02.04.2012 Say覺 : 7
Mobil Platformlarda !
Kıymetli Kalemsiz Dergi okurları, öncelikle hepinize sevgiler ve saygılar. Yeni bir sayıyla yeniden sizlerleyiz. Bu sayımızda sizleri nelerin beklediğini söylemeden önce birkaç noktaya değinmek istiyorum. Altıncı sayımız sizlerin de sayesinde okunma sayısı olarak diğer tüm sayılarımızı geçmiş durumda. Bizlere bu sevinci yaşatan siz değerli okurlarımıza şükranlarımızı sunuyoruz. Ayrıca ‘Kalemsiz Dergi’ android uygulamasına da geçmiş bulunuyor. Bu özellikle uyumlu telefonlarınızdan da bizi takip edebilirsiniz. Gelelim asıl konumuza. Yedinci sayımızda yine sizler için çok değerli yazılar hazırladık. Bu sayımızda, edebiyat alanında düz yazılara biraz daha ağırlık vermiş bulunmaktayız. Engellilerin ülkemizdeki durumuyla ilgili bir inceleme yazımız da bu sayıda sizlerle olacak. Hayatı birlikte paylaştığımız bu kardeşlerimize biraz daha anlayışlı davranmamız insani bir ahlakın gereğidir, bunu unutmamalıyız. Reyting rekorları kıran ekranların sevilen dizisi ‘Leyla ile Mecnun’ dizisinin tanıtımı da sizlerle olacak bu sayımızda. Müzik ruhun gıdasıdır diyoruz. Peki nasıl gelişim süreciyle ilgili ne kadar bilgimiz var? İşte bu sayıda müziğin gelişim sürecinin değerlendirildiği yazıyı da sizlerle paylaşıyoruz. Ülkemizde birkaç senedir gündemde olan GDO(Genetiği Değiştirilmiş Organizmalar) ile ilgili ilginizi çekecek önemli bir sayı da sizlerle olacak. Kalemsiz Dergi, bu sayıyla birlikte yayım hayatında sekiz ayı geride bırakıyor. Henüz çok genç bir dergi olduğumuzun farkındayız. Bu kulvarda daha emekleme aşamasındayız. Ancak şunu biliyoruz ki, bu yola bugünün önemli dergileri de bizim geçtiğimiz yollardan geçtiler. Onların da bu yolu geçmesin de okurlarının önemi çok büyük. Dilerim sizlerle birlikte girdiğimiz bu yolda sekseninci ayları görürüz. Birçok sayıda birlikte oluruz. Bizleri bu yolda yalnız bırakmayan tüm okurlarımıza sonsuz teşekkürler. Esen kalın…
‘İçimizi güzelleştiren masmavi gökyüzünde var olmayan sınır bizlerin arasında da olmasın. Olmasın ki, bizler de birbirimize baktıkça içimiz güzelleşsin.’ Erdem KURT Kalemsiz Dergi Editörü e.kurt@kalemsizdergi.com
Kadromuz İmtiyaz Sahibi
Medya Genel Yayın Yönetmeni Mert Abakuş
Yazı İşleri Müdürü Hakan Yıldız
Editörler
Barış Melih Cayıt Erdem Kurt Selin Sezen
Yazarlar
Aycan Toplu Başak Şimşek Batuhan Öztütüncü Burak Karakaya Burak Serinpınar Elif Alkan Fidan Yaman Gülşah Uludil Merve Altun Mülayim Topçu Oktay Yenitürk Özge Özgüner Sinem Şen Tolga Arslan Yiğit Ata
Tasarım
Derda Karakış
İçindekiler Edebiyat Shi
2-3
Bir Garip Hayat Telaşı
4-5
Özgürlük
6
İsteksizim
7
Adına Sessizim
8
Mazi Kalbimde Bir Yaradır
9
Dem Saati
10
Ayrılığım
10
Genel Kültür 29 Şubat’ın Sırrı
11
Engel
12
Kalemsiz Robot
13
Beyin Dalgaları
14-16
Laplace Şeytanı
17-19
Teknoloji Windows Phone 20-21 10 Android Uygulaması
22-24
müzik Müziğin Gelişim Süreci
25
SAGlik GDO ve Zararları
26
Sinema Leyla ile Mecnun
28-29
1
Tekrarladı, ‘’esrarengiz bir olayım, meçhulüm…’’ , sonra bir adım daha attı, ‘’Bir orman bekliyor seni’’ Burak Serinpınar b.serinpinar@kalemsizdergi.com
Bir adım daha, ‘’Ay’ın düştüğü yere doğru’’ Bir adım daha, ‘’Bir kutlama bekliyor seni’’ Bir adım daha, ‘’Masalın aslına ayak bas, Işığına uyan, uyan!’’
‘’That was just a dream, just a dream, just a dream.’’ Gözlerini böylece açtı ve ‘’Tabi ya’’ dedi, ‘’ ne demezsin.’’ Başının ucundaki radyo alarm saatine çoktan ulaşmıştı. R.E.M. çalıyordu.
Merhaba! Uykudan yeni uyandığıma göre, yüzünü yıkamış ve yeni güne hazırlanan biri olarak size biraz kendimden bahsedeyim. Ben o’yum, şu karmakarışık rüyanın içindeki. İsmimi henüz bilmiyorum fakat diğer taraftan bu satırları yazan da buna ihtiyaç görmedi. İki odalı bir evde yalnız yaşıyorum. Serbest fotoğrafçıyım. Kendileriyle çalıştığım mecralar: dergiler, gazeteler ve kitap kapakları için bazı yayın evleri. Aslında bana sorarsanız, diğerlerine kıyasla keyif aldığım çekimleri kitap kapakları için yapıyorum. Hatta öyle ki, beğendiğim kareleri ilk olarak bir kitabın üstünde hayal ediyorum. Nasıl olduğunu bilmemekle birlikte size günlüğüm üzerinden ulaşıyorum. Zira bunu bana veren yine bu satırları yazan oluyor. Sonuç olarak bu çizgisiz güncemin üzerine yazdıklarımı okuyabiliyorsunuz ve anlaşılan arada bir konuşmama izin verilecek.
2 3
Evden çıkmadan önce radyonun yanında duran çerçeveye yaklaştı. Oradaydı, rüyasının içinde, kollarının arasından yükselmişti gümüş gözleriyle. Hemen yanındaydı. Gözleri fotoğrafa daldığında gördüklerini hatırladı. ‘’İki sene oldu’’ dedi, bu dünyadan ayrılalı iki sene. Boynundaki kamerasını düzeltti, ceplerini yokladı ve dışarı çıktı. Çekilebilecek sayısız karenin arasına karıştı. Hayat, seyrine devam ediyordu.
Galiba burayı seviyorum. Ne zaman nereye gideceğimi bilmeden dışarı çıksam, kendimi burada otururken buluyorum. Yanılmıyorsam, bu hâl iki senedir tekrar ediyor. Tuhaf olansa, burada her bulunduğumda düşündüğüm onca şeye rağmen, aynı soruyla baş başa kalmam: bu yere ilk olarak ne zaman geldim? Hangi amaçla? Tuhaf diyorum, zira hiçbir amacım olmadan da burada bulunmuş olabilirim. Fakat nedense böyle düşünmek de bu sorunun içimdeki sinsi açlığı gidermiyor. Evet, bir fotoğrafçıyım, bir nevi de gezgin, fakat bu da başarısız bir telkinden öteye geçemiyor. Bir bağlantı bulmak adına hayatımdaki önemli noktaları gözden geçiriyorum. Kırılma noktaları, dönüm noktaları, henüz bilmediğim vesaire noktaları… Belki yaşımdan dolayı ama bu hiç de zor olmuyor (kaç tane var ki), gelgelelim hayatım başlı başına bu önemli noktalardan bir silsile de olabilir. Pekâlâ, şu an için buradan ayrılsam iyi olacak.
Yol boyunca seyretmeye devam etti. Çevreyi çekilmiş bir film gibi izliyordu. Bir şeyler eklemeksizin, müdahalesizce, nasıl görünüyorsa… Kendince, şimdiye kadar kimsenin hayır demediği bir usül uydurmuştu, gördüğü herhangi bir kişiye kamerasını uzatıyor ve onun için bir fotoğraf çekmesini istiyordu. Başlarda bunu bir araştırma için kullanmak istemişti, oysa sonradan içinden çıkamayacağı bir hal alacağını tahmin bile edemezdi. Her elma Newton’a olan gibi bir dizi bilimsel düşünceyi tetikletmiyordu ama o zamanlar aklına düşenin buna benzer bir şey olduğunu sanıp heyecanlanmıştı. Geriye sadece ‘’bir gün’’ umuduyla bunu sürdürmek kaldı. Nedense kendini iyi hissediyordu bunu yaparken, üzerinde kalan bir takıntı olmadığı için de mutluydu. Belki bir takıntı olsaydı ileri safhaları hastalık olabilirdi. Kimseye belli bir yargıyla yaklaşmıyordu, yaş ayırt etmiyordu, suretlere takılmıyordu, yalnızca nasıl bir kareyi yakalayacaklarına karşın bir kıpırtıyla bekliyordu. Eve dönerken hava kararmıştı. Günden elinde kalanı ve ne yiyeceğini düşünerek yürüyorken başını yukarı kaldırdı. Ay, dans ediyor olmalıydı. Dans! Ay hareket ediyordu! Başını eğdi, ayaklarıyla betona değil de yumuşak şekere basıyor gibiydi, elini yanında yürüdüğü duvardan destek almak için kaldırdı. Dizleri yere çarptığında yumuşak şeker masalı birden betona döndü ve canını yaktı. Yere düştüğünde emeklemeye başlayacak gibi durdu, bunu kendisine göstermemesi için gözlerini sıkıca yumarak uyarmaya çalışıyordu. Derin bir nefes alabilecek kadar gücünü topladığında ‘’sadece başın döndü’’ dedi, ‘’şimdi kalk’’. Tekrar ayağa kalktığında rüyada gördüklerini bir bir hatırlamaya başladı. Sebepsizce buna engel olmaya çalıştı. Avazı çıktığı kadar bağırsa işe yarar mıydı? Hatıraların ses geçirgenliği var mıydı? Olsa ne olacaktı? Yerleşik olarak bulundukları yeri bulmak mümkün müydü? Mümkünse bu bölgeye taarruz yapılabilir miydi? Gözleri doldu, kalbi sızlayarak göğsüne vurmaya başladı; kollarına bir sancı oturdu, kayıp gittiği yerlere. Basamakları çıkıp dairesinin kapısını açtı. Kamerasını masaya bırakmasıyla kendini yatağa atması bir oldu. Başı hafifçe dönmeye devam ederken bu gelgite Ay’ın sebep olduğunu düşündü. Gözlerini kapatmadan önce odasına bakındı. Üstünde uzandığı örtüyü ucundan gövdesine doğru olabildiğince çekti. Böylece daldı onu bekleyen ormana. Böylece ayak bastı, masalın aslına. Devam edebilir…
BİR ‘GARİP’ HAYAT kapattı ve kilitledi. Son kez tekrar kontrol etti. Her sabahki pinpirikliği yine üzeK apıyı rindeydi. ‘Yetişebilecek miyim?’ telaşı kapladı tüm vücudunu. Elleri terledi, adımları
4 5
hızlandı. İçeri girer girmez ‘150 tane hazırla çabuk’ deyip cüzdanını çıkardı. Sepeti doldurur doldurmaz çıktı fırından. Hala terliydi elleri ve ayakları daha da hareketlenmişti. Yavrularına yemek yetiştirme derdindeki bir anne heyecanıydı onunki. Okul sokağına geldiğinde çocukların derse girmesine yarım saat vardı. Derin bir ohh çekti içinden. Bugün de yetiştik vesselam dedi. Pek sevmezdi yaradanını. Kaderini ve günahını hep O’nun üstüne atardı. Kolayıydı belki de onun için. Hayatı boyunca zorluklarla yaşayan biri için bu kolaylığı seçmek mübahtı üstelik. Arada –işi düşünce de – şükretmeyi iyi bilirdi, ihmal etmezdi. Bilirdi şükrün kıymetini, ehemmiyetini. Sabahın ilk ışıklarından beri yaptığı hazırlık bitmişti. Artık hasat zamanıydı ve çıkardı ağzındaki baklayı: ‘Tazeee! Sıcaak Simiiiit!’ Bir anda doluştu çocuklar etrafına. Ardı ardına gelen isteklerdi, ‘bir simit Şefik Amca’, ‘bir tane de bana’. Teker teker verilen simitler, düşen susam taneleri… Bir film anı yaşanıyor gibiydi. Aslında yaşanan her hayat bir film değil miydi? Çekilen milyarlarca film… Fırından aldığı simitlerden kalanlar iki elin parmaklarını geçmezdi. Bereketliydi bugün. Ağzının içinde ‘çok şükür kurtardık bugünü de’ deyiverdi. Hava iyice soğumuştu. Paltosuna biraz daha sarıldı. Adımları hızlandı lakin bu sefer telaşı soğuktan kaçmak içindi. Eskisi kadar sağlam değildi direnci. Yüzünü yerden bir türlü kaldıramıyordu evine dönerken. Soğuktan mı korunmaya çalışıyordu yoksa kederli yazgısını mı düşünüyordu pek de belli değildi açıkçası. Eve girince yaktı sobasını, geçti mutfağa. Yarım saate ev mis gibi tarhana kokuyordu. Geçti sobanın yanına, koydu iki dilim ekmeği sobanın üstüne. Hem ev hem de midesi hamam gibi olmuştu işte. Küçük bir ev zaten iki üç odun atsan ısınıverirdi hemen -evi bodrum katıydı-, insanlara aşağıdan bakmaya alışalı epey olmuştu yani. Hele bir de kış şiddetli geçerse evine güneş bile doğmaz, o zaman ne aşağıdan ne yukarıdan hiç bakamazdı. Her günü birbirinin aynıydı. Aynı telaş, aynı heyecan. Sabah kalk simitleri al, sat ve eve dön. Son günlerde keyfi kaçmaya başlamıştı. Okulun karşısındaki tuhafiyecinin dükkanını toparlamaya başladığını gördü. Taner Bey idi sahibi. Tanırdı da, iyi adamdı, arada –evde kahvaltı yapmadığı zamanlar- simit aldığı da olurdu. Bir sorayım diyerek dükkana doğru ilerledi. Selam vererek girdi içeri: -İyi sabahlar Taner Bey nasılsınız? -Sağ ol Şefik sağ ol. İyi çok şükür. Sen nasılsın? -İyidir benden de ne olsun, aynı ekmek parası derdi işte. -Olsun olsun iş olsun da derdin o olsun. -Hayırdır dükkanı toparlıyorsun? Tadilat filan mı var ? -Yok yok satıyorum dükkanı. -Neden ? -Yoruldum artık yahu. Her gün her gün. İyi de para veriyorlar. Satıp köşeme çekilirim ben de. O para da zaten ölene kadar yeter bana. Hem emekli maaşım da var. Daha ne isterim.
