden birisidir. Bu çerçevede, kömürün küresel enerji bileşiminden hızla çıkarılması, hava kirliliğini azaltarak kalp-damar ve solunum sağlığını korumada ciddi bir adım olabilir. Hava kirliliğinin, solunum fonksiyonlarında bozulmaya, kronik solunum sistemi ve kronik kalp ve damar hastalıklarında, kanser ve erken ölüm sayısında artışa yol açtığı kanıtlanmış bilimsel gerçeklerdir. Hava kirleticilerinin aynı zamanda yağmur yoluyla, içme ve sulama suyu kaynaklarına, bitki örtüsüne zarar verdiği, bunun mikro klima değişikliklerine yol açtığı da göz önünde bulundurulmalıdır. Dünya Sağlık Örgütü, hava kirliliğinin küresel sağlık eşitsizliklerinin de bir nedeni olduğunu; özellikle kadınları, çocukları, yaşlı-
20 I Toraks Bülteni
ları ve düşük gelirli toplum kesimlerini içeren dezavantajlı grupları en çok etkilediğini belirtmektedir. Dünya Sağlık Örgütü ayrıca enerji verimliliğinin desteklenmesinin, temiz ve yenilenebilir enerjinin yaygınlaştırılmasının sağlık açısından faydaları olacağını vurgulamaktadır. 2009 yılında, G20 ülkelerinin fosil yakıt teşviklerini sonlandırmaya söz verdiklerini tekrar hatırlatmak isteriz. Ancak maalesef, bugüne kadar bu yönde çok az ilerleme kaydedilmiş; G20 ülkeleri geçen zaman diliminde halkın sağlığı yerine, küresel şirketlerin çıkarlarını gözetmeyi sürdürmüştür. Süreçte, küresel şirketlerin ciroları artarken, eşitsizliklere seyirci kalan hükümetlerin kar maksimizasyonuna aracı olmaktan öte bir işlev üstlenmemesi dünyayı bir felakete sürüklemektedir. Tüm bu vurgulara rağmen uluslararası şirketlerin isteği üzerine -Uluslararası Para Fonu (IMF) verilerine göre- dünya genelinde hükümetler her yıl 5,3 trilyon ABD doları tutarında kamu parasını fosil yakıtları desteklemek için kullanmaktadır. Kömür ise bu teşviklerden en çok pay alan fosil yakıt olarak öne çıkmaktadır. Ne acıdır ki fosil yakıtları desteklemek için ayrılan kaynak, tüm dünya hükümetlerinin sağlık bütçelerinin toplamından daha fazlasına karşılık gelmektedir. Bu yıl G20 Dönem Başkanlığı’nı üstlenen Türkiye’nin kömürden enerji üretimine verdiği destekler ve teşvikler halk sağlığı açısından ciddi bir endişe kaynağıdır. IMF’ye göre, 2015 yılında Türkiye’de kömüre verilen teşvik, ülkenin GSMH’sının %2,8’ine ulaşarak 24,2 milyar avroyu bulmuştur. Türkiye, kömür santralleri yoluyla enerji üretim sürecinde, dünyada Çin ve Hindistan’dan sonra en büyük üçüncü yatırımcı ülke konumuna ulaşmıştır. Bugün itibariyle Türkiye’de var olan yirminin üzerinde-
ki mevcut kömürlü termik santrala ek olarak seksenin üzerinde yeni termik santral yapılması planlanmaktadır. Maalesef bu yeni termik santraller, halen mevcut termik santrallerden kaynaklanan yoğun hava kirliliği yaşayan ve hava kirleticilerinin ölçümünün bile kapsamlı ve çok merkezden yapılamadığı bölgelere (örneğin Batı Karadeniz...) planlanmıştır. Yapılması planlanan yeni kömürlü termik santralinin desteklenmesi halk sağlığını hiçe sayan bilim dışı bir tutumdur. Önümüzdeki dönem kömürlü termik santral sayısında artışa gidilmesi halinde, Türkiye’de kömürlü santrallere bağlı ortaya çıkacak sağlık yükü hızla yükselecektir. Halen Türkiye’de faaliyette bulunan kömür yakıtlı termik santraller nedeniyle her yıl on bine yakın ölüm, yüz binlerce sağlık kuruluşuna başvuru yaşandığı ve ekonomiye yıllık 3,6 milyar avroluk yük eklendiği unutulmamalıdır. İşte tüm bu nedenlerden dolayı bilim insanları, meslek örgütleri ve sivil toplum örgütleri olarak, Türkiye’nin şirketlerin kârlarının artışına yönelik bu “Kömüre hücum!” stratejisini şiddetle eleştiriyor, sağlıklı bir enerji geleceğine geçilmesi için siyasi iktidara uzun zamandır çağrıda bulunuyoruz. Bu kapsamda toplumun sağlık hakkının savunucusu olan bizler, iklim değişikliğine karşı mücadele konusunda bir samimiyet göstergesi olarak, toplumun sağlığının, her türlü sanayileşme faaliyetinden, ulusal ve küresel şirketlerin kazançlarından daha önemli olduğu ilkesinin G20 Hükümetleri tarafından benimsenmesi gerektiğini savunuyoruz. Buna karşılık fosil yakıtların alternatifinin nükleer enerji olmadığını, doğanın insanı içeren bütüncüllüğünü sürdürülebilir kı-
larak, yenilenebilir enerji kaynaklarına yönelmenin ve enerji verimliliğinin doğanın yani insanın geleceği için zorunluluk olduğunu vurguluyoruz. “Sağlıklı yaşamak” ve “Temiz hava solumak” en temel insan hakkı ise, bu hakkın hayata geçmesinin sağlanabilmesi için G20 hükümetlerinin enerjinin verimli kullanılması için tatmin edici girişimlerde bulunması, yenilenebilir enerji kaynaklarının enerji üretimindeki payının artırılmasını sağlaması ve yeni kömürlü termik santrallerin yapımından vazgeçmesi gerekmektedir. Biz, aşağıda imzası bulunan sağlık, tıp ve çevre örgütleri, yurttaşların sağlıklarının korunması ve iklim değişikliği ve hava kirliliğinden kaynaklanan toplumsal ve ekonomik eşitsizliklerin ortadan kaldırılmasında, başta kömür olmak üzere fosil yakıtlara verilen destek ve teşviklerin durdurulmasının kilit önemde bir yaklaşım olduğunu düşünüyoruz. İklim değişikliği ve hava kirliliğinin sağlık üzerinde oluşturduğu tehditlere dair yeni kanıtlar çerçevesinde, başta Türkiye Cumhuriyeti Hükümeti olmak üzere, dünyanın en büyük 20 ekonomisinin liderleri olarak sizi, bu hafta Antalya’da yapılacak G20 Liderler Zirvesi’nde yeni kömürlü termik santral yapımından vazgeçmeye, fosil yakıt teşviklerini durdurmaya yönelik net bir yol kararlaştırmaya ve Aralık ayında Paris’te yapılacak Birleşmiş Milletler İklim Değişikliği Konferansı’nda toplum yararına bağlayıcı bir iklim anlaşmasının karara bağlanmasına liderlik etmeye acilen ve ısrarla çağırıyoruz. Temiz Hava Hakkı Platformu, Türkiye
Aralık 2015 I 21
Her Şey Sermaye İçin Sevgilim OSMAN ELBEK
boyunca her pazar günü Taksim Meydanı’nda görünmesini de duymadı, görmedi.
31 Ocak 2008 İstanbul’un Zeytinburnu ilçesi Patlama yani bir “kaza” olayı… O günkü gazete ve televizyonlar, bir maytap atölyesinde yaşanan “iş kazası” nedeniyle onlarca kişinin hayatını kaybettiğini ve yüzden fazla sayıdaki insanın yaralandığını söylediler. Patlamadan sonra ölenlerin paramparça ve tanınmaz hale gelen bedenleri etraftan toplanmaya çalışılırken, Çalışma Bakanlığı da iş müfettişleriyle soruna el koyduklarını ve İstanbul’u tehlike yaratan bu işletmelerden kurtaracaklarını kamuoyuna ilan etti. 22 I Toraks Bülteni
Yani her şey olması gerektiği gibi: telaşa gerek yok Devlet-i Aliyye-i Cumhuriyye iş başında! Yaşanan her iş cinayeti sonrası devletin benzer açıklamalarına aşina olan Türkiye halkı, o günlerde İş Müfettişleri Derneği’nin, İstanbul, Edirne, Kırklareli, Tekirdağ ve Yalova’da denetim yapan toplam 100 müfettiş olduğunu ve İstanbul’da bulunan bir milyondan fazla işyerini bir kez denetleyebilmek için 55 yıla gerek duyulduğunu belirten açıklamasını elbette duymadı. Benzer biçimde öldürülen insanların ailelerinin Davutpaşa Patlaması hakkında ceza dava açılması için 35 hafta
Çünkü Nazım’ın dediği gibi antenlerin, rotatiflerin, kitapların, beyaz perdedeki kızların, ninninin, rüyanın, sözün, sesin ve en önemlisi duanın yalan söylediği bir dünyadadır bu dünya. Ne yazık ki paradan başka hiçbir değere iman etmeyen bu neoliberal hayat, çalışma hayatında her yıl iki milyondan fazla insanın ölümüne, 150 milyondan fazla insanın hastalanmasına, 300 milyondan fazla çalışanın işyerinde kaza geçirmesini sağlıyor. Aşırı çalışma nedeniyle yaşanan ölüm ve intiharlar ise bu cinayetlerin görülmek istenmeyen karanlık yüzünü var ediyor. Fark edelim ki; bu dünya, insanın hastalanarak, sakat kalarak, ölerek özgürleştiği bir dünya. Soma iş cinayeti sonrası kısa süreli olsa da fark edip peşi sıra hemen unuttuğumuz üzere ucuz işçi cenneti olmakla övünülen Türkiye’de ise ortalama her gün 3-8 işçi “kazara” ölüyor. Yani kapitalizmin çarkı dönüyor ve metaların dünyası büyüdükçe insanın değeri küçülüyor: insan bir rakama, bir veriye, ya da üç satır bir ölüm haberine dönüşüyor. Acı ama Kafka bile böylesi bir dönüşümü hayal edememişti.
Türkiye, diğer yanda yaz tatilinde ailesine katkıda bulunmak için Şanlıurfa’da inşaatta çalışmak zorunda kalan bir üniversite öğrencisi. Kapitalizmin insafsızlığı ve eşitsizliği daha başka nasıl anlatılabilir ki? Ama biliyoruz ki, Fırat Yiğen son ölen olmayacak. Çünkü bu topraklarda dolar milyarderlerinin artması gerekli. Çünkü “İnşaat Ya Resulullah” zihniyetinin başarısı için ucuz genç ölümlerin olması gerekli. Acı ama gerçek; her genç ölüm daha çok imar demek, bina demek, alışveriş merkezi demek... Türkiye’de kapitalizmin tüm kurum ve yapılanmalarıyla, hem de sömürüyü azami ölçüye taşıyabilmesini sağlayarak var olan siyasi iktidarının “tek adam”ı işte o nedenle tebaasından üç çocuk doğurmalarını istiyor. Öyle ya; ölüm “takdir-i ilahi”, yeter ki sömürü devam etsin, yeter ki kârlar azalmasın.
Elektrik Elektronik Bölümü ikinci sınıf öğrencisi Fırat Yiğen, iki gün önce çalışmaya başladığı inşaatın yedinci katından düşerek öldü.
Unutmayalım, Ocak 2002’de yürürlüğe girmiş olan Kamu İhale Kanunu’nu, on yıl içerisinde 17 kere değiştiren, kanun kapsamında yüzü aşkın değişiklik yapan bir siyasi iktidarla karşı karşıyayız. Şimdi tüm bunların yaşandığı bir ülkede “topal ördek” konumuna düşmüş bir sityasi iktidarın Ağustos sıcağında madenlerde Avrupa Birliği mevzuatına uygun malzeme ve koryucu sistem kullanma şartını 2020’ye ertelenmesine şaşıracak mıyız?
Bir yanda dünyanın en büyük ekonomileri arasında “örnek” gösterilen
Yok hayır; her şey olması gerektiği gibi: Her Şey Sermaye İçin Sevgilim.
Fırat Yiğen
Neyse devam edelim ve küreselleşme ile birlikte hızlanan dünyaya bizde ayak uydurup gelelim 15 Temmuz 2014’e. Aslında 15 Temmuz’un özel bir önemi yok, hatta sıradan bir gün bile sayılabilir. İşte bu sıradan günde sıradan bir haber: Dicle Üniversitesi
Aralık 2015 I 23
Işığın Efendisi Olmak
24 I Toraks Bülteni
Nilüfer AYKAÇ KONGAR Nilüfer Aykaç Kongar: Ne yazık ki günlerimiz hep bir koşuşturmaca içinde geçiyor. Evden işe, okula, çarşıya, pazara... hep bir koşturmaca. Akşam olup da yatağa atınca kendimizi tükendiğimizi hissediyoruz: Hayat sanki değirmen taşı, biz de öğütülecek buğday… Sizce bu zamanın hızlı akışını nasıl yavaşlatırız? Erzade Ertem: Emin olun hayatı yavaşlatarak yaşamanın en güzel seçeneklerinden birisidir fotoğraf çekmek. Elbette makineyi boynuna asıp oradan oraya koşup fotoğraf peşinde koşarak yapılamaz bu. Fotoğraf çekmek için koşmak değil ışığı izlemek gerek. NAK: Bu nedenle mi öğrencileriniz size “Işığın Efendisi” diyor? EE: Bilmiyorum belki de… Ama fotoğrafın sözcük anlamının “ışıkla çizmek” olduğunu biliyorum. Bu nedenle fotoğrafçı aslında ışığı doğru kullanan yani ışığa hükmeden kişidir. Çünkü fotoğraf dediğimiz sonuçta ışık, renk ve kompozisyondur. NAK: O zaman bize biraz her daim gördüğümüz ama belki de çok farkında olmadığımız ışığı anlatır mısınız? Nedir ışık? EE: Hayatımızda doğal ve yapay ışık kaynakları vardır. Bizler stüdyoda yapay ışık kaynaklarını kullanırız. Bu kaynaklar sayesinde de çekim zamanını kendimiz belirlemiş oluruz. NAK: Doğal ışıkta çekim yapmak daha zor değil mi? Zamana dikkat etmek gerekli en nihayetinde. EE: Kesinlikle, doğal ışık ortamındaysanız çekim yapacağınız objeyi en iyi yansıtacak ışığın zamanını beklemek zorundasınız. Ayrıca ayın, yıldızların, şimşeğin ve güneş ışığının özelliklerini de bilmelisiniz. Haliyle bu oldukça meşakkatli. Çünkü ışıkla nesnenin en iyi buluştuğu zaman bazen bir gün içerisinde bir “an” ya da bir sene içerisinde bir “an” olabilir. NAK: Doğal ışıkta fotoğraf çekmek için elde makine fotoğrafın peşinde koşmayıp anı bekleyeceğiz öyle mi? EE: Elbette, koşmak nafile bir çabadır. Bir antik kent, bir manzara, bir tarihi eser... yani yerinden kımıldatamayacağınız her şey için yapılacak olan doğru ışığı beklemektir. Çünkü güneş ışığı dünyamıza her gün farklı açılardan ve farklı tatlarda yani farklı renklerde gelir. Ve güneş her gün farklı yerlerden batar. Günbatımı çekimlerinde bunu en iyi biçimde deneyimleyebilirsiniz. NAK: Ama beklemek için yeterince zamanımız yoksa, malum… çok acelemiz var. EE: Emin olun beklemekten başka yol yok. Farzedelim çekime gittiniz ama ışık ters açıda. Ne yapacaksınız? Eğer çekim yaparsanız asla iyi olmayacaktır. O nedenle koşulu yok; çaresiz bekleyeceksiniz. Eğer ışığın efendisiyseniz. NAK: Yani efendi olmak için ardından koşmak değil onu beklemek gerek diyorsunuz. Bu bizim bildiğimiz efendi tanımlarına hiç uymuyor. Efendi bekler mi? EE: Eğer ışık bilginiz yoksa hemen çekimlere başlarsınız ve bir sürü kötü fotoğraflarla yolunuza devam edersiniz. Bir fotoğrafçıyı,
Afrodisias ‘’Benim antik kentim. Ara Güler’in dünyaya tanıttığı antik kent. Prof Dr. Kenan Erim’in anısına...’’