TELAŞI - İyi, hayırlısı olsun ne diyeyim. Kime satıyorsun peki? - Gençten bir çocuk. Pastane mi açacakmış, simit evi gibi bir şey mi ne bileyim ben alsın hayrını görsün de. ‘Simit evi’ sözünden sonrasını pek duymamıştı. Şu hayata tutunmak için bir işi kalmıştı geriye, onu da elinden alacaklar gibi görünüyordu. Çünkü onun sade bir simidi vardı. Onlarınsa yanında verecekleri sıcak bir çayı, meyve suları, çeşit çeşit peynirleri vardı. Hem onun simitleri satana kadar soğuyordu. Oysa onlarınki ‘fırından çıkmış taze sıcak simit’ olacaktı. Bir numaralı sloganı yalan olacaktı. Aileler de daha hijyenik diye simit evini tercih ederlerdi, yıkılmıştı. Adeta tüm dünya üzerine çökmüştü. Tüm dünyası işi olan birisi için başka ne beklenirdi ki. İki haftaya kalmadan ‘simit evi’ hazırlandı ve açılışı yapıldı. Şefik’in aldığı simitlerden sattıkları bu kez iki elin parmaklarını geçmez oldu, netice hüsrandı. İlk gün dedi, olur böyle şeyler. Günler ilerledikçe satışlar yok derecesine geldi. İlk hafta, ilk ay derken Şefik’in simitlerine kimse tenezzül bile etmez oldu. Evine vardığında içtiği tarhanadan, sobada ısıttığı ekmekten bile zevk almıyordu. Tüm yaşama arzusunu kaybetmişti. Simit satmıyor, evden bile çıkmıyordu. Artık simide kendi kahvaltısında bile yer vermiyordu. İki ay boyunca çalışmadı. Biriktirdiği iki kuruşla geçinmeye çalıştı. O parayı yeni simitler almak için biriktirirken kendi yediği ekmeğin, simidin parası olmuştu. Günler sonra dışarı çıktı, dolaşıp hava almaya. Kar yağmış ve bitmişti. Geriye muhteşem bir hava ve manzara bırakmıştı. Kendi evinden bunları görmesinin imkanı yoktu. Evinden yarım saat kadar uzaklaşınca köşede küçük bir okul gördü. Sabah saatleri olmasına karşın ne simit satan biri ne de bir simit evi vardı. Sevindi, bayram sabahına kalkan çocuklar gibi. İşine tekrar kavuşmuştu. Aslında hayata dönmüştü. Tekrar aynı telaş ve heyecanlı günler başladı onun için. Ta ki yeni bir simit evi açılana dek… *Günümüzün unutturduğu tüm güzelliklere ithaf olunur…
Erdem KURT e.kurt@kalemsizdergi.com
Fidan YAMAN f.yaman@kalemsizdergi.com
Özgürlük...
'' Çok şeyim oldu bu yaşa kadar söğütten atım oldu askerde mavzerim Bunlardan başka daha nelerim... Kerhaneden dostum oldu,hapishaneden postum oldu... Ben sonuncusunu severim....''
İçeride olanlar bunun anlamını çok iyi bilirler.Kafalarında kurdukları hayallerle özgürlüğe asla sınır koymazlar. Zaten özgürlüğe hasret yıllarca dört duvar arasında yaşayan birinin sınırlamak adına söyleyebileceği tek bir cümlesi dahi yoktur... Kapalı odalar taştan duvarlar soğuk demir parmaklıkları ve yalnızlık. Hepsinin bir arada bulunduğu yaşam serüveni. Hayatın en zor halinden biri işte mahkumluk...Sevenlerden, sevilenlerden uzak beklenmeye adanmış bir yolculuk. Gece... Bir mahkum için en hüzünlü andır. Düşlerini hayallerinde yaşatabildiği en uygun zamandır. Pişmanlıklarla, öfkelerle, mutluluğa hasretle yüzleşilen en geniş zaman...Karanlık bir örtüdür gece. İhaneti, zararı , zorbalığı ve haksızlığı örten bir kara bir çarşaf gibidir ve yıldızlar o geceye umut bağlayan ışıklardır. O geceleri yaşayanlara arkadaştır ,sırdaştır... Hapishane... Kimine göre basit bir kelime kimine göre yaşanması zor bir dünya. Ne kadar anlam yüklenirse yüklensin bu dünyada yaşayan kimseyi anlamak imkansızdır! Ziyaretçi...
6 7
Öyle ya bir mahkum için kulağa en hoş gelen kelimedir.Dışarıdan gelenlerin getirdiği füsunlu bir mutluluktur mahkuma. Ziyaret günü bir başka uyanılır güne daha heyecanlı ve cesur. Başlar dik olur, omuzlar genişler adeta. Üzüldüğünü asla belli etmek istemez. Ziyaretçisi gelen şanslıdır ve mutludur günün en gülen yüzü ondadır. Peki ya ziyaretçisi gelmeyen...Hapishane bahçesinde dolanır kendi kendine gökyüzüne bakar. Ulaşabildiği ve herkesle eşit olarak görebildiği tek alandır gökyüzü üstelik sınırsız.Hüzünlü ve buruktur kalbi hatırlanmamak yakar içini. Acı gözlere yaş dolar akar yanaklardan. Hele ki beklenen ziyaretçi ela gözlü bir yar ise acının tarifi imkansızdır işte... Mahkuma bakılan gözler... Hep ön yargılıdır hep bir kin ve nefret vardır. Haksızdır. Çünkü bir mahkumdur o. Oysa bir mahkuma göre hak, yargının vicdanıdır.Yüzüne bir kara leke sürülmüş gibi sürer hayatı ve onu sadece kader arkadaşları anlayabilir... Bir zamanlar darağacı... Dağlar gibi yiğitlerin ölmesidir... İÇERİDE; BEBEK SESİNE, DALGA SESİNE, VAPUR SESİNE, HÜRRİYETE VE UZUN YOLLAR BOYU YÜRÜMEYE HASRET BİNLERCE MAHKUMA SAYGILAR...
. . . ISTEKSIZIM İsteksizim Uyanmaya Uzun geceler sonrası. O geceler ki hayatımda Birer yüz karası. Soluğumu buzdan bir bıçak gibi Kesip atarken gökyüzünde ay, Renksiz gecelerde Karanlığa yenilirken ben, İsteksizim Gözlerimi açmaya.
Kusursuz bir inkârın eşiğindeyken ben, Ölmesi gereken ölüler hâlâ aramızdayken, Nefret yağmuru altında Islanırken kâinat, Sabır taşı heyecanından çatlarken, Simsiyah saatlerde huzurluyken ben İsteksizim Aydınlanmaya.
İsteksizim Yürümeye Kaskatı bir sokakta Mezar taşları gibi etrafımda Kaldırım taşları. Hevesim yok sokakta Koşuşturan ölülerle Hayattan konuşmaya. Her topuk darbesinde Can çekişirken kaldırımlar, İsteksizim ben Adım atmaya.
İsteksizim Görmeye Göklerdeki cenneti, Ufkumu tutmuşken buzdan cehennem, Melekler ve şeytanlar şarkılar söylerken. Tütsülenmiş bir mezarda Örtülü gözbebeğimle Hevesim yok görmeye Pespaye rüyaları. Annem, kardeşim ve Geri kalan niceleri Geçerken bir köprüden Henüz tahta beşiğimde Son uykumdayken ben İsteksizim Beni unutan Unutulmuşu görmeye.
İsteksizim Öğrenmeye Bir kaç yalan kelimeyi Sepya bir gelecekte Sıkışmışken kitaplar.
Yiğit Ata y.ata@kalemsizdergi.com
Fidan YAMAN f.yaman@kalemsizdergi.com
Adına sessizim...