fotoğraf çekenden ayıran en temel özelliklerden biri budur; ışığı doğru okumak ve efendi olmak için bekleyebilmek. NAK: Ama gündelik hayatta bir şeyleri beklemeyi hepten unuttuk. Birkaç saniye içinde internet sayfası açılmıyorsa sinir oluyoruz, canımız sıkılıyor. Doğru ışığı beklerken de canımız sıkılmaz mı? EE: Hayatı yavaşlatmak budur aslında. Hem bu sayede hızla akıp giden hayatın unuttuğumuz güzelliklerini de hatırlarız. Beklerken çayınızı demlersiniz, sevdiğiniz bir müziği açarsınız, yanınızdaki kitaptan satırlar okursunuz. Uzanırsınız, kestirirsiniz... hasılı tembellik yaparsınız. Hayatın ellerinizden akıp gitmesini önler, aksine onu yaşadığınızı hissedersiniz böylelikle. Benim için bu bekleme anları zamanın çok yavaş geçtiği anlardır. Yani hayatı yavaş yaşadığım anlardır. Ve doğru zaman geldiğinde de çekimlere başlanır. Asla unutmayın her çekimin farklı bir zamanı vardır. NAK: Meslek sırrı değilse çektiğiniz bir fotoğraf üzerinden bu çekim zamanını biraz daha detaylı anlatabilir misiniz? EE: Elbette, haydi gelin Boğaziçi’ndeki o güzelim erguvanları çekelim. Biliyorsunuz havanın sıcaklığına bağlı olarak erguvanlar, 15 Nisan ile 15 Mayıs arası on günlük bir sürede açarlar ve sonra çiçekleri dökülür. Demek ki, boğazda erguvan çekecekseniz ajandanıza bu tarihleri işaretleyeceksiniz öncelikle. Daha sonra erguvanlar açtığı zamanlarda (ki Kadıköy’den Beykoz’a 3-4 günlük farkla açarlar unutmayın) bir keşif ve ön çekim yaparsınız. Bu sayede doğru ışıkları belirlersiniz. Genelde sabahtan öğlen sonuna kadar Boğazın Avrupa yakasını, öğlenden akşama kadarsa Boğazın Asya yakasını çekersiniz. Daha önemlisi hem karadan hem de denizden çekim yapmalısınız. Zaten bu zamanlar Boğaziçi yalılarının da en güzel görüntüleneceği zamandır. NAK: Her güzel işin arkasında olduğu gibi ne çok emek saklı değil mi? Emek harcadıkça güzelleşiyor hayat aslında. Pekiyi bizlere önereceğiniz favori bir yeriniz var mı erguvan çekimleri için? EE: Ben en çok Küçüksu Kasrında oturup, Rumeli Hisarında açmış olan erguvanları çekmeyi severim. Bir kıtada oturup diğer kıtada erguvanları seyretmek ve fotoğraflarını çekmek… Aman bu arada dikkat; kuzeyden esen rüzgarı yakalamalısınız ki sis-nem olmasın ve fotoğraflar bulanık çıkmasın. Aksine keskin, net görüntüler olsun. NAK: Piyasada bir dolu fotoğraf malzemesi var. Hani sizin anlattığınız gibi çokça emek harcamayıp en pahalı malzemeleri alıp çekim yapsak olmaz mı? Nem, sis, ışık sorunlarını bu pahalı malzemeler çözmez mi? Zamane ruhuyla sorarsak; para her şeyi halletmez mi? EE: Hayır pahalı tencere, leziz yemek pişirimi için gerekli değildir. Öte yandan bakın dijital teknoloji çok hızlı ilerliyor, aldıklarımızın çoğunun nerdeyse ikinci eli yok. Yenisini alıp eskisini atıyoruz. O zaman ne yapmalıyız derseniz; ilk çekime başlarken cep telefonunuzun kamerası, kompakt ya da yarı otomatik yani hem otomatik hem de manuel çeken bir kamera yeterli olacak demektir. Bu makinelerin fiyatı 300-500 lira arasındadır. Fazlasına gerek yok… NAK: Ya fotoğraf malzemeleri, ekipmanlar? EE: Malzeme ve ekipman almadan önce ilk çekime başladığınız mütevazi makine ile fotoğraf eğitimi almalısınız. Sonra gerçekten bir hobi olarak yapmaya karar verdiğinizde fotoğrafın hangi dalıyla ilgiliyseniz ona göre ekipman almalısınız. Manzara, gezi, doğa, spor, basın, makro, yaşam, yemek, insan, hayvan, çiçek, moda, portre...
Aralık 2015 I 25
Bu dalların hangisiyle veya hangileriyle ilgileniyorsanız bunu belirlemeli ve o çekim için gerekli ekipmanları almalısınız. NAK: Tripod, lens gibi malzemeleri hemen alalım mı? EE: Kesinlikle hayır. Kit olarak satılan (gövde, 3-4 lens, flaş, tripod vs.) ekipmanlardan uzak durmanız lazım. Zaten lenslerin kalitesi çok kötü. Alacağınız malzeme için mutlaka eğitmenlerinizden yardım almalısınız. Öte yandan pahalı değil hafif ekipmanlar edinmelisiniz. Aynasız gövdeler çıktı, daha hafifler ve suda da çekim yapabileceğiniz çok hoş kompakt makineler var. Ana kural, ihtiyacın olana para ver, fazlasına değil. NAK: Leziz yemek yapmak için pahalı tencereye gerek yok diyorsunuz… EE: Kesinlikle, ben bu tencere hikayesini hep şunun için anlatırım: Makinen ne kadar iyi olursa olsun, o yalnız başına sana iyi fotoğraf çekmez. Geçmiş zaman bir kişiyle bir çekimde karşılaştık, omuzunda da pahalı bir makine var. Benim çekimlerimi gördü ve makinemin markasını istedi: “benim makine iyi çekmiyor satıp hocanınkinden alacam” dedi. Öğrencilerimden biri kişiye dönüp; “sana istediğin tencereleri alsam leziz yemekler yapabilir misin?” dedi. Makine değil, ışığın efendisi olmak ancak iyi fotoğraf çekmenizi sağlar. Bunun için de eğitim almak gerekli. Başka söze gerek var mı? NAK: Öğrencileriniz nasıl yaklaşıyor fotoğraf eğitimine? Aldıkları eğitimlerden sonra yaşamlarına ve kendilerine neler kattıklarını ifade ediyorlar? EE: Fotoğraf kulübündeki öğrencilerimin kimi yanıtlarını paylaşabilirim bu sorunuz için:
* “Malta eriğinin Kasım-Aralık aylarında çiçek açtığını öğrendim.”
NAK: Sadece tarih alanında değil kültürün tümünde etkisi vardır değil mi?
* “Ayasofya’da dört minare olduğunu biliyordum ama üçünün farklı olduğunu çekim sırasında gördüm.”
EE: Elbette. Yemek çekersiniz, halk oyunlarını, giysileri, içkileri, tatlıları, tekneleri, süsleri, çiniyi, ibadethaneleri... kısaca yaşamı çekersiniz. Bu sayede yeni kültürlerle, yaşam biçimleriyle tanışırsınız.
* “Meyve ağacında çiçeklerin yapraktan önce açtığını gördüm.” * “Işığı hep aynı renk bilirdim. Sabah, öğlen ve akşam ışıklarının ve mevsimsel ışıkların farklı olduğunu öğrendim.” * “Her gün işe giderken yanından geçtiğim yapının ‘Tyke’ tapınağı olduğunu öğrendim.” * “Kendim için bir şey yapmayı öğrendim.” * “Çocuklarıma da makine aldım, birlikte vakit geçiriyoruz.” * “Renkleri öğrendim, ressamlar ve resimleriyle buluştum.” * “Bakıyorum, görüyorum ve merak ediyorum.” * “Önceleri bakardım, şimdi görüyorum.” NAK: Bakmak ve görmek apayrı iki kavram değil mi? EE: Kesinlikle ve fotoğraf bakmaktan görmeye geçişi sağlar. Sonra gördüklerinizi merak edersiniz. Merak bilgiye giden yolu açar ve sonra öğrendiğiniz bilgileri yaşamınızda kullanmaya başlarsınız. İşte fotoğrafçılık yaşamınızı böyle adım adım zenginleştirir. Selimiye’yi, Süleymaniye’yi çekersiniz; Mimar Sinan’ı merak edersiniz. Sinan okursunuz; diğer eserlerini çekersiniz. Osmanlı mimarisine, İslam mimarisine, Roma mimarisine geçersiniz… Hasılı kelam sonsuz bir deryada yüzüp durursunuz.
NAK: Son olarak bu söyleşiden de cesaret alarak fotoğraf alanına amatör biçimde adım atmaya çalışan kişilere önerilerinizi alabilir miyiz? EE: Amatör fotoğrafçı kendisi için çekim yaptığını hiç unutmamalıdır. Photoshop öğrenmeli ve arşiv yapmalıdır. Bilgisayara taşıdıktan hemen sonra fotoğraflarını elemeli, atacaklarını atmalıdır. Bilgisayarda konularına göre ve tarih vererek ayrı dosyalarda arşivlemelidir çekimlerini. Mutlaka harici iki ayrı hard diskte depolamalıdır. Ayrıca video çekmeyi de öğrenmelidir. Ama en önemlisi çekimin tadını çıkartmalıdır. 10-15 kg ekipman taşıyarak kendine eziyet etmemelidir. Mutlaka bir yedek pil ve hafıza kartı olmalıdır. Bir gezide 1000-2000 kare çekim yapmamalıdır. Deklanşöre basmadan önce fotoğrafı kafasında oluşturmalıdır. Ve elbette fotoğraf çekerken mutlu oluyorsa, yaşamını zenginleştirebiliyorsa bu hobiyi yapmalıdır. NAK: Fotoğraf çekimi sırasında nelere dikkat etmelidir? EE: Sevgili Nilüfer bu konu çok önemli. Geçenlerde Urfa da idik, ben ve dört öğrencim. O sırada bir fotoğraf kulübünden 30-40 kişi geldi. Elde makineler, tripodlar, ordan oraya koşmaya başladılar. Urfa çarşıları, Gümrük Han... her taraf karıştı. Hal hatır izin sormadan çekim yapıyorlar. Dama oynadığım Urfalı bana baktı ve “kımıl sürüsü” geldi hoca dedi. Ben utandım. Fotoğrafı tüketim aracı olarak ya da bir keyif aracı yani iletişim aracı olarak kullanmak bizim elimizde. Çekimde başkalarının özgürlüğüne saygı duyalım. Günümüz hayatının hızlı akışına kendimizi bırakmayalım, aksine zamanı yavaşlatalım. NAK: Bu güzel söyleşi için teşekkür ederim. EE: Görüşlerimi paylaşma şansı verdiğiniz için asıl ben teşekkür ederim. Sevgiyle kalın. Toraks Bülten Notu: Röportaj için Nilüfer Aykaç Kongar’a ve düzeltmeler için Osman Elbek ‘e teşekkür ederiz.
Alanya Limanı 26 I Toraks Bülteni
Sinanhoca Köyü, Toroslar. Sinanhoca Köyü’nü Manavgat’tan Altın Beşik Mağarası’na giderken görmüştüm. Mevsimlerden yazdı. Ajandama not aldım. Dokuz ay sonra 4 Nisan’da köyün karşı yamacından çekimi yaptım. 2 Nisan’da da gitmiştim. Hava kapalıydı. Çekim yapmadan geri döndüm. Aralık 2015 I 27
Side Apollon Tapınağı ”Tanrının Renkleri”
Bu fotoğrafa “Tanrının Renkleri” adını verdim. Siz ne dersiniz?
Nilüfer çiçeği
Nergis çiçeği
Palmira (IŞİD’in katlettiği arkeolog Halid Esad anısına)
Kurşunlu Şelalesi’nde Erzade Ertem Fotoğraf: Erdoğan Berçin
28 I Toraks Bülteni
Erzade Ertem
Dergi ve gazetelerde fotomuhabirliği yaptı. Uluslararası alanda fotoğrafları, foto röportajları yayınlandı. Türkiye’de kültür, sanat ve yaşam üzerine pek çok kitabın fotoğraf projesini gerçekleştirdi. Üniversitelerde ders verdi. Bir buçuk milyon fotoğraflık arşivi var. Reklam fotoğrafçılığının yanı sıra öğrencilerine kurs vermeye devam etmektedir. Not: Erzade Ertem facebook adresinden fotoğraf albümlerine ulaşabilirsiniz.
Aralık 2015 I 29
Dr. Annik Rouillon Anısına
Yeşim YASİN
(1929-2015)
30 I Toraks Bülteni
Annik Rouillon
U
nion’un eski İcra Direktörü ve 20. yüzyılın en önemli halk sağlıkçılarından biri olan Dr. Annik Rouillon, 13 Temmuz 2015, Pazartesi günü 85 yaşında vefat etti. 36 yıllık kariyeri boyunca hem Bilimsel Aktiviteler Direktörü hem de İcra Direktörü olarak hizmet veren Dr. Rouillon, 1992’deki emekliliğine kadar geçen sürede yorgunluk bilmeden çalıştı ve kurumun başat figürlerinden biri oldu. 1929’da Châteaurox, Fransa’da doğan Dr. Rouillon, daha genç yaşlarından itibaren çevresindekilerinin hayat kalitesini iyileştirme saikiyle hareket etti. Yaşamının başında sosyal hizmet kariyeri düşündü, ancak annesinin tavsiyelerine uyarak, tıp doktoru olmayı seçti. Dr. Rouillon l’Université de Paris’de okudu ve 1953’de tıp doktoru unvanını aldı. 1956’da, daha sekretarya Paris’te küçük bir oda iken, Union Against Tuberculosis’e (o zamanki adıyla Tüberküloza Karşı Birlik) katıldı. O zamanlarda, Avrupa’da pek çok insan tüberkülozdan ölüyordu ve hastalıktan yaygın bir korku vardı. Fakat aynı dönem, İskoçya’da tüberkülozun ilk kez kombine ilaçlarla tedavi edilebileceğini gösteren testlerin varlığıyla, hastalıkla ilgili önemli bir gelişme dönemiydi. Dr. Roullion TB ile savaşa müthiş bir heves ve tutkuyla katıldı, ayrıca onunla çalışma ayrıcalığına sahip olanlar için hep bir motivasyon kaynağı ve itici güç oldu.
Annik Rouillon: une Vie Contre Tuberculose (Annik Rouillon: Tüberküloza Karşı bir Hayat) adlı kısa metrajlı belgeselde Dr. Arnaud Trébuck “O kimsenin kayıtsız kalamayacağı biriydi. Kendisi sıradışı bir karizmaya ve amaca adanmışlığa sahip, güçlü bir akıl kadınıydı,” diye hatırlıyor. İcra Direktörlüğüne ilaveten Dr. Rouillon, 1991’de Tubercule ile birleşen ve bugünkü International Journal of Tuberculosis and Lung Disease olan, IUAT Bulletin’in de baş editörü olarak görev yaptı. O, Union’un üyelere ortak sorunlar için birlikte çalışma imkanı sağlayan bölgesel organizasyonun oluşumunu da yönetti. Ayrıca İspanyolcanın üçüncü resmi dil olarak kabul edilmesini sağladı ve bu sayede o zamanlar ulaşılması güç olan Latin Amerika’ya kapı açtı. Ancak kuşkusuz Dr. Roullion’un tüberküloza en büyük mirası, Dr. Karel Styblo ile el ele vererek oluşturdukları Doğrudan Gözetimli Tedavi-Kısa Dönem veya DGTS stratejisidir. Kendisinin yorulmadan savunuculuğunu yaptığı temel güvenilir TB bakımı, stratejinin ana hatlarını oluşturdu ve Dünya Sağlık Örgütü, Union’un bugün hala sürdürdüğü bu stratejiyi tüberkülozda stan-
dart halk sağlığı yaklaşımı olarak kabul etti. DGTS’nin ilkeleri küresel anti-tüberküloz çabalarını etkilemeyi sürdürüyor. Dünya Sağlık Örgütü’ne göre 2000-2013 yılları arasında dünyada 37 milyon insanın hayatı bu sayede kurtarıldı.
Rutgers Global Tuberculosis Institute’un eski İcra Direktörü ve Kıdemli Danışmanı Dr. Lee Reichman, “Annik Union’un başarılarına katkılarından gururla söz ederdi ancak geçmişe nostalji duymazdı” diyor. Union’daki liderlik pozisyonunu öneren arama komitesi üyelerinden biri, hatırladıklarını “şimdiki zamanda yaşamayı seven ve geleceği planlamada usta biriydi. Union’un tarihiyle ilgili detayları incelikle kaleme almıştır ve fakat bunun nedeni geçmişin bugünden üstün olduğunu düşündüğünden değil, daha çok eğer geçmişte olup bitenleri iyi anlarsak geleceği çok daha akıllıca planlayabileceğimizi bildiğindendi” şeklinde aktarıyor. Çok sayıdaki ayrıcalıkları arasında, Dr. Rouillon, Académie Nationale de Médecine ve l’Académie des Sciences ödüllerini kazanmıştır. Kendisi aynı zamanda, Johns Hopkins Bloomberg School of Public Health tarafından “Halk Sağlığı Kahramanı” olarak adlandırılmış tek Fransız’dır. Birçok tıp örgütüne aktif üyelikleri vardı. Okyanusları ve piyano çalmayı sevdi, ancak zamanının çoğu profesyonel uğraşlarına adandı. Sıklıkla akşamları ve hafta sonlarını çalışarak geçirdi. Zamanı konusunda o kadar açık elliydi ki, Union Yönetim Kurulu üyesi ve eski İcra Direktörü Dr. Nils Bilo, bu durumu “günde 23 saat 59 dakika Union için yaşadı ve özel hayatına sadece bir dakika ayırdı. Kendini gerçekten Union’a fazlasıyla adamış biriydi” diyerek ifade ediyor. Dr. Roillon’un tüberküloz alanındaki devasa katkısı, Union’un yüksek kalite standartları getirmesine yardımcı oldu ve kurumun dünya çapında ünlenmesini sağladı. Değerli anısı, TB ve akciğer sağlığı alanında çalışan herkese ilham vermeye devam edecek ve kendisinin çok derinden önemsediği amaçlar adına çabalarımız katlanarak artacak. “Dr. Roullion, mirası Union’a nüfuz etmiş anıtsal bir figürdü” diyor Union’un İcra Direktörü José Luis Castro. “Onun kuruma ve halk sağlığına sarsılmaz bağlılığı, bir soruna, ne kadar başa çıkılmaz görünüyorsa görünsün, adanmışlık, sebat ve sabır ile kalıcı bir çözüm yaratmanın her zaman mümkün olduğunu göstermiştir.”
* Yeşim Yasin tarafından, Union Newsletter’dan Türkçe’ye çevrilmiştir.
Aralık 2015 I 31
Biz Kuş muyuz Yoksa Tavuk mu? Mustafa ÇETİNER
32 I Toraks Bülteni
“Bilim ve sanat bir kuşun iki kanadı gibidir. Bu iki kanadı kullanabilen toplumlar uçar ve özgür olurlar, uçamayanlar ise tavuk olur. Tavuk toplum önüne atılan bir avuç yemi gagalarken, arkadan yumurtalarının alındığının farkında bile olmaz.” Darwin.
lumlarındaki oran milyonda 140 bin civarındadır.
Uzun bir süre İnternet’te dolaştı bu söz. Gerçekten Darwin’e mi aittir, bilmiyorum. Aslında pek de sanmıyorum. Ama kim söylemiş olursa olsun, öylesine doğru söylemiş ki...
Nüfusu 58 milyon olan İtalya’da yapılan bilimsel çalışma sayısı, 1,4 milyar nüfusa sahip Arap ülkelerindekine eşittir.”
Peki, şu soruyu Türkiye dahil bütün İslam alemine sorsak: Biz kuş muyuz, yoksa tavuk mu?
“Bilim ve sanat bir kuşun iki kanadı gibidir. Bu iki kanadı kullanabilen toplumlar uçar ve özgür olurlar, uçamayanlar ise tavuk olur. Tavuk toplum önüne atılan bir avuç yemi gagalarken, arkadan yumurtalarının alındığının farkında bile olmaz”
Sorunun yanıtını bulmak için ilk olarak Arap İnsani Gelişim Raporu’nun yazarlarından Nader Fergany’e kulak verelim1 Fergany diyor ki: “Bin yılda tüm Arap dünyasının çevirdiği kitap sayısı İspanya’nın bir yılda çevirdiğine eşittir. Son 50 yılda toplam 500 bin Arap entelektüeli ülkesini bırakıp Batı’ya göçmüştür. İslam konferansı üyelerinin gayri safi milli hasıladan bilimsel çalışmalara ayırdığı pay sadece binde 2’dir. Oysa bu oran Batı ülkelerinde en az yüzde 3’tür. Üstelik bu İslam Konferansı üyelerinin önemli bir bölümü petrol zengini ülkelerdir ve parasal sıkıntıları yoktur. Bu konferansa üye ülkelerde her bir milyon kişiye sadece 8500 bilim insanı ve mühendis düşerken, gelişmiş Batı top-
Milyon kişi başına düşen bilimsel makale-çalışma sayısı Batı ülkelerinde 137 iken, İslam Ülkeleri Konferansı’na üye ülkelerde sadece 13’tür.
Sözü yeniden hatırlayalım ve soruyu tekrar soralım.
Peki, biz kuş muyuz, yoksa tavuk mu? Kopernik’in 1543 yılında ortaya koyduğu Güneş merkezli gezegen sisteminden tam 117 yıl geçtikten sonra Osmanlı, bu sistemden Tezkereci Köse İbrahim Efendi’nin Fransızcadan çevirdiği Feleklerin Aynası ve İdrakin Gayesi isimli kitabı ile haberdar olmuştur. Kurulan ilk rasathane 1580 yılında Şeyhülislam Ahmet Şemsettin Efendi’nin, “Gözlem yapmak ve evrenin sırlarını açıklamaya cüret uğursuzluk getirir” biçimindeki fetvası üzerine yıkılmıştır. Bunu izleyen ilk rasathane ise ancak 1911 yılında kurulabilmiştir. Otopsi yasağı ulemadan korkulduğundan ancak 1841 yılında kaldırılabilmiştir. Bu tarih, Leonardo Da Vinci’nin ilk otopsisinden neredeyse 300 yıl sonradır.
Büyük İslam alimi İbn-i Sina, yüzyıllar önce İslam dünyasını uyarmıştı. Diyordu ki: “Bilim ve sanat iltifat görmediği ülkeyi terk eder.” Anlatmak istediği şuydu, sadece tüccarlık yaparak sanat ve bilim olmadan var olmaya çalışırsanız, kuşlarınızı kaybeder ancak tavuklar topluluğu olabilirsiniz. Geçtiğimiz günlerde oğlum Iphone uygulamaları arasında bulduğu Find Mecca (Mekke’yi Bul) programını gösterdi. Programı, Quotes Bank LTC isimli şirket, Iphone kullanan “çağdaş” Müslümanlar’a kıbleyi bulabilmeleri için 0,99 sente satıyordu. Oğlum sordu: “Bu programı Hristiyanlar, Müslümanlar’a satmak için mi yapmış?” Bana sorduğu soru size yönelttiğimin aynısıydı aslında: Biz kuş muyuz, yoksa tavuk mu? Oğlumun bile yanıtını bildiği soruyu, kuşların önemsiz ve değersiz bir figüranı olarak var edilen ve orada burada “nutuk” atan büyüklerimiz ile onların söylediklerine inanan ve dökme suyla “çağ atladık” sanan saf ve cahil yurttaşlarımızın bilmesi mümkün mü? Sanmıyorum. Çünkü bu yüzyılda “tavuk” olmanın bir özelliği de tavuk olduğunun ayrımında olamamaktır aynı zamanda... * Yazarın aynı isimli derleme kitabından alınmıştır. Yararlanılan Kaynaklar Fergany N. Nature (2006), 444: 7115, 33-4
1
Aralık 2015 I 33
Prometheus’un Hediyesi;
ATEŞ* Süda TEKİN KORUK
İnsanlığın, kimi zaman çaresiz kaldığı ve açıklayamadığı doğa olayları karşısındaki davranış biçimlerinin ve yorumlarının ürünleridir mitoloji. Eski Yunan’da “mythologia” “geçmişte söylenenlerin tekrar edilmesi” gibi bir anlam barındırmaktayken zamanla Doğu dilllerinde efsane, Batı dillerindeyse mit anlamı kazanmıştır, yani kısaca “efsanebilim” anlamına gelir. Her ulusun kendine ait farklı mitleri, öyküleri olsa da tarihte ilk akla gelen Yunan mitolojisidir. Yunan mitolojisinde Prometheus, kardeşleri Epimetheus, Atlas ve Menoitios ile birlikte, Titan Iapetos’un Klymene’den doğan dört oğlundan biridir. İsmi “önsezi, basiret” anlamlarına gelen Prometheus, zekası ve kurnazlığıyla ünlü, Tanrılara karşı insanlığın yararına çalışmış bir kahramandır aynı zamanda. Titanlar ile Olimposlular arasında yaşanan savaşta, Zeus’un önderliğindeki Olimposlular, Titanları yenmiş, sıra insanoğluyla sorunları düzeltmeye gelmiştir. Oyunu insanoğlu lehine kullanan Prometheus, seçimini yaptıktan sonra Tanrıların yiyeceğiyle insanların yiyeceğini belirlemek için büyük bir boğa kurban eder ve kurbanı iki bölüme ayırır. Bir yanda hayvanın eti ve sakatatı, bunların üzerine hoş olmayan bir görünümle hayvanın derisini örter. Diğer yanda, kalın bir yağ tabakası altında etinden ayrılmış kemikler vardır.
34 I Toraks Bülteni
Sonra Zeus’tan payını seçmesini ister, diğer paysa insanların olacaktır. Zeus daha cazip görünen yağlı parçayı seçer, ancak kemiklerle karşılaşınca da Prometheus’a karşı korkunç bir öfke duyar. Çok öfkelen Zeus, eti pişiremesinler diye ateşi saklar. Bunun üzerine Prometheus yıldırımlar atan Zeus’un ateş kıvılcımlarını çalıp bunları insanlara hediye eder. Zeus Prometheus’un bu hareketine çok sinirlenir ve onu Kafkas Dağı’na zincirler. Zincirlemekle de kalmayıp, görevlendirdiği kartala Prometheus’un karaciğerini yemesini emreder. Gündüzleri bir kartal tarafından sökülüp yenmekte olan karaciğer geceleyin kendini yenilediği için de bu işkence sürgit devam etmektedir. Prometheus, “Zeus tahtından düşmedikçe benim işkencelerimin sonu yoktur” der, böylelikle insanlığa özgürlüğün yolunu göstermiş olur. Ta ki nesiller sonra bir gün Herakles (Herkül) çıkagelip Prometheus’u - elbette Zeus’un rızasıyla - kurtarıncaya kadar. Yunan kültüründe bütün dinsel hayata sinmiş bir simgedir ateş. Tapınaklarda yakılan ateşler, ilahi iradenin sönmezliğini temsil eder. Tarihte Ateşli Hastalıklar Ateşli hastalıklar tarihini salgın hastalık tarihinden ayrı tutmak oldukça zordur. İlkel dünyada hastalıklar insanın normal durumunu ya da ya-
şantısını bozan etkilerdi. Bu anormal durumla veya ateşin yükselmesiyle karşılaşan insanoğlunun bunlara karşı ne yapılacağına dair tam bir düşüncesi yoktu. Ateşi çıkan bir insanın soğuk suya batırılması incelenen ilkel kabilelerde uygulandığı çeşitli kaynaklarda belirtilmektedir. Mezopotamya halklarının dünya görüşüne göre, hastalıklar çevrede bulunan görünmez güçlerin insan bedenine girmesiyle oluşurdu. Bu duruma, büyük günahlar veya Tanrıların ihmal edilmesi neden olurdu. Büyük günahlardan bazıları, hasta insana yaklaşmak, hastanın kişisel eşyalarına dokunmak ve su kanallarına tükürmek olduğu bilinmekteydi. M.Ö. 2250 yıllarında yazılan Hammurabi Kanunları’na göre dönemin bu anlayışı doğrultusunda verem, ilahi bir ceza olarak algılanmaktaydı. Yunan tıbbının en ünlü hekimi ve düzenli tıp uygulamalarının kurucusu olan Hippokrates, öğrencilerine hastanın dış muayenesinde nabzına ve ateşine bakılması gerektiğini öğütlemekteydi. Ateş yükselmesiyle seyreden salgın hastalıklar tarihler boyu medeniyetlerin yıkılmasına olduğu kadar, yeni kıtaların keşfinde de önemli olmuştur. Yazar Jared Diamond “Tüfek, Mikrop ve Çelik” kitabında, avcı-toplayıcı toplumdan yerleşik hayata daha önce geçmiş, hayvanları evcilleştirmeye başlamış ve bu yolla çoğu hastalığa karşı korunaklı hale gelmiş batı toplumlarının, yeni kıta Amerika’ya girdiklerinde taşıdıkları hastalık etkenlerine karşı duyarlı yerli halkın ölmesine neden olmuşlardır. Çelikten yapılmış gemilerle yeni kıtaya gidilmiş, tüfekle sıcak savaş yaşanmış, mikroplarla tanışmayan halk “ateşlenerek” ölmüştür. Hastalık ateşiyle, aşk ateşinin birlikteliğini konu eden ve aynı zamanda mesleki sıcak duyguların yaşandığı “The Painted Veil” (Kolera Günlerinde Aşk) filmi, ilk olarak 1934 yılında seyirciyle buluşmuş, 2006 yılında yeni versiyonuyla karşımıza çıkmıştır. Filmde kolera salgını yaşanan bir köye gitmek zorunda olan bir hekimin hayat arkadaşının yaşadığı ikilem ve salgın hastalığın yaşattıkları konu edilmektedir. Günümüz 21. yüzyıl dünyasında da özünde değişen çok bir şey yok aslında. Yaşanan Ebola salgını nedeniyle, ateş ve hastalıkla mücadele için Afrika’ya görevli olarak giden bir hekimin anlattıkları bilimsel alanda oldukça prestijli bir dergide (NEJM) yayımlanmış ve takvimlerin 2015’i gösterdiği bu günlerde insanlığın “ateşle” savaşımının devam ettiğini de göstermiştir. Ateş nedir? Ateş, vücut ısısının normal olarak sürdürülmekte olan sınırlarının üzerine yükselmesi olarak tanımlanabilir. Normalde vücut ısısı koltuk altında 36.5°C’ın, ağız içinde 37°C’ın ve rektumda 37.5°C’ın altındadır. Vücut ısısı gün içinde (diürinal) bir ritme sahiptir. Sabah 04.00-06.00 arasında en düşük seviyelerdeyken, akşam 16.00-18.00 arasında ölçülen değerler en yüksek değerlerdir. Bu diürnal ritm ateşli hastalıkların seyrinde de devam eder. Ateş, infeksiyon hastalıklarının en sık karşılaşılan belirti ve bulgularından biridir. Ancak ateş yüksekliği sadece infeksiyon hastalıklarında görülmez. Romatizmal hastalıklar gibi inflamatuar diğer durumlar, kanserler ve vücut travmalarından sonra da yüksek ateş izlenebilir. Yaygın görüş ateşin infeksiyon hastalıklarının bir bulgusu olduğu yönündedir. İnfeksiyon için yüksek risk taşıyan hastalarda bu yaklaşım, belli ölçüde pratiklik sağlamaktadır. Ateşli hastanın değerlendirilmesi dinamik bir süreçtir ve infeksiyon dışı nedenlerin büyük bir dikkat ve titizlikle dışlanmasını gerektirmektedir. Geleneksel olarak ateş ve infeksiyon hastalığının bir arada düşünülmesi, ağır seyredebilen ve ölümle sonuçlanabilen infeksiyon hastalıklarının gözden kaçırılmaması için önemli olabilir. İnfeksiyon hastalıklarında ateş yüksekliği, vücuda farklı yollardan giren mikroorganizmalar (virus, bakteri, parazit vb.) tarafından ortama sa-
lınan veya parçalanmaları sonrası açığa çıkan ürünlere karşı konakta oluşan yanıtın ifadesidir. Dolayısıyla ateşe neden olan etkenin tanınması ve ortadan kaldırılmasıyla ateş zaten düşecektir. Ateş nedeninin araştırılması, hastanın muayenesi ve bazı laboratuvar tetkiklerinin yapılması sonucunda infeksiyonun etkeni belirlenmelidir. Bunun için hastanın şikayet ettiği yere göre farklı kültürleri (boğaz, balgam, idrar, dışkı gibi) alınmalı, gerekliyse yatırılarak kan kültürü alınmalı ve bakteriyel etken düşünülüyorsa antibiyotikler başlanmalıdır. Viruslara bağlı geliştiği düşünülen infeksiyonlardaysa antibiyotiklerin yeri yoktur. Özellikle sonbahar ve kış aylarında burun akıntısı, hapşırma ve hafif boğaz ağrısıyla seyreden, soğuk algınlığı (nezle) nedeni zararlı olmayan viruslardır. Çocuklarda daha belirgin olmak üzere yetişkinlerde de ateş yüksekliğine yol açan grip de virus kaynaklı bir infeksiyondur. Ateşi yükselten bu durumda da acele edilmeden yaklaşılmalı, ateş düşürülmeye çalışılmalı ve antibiyotik verilmemelidir. Yüksek ateş: Dost mu, düşman mı? İnsanlığı korkutan ve tedirginlik yaşatan ateş aslında, organizmayı korumaya yönelik olarak oluşmaktadır. Bu yönüyle yüksek ateşin dost mu, yoksa insanı ölüme götürebilen düşman mı olduğu çok sorgulanmıştır. Yapılan çalışmaların bir kısmında, mikroorganizmaların öldürülmesini artırdığı ve tedavi için kullanılan antibiyotiklerin daha etkin olmasına katkıda bulunduğu vurgulanmıştır. Yani belli düzeye kadar ateş yükselmesi konak için yarar sağlamaktadır. Ancak sepsisli (infeksiyona bağlı organ yetmezliğine gidebilen ağır bir tablo) hastalarda vücut ısısının kendiliğinden veya uygun bir antipiretik metodla düşürülmesi gerektiği hastanın geleceği açısından daha olumlu sonuçlar sağladığı vurgulanmıştır. Ateş ne zaman düşürülmeli? Organizmayı temelde koruyucu olarak çalışan ateş 40°C’ı aşmışsa antipiretiklerle (ateş düşürücüler) müdahele edilerek düşürülmeye çalışılır. Eğer 38-40°C arasındaysa hastanın durumuna göre karar verilir. Özellikle febril konvülziyona (ateşli nöbet) eğilimli çocuklar, gebeler, yaşlılarla, kalp, akciğer, böbrek ve merkezi sinir sistemi hastalığı olan kişilerdeyse ateş kısa sürede düşürülmelidir. Ateşli hastaya yaklaşım Yüksek ateşli kişinin öncelikle üstündeki kalın giysileri çıkarılmalı, hafif ve ince kıyafet giydirilmelidir. Ateşin yükselmesi aşamasında hastalarda titreme meydana gelir. Titreme vücut ısısının yükseleceğinin bir işaretidir. Hasta açısından hoş olmayan bu durum, hastaya üşüme ve ürperme hissi de verecektir. Dolayısıyla ateşi yükselmekte olan hasta aynı zamanda üşüyorum zannederek üstünü örtmeye de çalışır. Bu yanılgıya düşülmemelidir. Dolayısıyla ortamın soğutulması, sıcak olmayan çevre ısısı (21-22°C) sağlanmalıdır. Ilık su banyosu (29-32°C arası) ve banyo sonrası kurutma makinesiyle hava uygulanması, özellikle koltuk altı ve kasık bölgelerine ıslak uygulama ve bol sıvı tüketilmesinin sağlanması, yatan hastada serumla sıvı replasmanı gereklidir. Hastanın ateşinin düşürülmesinde ateş düşürücü ilaçlardan da yararlanılır. Bunlar arasında en sık asetaminofen, nonsteroid anti-inflamatuar ilaçalar, asetil salisilik asit (aspirin) ve dipiron (metamizol) kullanılmaktadır. Sonuç olarak, yüksek ateş belli hasta grubu dışında çok korkulacak bir durum değildir. Ateş yüksekliğinin sebebinin aydınlatılmasına yönelik tetkiklerin yapılması ve kişi için olumsuz bir durumun göstergesi olan bu sonucun aydınlatılmasına yönelik davranılması uygun olacaktır. Prometheus’un insanlığa hediyesi ateşin, aynı zamanda hijyeni sağladığı ve mikroorganizmaların yok edilmesine katkıda bulunduğu da akılda tutulmalıdır. *Cumhuriyet Gazetesi Bilim Teknik ekinde yayınlanmıştır.