Sevdamın en güzel adresi,karşılıksız seven insan harikası; bütün kirlerden arınmış ,bütün vefasızlıklardan sıyrılmış tek varlık, beyaz bir melek annem. Önce çığlıklarla geldim kucağına gözlerim kapalı, ilk kokunu duydum sonra nefesini.Sarıldın bana acılar içinde, küçücüktüm, ellerim avuçlarında kaybolacak kadar küçük.Dünyam da küçüktü kalbim de; hem de seni hiç anlayamayacak kadar. Sonra büyüdüm.Elinle ağzıma yemek verdin, kucağında taşıdın belki saatlerce dizlerinde salladın kızım büyüsün dedin belki de kızdın bazen acıyarak. Sonra biraz daha büyüdüm.Seni göremedim evimizde odalarda yatağında yoktun seni sordum titreyen sesimle 'annem nerede' diye yokluğunu ilk o zamanlarda hissettim.Sen hastaydın ve benden uzaktaydın.Karnım açtı, kalbim açtı, sen ise hastahane yataklarında çaresizdin.En kötü yanı neydi biliyor musun?Sensizken ne yapacağımı bilememek. Sonra hep sensizdim, okula sensiz gittim, sensiz şarkılar söyledim, sensiz yıkandım.Seni görmeye geldim bir gün beyazlar içinde yüzünde acıların silueti öylece gülümsüyordun kızına -çok mutluymuş gibi- .Kollarında en korktuğum şey, iğneler vardı başında da serumlar.Seni üzüyorlar sandım ağladım. Ama sonra bu halini de sevdim çünkü bu halinle bile olsa vardın, ya olmasaydın? Ya gitseydin? Küçük kalırdım ve hiç büyüyemezdim. Ve bir gün evimizin kapısından girdin.Güçlüydün ve başın dikti.Bir kez daha doğmanın ne olduğunu anlayacak yaşa gelmiştim ben de. İşte o an, tarifi imkansız duyguların anıydı. Ve sendin yeryüzünün en asil insani güzelliğiyle birleştirilmiş bütün güzelliklerin hali. Yokluğuna dayanamayacak kadar küçüğüm ama seni kırmış olacak kadar da acizim.Çok incitmiş miyimdir seni, kalbini, bilmiyorum.Yara vermiş miyimdir yüreğine, dem vurmuş muyumdur duygularına? Küsmüşsündür belki de çoğu zaman ama hiç vazgeçmemişindir benden. Dünyadaki ve ahiretteki en güzel nimetim, annem. Seni anlamam için senin yerinde olmam gerektiğini biliyorum, bir anneyi anlamak için anne olmak gerekiyor, öğrendim. Ama şimdi, ben sen değilim ve sana karşı yaptığım her kusurun bir özrü var içimde dolup taşan.Affedeceğinden şüphem yok ama kalmasın gönlünde hiç yara.Sen beni kucaklarsan yaradan da kucaklar biliyorum. Merhamet timsali kadınlığına nice güzellikler atfedilmiş.Canım annem bitmeyecek tükenmeyecek sevgimsin.Yavrunun büyüdüğüne bakma sen o hala küçük ve sensiz çaresiz o hala sana muhtaç.Senin verdiğin güzelliklerle büyüyen ve pembelerle dünya kuran kızın olarak bir gün gidecek ve senin bıraktığın annelik görevini senden alacaksam eğer, yine sen yanımda gülen yüzünle olmalısın çünkü dünyaya seninle geldim. En güzel kokan kır çiçeği;anneler annesi olacak kadar iyi, kimseyi kırmayacak kadar masum, seni anlatmak hiç de kolay değil ki elbet kolay olmamalı.Yazılabilecek en güzel destan, hakkın hiçbir zaman ödenemeyecek kadar çok. Pişirdiğin yemek kadar sıcak ve huzurlu. Bir kadının örnek alabileceği en güzel kadınlardan biri. Anneliğin en şerefli mertebesi! -- ' Ale'l-hayr ya zanna ' Şimdilik ''hoşça kal güzel kadın. ' İnci tanesi anneme sevgilerle... 8 9
MAZİ KALBİMDE BİR YARADIR Küçükken oynadığımız oyunlar canlanır zihnimde. Öylece uzakta durup izlemeye başlarım şen kahkahaları. Zamanla azalan umutları, inandırıcılığını yitiren gülüşmeler gelir daha sonra. Birden fark edersin ki o zaman küçük boylarımızdan çıkan şen kahkahalar biz büyüdükçe ufalmış, gizlenmişler. Her biri bir köşeye sinmiş. Onların yerlerini çehrelerimize adeta birer maske gibi oturan gülümsemeler almış. Yazık ki kimse farkında bile değil bu acı kaybın! Öylesine dalmışız ki hayat kavgasına, bunu bile -adam gibi gülmeyi- çok görür olmuşuz kendimize. Oysaki bizi biz yapan değerdir içten gelen bir tebessüm. ''Gerçek ona laik olana söylenir'' demiş ya bir düşünür, işte aynı bu da öyle. Laik olan herkes hak eder çünkü gerçek kahkahaları. Hiç büyümese miydik acaba? Kalsaydık öyle ufak boyutlarda. O zaman daha çok şeyimiz olurdu paylaşacak. Oyunlarımızı paylaşırdık, mesela sen doktor olurdun ben de hastan. Gerçekten değil ama şakacıktan. Belki o zaman bu denli acımazdı canım. Sen numaradan muayene ederdin, sonra da bir reçete yazardın belki. Daha mı mutlu olurduk ya da daha mı fazla mutlu edecek anılarımız olurdu? Küçük bedenlerimizdeki büyük sevinçler belki de çok daha farklı olurdu. Büyüdükçe kaybolan umutlarımız, mutluluklarımız da kaybolmamış olurdu böylece. Dalıp gidiyorum böylesine şuursuz bir mutluluğa. Çocukluğum; sokaklarda geçen eğlenceli koşuşturmacam. Eve dönüş saatini hesaplamadan geçen oyunlar, ta ki annemin uyarısına kadar. Bir fark yoktu aslında oyunlar nasıl bittiyse çocukluk da o hızla gelip geçmişti işte. Yetişkinmişiz şimdi, yarın da ihtiyar olacakmışız, öyle diyorlar. Ama bir daha asla sokaklarda bağıra çağıra özgür olamayacakmışız. Böylesine acı bir kurgu işte büyümek. Zihnimde canlanan bu çocukluk, her damlası farklı tat veren o şen kahkahalarım aniden kesildi. ''Her yaşın ayrı güzelliği olur '' dediler ya hep, bu da koca bir yalan! İnsanın gerçekten mutlu olduğu ve hesapsızca yansıttığı yaştır güzel olan yaş. Benim en güzel yaşım çocukluğumdaki saklambaç oyunlarımdı. Ne yazık ki ben de yitirdim gerçek kahkahalarımı, umutlarımı ve hayal kurmayı. Oyunlarım bitti ve hızla büyüdüm. Geriye sadece o kelimeler kaldı: bir varmııış, bir yookmuuş…
Elif ALKAN
e.alkan@kalemsizdergi.com
. Dem saati
Ne fark eder ki, ondan ya da bundan… Ne işinize yarayacak benim delirme sebebim? Ben size soruyor muyum neden akıllısınız diye? Belki bir alıp veremediğim vardır hayatla. Ya da verip de alamadığım bir şeyler eksiktir, hal-i hazırda. Mukayeseyle mi muhasebe edelim geleni geçeni? Geçen demişken! Geçen, sadece zaman aslında. Siz hiç kum saatini uzaya çıkarıp da, durdurmaya çalıştınız mı zamanı? Tavsiye ederim, işe yarıyor. “Yar” çekiminin olmadığı yerde zaman bile duruyor! Bana dokunmayın da, siz aklınızla bin yaşayın e mi. Ben de delilikte buldum işte kendimi. Hadi kalın sağlıcakla! Bilmem kaç “aşık” yılıyla, birazdan kalkar benim gemi.
Tolga ARSLAN t.arslan@kalemsizdergi.com
AYRILIĞIM Bırakıp gitmek mi zor? Yoksa... Bırakılıp gidilmek mi? Her ikisi de acıtır yüreği. En iyisi mi, sen ne seveceksin ne de sevileceksin. Çünkü bir gün gelir de ayrılırsan sevdiğinden Yakar sızlatır... Bu acı bırakıp gitmez seni. Nerden mi biliyorum bütün bunları? Ben o acının ta kendisi Ben bir güz sancısı Sen ayrılığım… Mülayim Topçu m.topcu@kalemsizdergi.com
10 11
ŞUBAT’IN SIRRI Geçtiğimiz ay dört yıl sonra yine karşılayacağımız 29 Şubat'ı geçirdik. Peki bu 29 Şubat'ın sırrı nedir? Nereden gelmektedir? Neden dört yılda bir bizi ziyaret eder? İşte genel olarak 29 Şubat'ın hikayesi;
"Cüce Şubat" olarak nitelendirilen Şubat ayının 28 gün olma nedeni Roma İmparatoru Sezar ile Augustus'un kaprisleriymiş. Nedeni imparatorların Temmuz ve Ağustosu eşitleme rekabeti. Şubat ayının 28 - 29 çekmesi hep merak konusu olmuştur. Meğer bu durumun nedeni Roma dönemi imparatorlarının kaprislerinden başka bir şey değilmiş (!). Bugün kullanılanın temeli olan ve adını Papa 7. Gregoryen'den alan takvimin öncüsü Jülien takvimi. Ancak İmparator Sezar, Mısırlı astronomi bilgini Sosigenes'i bu takvimi yeniden düzenlemesi için görevlendirir. O dönemde bir yıl 365 gün 6 saattir. Sosigenes yeni bir takvim yapıyor. Bu takvime göre; her yıl 365 gün çekecek, her yıldan altı saat artacak, artan saatler dört yılda bir takvime eklenecek ve o yıl 366 gün olacaktır. Fakat 366 gün 12 eşit parçaya bölünmediği için 6 ay 30 gün, diğer 6 ay 31 gün çekecektir.
DÖRT YILDA BİR 29 365 gün çeken yıllarda en son aydan bir gün düşürülmesine karar verilir ve Şubat yılın son ayı olarak kabul edildiği için, dört yılda bir gün 30 diğer günler 29 olur. Sezar aylardan birine de ismini vermiş; Julius yani Temmuz. Ondan sonra imparator olan Augustus da Ağustos ayına adını verir. Ancak Augustus, Sezar'ın ayı 31 günken kendi ayının 30 gün olmasını kabullenememiş. Şubat'tan bir gün alıp kendi ayına eklemiş böylece Şubat'tan bir gün daha alınmış ve Ağustos'a eklenmiştir. O gün bu gündür de şubat ayı 28, dört yılda bir de 29 çekmiş. Sezar'ın ayı temmuz ve Augustus'un ayı ağustos da peş peşe 31 gün olmuştur. Mert Abakuş mert@kalemsizdergi.com
Organları veya vücutlarının bir kısmı iş göremez halde olanlara, zihinsel açıdan yetersizlik ve dengesizlik gösteren, yaşamın birçok alanında kısıtlanan, engellerle karşılaşan kişilere engelli(sakat) diyoruz. Sakatlıklar doğuştan olabildiği gibi sonradan da oluşabilecek bir durumdur. Engellilerin yaşadığı sorunlara dikkat çekmek için 3 Aralık Dünya Engelliler Günü ve 10-16 Mayıs'ta Türkiye Sakatlar Haftası olarak ilan edilmiştir. Engelli olmak insanlığın genel sorunudur ve her insanın bir özürlü adayı olduğunu düşünürsek, yapılacak çalışmaları daha fazla önemsemek gerekir. Sakatlık haftası boyunca; sakatlık sorunu, sakatlığın önlenmesi ve sakatların eğitimi konusu üstünde durulur. Sakatları Koruma Milli Koordinasyonu Kurulu haftanın değerlendirilmesi için aşağıdaki programın uygulanmasını kararlaştırmıştır.