Aralık 2015 I 35
Amok! Amok! Amok!.. Haluk ÇALIŞIR Ruhsuz, ilgisiz, donuk bir biçimde oturuyor oracıkta. Tıpkı benim odamda oturduğum gibi, sonra ansızın ayağa fırlıyor, hançerini kapıyor, sokağa fırlıyor... Dosdoğru koşuyor, dosdoğru... Nereye gittiğini bilmeden... Yoluna ne çıkarsa, insan olsun hayvan olsun, hançerini saplıyor, akan kan onu daha da çıldırtıyor... Ağzı köpürüyor, kudurmuş gibi uluyor... Ama koşuyor, koşuyor, koşuyor, ne sağa bakıyor ne sola, acı acı haykırarak, elinde kanlı hançeriyle, korkunç koşusunu sürdürüyor... Köylerdeki insanlar bu Amok koşucusunu hiçbir gücün durduramayacağını bilirler... O gelirken uyarmak için “ Amok! Amok!” diye haykırırlar ve herkes kaçışır... Ama o bunları duymadan koşar, önüne çıkanı devirir... Sonunda kuduz bir köpeği vururcasına vurup öldürürler onu ya da o ağzından köpükler çıkararak yere yığılıp kalır... Stefan Zweig Amok Koşucusu Stefan Zweig’ın yıllar önce okuduğum Amok Koşucusu kitabından en çok aklımda kalanın bu bölüm olduğunu kitabı son okuduğumda fark ettim. Aradan geçen uzun yıllardan sonra yazar ve koskoca kitapla ilgili zihnimde kalan duygusal bir özet... Özellikle son aylarda içinde yaşadığımız sosyopolitik gelişmeler karşısında AMOK sözcüğünün sık sık zihnimde belirip kaybolduğunun farkına vardım. Belki de ulusal ve uluslararası basında Türkiye ile ilgili analizlerde zaman zaman AMOK metaforuna rastlamamın da etkisi olmuştur. Duramadım Amok Koşucusu’nu yeniden 36 I Toraks Bülteni
okudum. Psikolojiye ve Freud’a özel ilgisi olan Zweig, Amok Koşucusu’nda Almanya’da iyi eğitim almış bir doktorun, Hollanda sömürgelerinde bulduğu iş için gittiği Güney Doğu Asya’da geçen öyküsünü anlatır. Amok Koşusu ya da Amok, daha çok Malezya’da ve Endonezya’da görülen bir eylem. Sakin sakin oturmakta olan biri, birden harekete geçer ve eline geçirdiği bir hançerle koşmaya başlar ve karşısına kim çıkarsa çıksın onu öldürerek ya da ona saldırarak koşusuna devam eder. Hiç bir şey onu durduramaz ve sonunda ya öldürülür ya da kendisi ölür. Ölümüne ve ölüm için bir koşu.
Aslında Amok, psikiyatrik hastalıkların sınıflandığı DSM IV-TR de tanımlanmış klinik bir durum. Dissosiyatif bir bozukluk olarak tanımlanıyor. Psikiyatrik hastalık olarak sınıflamaya giren bu hastalığın sosyo-kültürel bağlantıları olduğu düşünülmüş. Malezya ve Filipinler’de Laos’dan başka, Polinezya dilinde Cafardor ya da Cathard, Porto Riko’da Mal de pelea, Navaho yerlileri arasında ise İich’ad olarak adlandırılıyor. Temelinde intiharın kültürel olarak yasak ya da günah olduğu toplumlarda bir tür intihar şekli olarak tanımlanıyor. Kaptan Cook, 1770 yılında Maleyza’daki seyahati sırasında Amok Koşucusu’nun yaptığı kıyımı tarif eder. 1846’da yine Malezya’da bir Amok vakası daha bildirilmiş. İlk vakaların Malezya’dan olmasına ve Malay kültürünün bir parçası olduğu yönündeki görüşlere rağmen, modern psikiyatride, Amok olgusunun tüm dünyada görülebildiği düşünülüyor. 1980-2000 yılları arasında 18 yıllık bir süreçte, Almanya genelinde 104 vaka saptanmış. Vakaların birisi dışında hepsi erkek ve hiçbiri kurbanlarını tanımıyor. Teknik yönüyle bakıldığında iki formu tanımlanmakta; Amok ve Beramok. Beramok daha çok bir kaybın arkasından, depresif dönemden sonra ortaya çıkıyor ve Amok’a göre daha sık gözleniyor. Daha önce de şiddet içeren davranışlar gösteren, işini, bir sevdiğini ya da eşini kaybeden, paranoid, antisosyal veya narsist kişilikli, borderline bozukluğu olan ve önceden intihar girişiminde bulunan insanlar arasında görüldüğü bildiriliyor. Freud’dan çok etkilenen Stefan Zweig, Amok koşusunun hem dil hem de kültür altyapısının ait olduğu Güneydoğu Asya dekorunda, Avrupa kökenli bir doktorun zihninde, Amok koşusu sarmalına sokuyor okuyucusunu. Doktorun çıktığı Amok koşusundaki kurbanları; kendi kariyeri, birikimi, mesleği ve hatta hayatıdır. Zweig’ın sürükleyici üslubu eşliğinde doktorun yaptıklarına şahit olursunuz, felaketi sezersiniz ancak hiçbir şey yapamazsınız. Hatta yazar ve siz, doktorun felaketini izlerken, doktor da size katılır ve hep birlikte hayretler içerisinde olacak felakete engel olamazsınız. Zweig’ın muhteşem anlatımı ile gözümüzün önünde sahnelenen öz kıyım sürecini, artık siz de Malezyalı biri gibi tek bir sözcük ile anlatabilirsiniz. AMOK. Ülkemizin son yıllarda dengesinin bozulduğuna, toplumun tüm katmanlarıyla birlikte giderek kutuplaştığına şahit oluyoruz. Seçimlerin kutuplaşmayı azaltacağını düşündük, ancak dengemizin daha da bozulduğunu, göz göre göre barışın uzaklaştığını görüyoruz. Her taraf karşı tarafı suçluyor, ötekileştiriyor ve şiddet uyguluyor. Birbirimize zarar veriyoruz. Genç insanlar yeniden ölmeye başladı. Günlük hayatımızda, metro istasyonlarında, kalabalık bir yerde her an kurban olabiliriz hissi giderek hücrelerimize işliyor. San-
Hepimizin farklı bir Amok koşucusu olabilir. Kutuplaştığımıza göre, diğer kutup sizin için Amok koşusu yapıyor olabilir. ki bir ya da daha fazla Amok Koşucusu var, bütün bir topluma elindeki silahla dalmış, toplumun ve barışın kurban olmasına aldırmadan koşarak ilerliyor. Hepimizin farklı bir Amok koşucusu olabilir. Kutuplaştığımıza göre, diğer kutup sizin için Amok koşusu yapıyor olabilir. İçinden geçtiğimiz şu zor günlerde, kolaylıkla çoğumuz ‘İşte Amok koşucusu budur!..’ diyebileceğimiz figürler gösterebiliriz. Ancak yaşadığımız bütün bu kaotik gelişmeleri psikiyatri kitaplarında bile yerini almış klinik bir durumla açıklamak, olayları çok naif bir şekilde değerlendirmek anlamına gelir. Kuşkusuz tüm bu politik karmaşanın ardında derin sınıfsal ve ekonomik nedenler yatıyor. Bir anda ortaya çıkmadı bu saldırganlık, gözü dönmüşlük. Ancak yine de onca uyarı, barış çağrısı yapılırken bunlara kulakların tıkanarak olayların tırmandırılması, umutların tükenme noktasına gelmesi, insanda yavaş çekimde bir Amok koşusu izliyormuşuz hissi yaratıyor. Amok koşusu hiçbir zaman zafer ile sonuçlanmıyor. Sonuç hep kötü oluyor, koşucu da zarar görüyor, kurbanları da… Çevredekiler bağırıyorlar uyarmak için potansiyel kurbanları… ‘Amok!, Amok!, Amok!’ İçimdeki sesin sık sık Amok, Amok diye fısıldadığını söylemiştim, siz bu yazıyı bir çığlık olarak duyun… ‘Amok!, Amok!, Amok!.. Yararlanılan Kaynaklar 1
Zweig S.: Amok Koşucusu, Çev: İlknur Özdemir. Y. Baskı. Can Yayınları
2
Saint Martin, M.L. (1999) “Running Amok: A Modern Perspective on a Culture-Bound Syndrome”. Primary Care Companion to the Journal of Clinical Psychiatry, 1(3): 66-70. http://www.ncbi.nlm.nih.gov/pmc/ articles/PMC181064/?tool=pmcentrez
3
Richard-Devantoy S., Olie JP, Gourevitch R: Encephale. Risk of homicide and major mental disorders: a critical review2009 Dec;35(6):521-30. doi: 10.1016/j. encep.2008.10.009. (Abstract)
4
Adler L1, Lehmann K, Räder K, Schünemann KF. : “Running amok”--content analytic study of 196 news presentations from industrialized countries. Fortschr Neurol Psychiatr. 1993 Dec; 61(12): 424-33.
5
Adler L1, Marx D, Apel H, Wolfersdorf M, Hajak G: Stability of the “amok runner syndrome Fortschr Neurol Psychiatr. 2006 Oct; 74(10): 582-90. Epub 2006 Jan 2. (Abstract) Aralık 2015 I 37
Mahşerin Bir Kısrağı:
Tomris Uyar Hepgül ÖZDEMİROĞLU Yazmasam Çıldıracaktım
Bu sesler, Cemal Süreya, Edip Cansever ve Turgut Uyar’dan geliyordu.
Bir hayalim vardı...
Onlar ki benim vazgeçemediğim, şiirlerini yıllardır okumaktan bıkmadığım, doyamadığım şairlerimdi...
“Yaşayan en iyi şairlerimizden Yılmaz Odabaşı ile çıkacak romanı ‘Şarkısı Beyaz’ (yayımlanmış ilk Cemal Süreya şiiri olan ‘Şarkısı Beyaz’, şairin kendisinden yıllar önce izin alınarak romana isim olmuş) ve hayat üzerine müthiş bir sohbetten ayrılıp kısa bir deniz yolculuğu yaparak evime ulaştıktan sonra yazıya başlamaya karar vermiştim” Bu satırları iki yıl önce yazmış ve bir türlü toparlayamamıştım. Onlar İkinci Yeniciler, onlar 26 Mart’ı “dünya ölmeme günü” yapanlar, edebiyata ve şiire önerileri olanlar ve Türk yazın tarihinde yeni bir çağ açanlar. Onlar benim kalbimin şairleri, onlar Mahşerin Dört Atlısı… İlk, şair Cemal Süreya’yı yazacaktım, onunla ilgili bir anıyı. Yazmak için oturduğumda sesler geldi kulağıma, nihavent makamda: “Onu yaz...”
“Onu yaz,” diyorlardı… “Tomris’i…” Uzaklardan bir sızı gibi geliyordu Zeki Müren’in sesinden, “Ben seni unutmak için sevmedim.” Zaman ve nesneler anlamını yitirmiş, bambaşka bir evrende kalakalmıştım. Tomris Uyar’ı yazmak… Tüm yönüm değişmiş miydi, yoksa rayına mı oturmuştu her şey?.. Yıllar öncesine gittim birden; iki kurs arasında karar verememiş, birini seçmek zorunda kalmıştım. Çünkü sabrım yetmiyordu beklemeye. En kısa zamanda başlayacak kursa yazılmalıydım. Yazarlık konusunda geliştirmeliydim kendimi ve Tomris Uyar’ın kursuna daha aylar vardı. Ben de Cevat Çapan’ın kursuna kaydoldum. Sonrasında diğer kursa gidecek ve hedeflediğim doygunluğa ulaşacaktım. Ama biz planlar yaparken, bizim üstümüzde de bir plan olduğunu anlayacaktım. Mutluluktan çıldırmış bir halde kursumu bitirmiş, sonra da Tomris Uyar’ın vefat haberiyle sarsılmıştım. Haftalarca yas tutmuştum. Kursuna gidememiş, öğrencisi olamamıştım… Kader işte. Onun hayatını yazmaya yetmeyecek bana ayrılan sayfa, ama sayfalar yetmezdi zaten anlatmaya… Öylesine fırtınalı ve öylesine üretken bir yaşamdı. Yaşanılası bir hayat mıydı bilemem... Kimilerine göre öyle, kimilerine göre değil… Ona sormak isterdim: “Altmış iki yıllık yaşamınızda mutlu oldunuz mu?” diye… Sevdikleri ondan önce gidince partiyi kaçırmamak için olsa gerek, “Onların yanına gitmek için elinden geleni yaptı,” diyor onu tanıyanlar... “İnsan hayatının, üstüne titreyerek korunacak bir şey olduğuna inanmıyorum,” diyen Tomris Uyar’ın arkadaşı Feyza Hepçilingirler kendisinin bu sözünü destekleyerek, “Tomris uzun yaşamak isteseydi, yaşadığı gibi yaşamazdı zaten,” demişti…
Tomris Uyar 38 I Toraks Bülteni
Yaşamına giren dört şair; ilk eşi Ülkü Tamer, sevdiği adam Cemal Süreya, hayatının aşkı ve ikinci eşi Turgut Uyar ve onu daima tutkuyla seven Edip Cansever…
geriye birçok eser, edebiyat dünyası ve öykücülüğe dair devrim niteliğinde tespitler ve ona âşık şairlerin dizeleri kaldı… Tomris
İlk eşi, önemli şairlerimizden, okul arkadaşı olan Ülkü Tamer. Okulu bitirdikten sonra evlenmişler; bir kızları olmuş Ekin adında ve daha birkaç aylıkken sütten boğularak ölmüş. Sonra hayatına Cemal Süreya girmiş. Üç yıl sürmüş aşkları… Aynı eve taşındıklarında, ki iki yazara dar gelir bir ev, mutlu olduklarına eminim... Şanslı oldukları da kesin, bir hayata böylesine bir aşk sığdırmak herkese nasip olmaz. Büyük şairlerin aşkları da büyük oluyor. Hayat gaileleri, günlük rutinler ve bir sürü şey girince yaşamına, kendisiyle baş başa kalma ihtiyacı çok oluyor bir şairin, bir yazarın. Onun da öyle olmuş. Cemal Süreya işten çıkar çıkmaz eve gelirmiş. Bütün yazarlar gibi, Tomris Uyar da yalnız kalmaya ihtiyaç duymuş olacak ki, “Erken gelme, arkadaşlarınla yemeğe git, gez toz,” demiş. Ertesi gün geç gelmiş Cemal Süreya, daha ertesi gün daha da geç… Tomris Uyar camdan bakarken, apartmanın girişinde Cemal Süreya’yı görmüş ve anlamış ki, iş çıkışı hiçbir yere gitmez, gecikirmiş kapıda... Bu durumun adını beraberce koymuşlar sonrasında: “Şahsiyet rötarı.” O aşk tüm zamanların en önemli edebiyat dergisi Papirüs’ün çıkmasına, birçok öyküye, birçok şiire, çokça anıya zemin hazırlamış. Geriye sağlam bir dostluk kalmış. Belki de, bir ömür süren bir aşk... Tomris Uyar ki, âşık olunacak erkeğin yirmi özelliğini yazmış bir kadın, hem rüyanın, hem aşkın hammaddesi, hem kendisi şiirden bir kadın... Cemal Süreya’nın dizeleri o aşkın duygularını anlatıyor: Ay ışığında oturduk, bileğinden öptüm seni Sonra ayakta öptüm, dudağından öptüm seni Kapı aralığında öptüm, soluğunda öptüm seni Bahçede çocuklar vardı, çocuğundan öptüm seni Evime götürdüm, yatağımda, kasığından öptüm seni Başka evlerde karşılaştık, iliğinden öptüm seni En sonunda caddelere çıkardım, kaynağından öptüm seni... Sezen Aksu yıllar sonra besteledi, albümünde dinledik bu aşkı... Daha sonra Turgut Uyar ile evlenirler. Oğlu Turgut’un babası, hayatının en uzun sevdası... Edip Cansever’le dostlukları, birbirlerine hayran bir şekilde, ömür boyu devam etmiş. Şairin Tomris Uyar’a yazdığı çok şiir olsa da, en çarpıcı olanı, bir peçeteye yazdığı: Tomris rakıyı severdi, ben de onu... Hafızalardan silinecek gibi değildir bu dize… Tomris Uyar, “Hayatta olur, edebiyatta olmaz” derdi. Öyle de oldu. Onun öyküleri, eleştirileri zarif bir kesinlik taşırdı. Ondan
Senin için alışılmış şeyler söyleyemem, sana yaraşmaz Kış gecesi amcamızdır, bahar yakından kardeşimiz Alır başımı, Erzincan’a giderim seni düşünmek için Dörtlükleri bozarım, çünkü dağlar ne güne duruyor Kıyılar ve eskimeyen her şey seni anlatmak için... Bir bozuk saattir yüreğim, hep sende durur Ne var ki, ıslanır gider coşkunluğum durmadan Durmadan Dağ biraz daha benden, deniz her zaman senden Hiçbir dileğimiz yok şimdilik tarihten, coğrafyadan... Kimselere benzemesin isterim seni övdüğüm, Seni övdüğüm zaman Güzel bir çingene yalnız başına dolaşmalı kırlarda Seni övdüğüm zaman... Turgut Uyar Düşünüyorum da, evren bu kıymetli çocuklarını, işlerini bitirdikten sonra fazla tutmuyor şu gök kubbe altında. Onları da tutmadı. İlk önce Turgut Uyar 1985’te 58 yaşında, hemen ardından Edip Cansever 1986’da 58 yaşında, Cemal Süreya 1990’da 59 yaşında esas âleme gittiler... Aralarına en son Tomris Uyar katıldı 2003 yılında. 62 yaşındaydı... Hep içim sızlıyor erken biten yaşamlarına, ama kütüphanelere sığmayan eserleri ve artlarında bıraktıkları anıları ve eşsiz yaşam hikâyelerini düşündükçe... Yaşamak uzun olunca mı anlamlı, yoksa arsızca yaşayıp dur durak bilmeden üreterek hiçbir ânı boşa geçirmeyince mi? Turgut ve Tomris Uyar’ın vasiyetleri, kendilerine ait her şeyin yakılmasıymış ve oğulları vasiyete uymuş... Herkes ölüyor da, herkes gerçekten yaşıyor mu? Onlar yaşadılar... Görüyorlar mı bizi, bakıyorlar mı burada neler oluyor diye, yoksa görevlerini mükemmel bir şekilde tamamlamanın huzurunu mu yaşıyorlar?.. Belki de benim hayalim, böyle olması. Onlar ki, adlarını her andığımda, satırlarını ve dizelerini her okuduğumda daha da ölümsüzleşiyorlar... Belki bu yazı bittiğinde güzel bir çingene, gür siyah saçlarının arasına bir gül takıyordur. Eliyle uzanıp, buz gibi bir rakıyı onlara övgü olarak içip dans ediyordur... Kim bilir… Tomris Uyar Kitapları Gündökümü/ Bir Uyumsuzun Notları 1-2 Yaz Düşleri Düş Kışları Yürekte Bukağı Aramızdaki Şey Yaza Yolculuk Otuzların Kadını Sekizinci Günah Gecegezen Kızlar Dizboyu Papatyalar Ödeşmeler ve Şahmeran Hikâyesi İpek ve Bakır Güzel Yazı Defteri Alıntılar: Nedim Atilla (Milliyet Sanat)
Tolga Meriç (Yazar-Editör)
Hande Umur (Editör)
Aralık 2015 I 39
Kişisel Bilgilerin Güvenliği ve İnternet Kağan KONGAR ÖNSÖZ Selam. Teknik detayları hayli kapsamlı bir konuyu sadeleştirerek paylaşmanın en güzel yolunun bir “söyleşi” olduğunu düşündüm. Umarım “Kişisel Bilgilerin Güvenliği ve İnternet” konulu bu söyleşiyi sıkılmadan okursunuz. Konu ile ilgili yazılmış kitaplar, tezler ve yapılmış çalıştaylar var. Bu derece geniş kapsamlı bir konuyu detaylı anlatmak kolay değil. Lütfen bu söyleşiyi bir “giriş” olarak kabul edin. Başlamadan önce, çalışmaya önemli ölçüde katkı veren Sn. Abdullah Aloğlu’na (https://alog.lu/) (Sn. Aloğlu’nun çalışmalarından (izin alarak) ve kıymetli görüşlerinden bir hayli yararlandım) ve eleştiri ve düzeltmeleri ile bu çalışmanın biraz daha okunabilir olmasını sağlayan Sn. Nilüfer Aykaç Kongar’a teşekkür etmek isterim. Bu çalışmada yer alan bazı terimlerin Türkçe karşılığı yok. Bazılarının karşılıkları uygun değil, bazılarını da ben çevirdim. Bu nedenle kullandığım terimlerin İngilizce karşılıklarını da parantez içerisinde yazmayı uygun gördüm. Öncelikle bir tanım alıntılıyayım; “privacy” kelimesinin karşılığı olarak:
Mahremiyet veya gizlilik (Latince: “privatus “: geri kalanından ayrı, Privo; “mahrum”) bireyin veya bir grubun kendilerini veya kendileri hakkındaki bilgileri ayırma yeteneği ve böylece kendilerini ifade ederken seçici olmalarıdır. Sınırları ve kabul edilir içeriği kültürler ve bireyler arasında farklılık gösterir ancak bazı ortak temalar paylaşılmaktadır. Herhangi bir şey gizli olduğunda, doğal olarak kişiye özel veya hassas bir durum var demektir. Mahremiyet alanı bilgilerin korunması ve kişisel alana girilmemesini gerektirdiğinden güvenlikle çakışmaktadır.1 Bu söyleşi “mahremiyet” ile ilgili. “Kişisel bilgiler” olarak tanımlamaya çalıştığım şey de aslında tam olarak mahremiyet. Bir diğer deyişle “istemediğiniz kişilerce bilinmesini uygun görmediğiniz her şey”. Bu söyleşi içinde “gizlilik” ve “mahremiyet” kelimelerini sanki eş anlamlıymış gibi kullanacağım. Tam da bu noktada “benim gizleyecek bir şeyim yok ki? Neden rahatsız olayım?” argümanı devreye giriyor. Bu yazının amacı herkesi gizlilik konusunda radikal kararlar alan paranoyaklara dönüştürmek değil. Haberdar etmek. Hangi bilginin kime, ne kadar sızdığını/ sızabileceğini bilmek bilinçli tercihler yapmayı kolaylaştıracaktır. “Madem saklayacak bir şeyin yok, mektubu neden zarfa koyuyorsun?”