10 Mayıs- Sakatlar Haftasının Açılışı 11 Mayıs- Görme Engelliler Günü 12 Mayıs- İşitme ve Konuşma Engelliler Günü 13 Mayıs- Ortopedik Engelliler Günü 14 Mayıs- Zeka ve Ruhsal Özürlüler Günü 15 Mayıs- Güçsüz Yaşlılar ve Korunmaya Muhtaç Çocuklar Günü
12 13
16 Mayıs- Sakatlar Haftasına Genel Bakış Ülke nüfusumuzun ne kadarını engelli bireylerimizin oluşturduğunu çoğumuz bilmeyiz. Araştırmalar sonucunda ortaya çıkan tablo hiç de önemsenmeyecek gibi değil. 2002 yılında Türkiye İstatistik Kurumu tarafından yapılan Türkiye Özürlüler Araştırması sonucuna göre Türkiye'de engelli birey oranı % 12,29 olarak tespit edilmiş ve buna göre 8,5 milyon engelli vatandaşımız bulunmaktadır. Bu istatistiklerden anlaşılmalıdır ki, engelli nüfusu toplam nüfusumuz içinde önemli bir yere sahiptir. Ancak çok az bir kısmı eğitim olanaklarından faydalanabilmektedir. Engelli bireylerimiz maalesef ülkemizde dünya standartlarının altında hizmet görmektedir. Oysa Avrupa'da engelli bireylerin tamamı eğitimin bütün olanaklarından faydalanmakta, hatta gerektiğinde eğitim imkanı engelli bireylerimizin ayaklarına kadar götürülmektedir. Burada, eğitimde fırsat eşitliği ilkesine ne kadar dikkat ettiğimizi durup düşünmeliyiz. Sadece eğitim alanında değil daha birçok alanda zorluklarla karşılaşmaktadırlar. Yollar, kaldırımlar, hatta evler engelli vatandaşlarımızın ihtiyaçlarına göre düzenlenmemektedir. Günlük yaşantınızda engelli bireylerle çoğu kez karşılaşmışsınızdır. Kimi zaman elindeki beyaz bastonuyla yürüyenleri, kimi zaman tekerlekli sandalyeyle kaldırımları ve daha birçok engeli aşmak zorunda kalanları, işaretlerle etrafındakilere derdini anlatmaya çalışanları, garip tavırlarına bakarak güldü-
ğünüz kişileri görmüşsünüzdür. Peki, ne gibi sıkıntıları olduğunu? Eğitim olanaklarından yararlanıp, yararlanamadıklarını? Bu hayattan beklentilerini ve neye ihtiyaç duyduklarını hiç düşündünüz mü? Engelli bireyleri topluma kazandırmak için herkesin yapabileceği bir şeyler vardır. Örneğin çevre düzenlemelerinin engelli bireylere uygun şekilde yapılması, günlük yaşamımızda kullandığımız alışveriş merkezlerinin engelli bireylere uygun düzenlenmesi, trafik ışıklarına kurulan sesli düzeneklerin yaygınlaştırılması engelli bireylerimizin hayatını biraz da olsa kolaylaştıracaktır. Engelli bireylere acımak, onlara bakarak duygulanmak soruna çözüm getirmez. Engellilerin de yapabileceği işler vardır. Çalışabilecekleri alanda iş vermek gerekir. Konfüçyüs’ün bir sözünde söylediği gibi "Balık vereceğinize, onlara balık tutmayı öğretin." Engellilerin engelsiz yaşama isteklerinin artması ve toplumun giderek bilinçlenmesiyle toplum hayatına katılmalarını kolaylaştıracak kanun, yönetmelik ve kurumlar çoğalıp gelişmektedir. Türkiye Sakatlar Derneği toplumu bilgilendirmek ve bilinçlendirmek üzere çalışan başlıca kuruluşlardandır, engelli haklarına yönelik kanunların yürürlüğe girmesinde önemli rolü olmuştur. Ayrıca engellilerin spor faaliyetlerine katılmaları için çeşitli organizasyonlar başlatılmıştır. Türkiye Bedensel Engelliler Spor Federasyonu; 2000 yılında kurulan ve bedensel engelli insanları sporla tanıştırmayı amaçlayan federasyondur. TBESF çatısı altında 12 spor branşı bulunmaktadır. Yelken ve oturarak voleybol hariç 10 branşta spor faaliyetleri yapılmaktadır. Sakatlığın belli başlı nedenleri şunlardır; Akraba Evlilikleri: Doğuştan sakatlıkların önemli bir bölümü akraba evliliklerinden ortaya çıkar. Hamilelik Süresindeki Tedbirsizlikler: Bebek bekleyen annelerin sık sık röntgen filmi çektirmesi, doktora gitmeden ilaç alması, alkol ve sigara içmesi doğan çocuğun sakat olmasına neden olur. Aşıların Zamanında Yapılmaması Kazalar Engellilerin normal bir hayat sürmesi ancak toplumsal duyarlılığın oluşmasıyla mümkündür. Toplum olarak bu özveriyi gösterirsek hayat engelli dostlarımız için çok daha kolay olur. Hayatı paylaşmak için engel yok. Özge ÖZGÜNER o.ozguner@kalemsizdergi.com
Sayın Kalemsiz Dergi Okurları... Size şuan öğrenim gördüğüm Erkan Avcı Endüstri Meslek Lisesi Ve Teknik Lisesi Elektronik Bölümünün yapmış olduğu ROBOT Projesi hakkında yazı yazacağım.Bir nevi size bu projeyi de açıklamış olacağım. • Bu Projeyi Sayın Öğretmenimiz Mustafa DEMİREL ve Yavuz ÖZTÜRK önderliğinde yapmaktayız. • Robot Projesinde ki esas amaç; Teknolojiyi en iyi biçimde kullanmak ve zekayı ön plana sürmektir. • Zekayı ön plana sürmekte ki amaç ise, Robotun hareket etmesini ve rakibini yenmesini sağlayan programı en iyi biçimde tasarlayabilme ve onu robota aktarabilmektir. • Robot Projesi, uzun bir zaman gerektirir ki bizde dönemin başından beri bu konu üzerinde çalışıyoruz.Grubumuz 7 kişiden oluşmaktadır.Gruptan 5 Kişi SUMO ROBOT projesinde, 2 kişi de ÇİZGİ İZLEYEN ROBOT PROJESİNDE çalışmalarını sürdürmektedir. • Önceden zamanı planlanmış olarak başladığımız Robot Projemiz gittikçe zamanımızın tamamını aldı. Çünkü projemiz şekillendikçe detayları daha iyi yakalamaya başladık.Çünkü Teknoloji DETAY demektir. • Nihayetinde robotlarımızı meydana getirdik ve tabi ki sunumları olacak. Bu Sunumlarda ; 3 MART 2012 - AYDIN ÜNİVERSİTESİ (Bu yarışmada Erkan Avcı Teknik ve Endüstri Meslek Lisesi 3. Ve 4. Olmuştur.) 17-18 MART 2012 - ODTÜ ROBOT YARIŞMASI 12-13-14 NİSAN 2012 - İTÜ ROBOT YARIŞMASI 28-29 NİSAN 2012 - SAURO RBT YARIŞMASI ( SAKARYA ÜNİVERSİTESİ) 5-6 MAYIS 2012 - ULUDAĞ ÜNİVERSİTESİ 13-14 MAYIS 2012 - MEB ROBOT YARIŞMASI
EMEĞİ GEÇENLER MUSTAFA DEMİREL YAVUZ ÖZTÜRK Bahtiyar Abdullahoğlu Ozan Şanlı Batuhan Öztütüncü Şaban Akyel Burak Demir Tolgahan Üstünakın Burak Kutlu
Alfa - Beta - Gam Beyin D İnsan beyninin çeşitli frekanslarda dalgalar yaydığı çok eski zamanlardan beri bilinir. Beynin faaliyetleri “dinlerin ve tüm mistik sistemlerin ana unsuru” olmuştur. Özellikle gizli bilimlerle uğraşan pek çok kişinin bunu binlerce seneden beri bilmesine karşın, pozitif bilimin bu gerçeği bazı aygıtlarla tespit ederek kanıtlaması oldukça yenidir. Beyin elektriği üzerine yapılan çalışmaların tarihi yaklaşık yüzyıl kadar geriye dayanır. İngiliz filozoflardan Richard Caton' un ilk defa tavşan ve maymun beyinlerinin elektrik potansiyellerini tespit etmesiyle birlikte E.E.G.’in temelleri atılmıştır. Uzun yıllar hayvanlar üzerinde yapılan deneylerden sonra ilk defa 1924'de Jena Üniversitesi'nden bir Alman psikiyatrist, Olan Hans Berger, insan kafatası üzerine platin elektrotlar iliştirerek insan beyninin elektriksel dalgalarını kaydetmeye başladı.
E.E.G. ( Elektro- Ense -Falografi ) Bu aygıt beynin bütün elektrik faaliyetlerini, yani beynin yaydığı dalgaları grafik şeklinde kağıda döker. Böylece beynin yaydığı çeşitli dalgalar karakteristiklerine göre anlaşılmış olur. Tam donanımlı hastanelerde, kliniklerde ve bazı laboratuvarlarda bulunan E.E.G cihazının günümüzde portatif, küçük modelleri de bulunuyor. İnsan beyninin şimdiye dek beş çeşit dalga yayınladığı uzun süredir biliniyor. Bunlardan Alfa dalgaları, Beta dalgaları ve Gama dalgaları özelliklerine göre normal beyin dalgaları sayılır. Teta ile Delta dalgaları ise marazi dalgalardır, yani genellikle beyin özürlü kişilerin yaydığı dalgalar. Ancak bizim daha sonra da değineceğimiz gibi bu dalgalara Para psikolojik denemelerde de rastlanmış olması mümkün.
BEYİN DALGALARI NEYİ GÖSTERİR? Hızlarına göre beyin dalgaları ve ilişkin oldukları durumlar: Alpha(8-12 Hz) relaksasyon Delta (0-4 Hz) derin uyku Theta(4-8 Hz) hayal kurma Smr (12-15 Hz) konsantrasyon Beta1(15-18 Hz) problem çözme Beta2(18-25 Hz) anksiyete 14 15
Beyin dalgaları basitçe böyle formüle edilebilir.
ALFA (ALPHA) DALGALARI : Bu dalgalar frekansları (bir saniyedeki adedi) 8-13ve amplitütleri(dalganın en küçük ve en yüksek noktası arasındaki yüksekliği) olan düzenli dalgalardır. Normal yetişkin şahıslarda çoğunlukla iyi gelişmiş ortalama 9-10 frekanslı alfa dalgaları görülür. Alfa dalgaları insan gözlerini kapattığında ve tamamen sakin olduğunda görülür. Hemen yoga , meditasyon gibi çalışmalar yapılırken uygulanan ölçümler beynin alfa dalgaları yayımladığını göstermektedir. Düşünme faaliyetinin olmadığı tam sükunet anında beyin bol miktarda alfa dalgaları yayımlar. Şahıslarda sükunet hali bozulur bozulmaz alfa dalgaları basılır. Örneğin derin bir konsantrasyon veya meditasyon hali içinde bulunan bir kişiye herhangi bir konu hakkında soru sorulacak olursa alfa dalgaları derhal daha düşük amplitütlü beta dalgalarına dönüşürler. Alfa dalgaları bilinen beyin dalgaları içinde en güçlü ve sağlıklı dalgalardır. Bu dalgalar çocukluktan itibaren yavaş yavaş gelişerek beyin tarafından yayımlanır. 1.5 yaşındaki bir çocukta alfa dalgalarına nadir rastlanırken, 3-5 yaşlarındaki çocuklarda bu dalgalar daha belirginleşir. Çocuk 10 yaşına geldiğinde ise dalgaların iyice organize edildiği anlaşılmıştır. 16-18 yaşlarda da bu dalgaların düzenlerinin tam olarak kurulduğu devre olarak biliniyor.Yaşlılık dönemine gelindiğindeyse, çocukluk dönemlerinde olduğu gibi bu dalgaların gittikçe yavaş olduğu anlaşılmaktadır. Alfa dalgalarının oluştuğu duruma parapsikolojide 'Alfa Durumu' adı verilir ve Alfa Durumu çok eski zamanlara dayanır. Okültizm, yoga ve pek çok inisiyasyon ekollerinde ise uzun zamandır bilinmektedir. Bütün bunları deneysel olarak ispatlamayı amaçlayan parapsikologlar en azından Alfa Durumu'nun telepati, durugörü ve kehanetlerle alakası olduğunu bilmektedirler. Rahatlık, farkındalık, sakin ve huzurlu kavrayış uykunun ilk evrelerinin dalgaları olarak tanımlanıyor. Sakin ve huzurlu olunan ama asla uyuşukluk yaşanmayan, dünyayı ve gerçekleri algılamada en uygun titreşimlerin olduğu bu dalga boyu, dünyamızın da ölçülen frekansıyla aynı. Dünyanın manyetik frekansına “Shumann” frekansı deniyor ve 7,8 ile 8 arasında tanımlanıyor. (Fakat son yıllarda bilim adamları Shumann frekansının epeyce yükseldiğini ifade ediyor.)
ma - Delta - Teta Dalgaları Gözler kapanıp derin nefes alındığında ve dış dünyadan alınan mental etkiler azaldığında Alpha boyutuna geçiyoruz. Alpha dalgalarındayken yaptığımız işlerde başarımız artıyor. Derin uyku ya da endişe ve korku halinde ise bu dalga hiç açığa çıkmıyor.