40 I Toraks Bülteni
Bir de not; bu yazı hazırlanırken Microsoft Windows 10 isimli yeni işletim sisteminin dağıtımına başladı. Mahremiyet hassasiyetiniz var ise güncelleme konusunda acele etmeyin derim. Windows 10, sunduğu birçok hizmeti verebilmek için kullanıcının “mahrem” sayılabilecek çok sayıda bilgisini Microsoft sistemleri ile paylaşıyor. Bunu bilerek kullanmakta yarar var.
• Özlük bilgileri, TC kimlik no, isim, adres vb.
TANIMLAR, Kişisel Bilgiler ve Rakipler
• Sosyal medya aktiviteleri
Konuya internet girince bazı tanımların kapsamı ve içeriği ister istemez değişiyor. Sonuçta internet dediğimiz şey iki taraflı bir iletişim kanalı. İki taraflı. İletişim. Televizyon izlemekten çok telefonla konuşmaya yakın ama telefonun (sahte) mahremiyetinden de çok uzak. İnternet aracılığı ile yaptığınız hiç bir şey mahrem kalmıyor; eğer tedbir almıyorsanız.
• Alışveriş ilgi alanları
Açık sözlü olmak gerekirse, 2015 dünyasında hemen tüm iletişim dijital ortamlarda gerçekleşiyor; telefon, sms, internet mesajları (WhatsApp, Facebook Messenger, Hangouts…), eposta, chat, sosyal medya vs. vs. Bunların tamamının, bir ya da birden çok noktada kayıt altına alındığını var saymak çok da yanlış olmayacaktır.
Peki mahremiyetinizi tehdit eden kişi ya da kurumlar kim? “İç ve dış mihraklar” demek herhalde kolaya kaçmak olacak. Bilgi güvenliği konusunda çalışanların kullandığı İngilizce bir terim var: “adversary”. Düşman, hısım demek. Bu söyleşi kapsamında ben “rakip” kelimesini kullanacağım; mâkul nedenlerden dolayı.
Kişisel bilgilerin (ya da mahremiyetin) kapsamı da internet bağlamında bir miktar değişiyor ve hayli genişliyor. Kabaca bir liste yapmaya çalışalım:
Esas olarak “rakip” (adversary) iletişim mahremiyetinizi tehdit eden kişi, kurum ya da kuruluşlar anlamına geliyor. Bu rakip bir hacker (bu kelime için İngilizce orijinalini kul-
• Aile ve akrabaların bilgileri • Arkadaş ve tanıdıklar • Olası gelir • Lokasyon (coğrafi yer) • Finansal kayıtlar (menkul, gayrimenkul ve para hareketleri) • Ziyaret edilen web siteleri
• Cinsel tercihler • Sağlık ile ilgili bilgiler (bu ayrıca hassas bir konu) • Politik duruş • Kanuni ama “gizli” işler • Kanunsuz işler vs. vs. vs.
lanacağım; hem düzgün bir Türkçe karşılığı yok hem de medya sayesinde topluma mâl oldu), bir devlet, bir şirket, organize bir suç örgütü, eşiniz, çalıştığınız kurum, reklam şirketleri ya da bizzat şahsınız olabilir.
Kolayca görülebileceği gibi, özel hayat ve haberleşme gizliliği anayasa ile korunan haklardır. Genellikle. Bu maddeleri yazı içinde paylaşmamın nedenlerinden biri de “istisnalara” dikkat çekmekti.
ve sigorta harcamaları, akaryakıt, elektrik, su, iletişim ödemeleri… Kamu kurumlarının ve/ veya izin verilen özel şirketlerin veri merkezlerinde kayıt altına alınıyor vs. vs.
Konu ile ilgili anayasa maddeleri şöyle:
Kanun bu şekilde olunca “rakip” tanımı kanuni ve kanun dışı olmak üzere farklı anlamlar kazanmaktadır. Her ülke için “kanuni rakip” devlet ve kurumlarıdır. Devletin kanuni olarak onay verdiği diğer özel ve/veya kamu kurumları (bankalar, kredi merkezleri, sağlık ve eğitim kurumları, istihbarat merkezleri vs. vs.) da bu listeye dahil edilebilir.
HTTP ve HTTPS bağlantılar (http:// ve https://) bu günlerde çok fazla sözü geçen konular. Burada Sn. Aloğlu’ndan aldığım eklemeyi aynen kullanacağım:
IV. Özel hayatın gizliliği ve korunması A. Özel hayatın gizliliği MADDE 20- Herkes, özel hayatına ve aile hayatına saygı gösterilmesini isteme hakkına sahiptir. Özel hayatın ve aile hayatının gizliliğine dokunulamaz. (Mülga cümle: 3.10.2001-4709/5 md.) (Değişik: 3.10.2001-4709/5 md.) Millî güvenlik, kamu düzeni, suç işlenmesinin önlenmesi, genel sağlık ve genel ahlâkın korunması veya başkalarının hak ve özgürlüklerinin korunması sebeplerinden biri veya birkaçına bağlı olarak, usulüne göre verilmiş hâkim kararı olmadıkça; yine bu sebeplere bağlı olarak gecikmesinde sakınca bulunan hallerde de kanunla yetkili kılınmış merciin yazılı emri bulunmadıkça; kimsenin üstü, özel kâğıtları ve eşyası aranamaz ve bunlara el konulamaz. Yetkili merciin kararı yirmidört saat içinde görevli hâkimin onayına sunulur. Hâkim, kararını el koymadan itibaren kırksekiz saat içinde açıklar; aksi halde, el koyma kendiliğinden kalkar. (Ek Fıkra: 12.9.2010 5982/2) Herkes, kendisiyle ilgili kişisel verilerin korunmasını isteme hakkına sahiptir. Bu hak; kişinin kendisiyle ilgili kişisel veriler hakkında bilgilendirilme, bu verilere erişme, bunların düzeltilmesini veya silinmesini talep etme ve amaçları doğrultusunda kullanılıp kullanılmadığını öğrenmeyi de kapsar. Kişisel veriler, ancak kanunda öngörülen hallerde veya kişinin açık rızasıyla işlenebilir. Kişisel verilerin korunmasına ilişkin esas ve usuller kanunla düzenlenir. C. Haberleşme hürriyeti MADDE 22- (Değişik: 3/10/2001-4709/7 md.) Herkes, haberleşme hürriyetine sahiptir. Haberleşmenin gizliliği esastır. Millî güvenlik, kamu düzeni, suç işlenmesinin önlenmesi, genel sağlık ve genel ahlâkın korunması veya başkalarının hak ve özgürlüklerinin korunması sebeplerinden biri veya birkaçına bağlı olarak usulüne göre verilmiş hâkim kararı olmadıkça; yine bu sebeplere bağlı olarak gecikmesinde sakınca bulunan hallerde de kanunla yetkili kılınmış merciin yazılı emri bulunmadıkça; haberleşme engellenemez ve gizliliğine dokunulamaz. Yetkili merciin kararı yirmidört saat içinde görevli hâkimin onayına sunulur. Hâkim, kararını kırksekiz saat içinde açıklar; aksi halde, karar kendiliğinden kalkar. İstisnaların uygulanacağı kamu kurum ve kuruluşları kanunda belirtilir.
DURUMLAR, Kişisel Bilgiler Nasıl, Kime Sızıyor? İnanılanın aksine, bilgiler, hatta saplama yapan hackerlara sızmıyor. İnternet üzerinden bir alışveriş yapıyor iseniz kredi kartı bilgileriniz güvende. Genellikle. O an için. Sanırım. ONLINE SIZINTILAR Online kelimesini “işlem anında” anlamında kullanıyorum. Öncelikle internet hizmeti almakta olduğunuz internet servis sağlayıcı (her kim ise) sizin her an hangi web sitesini gezmekte olduğunuz bilgisine sahip. Bu bilgiyi arşivliyor olabilir, olmayabilir ama bu bilgi onda var. Ayrıca, yasaklanmış bir siteye girip girmediğinizi (girmeye çalıştığınızı) kontrol eden bağımsız iki mekanizma var; servis sağlayıcılar ve BTK (Bilişim Teknolojileri Kurumu). Örneğin firatnews.com isimli siteye bağlanmaya çalışıyorsanız birçok yere kayıt düşülüyor (ayrıca bağlanamıyorsunuz). Bu mekanizma diğer tüm internet aktivitenizi kayıt altına alma yeteneğine sahip; alıp almadığını bilmiyorum. Almış olduğunuz ürünün ne olduğu, tipi, rengi, cinsi, fiyatı vs. vs. reklam ağlarına kaydediliyor. Hiç merak ettiniz mi X alışveriş sitesinden bir çanta aldıktan sonra Y haber sitesinde sürekli çanta reklamı görüyor olmanızın nedenini? Lokasyon bilgileriniz de. Bulunduğunuz ülke/ şehir karşı taraftaki web sitesi tarafından biliniyor. Türkiye/Ankara’dan gelince bâzı uçak biletlerini biraz daha pahalı alıyorsunuz. Kamuyu ilgilendiren konulardaki alışverişler kayıt rekoru kırıyor. İlaç örneğin. Kişi, doktor, eczane, ilaç, fiyat, stok, sigorta... Kitlesel ticaret ile ilgili konular ticari şirketler için iştah açıcı. Kredi talepleri ve durumları, sağlık
Ek Not: HTTP ve HTTPS
“Bir siteye HTTPS üzerinden bağlanmak, HTTP uzerinden bağlanmaya oranla daha güvenlidir. Bunu anlamanın yolu, internet tarayıcınızın adres satırındaki adresin başına bakmaktır. Eğer ziyaret ettiğiniz sitenin adresinin başında HTTPS yazıyorsa güvenli, HTTP yazıyorsa güvensiz bağlantı kurmuşsunuz demektir (HTTPS’in sonundaki S harfi “secure”, yani “güvenli” anlamına gelir). Güvenli bağlantının (HTTPS), güvensiz bağlantıdan (HTTP) farkı, siteye yolladığınız veya siteden aldığınız verilerin başkaları tarafından takip edilmesinin engellenmesidir. Ancak HTTPS, girdiğiniz sitenin adresini başkalarından gizlemez. Yani birisi internet bağlantınızı izliyorsa, Vikipedi.org adresini ziyaret ettiğinizi görebilir, ancak Vikipedi’den hangi başlığı okuduğunuzu göremez.” OFFLINE SIZINTILAR Offline kelimesini “işlem sonrasında” anlamında kullanıyorum; yani alışveriş olmuş bitmiş; aradan zaman geçmiş… Bu tür sızıntılar genellikle “çok sayıda” şeklinde tanımlanır. Sağlık Bakanlığı’nın (isimden arındırılmış) hasta kayıtlarını en yüksek fiyatı verene satması konu ile ilgili kanuni bir örnektir. Sonuçta hasta bilgileri bakanlığın kontrolünde. İsim/Adres/ TCKimlikNo bilgilerini kayıtlardan çıkardıktan sonra eldeki bilgileri istediği gibi kullanmakta özgür olduğu fikrinde Bakanlık. Arkadaşlık sitesinden (ashleymadison.com) 10 milyon kaydın sızması ise (doğal olarak) illegal örneklere girer. Önemli bir not; kanuni ama tartışmalı işler yapıyorsanız kayıt için kendi adınızı ve bilgilerinizi kullanmayın. Esas olarak bir yerde bir bilgi havuzu varsa (telefon dinlemeleri, arkadaşlık sitesi işlemleri, sağlık kayıtları vs. vs.) ve bu havuzdaki bilgiler sağlam bir şifre (crypto) ile korunmuyorsa; bunlar bir gün sızar. Bugün ya da gelecek yıl, ama sızar.
Aralık 2015 I 41
Bu konuya devletin elindeki merkezi bilgi havuzundaki kayıtların sızma olasılığını eklemeye gerek görmüyorum. E-Devlet. NE YAPILABİLİR, Bilgilerimi Nasıl Koruyabilirim? Mahrem bilgilerinizi “offline sızıntılar”dan koruyamazsınız. Gerçekten. Bu tür bilgiler her zaman sızar. Zararı en aza indirmenin yolu gerçek bilgilerinizi vermemek (arkadaşlık siteleri), sahte özlük bilgileri kullanmak (sahteciliğe girer) ya da bu işlemleri yapmamak olabilir. Online sızıntılar ise başka bir konu. Online iletişim sırasında bilgilerin sızmasını engellemenin farklı ve etkili yolları var. 1. VPN kullanın. Her zaman. Her cihazda. Şurada güvenilir VPN listesi var: https:// www.privacytools.io/#vpn Peki VPN nedir? Virtual Private Network = Sanal Özel Ağ = noktadan noktaya şifreli bağlantı = güvenli. İnternet bağlantınızı güvenli bir VPN servisinden geçirdiğiniz zaman online bilgileriniz rakip için erişilmez olur. Bir örnek; Fransa çıkışlı bir VPN kullandığınız zaman www.toraks.org.tr web sitesine Fransa üzerinden anonim (isimsiz) olarak bağla-
nırsınız. Servis sağlayıcınız ya da Toraks log kayıtları da bunu böyle gösterir. Türkiye’den Dr. Lokman Hekim olarak bağlandığınız bilgisi kayıtlara düşmez. Aşağıda VPN ile erişilen internet ile VPN olmadan erişilen interneti karşılaştıran bir şema var. “VPN tüneli” olarak adlandırılan “şey” şifreli bir bağlantı aslında. Havalı olsun diye “tünel” diyoruz. Şurada Türkiye için test edilip emin olunmuş, basit, kısa ve öz bir VPN kurma ve kullanım kılavuzu var; http://dombili.github.io/ vpn/ “bu bir dergi, sonra bakarım” diyenler için ilgili kılavuzdan bir not: VPN’lerle İlgili Kısa Bilgiler VPN kullanmak sansürü aşmanın en kolay yoludur. Ancak VPN kullanmanız durumunda internet trafiğinizin tümünü kullandığınız VPN üzerinden geçireceğiniz için, VPN tercihinizi dikkatlice yapmalısınız. Her ücretsiz gördüğünüz VPN’i kullanmayın. Ücretsiz VPN’lerin büyük çoğunluğu internet trafiğinizi kaydeder ve bu güvenliğinizi tehlikeye atar. Bir VPN’in ücretli olması onu daha güvenli yapmaz. VPN birçok amaç için kullanılabilir, ancak genelde ülkenizin engellediği (veya ülkenizde varolmayan) bir siteye/servise erişmek için ya da internette gizli kalmak için kullanılır. Bu yüzden “en iyi VPN
servisi şudur” diye net bir cevap vermek mümkün değildir. İhtiyaçlarınıza ve önceliklerinize göre kullanabileceğiniz belli başlı servisler vardır.
“Yok, ben sadece yasaklanmış sitelere gireceğim, başka bir şey istemem” diyenler için ZenMate ve TunnelBear tarayıcı eklentileri var. Ancak; bu durumda “nereye girdiğiniz” bilgisi rakibe sızar. Örneğin “porntube.com’a girmiş ama ne izlemiş bilmiyorum” şeklinde. Buna “meta data” deniyor; tanımı da şöyle (Sn. Aloğlu’dan bu da):
“Metadata, bir bilginin kendisi haricindeki her şeyi içeren veriler bütünüdür. Yani bir mesajın içeriği metadata değildir, ancak mesajı kimin gönderdiği, ne zaman gönderdiği, nereden gönderdiği ve mesajın nereye gönderildiği metadatadır. Yani bir doğum kliniğini ya da alo intihar hattını aradığınızda, sizi takip eden bir kişi görüşmenizin içeriğini bilemez, ancak görüşmeyi yaptığınız saati, yeri ve görüşme süresini bilir.” Eski NSA direktoru Michael Hayden: “Biz metadata’ya bakarak insan öldürüyoruz” Bir başka meta data örneği; “Bob, Alis ile 30 Haziran 2015, 09:15 tarihinde mesajlaşmış; içeriğini bilmiyoruz”; buna Bob’un eşinin adının “Carol” olduğu bilgisini de ekleyince meta datanın önemi daha kolay anlaşılıyor. 2. İletişim programlarınızın güvenli alternatiflerini kullanın. Dijital iletişim sadece web siteleri ile sınırlı değil. Artık hemen herkes interneti kullanan iletişim programlarından yararlanıyor. Ucuz, kolay, pratik vs. vs. WhatsApp, Facebook Mesajlaşma, FaceTime, Hangouts, Skype bu programların ilk akla gelenleri. Bu programlara alternatif olarak kullanılabilecek; iletişim gizliliği ve güvenliği esas alınarak geliştirilmiş birçok yazılım var. Aşağıda EFF (http://eff.org/) tarafından hazırlanmış (ve başkaları tarafından da kontrol edilmiş) bir liste var; iletişim programlarının güvenilir-
42 I Toraks Bülteni
Aral覺k 2015 I 43
liğine dair; mobil cihazlar için.2 Orijinal listede yer alan ancak Türkiye’de çok da yaygın olmayan programları çıkardım. Dikkatinizi çekmek istediğim konu en çok kullanılan iletişim programlarının “mahremiyet” konusunda pek de hassas olmadıkları.
Liste şöyle:
Çok önemli gördüğüm bir başka konuya değinmek isterim; kullandığınız uygulamanın özelliklerini öğrenin. Aşağıda aynı uygulamanın iki farklı kullanımı için iki farklı güvenlik düzeyi var:
SONSÖZ
Doğru kullanmak lâzım. Bu arada, “Telegram” uygulamasını önermem üzerine Sn. Aloğlu’ndan ciddi bir uyarı geldi; hem gizliliğini sorguluyor hem de “TextSecure varken, Telegram’a gerek var mı gerçekten?”. Olsun, ben kullanıyorum, noktadan noktaya şifreleme testlerini de yaptım, rahatım ama kim bilir?
44 I Toraks Bülteni
Çok uzun ben anlamadım vs. diyenler için, gizlilik için şu programları kullanabilirsiniz: Mesajlaşma: Telegram (iOS, Android); Konuşma: RedPhone (Android), Signal (iOS); SMS: smssecure, textsecure. İnternette, eşyanın doğası itibarı ile kişisel bilgiler sızar. Bu sızıntıyı iletişim anında engellemenin yolları olsa da biriktiği yerden (havuz) transfer edilmesini önlemek teknik olarak mümkün değildir. Havuza dahil olmamak en doğrusu. Açıkçası, toplum güvenliği ve huzuru gerekçesi ile kitlesel olarak toplanan bilgilerin yanlış ellere geçmesi fikri beni korkutuyor. Bu konuda “doğru eller” var mı onu da bilemiyorum. Haber almak için girdiğim bir web sitesi sebebi ile belirli bir grubun sempatizanı olarak kayda
geçmek ya da attığım bir Tweet sebebi ile “izlenmesi gereken kişi (person of interest)” olarak damgalanmak istemiyorum. “Dinlenen” bir kişi ile kazara yapılan bir telefon görüşmesinin sonuçları bile çok yıpratıcı olabiliyor. Mahremiyetin korunması konusunda en önemli yasa Anayasa. Ancak burada dahi istisnalar kaideyi bozuyor. Kişisel bilgilerin transferi, satışı, kullandırılması, kayıt altına alınması (fişleme) ya da her ne ise konularında “hassas vatandaş” olarak hukuk çerçevesinde gereğini yapmak toplumun tamamı için sanırım yararlı olacak. Siz gene de önleminizi alın. => Korsan yayın: “savaşma, seviş”. <= Çok sevgiler. Yararlanılan Kaynaklar 1
https://tr.wikipedia.org/wiki/Gizlilik
https://www.eff.org/secure-messaging-scorecard 2
Konuşmanın Evrimi Emel KURT Dilimin sınırları dünyamın sınırlarıdır (Ludwig Wittengstein) İnternetin insan hayatına katkılarını inkar edemem, ancak sanal dünyayı pek sevemedim. Sosyal medyaya nedense uzak kaldım. Bir tanıdık Facebook’ta bilmem kaç bin ‘arkadaşı’ olduğunu söylediğinde garip baktığımı hatırlıyorum. Aklıma bir yazı olmuştu; Evrimsel antropoloji uzmanı Robin Dunbar, The Guardian gazetesinde yayımlanan bir yazıda Facebook gibi sosyal medya alanlarının bile gerçek sosyal alanımızı genişletemeyeceğini, bu durumun insan beyninin algısının ötesinde olduğunu belirtmişti. Dunbar Oxford Üniversitesinde Bilişsel ve Evrimsel Antropoloji Enstitü direktörüdür. ‘Dunbar sayısı’ diye adlandırılan tanımın mucidiydi. Dunbar’a göre insan ister en az 10 000 yıl önce yaşayan avcı toplayıcı toplumlarda isterse günümüzde yaşasın anlamlı ilişki sürdürebileceği kişi sayısı ortalama 150’ dir. Tam olarak 147.8 (% 95 CI=100-231). Önermeye göre insanlar bu grup büyüklüğü içinde bireysel ilişkileri sürdürme konusunda bilişsel sınırlar içerisinde kalabilmektedir. Evrimsel antropoloji evrim süresince insan vücudundaki değişimlerle birlikte insan zihnindeki değişimleri de incelemekte ve davranışa dönük açıklamalar yapmaya çalışmaktadır. Bu alanda çalışan bilim insanlarına göre insan zihni vücut yapısında meydana gelen değişimlere paralel olarak ilerleme göstermiştir. Örneğin, evrimsel süreçte beyin büyüklüğü ve fonksiyonları kişinin sosyal çevresindeki değişimlere ve aktivitelerine uygun değişimler göstermiştir. Kişilerin içinde bulunduğu sosyal grup sayısı da bu gelişmelere paralel olarak artmıştır. Dunbar doğru ve sağlıklı iletişim için bu sayının her kişi için 150 civarında olduğunu söylemektedir. Tabi bu rakamın kişinin güven ve sorumluluk dahilinde sadece yüz ve isimlerden ibaret olmayan gerçek kişilerle yapabileceği arkadaşlıklarının sayısıdır. Facebook gibi çok fazla arkadaşlık sayısına (bazılarının binlerce diye tanımladığı) sahip olarak gerçek bir iletişimde bulunabilmek için beyin büyüklüğümüzün şimdikinden çok büyük olması gerektiği belirtiliyor. Bu olursa bile milyonlarca yıl alabilecektir. Acaba diye düşündüm ve gözümün önünde milyon yıl sonra bilgisayar başında oturan bir insan canlandı; kafası kocaman, el parmakları tuşlara dokunmaktan değişik karakter almış, bacak kasları küçülmüş, belki de yürüyemiyor (yürümesi gerekmiyor, her şey elektronik aletlerle yapılıyor), kifotik göğüs kafesi, konuşma yeteneğini yitirmiş, çünkü sesini kullanmaya ihtiyacı olmamış. Yazarak iletişim kuruyor. Çünkü iletişim aracı olarak konuşmanın yerini makineler almış. Burada biraz mübalağa yaptım. Çünkü önce konuşma sonra yazma öğrenilebiliyor, ama milyon yıl sonra bilinmez! Böyle bir durumda nasıl göründüğünün de önemi yok. Gözümün önünde şu karikatür
canlandı; “İki köpekten biri bilgisayar başında diğerine şöyle söylüyordu: İnternette kimse senin köpek olduğunu anlamaz”. Oysa insan ilişkilerinde sürdürülebilirlik ve iyi anlaşmak için hala ihtiyaç duyduğumuz vasıtalardan biri ve en önemlisi konuşmak. Sosyal medya bir açıdan arkadaşlıkların devamını sağlayabilir. Ancak sağlıklı bir arkadaşlık yöntemi olmadığı belirtiliyor. Hatta getirilen bir sürü eleştiriden birisi de gerçek arkadaşlıkları da öldürdüğü. Çünkü yakın veya uzak herkes isim ve yüzlerden ibaret bir grubun içerisinde aynı kefede. Oysa konuşma ile iletişim kurma en temel özelliklerimizden biri ve en özeli. İnsan dilinin gelişimi boşuna olmadı. Dil evrimi de insanın vücut ve beyin gelişimini takip etti. Modern insan diye tanımladığımız Homo sapiensin yapısal olarak en yakın akrabası olan Homo neandertalisin (Namı diğer Neandertal adam) bile bizimki gibi bir konuşma dili yoktu. Evrimle ilgilenen bilim insanlarına göre geçmişimizin 60000 ila 30000 yıl öncesinde bir kültürel patlama oldu. Bunun sonucu olarak dil ve sanat gelişti. Bunlar insan evriminde son aşamalardı. Daha önce de insanoğlunda mevcut birtakım bilişsel gelişmeler ortaya çıkmıştı, zamanına göre hayatını çok da başarılı idame ettiriyordu. İletişim kurabiliyor, bu sayede avlanıyor, çoğalıyor, göç ediyordu. Ama insana özgü en önemli bilişsel süreçler bu noktadan sonra ortaya çıkmıştı. Bunlar dil ve sanattı. Bunlar bilinçli iletişim anlamına geliyordu. Bilinçli iletişim ise gelişmiş bir sosyal zekanın ürünüydü. Bilinçli iletişim önce el-kol hareketleri ve mimiklerle mümkün olmuş, sonra dil gelişmişti. Dil tamamen insana özgü iletişimden doğmuş, aktarma, paylaşma ve mübadele gibi hareketlerin oluşumu ile toplumsallığın gelişimini sağlamıştı. Dil özellikle anlatı amacıyla evrimleşmişti. Nesilden nesile aktarılan kültürler de işte bu sayede oluştu. Peki insanlar konuşmayı nasıl başarmıştı? İnsan toplumsallığının en önemli biyolojik temellerinden birisi dil kazanımıdır. Evrimle ilgilenen bilim insanlarının yaptığı çalışmalarda ilkel toplumlarda bile dil ilişkisine ihtiyaç duyulduğu belirtilmektedir. Daha sonraki gelişim sırasında dili geliştirmek seçici bir üstünlük ha-
Aralık 2015 I 45
line gelmişti. Çünkü bilginin üretilmesine ve daha fazla insan tarafından paylaşılmasına imkan tanıyordu. Dilin biyolojik temeliyle ilgili en ilgi çekici kuramlardan biri FOXP2 genindeki mutasyonlarda bulunmuştur. Bugüne kadar konuşma ve dil gelişimi ile ilgili bulunan tek gendir. İnsanlarda evrim sırasında pozitif seçilime uğrayarak kazanıldığı düşünülüyor. Sadece insanlara özgü bir amino asit dizilimine sahip. FOXP2 geni insan ve omurgalılarda beyin ve akciğer gelişimini de kontrol eden gendir. Hem konuşma hem akciğer gelişimi aynı genle kontrol ediliyor. Bu ilginç görünüyor. Bu gen insanlarda konuşmayı sağlayan gırtlak ve ağız hareketlerini de denetler. Ayrıca beynin karmaşık dilbilgisi kuralları oluşturma kabiliyetini denetlediği gösterilmiştir. Bu genin polimorfizminin insanlarda kalıtsal bazı konuşma hastalıklarına yol açtığı bilinmektedir. Bilim insanlarının vardığı sonuca göre, FOXP2 insanın konuşmasına ve dil evrimine kortiko bazal ganglia iletim yollarını düzenleyerek katkıda bulunmuştur. Tarih öncesi insanların kemikleri, saçları ve bunlardan elde edilen DNA’ları araştırmalara ışık tutuyor. Bu incelemelerin sonuçlarına göre evrim süresince ayağa kalkma ile gırtlağın yeri değişmiş, beslenme alışkanlığı değişince diş ve ağız yapısı değişmiş, dişler küçülmüş, konuşma kasları yeterli hale gelmişti. İnsanlar ilk başlarda sözcüklerle sadece sosyal anlamda yaşamı sürdürmek için konuşuyordu. Ancak yaklaşık 150000 ila 40000 yıl önce tam olarak cümlelerle konuşmaya başladığında aklın bilişsel akışkanlığına ulaşılmıştı. Bu artık zihnin değişik bölümleri arasında integrasyon kurulması demekti. Bunun sonucu ne mi oldu? Artık sosyal olmayan bilgiler de sosyal zeka bölümüne taşındı ve insanlar sosyal olmayan düşünce süreçleri ve bilgiler hakkında düşünebilir hale geldi. Sonuç olarak çağdaş insanın en önemli karakteristikleri olan esneklik ve yaratıcılık yaygınlaştı. Dil hem kendi hem de başkasının aklına bilgi iletmek için bir araç olarak iş görmeye başlayınca
beynin doğasında da değişim başladı. Akılda bilişsel akışkanlık meydana geldi. Bilişsel akışkanlık sanat ve bilimin ortaya çıkmasını sağladı. Metafor ve analojileri kullanmak sanat ve bilim için gerekliydi. Hem metafor hem de analojilerin kullanımı için de konuşmaya ihtiyacımız vardı. Şu örnekleri hatırlayalım vahşi doğada insanlarla karşılaşmadan büyüyen ve konuşma öğrenemeyen çocuklar bilim dünyasını bir süre meşgul etmiş, sinema filmleri bile yapılmıştı. Bunların konuşmayı bir miktar öğrenseler bile bilişsel fonksiyonları hiçbir zaman yeterli olmamıştı. Ancak konuşma sadece insan vücudundaki yapısal özellikler sonucu ortaya çıkmadı. Konuşmanın ortaya çıkması için başka bir şey daha gerekliydi; solunumun hassas kontrolu. Yapılan çalışmalarda insan evrimi sırasında vertebral kanalın giderek genişlediği, spinal kanaldaki gri cevherin artığı ve sinir iletiminin buna paralel geliştiği gösterildi. Eski iskeletler incelenerek yapılan bilimsel çalışmalarda Homo sapiens ve Homo neandertalislerin genişlemiş bir toraks vertebral kanalına sahip olduğu gösterildi. Bu durum süreç içerisinde toraks inervasyonunun artmasına neden olmuştu. Bu inervasyon artışı vucudun savunmasını hızlandırmış, ayakta daha dengeli kalmayı sağlamış, hızlı haraket etme yeteneği kazandırmış ve hızlı hareket için nefes yeterliliği sağlamıştı. Başka özel ve güzel bir şey daha olmuştu; Nöronal iletinin artması ile konuşma için gerekli olan solunumun artan kontrolü sağlanmıştı. İnsan konuşması sırasında solunum hareketleri interkostal ve abdominal kaslarla kontrol edilir. Uygun sesleri çıkarabilmek için inspiratuar ve ekspiratuar kaslar daha iyi kontrol edilmeliydi. İşte insanlardaki en mükemmel farklardan birisi de budur. İnsanlara yapısal olarak en yakın memelilerde bile solunum kontrolü vokal kontrol yapamayacak kadar düşük düzeydedir. Solunumun bu hassas kontrolü sayesinde insanlar modern dilleri konuşabilecek yapıya kavuşmuştu. Bu süreç kolay olmamıştı, 1,6 milyon
Dil tamamen insana özgü iletişimden doğmuş, aktarma, paylaşma ve mübadele gibi hareketlerin oluşumu ile toplumsallığın gelişimini sağlamıştı. Dil özellikle anlatı amacıyla evrimleşmişti. Nesilden nesile aktarılan kültürler de işte bu sayede oluştu.