BETA DALGALARI : Beta Dalgaları 14-30 frekanslı ve daha düşük amplitütlü Alfa faaliyetleridir. Dimağın ön bölgelerinde görülürler. Alfa dalgaları yayan bir kişiye ses ve ışık gibi bir uyarıcıyla müdahale edildiği takdirde alfalar derhal basılarak kendilerinden dört kat daha düşük olan beta dalgalarına dönüşürler. Beta, fazlasıyla meşgul olduğumuz hallerde devreye girer. Hızlı, seri ve inişli çıkışlı dalgalardır. Heyecanımız arttığında veya dış faktörlerce fazlaca uyarıldığımızda beta dalgaları yayımlamaya başlarız. Konuşan biri, ders veren bir öğretmen beta dalgaları yayar. Konuşma sırasında tartışma çıkarsa, ortalık gerginleşirse beta dalgalarının frekansı artar. Aktif öğrenme, uyanık olma, her şeyiyle hayatı yaşama, dinamizm, konsantrasyon, problem çözme hallerimizde; beta, içinde bulunduğumuz dalga boyu olduğu için yaşamı temsil ediyor. Çok yükseldiğinde stres, gerginlik, öfke gibi negatif uç duygulara varabiliyor.
GAMA DALGALARI : Süratli hareketlerde oluşan beyin dalgalarıdır. Amplitütleri düşük, frekansları 30-50 arasındadır.
DELTA DALGALARI : Hastalıklı sayılan düzensiz dalgalardır. Frekansları 4-7 ve amplitütleri 50 mikro volt'un üstünde olan dalgalardır. Delta son derece de düzensiz yayılır. Bilinçsiz zihnin en derinlerinde, uykunun en derin saatlerinde bu dalgaları yayar beynimiz. Derin uyku ve dış dünyadan kopuş boyutudur. Bilinçsiz bir huzur halini yansıtır. Beynin en az çalıştığı döneme aittir ve bu dönemde büyüme hormonu salgısı artar. Çocuklarda fiziksel büyümeyi, yetişkinlerde ise güzelleşmeyi ve dinç kalmayı sağlar. Beyin dalgalarının en ağır frekanslı olanı deltadır. Beyin bu frekansa derin uykuda, komada veya kişi anestezi altındayken geçer.
TETA (TETHA) DALGALARI : Frekansları 3-5,amplitütleri çok yüksek olan anormal ve sağlıksız dalgalardır. Epileptiklerde ve saralılarda bolca rastlanan dalgalardır. Asabi ve gözü kararmış kişilerde, hatta bol bol negatif şeyler düşünen kişilerde bu dalga türüne çok rastlanır. Beyin dalgaları hakkında bilinen veriler henüz yeterli değildir. Ancak işin en enteresan tarafı Psikokinezi dediğimiz olaylar oluşurken, bunları oluşturan medyumların beyin dalgaları laboratuvar ortamında incelenmiş ve bu kişilerin bol miktarda deta ve telta yayımladıkları gözlemlenmiştir. Teta, zihnimizin bilinçsiz olduğu hallerde ortaya çıkmaktadır. Uzun bir yolda ilerlerken, yürüyüşe çıkıp bedeninizi dinlendirmek istediğinizde, gene ilginç ve yaratıcı fikirlerin dalgası teta işbaşındadır. Stresin hiç olmadığı, derin iç dünyamızda olduğumuz dalga boyu olarak tanımlanır. Öğrenmenin en yüksek boyutuna geçmeden önce bu dalgada yaşıyoruz ve derin uykudan uyanırken açılan algılarımızın yaşattığı bir durumu temsil ediyor. Alacakaranlık boyutu ismi de kullanılıyor bu dalga boyu için, yani aydınlanmadan önceki karanlık. Çok usta meditasyoncuların derin meditasyon halindeyken bu dalga boyutunda olduğu tespit edilmiş. Derin düşünüş ve sezgisel kuvvetin en fazla canlandığı bu frekansta sanatsal yeteneklerin zirveye çıktığı da düşünülüyor. Özellikle ressam ve müzisyenlerin sanatsal üretimleri esnasında beyinlerinde tetha boyutunun en yüksek seviyede olduğu biliniyor.
BEYİN DALGALARI KONROL EDİLİP DEĞİŞTİRİLEBİLİR Mİ? Beyin dalgaları, duygu ve ruh durumuna göre kendiliğinden değişirmiş gibi görünse de o titreşimleri bilinçli ve istediğimiz yönde kontrol edip değiştirebileceğimiz ve kendimizi istediğimiz duygu frekansına çekmeyi başarabileceğimiz bilinmektedir. Ancak bunu nasıl yapabileceğimiz, yine kendi titreşimlerimizin içinde saklı bir bilgi olarak bulunur. Sadece o frekansı duyabilmeyi ve ayırt etmeyi başaracak bilime ve bilgeliğe ulaşmanın zamanını kendimizde yakalayabilmeyi öğrenmemiz gerekmektedir. Çoğu zaman farklı Hz’lerde pek çok titreşimin içinde kayboluyoruz. Özellikle de 30 Hz civarında dolaşıyor tüm dünya; yani şiddet, savaş, bencillik ve paylaşımsızlık frekansında.
Günlük hayatımızda genellikle küçücük şeylere takılıp öfkeleniyor, hırslanıyor, kıskanıyor, geriliyor ve üzülüyoruz. Sevgi, sadakat, şefkat, minnet, huzur ve neşe gibi duygulara az yer veriyoruz. Düşüncelerimizin bütün bu çeşitliliğine göre beynimizden ve hücrelerimizden değişik frekanslarda yayılan titreşimlerle tüm vücudumuzun etrafında bir enerji alanı oluşuyor. Bu enerji alanı anlık değişimlerle ruh ve vücut sağlımızı yansıtıyor. Son yıllarda alternatif tıp alanı altında kabul edilen enerji dengeleme yöntemlerini kullanarak tedavi sağlama tekniklerinin sayısı epeyce arttı ve gitgide bilimsel olarak desteklenmeye başlandı. Tedaviye yardımcı olduğu iddia edilen meditasyon ve Reiki, NLP çalışmaları da artık bilimsel tedavilerin yanında yardımcı olarak yer almaya başladı. Amerika’da pek çok hastahanede bu konuda ciddi ve resmi uygulamalar yapılıyor. Kemoterapi birimlerinin yanı sıra Reiki uzmanlarının da bölümlerinin açılmasıyla, hemşireler ve doktorlar da hızla Reiki öğrenmeye başladılar. Türkiye bu tür çalışmalarda biraz tutucu bir tavır sergilese de beyin dalgalarının kontrol edilmesi ve değiştirilmesi için reiki ve meditasyondan daha bilimsel bir yöntem olan Neurofeedback yöntemini kullanarak stres, Down sendromu, alkol ve uyuşturucu bağımlılığı, otizm, kişilik bozuklukları gibi hastalıkları tedavi etmeye çalışan merkezler ve hastahaneler açılmasına destek verildi. Meditasyon, yoga, reiki, neurofeedback adı ne olursa olsun bütün bu yöntem ve tekniklerin peşinde olduğu tek bir amaç var: Beyin dalgalarını istenilen frekansa çekebilmek ve uygun dalga boyunun titreşimsel ışınımını yakalayarak DNA üzerinde pozitif değişiklik yaratabilmek.
IŞIK VE TİTREŞİM DNA ÜZERİNDE DEĞİŞİKLİK YARATABİLİR Mİ?
rerek düzenli ve sürekli döndükleri tespit ediliyor. Bir sonraki aşamada DNA’lar çıkarılıyor ve fotonlar tekrar izleniyor. Beklenen sonuç fotonların yine rastgele dağınık olmaları iken DNA’ların ritim ve düzenle döndükleri görülüyor. Işık parçacıklarının neye bağlı olarak sistemli dönmeye devam ettiklerinin cevabı ise bulunamıyor. " Barışın ve Duanın Gücünün Bilimi” kitabının yazarı Gregg Braden buna benzer deneyleri de anlattığı kitabında bizim henüz tamamen algılamadığımız bir enerji alanının ve ağının tüm evrende mevcut olduğunu ve DNA’nın fotonlarla bu ağ ile iletişim kurduğunu kabul etmemiz gerektiğini söylüyor.
NEUROFEEDBACK İLE BEYİN DALGALARINIZI DEĞİŞTİRİN Neurofeedback (nörofidbek, EEG biofeedback, neurotherapy, nöroterapi) beyin dalgalarını değiştirmeye dayanan dijital teknoloji temelli egzersiz yöntemidir. Kişi farkında olmadığı vücut fonksiyonları hakkında bilgilendirilirse bunları kontrol edebilir hatta değiştirebilir. Örneğin geri bildirim sağlayan cihazların yardımı ile kişi daha önce kontrol edemediği el ısısını arttırıp azaltmayı kolayca öğrenebilir(Biofeedback). Aynı durum beynin elektrik dalgaları için de geçerli. Eğer kendi beyin dalgalarımızı görebilirsek, hangi dalganın ne zaman artıp ne zaman azaldığını öğrenirsek kendi beynimizi kontrol edebiliriz.(neurofeedback) Yurtdışında, özellikle Amerika'da yaygın kullanım alanı olan bu yöntem, ne yazık ki ülkemizde yeterince tanınmıyor. Bu konuda türkçe kaynak sınırlı. İngilizce bilenler "neurofeedback ya da brain waves" diye internette arama yaptıklarında karşılarına çıkan binlerce sayfadan bilgi edinebilir.
Her organımızı ve beynimizi oluşturan en küçük birim olan hücrenin 1980'li yıllarda bilim “Beynin elektriksel işleyişinde adamlarının yaptığı çalışmalarla foton yaydığı tesbir bozukluk varsa o düzeltiliyor. pit edilmiştir. Hücre fotonunun frekansı ölçülmeye başlandığında ise yan yana gelen iki ayrı hücrenin aynı Amaç beyniniz sizi kontrol etmesin, frekansa girdiği ölçülmüş. Yani iki ayrı enerji birbirinsiz beyninizi kontrol edin!” den etkileşiyor veya iterek ya da çekerek birbirlerini değiştiriyorlar. Kuantum biyoloğu olan Dr. Vladimir Poponin ‘’Mutluluk Her An Vardır Yeter ki En Karanlık Zamanınızda Işığı Açmayı Unutmayın’’ tarafından yapılan basit mantıklı ama derin bir deGülşah ULUDİL neyde önce bir kabın içi boşaltılıyor. Kabın içinde bir g.uludil@kalemsizdergi.com vakum yaratılıp içine fotonlar bırakılıyor. Fotonların kabın içinde rastgele bir şekilde dağıldıkları görülüyor ve sonra kabın içine DNA'lar bırakılıyor. Kabın içindeki fotonların DNA’ların dönüşüne göre uyum göste16 17
“Hiçbir şey belirsiz değildir; her şey kendinden önceki sebebin bir sonucudur, biz bu sebebi bilsek de, bilmesek de...” LAPLACE ŞEYTANI
Bir parayı havaya attığınız zaman yazı mı yoksa tura mı geleceğini bilebilir miyiz? Evet; ama bu “bilmek” ten çok bir tahmindir sadece, kesinlikle daha fazlası değildir. Peki ya böyle bir şeyi hesaplayabilecek bir gücünüz olsaydı; attığınız paranın ne geleceğini, sayısal lotoda çıkacak numaraları ya da evden dışarı çıktığınızda başınıza gelecek talihsizlikleri veya karşılaşacağınız tanıdıkları önceden bilmeniz gibi bir şansınızın olduğunu düşünün... Dünyada olabilecek bütün her şeyin olasılığını hesaplayabilen bir beyin ve bu beyine sahip olduğundan haber bile olmayan bir insan… Nasıl ki havadaki nem oranı belirli bir düzeyi aşınca, meteoroloji yağmur yağacağını tahmin ediyorsa, Laplace Seytani’ da Dünya’ daki bütün olayların sonuçlarını hesaplayarak geleceği görebilme yeteneğine sahip olan insana deniyor.