46 I Toraks Bülteni
yıl önce ila 100000 yıl arasındaki bir zaman dilimi arasında gerçekleştiği düşünülüyor. Bildiğimiz gibi Toraks ve abdomen kasları torasik spinal sinirlerle inerve olurlar. Toraks spinal sinirleri tarafından solunumun kontrol edilebilmesi bilim insanlarına göre kuvvetli olarak insan konuşmasının evrimi için ortaya çıkmıştı. Bu özellik diğer değişimleri takip etmişti. İnsan larinksi kendisine en fazla benzeyen canlılardan farklı olarak daha aşağı yerleşimlidir. Bu özellik larinks üzerinde daha büyük bir farinks alanını sağlayarak ekspire olan havadaki fonetik özellikleri arttırır. Ayrıca konuşmanın kendisi de solunum kaslarının artmış inervasyonunu gerektirir. Solunum kasları üst solunum yolunda ses üretimini sağlamak üzere subglottik hava basıncını kontrol eder. Akciğer ve göğüs kafesinin elastik recoil özellikleri değişik akciğerin değişen volümlerine göre değişir. Böylece subglottik basınç oluşumu için akciğer volumune göre değişen kas aktivitesi gerekir. Ayrıca sesin sadece oluşumu yeterli değildi. Fonetiği, frekansı ve tonunu ayarlamak da gerekliydi. İşte tüm bunlar için hassas bir solunum kontrolü gerekiyordu. Bu yollarla ses sadece oluşmakla kalmaz frekansı, genliği değişebilir, insana özgü bütün duygu durumlarını belli edebilecek değişimlere de uğrar. İşte bu iyi kontrol sayesinde üzüntümüz, sevincimiz, kızgınlığımız vb. bütün duygularımız da konuşmamıza yansır. Ayrıca dünya üzerindeki dillerin kendine özgü aksanı ortaya çıkar. Bu bile bana göre muhteşem bir çeşitlilik sağlar. Bir Fransız, Alman veya İtalyan İngilizce bile konuşsa hangi memleketten olduğunu büyük ihtimalle anlarsınız. Konuşma sırasında solunumun santral kontrolü metabolik ihtiyaç için oluşan solunum kontrolünden daha farklı ve karışık nöral yollarla sağlanıyor. Bildiğimiz gibi, metabolik ihtiyaçlı solunumun algılayıcıları vagal ve kemoreseptör refleks yollar, düzenleyicisi de pons ve medulladadır. Ses çıkarma sırasında bu kontrol daha karışık ön beyin ve orta beyin yolları içeriyor. Spinal kord ve kaslar seviyesinde değişik yollar
bu regülasyona katılıyor. Sonuçta konuşma için sadece insanlarda olan daha ince ve karışık bir solunum kontrol mekanizması var. Bu sayede sadece ses çıkarmıyor, vurgular yapabiliyor, konuşmayı anlamlı hale getirebiliyoruz. Konuşmalarımıza duygularımızı katabiliyoruz. Bu sayede şarkılar söyleniyor, üstelik bunlara da duygu katılabiliyor. Bu sayede arkadaşlarımızla konuştuğumuzda birbirimizi daha iyi anlıyoruz, karşılıklı konuşarak ilişkilerimizi daha güvenilir sürdürebiliyoruz. Haberleşme olanaklarındaki bütün gelişmelere rağmen, karşılıklı toplantılar, kongreler, sempozyumlar düzenleyerek daha net, kalıcı ve daha iyi iletişim sağlanılan mesleki toplantılar yapabiliyoruz. Bilimin insanı yaşamın her alanında aydınlattığını bir kez daha anladım. Sağlam arkadaşlıklar için konuşmaya, konuşmak için sağlam bir toraksa ihtiyacımız varmış. Bütün bunları milyon yıllar içinde kazanmışız, çabuk kaybetmemekte fayda vardır kanaatindeyim. Yararlanılan Kaynaklar Enard W, Przeworski M, Fischer SE ve ark. Molecular evolution of FOXP2, a gene involved in speech and language. Nature 2002; 418; 869. Enard W. FOXP2 and the role of cortico basal ganglia circuits in speech and language evolution. Curr Opin Neurobiol 2011; 21: 415. MacLarnon AM, Hewitt GP. The evolution of human speech: The role of enhanced breathing control. Am J Phys Anthropol 1999; 109: 341. Santıs EM, Athanasiadis A, Leitao AB ve ark. Alternative splicing and gene duplication in the evolution of the FoxP gene subfamiliy. Mol Biol Evol 2011; 28: 237. Mithen, Steven. Aklın tarihöncesi. Ankara, Dost Kitabevi, 1999. Barnard, Alan. Yapısal antropoloji ve insanın kökeni. İstanbul, Boğaziçi Üniversitesi Yayınları, 2013.
İnsan ilişkilerinde sürdürülebilirlik ve iyi anlaşmak için hala ihtiyaç duyduğumuz vasıtalardan biri ve en önemlisi konuşmak.
Sağlam arkadaşlıklar için konuşmaya, konuşmak için sağlam bir toraksa ihtiyacımız var.
Aralık 2015 I 47
Ramazzini’yi Düşünmek... İbrahim AKKURT
“Hayret ve tereddüt ediyorum. Acaba ilaç ve sinameki kokan muayenehane ve eczanelerde oturan bu azametli ve şık görüntülü doktorların burnuna işyerlerindeki pis kokulu şeyleri mi soksam, yoksa onları bu çukurları görmeye mi davet etsem?” Bu satırlar bir çığlığın ifadesidir, sonuçsuz kalmış sayısız uyarının dikkate alınmamasının bir isyanıdır. Bu haykırış ne kadar da günümüzdeki duruma benziyor; çalışma ortamlarımızın birer hastalık üretim merkezi olmalarına dair yıllardır yapılan uyarılara benzeyen bu satırlar Bernardino Ramazzini’ye aittir. Sanki bugün söylenmişçesine doğru, acı gerçeklerin bir ifadesidir bu satırlar. Oysa bu çığlığın üzerinden 300 yıldan fazla süre geçti. O günlerde henüz yeni yeni filizleniyordu kapitalizm denilen canavar... Peki, kimdir Bernardino Ramazzini? Ramazzini bir tıp dokturudur. Büyük bir İtalyan klinisyenidir; Kinin içeren kına kına ekstreleri ile sıtmayı tedavi etmeyi ilk defa deneyen, meme kanserlerinin olası nedenine dikkat çekmiş olan bir tıp profesörüdür. Ancak bunlardan da önemlisi bugün için tüm dünyada “meslek hastalıklarının babası” olarak kabul edilen, dünyanın birçok yerinde adına enstitülerin kurulduğu, ödüllerin verildiği, meslek hastalıkları merkezlerinin önünde büstünün olduğu, eylem ve söylemlerinin doğruluğu gün geçtikçe daha da hayretle karşılanan bir hekimdir. Evet, Ramazzini (1633-1714) tüm dünyada meslek hastalıklarının babası olarak kabul edilir. Henüz Parma Üniversitesi Tıp Fakültesinde
48 I Toraks Bülteni
öğrenci iken işçilerdeki hastalıkların yaptıkları işleriyle ilişkisi dikkatini çekmiştir. Daha sonra, 1682’de Modena Üniversitesinde günümüzün dahiliyesi ile eşdeğer kabul edilecek olan tıp teorisi kürsüsünün başına geçince bu hastalıklara sistematik ve bilimsel yaklaşım ilkelerini geliştirmiştir. İş yerlerini ziyaret ederek işçilerin aktivitelerini gözlemleyip, çalışma koşulları ile ortaya çıkan hastalıkları konusunda onlarla konuşup, tartışıp alınması gereken önlemler noktasında istişarelerde bulunmuş ilk hekimdir. Aynı zamanda çok dikkatli bir iş güvenliği uzmanı (İGU) gibi iş yerlerinde risk analizi yapmış; iş yeri hekimi (İYH) gibi bu çalışma koşul ve durumların sağlık sorunlarına yol açabilme potansiyellerini ortaya koymuş; bir meslek hastalıkları uzmanı gibi bunları o günkü evrensel bilimsel bilgi birikimine katmış bir bilim insanıdır. İş ortamlarındaki kimyasallar, tozlar, metaller, pozisyonel bozukluklar, tekrarlayan travma, postur-ergonomik koşullardan kaynaklanan hastalıklardan 40’dan fazlasını tanımlamıştır. Daha birkaç yıl önce günümüz bilimsel arenasınca yeniden tanımlanan tekrarlayan birikimsel travmaların kas-iskelet rahatsızlıklarına yol açtığını o günlerde göstermiştir. Bu gözlemlerini ve notlarını İşçilerin Hastalıkları (Workers Diseases - De Morbis Artificium) isimli kitapta toplamış ve yayınlamıştır. Ramazzini, Hipokrat’dan sonra tıbba en büyük katkıyı sunmuş olan bir hekim olarak günümüzde de hala ismi hemen Hipokrat’dan sonra zikredilmektedir. Hipokrat’ın belki de tıbba en büyük hizmeti günümüzde klinik tıbbın temelini oluşturan “anamnez” dediğimiz kişinin mevcut şikâyetlerinin tipi, şekli, oluş zamanları, süresi, diğer organ ve sistemlerin bulgularıyla ilintisi şeklinde geniş bir analiz yaparak doğru bir tanıya dolayısıyla doğru bir sağaltıma yönlenmesini sağlamış olmasıdır. Yani basitçe “şikâyetiniz nedir?” sorusunu ve bunun altının doldurulmasını tıpta içselleştirmiştir. Ramazzini ise buna hemen ikinci bir soruyu ilave etmiştir: “Ne iş yapıyorsunuz?” Günümüzde Dünya Sağlık Örgütü (WHO) başta olmak üzere birçok kurum ve kuruluş meslek hastalıklarının tespit edilememesinin en büyük nedeni olarak Ramazzini’nin bu basit sorusunun hekimler arasında içselleştirilemediği için meslek hastalıklarına yeterince tanı konulamadığını ifade etmektedir. Ramazzini sadece bilimsel tıbba mı katkı sunmuştur? Bence kesinlikle hayır! Günümüze kadar gelen süreçte çalışma yaşamındaki sağlık sorunlarını dünya tarihindeki sosyal ve siyasal gelişmeler ışığında irdeleyerek anlamaya çalıştığımda Ramazzini’nin bu çabalarının sosyal yaşamdaki gelişmelere önemli katkıları da olduğunu hep düşünmüşümdür. O dönem Avrupa’sında Ramazzini’nin bu çıkışının çok kötü koşullarda çalışan tüm işçilerin bir güç oluşturmalarına, 1700’lerin sonuna kadar yayılan ciddi emek hareketlerinin gelişmesine katkısı olmuş mudur? Dahası hemen akabinde kapitalizmin teorisyenlerinin “bırakın yapsınlar, bırakın geçsinler” felsefesine, bu felsefenin yıkımlarını o günlerde gören, bunu Kapital’de ortaya koyan gücün, bu gücün evrensel proleterya birliği ile ancak bir kalkışma yapabileceğinin öngörüsünü yapmasında Rammazini’nin ne
Ramazzini, Hipokrat’dan sonra tıbba en büyük katkıyı sunmuş olan bir hekim olarak günümüzde de hala ismi hemen Hipokrat’dan sonra zikredilmektedir.
Günümüzde Ramazini’nin hala değişik şekilde tıbbi ve sosyal yaşamımıza etkisi vardır. katkısı olmuştur? Doğu blokunda bu gelişmelerin 1917’de bir emek egemenliği ile taçlanmasında Rammazini’nin bu çabalarının bir rolü yok mudur? Bence doğrudan olmasa bile dolaylı olarak mutlaka etkisi olmuştur. Kesinlikle olmuştur çünkü batıda kapitalizmin devlet erkli aktörleri henüz milletler cemiyeti bile kurulmadan 1919’da “işçi-işveren-devlet” sarmalı ile egemenliklerini kurmuşlardır. Kapitalizm tüm vahşiliği ile çalışma yaşamında en üst kurumsal yapısını bu yolla sağlamlaştırmıştır. Günümüzde Ramazini’nin hala değişik şekilde tıbbi ve sosyal yaşamımıza etkisi vardır. İtalya’da Ramazzini adına 1982’de kurulmuş olan birlik enstitü şeklinde çalışmaktadır. Bu birlik 1984’den beri Ramazzini adına çalışma yaşamındaki sağlık sorunlarına dikkat çekmiş olan kişi, kurum, bilim insanlarına ödüller vermektedir. İlk ödül de bir İtalyan bilim insanı ile beraber ülkemizden Prof. Dr. Muzaffer Aksoy’a Benzen başta olmak üzere çözücülerin lösemi dahil hematolojik sistem üzerine olan toksik etkilerinin gösterilmesi ile ilgili çalışmaları için verilmiştir. Ramazzini’nin çalışma yaşamındaki ergonomik koşulların düzeltilmesi ile ilgili önerileri ABD kongresince 2001 yılında yasal düzenlemeler şekline dönüştürülmüş, Amerikan işçi sağlığı ve güvenliği merkezinin (OSHA) bu alandaki kurallarına dahil edilmiştir. Peki, Ramazzini’den beri hatta Hipokrat’dan beri tıp nerelere geldi? Dışardan şaşalı göründüğü gibi gerçekten de çok olumlu bir durumda mı? Bütüncül yaklaşımda buna gönül rahatlığı ile “evet, iyi bir yerde” demek çok zor, en azından 35 yıldır tıbbiyeye adım atmış, madalyonun sürekli öbür tarafını da deşen benim gibi kuşkucu biri için iyi yerde olduğunu söylemek oldukça zor. Maalesef bilimsel tıp dediğimiz günümüz tıbbı hem Hipokrat’ın bize bıraktığı “insanı bütüncül gören tam ve ayrıntılı sistematik anamnezi” elimizden almış; hem de Ramazzini’nin “ne iş yapıyorsun?” sorusunun anlamını yavan hale getirmiştir. Hipokrat tıbbı diye adlandırabileceğimiz tıp bugün hücresel mikro düzeye ve teknisyenlik boyutuna indirgenerek insanı “üst uzmanlık dalları” ile beraber 100’e yakın ayrı uzmanlık alanıyla param parça etmiştir. Bu uzmanlık alanlarının çoğu da birkaç santimetre kareyi geçmeyen at gözlü bakış açılarıyla kişilerin sadece ve sadece kendi ilgi alanlarındaki patolojilere odaklanarak sorunu çözmeye çalışmakta; gerisi beni ilgilendirmez mantığı içindedir. Ramazzini’nin sorusu ise günümüz dünyasında 3 binden fazla ayrı iş koluna bölünerek hedef şaşırtıcı bir anlamsızlığa bürünmüştür. O soru “hangi ortamlarda çalışıyorsun, nelere maruz kalıyorsun?” şekline dönüşmek zorunda bırakılmıştır. Ancak bu şekilde bir soru ise “performans baskısı altındaki” her bir hekimin rutininin en az birkaç dakikasını almasına neden olacağı için giderek pratikte tıbbi uygulamalardan çıkarılmaya çalışılmaktadır. Bunun sonucunda da çalışma yaşamındaki kazalar birer iş cinayeti-katliama dönüşerek “bu işin fıtratında var” mantığı ile ülkemiz coğrafyasındaki bu kazalar Rammazini zamanındaki iş kazalarıyla karşılaştırılarak siyasi otoritelerce “analiz” edilmektedir. Hastalıklara yol açan çevresel ve mesleksel nedenlerin üstü sürekli örtülme çabasına girilmekte nerdeyse onlar da “fıtrat”a bağlanır hale getirilmektedir. Bunun en son örneği geçtiğimiz günlerde yaşandı. Çevresel ve
mesleksel maruziyetlerin bilinen kanser yapıcı rolünü gizlemek için yapılan uyduruk çalışmalar basına da servis edilerek kamuoyuna sunuldu. Bizdeki “fıtrat” mantığıyla eşdeğer olabilecek şekilde kişilerin kanser olmalarında en önemli faktörün kişinin “kötü şansına bağlı mutajenik olaylar” olduğu bilim kisvesi altında, hatta adı da “bilim” olan en anlı şanlı dergilerde yayınlandı. Böylece her biri değişik derecelerde birer hastalık üretim merkezi olan günümüz çalışma koşullarına “bırakın yapsınlar, bırakın geçsinler” mantığı ile masumiyet kazandırılmaya çalışıldı. Yine ilginçtir bu tip bir güdümlü bilgiye karşı çıkan, bunun halk sağlığına yapılmış; bu yayını yapanların bir yerlerle “çıkar çatışmalarını” bile deklare ederek ciddi bir suç işlediklerini dile getiren kurumların başında da Ramazzini enstitüsü geldi. Yapılan bu çalışmanın ne kadar yanıltıcı veri, yanlış yönlendirici, çalışan ve halk sağlığını hiçe sayıcı bir yayın olduğu kanıtlarıyla sunuldu. Ancak maalesef tüm manüplatif hareketlerde olduğu gibi bu ve benzeri doğru-karşı analizler kamuoyuna yansı(tıl)madı. Evet, Ramazzini’yi düşünürken aklımdan geçenlerin bir kısmı bunlardır. Koşullar 300 küsur yıllık bir fark gösterse de maalesef kar maksimizasyon mantığı hep aynıdır. Vahşi kapitalizm o gün de öldürüyordu, bu gün de öldürüyor; hatta sürüm sürüm süründürüyor. O gün de şık giyimli azametli doktorların karşılaştıkları hastalıkları çalışma koşulları ile ilişkilendirecek zamanları yoktu; bu gün de yok maalesef… O gün de sinameki kokan muayenehanelere gelen “müşteriler”in sorunları kökenine inilerek irdelenmiyordu, bu gün de her biri beş yıldızlı parfüm kokan “sektörel ticarethanelere” dönüşen hastanelerde bunu irdelemeye zaman yok maalesef… Ramazzini’yi düşünürken çok mu karamsar oluyorum; değişen hiç bir şey yok mu gerçekten? Dünyayı sırtlayan “yüzde 99”, ne zaman “yüzde 99 olduğunun bilincine” varacak? Kar maksimizasyon hırsı gözünü bürümüş vahşi kapitalizmin her alanda kendisine kurduğu tuzakların farkına ne zaman varacak? Dünyada bu konudaki olumlu gelişmelere, birkaç ışığa bu topraklarda da şahit olabilecek miyiz? Kim bilir, belki… Her şeye rağmen umutluyum. Bu yazının girişinde yazdığım Ramazzini’nin bu çığlığın üzerinden bunca yıl geçti. O günlerde yeni filizlenmekte olan kapitalizm denilen canavar bu çığlıkla o günlerde durdurulabilseydi çalışma yaşamı belki bugün hala bu kadar korkunç durumda olmazdı diye düşünüyorum. Ya siz? * Yazı, 28/5/2015’te Bianet’de yayınlanmıştır.
Aralık 2015 I 49
İçimizdeki Sürrealizm(!) Buğra KERGET “Aslında hikayeler ve karakterler değişiyor ancak sürrealist ressamlarımız ülkemizin her tarafında çözümlememiz gereken tablolarını bize sunmaya devam ediyorlar.”
50 I Toraks Bülteni
Yamuk yüzler, kayan gözler… Sürrealist tablolarla çevrili sergiden dışarı çıktığımda tek aklımda kalan bunlar olmuştu. Hiç derin derin tablolarda kaybolanlar gibi bakamadım onlara, zorlayamadım düşüncelerimi, zorladığım anlarda da zihnimdeki kahkaha seslerini susturamadım. Çok uzak gibi gördüğüm bu tabloların her gün zihnime hunharca işlendiğini poliklinikte mesainin bitmesine 5 dakika kala fark ettim. Tabloları yazıya dökerek çizmeye başladım. Bilgisayarın ekranında ilk ismi belirlendi, sonra, kapı aralandığında dev cüssesi, uzun yıllardır somurtkanlığa bağlı oluşmuş derin yüz çizgileri ve hayata karşı nefretiyle odama girdi. Kısa bir süre bakıştık ve bana birden “Göğsüm ağrıyor” dedi. Tarif etmesini istememden kısa bir süre sonra uzun bir cümleye başlayacağını anladığım bir iç çekişle başladı anlatmaya: “Sol mememin altından giriyor, ağrı sonra sırtımın sağına doğru devam ediyor, oradan başıma ve ayaklarıma doğru uzanıyor” dedi. Sustuk. Ellerimi semaya doğru çevirdim bir an. Ya Rab bu nasıl bir sinir dermatomu ki bu bacımı bu hale sokuyor, iki damla gözyaşı geldi. Sustuk. Elinde sonucunu hiç mi hiç beğenmeyeceği o küçük tahlil kağıdı ile çıktı dışarı. Kapının hışımla kapanmasının akabinde o girdi içeri. O yüz, o umutsuz bakışlar… Asistanlığıma onunla başlamıştım. O benim ilk göz ağrımdı. Kısa bir selamlaşmanın akabinde hemen konuya girdi. Benim yine nefesim daralıyor. Dinledim, hem şikayetlerini hem de sırtını. Bulamıyor, bulamıyordum ama nasıl söyleyecektim ona bir şeyin yok diye. Ya bana küser de bir daha gelmezse? Hayır onsuz yaşayamazdım. Konuyu derinleştirmekten başka çarem yoktu. “Ne zaman daralıyor?” diye sordum. Çantasını açtı ve ilk tanışmamızda ona hediye ettiğim, kırılıp patlatılan ve içine çekilen o tatlı şirin aleti gösterdi. “İşte bunu çektiğim zaman” dedi. İşaret parmağımı dudaklarına götürdüm, “Sus!” dedim ve “Bunun yalan olduğunu söyle!”. Bu konuşmalarımızın aramızda bir ömür boyu sır olarak kalacağına karşılıklı söz verdik. Gitti. Aslında hikayeler ve karakterler değişiyor ancak sürrealist ressamlarımız ülkemizin her tarafında çözümlememiz gereken tablolarını bize sunmaya devam ediyorlar. İlkokuldan bu yana resim çizmemiz istendiğinde ilk yaptığımız refleks haline gelmiş o portreyi söyleyeceğim şimdi size. Uzakta karlı dağlar, ardından doğan güneş, elma ağacı gölgesinde bacası daima tüten yalnız, kafa dinlenesi o ev. Bizde gerçeküstücülük yoktu, bizde aslolan vardı. İçimizdeki çocuğun öldüğüne bu kadar cümlenin akabinde gireceğimi sanıyorsanız hiç mi hiç giresim yok. Bu yazı aslında bir tavsiye, bir yol göstermeden ziyade bir iç döküştü. İçimizdeki bu kadar Salvador Dali’ye inat, bu meslekten elektrik almamızı engellemeye çalışan trafolarımıza giren kedilere inat, bu meslek bizimle var olmaya devam edecek...
Aralık 2015 I 51
Nemrut’un İzinde Gamze ASLAN Yolunuz Bitlis’in Tatvan ilçesine düşerse ülkemizin en büyük, dünyanın ikinci büyük krater gölü olan Nemrut’u mutlaka görmelisiniz. Benim bu krater gölüyle tanışmam 1996 yılında uçakla Van semalarında seyahat ederken olmuştu. Etrafı karlarla kaplı, hilal şeklindeki krater gölden etkilenmiş ve ziyaret etmeyi çok istemiştim. O yıllarda pek mümkün olmayan bu ziyareti, yaklaşık 15 yıl sonra zorunlu hizmetim esnasında eşimle gerçekleştirdim.
Sıcak Göl
İkinci büyük göl ise, su sıcaklığının 60 santigrat dereceye varabildiği 3 km2‘lik bir alana sahip olan Sıcak Göl’dür.1 Her iki göl de yağmur ve kar sularıyla beslenir ve her iki göl arasında su bağlantıları mevcuttur. Kalderada bulunan diğer göller bu iki göle göre çok daha küçüktür.
Gezimize dönecek olursak; Tatvan’dan Nemrut’a, yaklaşık 15 km’lik virajlı ve engebeli bir yol mevcut. Ulaşımın zor olmasının, bu gibi doğal güzellikleri koruduğu düşüncesiyle kendimizi avutarak; araçla dağın tepesine tırmandıktan sonra kratere doğru inişe geçtik ve ilk olarak Sıcak Göl’e ulaştık. Sıcak göl adı üstünde sıcaktı ve gaz çıkışları gözle görülebiliyordu. Yoğun miktarda yosuna benzer bitkiler içeriyordu ve yüzmek için elverişli değildi. Gölün çevresinde yöre halkı çoğunlukla hayvanlarını otlatıyordu. Sıcak göl dışında da bazı kaya parçacıklarının arasından sıcak gaz ve buhar çıkışları olduğunu gözlemledik. En büyük göl olan Soğuk Göl ise kraterin önemli bir bölümünü kapladığı için her yerden görülebilmekteydi ve manzarası gerçekten nefes kesiciydi. Soğuk Göl’ün kıyısına ulaştığımızda, yaz mevsimi nedeniyle pek çok kişinin kamp kurmuş olduğunu gördük. Kampçıların çoğu ya gölde yüzüyor, ya da daha önceden göle bırakılan ve burada çoğalan sazan balıklarını tutmaya çalışıyordu. Biz de uyuyan bir volkanın kraterinde yüzmenin nasıl bir his olduğunu tatmak için yüzmeye karar verdik. O sırada yanımıza gelenler gölde tatlı su yılanlarının olduğundan bahsederek bizi yüreklendirse de, yüzme kararımızdan vazgeçmedik. Yüzerken hissedilen hafif tedirginlik ve biraz adrenalin, sonrasında yerini huzura ve mutluluğa bırakmıştı. Bu arada, sizin de yüzerken aklınıza volkanın en son ne zaman patladığı takılırsa, bilesiniz ki en son lav çıkışı 1441’de olmuş.1 Yüzme dışında, kış aylarında Nemrut dağında kayak yapma imkanı olduğunu da ekleyeyim.
Soğuk Göl
Sıcak Göl
Geziyle ilgili izlenimlerime geçmeden önce; Nemrut kalderasının tarihi ve coğrafi özelliklerinden kısaca bahsedelim isterseniz. Adını M.Ö 2100 yılında yaşamış olan Babil hükümdarı Nemrut’tan alan dağ, 3050 metre yüksekliğinde bir stratovolkandır (konik şekilli volkan).1 Volkanın 4. zamanda patlaması neticesinde, tepe kısmı 48 km2, dip kısmı 36 km2’ ye ulaşan konik yapıda Nemrut kraterinin oluştuğu düşünülmektedir.1 Patlamanın olduğu 4. Zaman ise (kuaterner) günümüzden 2 milyon yıl önce başlayan ve halen sürdüğü varsayılan, iklimde büyük değişikliklerin olduğu jeolojik zamandır.2 Bu şekilde oluşan Nemrut Kalderası’nda 5 adet göl, 6 adet mağara, çok sayıda lav çıkış merkezi ve sıcak su kaynağı bulunmaktadır.1 Kraterdeki göllerden en büyük olanı, 13 km2 büyüklüğünde ve 155 metre derinliğindeki Soğuk Göl’dür. Soğuk Göl
52 I Toraks Bülteni
Ahlat Mezar Taşları Göldeki gezimizi tamamlayıp eşsiz manzara fotoğrafları çektikten sonra, Tatvan’a geri dönmeye karar verdik. Tatvan, Van gölü kıyısında yer alan içinden önemli tren yollarının geçtiği (Haydarpaşa Garı - İran Demiryolu hattı) bir ilçedir.3 İlçe olmasına karşın, gerek coğrafi konumu gerekse ticari önemi nedeniyle Bitlis’ten gelişmiş olduğu söylenebilir. Burası aynı zamanda pek çok mesire yeri ve lokantayı barındıran turistik bir yerdir. Tatvan’ın yerel ürünlerinin satıldığı çarşısını gezdikten sonra, Bitlis’in meşhur Büryan kebabının tadına bakmaya karar verdik. Bitlis ve Siirt’in sahiplendiği leziz bir yemek olan Büryan kebabı, oğlak ya da kuzu etinin, özel kuyu şeklindeki fırınlarda, odun ateşinde, uzun sürede pişirilmesiyle yapılmaktadır. Bu etin suyuna da afşor çorbası pişirilir. Biz de bu meşhur lezzeti tattıktan sonra, rotamızı Ahlat’a yönelttik. Bu arada kırmızı et sevmeyenler için; Van gölünden yakalanan inci kefalleri de iyi bir alternatif olabilir. Ahlat’a geldiğimizde, ilk gözümüze çarpan volkanik bir tüf olan Ahlat taşından yapılmış güzel estetik binalar oldu. Tarihi dokunun belirgin olduğu yörede; yine Ahlat taşından yapılmış Osmanlı dönemine ait camileri, Selçuklu dönemine ait tarihi kümbet mezarları ve Ahlat müzesini ziyaret etme fırsatı bulduk. Çarşısında gezerken Ahlat’a özgü bastonları işleyen zanaatkarları ziyaret ettik ve ustalıklarına hayran kaldık. El ve ahşap işlerine meraklı olanların mutlaka ziyaret etmesi gereken dükkanlardı. Ahlat gezisi sonrası rotamızı komşusu olan Adilcevaz’ a
Ahlat Mezar Taşları
çevirdik. Adilcevaz, Van gölüne nazır sahili ile Akdeniz Bölgesi’nin sayfiye mekanlarını andıran, cevizi ile meşhur bir ilçemizdir. Burada her yıl Ekim ayında ceviz festivali yapılmaktadır. Adilcevaz’ın merkezinde gezip, ceviz reçelimizi de aldıktan sonra, ilçe de bulunan Aygır Göl’ünü ziyaret etmeye karar verdik. Aygır Göl’ü, aynı bölgenin uyuyan volkanik dağlarından olan Süphan’ın eteğinde bulunmaktadır. Kar suları ve yeraltı su kaynaklarından beslenen gölün etrafında kış aylarında beyaz tilkiler görebilmek ve balık tutmak mümkündür. Gölün kıyısında yetiştirme alabalık pişiren bir tesis de bulunmaktadır. Tesisi işleten kişi, aynı zamanda profesyonel dağcı olup Süphan Dağı’na tırmanmak isteyenlere rehberlik yapmaktadır. Bu bilgiler eşliğinde başka bir gezimizde de Süphan Dağı’na tırmanmayı planlayarak oradan ayrıldık. Adilcevaz Aygır Gölü Gezimizin sonuna geldiğimizde, coğrafyamızda bulunan pek çok nefes kesici yeri bilmediğimizi farkettim. El değmemiş bu yerler ve pek çokları kirletilmeden keşfetmemizi bekliyor. Nefesinizin kesilmesine hazır mısınız? O zaman sıra sizde… Yararlanılan Kaynaklar Nemrut Gölü, Wikipedia, Özgür Ansiklopedi. http:// tr.wikipedia.org/wiki/Nemrut Gölü 1
4. Zaman, Wikipedia, Özgür Ansiklopedi.http://tr.wikipedia.org/wiki/Kuaterner 2
Tatvan, Wikipedia, Özgür Ansiklopedi. http://tr.wikipedia. org/wiki/Tatvan 3
Adilcevaz Aygır Gölü
Aralık 2015 I 53
Tuba Liman’ın Anısına Sevgili Tuba, Seninle ilk karşılaşmamız 1992’nin bir Pazar günüydü. Ben beyazlarını giymiş nöbetçi uzmandım, Ankara Atatürk Sanatoryumu’nda. “Ben TUS’ta hastanenizi kazandım. Görmek ve tanışmak için geldim” dedin. Biraz utangaç, biraz şaşkın, biraz öz güvenli, biraz ciddi, biraz güler yüzlüydün. Ya yolu bulmamaktan ya da cesaret versin diye yanında erkek bir sınıf arkadaşını getirmiştin. Bir gece önce hastanede rutine binen argo sözcüklere evde tepki olmasından olsa gerek, “Lütfen başla bu ihtisasa… Senle kendimize ve dilimize çeki düzen veririz.” dedim. Seninle ne zaman çelişkiye düşsek - düşülse, tartışsak - tartışılsa, bu karşılaşmayı hatırlatır, “Benim Göğüs Cerrahisine başlamamın müsebbibi Salih abidir.” der, olayı böylece tatlıya bağlamanın girizgâhını yaparsın, ilk karşılama sohbeti nedeniyle. İhtisasın süresince ilk bayan asistanımız (sonra da uzmanımız) olman nedeniyle bazı abilerin seni korumak isterdiler. Hâlbuki sen çalışkanlığın, verilen işi mükemmele yakın (iyi demiyorum) yapman, bilimselliğin, sosyalliğin ile karşı cinslerinden başarılı olduğun için korunmaya gereksinimin yoktu. Sendeki bu çalışkanlığın ve başarı azminin birçok nedeni olabilir. Ben kendimce ikiye indirgedim. İlki kişiliğin ve aile eğitiminden gelen dürüstlük, çalışkanlık, sorumluluk duygusu ve zekiliğin. İkincisi asistanlığın ilk gününde sana yapılan testin travması. Hatırlarsan siz dört kişi başlamıştınız. İsmail ve Mustafa bizim kliniğe, senle ekürin diğer kliniğe. Bayandır dayanamaz, ihtisası bırakır gider diye ikiniz de olduğundan kısa sürede ameliyathaneye sokuldunuz. Bayılacaktın ve ihtisası bırakacaktın. Ekürin bayıldı, başka ihtisasa gitti. Sen hastanemizde kaldın. Bu test travmasının senin “boynuz kulağı geçer” dercesine tüm kulakları geçme azmini verdiğine inanıyorum. Erkeklerin sahasında hep deplasmanda oynama duygunun oluşturduğu azim. Nitekim de öyle oldu, herkesin gıpta ile baktığı bir meslektaşımız, hocamız oldun. Senden sonra ondan fazla bayan asistanımız, uzmanımız oldu. Onların yollarını açtın ve gelişmelerini kolaylaştırdın. Benden önce akademik yaşamı seçtin. Almanya rotasyonunun ardından, Afyon ve Pamukkale Tıp Fakülteleri Göğüs Cerrahisi Anabilim Dallarını kurdun. Atatürk Sanatoryumu’nda çalışma koşullarım zorlaştırılınca ben de Kocaeli Tıp Fakültesi’ne geçtim. Yardım isteme sırası bendeydi. “Beraber çalışalım mı?” dedim. Böylece seninle yollarımız ikinci kez kesişti. Sen akademisyen, bense akademisyenliğe soyunmuş “abi”. Roller değişmişti. İkinci dönemimizde seni daha iyi tanıdım. Tanıdıkça hayranlığım, sevgim ve saygım arttı. Bu kez insan Tuba’yı tanıma olanağını buldum. Hayata pozitif bakma, eleştiriyi olumlu yapma, insan ilişkilerinde başarılı olma, yaşama sıkı sıkı sarılma… İlk dönemde asistanlığında kendini ezdirmedin. İkinci dönemde de yaşamın ve gerçeklerinin bir iki basamak yukarısından attığın kahkahalarla “yaşama da kendini ezdirmedin”. Sol kolunda patolojik kırık oluştuğunda, aynı zamanda hastaneye gelip birlikte çıkmamıza karşın çalışma çantan, çantan ve günlük poşetlerini taşımamıza izin vermediğin gibi bilinç kaybının geliştiği son iki gün hariç yaşamın seni teslim almasına izin vermedin. Üçüncü dönemimizde anladım senin neden güler yüzlü ve kahkaha dolu olduğunu. İnsan yaşam savaşında başarılı olmak için yaşamın dışına düşmemeli, küsmemeli. Yaşamın
54 I Toraks Bülteni
Salih TOPÇU
tam içinde onu, dolu dolu içine sindirmeli ve kahkahası ile altında değil üstünde kalmalı. Üçüncü dönemimizde sen yoksun. Anıların, yaşanmışlığın, sevgin, saygın ve yan odada hala yankılanan kahkahalarınla birlikteyim. Seni her dönemimizde çok sevdim. Abin
Asistan Şerife Tuba Liman
Akademisyen Şerife Tuba Liman
Tanıyan herkesin sevgilisi oldu.
Çetin Altan’ın Anısına
• Hayat yaşandığı kadar vardır. Gerisi ya hafızalardaki hatıra, ya da hayallerdeki ümittir. Hüsranı ise bir tek yerde kabul ediyorum. Yaşamak mümkünken yaşamamış olmakta. • İnsanlar değerli olmayı unuttular, önemli olmaya çalışıyorlar. • Uydurunuz. Uydurdukça dünya ile belki daha kolay anlaşırsınız. Nasıl olsa onun için de “yalan dünya” diyorlar. Ama unutmayın ki, uydurma gereğini duymayanlar için de “adam” diyorlar. • Başarı, yalan söylemek zorunda kalmadan yaşayabilmektir. • Bir toplum için en korkunç şey, çapsızlığını ukala bir şişkinlik arkasında saklamaya çalışanların, kendilerine benzemeyenleri ortak bir dayanışmayla durmadan tırpanlamaya kalkmalarıdır. Böyle bir belaya uğramış toplumları, ne kadar kalkınırlarsa kalkınsınlar, külüstür bir görüntüden kimse kurtaramaz.
56 I Toraks B端lteni