Sizce bu geleceği görmek mi? Pratikte hayır; ama teoride bu mümkün. 1801'de Fransız fizikçi Marquis Pierre Simon de Laplace “Olasılık Hakkında Denemeler” isimli kitabında, daha sonra Laplace'in şeytanı diye anılacak olan, bu teoriyi açıklamıştır. Bu teoriyi açıklamadan önce olasılık, determinizm, De Moivre, Laplace ve Heisenberg'den bahsetmemiz gerekecek, sonra da Maxwell’den. 1700'lerin başında Londra'da yaşamış bir istatistikçi olan Abraham De Moivre (1700’lerde istatistik diye bir bilim dalı olmadığını göz önüne alırsak, De Moivre'nin (istatistik biliminin kurucusu olduğunu söyleyebiliriz) şans diye bir şeyin olmadığını, bunun sadece bir yanılsama olduğunu, şans eseri olarak tanımladığımız şeylerin aslında bildiğimiz fizik kuralları sayesinde meydana geldiğini savunmuştur. Örneğin havaya attığımız paranın yazı mı yoksa tura mı geleceğini; hava akımı, elin açısı, elin yüksekliği, paraya uygulanan kuvvet, paranın alaşımı ve yerin şekli (paranın yere düştüğü kabul edilirse) gibi fiziksel faktörleri hesaplarsak bulabiliriz. Bunu hesaplamak oldukça güçtür, hatta mümkün değildir; ama bu şansa bağlı olduğunu göstermez. Aradaki bu ince farkı görmemiz lazım, hesaplayamamamız hesaplanamayacağı anlamına gelmez. De Moivre bu imkânsız gibi görünen teoriyi ölümüyle bir nevi doğrulamıştı. Hayatının son dönemlerinde her gece fazladan 15 dakika uyuduğunu fark etmişti. Eğer uykusu her gece 15 dakika uzuyorsa, 24 saat uyuduğu gün ölecekti, De Moivre bu günü 27 Kasım 1754 olarak hesapladı ve o gün öldü. Tabii ki bu teorisini tam olarak kanıtlamaz; ama doğru ölçümle-
rin yapıldığı zaman her şeyi tahmin etmenin mümkün olduğunu gösterir. De Moivre'in “Şansın Doktrinleri” isimli 52 sayfalık eseri Laplace'in çalışmalarına temel oluşturmuştur. Laplace'in önemi, olasılık teorisini matematikte kullanan ilk kişi olmasıdır. Ayrıca çan eğrisi diye adlandırdığımız sistemi de işlevsel olarak kullanan ilk kişidir. Laplace, teorisini şöyle tanımlıyor: “Evrenin şimdiki halini geçmişin sonucu ve geleceğin nedeni olarak ele alabiliriz. Bir an için evrenin tüm güçlerinin ve bunu oluşturan tüm varlıkların konumlarını anlayabilen bir canlı olduğunu düşünürsek, ve bunun bu verileri inceleyebileceğini de düşünürsek, aynı anda evrendeki en büyük varlıklardan en küçük atomlara kadar her şeyi hesaba katarak bir hesap yaparsa, hiçbir şey belirsiz değildir ve gelecek de, aynı geçmiş gibi, onun gözlerinin önündedir.” Daha sonra bu teori Laplace'in şeytanı olarak anılmaya başlamıştır, aynı tanrı gibi her şeyi bilen bu canlı, şeytana benzetilmiştir. Eğer bu şeytan bir an için kusursuz bilgiye ulaşabilirse o andaki her atomun konumunu ve üzerlerine etkiyen kuvveti bilirse, saf enerji olan düşüncenin hızı, ışık hızından daha hızlı olduğu için şeytan o bir an içinde tüm olasılıkları hesaplayabilir. En az hata payı içereni seçerse doğru seçim sayesinde geleceği kendi istediği yönde etkileyebilirdi. Gelecekte olacak şeyler birbirine bağlı olduğu için de (her olay kendinden önceki bir olayın sonucu, sonraki bir olayın sebebidir) geleceği de geçmiş gibi basit bir şekilde gözünde canlandırabilecekti. Bu teoriye karşı çıkan bilim adamlarının en büyük itirazı, felsefi ve dini açıdan bakıldığı zaman teorinin, “özgür irade” kavramını yok saymasıydı. kusursuz bilgiye ulaşmanın nerdeyse imkânsız olduğu bu kuantum dünyasında, özgür irade ile çelişmeden bir adım ötesine geçerek onu aşan bir sonsuz irade kavramını mı ortaya koymak istemişti? Çoğu kişi bu zor soruya cevap aramak yerine daha kolay olan şu sonucu seçti: “tanrı evreni yarattı ve biz aktörlere bu sınırlı senaryonun dışına çıkmadan oyunda kalma iznini verdi.” Ama Laplace'in sormak istediği asıl soru şuydu: “Eğer böyle bir araç olsaydı; bu aracın, benim özgür irademin sonucu olarak nitelendirdiğim gelecekteki hareketlerimi tahmin etmesini ne durdururdu?” "Sonuç hesaplanırsa önceden tura-yazı bilinir" dedik; ya eski dostumla karşılaşmam, o da mı hesaplanabilir? İnsanlar hiçbir yere boşuna gitmezler. Yolda yürüyen
her insanın bir amacı vardır ve onlar bu amacı sürekli düşünürler hatta önceden tasarlamışlardır. Yani gittiğimiz bir yer fiziksel, psikolojik ve duygusal etkenlerin bir sonucudur. Demin bahsettiğimiz para atışında, sadece fiziksel faktörlerin hepsini bilmemiz yeterliydi. Farzedin ki, o para atışındaki bütün etkenleri bilen varlık burada da herkesin duygu ve düşüncelerini de biliyor olsun, aynı zamanda çevredeki bütün fiziksel faktörleri de bilsin. Eğer bütün bu bilgileri bilen bir varlık olsaydı bir sonraki anı çok rahat görebilirdi. Bir nevi geleceği gören bir varlık; işte karşınızda Sayın Laplace Şeytanı. Böyle bir varlık evrende asla modellenemeyeceği için şeytan ismi verilmiş. Arada bizler de, "Sanki bu anı daha önce yaşamıştım" gibi oluruz. O zaman bizde de biraz şeytanlık mı var? Bu durumu da Alman psikolog Carl Jung'un toplu bilinçaltı teorisi açıklıyor. Jung bilinçaltını üçe ayırıyor. Birincisi; kişisel hatıralardır. Bizler, bunları hatırlarız. İlkokul öğretmenimizin adı gibi. İkincisi; istendiğinde hatırlanamayan hatıralardır. Onları hiç düşünmediğimiz için derinliklere gömülmüşlerdir. Üçüncüsü ise; toplu bilinçaltıdır. Toplu bilinçaltı bizler uyurken devreye girer. Sadece kendi düşüncelerimiz değil başkalarının düşüncelerinde de gezeriz. Düşünceleri bilmek maddeleri bilmek kadar doğaldır. Kuantum fizikçilerine göre aslında madde diye bir şey de yoktur çünkü şu ana kadar 12 farklı kuark bulunabildi ve kuarklar enerjidir. Madde birtakım elementlerin bileşimiyse ve onları da atomlar oluşturuyorsa, atomları da elektron-protonlar, elektron-protonları da kuarklar oluşturuyorsa madde enerjidir. Düşünceler de elektrik sinyalleriyle oluşuyorsa onlar da enerjidir. Böylece düşünceler ve maddeler birbirine bağlı bir enerji bütünüdür. Bizler, uykuda bilinçaltımız devrede olduğu için uyanınca bu düşünce-madde karışımından oluşan enerji havuzunda yüzdüğümüzü hatırlamayız. Yani, arkadaşımı rüyamda görmem, ikimizin de uyku halindeyken düşünce karşılaştırması yaparak planlarımızın kesişmesini fark etmemiz olabilir. Toplu bilinçaltının kanıtladığı birkaç örnek -Yeni doğan bebeğin aç olduğunda ağlaması, annesini emme isteği duyması. -Balığın yumurtalarının kırıldığında her birinin yüzmeyi bilmesi. -Yavru bir tayın, doğar doğmaz etrafında öğrenecek zamana ihtiyaç duymadan yürümeye çalışması. Bütün bunları canlıların doğar doğmaz nasıl bildiklerine mantıklı bir açıklama getirilemeyişi, toplu bilinçaltının varlığını hissettirmektedir. Canlılar toplu bilinçaltıyla düşünce alışverişindedir. Bütün bu determinist yaklaşımların "özgür irade" yi yok saydığını düşünen Heisenberg, Laplace' in teorisi18 19
ne karşı "Belirsizlik İlkesi"ni ortaya koymuştur. Örnek vermek gerekirse; Güney Afrika'da kanat çırpan bir kelebeğin Londra'da fırtınaya sebep olabileceğini söyleyerek belirtmiştir. Yani, "siz ne kadar fiziki şartı düşünürseniz düşünün, ihmal edilecek en ufak nokta mutlaka vardır" der. Tüm bu olasılıkları hesaplayarak paranın yazı veya tura geleceğini saniyeler içinde zihninden hesaplayarak geleceği söylüyor. Kilit soru ise tam olarak su: Saniyeler içinde bu kadar veriyi işleyebilecek herhangi insan beyni saniyeler içinde tüm bu olasılıkları hesaplayacak kadar gelişmiş mi? Araştırmacılar bu soruya da Evet! cevabını veriyor. İnsan beyninde alt benlik olarak adlandırılan ve doğar doğmaz bizimle gelen bilgileri ( ağlama, göz kırpma, annemizden süt emme… ) bulunduran bu bölüm tamamen dev bir bilgisayar gibi işliyor. Bununla geleceği görmenin ne alakası var diye sorabiliriz, Ancak şöyle bir düşünün.. Daha önce hiç gitmediğiniz bir yere gitmiş gibi hissettiğiniz ya da bu anı daha önce yaşadığınızı hissettiğiniz olmadı mı? İste Laplace Şeytanı‘ nı diğer insanlardan ayıran tek fark ise alt benliğini kontrol edebilmesi… Pierre-Simon‘ a göre her insan bu yaşadıklarından dolayı Laplace Şeytanı‘ nı içinde az veya çok taşıyor… 17. yüzyılda Isaac Newton'un kalkülüs ve klasik mekaniğin ilkelerini geliştirmesiyle bilimsel bir devrim gerçekleşmişti. Bu tarihten sonra bilim insanları doğaya daha farklı bir açıdan bakmaya başlamışlardı. Newton fiziği sayesinde ilk kez cisimlerin dinamikleri basit denklemlerle belirlenebilmeye başlanmıştı. 18. yüzyıl sonlarıyla 19. yüzyıl başlarında Fransız bir fizikçi olan Pierre-Simon Laplace Newton'un bu alandaki çalışmalarının devamını getirdi. Ancak doğa Laplace'ın beklediğinden çok daha akıllıca deviniyor. Öyle ki 1800'lü yılların sonlarına doğru bilim insanları bazı denklemleri çözmekte başarısızlığa uğramaya başlıyorlar. Bunların en göze çarpan örnekleriyse matematikteki nonlineer (lineer olmayan) denklemler oluyor. Başlarda bu denklemler "istisna" olarak damgalanıp göz ardı ediliyor. Ancak daha sonralarda bu "istisna" denklemler yeni bir düşünce biçiminin doğuşuna neden oluyor. Bu yeni düşünce biçimi bilimi determinizmden uzaklaştırarak "kaos" teoremine zemin hazırlıyor Kaos, Beyin ve Psikoloji
Laplace Şeytanında sözü edilen akıl geleceği görme ve bir insanın davranışlarını önceden tahmin edebilme potansiyeline sahip olduğundan insan davranışlarını anlama ve değiştirmeye yönelik çalışmaları odağında taşıyan psikoloji biliminin de ilgisini çekiyor. Öyle ki herhangi bir kişinin davranışlarını önceden kestirebilmek onları değiştirme (psikoterapi) yolunda da büyük bir aşama. Ancak doğadaki pek çok olguda olduğu gibi insan sistemi de gerek biyolojik gerekse psikolojik olarak kaotik yapılardan oluşuyor. Kimi varsayımlara göre beyin de tıpkı böyle bir kaos düzeni içinde işliyor. Örneğin, bugün sinirbilim alanında kullanılan pek çok ölçümle de ispat edildiği üzere sinir hücrelerinin sinyalleri oldukça "cızırtılı". Daha açık bir deyişle, sinir sistemindeki elektriksel aktivite hiç de net değil. Her ne kadar arka plandaki bu bulanık sinirsel veri "cızırtı" gibi görülse de bazı bilim insanları sinyallerdeki bu karmaşayı davranışlarımızdaki değişimlerden sorumlu tutuyor. Daha açık bir deyişle, beyin dünyayı anlamlandırabilmek için kaos yaratıyor.
“Laplace'in tam olarak anlatmaya çalıştığı şey gerçekten bir Şeytan'ın var olması ya da var olma ihtimali değildi, bu sadece durumu basitçe anlatmak için kullandığı bir benzetmeydi. Aslında o andaki tüm bilgiye sahip olan ve bilgileri aynı anda işleme sokarak fizik kurallarıyla sistemin devamını sağlayan şeytan, başlı başına evrenin ta kendisi değil midir? Her şey birbiri ardına düzen içinde işliyor, her şey kendinden önceki sonuca ve kendinden sonraki sebebe dayanmıyor mu? Buna ister “Tanrı” diyelim ister “evren”, ister biz farkında iken dönsün bu çark isterse biz gözümüzü yummuşken, sonuçta her şey şans sayesinde değil, belirli olasılıklar dâhilinde gerçekleşmektedir. Gördüğümüz gibi bu düşünceler birbirini çürütürken kendi içinde de tüm sorulara tam ve doğru yanıtlar vermeyi başaramıyor, mutlaka bir yerlerde bir şeyler eksik, cevapsız ya da belirsiz olarak kalmaya devam ediyor. İnsanlar, insan toplulukları gözlemlendikleri süreçlerde belirli nitelikler sergileyebilirler ancak bu nitelikleri kalıcı değildir. Zaman ve mekânın mutlaklığı Newtonsal bir illüzyondan ibaretti, bunu Einstein ve görecelik yıktı. Kuantum Teorisi, ölçümleme sonuçlarının kesinliğine ilişkin rüyalardan uyandırdı. Laplace'çıların geleceğin öngörülebilineceğine dair fantazilerini de kaos bilimi ortadan kaldırdı. Bu nedenledir ki, İkinci Aydınlanma Çağı'nın anlayışı “Dünyaya dair olup da, yüzde yüz doğru ya da yüzde yüz yanlış olduğu kanıtlanmış tek bir olgu yoktur.” ve buna insanların kendi ve başkaları hakkında verdikleri hükümler dâhil.”
''Mutluluk Her An Vardır Yeter ki En Karanlık Zamanınızda Işığı Açmayı Unutmayın'' Gülşah ULUDİL
WINDOWS PHONE 7 MOBİL İŞLETIM SİSTEMİ - Temeller
Öncelikle merhabalar, Kalemsiz Dergi ekibine yeni katılmış bulunuyorum. Bundan sonra mümkün olduğunca Microsoft teknolojileri ile alakalı yazılarımla sizleri aydınlatmaya çalışacağım. Kendimi tanıtmak istiyorum ilk yazım olması sebebiyle, Ben Onur Tırpan, Beykent Üniversitesi Yönetim Bilişim Sistemleri 2. Sınıf öğrencisiyim ve aynı zamanda Microsoft Student Partner olarak okulumda gönüllü olarak görev almaktayım. Öncelikle sizlere Microsoft’un akıllı cep telefonları için üretmiş olduğu Windows Phone 7 Mobil İşletim Sisteminden bahsetmek istiyorum. Bildiğimiz üzere cep telefonu dünyası artık “akıllı telefon” olarak anılmaya başlandı, artık neredeyse her akıllı telefon bir bilgisayar kapasitesinde donanımlara ve işlevlere sahip, bu özgürlüğü bize sağlayan ise akıllı telefonlarımızın işletilmesini sağlayan temel yazılım sistemleri. Windows Phone 7 hakkında bilmemiz gereken bazı temel öğeler var. Öncelikle bu işletim sistemini kullanmak isteyen bir telefon üreticisi firmanın mutlaka bazı temel özellikleri karşılaması gerekmekte. Bunlardan önemli olan bir kaçını ise şöyle sıralayabiliriz. - Kapasitif, yani Multi-touch destekli ekran (480x800 çözünürlük) - ARMv7 Cortex/Scorpion veya üst seri işlemci. - En az 256 Mb RAM veya daha üstü kapasite. - En az 4 GB’lık dahili depolama alanı. - DirectX9 destekli GPU - Hareket sensörleri, ışık algılama sensörleri. - Tümleşik GPS - 6 adet tuş (geri, Başlat, ara, Kamera tuşu [2 kademeli, odak ve çekim]), güç/uyku ve ses açma/kapama tuşları) Bu özellikleri karşılayamayacak donanıma sahip telefonlara Windows Phone 7 işletim sistemi yerleştirilmesine Microsoft izin vermemekte, bunun temel sebebi de hangi model olursa olsun Windows Phone 7 işletim sistemine sahip bir telefonu kullanan insanların temel bir performansı mutlaka almaları. Telefonlara varolan limitlerin katlarında donanım koyulabilmekte, ancak minimumun altına inilememekte, bu da demektir ki indirdiğimiz uygulamalar, oyunlar mutlaka belirli bir performansa karşılık verecek, yeni bir telefondan eski bir telefona dahi geçiş yapsanız performans sorunu yaşamayacaksınız.
- Stil
Windows Phone 7 telefonlarımızın benim şahsen en çok sevdiğim yönüne değinmek istiyorum, stili. Telefonumuz diğer mobil işletim sistemleri gibi karma karışık bir içeriğe sahip “olamayacak” çünkü belirli bir stil üzerine dizayn edilmiş, mutlaka stilin dışına çıkan uygulamalar olacaktır ancak bu çok nadiren karşılaşacağımız bir durum. Windows Phone 7 cihazlarımızın menüsü, sayfa geçişleri, dizaynı, animasyonları tamamen belirli bir stile dayandırılarak tasarlanmıştır, bir diğer beğendiğim özellik ise Microsoft’un Marketplace’te (Windows Phone 7 cihazların uygulama marketi) yayınladığı uygulamaların genel stile uyup uymadığına da bakıyor olması; yani siz çok uçuk çok alakasız bir uygulama yaparsanız bu muhtemelen onaylanmayacaktır. Ufak tefek özgürlüklerimiz tabi ki var, hatta sistemin renklerini özelleştirmekve düzenlemek mümkün ancak bu tematik renk değişiklikleri zaten yüklenen harici uygulamaların dizaynına da “programcı kişi aksini istemediği sürece” direkt olarak etki etmekte, bu da telefonumuzun stilini belirli bir çizgide tutmakta. Bir kaç resim ile örneklemek istiyorum, kendi geliştirdiğim örnek bir uygulamamın telefonun ayarlarından renklerin değiştirilmesiyle nasıl bir değişime uğradığını böylece daha iyi anlamış olacaksınız.
20 21
Örnekte gördüğünüz gibi, ilk resim telefonumuzun Dark temasının kırmızı renge ayarlanmışı. Diğer 2. resmimiz ise Light tema üzerine mavi rengin atanmış hali. Gördüğünüz üzere, uygulamada sistem renklerini kullanarak uygulamamızın tematik sisteme uyum sağlamasını ve işletim sistemi içerisinde sırıtmamasını sağlayabiliyoruz, ki bu gerçekten kullanıcı tarafında iyi bir etki yaratmakta. Ayrıca örnek olarak uygulamada kırmızı üzerine siyah bir gradient renklendirme yaptım (ortadaki bulutumsu obje), gördüğünüz gibi temayı değiştirmemize rağmen renklerde sistem temeli dışına çıktığımız için o renk değişmemekte.
-
Sistem/Uygulama Mantığı
-
Gelecek Sayılarımızda Windows Phone 7
Öncelikle sistemimiz Silverlight üzerine kurulmuştur. Bu da demektir ki uygulamalarımız ve işletim sistemimiz Silverlight dili üzerine kurulmuştur. Dolayısıyla Silverlight dilini biliyorsanız, Windows Phone 7 için de uygulama yazabilirsiniz, hatta varolan uygulamalarınızı bir kaç ufak kod değişikliği ile Windows Phone 7 plaftormuna taşıyabilirsiniz demektir. Ayrıca Silverlight dilinin de C# diline “oldukça benzediğini” de eklemeden geçmemek gerekiyor. Telefonumuzda beklemede olan uygulamalar pilimizi gereksiz yere harcamamak adına sistem kaynaklarını minimum tüketecek şekilde ayarlanmıştır. Bu da mantık olarak ekranda görmediğimiz şeylerin neredeyse kapalıymış durumda (idle) olması anlamına gelmektedir. Telefon bu sebeple multi-tasking desteklemiyor diyebiliriz (aynı anda iki uygulama aktif biçimde çalışmıyor) Ancak, telefonun task özelliği sayesinde birden fazla uygulama telefonumuza task yükleyip gerekli işlemlerin yapılmasını sağlayabiliyor, yani uygulamamız çalışmasa bile alttaki bir task onun kontrollerini (örneğin facebook için bildirim takibi) yapabiliyor. Gelecek sayılarımızda Windows Phone 7 ile ilgili olarak programlamanın temellerinden başlayacak şekilde uygulama geliştirme yapacağımız bu bölümde tekrar sizlerle olacağım. Aynı zamanda Microsoft’un öğrencilere yönelik programlarından da mutlaka sizlere bahsediyor olacağım.
Onur Tırpan O.tirpan@kalemsizdergi.com
arakaya .com K k a r u B sizdergi m e l a k aya@ b.karak
CartoonCamera
Android Marketteki tartışmasız en iyi kamera programı. Her türlü animasyon ve grafiklerle listemize girmeyi başardı. İNDİR :
Milyoner Herhalde hepimiz biliyoruzdur. Dünyaca ünlü Who want to be millioner programını ülkemizde de aynı ismin Türkçesiyle Yani Kim Milyoner olmak ister ismiyle yayınlanan programının android marketteki ilk Türkçe Oyunu Nb Milyonerdi. Tartışmasız çok eksiği vardı ama alternatifi yoktu. Şimdi var: Milyoner. Bu programa sesli soru özelliği de eklenmiş yani durduk yerde Devlet bahçelinin yada Sezen Aksu’nun sesini duyabilirsiniz. İNDİR :
AngryBirds Serisi Belki Bu oyunları ayrı ayrı ele alabilirdim ama bu diğer oyunlar için çok adil olmazdı, çünkü üçü de mükemmele yakın.Çok ünlüdür AngryBirds çok televizyon programına ve talk showa bile malzeme vermiştir. Eğer telefonunuzun bataryasına ve şarjına düşmansanız bu mükemmel kuşlarla o küçük domuzcukları vurmalısınız. İNDİR :
22 23
Beşiktaş Dergisi(Sadece Tabletler için) İşte bu uygulama Beşiktaşlı android severleri çok ama çok mutlu edecek.Çünkü ben bu uygulamayı android marketin vitrinlerinde yer bulduğu ilk gün denedim ve başarılı buldum. Bundan sonra Beşiktaşlılar o dergi için Sayı başı 8 lira ödemeyecek. İNDİR :
Maçkolik Canlı Sonuçlar İddaa severlerin en büyük dostu Maçkolik uygulamasıdır hiç şüphesiz android platformunda. Bu program sayesinde Canlı sonuçların yanı sıra tüm liglerin fikstür, hangi maç hangi kanalda, oyuncu istatistik, puan durumu ve iddaa oran bilgilerini öğrenebilirsiniz. İNDİR :
RestaurantStory Bana göre Android markette ki en iyi kişisel simülasyon oyunu.Küçük bir restaurant ile başlıyorsunuz kariyerinize büyüdükçe arsa alıyorsunuz ve genişliyorsunuz ve genişledikçe daha da büyüyorsunuz ve zengin oluyorsunuz.Ah birde Türkçe olsaydı. İNDİR :
Tureng Sözlük Tartışmasız en iyi Türkçe-İngilizce İngilizce-Türkçe sözlük Üstelik hem Amerikan İngilizcesi ile hem İngiliz İngilizcesi ile hem de Avustralya İngilizcesi ile arama yapabiliyor.Deyim ve Atasözlerini çevirebiliyor.İnfinitive-ing ayırabiliyor.Yani kısacası bu sadece bir sözlük değil benim hayatımın bir parçası İNDİR :
Easy Mp3 Downloader Güzel Samimi bir mp3 arama programı. Yani hakkında fazla bir söz söylenemez ben aradığım çoğu şeyi buldum. Ayırt edici özelliği ise indirmeden önce dinleyebilirsiniz. İNDİR :
En iyi mp3 ses kayıt programı. Eğer işiniz on dakikaya kadarsa sorun yok çünkü on dakikadan sonra satın almanızı istiyor.
İNDİR :
İşte geldik Android in en bomba programına. Fazla söze ne hacet. Mühendislik ve mimarlık desek yeter herhalde. AutoCad programı dünyanın en pahalı yazılımı olma ünvanını elinde bulundururken Android Markette ücretsiz Yayımlanması çok fazla şaşırtıcı. Bana kalırsa geç kalmayın ve bir an önce İndirmeye başlayın. İNDİR : 24 25
Mobil Platformlarda !
MÜZİĞİN GELİŞİM SÜRECİ
Müzik, yıllardan beri insan yaşamının ayrılmaz bir parçası, insanların kendilerini ifade etme yöntemi, insanların eksik yönleri, diğer sanatlar arasında oldukça saygı kazanmış ve insan yaşamında büyük pay edinmiş bir sanat türüdür. Bunun böyle olmasında en büyük etken müziğin her zaman yaşam içinde olması, diğer sanatlardan daha çok etkileme gücü olması, yaşamı duyumsaması ve sayamayacağımız daha birçok neden var. Müziği objektif açıdan bırakarak içine girecek olursak müzik ; matematiksel bir mantık, disiplin, zamanı kullanma, susma, diyalog kurma, hareket etme ve ilişkiler sanatıdır da aslında. Müzik yapmak dışarıdan bakıldığı gibi kolay değildir, müzik farklı bir yaşamdır, farklı bir hayattır. Eğer müziğin içindeyseniz kendinize fazla vakit ayıramazsınız, aklınızda her zaman müziğiniz vardır ve sanat yapma aşkı ile yanıp tutuşuyorsunuzdur. Onlar böyle bir aşk ile kavrulmasalar belki müzik yine bu gün bulunduğu duruma gelemeyecekti, çok daha geride sınırlı türe hizmet edecekti. Günümüzde o kadar çok müzik türü bulunmakta ki önde gelen müzik insanları bile tüm türleri bilmez. Gelişen teknolojiden de büyük oranda yardım alan müzik, kendini yıllar içinde çok büyük oranda geliştirdi ve günümüzdeki halini aldı. Eskiden sadece bir parçadan oluşan müzik aletleri zamanla daha karmaşıklaştı, insanın kulağına hizmet etmek için şekil değiştirdi, parça eklendi, farklı türler oluşturuldu, dışarıdan birçok etken eklendi. Aslında bunlar sadece doğayı taklit etmek için birer kanaldı. Müzik zaten insanoğlu olmadan bile yıllar önce vardı, her zaman da olmaya devam edecek. Çünkü müziğin malzemesi sınırsızdır. En kötü senaryolarda bile o kendine bir malzeme bulur, hatta en kötü senaryolar bile bir malzemedir onun için. Gök gürültüsü, yer kayması, yer sarsıntısı, suyun akışı ve çalkantısı, havanın dar boğazlardaki hareketi gibi olaylar, doğadaki sayısız sesler ve titreşimler müziğin malzemesidir. Sadece bunlar değil elbette zamanla müziğin içine insan oğlu kendini de katıyor. Kendi duygularını, düşüncelerini, yaşadıklarını, hayatını.. Öyle olunca da müzik elbette çok güçleniyor ; içinde her türlü ezgi, kültür, uygarlık bulunan bir sanat haline geliyor. Kimilerimiz diyecek peki ya Türk müziği. Türk müziği de elbette kendi ezgileri, kendi özellikleri ile genel müzik tarihi arasında yerini aldı. İlk çağlardan itibaren Dünya’da gelişen ve yayılan Türk’ler, müzikteki ilerlemelerini gittikleri yerlere taşımışlar ve geliştirmişlerdir. Bugün Türk’lerle ilgisi olan tüm ulusların müziklerinde, Türk müziğinin etkisi görülmektedir. Bir çok batılı besteci, eserlerinde Türk motiflerini işlemiştir. Kısaca Türk müziği etkisine Asya, Avrupa, Orta Doğu ve Afrika’nın bir bölümünde rastlamak mümkündür. Ayrıca Türk’ler, nota ve müzik aletlerinin gelişmesine de öncülük etmişlerdir. Kemençe (ikliğ), tar, kopuz, saz, vurmalı çalgılardan davul, tef, kudum, kos vb. bunlara en iyi örneklerdir. Bu sayımızda 5. sayımızdan da sarkan konular ile müziğe topluca bir giriş yapmak istedim. Müziğin elbette nerede başlayıp nerede biteceğini bilemeyiz. Müzik çok büyük bir kavramdır, tarihini bile burada anlatamayız hatta zihnimiz ile açıklamaya çalışamayız. Müzik vardı, insanoğlu keşfetti ve bu günkü haline kadar göründüğü üzere geldi. Bundan sonraki sayılarımızda bodoslama müziğin içine dalmayı ve müziğin eğlenceli yönlerini ortaya çıkarmayı düşünüyorum. Bu seferlik kısa bir müzik bilgisi daha verdim. Tekrardan görüşmek dileği ile.. CAN ALP ALAÇAM c.alacam@kalemsizdergi.com
26 27
GDO ve Zararları Selamlar olsun kalemsiz okurlar. Son 1 aydır aslında medyada pek almasa da sağlığımızı etkileyen GDO’lu besinler her şeyden önce büyük sorunumuz. Biyogüvenlik Kurulu 9 yeni GDO’lu mısır çeşidini kamuoyu görüşüne açtı. Bu mısır çeşitleri hayvan yemleri olarak kullanılması amaçlansa da maalesef hayvanların bizim için sağladığı besinlerden vücudumuza alabiliyoruz.
GDO Nedir ?
GDO (açılımı: Genetiği Değiştirilmiş Organizma), bir canlı hücrenin genetik özelliklerinin laboratuar ortamı ile değiştirilmesidir. Şu meşhur “Örümcek Adam” isimli filmi hepimiz biliriz, örümcek kahramanımızı ısırır, kahramanız da artık ağ atabilir, uçar kaçar ... GDO’yu da böyle düşenebiliriz, başka canlıdan alınan geni yine farklı bir canlıya aktarabilir ve ona onun özelliklerini verebilirsiniz. Ama hemen aklınızda mısırdan adam gibi karakter yatarmayın, bitkiler üzerinden gidelim :) GDO dünya üzerinde genellikle böcek zehiri amacıyla kullanılır. Dünyada ise en fazla GDO mısır, soya, kanola ve pamukta yer alır.
GDO Zararları Nelerdir ?
Ülkemizde şuan itibariyle 3 tanesi soya, 13 tanesi mısır olmak üzere toplam 16 GDO ürününe izin verildi. Bu ürünler hayvan yemi olarak kullanılmakta. GDO’lu yemlerle beslenen hayvanlardan elde edilen besinler bizim soframızda bulunuyor. Üstelik soframızdaki bu ürünlere kimse “GDO var evlat, yeme onu sakın!” demiyor. Peki gelelim bu GDO’nun bizim sağlımıza zararları neler bir bakalım. • GDO’lar öldürücü alerjilere neden olabilir. • İnsanların hormonal dengesini ciddi derecede bozar. • GDO’lu besinlerin salgıladığı böcek zehirinin tamamı insanın sindirim sisteminde parçalanmaz. Gdo’nun insan sağlığına zararı olduğu gibi çevreye de zararı fazladır. GDO yabani bitki türleri yaratır, bu türlerin varlığı ise tarıma büyük tehdit oluşturur. Ve en önemlisi GDO’lar tozlaşma yoluyla doğal türlere bulaşarak biyoçeşitliliğe zarar verir, kelebek gibi zararsız canlıların bile ölümüne sebep olabilir. Bir sonraki sayıda başka bir çevreci yazı ile görüşmek üzere. Eleştirilerinizi, yorumlarınızı yazmak için bana o.yeniturk@kalemsizdergi.com posta adresi üzerinden ulaşabilirsiniz. Esen kalın... Oktay Yenitürk o.yeniturk@kalemsizdergi.com
REYTİNGLERİ ALT
Merhaba Kalemsiz Dergi Okurları... Size bu yazımda TRT'nin en başarılı dizisi olarak gösterilen "Leyla İle Mecnun" dizisini siz okurlarımıza aktıracağım. Leyla ile Mecnun dizisi Absürt Komedi şeklinde yayınlanmaktadır.Dizi ismini Efsaneleşen Leyla ile Mecnun karakterlerinden esinlenerek konulmuştur. Dizinin Konusuna gelecek olursak; Dizi aynı gün, aynı hastanede dünyaya gelen bebeğin yatak sayısını azlığından dolayı yan yana yatırılması sonucu aileleri tarafından "Doğar Doğmaz Birbirlerini Buldular" sözü ile beşik kertmesi yapılmıştır ve adları da Leyla İle Mecnun konulmuştur. Aradan 25 yıl gibi uzun bir süre geçer ve bir sabah ailesi tarafından bu durum anlatılır ve Leyla'yı istemeye giderler . İlkten Mecnun bu Liste Şu Şekildedir: durumdan şikayetçi olsa bile Leyla'yı gördükten1.Planet Earth (2006 yapımı) 2.The Wire (2002 yapımı) sonra işler değişir. Leyla'yı etkilemek için her şeyi yapmaya 3.Arrested Development (2003 yapımı çalışır. Bir gece Mecnun rüyasında aksakallı 4.Game of Thrones (2011 yapımı) dedeyi görür ve aksakallı dede rüyasından çıkıp 5.Breaking Bad (2008 yapımı) beraber yaşamasıyla işler karışır ve ortaya ilg- 6.The Sopranos (1999 yapımı) inç bir dizi meydana gelir. 7.Firefly(2002 yapımı) Toplumda fazla bilinmemesine karşı 8.The TwilightZone (1959 Yapımı) 2011 Reyting sıralamasında Muhteşem Yüzyıl, 9.LEYLA İLE MECNUN (2011 Yapım Adını Feriha Koydum, Behzat Ç., Yahşi Cazibe 10.Freaks AndGeeks (1999 Yapımı) gibi dizileri geçerek çoğu zaman ilk sıralara oturmuş bir dizidir. Bilindik üzere İnternet ortamında Dizi ve Filmlerin derecelendirmesi yapan IMDB sitesinde en çok izlenen ve en çok puan 9.dizi konumundadır.
28 29
T ÜST EDEN DİZİ..!
ı)
mı)
Milliyet Gazetesi’nin yaptığı anket sonucunda ise 41.782 oy ile açık ara En iyi Dizi Ödülünü almıştır. Anket sıralaması da şöyle: Leyla ile Mecnun: 41.782 kişi Behzat Ç.: 24.447 kişi Kuzey Güney: 24.447 kişi Muhteşem Yüzyıl:18.723 kişi Adını Feriha Koydum: 17.530 kişi Öyle Bir Geçer Zaman ki:12.251 kişi Hayat Devam Ediyor:12.086 kişi
Dizide en çok sevilen karakter İsmail Abi’dir. İsmail Abi diziye renk katan bir insandır. Giyinişi olsun, Sözleri, o cana yakınlığı diziyi seyrettirmeye yetiyor. İsmail Abi her gün bir iş arar ve bulduğu işe gider ancak hiç bir iş ona göre değildir. Sıkılır çıkar. Onun için en önemli şey iş yerinin ona sigorta yapıp yapmamasıdır. Dizide bir Dönem yaşanan tatsız olaylar sonucu Leyla karakteri diziden ayrılmıştır.Dizi Tarafından öldürülmüştür. Ve yerine iki ana karakter gelmiştir. Sedef ve Şirin diye. Sedef, Leylanın karaciğerini almıştır. Şirin ise kalbini almıştır. Olay böyle olunca Mecnun'da Bu organların kimde olduğunu araştırırken Sedef 'e aşık olur veee Devamını siz anladınız :) LEYLA İLE MECNUN DİZİSİ HER PAZARTESİ TRT 1'de SAAT 22.00 yayınlanmaktadır. İzlemeniz Dileği ile :)
Batuhan Öztütüncü b.oztutuncu@kalemsizdergi.com
Web : www.kalemsizdergi.com | Twitter : Twitter.com/KalemsizDergi | Facebook : Facebook.com/KalemsizDergi